logo

Düşüncelerde inat ve şiddet, aptallığın en açık belirtisidir.

Psikodrama Nedir? Nasıl Uygulanır?

J.L Moreno psikodramayı, gerçeğin dramatizasyonla keşfedilmesi olarak açıklamıştır. Psikodrama; spontanlık, yaratıcılık ve eylem dinamiklerini temel almaktadır. Kişilerin ilişkilerini, bu ilişkilerde yaşadıkları sorunları, çatışmaları ve kendi iç dünyalarını spontane bir biçimde, bir oyunun içinde rol alarak incelemelerini ve farkındalığa ulaşmalarını sağlamaya çalışmaktadır.

Avusturyalı psikiyatrist Dr. Jacob Levy Moreno’nun 1920’li yıllarda geliştirdiği bir grup psikoterapi yöntemidir. Psikodrama etimolojik olarak Yunancadaki ‘psyche’ (ruh) ve ‘drama’ (eylem) sözcüklerinden gelir. Moreno insanın rol olanaklarını kullanamamasının, yani yaşamak istediği rolleri yaşayamamasının sıkıntıya yol açacağını, cesaret ve güven duygusunun ise rolü yaşamakla gelişeceğini söyler. Rolü baskılamakla güven duygusu kaybolur, anksiyete (kaygı) ve regresyon (kişinin psikolojik gelişim evrelerinde önceki aşamalara gerilemesi) ortaya çıkar. Moreno sosyal uyumları bozuk olan kişilerin çoğunluğunun rol davranışlarının zedelenmiş olduğunu ileri sürer.

Psikoterapi, gerekli eğitimleri almış bir uzman eşliğinde duygularınızı, düşüncelerinizi, kendiniz ve diğerleriyle ilgili inançlarınızı, kişisel yaşantılarınızı güvenli bir biçimde keşfetme sürecidir. Psikoterapi umut vermek, beceri öğretmek, davranışsal çözümleri bulmak, duygusal olarak düzeltici deneyim kazanmak, yaşamı bütün olarak düşünmeyi sağlamak için çıkılan bir yolculuktur. İnsanların davranışları ve ilişkileri konusundaki duyarlılıklarını ve sorumluluklarını artırmaya yardım eder.
Psikoterapi size, yaşadığınız zorluklar ya da sıkıntılarla ilgili iç görü kazandırmayı, düşünce ve davranışlarınızda değişiklikler meydana getirmek için motivasyonunuzu arttırmayı ve bu değişiklikler için uygun yollar bulmanıza yardımcı olmayı amaçlar.
Psikoterapi kavramı hizmet verilen kişi sayısı yönünden; bireysel psikoterapiler, eş ve aile terapileri ve grup terapileri olarak 3 ana başlık altında toplanır.
Psikodrama bir gurup psikoterapisi yöntemidir.
Psikodramada rol değiştirme sırasında yaşanan yoğun etkileşimler bireyin yeni durumları, yeni deneyimleri yaşayıp tanımasına yardım eder. Bu sayede kişi gelecekteki yeni koşullarda uygun davranabilme olanağı kazanır. Psikodrama insanın ilişki sorunlarını ve iç çatışmalarını spontan oyun içinde rol alarak, kendine özgü tekniklerle ele alıp işler ve böylece insana bu üç yeteneği üzerine çalışma fırsatı verir. Psikodramadan yararlanmak için psikodrama gruplarına katılmak gereklidir. 

Psikodramanın 3 Temel dinamiğini şu şekilde sıralayabiliriz;
Eylem: Psikodrama sahnesinde kişilerin duygularını, düşüncelerini canlandırmasıdır. Psikodrama aslında eylem ile gerçeğin keşfedilmesidir. Eylem kişiyi ele verir. Eylem ve ilişki içinde hastalanan insan psikodrama ile eylem içinde iyileşir.

Spontanlık: İnsanın içinde bulunduğu duruma uygun cevap verebilmesidir.

Yaratıcılık: Yeni bir düşünce, davranış veya yeni bir ürün ortaya koymaktır. İnsan eylemsiz olamaz, yaratıcılığının tüm potansiyelini kullanabildiği ve bunun görünür hale gelmesini sağlayan spontanlığının yardımı ile sağlıklı bir yaşam sürebilir.

Psikodramanın Öğeleri Nelerdir?

Sahne: Psikodramanın yapıldığı, yaşandığı yerdir. Sahne yeniden yaşamaların oluşturulabileceği tek büyülü mekandır. Sahneyi protagonist oluşturur. Her yer psikodrama sahnesi olabilir. 

Psikodrama yöneticisi: Psikodrama oturumlarını gerçekleştiren ve oturumun nasıl gideceğinden sorumlu olan, grup ortamında psikodramayı var eden kişidir.

Protagonist: Sahnedeki baş-oyuncu olarak adlandırılır. Kendi yaşantısını sahneye getiren kişidir. 

Yardımcı oyuncular: Psikodrama oturumları sırasında protagonistin hayatındaki önemli kişiler, kavramlar ve duygular protagonistin gruptan seçtiği kişiler tarafından sahnede canlandırılır. Bu kişilere yardımcı egolar adı verilir. Eş; Protagonistin sahnelediği oyun sırasında kendisi rolüne seçtiği kişidir.

Grup: Psikodrama grupları genelde 8-20 kişiden oluşur. Protagonist ve yardımcı oyuncular sahnede oyunu oynarken diğer üyeler ise oyunu izlerler. Birey gerçek hayatının küçük bir örneğini grubunda yaşar, düzeltir, farkına varır, değiştirir ve başkalarının değişmesine yol açar.

Psikodrama bir yaşam biçimidir. Drama yolu ile terapinin yapıldığı bir psikoterapi biçimi.  Son yüzyılın psikiyatri ve psikopatolojideki en önemli sağaltım yöntemlerinden biridir. Psikodramada işlenen konu ve sorunlar zaman ya da mekanla sınırlı değildir. Geçmiş, şimdi ya da gelecekle ilgili olabilirler. Tüm evren, mitoloji, masallar ve rüyalar psikodrama sahnesinde kendilerine yer bulabilirler. İnsan değişince seçimler değişir, seçimler değiştiğinde de insan değişir. Psikodrama bu konuda insanı çok geliştiren bir seçenektir, okuyarak, dinleyerek öğrenilmez.

Psikodrama Oturum Aşamaları Nelerdir?

Bir Psikodrama oturumu genel olarak bir dizi oturumdan oluşan bir sürecin parçasıdır. Belli bir süre için (ki bu süre 4 ay ile 4 yıla kadar uzanan bir süre olabilir) haftada 1-2 veya 3 kez bir araya gelip çalışan bir grup söz konusudur. Grup süresi bazen 3-20 gün süren bir seminer biçiminde de olabilir.  Yaklaşık 1.5-3 saat süren bir psikodrama oturumu 3 şamadan oluşur.

Isınma aşaması: Grup eğilimini ön planda tutan ve yönlendirici olmayan bir yaklaşım sergileyen psikodrama yöneticisinin grubun bütünlüğünü sağlamak, grup üyelerinin birbirine güveni artırmak ve protagonisti belirlemek için çeşitli oyunlar, teknikler kullandığı bir aşamadır. 

Oyun aşaması: Şimdi ve burada kavramının hayata geçirildiği yerdir. Geçmiş ve gelecek bu sahnede şimdi ve burada ya getirilir. Anlatma yap ilkesi burada önem kazanır. Protagonistin çalışacağı yaşantı ya da rüyayı sahnelediği eylem aşamasıdır. Protagonist zihnindeki sahneyi canlandırmak için grubun diğer üyelerine ya da odadaki eşyalara kendi sahnesindeki kişilerin, dekorun, hatta soyut kavramların, duyguların rollerini verebilir. Yöneticinin uygulamayı seçtiği bazı teknikler doğrultusunda protagonist rol verdiği kişilerin (yardımcı ego) ya da eşyanın yerine geçebilir (rol değiştirme), kendisinin yerine başkasını (eş) seçerek aynı sahneyi kendisi dışarıdan izleyebilir (ayna), bir sahneyi istiyorsa kendi ihtiyacı doğrultusunda değiştirip gerçekte olduğundan farklı bir şekilde tekrar canlandırabilir (artı gerçeklik). Sahneyi izleyen diğer üyeler protagonistin hissedip de söylemediği bir şey olduğunu sezerlerse, protagonistin arkasına geçip ellerini onun omzuna koyup, protagonistin ağzından konuşabilirler (eşleme).

Rol geri bildirim ve paylaşım aşaması: Bu aşamada protagonist, yardımcı oyuncular, psikodrama yöneticisi ve de izleyiciler oyun aşaması ile ilgili duygularını paylaşırlar. Yardımcı egolar rol geribildirimi, diğer grup üyeleri özdeşim geribildiriminde bulunabilirler. Paylaşım aşaması ortaya çıkan ürünün toplandığı ve son şeklinin verildiği aşamadır. Bu aşamanın temel kuralı grup üyelerinin asla yorum yapmamaları, eleştiride bulunmamaları ve protagonisti yargılamamaları gerektiğidir. 

Psikodrama Temel Teknikleri Nelerdir?

Eşleme: Protagonistin söyleyemediği, söylemek istemediği ya da o anda bilincinde olmadığı, bastırdığı duygularını açığa çıkarmayı amaçlayan bu teknikte, yönetici ya da grup üyeleri onun ağzından bu duyguları dile getirirler. Bunu yaparken eşleyen kişi protagonistin arkasında durur, ellerini onun omuzlarına koyar. Eşleme esnasında eşleyen protagonistin beden duruşu, jest ve mimiklerini taklit ederek onunla empati kurar. Kendisini onun yerine koyar ve onun söyleyemediği duygularını söyler. 

Rol değiştirme: Burada protagonist kendisini bir başkasının rolüne koyup o kişiymiş gibi düşünüp davranır. Böylece kendisine role girdiği kişinin gözünden bakabilir.  Rol değiştirme tekniğinin olmadığı bir psikodrama oturumu düşünülemez. Sahnedeki tüm roller önce protagonist tarafından oynanır, sonra o role seçilen yardımcı ego rolünü protagonistin gösterdiği şekilde oynar. Bizler karşımızdakinin rolüne geçebildiğimiz sürece tüm gerçekliği yaşayabiliriz.

Ayna: Bu teknikte protagonistin kendisine dışarıdan bakabilmesi amaçlanır. Protagonist oyununda canlandırılan sahnede, protagonist yerine seçtiği eşin oynadığı, protagonistin ise oyunu dışarıdan gözleyebildiği bir tekniktir. Bu teknik sayesinde protagonist kendi davranışlarını ve duygularını değerlendirme ve değiştirme fırsatı bulabilir.

Artı gerçeklik: Canlandırılan sahneyi ayna tekniği ile dışarıdan gözleyen protagonistin duygusal ihtiyacı doğrultusunda sahnedeki bir şeyi, davranışı ya da konuşmayı değiştirmesidir. Sahne protagonistin arzu ettiği şekilde tekrar canlandırılır.

NP İSTANBUL HASTANESİ

Psikodrama, Jacob Levy Moreno tarafından yaratılan, yeniden yaşanan sahnelerden oluşan bir psikoterapi şeklidir. Psikodrama, senaryoları yeniden yaşamak ve “şimdi ve burada” olmakla ilgilidir. Bu, insanoğlunun potansiyelini geliştirerek kendini gerçekleştirmesini kolaylaştırmayı amaçlayan hümanist psikolojinin en iyi bilinen düsturlarından biridir. Bunu ancak geçmişi bırakıp geleceğin yalnızca bir olasılık olduğu endişeli düşüncenin üstesinden geldiklerinde başarabilirler.

Gördüğünüz gibi psikodrama, var olmanın bir yolu olarak “dramatik” eylemi kullanan ve ardından senaryoları yeniden yaratmak için bedeni, sözcüğü ve eylemi kullanan hümanist yönelimin temel modellerinden biridir. Rol yapma veya aile heykeltıraşlığı teknikleri ve hatta Gestalt psikoterapisi buna dayanmaktadır.

Şimdiki zamanda yaşamak ama zamansal bir süreklilik içinde var olmak

İnsanlar geçmiş benliklerini hatırlayarak sürekli olarak kendilerini geleceğe yansıtsalar da, kendilerini ancak şimdiki anda gerçekten tanıyabilirler. Geçmiş bir yeniden yapılanmadır, egonuzu tatmin etmek için kendinize anlattığınız bir masaldır. Ayrıca gelecek, korkuların ve arzuların bir ifadesidir. Çoğu zaman, anda kalmak karmaşıktır çünkü kendi ve başkalarının beklentilerine dayalı olarak kimliğinize dair bir vizyon geliştirmeyi öğrendiniz. (Olmanız gerektiğini düşündüğünüz kişi ya da başkalarının olmanızı istediği kişi – size göre).

Şimdiki zaman, bir bilinç halidir, bu gibi bir zaman değildir, dolayısıyla senaryoları yeniden yaşama sanatıdır.

Dinamik ve değişen bir varlık olarak insan, deneyimlerinin dolaysızlığında yaşayamaz. Aslında, tarihlerini sürekli olarak detaylandırmaları ve bütünleştirmeleri ve geleceklerini öngörmeleri gerekiyor. Bu yüzden anda kalmak çok zor. Ayrıca, bugünü tanımlamak bile temelde imkansız bir görevdir. Şimdide kalmak, deneyim akışını durdurmak, belirli bir deneyime ve ondan kaynaklanan duyumlar, duygular, hisler ve düşüncelere odaklanmak anlamına gelir. Bunu yargılamayan veya değerlendirmeyen ancak deneyimi olduğu gibi kabul eden harici bir gözlemci olarak yapmak. Psikodramatizasyonun konusu tam olarak budur.

İnsanlar doğuştan aktörlerdir

İnsanlar senaryolarla düşünürler. Aslında, hayatınızın her senaryosunu tanımlayan iki temel eksen, iki koordinat vardır. Bu her bir hatıradır: zaman ve mekan. Oxford Üniversitesi’nde sinirbilimci olan Kia Nobre, “Zamanı doğrusal, öngörülebilir bir şey olarak düşünüyoruz, ancak deneyimlerimizi ve organizmalar olarak kendimizi içinde bulduğumuz durumu şekillendiren bir şey” diyor.

Gördüğünüz gibi, durumunuz zaman ve mekan algısını değiştirir ve anılarınızı oluşturma şekliniz gerçeklik algınızı değiştirir. Böylece, “Anılar, dünyayı algılama biçimimizi sürekli olarak değiştirir”. Böylece senaryoları hatırlar ve kendi yaşamınızın senaryosuna göre bütünleştirirsiniz.

Psikodrama, kimliğinizi (geçmiş ve gelecek) inşa ettiğiniz ve burada ve şimdi ortaya çıkan süreci yakalar. Böylece kişisel ve sosyal gelişiminizi engelleyen şeyleri şekillendirmek ve değiştirmek mümkündür.

Şimdi değişme zamanı

Ne geçmişi değiştirebilirsiniz ne de geleceği çünkü herhangi bir değişiklik şimdide olur. Dahası, psikodramanın etkinliği, gerçekliği algıladığınız, işlediğiniz ve yorumladığınız doğal süreci yeniden üretmesinde yatar. Bu, yaş, durum veya kültürel geçmişe bakılmaksızın herhangi bir kişi için basit ve erişilebilir bir şekilde gerçekleşir.

Psikodrama, kişinin zihinsel senaryosunu fiziksel bir senaryoya yerleştirir. Başka bir deyişle, her şeyin uygun ve mümkün olduğu bir alanda. Geçmişten gelen sahneleri, korkuları, gelecek fantezilerini, hayallerini, özlemlerini dramatize edebilirsiniz… Sonuç olarak her şey bu senaryoda oluyor. Burada ve şimdi, gerçekten ihtiyacınız olan/yapmak istediğiniz tüm değişiklikleri yaptığınız yer.

Duyguların tiyatrosu ve yeniden yaşayan senaryolar

Duygusal yönetim, doğru insan gelişimi için önemlidir. Hatta nörolog Antonio Damasio, “Beyin, duyguların bir tiyatrosudur ve zihnin motivasyonunu hisseder” demiştir.

  • Anıların çağrılması duygusal bir kalıp izler. Bu nedenle, duygusal ton ve yoğunluk genellikle belirli senaryoları, durumları ve insanları birbirine bağlamaya yol açar. Buradan duygusal olarak işaretlenmiş bilişsel haritalar oluşturabilirsiniz.
  • Ayrıca, hatırladığınızda, karar vermenize yardımcı olan haritaları, kümeleri (bilgi kümelerini) zihninize getirirsiniz. Bunlar genellikle farkında olmayabileceğiniz tutumları gizler. Sanki ormanda olsanız bile ağaçları göremiyormuşsunuz gibi.

Belirli bir sahnede dramatize ettiğinizde ve bir rol oynadığınızda, kinestetik bedensel zeka da dahil olmak üzere Gardner’ın bahsettiği çoklu zekayı etkinleştirirsiniz. Bu nedenle, kendinizi ön yargısız olarak gözlemleyebileceğiniz daha geniş bir farkındalığa sahip olabilir ve özgürce harekete geçebilirsiniz.

Yeniden yaşayan senaryolar – siz bağlarınızdan geliyorsunuz

Hayatınızdaki önemli bir senaryoyu hatırlamaya çalışın. Kendi başınızayken olduğunuz biri. Belki de odasına kapatılmış bir gençtiniz. Belki birkaç yıl önceydi ve evde önemli bir karar vermek zorunda kaldınız. Sizin için alakalı olduğu sürece ne olduğu gerçekten önemli değil. Ardından, o görüntüdeki duyguyla ve tam o anda onu hatırlamanızı sağlayan duyguyla bağlantı kurun. Kendinizi şimdiki zamanın duygusuna kaptırmanıza izin verin. Böylece zihninizde oluşan anıları gözlemleyin. Muhtemelen hayatınızdaki önemli insanlar onların içinde olacaktır. Aslında bunları düşünmemek oldukça zor, hatta imkansız.

Bunun nedeni, bağlarınızın meyvesi olmanızdır. Onlardan, araştırmalara göre zamanla devam eden ve sevme şeklinizi etkileyen bir bağlanma stili geliştirirsiniz. Ayrıca, gençlikte psikopatoloji, öz saygı ve kimliğiniz için gerekli olan diğer birçok faktörle birlikte dinamikleri ve eş seçimini de etkilerler.

İletişim kurmak ve çevreye olumlu şekilde uyum sağlamak daha kolay olacaktır. Neredeyse başkalarını oldukları gibi görebileceğiniz ölçüde. Kendinizi şimdi ve burada olduğunuz gibi görebilmek. Ayrıca, başkalarıyla kuruntular, önyargılar veya projeksiyonlar olmadan tanışabilmek, gerçeğe uygun bir uyum için önemlidir. Bu psikodramada terapötik bir faktördür.

Yeniden yaşayan senaryolar hakkında sonuç

Psikodrama, geçmişten gelen senaryoları yeniden yaratmak ve yeniden yaşamakla ilgilidir. Dinamik, sezgisel ve etkileşimli olarak farklı türdeki anıları ve zekayı etkinleştirerek çalışır. Etkili ve doğrudan bir şekilde size yardımcı olur. Hem durumunuzun farkına varmak hem de gelişiminizi engelleyen ve refahınızı engelleyen olası çatışmaları ve sorunları çözmek için. Gördüğünüz gibi, bunu dünyadaki varlığınızı şimdi ve burada yeniden bağlamlandırarak ve yeniden gerçekleştirerek yapar.

Psikolog Miguel David Guevara

Propranolol muhtemelen sosyal kaygıyı tedavi etmek için kullanılan en yaygın ilaçtır. Taşikardi, genel gerginlik ve terleme gibi sıkıntılara yardımcı olan çok etkili bir gevşeticidir. Bu beta-bloker ilaç migren ve baş ağrısını tedavi etmek için de reçete edilir ve hatta anjinadan muzdarip kişilerde kalp problemlerini önleme potansiyeline sahiptir. İlk bakışta, propranolol ilacı “sihirli bir formül” gibi görünebilir. Bununla birlikte, etki mekanizması sadece çok özel bir özelliğe dayanır: beta-bloker olmak. Aktif prensibi olan propanol, adrenalin ve noradrenalinin antagonisti olarak davranır. Bu nedenle kan basıncını düzenler, kalp atış hızını düşürür ve anksiyeteye bağlı fizyolojik semptomları azaltır.

Propranolol bir beta-bloker ilaçtır. Tansiyon, anksiyete ve titreme, baş ağrısı ve migreni azaltır.

Propranolol, sosyal fobi ve topluluk karşısına çıkma korkusu için en yaygın tedavilerden biridir. Ancak bugün, bazı insanların bu ilaca neredeyse “duygusal bir koltuk değneği” olarak başvurduklarını biliyoruz. Ne zaman korkup endişelenseler, bu ilaca yöneliyorlar.

Sosyal anksiyete

Birkaç yıl önce Daily Mail gazetesinde propranolol’ün toplum üzerindeki etkisinin tartışıldığı bir makale yayınlandı. Bazı insanlar bu ilacı, duygularını yönetmek yerine örtmek için kullanıyor. Bu duyguların neden olduğu fizyolojik reaksiyonu uyuşturmayı tercih ediyorlar. Sağlıkları pahasına bile olsa, işlerini yerine getirebiliyor olmaları gerekmektedir.

Makalede pek çok kişinin durumu tartışılıyordu. Örneğin, 30 yaşındaki Laura Woodward bunlardan biri. Ergenlikten beri propranolol kullanıyor. Bu ilaç, genç kadının anksiyete yaratan durumlarla başa çıkmasını sağlamıştır: arkadaşlarla buluşmak, sınavlara girmek, araba kullanmak, partilere gitmek, randevu almak vb.

Londra’daki Priory Hastanesi’nde çalışan ve ruh sağlığı konusunu araştıran danışman psikiyatrist Dr. Natasha Bijlani, Woodward’ın örneğinin istisna olmadığını söylüyor. Anksiyete belirtileri için tedavi arayan ancak yaşadıkları durumun nedenini sormayan birçok kişi vardır. Bu günlük durumlara daha iyi tepki vermek için neleri değiştirebileceklerini merak etmiyorlar. Dolayısıyla, bağımlılığa neden olmamasına rağmen, insanlar bu ilaca başka bir anlamda bağımlı hale geliyorlar. Rahatlamak ve vücudunuz üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmak her zaman olumlu ve faydalıdır. Ancak duygularınızı ve zihninizi anlamak ve yönetmek daha doğru ve yararlıdır. O zaman her durumla başa çıkabilirsiniz.

Propranolol kullanımı

Propranolol ilacı birçok yönden yararlı ve etkilidir. Belirttiğimiz gibi ana etkisi, stres veya fizyolojik aşırı aktivasyona aracılık eden hormonları inhibe etmekti. Yani adrenalin ve noradrenalin hormonlarını.

Popranolol ilacının pek çok özelliği kardiyovasküler sistemi etkilemektedir. Sempatik sinir sisteminin aktivitesini düzenleyerek kalp atış hızı, titreme, terleme ve sindirim problemlerini azaltmayı başarır. Ayrıca şu konularda yardımcı olur:

  • Anjina pektoris veya kalp krizi geçirmiş hastalar.
  • Kan damarlarını genişleten bir ilaç olduğundan, migren veya baş ağrısını hafifletir.
  • Tiroid sorunları.
  • Glokom (hipertansiyon ile ilgili olduğunda).

Yan etkileri

Propranolol ilacı sadece psikotropik bir ilaç değildir. Klinik kullanımları psikiyatrik alanın ötesine geçmektedir ve etki mekanizmasından yola çıkarak kalp problemleri olan kişiler için vazgeçilmez olduğunu söyleyebiliriz. Yine de bu, hiçbir yan etkisi olmadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla, her canımız istediğinde bu ilacı kullanamayız.

Her zaman olduğu gibi bu ilaçların reçete edilmesi ve kullanımının izlenmesi uzmanlar tarafından gerçekleştirilmelidir zira propranolol, aşırı ve yanlış şekilde kullanıldığı takdirde olumsuz belirtilere yol açabilir. Aşağıdaki olumsuz semptomlara göz atalım:

  • Aşırı yorgunluk hissi
  • Yavaşlamış kalp hızı
  • Rüya görmede değişiklikler, özellikle kabus görme
  • El ve ayakların soğuk olması (düşük nabız nedeniyle dolaşımın ekstremitelerde zayıf olması)
  • Raynaud hastalığı: Parmaklarda uyuşukluk ve spazmların yanı sıra ağrı ve sıcaklık hissi

ilacın astım, hipotansiyon, böbrek problemleri veya diyabet gibi rahatsızlıkları olan kişiler tarafından kullanılmaması gerektiğini belirtelim. Özetle, propranolol ilacı özellikle sosyal anksiyete için yararlıdır. Bununla birlikte, ilacın sadece semptomları hafifletmede etkili olduğunu ve asıl sorunu çözmediğini unutmamamız gerek. Bu tür sorunları çözmek için psikoterapi var.

Psikolog Valeria Sabater

OKB İle Yaşamak Nasıl Bir Şeydir?

Düzen, temizlik veya belli kurallara uyma konusunda takıntılı olmanın nasıl bir şey olabileceğini hiç düşündünüz mü? Obsesif Kompülsif Bozukluk, veya OKB, iki ana bileşene sahiptir. Kişinin beynine hücum eden takıntılar ve takıntı nedeniyle oluşan stresi azaltmak için yapılan kompülsif davranışlar. Ortaya çıkan takıntı ile kompülsif davranış arasındaki döngü OKB ile yaşayan insanların hayatlarını tanımlar. Yüksek ölçüde acı ve anksiyete ile başa çıkarlar, yanlış anlaşılmış hissederler ve zamanlarının çoğunu kompülsif ritüelleri uygulayarak takıntılardan kurtulmak için harcarlar. Bu yazıda günlük yaşamlarının nasıl olduğundan, ne gibi düşüncelere, duygulara ve korkulara sahip olduklarından bahsedeceğiz.

Bir takıntı ve kompülsif davranışı arasında oluşan döngü OKB’si olan insanların hayatlarını tanımlar.

Anksiyete OKB’nin belirgin bir bileşenidir

OKB’si olan insanlar çok fazla miktarda ankisiyete ile birlikte yaşarlar. Anksiyete gölge gibi onları takip eder. Neden mi? Çünkü anksiyete ve ondan kaçınma ihtiyacı çoğu davranışlarının arkasında yatan motivasyondur. Bir takıntı ortaya çıktığında anksiyeteleri artar. Kompülsif ritüeli uygulamayamazlarsa anksiyeteleri git gide arar ve bu karışıma korku eklenir. Örneğin temiz ellere sahip olma takıntısı olan biri ellerini yıkarken neredeyse hiç anksiyete hissetmez. Ancak kim gününü elleri musluğun altında duracak şekilde geçirebilir ki? Kimin cildi sabunla o kadar fazla temasa dayanabilir? Kompülsif davranışı gerçekleştiremedikleri bir yerde oldukları için anksiyeteleri ortaya çıkacaktır ve bu anksiyete ellerini yıkamadan geçirdikleri her saniye daha da artacaktır.

Normal bir rutine sahip olmak için kapasitelerinin ne kadar kısıtlı olduğunu görmek kolaydır. OKB’si olan insanlar kompülsiyonlarını gerçekleştiremeyecekleri durumlardan kaçınmak veya takıntılarına maruz kalmalarına neden olacak durumlardan uzak durmak için (bu durumda kirli olan yerler) ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Sonuç olarak hayatları evleriyle, yalnızca kısa mesafedeki yerlerle, küçük bir arkadaş grubu ve neredeyse sıfır sosyal aktiviteyle sınırlı olacaktır.

Kendi düşüncelerinin yarattığı korku

OKB’si olan insanlar kendi beyinlerinden korkarlar. Bir şeyi düşünmenin o şeyin olma ihtimalini artırmasından korkarlar. Bunun yanında OKB’si olan insanlar düşünebilecekleri ve düşünemeyecekleri şeylerle ilgili kurallar ve normlar yaratırlar. Bu kurallara ve normlara uymazlarsa çok kötü bir şeyin olacağını düşünürler. Bu tür durumlarda hissettikleri en temel duygu korkudur. Kompülsif ritüel ise bu korkuyu devam ettiren başarısız bir stratejidir.

Düşüncelerimizi tamamen kontrol altında tutmak imkansız bir şeydir. Pembe fili düşünmemeye çalışmanın tek sonucu pembe fili düşünmek olacaktır. OKB’si olan insanlarda da herkesin sahip olduğu düşünceler mevcuttur ancak onlar bu düşünceleri daha yoğun hale getirecek bir şekilde bu düşüncelerle yüzleşmeyi tercih ederler.

İnsan psikolojisinin bir kuralı; bir şeyden ne kadar kaçınmaya çalışırsanız onun varlığını o kadar güçlendirirsiniz.

OKB’si olan insanlar beyinlerinde bulunan ve korku uyandıran her şeyden tamamen kurtulmak isteyebilirler. Bu imkansız olduğu için kendi beyinlerinden korkar hale gelirler. OKB’si olan insanlar düşüncelerini kontrol edememekten korkarlar. Yalnızca mutluluk verici şeyleri düşünmek isterler ancak bu imkansız bir şey olduğu için bu tür girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır.

Böylece OKB’si olan insanlar, verimsiz stratejiler kullanarak düşüncelerini kontrol etmeye çalışıp sürekli beyinlerinden geçen şeylere odaklanmış olurlar. Odaklanamayınca ise anksiyeteleri artar, korkuya dönüşür ve yalnızca kompülsif ritüelleri onları rahatlatacakmış gibi hissederler. Kendi beyinlerinin esiri gibi yaşarlar, ritüeli gerçekleştirmezlerse kötü bir şeyin olmayacağına inanamazlar ve her günlerini kontrol edilemeyecek bir şeyi kontrol etmeye çalışarak geçirirler.

OKB’si olan birini tanıyorsanız, davranışlarının rasyonel olmadığını ona anlatmanın bir faydası olmayacağını bilin. Onlar zaten olmasından korktukları şeyin olmayacağını biliyorlar. Bir başka deyişle psikotik değiller ve gerçekle bağlantılarını koparmış değiller. Bir şeyleri kontrol edebilme güçlerini abarttıklarının farkındalar ancak anksiyeteleri ve korkuları onları kıramayacakları bir döngünün içine çekebilecek kadar kuvvetli. Yapabileceğiniz en iyi şey OKB veya anksiyete bozuklukları konusunda uzmanlaşmış bir psikoloğa gitmesi için onu cesaretlendirmek olur. Bir psikolog bulmalarına yardımcı olabilirsiniz. Hatta size yeterince güveniyorlarsa, ilk seansa beraber gidebilirsiniz. OKB inanılmaz zayıflatıcı bir şey olabilir ancak OKB’nin günlük yaşamdaki negatif etkilerini azaltabildiği kanıtlanmış terapatik stratejiler vardır.

Psikolog Julia Marquez Arrico

Somatik veya sensorimotor OKB, vücudun iç işlevlerine yönelik takıntıyı içeren obsesif kompulsif bozukluğun bir alt tipidir. Somatik veya sensorimotor OKB, kişinin bedensel duyumlara daha fazla dikkat etmesine ve vücudunda olan her şeye kulak vermesine neden olur. Sanki vücut bir odaymış ve çok hassas olan ve zaman zaman toz parçacıklarının havada asılı kalması kadar basit bir şeyle harekete geçen bir hareket detektörü takılmış gibi. Kişinin kendi bedenine yönelik bu zihinsel ve duygusal yatırımı, aşırı enerji tüketimine ve bunun sonucunda bitkinliğe dönüşür. Şimdi, bedensel duyumlara bu kadar çok dikkat etmelerindeki motivasyon nedir? Bu organik olaylara konsantre olmazlarsa bazı talihsizliklerin yaşanacağına olan inançtır.

Somatik veya sensorimotor OKB: Tanımı ve özellikleri

Beden, çok sayıda önemli işlevi bilinçli dikkat veya kontrole ihtiyaç duymadan yerine getirebilmesi bakımından olağanüstüdür; temel işlevleri hakkında endişelenmenize gerek kalmadan yaşamanızı sağlar. Kalbin atmasını sürdürmek için konsantre olmanıza ya da sindirimi yönlendirmenize gerek yoktur.

Somatik OKB’si olan kişiler, vejetatif otomatikliğin başarısız olacağından korkarlar ve her bir organın farkındadırlar. Bu hastalarda ayrıca sensorimotor hiperfarkındalık gelişir. Yani, herhangi bir duyum endişe verici ve yoğun bir şekilde işlenir. Finlandiya’daki Jyväskylä Üniversitesi, bir makalesinde, insanların dikkatlerini birden çok duyum ve sürecin hakim olduğu bu müdahaleci ve can sıkıcı bedenden başka yöne çeviremediklerini vurgulamaktadır. Bu nedenle, bedene ve vücudun her bir sürecine ve duyumlarına odaklanmış aşırı endişelerin, fikirlerin ve rahatsız edici duyguların ortaya çıktığı alışılmadık bir OKB türünden bahsediyoruz.

OKB’de sensorimotor semptomlar

Bu OKB sınıfına sahip hastalarda çok sayıda sensorimotor takılma gelişir. Genel olarak, kişinin dikkatini yutmaya (özellikle tükürüğü yutmaya) veya nefes almaya (inspirasyon-ekspirasyon) vererek bu durumu başlatması yaygındır. Bu onların en temel sosyal fonksiyonlarını tamamen bozar. Hemen en sık görülen sensorimotor sinyallerin neler olduğunu görelim:

  • Kaşıntılı cilt, titreme veya karıncalanma hissi
  • Görüşte noktalar veya anlık parlamalar hakkında abartılı endişe
  • Mide ve bağırsakta gaz, karın ağrısı veya mide bulantısı gibi duyumlar
  • Kulakta gürültü veya çınlama algısı ile iç kulaktan gelen kulak çınlaması veya sesler
  • İnhalasyon ve ekshalasyona takıntılı dikkat ile nefes almaya odaklanın
  • Göz kırpmaya, göz kırpma sayısını saymaya veya göz rahatsızlığı hissetmeye aşırı odaklanma
  • Kalp atışına takıntılı olma, bu organın ritimlerine ve hislerine çok fazla dikkat etme
  • Hareket ettirildiğinde gıcırdayan veya ses çıkaran eklem takıntısı ve kaygıyı azaltmak için bunu tekrar tekrar yapma ihtiyacı
  • Sürekli tükürük salgılama ve yutkunma ile meşgul olma, yutma güçlüğü veya ağızda aşırı tükürük hissi
  • Saçın kafa derisinde veya yüzde yarattığı duyumlar, örneğin saçların yerinde olmadığı veya sürekli taranması gerektiği hissi

En aşırı sensorimotor OKB vakaları psikoza yol açabilir.

Duyumotor OKB ile ilişkili düşünceler ve zorlamalar

Providence, Rhode Island’daki Brown Tıp Okulu, yaptığı bir çalışmada OKB’nin kademeli olarak başladığını ve sürekli bir seyir izlediğini ve psikoz gibi ciddi bir psikiyatrik duruma yol açabileceğini bildirdi. Bu bozukluk bir spektrum içinde yer alsa da, gerçekten sınırlayıcı bir duruma ulaşmak mümkündür.

Belirtildiği gibi, somatik OKB’nin kökeni nefes alma veya yutma saplantısındadır. Artık öyle bir an gelir ki, hasta kendi bedenini, amacı “onları çıldırtmak” olan garip ve yorucu bir unsur olarak görür. Bu, saplantılı düşüncelerin zihinsel yükünden ve ayrıca zorlama şeklinde kendini gösteren kaygıdan kaynaklanmaktadır.

  • Odağı vücuttan uzaklaştırırlarsa başarısız olabileceğini düşünüyorlar.
  • Deneyimlenen duyumların sayısını sayma konusunda takıntılı hale gelirler.
  • Belirli bir parmak, göz veya kulakla veya bazen birkaç organla aynı anda fiksasyonları olabilir.
  • Dikkati bu duyu-motor semptomlardan başka yöne çevirmeye çalışmak için zorlamaya (tekrarlayan davranışlar veya düşünceler) başvururlar.

Göründüğünde nasıl davranılır?

OKB’nin kademeli bir başlangıcı vardır ve saplantılar daha yoğun hale gelmeden önce uzman yardımı almak her zaman önemlidir. Bu zihinsel durum, genetik bir kökene sahip olsa da, nörolojik, travmatik ve sosyal faktörlerle de ilişkilendirilebilir. Somatik OKB için terapötik yaklaşım, reaktif kaygıyı ortadan kaldırarak sensorimotor takıntıları azaltmaya odaklanmalıdır. Bu duyusal hiper-farkındalık, kişi vücudunun ürettiği her bir hisse konsantre olmayı bıraktığında kapanacaktır. Bunu sağlamanın yolu aşağıda anlatılan stratejilerden başlamaktadır.

1. Psikoeğitim

Zihinsel durumlarını oluşturan mekanizmaları anlamaları için hastayı onlara ne olduğu konusunda eğitmek önemlidir. İlk olarak, obsesif-kompulsif bozukluğun ne olduğu ve özellikle bu sensorimotor tipoloji öğretilecek.

Ayrıca psikolog, bu bedensel duyumların tehlikeli olmadığının farkına varmaları için onlara rehberlik edecektir. Hepimiz vücudumuzun nasıl tepki verdiğini, süreçlerini nasıl yürüttüğünü ve özelliklerini nasıl sunduğunu hissederiz. Bu deneyimlerde tehdit edici hiçbir şey yok.

OKB’den muzdarip akrabalara sahip olmak, bir kişinin bir noktada onu geliştirme olasılığını artırır.

2. Maruz Kalma ve Tepki Önleme (ERP) Tedavisi

Maruz kalma ve tepki önleme tedavisi, OKB ve alt tiplerinin tedavisinde en yararlı olanıdır. Psychology Research and Behavour Management dergisi, bu psikolojik durumu tedavi etmedeki etkinliğini vurgulamaktadır. Bu yaklaşım, kişinin müdahaleci düşüncelere değer vermeden ve zorlayıcı davranışlara başvurma ihtiyacı duymadan yaşamayı öğrenmesini amaçlar. Bilişsel-davranışçı terapiye dayanan yöntem, bu duyumları endişe verici bir şey olarak işlemeyi bırakarak daha esnek bir zihin geliştirmenize olanak tanır.

3. Farkındalık Vücut Tarama Tekniği

Farkındalık temelli vücut taraması, gevşemeyi teşvik etmek için dikkati bedensel duyumlara odaklar. Aynı zamanda vücudun kendisinde neler olduğunun anlaşılmasına da yarar sağlar. Sözde ” vücut taraması “, duyu-motor OKB’de çok yararlı bir terapötik kaynaktır çünkü bu içsel deneyimlerin kavranmasını azaltır.

Somatik OKB önlenebilir mi?

Duyusal-motor OKB, tüm obsesif-kompulsif bozukluk spektrumu gibi, genetik bir bileşene sahiptir. Bazı akrabalarınız bu durumdan muzdaripse, bir noktada sizin de bu durumdan muzdarip olmanıza ilişkin belirli bir risk vardır. Bu çarpıtılmış kaygı biçimine sürüklenmekten kaçınmanın bir yolu, esnek ve akılcı bir zihinsel yaklaşıma katkıda bulunmaktır. Ancak bu durumu %100 önlemek çok zordur. En iyi öneri, ilk saplantılar veya çarpık düşünceler başlamadan önce bir uzmana danışmaktır.

Psikolog Valeria Sabater

Stres, vücudun veya zihnin çevresel veya içsel baskılara verdiği tepki olarak tanımlanabilir. Olumsuz bir durum veya baskı karşısında, fizyolojik ve psikolojik olarak ortaya çıkan bir reaksiyondur. Stres, hayatımızın bir gerçeği olmakla birlikte, uzun dönemde sağlığımızı olumsuz etkileyebilir. Stres, vücudun veya zihnin çevresel veya içsel baskılara verdiği tepki olarak tanımlanabilir. Olumsuz bir durum veya baskı karşısında, fizyolojik ve psikolojik olarak ortaya çıkan bir reaksiyondur. Stres, hayatımızın bir gerçeği olmakla birlikte, uzun dönemde sağlığımızı olumsuz etkileyebilir.

Stresin Etkileri:

Fizyolojik etkiler: Yorgunluk, baş ağrısı, mide rahatsızlıkları gibi sağlık sorunlarına yol açabilir.

Psikolojik etkiler: Anksiyete, depresyon, konsantrasyon eksikliği gibi duygusal sorunlar ortaya çıkabilir.

Davranışsal etkiler: İştah değişiklikleri, uyku düzeninde bozukluklar gibi davranışsal değişiklikler gözlenebilir.

Sizde stres yapıyor musunuz?

Stresle başa çıkmanın yolları !

Günümüzün hızlı temposu içinde stresle baş etmek her zamankinden daha önemli. İşte stresle başa çıkmanın etkili yolları:

Derin nefes almayı deneyin: Hızlıca rahatlamak için derin ve yavaş nefesler alın.

Düzenli egzersiz yapın: Bedeninizin ve zihninizi güçlendirerek stresi azaltın.

Meditasyonla zihninizde huzur bulun: Birkaç dakika meditasyon, zihninizin dinlenmesine yardımcı olabilir.

Sosyal destek alın: Aileniz ve arkadaşlarınızla zaman geçirerek duygusal bağlarınızı güçlendirin.

Zaman yönetimine önem verin: Görevlerinizi planlayarak, işleri daha etkili bir şekilde yönetin.

Hobilerinizle uğraşın: Zevk aldığınız aktiviteler stresi azaltmada harika bir yoldur.

Sağlıklı beslenmeye özen gösterin: Dengeli bir beslenme vücudunuzu destekleyerek stresi azaltır.

Yeterince uyumayı unutmayın: Kaliteli uyku, zihni tazeleyerek stresi hafifletir.

Olumsuz düşünceleri pozitife çevirin: Olumsuz düşünceleri yakalayın ve olumlu perspektiflerle değiştirin.

Sağlıklı bir yaşam için stresle baş etmeyi öğrenmek önemlidir. Siz de hayatınızda daha fazla huzur ve mutluluk için bu yöntemleri deneyin!

Klinik Psikolog Hatice Börek

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Yapıcı Eleştiri Nedir? Nasıl Yapılır?

Türkiye’de özellikle de sosyal medyanın yükselişiyle birlikte, zaten ülkemizde ve Dünya’nın geri kalanının çok büyük bir kısmında bugüne kadar pek de yer etmemiş “eleştiri kültürü”nün giderek daha da fazla yozlaştığını görmekteyiz. İnsanlar eleştirdikleri kişi, grup, fikir ve oluşumları daha iyiye götüren, eksiklerini kapatan, onlara güç katan argümanlar üretmekten ziyade; birbirini yermek, zayıflatmak, açıklarını yüzlerine vurmak, alay etmek, hafife almak amacıyla, sivri dilli, üzerinde iyi düşünülmemiş ve zaman harcanmamış, eleştirilen konunun detaylarına dair hiçbir bilgi sahibi olmaksızın eleştiriler yapmayı seçiyorlar. Kısaca birçok insan, eleştirinin en kolay formu olan, kimsenin duymak veya zaman kaybetmek istemeyeceği yıkıcı eleştiriler üretiyorlar. Bu da, egoist bir zeka yarışına ve üretici olmayan polemiklere neden oluyor.

Bu konudaki en büyük paradoks, bir işi övmenin çok kolay olmasıyken, eleştirmenin çok zor olmasıdır. Ancak insanlar zoru seçmek istemedikleri, sosyal medya gibi araçlar da onlara engin bir maske sunabildiği için (“klavye delikanlılığı” kavramını düşünün), eleştirilerin de övgüler kadar basit ve hızlı olması gerektiği düşünülür. Halbuki hayır! Övgü yerine eleştiriyi seçenlerin, daha yoğun bir mesaiye ve zorlu bir zihinsel faaliyete hazır olması gerekir.

Yapıcı Eleştiri Nedir?

Yapıcı eleştiri bugüne kadar farklı şekillerde tanımlanmış olsa da; birden fazla tanımdan ve kendi deneyimlerimizden yola çıkarak, en etkili tanımın şu olduğunu düşünmekteyiz:

Yapıcı eleştiri, başkaları tarafından üretilen herhangi bir işe/ürüne/fikre dair geçerli olan, iyi düşünülerek ve sağlam bir mantık süzgecinden geçirilerek üretilmiş, “Kendimiz eleştirdiğimiz kişinin yerinde olsak nasıl daha iyisini üretebilirdik?” sorusuna yanıt verebilecek şekilde kurgulanmış, hem olumlu hem de olumsuz görüşlerimizi aktaran, düşmanca bir yaklaşım yerine arkadaş canlısı bir tutum sergileyen, karşımızdaki kişinin bulunduğu pozisyonu daha iyi ve üstün bir seviyeye çekmek amacıyla sarf ettiğimiz, iş/ürün/fikir sahibine zamanlı, yerinde, açık bir şekilde, detaylı ve uygulanabilir olacak biçimde sunulan eleştirilerdir.

1) Eleştiri, geçerli olmalıdır.

Bir eleştirinin yapıcı olabilmesi için, öncelikle eleştirinin geçerli bir eleştiri olması gerekmektedir. Birçok insan ne yazık ki aklına gelen ilk şeyi yorum olarak ifade etmeyi “eleştirmek” olarak görmektedir. Aklımıza gelen her şey, bir uyarana bağlı olarak içimizden ister istemez geçen her şey, bir ürün veya fikirle ilgili hissettiğimiz her şey, geçerli eleştiriler olmak zorunda değildir. Dürüst olmak gerekirse, çoğu zaman ilk aklımıza gelen sorun tespitleri, geçersiz eleştirilere sebep olmaktadır.

Bir insanın ilk seferde geçerli bir eleştiri üretebilmesi için, eleştirdiği konuya dikkate değer miktarda hakim olması gerekmektedir. Bu, çoğu zaman mümkün değildir. Çünkü bir kişinin çok sayıda konu alanında eleştiri getirebileceği düşünülecek olursa, bu alanlardaki çeşitliliğe, süreçlere, detaylara, sistemlere, geçmişe, denenmişlere, başarılara, başarısızlıklara, girişimlere ve daha nice faktöre hakim olunması gerekmektedir. Bunun sağlanabildiği durumlar oldukça azdır. Zaten bu nedenle profesyonel film eleştirmenleri, aynı zamanda profesyonel spor eleştirmeni ve aynı zamanda bilim eleştirmeni ve aynı zamanda felsefe eleştirmeni olmazlar; bu şekilde davrandıklarında eğreti bir durum ortaya çıkar. Bu nokta kaçırıldığında, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak.” şeklinde özetlenebilecek sıkıntıya düşülür.

Bu sıkıntıdan kurtulmanın en etkili yollarından birisi, “Ben bunu söylüyorum ama; karşı tarafın da fikrini halihazırda bilen biri olarak, benim bu eleştirime nasıl bir çürütme veya karşı argüman geliştirilebilir?” sorusunu kendimize sormaktır. Bu yapıldığında ve üzerinde en azından 30 saniye boyunca, başka hiçbir konuya odaklanmadan bu soruya yanıt aranacak olursa, ilk etapta geçerli gelen birçok eleştirinizin aslında geçersiz olduğunu fark etmeniz işten bile değildir. Eğer halen eleştirinizin yerinde ve yapıcı olduğu kanaatindeyseniz, sonraki maddeye geçebilirsiniz.

2) Eleştiri, mantık süzgecinden geçirilmiş olmalıdır.

Birçok sefer bir şeyleri olumsuz olarak eleştireceğimiz zaman duygusal davranmaya ve mantık hatalarına düşmeye meyilli oluruz. Hele ki eleştirimiz iyi düşünülmüş değil de, “tepkisel” olarak tanımlanan cinsten, anlık ve mantık süzgecinden geçirilmemiş bir eleştiriyse, neredeyse istisnasız olarak her zaman hatalı bir eleştiri geliştireceğizdir. İşte bu nedenle bir ürünü ya da fikri eleştirmeden önce o 30 saniyelik düşünme sürecinde, mantık felsefesi tarafından tanımlanmış kişiliğe saldırma safsatası, duygulara başvurma safsatası, hatalı ikilem safsatası, vb. tipik safsatalara yakalanmadığımızdan emin olmamız gerekmektedir. Ancak ve ancak argümanımızın mantık safsatalarından arındırılmış, karşı tarafın doğrudan fikirlerine yönelik olarak geliştirilmiş, hatadan arınmış bir argüman olduğuna kanaat getirirsek onu bir eleştiri olarak sunmalıyız.

3) Eleştiri, nasıl daha iyi yapılabileceğine dair düşünceler ve öneriler içermelidir.

Bir işi/ürünü/fikri eleştirmek müthiş kolaydır. Ancak bir işi/ürünü/fikri yapıcı bir şekilde eleştirmek müthiş zordur. Bu nedenle sosyal medyada okuduğunuz eleştirilerin birçoğu, samimiyetle “çok kötü” eleştirilerdir.

Bir eleştiriyi yapıcı kılmanın en önemli adımı, o eleştirinin merkezindeki sıkıntıları ortadan kaldıran çözümleri doğrudan karşı tarafa aktarmaktır. Yani, “Ben olsam şöyle derdim/yapardım/ederdim.” düzeyinde kalmayıp, o yöntemin neden şu ankinden daha iyi olacağının izah edilebilmesi gerekir. Ne yazık ki çoğu zaman insanlar bir şeyleri eleştirirler; ancak onların daha iyi yapılmasına katkı sağlamazlar; çünkü katkı sağlamak zor bir iştir. Ancak eğer ki kendinizi eleştiri geliştirirken bir şeyler katmaya zorlarsanız, çoğu zaman eleştirinizin haksız olduğunu göreceksinizdir; çünkü iş, sandığınızdan çok daha iyi yapılmıştır ve bir şeyler katarak geliştirmek hakikaten zordur.

Anlık eleştirel fikirlerimiz, genellikle o işin içinde olan kişilerin yüzleştikleri detayları bilmememizden ötürü eksik veya yanıltıcıdır. Unutmayın ki siz, eleştirdiğiniz şeyle ilk defa karşılaşıp, ilk defa fikirler üretmeye başlıyorsunuz; ancak o işin/ürünün/fikrin sahibi o iş/ürün/fikir için muhtemelen çok daha uzun bir çaba, emek ve mesai harcayıp, olası açıklarını sizden çok ama çok önce görmüş ve potansiyel çözümler üzerinde zaman harcamıştır. Bunun farkında olursak, en azından yargılamak yerine öğrenmeyi seçebiliriz. Belki bu durumda; eleştirmek yerine soru sormayı tercih etmek daha mantıklı olacaktır; çünkü eksik bilgilerimizi tamamlayabilir, eleştiri yerine bir işin neden şu anda olduğu şekilde yapıldığını öğrenebiliriz. Çoğu zaman bu yaklaşım, gereksiz polemiklerin birçoğunun önüne geçip, anlamlı değişim yaratan iletişimin temellerini atmaktadır.

4) Eleştiri, olumlu ve olumsuz taraflar içermelidir.

Bir iş, ürün veya fikir asla tamamen kötü veya tamamen iyi olamaz. Mutlaka eksikleri, fazlaları, iyi tarafları, kötü tarafları, açıkları, iyi düşünülmüş noktaları, hataları, doğruları, vs. olacaktır. Örneğin, argüman tamamen kötü olsa da, ton iyi olabilir, niyet iyi olabilir, yaklaşım iyi olabilir. Benzer şekilde, bir insan harika düşünülmüş bir fikri, berbat bir şekilde aktarıyor olabilir.

Bu durumda, eğer ki amaç bir kişiyi daha iyi konuma getirebilecek şekilde eleştirmekse, mutlaka olumsuz eleştirilerle birlikte olumlu eleştirilere de yer verilmelidir. Normalde, her olumsuz eleştiri için 1 olumlu eleştiri eklemek iyi bir standarttır. Ancak daha da iyi niyetli yaklaşmak isterseniz, her olumsuz eleştiri başına 2 olumlu eleştiri eklemeye çalışabilirsiniz. Bunu yaptığınızda, kendinizi karşınızdaki kişinin olumlu taraflarını görmeye de zorlaşmış olursunuz. Bu, eleştirdiğiniz kişiye yönelik bakış açınızı tamamen değiştirecektir. Ayrıca bu sayede eleştirdiğiniz kişi sadece olumsuzlukları görmediğinizden emin olacaktır. Çünkü Türkçe de dâhil birçok dile olumsuz anlamıyla yerleşmiş olsa da, eleştiri sözcüğü aslında nötr bir kavramdır ve tanımı gereği olumlu veya olumsuz olabilir! Bu nedenle bir kişiyi/işi/fikri övmek de bir eleştiridir; ancak doğası gereği bunun olumlu ve yapıcı kılmak, olumsuz eleştirileri yapıcı kılmaya göre çok daha zordur.

Bunu anlamak çok önemlidir, zira “eleştiri” kavramı, yine yapısı gereği çoğu zaman savunma kalkanlarımızın kalkmasına neden olabilen ve ortamı germe potansiyeli olan bir kavramdır. Olumlu ve olumsuz görüşleri bir arada vererek, eleştirinizi yumuşatabilir ve daha yapıcı hale getirebilirsiniz. Dahası, sizin neleri olumlu algıladığınızı da öğrenmiş olacaktır. Böylece kendisini o yönde geliştirmeyi hedefleyebilecektir. Bir taşla, iki kuş vurmuş olursunuz. 

5) Eleştiri düşmanlık değil, dostluk içermelidir.

İnsanlar, bir başka kişiye eleştiri getirecekleri zaman çoğunlukla saldırganlaşırlar. Bunun iki sebebi vardır:

İlki, eleştiri yapan kişinin sırf bunu yapabiliyor olmasından ötürü istemsiz veya istemli olarak kendisini karşısındakine üstün görmesidir. Yani bir işi, ürünü veya fikri eleştirebilen bir kişi, kendisinin daha fazla bildiği ve karşısındakinin daha düşük seviyeli olduğu izlenimine kapılabilir. Bu da, saldırganlığı beraberinde getirir. İkinci neden ise eleştiri sahibinin, eleştirilen kişiden gelecek savunmaya karşı önceden hazırlık yapma isteğidir. Çünkü her eleştirmen, eleştiri oklarını yönelttiği kişinin kendisini savunup, hatta geri saldıracağını bilir veya öngörür. Buna karşı önlem olarak birçok insan baştan çok saldırgan bir tutum izleyerek, karşı saldırının etkisini azaltabileceğini veya eleştirdiği kişiyi sindirebileceğini düşünür. Bu, büyük bir hatadır.

Eleştiri, daha ilk başından arkadaş canlısı ve tamamen sakin bir şekilde yapılmalıdır; suçlayıcı ve yerici bir şekilde değil. Eğer ki bir eleştiri geliştirirken içinizde öfke, heyecan, coşku, nefret, sinirlilik, üzgünlük, vb. duygular hissediyorsanız, muhtemelen eleştiriniz yapıcı olmayacaktır. Bekleyin! Acele etmeyin! Birkaç dakika, saat, hatta gün geçmesine izin verin, sonrasında eğer halen aynı fikirdeyseniz, duygulardan arınmış bir şekilde eleştirinizi dillendirin.

Unutmayın: İnsan psikolojisi gereği, sadece ve sadece nötral veya olumlu duygularla üretilen eleştiriler yapıcı olabilecektir. Buna çok dikkat edin ve karşınızdakine, onu hiç tanımıyor olsanız bile, sanki 40 yıllık dostunuza ya da ufak bir çocuğa yaklaşıyormuşsunuz gibi yaklaşmaya çalışın.

6) Eleştiri, karşınızdakini daha iyi bir konuma çekmek amacıyla yapılmalıdır.

Eleştirilerin amacı ne düşündüğünüzü karşı tarafa iletmek değildir. Bu, çok yaygın bir hatadır. Hiçbir iş, ürün veya fikir sahibi, spesifik olarak size yönelik bir iş, ürün ya da fikir üretmediyse, sizin o iş, ürün veya fikir hakkında ne düşündüğünüzü umursamaz. Bir diğer deyişle, sizin ne düşündüğünüzün çoğu zaman kişiler için pek bir değeri yoktur. Bu, acı verici ve rahatsız edici bir gerçektir; ancak dürüst olalım, gerçek budur. Bunu anlamak için, kendinizin sizi eleştiren insanların düşüncelerini ne kadar umursadığınızı sorgulayabilirsiniz.

Ancak kişiler için önemli olan, kendilerinin gözlerinden kaçmış olabilecek noktaların gösterilmesi ve bunu yaparken ustaca, doğru yönlendirilmiş ve etkili bir dil kullanılmasıdır. Bir diğer deyişle, insanlar kendilerinin eleştiri sonrasında, önceye nazaran geliştiğini hissederlerse, saldırgan ve alıngan bir tavır sergilemeyeceklerdir. Herkes yeni bir şey öğrenmekten, keşfetmekten, fark etmekten memnuniyet duyar; bu, kendileriyle veya işleriyle, ürünleriyle, fikirleriyle ilgili olsa bile! Ancak bu, doğru bir şekilde yapılmalıdır.

Eleştiride amaç, kendi fikrinizin karşıdakine aktarılmasından ibaret değildir. Bu nedenle bir eleştiri içerisinde sadece ne düşündüğünüzü söylememeli, kişinin neleri daha iyi yapabileceğinden bahsetmelisiniz. Her zaman amacınız, adeta tamamiyle fedakar bir şekilde kendinizi konudan soyutlayıp, karşı tarafı daha da iyi bir pozisyona çekmek için neler yapabileceğinizi düşünmek ve aktarmak olmalıdır. Bu çaba, neredeyse her zaman etkili yapıcı eleştirilerle sonuçlanacaktır. Eğer bunu yapamıyorsanız, muhtemelen iyi bir eleştirmen değilsiniz demektir.

7) Eleştiri, zamanlı olmalıdır.

Eleştirilerin bir zamanı vardır. Bu zaman, eleştirmenler tarafından doğru kollanmalıdır. Örneğin bir filmin gişeye girmesinden hemen önce zehir zemberek bir eleştiri yazmanın kimseye faydası olmayacağı gibi, içeriğindeki yapıcı olabilecek kısımlar da, zamansız bir şekilde, ürünleri zedeleme amacıyla sunulduğu için etkisini dikkate değer bir miktarda yitirecektir. Eleştirinizde haklı olabilirsiniz; ancak haklı olmanız, eleştirinizin zamanlı olduğunu garanti etmemektedir. Dolayısıyla bir eleştirinin ne zaman yapılacağı iyi kollanmalı, kişinin bu eleştiriyi en iyi değerlendirebileceği ve içeriklerini en fazla uygulayabileceği zaman beklenmelidir.

Unutmayın: Yapıcı eleştiri üretmek, asla kolay bir iş değildir; tam tersine, ustalık isteyen bir sanattır. Bu nedenle profesyonel eleştirmenler, genellikle edebiyat alanında uzman kişilerdir; çünkü eleştirmek, edebî bilgi ister. Her aklınıza geleni, her aklınıza estiği zaman, her aklınıza estiği şekilde söylemek eleştiri değil, boş konuşmaktır.

8) Eleştiri, yerinde olmalıdır.

Bu madde birazcık “geçerlilik” ile paraleldir; ancak arada ufak farklılıklar var. Örneğin bir eleştirinin yerinde olabilmesi için, o eleştirinin düzgün kurgulanması gerekmektedir. Yani sadece mantık hatalarından kaçınmak önemli değildir, aynı zamanda doğru bir şekilde formülize edilmesi ve kişiye etkili bir şekilde aktarılması önemlidir. Eleştirinin amacı ürün ve fikir sahibini zor durumda bırakmak değil, onların kendilerini geliştirmesine katkı sağlamaktır. Dolayısıyla halk arasında “yerli yersiz” şeklinde tarif edilen bir biçimde, her önümüze geldiğinde eleştirmek, yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı olacaktır.

9) Eleştiri, açık bir şekilde ifade edilmelidir.

Bir eleştiri muğlak veya gizemli olmamalıdır; zira eleştirinin amacı, eleştirilen kişinin eleştirmeni anlaması veya çözmesi değil, eleştirmenin yapıcı fikirlerini eksiksiz bir şekilde ürün/fikir sahibine aktarabilmesidir. Bir eleştiri eğer ki gizemli görülmeye, sivridillilik yapmaya, can yakmaya, zeka şovuna dönmeye meyilliyse, bilin ki yapıcı olamayacaktır. Bu nedenle bir konu hakkında eleştiri geliştiriyorsanız, tamamen berrak, açık ve net olduğundan emin olmanız gerekmektedir.

Eğer eleştirdiğiniz konudan haberdar olan 10 yaşındaki bir çocuk, eleştirinizin içeriğini anlayamıyorsa, muhtemelen kötü veya yıkıcı bir eleştiri yapıyorsunuz demektir. Eleştiri, “boş edebiyat kasmak” veya kafa karıştırmak demek değildir!

10) Eleştiri, detaylı olmalıdır.

Yüzeysel bir eleştiri neredeyse her zaman yıkıcıdır. Bunun sebebi, yapıcı bir eleştirinin iyi düşünülmüş ve mantık süzgecinden geçirilmiş bir eleştiri olması zorunluluğudur. Eğer ki bunu gerçekten yapıyorsanız, eleştirdiğiniz ürün veya fikrin detaylarını çok iyi gözden geçirmiş ve anlamış olmanız gerekecektir. Bu durumda, eleştirinizin yüzeysel olmasının herhangi bir yolu yoktur; mutlaka detaylı ve iyi analiz edilmiş olmalıdır. Eğer bir ürün veya fikrin sadece yüzeysel özelliklerine odaklanıyor, sizde ilk uyandırdığı izlenimleri ele alıyor, parçalarına değil de bütününe yöneliyorsanız muhtemelen kötü veya yıkıcı bir eleştiri yapıyorsunuz demektir. Yapıcı bir eleştiri, bir fikir veya ürünün parçalarını ve o parçalara arasındaki ilişkiyi çok iyi anlamayı gerektirmektedir.

11) Eleştiri, uygulanabilir olmalıdır.

Bazı ürün ve fikirlerin, bazı olumsuz, eksik, yanlış tarafları olmasının nedeni o ürün veya fikrin sahibinin suçu değil, şartların gereksinimleridir. Yani her fikir veya ürün, her akla gelen şekilde uygulanamıyor olabilir. Daha önemlisi, o ürün veya fikrin üretilme sürecinden geçmemiş insanlar olarak bizler için, o süreçten geçenlerin karşılaştıkları zorluklar kolay anlaşılabilir olmayabilir. Bu durumda, eleştirimizin içeriğinin uygulanabilirliği önem kazanmaktadır. Zira eğer ki eleştirimiz teknolojik, bilimsel, durumsal ve şahsi nedenlerle uygulanabilir değilse, işlevsiz ve içi boş, yani yıkıcı bir eleştiri olacaktır. Bu sebeple sadece eleştirdiğimiz ürünü ve fikri değil, o fikir veya ürünün çıktığı şartları ve bulunduğu durumun koşullarını da çok ama çok iyi bir şekilde anlamamız gerekmektedir.

Yapıcı Olmayan Eleştiriler

Bir başka eleştiriye bakalım:

Eğer ki ben bir evrim karşıtı olsaydım, bu paylaşımı sizlerle alay etmek için kullanırdım. Entelektüel olacaksanız ne olur bilgileri doğru öğrenin.

Bu, biraz daha iyi bir eleştiri olsa da, halen az önce sözünü ettiğimiz 10 maddenin büyük bir kısmını çiğnemektedir. Neyi eleştirdiği belli değildir (açık değildir), halen kişiliğe saldırı amacı taşımaktadır, öğretici ve karşı tarafı eğitici değildir, iyi düşünülmüş değildir.

Gereksiz Saldırılar

Bir başkasına bakalım

Saçmalık! Bir teorem, bir teori değildir. Sizin bilim ve matematiği anlama kabiliyetinizin olmaması, sizi haklı kılmaz.

Görülebileceği gibi teoremlerin teori olmadığına dair tespit doğru ve açık bir şekilde yapılsa da, ilk ve son cümleler tamamen yersiz ve gereksizdir. Dahası, son derece düşmancadır. Ne anlamı var? Gerçekten, bunu söylemeksiniz karşı tarafın yanlışını düzeltemiyor muyuz? Bu kadar mı düşük zekalıyız? (İşte, biz de aynı hataya düştük mesela, çok kolay duygulara yenilmek!).

Yapıcı Eleştiri Örneği

Son bir örneğe bakalım:

Merhabalar, ben bir evrimsel biyologum. Matematiksel bir teorem, bilimsel bir teori değildir. Bir teorem, matematiksel yollarla ispatlanabilirdir ve çürütülemez; ancak bir teori veri, gözlem ve deneylerle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir. Matematikte teoremler, kendisinden önce gelen ispatlanmış bildirimler (teoremler) ve genel olarak kabul edilen bildirimler (aksiyomlar) kullanılarak ispatlanmış bildirimlerdir. Bilimsel bir teori ise, doğal dünyanın bir kısmını bilimsel yöntemler kullanarak ve tekrar tekrar test edip doğrulama yöntemiyle geliştirilmiş açıklamalar bütünüdür.

Sonuç

Yapıcı eleştiri, hiç de kolay bir iş değildir. Açık konuşmak gerekirse, “her babayiğidin harcı değildir” diyebiliriz. Çok iyi düşünülmesi, çok iyi kurgulanması, çok iyi uygulanması gereken bir sanattır. Herkes bu sanatta ustalaşabilir; ancak bu, her sanat dalı gibi çok uzun süreler zaman ve emek harcamayı gerektiren, kendimizi gerçekten geliştirmemiz gereken bir iştir. Nasıl ki upuzun yıllar bale, dans, resim, müzik eğitimi almadan kendi şovunuzu sergilemeye kalkmıyorsanız, yapıcı eleştiri konusunda da uzmanlaşmadan eleştirel yorum yazmaya çalışmamalısınız.

Ancak bu işin güzel bir tarafı vardır: Eleştiri yapmak zorunda değiliz! Kimse bizleri, her gördüğümüzü eleştirmeye, her konuyla ilgili olumsuzlukları ardı arkasına sıralamaya zorlamıyor. Biz insanlar, bazı fikir ve görüşlerimizi kendimize saklayabilir; o konularda yeterince bilgi sahibi olmadan yorum yapmaktan kendimizi alıkoyabiliriz! 

İşte bunu öğrendiğimiz zaman, insanımızın eleştiri kapasitesi dikkate değer bir miktarda artacak, bu sayede toplumsal gerilimlerin de önemli bir bölümünün önüne daha başından geçilebilecek ve iş/fikir/ürün üreten insanlar, gerçekten dişe dokunur ve işe yarar yapıcı eleştiriler sayesinde kendilerini daha da geliştirip, daha aydınlık bir geleceğe doğru ilerlememizi sağlayabileceklerdir.

Çağrı Mert Bakırcı

İntruzif düşünceler, kontrolümüz dışında zihnimizde beliren istemsiz düşüncelerdir. Neredeyse hepimiz zaman zaman aykırı ve tuhaf denebilecek düşünce, imge ya da dürtüleri deneyimleyebiliyoruz. Örneğin, çok sessiz bir kütüphanede ayağa kalkıp bağırmak ya da bir cenaze evinde kahkaha atmak nasıl olurdu diye düşünebiliyoruz. Nedensiz bir şekilde zihnimizde oluşan intruzif düşünceler, çoğunlukla ansızın beliriyor ve üzerinde durulmadığında da unutulup gidiyor.

Rahatsız Edici İntruzif Düşünceler Nelerdir?

Bazen zihinde istemsizce oluşan intruzif düşünceler daha rahatsız edici, daha agresif ya da daha tabu bir hal alabiliyor. Herhangi bir aile yakınına zarar verme, evcil hayvanların canını yakma ya da sevilen biri hakkında “keşke başına bir şey gelse” düşünceleri akla gelebiliyor. Bazı endişe uyandıran soruları da kendimize sorabiliyoruz:

“Ya çocuğuma zarar verirsem?”

“Ya bu pencereden aşağı (ya da metronun önüne) atlarsam?”

“Ya toplum içinde uygunsuz bir cinsel davranış sergilersem?”

“Ya şu arabanın önüne atlamak istersem?”

“Ya yöneticime durduk yere hakaret edersem?”

Bunların yanında, uygun olmayan birine yönelik müstehcen hayaller veya şiddet içerikli görüntüler de zihinde canlanabiliyor. Ya da o an içinde oluşan birine zarar verme ya da çok uygunsuz bir şey söyleme dürtülerini deneyimleyebiliyoruz.

  • Elbette, inançlarımız, değerlerimiz ve ahlaki prensiplerimizle çatışan intruzif düşünceler çok daha zorlayıcı oluyor.
  • Bunları düşünmüş olmanın sonucunda kaygı, suçluluk, öfke, utanç gibi duygular tecrübe edilebiliyor.
  • Kişi böyle düşünceleri olduğu için kötü bir insan olduğunu düşünebiliyor.
  • Ya da bu can sıkıcı intruzif düşüncenin içeriğine yönelik bir davranış sergileneceği konusunda endişe duyulabiliyor.

Kaygımız bize bu düşüncelerin özel bir anlamı olduğunu söyleyebilir. Bu noktada, intruzif düşüncelerin kendiliğinden oluştuklarını ve istek ya da fantezilerimizi yansıtmadıklarını kendimize hatırlatmak yararlı olabilir.

İntruzif Düşünce ve Obsesyon Farkı Nedir?

Obsesif kompulsif bozukluğun (OKB) tanılayıcı belirtilerinden biri olan obsesyonlar tekrarlayan intruzif düşüncelere örnek gösterilebilir. Obsesyonlar, kişiye önemli ölçüde rahatsızlık veren ve bu rahatsızlıkla başa çıkabilmek için bir şeyler yapma dürtüsü uyandıran zihinsel yaşantılardır. OKB’de kişi bu rahatsız edici içerikle başa çıkmak için kompulsif davranışlar sergileyebilir. Obsesyonların, yaygın olarak deneyimlenen intruzif düşüncelerden farklı olarak daha sık, yoğun ve kalıcı olduğu biliniyor.

İntruzif Düşünceler Kontrol Edilebilir mi?

İntruzif düşüncelerin içeriği çoğunlukla egodistoniktir, yani benlikle uyumsuzdur. Bu yüzden bize tuhaf, yakışıksız ve iğrenç olarak geliyor.

  • İntruzif düşüncenin içeriği ne kadar can sıkıcıysa, sıkıntı veren düşünceden kurtulmak için harcanan çaba da o kadar artıyor.
  • Yapılan araştırmalar ise kurtulma girişimlerinin sonucunda intruzif düşüncelerin sıklığında ironik bir artış olduğunu gösteriyor.
  • Dolayısıyla intruzif düşünceleriyle ilgili bir şey yapmak zorunda hisseden kişi, bu kısır döngüde bocalayıp duruyor.

Oysaki kaynağı belirsiz olan intruzif düşüncelerin kontrolü mümkün değil. İntruzif düşüncelerin de dahil olabileceği rahatsız edici düşüncelerle nasıl daha etkili başa çıkabiliriz hakkında düşünmek için “Duygusal Çeviklik Nedir?” başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz.

Kimler İntruzif Düşünceleri Deneyimler?

İntruzif düşünceler, OKB, kaygı bozuklukları, travma sonrası stres bozukluğu gibi farklı psikolojik rahatsızlıklarda yaygın olarak görülebiliyor. Ancak yapılan araştırmalar, herhangi bir klinik bulgusu olmayan katılımcıların büyük çoğunluğunda da bu tür düşüncelerin olduğunu gösteriyor. Yani aslında hemen hemen herkes intruzif düşünceleri deneyimleyebiliyor.

İntruzif düşüncelerin sıklığı, kalıcılığı, rahatsızlığın ve ona yönelik bir şey yapma dürtüsünün şiddeti klinik anlamda önem taşıyor. Eğer rahatsız eden bu tür düşünceler tekrar tekrar deneyimleniyorsa bu bağlamda ihtiyaç duyulan desteği bulabilmek için bir ruh sağlığı uzmanı ile görüşmenin faydalı olacağını düşünüyorum.

 Klinik Psikolog Betül Toprak / İntruzif Düşünceler Neden ve Nasıl Oluşur?

Bir günde ortalama 16 bin kelimeyle konuşurken zihnimizden bu sayının kat kat fazlası sözsüz düşünce geçiyor. Bu düşüncelerin bazıları pozitif, bazılarıysa doğal olarak negatif. Aslında geveze iç sesimizin ürettiği düşüncelerin birçoğu nesnel gerçeklerden çok duygularımızla ve deneyimlerimizle harmanlanmış öznel yargılarımızdan oluşuyor. Tabii ki insan zihninin zaman zaman olumsuz düşünceler üretmesi son derece normal. Çünkü zihinlerimizin temel görevi eleştirmek, yargılamak ve kıyas yapmak. Bu yüzden asıl sıkıntı zihnin ürettiği negatif düşüncelerden ve yargılardan ziyade, bu düşüncelere ve yargılara takılı kalıp davranışlarımızı yönetmelerine izin vermek.

Düşüncelere Nasıl Takılı Kalıyoruz?

Düşüncelere saplanma, genellikle iki şekilde gerçekleşiyor.

  • İlk olarak aklınızdan geçen negatif düşüncelerinizi hiç sorgulamadan yüzde yüz doğru kabul edip, öznel yargınıza tümüyle inanıyorsunuz:

“Bir önceki ilişkimde de aynıydı, ilişkilerde başarısızım… hayatım boyunca mutluolamayacağım” demek gibi…

  • Ve negatif düşüncelerinizi tetikleyen durumlardan mümkün olduğunca kaçmaya çalışıyorsunuz:

Açık iletişim kurmaya çalışıp, sıkıntılarınızı paylaşmak yerine partnerinizle iletişimi kesmek, gibi

  • Ya da düşüncelerinizi azaltmaya ya da değiştirmeye çalışıyorsunuz:

“İlişkimde mutsuzum ama en azından bir ilişkim var, iyi tarafından bakıp ilişkimi sürdürmeye çalışmalıyım” demek gibi…

Araştırmalar gösteriyor ki düşüncelerimizi azaltmaya ya da yok etmeye çalışmak onlarla baş etmek etkili bir yöntem değil. Dahası bastırmaya ya da görmezden gelmeye çalıştığımız düşüncelerimiz bize bir bumerang gibi geri geliyor, hem de daha fazla güç toplayarak. Bu konu üzerine Harvard Üniversitesi’nde yapılmış bir araştırmada deney grubundaki katılımcılardan deney süresince beyaz kutup ayılarını düşünmemeleri istenmiş. Fakat katılımcılar deney esnasında kendilerini beyaz kutup ayılarını daha çok düşünürken bulmuşlar. Ayrıca deney bittikten sonra bu grubun, kontrol grubuna kıyasla beyaz kutup ayılarını daha çok düşündükleri ortaya çıkmış. Özetle düşüncelerimizi bastırmak ya da yok saymak için ne kadar zihinsel çaba harcarsak o kadar takılı kalıyoruz.

Düşüncelerin Oltasına Takılmamak için Neye İhtiyacımız Var?

Duygularımız, düşüncelerimiz ve içsel deneyimlerimizle baş edebilme becerimiz psikolojik sağlığımızın en önemli belirleyicilerinden. Günümüzün hızla değişen dünyasında içsel dünyamızın oltasına takılmamak ve gelişmeye devam edebilmek için duygusal açıdan çevik olmaya ihtiyacımız var. İngiliz profesör Frank Bond ve diğer araştırmacıların çalışmaları gösteriyor ki duygusal çeviklik stresle baş etmemizi kolaylaştırıyor, iş performansını arttırıyor ve yaratıcılığa katkı sağlıyor.

Duygusal Çeviklik Nedir?

Duygusal çeviklik; duygu, düşünce ve deneyimlerimize farkındalıkla yaklaşmamızı ve davranışlarımızı değerler bazında seçmemizi sağlayan bir beceri. Bu süreçte negatif duygu, düşünce ve hikayelerinizle ilişkinizi esnek tutabilir, onları birer objeymiş gibi inceleyip, vermek istedikleri mesajları keşfe çıkabilirsiniz.

  • Duygusal çeviklik geliştirme sürecinde tüm duygulara yargısız ve koşulsuz bir kabulle yaklaşılır.
  • Duygusal çeviklik geliştirmiş kişiler negatif duygularından aldıkları mesajlarla değerlerini saptayabilir ve bu değerler bazında davranışlarını şekillendirebilirler.
  • Bu beceri sayesinde korkularımızın, kaygımızın ya da öfkemizin esiri olmaz, davranışlarımızı seçme özgürlüğü kazanırız.

4 Adımda Duygusal Çeviklik Nasıl Geliştirilir?

Duygusal çeviklik geliştirmenin 4 adımından şöyle bahsedebiliriz.

  • İlk adım düşünce örüntülerimizin farkına varmakla başlıyor.
  • İkinci adımda duygu ve düşüncelerle araya mesafe koyma becerisi kazanıyoruz.
  • Üçüncü adım, düşünce ve duyguları deneyimlemeye açık olmayı, diğer bir deyişle koşulsuz kabulü içeriyor.
  • Son adımda ise değerler bazında seçimler yapmayı pratik ediyoruz.

1. Düşünme Örüntülerimizin Farkına Varmak

Duygusal çeviklik geliştirmenin ilk adımı farkındalıkla başlıyor. Pozitif bir değişim için ilk önce düşüncelerimizin oltasına takıldığımızı fark etmemiz gerekiyor. Mesela bozuk plak gibi zihninizde tekrarlayan, geçmişin acı hatıralarından beslenen düşünceleriniz var mı? Ya da işler yolunda gitmediğinde durumları kendinize açıklarken sıkça içine düştüğünüz inanışlar, döngüler?

Örneğin, davet edilmediğiniz iş görüşmelerinden sonra kendinizi tümüyle başarısız, yeteneksiz bir insan olarak algılamak ya da romantik ayrılıklardan sonra kendinizi değersiz ve sevgiyi hak etmeyen biri olarak görmek gibi. Bu tip durumlarda aslında duygusal sıkıntı yaratan şey körü körüne saplanılan düşüncelerdir (“değersizlik” ve “başarısızlık”). Bu yüzden kısır döngüden çıkmak istiyorsak, önce ne tür düşünce örüntülerine takılı kalıyoruz bunu tespit etmemiz gerekiyor.

2. Duygu ve Düşünceleri Etiketleyip Mesafe Koymak

Düşünce ve yargılarımızın oltasına takıldığımızda kuruntu sarmalının içine hızla düşüveriyoruz. Ve tüm mental enerjimiz kafamızdan geçen düşüncelere ve bu düşüncelerin yarattığı duygulara aktarılıyor. Bu döngüyü kırmak, düşüncelerimize ve duygularımıza uzaktan bakabilmek ve onları birer objeymiş gibi inceleyebilmek için etiketleme stratejisinden yararlanabiliriz.

Varsayalım ki kafanızda “Yöneticim fikirlerimi ciddiye almıyor” düşüncesi var. Etiketleme stratejisini kullanarak bu cümleyi şu şekilde ifade edebiliriz: “Kafamda yöneticimin fikirlerimi ciddiye almadığı şeklinde bir düşünce var”.  Bu strateji sizi kesin yargılara varma tuzağından korur ve olaylara daha geniş bir açıdan bakmanızı kolaylaştırır. Aynı stratejiyi duygular için de kullanabiliriz.

Mesela sıkça kullanılan “Stresliyim” ya da “Depresifim” ifadelerini ele alalım. Stresliyim ya da depresifim dediğimiz zaman duygularımızla %100 bütünleşmiş oluyoruz. Yani kendimizi bütünüyle stresli ya da depresif bir insan olarak algılıyoruz. Halbuki hissettiklerimizden ve düşündüklerimizden çok daha fazlasıyız. O yüzden bu ifadeleri şöyle etiketleyebiliriz; “Stresli olduğumu ya da depresif hissettiğimi fark ediyorum” gibi.

Bu basit farkındalık egzersizi duygularınızla aranızda bir boşluk bırakır. Bu boşlukta da hissettiklerinizin kaynağına inmek için keşif yapabilirsiniz. Bu stratejiyle duygularınız gökyüzündeki bulutlar, sizse gökyüzüsünüz.

3. Duygu ve Düşüncelere Koşulsuz Kabul

Duygu ve düşünceleri koşulsuzca kabul etmek tabii ki pasif bir kadercilik anlamına gelmiyor. Buradaki kabul, düşüncelerimizle mücadele etmemek ve duygularımızı deneyimlemeye açık olmak anlamında. Bunu pratik etmek için:

  • Zorlayıcı bir deneyim yaşadığınızda öncelikle derin bir nefes alın ve dikkatinizi o anda bedeninizde ve zihninizde olan bitene yönlendirin.
  • Düşüncelerinizi yargısızca gözlemleyin.
  • Duygularınızı tanımlamaya çalışın.

Bu egzersiz sırasında stresinizin aslında belki de hayal kırıklığından kaynaklandığını fark edeceksiniz. İçsel deneyimlerinize kucak açarken önemli olan şey öz şefkat göstermeniz. Unutmayın ki sıkıntı veren duygularınız aslında değerlerinizi işaret ediyor.

4. Değerler Bazında Hareket Etmek

Hayatta neyin önemli olduğu konusunda genellikle toplumun ve çevrenin mesajlarına maruz kaldığımızdan kendimiz için gerçekten neyin değerli olduğunu çoğu kez bilemiyoruz. Ancak duygusal açıdan çevik hale gelebilmek için kendimizi duygu ve düşüncelerin oltasından kurtarıp ,değerlerimiz doğrultusunda davranışlar seçmemiz gerekiyor. O yüzden değerler bazında hareket etme stratejimizi şöyle belirleyebiliriz.

Mesela işte ya da evde zorlayıcı bir durumla karşılaştınız. Bu zorlayıcı duruma verdiğiniz tepkiler size hizmet ediyor mu? Kurmak istediğiniz ilişkiye fayda sağlıyor mu? En önemlisi yaşamak istediğiniz hayatı yaşamanıza yardımcı oluyor mu?

Uzun lafın kısası, düşünceler ve duygular hava durumu gibi değişken olduğundan davranışlarımızı yönlendirmelerine izin vermek uzun vadede yaşantımızı daraltabiliyor. Özgürce seçtiğimiz değerler doğrultusunda hareket etmekse psikolojik anlamda esenlik sağlıyor.

Viktor Frankl’ın deyişiyle “Uyaranla tepki arasında bir boşluk bulunur. O boşlukta da tepkimizi seçme gücümüz yatar.Tepkimizde ise gelişimimiz ve özgürlüğümüz saklıdır.”

Uzman Psikolog Renginur Ocak / Duygusal Çeviklik Nedir? 4 Adımda Nasıl Geliştirilir?

Sağlık bilgilerinin bir psikoterapist veya hekimle görüşmeyi sadece destekleyebileceğini ama asla ikame edemeyeceğini lütfen unutmayın!

Agorafobili panik bozukluk nedir?

Her insan korkar. Korku, bizi tehlikeli durumlara karşı uyaran anlamlı ve önemli bir reaksiyondur. Panik bozuklukta ise, kişinin özel hayatıyla iş hayatını fazlasıyla olumsuz etkileyebilecek, ciddiye alınması gereken bir hastalık sözkonusudur.

Buna göre panik bozukluk yaşayan kişilerde, korku nöbeti geçirdiklerinde örneğin göğüs ağrıları, titreme, hava alamama, baş dönmesi, mide bulantısı, terleme veya sıcak basması görülür. Bu kişiler kendi kontrollerini kaybedecekleri, delirecekleri veya ölecekleri korkusu yaşarlar. Bedensel rahatsızlıklar yüzünden birçokları bir hekime veya bir acil servise giderler. Nöbetleri tetikleyen bedensel bir neden ise tespit edilememektedir.

Bir kişide bir aylık bir süre içinde birden fazla panik atak görülürse, bir panik bozukluktan söz edilebilir.

„Agorafobi“ (eski yunanca) teriminin tercümesi „alan korkusu“dur. Mağdur kişi, evi terketmekten, kamuya açık yerlerde bulunmaktan, alışveriş merkezlerine veya dükkanlara girmekten, kalabalık içerisinde, sinemalarda veya dar ve kapalı odalarda bulunmaktan, ya da trenle, otobüsle veya uçakla seyahat etmekten korkar. Bu nedenle ya bu yerlere gitmekten kaçınır ya da oralarda bulunduğu sürece büyük korkular yaşar. Panik ataklar ve agorafobi çoğunlukla birlikte ortaya çıkar. Böyle bir durumda konulacak teşhis „Agorafobili panik bozukluk“ tur.

Panik bozukluk ve agorafobi ne sıklıkta görülür?

Panik bozukluk ve agorafobi en sık görülen ruhsal hastalıklardandır. Her 100 kişiden beşi bu bozukluklardan birini hayatında en az bir kere yaşar. Almanya’da yaklaşık 1,5 milyon kişi agorafobi ve panik bozukluk yaşıyor. Bunlar arasında, kadınlarda erkeklere göre iki kat daha sık görülür. Sözkonusu hastalıklar çoğunlukla ilk olarak yetişkinlik döneminin ilk zamanlarında ortaya çıkar.

Farklı şekil veya seyirleri var mı?

Çoğu durumda ilk olarak bir panik bozukluk ortaya çıkar. İnsanlar, örneğin otobüs, dolu bir alışveriş merkezi veya hareket halindeki bir araba gibi yerleri, bir panik atak başlaması durumunda terkedemeyecekleri korkusu yaşarlar. Bu „korkmaktan korkma“ durumu, daha sonra agorafobiye dönüşebilir. Agorafobili panik bozukluklar, terapi yardımı almadan çok nadiren yok olurlar. Ancak profesyonelce tedavi edilmesi durumunda başarı ihtimali yüksek olur. Çoğu durumda hastaların başka bir ruhsal hastalığı daha vardır. Bu korku hastalığıyla birlikte en sık görülen rahatsızlıklar, depresyon ile aşırı alkol veya ilaç tüketimidir.

Agorafobili panik bozukluklar nasıl oluşur?

Agorafobili panik bozukluklara birçok faktör etki edebilir. Biyolojik açıdan bakıldığında, genetik yatkınlıklar (irsiyet), korku hastalığı riskini artırır. Ancak bu yatkınlık, bir panik bozukluğun gerçekten ortaya çıkması için tek başına yeterli değildir.

Ayrıca belli düşünce tarzları ve varsayımlar da (örneğin kendi vücut sinyallerinin dikkatlice gözlemlenmesi) etkili olabilirler. Bunun yanısıra her 100 hastadan yaklaşık 80’i, korku hastalığına yakalanmadan kısa bir süre önce talihsiz bir durumla karşı karşıya kaldığını bildiriyor (örneğin kendisine yakın bir insanın ölümü veya bir ayrılık). Aynı şekilde olumlu anlamda yorucu olaylar da (örneğin yeni bir iş veya doğum) hastalığı tetikleyebilir. Son olarak ise, uzun süreli sıkıntılar da agorafobili panik bozukluğun oluşumunda etkili olabilirler.

Agorafobili panik bozukluğunuz olup olmadığını nasıl anlarsınız?

Belirtiler bir agorafobili panik bozukluğa işaret ediyorsa, bir hekime veya psikoterapiste başvurulması gerekir.

Bunlarla yapılan görüşmede, hastanın rahatsızlıkları, genel sağlık durumu, aile geçmişi ve bedensel hastalıklarına dair sorular sorulur ve hastada agorafobili panik bozukluk olup olmadığı kontrol edilir. Anketler yardımıyla terapist, hastalığın şiddetini değerlendirebilir ve rahatsızlığın kaynağında başka ruhsal sorunların olup olmadığını tespit eder. Bir bedensel muayene ile semptomların bedensel sebeplerinin olup olmadığı tespit edilir.

Agorafobili panik bozukluklar nasıl tedavi edilir?

Agorafobili panik bozukluk hastalığını tedavi ettiren kimselerin iyileşme şansı yüksektir. Bu hastalık için şu tedavi yöntemleri kullanılabilir:

  • bir psikoterapi türü olan bilişsel davranış terapisi
  • anti depresif ilaçlarla kombine edilen bilişsel davranış terapisi

Ek olarak ilaç kullanılmadan uygulandığında, bilişsel davranış terapisinin özellikle etkili olduğu kanıtlanmıştır. Bu terapide, düşünce kalıpları sorgulanarak incelenir ve hastanın korkularıyla aktif olarak yüzleşmesine yardımcı olunur.

Hastanın arkadaş ve yakınları neler yapabilir?

Bu hastalık türü hastanın yakınlarını da doğrudan etkiler çünkü beraber gezme veya sinemaya gitme gibi faaliyetler, korku hastalığı olan biriyle genelde mümkün değildir.

Hasta yakınları aynı zamanda hastanın günlük yaşantısını idame edebilmesi için çok çaba harcar. Örneğin onlara otobüs yolculuğunda veya alışverişte refakat ederler. Bu tür yardımlar iyi niyetli girişimler olup kısa vadede hastanın yükünü hafifletir. Ancak uzun vadede hastalığın devam etmesine sebep olur.

Bu yüzden hasta yakınlarının panik bozukluklar hakkında iyi bilgi sahibi olmaları gerekir. Böylece hastayı ve hastalığını daha iyi anlayabilirler. Bu, psikoterapi süresince de yardımcı olur. Psikoterapi süresince davranış modellerinde değişiklikler olabilir ve bu değişiklikler ortak yaşama etki eder.

Ve her şeyden önce, hasta yakınlarının kendilerini çok fazla kısıtlamamaları gerekir. Partnerin, aile bireyinin veya arkadaşın korku hastalığı çok sıkıntı verecek duruma gelirse, hasta yakınları da kendine kendine yardım gruplarından, danışma merkezlerinden, hekimlerden ve psikoterapistlerden yardım alabilirler.

Öfke Bizi Nasıl Hasta Eder?

Öfke, bir insanın yaşayabileceği en güçlü duygulardan biridir ve birçok şekilde karşımıza çıkar: kızgınlık, nefret, hoşgörüsüzlük, üzüntü ve benzerleri. Bunların hepsinde ortak olan payda olarak rahatsızlık ve öfkelendiğimiz kişi ya da durumlar yüzleşme arzusu bulunur. Ve ister inanın ister inanmayın, öfke bizi hasta da eder. Öfke hepimizin tecrübe ettiği bir histir. İlk başlarda, sağlıklı bir durummuş gibi gelir, sonuçta öfke, tehdit olarak algıladığımız kişi ya da durumlara karşı verilmiş olan bir tepkidir. İhtiyaçlarımızı ve arzularımızı ifade etmeye götüren ölçüde, kimliğimizi teyit eder. Aynı zamanda kendimizi savunma duygusudur. Bazen saldırganlıkla yüzleşmek için çabuk parlayan bir kararlılığa da ihtiyaç duyarız.

“Öfke için en büyük çare, öfkeyi ertelemektir.”

– Seneca


Ancak öfkenin de birçok olumsuz bir yönü olduğunu biliyoruz. Bu durum, çevremizdeki insanlar da olduğu kadar, bizim için de olumsuzdur. Olumsuzluk hali, öfkeli olup olmamamız ile ilgili değil, neden öfkeli olduğumuz, ne kadar öfkeli olduğumuz ve bu öfkenin sonuçlarının ne olduğu ile ilgilidir. Bu his, bizlere o kadar derin bir şekilde nüfuz eder ki kalıcı bir durum haline dönüşebilir. Yani gerçekten hayatımıza zırt pırt karışabilir. Öfkenin en kötü özelliklerinden biri, vücudumuzda bir dizi reaksiyona sebebiyet vermesidir. Eğer kendimizi sık sık öfkeli hissedersek, fiziksel ve duygusal olarak bir çok hastalığa davetiye çıkarmış oluruz.

Öfke neden bizi hasta eder?

Öfkenin vücudumuz üzerindeki etkileri oldukça şaşırtıcıdır. Bu bağlamda, üç tip reaksiyon vardır: bedensel, bilişsel ve davranışsal. Tehdit altında olduğumuzda ve saldırmaya hazırlandığımızda, bu reaksiyonlar devreye girer. Fizyolojik reaksiyonları şu şekilde sırayalabiliriz:

  • Kalp hızı artar.
  • Solunum hızlanır.
  • Kan basıncı yükselir.
  • Kaslar gerginleşir.
  • Adrenalin, noradrenalin ve kortizol seviyeleri yükselir.

Ardından meydana gelen olay ise, iç ve dış bilgileri (bilişsel tepki) işleme yeteneğimizin azalmasıdır. Sonunda, tüm bunların hepsi sözlü veya fiziksel saldırganlık da dahil olmak üzere, bir davranış haline dönüşür. Başka bir deyişle, olası şiddet.

Bugüne kadar öfkenin üç türü tespit edilmiştir: Bunlar;

  • Saldırıya uğradığımız veya kapana kısıldığımızda, hızlı veya ani öfke.
  • İçerleme ile aynı seviyede olan ve zaman yayılan sabit ve kasıtlı öfke.
  • Sıklıkla davranışlar aracılığı ile kendini belli ettiren ve bireyin kişiliğinin bir parçası galine gelen tekrar eden öfke.

Öfke bizi nasıl hasta ediyor?

Birçok çalışma, öfkenin fiziksel sağlığımız üzerindeki zararlı etkisini ortaya çıkarmaktadır. Atlanta’daki Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezinde (the Center for Disease Control and Prevention) yapılan bir araştırmaya göre, tekrarlayan öfke durumunda olan bireylerde inme riskinin daha yüksek olduğu görülmektedir. Uzmanlar 14 binden fazla katılımcı üzerinde yaptıkları çalışmalarda, öfkeli oldukları zaman dilimi daha uzun olan insanların inme riskine karşı daha savunmasız olduklarını göstermektedir. Aynı çalışmada, en sinir bozucu kişilerin ise, daha kırılgan bir bağışıklık sistemine sahip oldukları ve dolayısıyla bulaşıcı hastalıklara yakalanma risklerinin daha yüksek olduğunun altı çizilmiştir. Adrenalin gibi hormonların seviyesinin artmasının da, kan pıhtılaşmasına neden olduğuna ve kan damarı duvarlarını zayıflattığına dair kanıtlar da bulunmuştur.

John Hopkins Tıp Fakültesi de, sonraki yıllar içerisinde bir kıyaslama yapmak maksadıyla, 16 yıl boyunca 1.100 öğrenciyi kapsayan bir çalışma gerçekleştirdi. Çalışmanın sonucuna göre, çabuk öfkelenen insanların, kalp krizi geçirme ihtimalinin üç kat arttığı ifade edilmektedir. Başka bir araştırma ise, öfkenin vücuttaki yağ seviyesini arttırdığını ve ağrıya duyarlılığın önemli derecede yükseldiğini gösteriyor.

Zehirli bir duygu

Öfkenin vücudu zehirlediğini görmek çok da zor olmasa gerek. Fiziksel etkileri hemen hissetmeyebiliriz, ancak bu duyguyu çok uzun bir süre hissedersek, maalesef sonuçları geri dönülmez olur. Öfkeli olmak kesinlikle çok kötü bir durum değildir: öfkeli olmaktaki ana fikir, bireyin kendini korumasına yönelik bir iç güdüsel tepkidir. Öfkenin olumsuz tarafı ise, o enerjinin tümünün kendini ifade etmesine izin verdiğimizde, bizim kontrolden çıktığımızdır. Asıl sorun, öfkeyi yönetemediğimiz zamandır.

Tüm bunlarla başa çıkamamak dışında, bunu yapmanın olumsuz bir yolu da vardır. Yani, öfkenizi tamamen içinizde tutmak gibi. Bu durumda, her an patlamaya hazır bir düdüklü tencere gibi ortalarda gezersiniz.

Öfkeli olduğumuz zamanlarda, yapabileceğimiz en iyi şey, bilinçli bir şekilde kendimizi içinde bulunduğumuz durumdan uzaklaştırmaktır. 10’a kadar saymak gerekir bazen ya da 15 veya 20’ye. Ayağa kalkın bir iki yürüyün ve derin bir nefes alın. Kendinizi tekrar sakin hissettiğinizde, sizi delirten şey hakkında, kırıp dökmeden açık bir şekilde konuşun.

Son olarak, bu tür durumlarda, mevcut durumla ilgisi olmayan ancak öfkenizi besleyen faktörleri belirlemeye çalışmak da yardımcı olabilir.

Öfkenizi Yenmek İçin 4 Tavsiye

Buddha, “Öfke, birine fırlatma amacıyla kızgın bir kömür parçasını sımsıkı tutmaya benzer; eli yanan siz olursunuz.” sözüyle ünlüdür. Bu söze baktığımızda, doğru şeyin, öfkemizi yenmek olduğunu görüyoruz.

Ama hepimizin öfkelenmeye hakkı olduğunu unutmamalıyız. Her şeyin ters gidiyor gibi gözüktüğü ve kızgınlığımız ile öfkemizi ifade etmek zorunda hissettiğimiz o küçük anlar, gerçekten de faydalıdır. Hiç faydası olmayan şey ise sürekli öfke, kötü ruh hali ya da dış öfke tavırlarına sıkışıp kalmaktır. Sinir krizi evresi geçtikten sonra yapılacak en iyi şey, ne kadar zor gözükürse gözüksün ilerlemektir

Öfkeyi yenmek

Çoğu insan için öfkelerini yenmek çok zor bir iştir. Fakat herkes için faydalı olabilecek egzersiz ve tavır dizileri geliştirmiş olan bilimsel ve psikolojik çalışmalar mevcut. Bütün bu çalışmalar içinde bilhassa ilginç olanları, Güney Florida Üniversitesinden doktor Charles Spielberger ve Colorado Üniversitesinden doktor Jerry Deffenbacher tarafından yürütüldü. Bu isimlerin her ikisi de Amerikan Psikoloji Derneği üyeleri ve öfke yönetimi alanında uzmanlaşmış psikologlar.

Deffenbacher ve Spielberger, öfkeyi normal ve sağlıklı bir duygu olarak tanımlıyor. Öfkeli bir kişinin tuhaf ya da anormal biri gibi görülmesi için hiçbir somut sebep yok. Öfke, kızgınlık ve sinir konusundaki sorun, kontrolümüzü kaybettiğimizde ortaya çıkıyor. O anda duygu yıkıcı bir hâl alıyor ve her bireyin hayat kalitesini olumsuz olarak etkiliyor.

Öfkeyi tasvir etme 

Doktor Charles Spielberger öfkeyi, hafif sinir bozukluğundan gerçek anlamda öfkeye dönüşen şiddetli kızgınlığa kadar farklı yoğunluklarda görülen duygusal bir durum olarak tasvir ediyor. Durum ne olursa olsun, bir dizi biyolojik ve psikolojik değişim de beraberinde geliyor.

Bir öfke süreci boyunca kalp atışı ve kan basıncı artar. Ayrıca enerji hormonları yani noradrenalin ve adrenalin seviyesinde de artış görürüz.

Mantıken doktor Deffenbacher ve Spielberger’in savunduğu gibi aşırı derecede yüksek öfke, orta ve uzun vadede vücut için korkunç sonuçlara yol açar. İşte bu nedenle, öfkemizi aşmayı öğrenmek gereklidir.

Öfkenizi aşmak için stratejiler 

Öfke kronikleşmeden önce öfke yönetimi konusunda uzmanlaşmış psikologlar her çeşit insan için çok yararlı olabilecek bir dizi öneride bulunur.

Problem çözümü

Sorunların çoğu, insan olarak varlığımızda saklıdır ve dolayısıyla, kaçınılmazdır. Karşılaşmak zorunda olduğumuz çeşitli durumların yol açtığı öfkeyi aşmak için mümkün olan en iyi tavrı benimsemeliyiz. Bunun için doktorlar, problemlerimizi sakin ve nesnel bir şekilde ele almamıza yardımcı olacak metotlara yoğunlaşmamızı öneriyor.

İletişimi iyileştirmek

Hayattaki problemlerin çoğu; sinir kızgınlık ya da öfkenin yol açtığı eksik ve aceleye getirilen iletişimden kaynaklanır. Aklınızdan geçen ilk şeyi söylememek, daha iyidir. 

Deffenbacher ve Spielberger aktif dinlemeyi, cevap vermeden önce dinlenip ağzımızdan çıkacak şeyleri iyi düşünmeyi tavsiye ediyor. Bu karmaşık bir süreçtir ama sürekli savunmada kalıp durumu daha kötüye götürecek şekilde misilleme yapmaya kalkmaktan daima daha iyidir.

“Öfke ve hoşgörüsüzlük, doğru anlamanın düşmanlarıdır.”

– Mahatma Gandhi

Mizah anlayışımızı asla yitirmemek 

Doktorlar, mizah anlayışının öfkeyi yenmek üzere kullanılacak bir mekanizma olduğunu savunmakta. Ne var ki sadece duruma gülmek, ya da zalim ve alaycı davranmak için kullanılmamalı. Doktorların önerdiği yönetme metodu çok farklı. Deffenbacher ve Spielberger, aktif bir mizah anlayışını teşvik etmektedir. Mesela, birine hakaret etmek istiyorsanız, sessiz durup bir şeyler hayal etmek daha iyidir. Bunu gözünüzde canlandırın ve duruma gülün. Bu yöntem sayesinde öfkeniz bir ölçüde yatışacaktır.

Ortamda değişiklik 

Son olarak, öfke yönetiminde uzmanlaşan psikologlar, çevremizin de ruh hâlimizi etkileyebileceği fikrindeler. Bulunduğunuz ortam sinirinizi bozuyor ve öfkelenmenize neden oluyorsa, daha güzel bir ortam aramanız akıllıca olacaktır.

“Sürekli öfkeliysen ya da şikayet edip duruyorsan, insanların sana ayıracak zamanı olmaz.”

– Stephen Hawking

Öyleyse, öfkenizi aşmak artık imkansız bir iş değildir. Sadece doğru araçlara ihtiyacımız var ve artık ne yapacağınızı biliyorsunuz. Ayrıca şunu da bilmeliyiz ki öfkemizi kontrol etmeyi öğrendiğimizde hem ruhsal hem de fiziksel sağlığımız büyük bir iyileşme gösterecektir.

Sık Öfke Krizlerinin Ardında Kibir Var

Sık geçirilen öfke krizleri kibri gizler. Kibirli insanlar her zaman haklı olma ihtiyacındadır, düzeltilmeye katlanamazlar, kendi öfkelerinin kurbanı olurlar. Burada narsisizmin gururdan kaynaklanarak çok baskın bir kişilik yarattığını söylemeliyiz. Kibirli insanlara nerede hatalı olduklarını göstermek çok zordur. Çünkü kendilerini devamlı dev aynasında görürler. Ama çevremizde bazen bu insanlardan o kadar çok oluyor ki bu davranışın normal olduğunu sanmaya başlıyoruz. Bu tipte insanları siyasette, iş hayatında ve hatta yeni nesilde sık sık görüyoruz.

“Kibirle başa çıkmaya çalışmaktansa ona karşı yazmak daha kolaydır.”

– Francisco de Quevedo

Kibirli biri kaç yaşında olursa olsun her şeyi bildiğini düşündüğü için asla bir şeyin doğrusunu öğrenmeye yanaşmaz. Başkalarının ihtiyaçları onların gözünde değersizdir ve duygusal anlamda 6 yaşındaki bir çocuk olgunluğundadırlar. Kibirli insanlarla beraber olanlar ne kadar sık sinirlendiklerini iyi bilirler. Çok gururludurlar ve burunlarından kıl aldırmazlar. Bazen sizle konuşmamak gibi tepkiler verdikleri de olur. Bazen de önemsiz ve küçük bir nedenden dolayı hayal kırıklığına uğrarlarsa kin tutarlar.

Sık geçirilen öfke krizleri ve kibir maskesinin altında yatanlar

Kibir çoğu zaman kirpilerin dikenleri gibi savunmak için takılan bir maskedir. Mesela biri bana daha sabırlı olmama gerektiğini ve ağırdan almamı söylerse gardımı alır ve kendimi korumaya geçerim. Söylenen şeyin iyi niyetli olup olmadığının bir önemi yoktur. Bunu her türlü hakaret olarak alırım. Bu insanların genelde öz güvenleri düşüktür. Aşağılık duygusu kendini öfke, hırçınlık ve agresiflik olarak ortaya çıkarır. Başkalarından iyi olma ve üstün olma ihtiyacı ise otorite takıntısına dönüşür. En değersiz ve küçük yorumlar bile çok büyük kin nedenlerine dönüşebilir.

Bu kişilikler için gurur, sofistike bir ödül sistemidir. En ilginç şey, bu çivilerle dolu takım elbisenin genellikle güvensizliği gizlemek için çocuklukta yaratılmış olmasıdır. Daha sonra, sorunlara ya da hayal kırıklıklarına tepki vermenin bir yolu haline gelir. Bunun nedeni, kibirli kişiliklerin kendi topraklarını işaretlemek, geçerliliğini bulmak için kibir ve saldırganlıktan yararlanmasıdır. Aslında kibirli insanlar böyle davranarak sadece kendileri ve diğer insanlar arasına bir mesafe koymuş oluyorlar. Bu da sonsuz bir yüzeysel ilişki döngüsü yaratır.

Peki sık sık öfke krizleri geçiren biriyle karşılaştığımız zaman ne yapmalıyız?

Sık sık öfke nöbetleri geçiren insanların duygusal sorunları vardır, özgüvenleri düşüktür ve psikolojik dengeleri yoktur. Bu nedenle çevrenizde böyle bir insan varsa öncelikle sorunun kaynağının siz olmadığını bilmelisiniz. Sorun o insanın kendisi.

“Sinirlenmek çok kolaydır. Ama doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişiye karşı, doğru amaçla öfkelenmek herkesin harcı değildir.”

– Aristotales

Öfke kişinin bir parçası haline geldiği zaman çevresindeki her şey de bundan etkilenir. Ayrıca her şeyi kontrol etme ve yararlanma ihtiyaçlarının altında kibir ve kendini beğenmişlik yatar. Bu durumda yapılması gereken mesafe koyup enerjiyi boşa harcamamaktır. Gururlu kişiyle tartışarak bu huyundan vazgeçiremezsiniz. Onu aynanın karşısında bırakıp kendisini anlaması için bırakmalısınız. Çünkü bu derinin altında onlar için güvensizlikler, boşluklar ve duygusal izler vardır.

İnansanız da inanmasanız da sık öfke krizleri birçok yetişkinin hayatını mahvediyor. Bu yüzden zaman ayırıp öfkeyi kontrol altına almak gerek. Çocuklara özellikle de büyürken özen göstermek ve bu davranışlardan nasıl kurtulup öfkeyi nasıl kontrol edeceğini öğretmek gerekir.

Psikolog Valeria Sabater

Narsisist Tuzak – Gurur ve Kibir

Gururda bünyesinde harika şeyler barındır, fakat aynı zamanda kibir ve benmerkezcilik, güvensizlikler, korkular ve boşluklar da. Gurur, bu oyuna katılanları kör eden narsisist bir tuzaktır. Bazı insanlar her şeye kadir olduklarını ve diğerlerinin üzerinde olduklarını düşünür. Bu tür insanlar aynı zamanda çoğu zaman haklı olduklarına da inanır. Ayrıca, kendilerinden o kadar memnundurlar ki hiçbir şey asla onlar için yeterince iyi değildir. Ayrıca, hiç kimse onlara yeni bir şey öğretemez veya gösteremez çünkü zaten h-e-r-ş-e-yi bilirler. Bazı insanların narsisist tuzak ağına nasıl düştüğünü öğrenmek için okumaya devam edin.

Bazı insanların etraflarında dönmeyen her şeye karşı kulakları kapalı, gözleri kördür. Kendilerine o kadar odaklanmış haldelerdir ki çok şey de kaçırırlar. Ancak bunun farkında bile olmazlar. Görünüşte kendilerine güvenirler ama aslında oldukça güvensizdirler – sadece kendi bakış açılarının önemli olduğuna inanan çoğu kişi gibi. Aslında olan şey, kendileriyle çok gurur duymalarıdır. Narsisist tuzak hakkında daha fazlasını öğrenmek için okumaya devam edin!

“Gururlu bir insan her zaman her şeye ve herkese yukarıdan bakar; ve tabii ki yukarıdan baktıkça bir şeyleri tam göremez.”

– C. S. Lewis

Gurur narsisist tuzak mıdır?

Psikiyatrist Enrique Rojas’a göre gurur, kişinin kendisine duyduğu dizginlenmemiş tutkudur. Narsisist tuzak tevazu ve açıklık eksikliğidir. Bir kişinin benzersiz olduğunu ve diğerlerinden çok daha iyi olduğunu düşündüğü için kendisine odaklandığı bir takdir duygusudur. Gurur, çoğu dinde en büyük günahlardan biridir. Ayrıca Antik Yunan’da bu “kibir” olarak tanımlanır. Bu kültüre göre bu, bir kişinin ölümlülüğünün sınırlarını aşarak ilahi iradeye meydan okuması anlamına geliyordu. Bu yüzden tanrılar onları cezalandırmalıydı. Örneğin, Oedipus ve Prometheus cezalandırılmışlardı.

Gururlu bir kişi kendine tapar ve aynı zamanda sahip oldukları çoğu problemin kaynağının gururları olduğu gerçeğini görmezden gelir.

Psikoloji ve felsefe alanlarında gurur ve öz saygı arasında belirsiz bir ayrım vardır. Öz saygı olumludur; bir kişinin kendisine ve başkalarına değer verdiği duygusal bir bağlamdır. Saklanması kolaydır. Bununla birlikte, gurur, kendini diğerlerinden daha iyi görmektir, bu yüzden çoğu zaman başkalarının onlara saygı ve hayranlık göstermesi gerektiğini düşünürler.

Gurur

Gururlu bir insan için diğerleri önemli değildir. Bu nedenle, gururunun kontrolü ele geçirmesine izin veren herkes, ancak kibirli tavırlar sergiler. Bu nedenle, gurur öz saygının, aynı zamanda kibir, megalomani, narsisizm ve benmerkezciliğin eş anlamlısıdır. Gururlu bir insan için her şeyin çok az değeri vardır ve sadece kaprislerine yer vardır. Başkalarının fikirlerine değer vermez çünkü bu bir tür körlüktür. Bununla birlikte, sosyal olarak yansıttıkları imajla ilgili olarak sürekli güvenceye ihtiyaçları vardır. Yine de, bunu almak için kullandıkları stratejiler çok incedir.

Narsisist tuzağa yol açan gurur güvensizliği

Gururun temel özelliği, hayali ve abartılı olmanın yanı sıra, güvensizlik, öz güven eksikliği ve aşağılık duygusu kılığında karşımıza çıkmasıdır. Elbette çoğu zaman insanlar bunu saklar.

Böyle bir kişi, ihtişam sanrıları nedeniyle kendi hatalarına kör kalır. Yeterince iyi ve başkalarından aşağı olmama konusundaki derin korkuyu gizleyen mükemmellik hissi. Böylece kişi bu hissi, hayatta kalmak ve kabullenilmek için kullanır. Gördüğünüz gibi, gururlu insanlar gerçekten yetenekli olmamaktan, yeterince iyi olamamaktan, tanınmamaktan korkarlar. Dolayısıyla, bunu kabullenememeleri, yaralarını ve korkularını kabullenememeleri, onları bir maskenin arkasına saklanmaya sevk eder. Bu nedenle gurur, söz konusu boşlukları bir savunma mekanizması olarak dengeler. Bunun nedeni, reddedilmektense reddetmeyi tercih etmeleridir.

Bu nedenle, gurur duyan biri genellikle hatalarını kabul etmez çünkü bunu yapmak onlara sandıkları kadar mükemmel olmadıklarını hatırlatır. Sonuç olarak, af dilemek onlar için zordur. Asla yanılmadıkları bir dünyada nasıl özür dileyebilirler! Tıpkı haklı olmaya yetkileri olduğu için her zaman haklı olduklarına inandıkları gibi.

Kibir

Kibirli insanların başkalarının fikirlerine çok önem verdiğini ve ilgisiz görünseler bile onların ilgisini çekmek istediklerini aklınızdan çıkarmayın. Bu yüzden istediklerini elde etmek için belirli davranışlar sergilerler. Sizin de görebileceğiniz gibi, kibirli bir kişinin öz saygısı düşüktür; oldukça güvensizdir ama bunu kibir görünümü altında saklar. Bu nedenle, birinin kendisine saldırdığını hissettiğinde gerçekten sinirlenir. Genellikle kontrolü kaybeder, savunmacı hale gelir, başkalarını yetersiz bulur ve hatta bir süre konuşmayı bırakır. Çünkü, ancak bir çocuğun duygusal olgunluğuna sahiptir.

Gurur, başkalarının korkularınızı, güvensizliklerinizi, zayıf yönlerinizi ve kendinize güven eksikliğinizi tahmin etmesini engelleyen bir savunma mekanizmasından başka bir şey değildir.

Narsisist tuzaktan çıkmanın tek yolu alçakgönüllülük

Alçakgönüllülük gurur tarafından işgal edildiğiniz zaman uygulamaya koymak için iyi bir değerdir. Daha basit bir yaşam sürmeyi öğrenin. İçinde gerçekten önemli olanın değerinin hüküm sürdüğü ve sevgiyi, basitliği ve cömertliği teşvik ettiğiniz bir hayat. Bununla birlikte, kendinizle memnun olduğunuzu anlayıp kabul etmeden alçakgönüllü olamazsınız. Aksi takdirde onu ortadan kaldırmak imkansızdır.

Kabul ettikten sonra kendinize karşı dürüst olmalısınız. Neyden korkuyorsunuz? Sizi nasıl incitiyor? Acı çekmenize ne sebep oluyor? Neden başkalarının onay vermesiyle onaylandığınızı hissediyorsunuz?

Buna ek olarak, yeniden odaklanmak da önemlidir. Dünyayı başkalarının bakış açısından görmeye çalışın. Pek çok farklı insanla paylaşmanız gereken bir dünya bağlamında kendi öneminizi değerlendirmelisiniz.

Bunu yapmak için empatiniz üzerinde çalışmalı ve kendinizi başka birinin yerine koymalısınız. Ayrıca, yapıcı geri bildirimleri sakince dinlemeyi öğrenin ve kendi hatalarınızı ve kusurlarınızı kabul edin.

Bu, yıllardır giydiğiniz ve size çok zarar veren o koruyucu kostümden kurtulmakla ilgilidir. Korumanızı indirin ve kendi sınırlarınızı tanıyın. Ayrıca egonuzu şişirmeyi bırakın, sonuçta önemsiz değilsiniz.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Partneriniz Her Şey İçin Sizi Suçluyorsa Ne Yapabilirsiniz?

Partneriniz sürekli olarak her şey için sizi suçluyorsa, bir tür duygusal taciz uyguluyor demektir. Bununla, kendini tüm sorumluluklardan kurtarır ve özgüveninizi yavaş yavaş düşürerek güçlü bir konuma gelir.

” Partnerim her şey için beni suçluyor” “Sorun ne olursa olsun, sonunda hep benim hatam olduğu ortaya çıkıyor”. Bunlar, çift terapisinde en sık duyulan ifadelerden birkaçıdır. Çok fazla rahatsızlığa ve aynı zamanda anlaşılmazlık duygularına neden olan ifadelerdir. Aslında, partneriniz sizi suçluyorsa bu tür davranışların nedenini anlamak her zaman kolay değildir. Dahası, duygusal bedel genellikle çok fazladır.

Ünlü psikolog John Gottman, Why Marriages Succeed or Fail (1995) adlı kitabında, olumsuz eleştiri ve suçluluk yansıtmanın, çiftlerin ayrılmasında en önemli nedenleri oluşturduğunu açıklıyor. Bu psikolojik gerçekliğin arkasında, genellikle zayıf duygusal iletişim ve açık bir şekilde sorumluluktan kaçmanın yattığını iddia ediyor.

Bu yazıda, bu tür davranışların olası nedenlerini ve bazı olası eylem stratejilerini biraz daha derinlemesine inceleyeceğiz.

Partnerlerine sürekli suçluluk yansıtanlar, gerçekliklerini çarpıtmaya çalışıyorlar.

Partneriniz neden her şey için sizi suçluyor?

Suçluluğun yansıtılması, kişilerarası çatışmalarda yaygın bir olgudur. İlginç bir şekilde, cinsel-duygusal ilişkilerde olduğu gibi, bir yakınlık bağı olduğunda daha sık ortaya çıkıyor. Granada Üniversitesi (İspanya) tarafından yürütülen araştırma, ilişkilerdeki çatışmanın neden olduğu acıyı vurgulamaktadır.

Çoğu zaman, bu sorunların arkasında duygusal zeka becerilerinin eksikliğinin yattığını iddia ediyor. Suçluluk, bireyin kendi hüsranlarını nasıl yöneteceğini bilmediği için kullandığı bir silah görevi görür. Ancak, bu gerçeğin biraz daha doğru bir görünümünü elde etmek için analiz etmeye değer birkaç faktör var.

Başkalarını suçlamak, bir eylemsizlik ve sorumluluktan kaçma biçimidir.

Her küçük sorun için başka birini suçlayan birey, kendi sorumluluğundan kaçıyordur. Onları rahatsız eden, endişelendiren veya hayal kırıklığına uğratan şeyleri çözmek yerine, rahatsızlıklarını başkalarının omuzlarına yüklemeyi seçerler. Bu, ilişki sorunlarına yol açan yetersiz ve uyumsuz bir tekniktir.

Partneriniz her şey için sizi suçluyorsa, onun şu şekilde davrandığını göreceksiniz:

  • Herhangi bir yanlış anlama karşısında, kendinizi doğru anlatamamanın sizin hatanız olduğunu iddia ederler.
  • Bir sorun ortaya çıktığında, onu çözmenizi beklerler. Eğer yapmazsanız, hepsi sizin suçunuzdur.
  • Stres altındalarsa, durumu tırmandırmakla sizi suçlarlar.
  • Herhangi bir iletişim girişimi işe yaramaz görünüyordur. Üstelik sabırlarını çok çabuk kaybederler.

Bu tür kişiler herhangi bir olay veya rahatsızlık durumunda pasif davranırlar. Bir şeyi çözmeye çalışmak yerine, başkalarının bunu onlar için yapmasını beklerler. Bu, olgunlaşmamışlığın açık bir şeklidir.

Suçluluğun yansıtılması, bir tür ceza

Partnerinizin neden her şey için sizi suçladığını merak ediyorsanız, suçluluk duygusunu bir savunma mekanizması olarak kullandıklarını unutmayın. Kişilik ve Bireysel Farklılıklar’da yayınlanan araştırma, bu kaynağı, bireyin kendi duygularını, niyetlerini veya motivasyonlarını başkalarına atfetme eğilimi olarak tanımlar. Bazen, klinik uygulamada, profesyoneller sorunlarını, endişelerini ve sınırlamalarını yönetemeyen insanlarla karşılaşırlar. Onlara hitap etmek yerine, onları başkalarına yansıtırlar. Carl Jung’un dediği gibi: “Başkaları hakkında bizi rahatsız eden her şey, kendimizi anlamamıza yol açar.”

Zayıf duygusal iletişim

Bazı insanlar , “Beni dinlemiyorsun. Sadece kendi ihtiyaçlarını önemsiyorsun. Benim ne hissettiğime hiç aldırmıyorsun” gibi şikayetlerde bulunmaya alışmış insanlar. Bu tür yorumlar, sürekli olduklarında incitici ve yorucu oluyor. Aslında, iddialı olmak yerine suçu başkalarına yansıtanlar sadece kötü iletişim kurmakla kalmaz, aynı zamanda manipülatiftirler.

Frontiers in Psychology’de yayınlanan araştırma, iyi iletişimin her başarılı ilişkinin merkezinde olduğunu belirtiyor. Anlaşmalara varmayı ve bağı beslemeyi kolaylaştırır. Bu nedenle, bu alanda iyi becerilere sahip olmamak, genellikle incitici ve hatta manipülatif dinamiklerle sonuçlanır. Partneriniz her şey için sizi suçladığında, aşağıdakilerin olduğunu göreceksiniz:

  • Başlarına gelenleri nasıl ifade edeceklerini bilmiyorlar ve neyin yanlış olduğunu tahmin edemediğiniz için sizi suçluyorlar.
  • Nasıl konuşacaklarını ve iddialı ve saygılı bir şekilde nasıl konuşacaklarını bilmiyorlar. Bunun yerine kısa, yararsız ve hatta tehdit edici ifadeler kullanırlar.
  • Duygularını kelimelere nasıl dökeceklerini bilemedikleri için, duygusal yönetimleri bazen hüsrana neden olur.
  • Suçluluğu size yansıtarak şiddetli iletişim kullanırlar.

Çift terapisti Dr. John Gottman’a göre Kıyametin Dört Atlısı (boşanmanın veya ayrılmanın davranışsal belirleyicileri) eleştiri, savunma, hor görme ve duvar örmedir.

Narsist Manipülasyon

Partnerinizin neden her şey için sizi suçladığının cevabı narsist bir kişiliğe sahip olmaları olabilir. Bununla birlikte, bu sonuca varmak için, daha fazla özelliğinin ve davranışının görünümünü de değerlendirmeniz gerekir.

Wollongong Üniversitesi (Avustralya) tarafından yürütülen araştırma, bir narsistle ilişki kurmanın kişilerarası etkisinin çok büyük olabileceğini doğrulamaktadır. Aşağıdaki özellikleri sergilerler:

  • Genellikle kincidirler. En ufak bir hayal kırıklığı, anlaşmazlık veya öfke duygusu ile karşı karşıya kaldıklarında, suçu eşlerine yüklemek için herhangi bir bahane bulmaktan çekinmezler.
  • Manipüle ederler. Bu mekanizma, kendi benlik algılarını ve benlik saygılarını güçlendirmek için ihtiyaç duydukları şeyleri başkalarından elde etmelerini kolaylaştırır.
  • İlgi odağı olmaları gerekir. Bu onları son derece bencil partnerler yapar.
  • Araçsal empati kullanırlar. Bu, başkalarının duygularını algılayıp onlarla bağlantı kurabilecekleri anlamına gelir, ancak bunu araçsal olarak yaparlar. Başka bir deyişle, bir tür menfaat elde etmek

Bu durumlarla nasıl başa çıkılır

John Gottman’ın Principia Amoris (2014) adlı kitabında işaret ettiği gibi, mutlu ve kalıcı ilişkileri şekillendiren gerçek aşk, suçluluk yansıtmanın zorbalığına değil, saygı kültürüne dayanır.

Peki, şu anda bu durumdaysanız ne yapabilirsiniz?

Durumu analiz edin

Hepimiz farklıyız, bu nedenle her ilişki de öyle. Bu nedenle, kendi durumunuzun farkına varmalı ve neler olduğunu anlamaya çalışmalısınız. Partneriniz kötü bir dönemden mi geçiyor? Son zamanlarda nasıl davranıyorsunuz3? Birbirinizi anlamadığınız gerçeğine rağmen aranızdaki saygı hala bozulmamış mı? Partneriniz neden her şey için sizi suçluyor? Yanıtlar, sorunun daha net bir resmini elde etmenize yardımcı olacaktır.

Diyalog

Eşiniz iyi iletişim becerilerine sahip olmayabilir. Ancak, ilişkide aşk varsa ve aranızdaki sorunları çözmeye istekliyse, iyi diyalogu kolaylaştıracak mekanizmaları devreye sokmanız gerekir.

Durumu uygun iletişimle ele almanın bazı anahtarları şunlardır:

  • Durumu iddialı ve basit bir şekilde açıklayın.
  • Somut örnekler verin. Örneğin, “Dün beni X şey için suçladın”.
  • Tehdit etmeden veya yargılamadan kendinizi rahat bir şekilde ifade edin.
  • İfadelerinin size nasıl hissettirdiğini netleştirin.
  • Onlara hem nasıl hissettiklerini hem de ilişkinizdeki bu zararlı dinamiklerin nedenlerini anlamak istediğinizi söyleyin.
  • Kendilerini ifade etmelerine ve fikirlerini savunmalarına izin verin. Vurgulayarak dinleyin.
  • Kesmemeye çalış. Size söylemeye çalıştıklarını anladığınızı anlamaları için onlara sinyaller verin.
  • Olası çözümler önerin. Örneğin, onlara “Beni suçlamak yerine, neyin yanlış olduğunu veya nasıl hissettiğini söyle” deyin.
  • Değişim ve belirli stratejiler ve bunların uygulanması konusunda anlaşın.

Nitekim kapsamlı, empatik ve saygılı bir diyalog bir ilişkinin en belirleyici ayağıdır.

İlerlemenizi analiz edin

Partneriniz her şey için sizi suçluyorsa, bu sonsuza kadar tolere edebileceğiniz bir şey değildir. Büyük bir psikolojik savunmasızlığın tuzağına düşmek istemiyorsanız, bu fikri içselleştirmelisiniz. Bu nedenle iletişim kalitenizin artması önemlidir. Her şeyden önce, eşinizin suçluluk yansıtması devre dışı bırakılmalıdır. Onun yerine duygusal sorumluluk, saygı ve girişkenlik gelmelidir. Bunun olabilmesi için ilişkinizin bir bütün olarak nasıl ilerlediğini, özellikle şifalı diyaloglar söz konusu olduğunda değerlendirmeniz gerekiyor.

Ya her şey için sizi suçlamaya devam ederlerse?

Suçluluğun ısrarlı kullanımı bazen kişilerarası psikolojik tacizin bir biçimi olabilir. Bu durumda, ilişkinizin kalitesini aşağıdaki hususlara odaklanarak bir bütün olarak değerlendirmelisiniz:

  • Eşiniz ihtiyaçlarınıza, fikirlerinize, değerlerinize ve isteklerinize saygı duyuyor mu?
  • Sevildiğinizi hissediyor musunuz? Sizinle ilgileniyorlar mı?
  • Birbirinizle etkili iletişim kurabiliyor musunuz?
  • Birlikte anlaşmaya varabilir misiniz?
  • İlişkide nasıl hissediyorsunuz?

Bu sorunları değerlendirdikten sonra, işlerin iyi gitmediği sonucuna varırsanız, ilişkiyi kurtarmak için çift terapisini tercih edebilirsiniz. Family Process’te yayınlanan araştırma, bu terapinin geniş bir yelpazedeki ilişkisel işlev bozukluklarını ele almadaki etkinliğini vurgulamaktadır. Öte yandan partnerinizin bu adımı atmak istememesi ve davranışını değiştirmemesi durumunda harekete geçmeniz gerekir. Unutmayın, psikolojik iyiliğiniz her şeyden önce gelir.

Suç tacirleriyle yaşamaya değmez

Suç tacirleri sadece partnerler değildir. Ayrıca bir arkadaş veya aile üyesi de olabilirler. Duygusal zekalarında olgunlaşmamışlar ve zayıf iletişim becerilerine sahiptirler. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, sorunlarının sorumluluğunu almayan ve onları hayal kırıklığına uğratan şeyler için başkalarını suçlamayı seçen biriyle yaşamak son derece yıkıcıdır. Bu nedenle, değişim talep etmekten ve yeni becerilerin yerleşmesi için mekanizmalar kurmaktan çekinmemelisiniz. Ancak partnerinizin çaba sarf etmesi ve bunu kendisi için yapması gerektiğini unutmayın. Değişme istekleri yoksa ve agresif iletişimleri devam ediyorsa, önceliğinizi duygusal ve zihinsel dengeye vermelisiniz.

Psikolog Valeria Sabater

Düşünmek denince akıllara gelen ilk söz “Düşünüyorum öyleyse, varım.” Modern filozofinin babası olan René Descartes bu meşhur sözü ile düşünme üzerine yıllar önce değinmiş. Bir şey üzerinde düşünmek kafa yormak beyin jimnastiği açısından çoğu zaman yaralıdır fakat düşüncelerimizi kontrol etmek zorlaşabilir, biz sussak bile kafamızda dönüp durmasını engelleyemeyiz her şey kontrolden çıkar, giderek yoğunlaşır ve kapana kıstırılmışlık hissine kapılırız. Bu durum kronikleşebilir ve zaman içinde hem mental hem fiziki açıdan yorgun ve yıpranmış hissederiz. Peki bu durumda ne yapmalı?

Nedir Aşırı Düşünme yani Overthinking?

Overthinking kelimesi İngilizce’den Türkçe’ye aşırı düşünme olarak çevirilen bir kavram. Bu kavram, bazı insanların hayatlarında kronik olarak tehdit oluşturuyor. Hepimiz bazı dönemlerde takıntılı fazla düşünceli ve kaygılı hissedebiliriz ama bu hislerin de bir sınırı vardır. Overthinking yapısında aynı düşünce üzerinde devamlı olarak yorumlamayı ve analiz etmeyi barındırıyor. Kısaca düşünceyi geviş getirme olarak adlandırabiliriz. Aşırı düşünmeye yatkın kişiler genellikle harekete geçmekten çekinirler ve sabit bir şekilde aynı düzen içerisinde kalarak yaşanmış veya yaşanacak olay üzerinde defalarca düşünür senaryolar kurarlar. Kişi kaygı geliştirir, stresi artar, korku, mutsuzluk, yaşadığı andan zevk alama durumu içine düşer. Böylece günlük yaşamdaki performansı ve motivasyonu da azalır.

Aşırı düşünmeye yatkın olan insanlar negatif düşünceleri zihinlerinde barındırır kişiyi olumsuz düşünmeye yönlendirdiği için zamanla düşünme alışkanlık haline gelir. Peki bu sorunu nasıl azaltabiliriz ona bakalım;

  • Fark edin ! Aşırı düşünen biri olduğunuzu kabul edin ve bunun üstesinden gelmek istediğiniz üzerine yoğunlaşın. 
  • Mükemmel olmak zorunda değilsiniz. Mükemmel olmayı kim istemez. Tabi ki yaptığımız, içinde bulunduğumuz bir işi tam yapmak isteriz fakat unutmayalım ki her şeyi mükemmel yapmak isteyen kişilerde stres her zaman ön plandadır. Hayatımızda stres olursa hata yapma payımız her zaman artar. Unutmayalım ki stres hayatımızdayken fazla düşünmeyi engelleyemeyiz.
  • Kabul edin! Araştırmalara göre kabullenme, barış, sevgi, minnettarlık, güven, inanç, nezaket, iyilik vb. kelimelere konsantre olduğunuzda, beyninizin sağ lobu daha çok aktive olur ve sizi hayatın akışında tutar. Ayrıca zihninizin huzur içinde olmasına yardımcı olur. Henüz sorun olmayan problemleri tahmin etmeniz, analiz etmeniz, aşırı analiz etmeniz ve çözmenizde ısrar eden taraf ise sol lobdur. Hedefiniz, her iki lobu dengede tutmak olmalıdır.
  • Harekete geçin! Eğer endişelerinizi gidermeye yarayacak bir eylem varsa ertelemeyin ve hemen şimdi harekete geçin. Fiziksel egzersiz yapmak zihninizin gevezeliğini bozacak ve aşırı düşünmenizle biriktirdiğiniz fazla enerjiden kurtulmanıza yardımcı olacaktır. 
  • Kendinize fazla düşünmek için vakit ayırın. Araştırmalara göre, kasıtlı olarak fazla düşünmek için bir zaman planlayın (30 dakika diyelim) ve sonra zaman dolduğunda kendinize bir sonraki planlanan zamanda yeniden düşüneceğinizi hatırlamış olursunuz, düşüncenizin sizi kontrol etmesi yerine düşünme sürecinizi kontrol etmeye başlarsınız böylece, odağınız değişmiş olur. Zihin kalabalığından uzaklaşmış olursunuz.
  • Bir başkası sizinle benzer bir sorun yaşıyorsa ona problemini çözmede yardımcı olun böylece yeni bir bakış açısı kazanmış ve kendi probleminize de daha farklı açıdan bakmış ve çözümlemiş olursunuz.

 Psikolog Elçin Eraşık 

Üstünlük ve Aşağılık Kompleksi

Alfred Adler’in Bireysel Psikoloji kuramını oluşturan en önemli iki kavram aşağılık ve üstünlük hisleridir. Adler, insan doğasını sosyal-psikolojik açıdan ele alarak kişiliğin bütünlüğü üzerinde durmuştur. Bireyin davranışlarının sosyal çevresiyle olan etkileşimleriyle birlikte şekillendiğini vurgulamıştır. Davranışların istek ve amaçlarla şekillendiğini belirterek, amaca yönelik olduğunu savunmuştur. Bu amaçların insanın düşünce, duygu ve davranışlarını etkilediğini ifade etmiştir.

Adler, kuramının en önemli kavramlarından biri olan üstünlük kompleksini, aşağılık olma hissinin aşırı telafisi olarak tanımlamıştır. Üstünlük kompleksine sahip kişide düşük benlik saygısı ile birlikte aşağılık ve yetersizlik duyguları mevcuttur. Altta yatan aşağılık kompleksini maskeleyerek üstünlük sergilemektir.

Üstünlük ve aşağılık kompleksinin çocukluk çağında oluşmaya başladığını belirten Adler, Freud gibi insan yaşamının ilk altı yılının kişilik gelişiminde önemli olduğunu vurgulamaktadır. En temel sosyal sistemin aile olduğunu ve bireyin nasıl davranması gerektiğini aileden öğreneceğini belirtmektedir. Kişilik gelişiminde aile kavramı üzerinde yoğunlaşmıştır.

Adler’e göre her doğan bebek aşağılık, yetersizlik ve savunmasızlık hisleriyle dünyaya gelir. Çünkü etrafında güçlü ve yeterli yetişkinler vardır. Beslenme ve korunma ihtiyacı için yetişkine muhtaçtır. Çocuk, çevresiyle etkileşime girdikçe karşılaştırma yaptığı sırada aşağılık duygusu kendini göstermeye başlar. Sağlıklı ve dengeli kişilik yapısına sahip olan çocukta zamanla güven duygusu gelişir.

Kompleksler çocukluk döneminde başlar ve çocuğun farkındalık düzeyine göre düzelir. Aşağılık duygusunu kavrayabilmek için en önemli nokta bireyin kendine dair varsayımlarıdır. Fiziksel ve sosyal olarak kendini aşağıda algılamak bireyin hissettiği bir duygudur. Bu hisler bireyin varoluşsal amaçlarını belirlemede yardımcı olur. Başarı için çabalamasını sağlar. Yaşamda yer edinme, verimlilik ve zorluklarla baş edebilme gibi becerilerini geliştirmesine katkı sağlar. Ayrıca Adler, bu hislerin her birey için evrensel olduğunu belirtir. Aşağılık duygusunu zayıflık olarak görmekten ziyade yaratıcılığın kökeni olduğuna inanır. Bu duygular, başarıyı yakalayabilmek ve kendini tamamlamış hissedebilmek için kişiyi motive eder. Her bireyin gelişimi için aşağılık ve üstünlük duyguları normal ve gereklidir. Fakat her duygunun aşırı yaşanması sağlıksızdır. Adler, çözümlenemeyen aşağılık hislerinin aşağılık komplekslerine, üstünlük çabalarının da üstünlük kompleksine neden olduğunu vurgular.

Benlik kavramı çocuğun ailesi ve sosyal çevresiyle olan etkileşimiyle oluşur. Çocukluk döneminde ebeveynleri tarafından aşağılanan, hor görülen ve yetenekleri göz ardı edilen, hata yaptığı zaman cezalandırılarak başarısız ve yetersiz bir benlik geliştiren kişide aşağılık kompleksi oluşur. Aslında yapabileceklerini dahi yapamaz ve başarısızlık korkusu yaşar. Göz teması kurmaktan kaçınır, korku ve utanç gibi duyguları yoğun yaşar. Bu nedenle benlik saygısı ve özgüveni oldukça zayıftır. Kişiyi toplumdan soyutlar ve bir süre sonra içedönük bir kimlik geliştirmesine neden olur.

Aşağılık kompleksi kıskançlık duygusuyla ilişkilidir. Aşağılık kompleksi yaşayan kişi değersizlik hissini yoğun yaşar. Özel hayat ve iş yaşamında kendini birçok konuda yetersiz hisseder. Bu nedenle takıntılar, saplantılar, özgüven eksikliği, kaygı ve depresyon vb. gibi psikolojik rahatsızlıklar baş gösterir.

Tam tersi olan üstünlük kompleksi gelişen kişinin çocukluğunda ise, ebeveynleri aşırı ve gereksiz övgülerle herkesten üstün, güzel, yakışıklı, başarılı, yetenekli ve zeki gibi yüklemeler yapar. Üstünlük kompleksi yaşayan kişi; benmerkezci düşünme yapısına sahiptir. Tüm olayları kendi açısından değerlendirir. Diğer insanları umursamaz. Empatiden yoksundur. Kendini sürekli diğer insanlarla karşılaştırma içerisine girer. Diğerlerinden üstün olduklarına dair benlik algıları vardır. Yeteneklerinin ve üstün olduğunu düşündüğü özelliklerinin diğerleri tarafından fark edilmemesi ya da ilgi görmemesinden oldukça rahatsız olur, öfkelenebilir. Öne çıkarmak istediği yönüyle ilgili saatlerce konuşabilir. Eleştiriye açık değildir. Hoşuna gitmeyen bir yorum karşısında kibirli ve hatta küçümseyici tavır sergileyebilir. Her ortamda ayrıcalıklı olduğuna inanır. Başarılı olmak, iş yerinde terfi almak, alkışlanmak, takdir edilmek ve sevilmeyi sadece kendisinin hak ettiğini düşünür. Bir başkasının bu ayrıcalıklara sahip olması durumunda aşırı kıskançlık ve öfke duyar. Grup içerisinde liderlik yönleri baskındır ve kontrolü elinde tutmak ister. Kontrolü kaybetmemek ve kendi isteklerini yerine getirebilmek için çok çaba sarf eder. Çevresindekileri manipüle edebilme özelliği vardır. Reddedilme karşısında saldırgan davranır. Özellikle ruh hali sık sık değişkenlik gösterir. Bir yandan kendini diğerlerinden üstün görürken, bir anda kendini diğerlerinden daha kötü algılayabilir. Bu değişken ruh hali depresyon, anksiyete vb. gibi psikolojik rahatsızlıkları da beraberinde getirir.

Psikolog Funda Buharalı

Sınır Koymak Ne Demektir ?

Sınır koyma, insan ilişkilerinin en önemli noktalarından biridir. Kişilerin sınırlarının aralığını ve geçirgenliğini belirlemesi ile ilgilidir. Sınır koyma; kişisel alanımızı, değerlerimizi ve ihtiyaçlarımızı gösterir. Kişisel sınırlar bizi bir birey olarak tanımlar ve neyi yapıp neyi yapmayacağınızı fark etmemizi sağlar. Bunun yanında sınırlar neyden hoşlanıp hoşlanmadığımızı gösterir. Sınırlarınız birinin size ne kadar yaklaşabileceğini ifade etme biçiminizdir. Bazı insanların sınırları çok sert ve katıdır bu durum da ilişkilere zarar verebilir. Bazı insanların sınırları ise çok fazla geçirgendir bu durum da kişinin benliğine zarar veren bir durum olarak karşımıza çıkabilir. Sağlıklı sınırları oluşturmak hem kişilerarası ilişkiler hem de kendimizle olan ilişkimiz açısından önemlidir.

1. Sert Sınırları Olan Kişiler: Bu kişilerin sağlıklı ilişki kurmaları oldukça zorlayıcı olur. Yardıma ihtiyaç duydukları zamanlarda bile soğuk ve uzak durarak yardım istemekten kaçınırlar. Yakın ilişkilerde reddedilmemek için daima kaçınma davranışı gösterebilirler. Düşünce ve duygularını ihtiyaç duydukları zamanlarda bile ifade etmezler.
2. Geçirgen Sınırları Olan Kişiler: Sert sınırları olan insanların tam tersi olarak bu kişiler, duygu ve düşüncelerini olması gerekenden fazla paylaşırlar. Çevrelerindeki kişilerin yaşamlarına müdahale etmelerine izin verirler. Saygısızlık ve istismar karşısında tepki vermemeleri olası bir durumdur.
3. Sağlıklı Sınırları Olan Kişiler: Kendi değerlerini koruyarak, diğerlerinden fikir alarak ve bu fikirleri uygulamadan önce kendi süzgecinden geçirerek hayatlarına devam edebilirler. Özel yaşamları ilgili detaylı bilgiyi sadece yakın çevreleriyle paylaşırlar. İstemedikleri bir durumda hayır demekte zorluk yaşamazlar. İhtiyaçlarını, duygu ve düşüncelerini esnek bir şekilde ifade edebilirler.

Sınır Koymak Neden Gereklidir ?

Sizi rahatsız eden durumları dile getirmediğinizde yaşadığınız sıkıntıyı içinize atmış olursunuz ve bu durum psikolojik sağlığınız olumsuz olarak etkiler. İçimizde yaşadığımız bu sıkıntılar kimi zaman ani ve sebepsiz öfke patlamaları olarak ortaya çıkabilir. Kendinizi korumak ve sağlıklı bir iletişime sahip olmak için bedensel, duygusal ve bilişsel sınırlara ihtiyacınız vardır. Burada en önemli noktalardan biri sınır koymanın bir bencillik olarak düşünülmemesidir. Kişinin kendi iyilik halini sürdürebilmesi ve sağlığını koruyabilmesi için gerekli bir davranıştır. Romantik partnerinizle, arkadaşlarınızla, çocuklarınızla ya da iş hayatınızdaki kişilerle sınırlarınızı belirlemek kişiler arası ilişkileriniz için bir ihtiyaçtır. İlişkilerde sınırlarımızın olması, ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi diğer kişilerin tepkilerinden çekinmeden, açık ve net şekilde iletmemize yardımcı olur. Aynı zamanda diğer insanların kişisel çıkarları için bizi kullanmasını ve zarar görmemizi engeller. Kişisel sınırlarımızı belirlemek ve bu sınırların ihlal edilmemesi için çaba göstermek; öz saygımızı, özgüvenimizi ve öz farkındalığımızı geliştirir.

Sınır Koymak Neden Bizi Zorluyor Olabilir ?

Sınır koymanız gerektiği zamanlarda kaygılı hissedebilirsiniz. Özellikle terk edilme korkusudışlanma korkusu ve reddedilme korkusu ile birlikte sınır koymaktan hemen vaz geçiyor olabilirsiniz. Hem kabul görmek hem de o kişiyle olan ilişkinizi riske atmamak için sergilediğiniz bu davranış kendinizden ödün vermenize neden olur. Sınır koymanın sosyal ilişkilerimizi riske atabileceğine dair var olan inancımız, bizim için kabul edilebilir ve kabul edilemez durumların neler olduğunu fark etmemize ve ifade etmemize engel olabiliyor. Burada sınır çizmenin diğer kişileri cezalandırmak için değil kendi iyi oluşumuzu korumak için gerekli olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Sağlıklı sınırlar oluşturmayı öğrenemememizin önündeki en büyük engellerden biri de, sınırlarımızın nerede başlayıp nerede bittiklerini bilmiyor oluşumuzdan ve sınırların esnetilemez olduğunu düşünmemizden kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda kendimize zaman tanımak ve kendimizi gözlemek bizi rahatsız eden durumları fark etmemize yardımcı olacaktır. Herkesle iyi olma, herkesle iyi geçinebilme ihtiyacı hissediyorsanız bu durumu ilişkilerinizdeki sınırları gözden geçirmeniz gerektiğini size hatırlatacak bir ipucu olarak düşünebilirsiniz.

Hangi Konularda Sınır Koyulabilir ?

Fiziksel Sınırlar: Yeme, içme gibi tüm fiziksel ihtiyaçları içine alan sınırlarımızdır.
Duygusal Sınırlar: Diğerlerinin duygularınıza saygı duymasını temel noktaya alan bu sınırlar, sizin de başkalarına ne kadar empati yapabildiğinizi gösterir. Duygularınız ile alakalı sizi rahatsız eden sorular soruluyor veya duygularınız saygı görmüyorsa, duygusal sınırlarınız ihlal ediliyor olabilir.
Zaman Sınırları: Neyin önemli olduğunu veya daha öncelikli olduğunu biri size söylüyor ve siz de buna uyum sağlamak zorunda hissediyorsanız, zaman ile ilgili sınırlarınız net olmayabilir.
Maddi Sınırlar: Bütçenizi ve sahip olduklarınızı harcama biçiminize kendiniz karar vermiyorsanız, maddi sınırlarınız aşılıyor olabilir. Diğer insanlar size sürekli maddi konularda akıl veriyor veya sizden talepte bulunuyorsa ve uyum sağlamak zorunda hissediyorsanız maddi sınırlarınız aşılıyor olabilir.
Entelektüel Sınırlar: Dil, din, ırk ayrımı yapan durumlar entelektüel sınırları aşmaktadır.
Cinsel Sınırlar: Mahremiyet ve rıza olmadan yapılan her davranış, cinsel sınırları ihlal eder.

Sağlıklı Sınırlar Oluşturmak İçin Neler Yapabiliriz ?

– İlk olarak, ilişkilerinizdeki önceliklerinizi fark edin ve kime hangi konuda sınır koymanız gerektiğini belirleyin.
– Duygu ve düşüncelerinizi karşı tarafa açık ve net bir şekilde iletmeye özen gösterin.
– Sınırlarınızı çok katı ve değişmez olarak oluşturmamaya dikkat edin. Sağlıklı sınırlar bellidir fakat duruma ve kişiye göre esneklik sağlayabilen tutarlı yapılardır.
– Sınırlarınızı ifade ederken üslup çok önemlidir. Karşılıklı saygıyı bozmadan, kişiyi incitmeden, terslemeden ve kırmadan sınırlarınızı ifade etmeniz gerekir.
– Verdiğiniz kararların arkasında durun.
– Hayatınızın merkezinde bir başkası değil kendiniz olduğunu unutmayın.

YANKI PSİKOLOJİ

Ayrılık kararı, çiftler arasında ortak olarak verilmiş olan bir karar ise, bu süreç daha mantıklı ve kabul edilebilir bir biçimde sağlıklı olarak deneyimlenebilir. Bu süreçte ayrılık kararı karşılıklı ve her iki tarafın isteği ile gerçekleşmişse bu durumda iki taraf ayrılığın nedenlerini bilir ve bundan sonraki süreçlerde iki ayrı birey olarak hayatlarına nasıl devam etmeleri gerektiğine yönelik adımlar atarlar.

Fakat romantik ilişkide yaşanan her ayrılık bu kadar sağlıklı ve mantıklı olmamaktadır. Çiftlerden biri ayrılığı kabul etmeme, partnerine kızma, haksızlığa uğradığını hissetme, karşı tarafın suçlu kendisinin mağdur olduğunu düşünme ve partnerine yönelik sözel ya da fiziksel saldırıda bulunma gibi tepkilerde bulunabilir. Bu tepkileri vermeyen kişiler ise alınan ayrılık kararı sonucunda, daha farklı tepkiler de gösterebilirler. Bu durumlarda kişiler, kendilerine olan özgüvenlerini yitirerek, terk edilen kişi olacak kadar sorunlu olduğunu düşünme, içe kapanma, değersiz hissetme, hayatın anlamsız olduğunu düşünme ve yalnız kalma gibi durumları deneyimleyebilirler.

Ayrılık Aşamaları

⦁ Gizli şüpheler: Ayrılma süreci kişilerden bir tanesinin aklında ilişkiye dair şüphelerin ortaya çıkması ile başlıyor. Uzun süreli ilişkilerde kişilerin duyguları her daim ilişkinin başındaki kadar güçlü olmayabiliyor ya da ilişkiden her zaman aynı miktarda memnun olmayabiliyorlar. Bu durum çoğu zaman normal olarak kabul edilirken, ilişkinin sona erdiği anlamına gelmiyor. Bununla beraber çiftlerden biri ilişki hakkında sürekli olumsuz düşünüyorsa ve ilişkiye dair endişelerinden ne yaparsa yapsın kurtulamıyorsa ayrılık kararı gündeme gelebiliyor. Bu aşamada ayrılmayı düşünen taraf bunu dile dökemiyor ve karşı taraf da bu düşüncelerin bilincinde olmayabilir.

⦁ İmalar: Bu aşamada ayrılma düşüncesine sahip olan kişi bunu hala partnerine direkt söylemiyor fakat dolambaçlı yollardan ifade ediyor olsa da bu ilişkiden memnun olmadığını belli etmeye başlıyor. Örneğin, partnerine “Bu akşam neden sofrayı sen hazırlamadın, hiçbir zaman bana yardımcı olmuyorsun” gibi çıkışlarda bulunuyor. Bu çıkışlar karşı tarafa üzerine durmaya değmeyecek kadar önemsiz sorunlar gibi geliyor. Ayrılmayı düşünen taraf ise bu ifadelerle partnerine yolunda gitmeyen konular olduğuna dair işaretler verdiğini fakat partnerinin bu işaretleri bir türlü algılayamadığını düşünebilir.

⦁ Dışa Dönüş: Bu aşamada ayrılığı düşünen kişi, kendisini ilişkisi ve partneriyle değil de dış dünya ile memnun etmeye çabalar. Örneğin; yeni bir beceri öğrenmeye başlar, bir kursa yazılır ya da yeni kişilerle arkadaşlık kurmaya başlayabilir. Buradaki problem ayrılığı düşünen kişinin bu etkinliklere ve yeni girdiği sosyal gruplara partnerini özellikle dahil etmek istemiyor olmasından kaynaklanır. Bu durum partnerlerin ortak alanlarının ve birlikte geçirdikleri zamanın azalmasına sebep olur. Yeni sosyal ortamlara dahil olmaya başlayan kişi için bu ortam, yeni potansiyel partnerlerle tanışmak anlamını da taşıyor olabilir ve zaten zihninde içinde bulunduğu ilişkiye dair soru işaretleri olan birisi için potansiye adayları farkına varmak daha kolay olabilir.

⦁ Geçmişi Yeniden Yazma: İlişkinin başlangıç aşamasında partnerinden “İşte aradığım insan” diye bahseden kişinin düşünceleri bu aşamada “Ben böyle olacağını zaten biliyordum hep sorunlarımız oluyordu.” düşüncesine dönüşür. Ayrılığın bu aşamasında ayrılmak isteyen kişi, partnerini idealize etmenin tam tersini yapıyor ve partnerinde olumsuz olabilecek ne kadar özellik varsa onlara odaklanmaya başlıyor.

⦁ Düşüncelerin İfade Edilmesi: Durumu geriye döndürmenin çoğunlukla artık çok zor olduğu bu aşamada ayrılmak isteyen taraf, bu konudaki düşüncelerini ailesinden bir kişiye ya da yakın bir arkadaşına söylüyor. Bu sayede kişinin zihnindeki ayrılma düşüncesi daha da netleşiyor ve daha olası bir hale dönüşüyor. Bu aşamada karşılaşılan davranışlardan bir tanesi de partnerle sosyal ortamların içerisindeyken tartışmaya girmekten kaçınılmaması oluyor.

⦁ Partnersiz Hayatı Deneyimleme: Bu aşamada ilişki devam ediyor olsa dahi ayrılığı isteyen taraf ilişkisi bitmiş gibi hareket etmeye başlıyor. Partnerleri olmayan kişilerle daha sık buluşmak, arkadaşlarının ayrılık anılarını dinlemek gibi durumlar bu aşamada ortaya çıkıyor. Ayrılmayı düşünen kişi, partneriyle beraber geleceğe dair planlar yapma konusunda isteksiz oluyor çünkü artık içinde bulunduğu ilişkiye eskisi gibi bağlı hissetmiyor. Evli çiftlerde bu aşamaya gelindiğinde ayrılmak isteyen kişinin yüzüğünü takmayı bıraktığı zamanlar olabiliyor.

⦁ Harekete Geçme: Kişi bu aşamada partnerine ayrılma düşüncesinden hala söz etmemiş olsa bile bu düşüncesini belli etmeye başlıyor. Bu aşamada, amaç ayrılmak istediğini açıkça ifade etmekten ziyade karşı tarafı ayrılmak istemesi için manipüle etmek oluyor. Bu aşamaya kadar ayrılmak isteyen tarafın düşüncelerinden haberi olmayan kişi, bu aşamada ayrılma düşüncesinden haberdar oluyor.

⦁ Çabalama: Partnerinin ondan ayrılmak istediğini farkına varan kişi ilişkiyi kurtarmak için çaba sarf etmeye başlıyor. Sorunların aşılabilecek şeyler olduğunu ve çözülebileceğini düşünmeye yatkın oluyor. Fakat ayrılmak isteyen taraf için bu aşamada artık geri dönüş için geç kalınmış ve ilişki eski haline dönemeyecek bir hal almış oluyor.

⦁ AyrılmaAyrılık konuşması açıkça yapılıyor. Bu aşamaya gelinmiş olsa bile ayrılmak isteyen kişi net cümleler kuramayabiliyor. Çoğumuzun bildiği, “Ara vermek istiyorum. Biraz birbirimize zaman tanıyalım.” gibi cümleler kurulabiliyor. İlişkiyi açıkça tamamen bitirmek yerine ucu açık cümleler tercih etmek, ayrılmak isteyen kişi için de kurulan duygusal bağı bitirecek olmanın ne kadar zor olduğunu gösteren bir işaret olarak karşımıza çıkıyor.

Ayrılık Sonrası Süreç

Romantik ilişkilerde, terk edilen kişi bir kayıp duygusu ile mücadele etmek durumunda kalır. Terk edilmiş olmanın yarattığı olumsuz duyguların ve düşüncelerin üstesinden gelebilmek için, yas sürecinin sağlıklı bir biçimde yaşanabilmesi ve sona ermesi gerekmektedir. Böyle durumlarda kişilerin tek başlarına üstesinden gelemedikleri duygu ve düşünceleri kontrol edebilmeleri ve düzenleyebilmeleri için bir uzmandan destek almaları gerekebilir. Aynı durum terk eden taraf için de geçerli olabilmektedir. Kişilerde oluşabilecek suçluluk, pişmanlık ve kayıp duygularının sağlıklı bir biçimde ele alınması kişinin psikolojik sağlığı açısından oldukça önemlidir.

YANKI PSİKOLOJİ

Bilenler bilir… Benden iyisini bulamaz fikri bitmeye yakın ilişkilerin veya bitmiş ilişkilerin ortak noktalarından biridir. Özellikle anlaşmazlıklarla biten bir ilişki sonunda taraflarda bir hezeyan hali başlar: “Benden iyisini bulacakmışsın zor bulursun.” Kimya meselesi ciddi bir mesele. İnsanların birbirlerine âşık olmasının, arzulamasının birden fazla sebebi var. Bu duygular karşılıklı olduğunda ise insanların mutluluk seviyesi arşa çıkar, bu mutluluk etrafta zıplaya zıplaya gezmeye, şarkılar söylemeye, danslar etmeye dönüşür. Aşkın zaman içinde öldüğünü düşünsek de aslında ilişki devam ettikçe bağlarımız güçlenir, alışkanlığımız artar, huylarımız benzeşir. Hal böyleyken ilk başta hissettiğimiz heyecan azalsa da paylaşımlarımız artar ve hayatımız ortaklaşır, bu nedenlerle de ilişkiye verdiğimiz önem artar.

Peki, ilişkide sorunlar çıkmaya başladığında ne olur? Elbette, her birimizin problemlere karşı verdiği tepkiler birbirinden farklıdır. Her bireyin kendi baş etme mekanizmaları, çözümleri ve teknikleri bulunur. Ayrılma kararı veren bir çift, ayrılık sürecini barışçıl bir şekilde konuşup iletişimde kalarak ayrılabildiği gibi kavga dövüş, kriz haliyle ayrılan çiftlerde bulunur. Bugünkü yazımızın konusu da ikinci grupta yer alan çiftler ve en bilindik ruh hallerinden biri olan, benden iyisini bulamaz fikri…

Benden iyisini bulamazsın fikrinin toksik özellikler arasında ilk üçte yer aldığından eminiz. Dünyanın merkezi olduğunu düşünen veya bunu düşündüğünü kabul etmese de iç dünyasında manipülasyon yeteneklerine yönelen insanlar için genel bir düşünce şeklinden bahsederiz. Ne yazık ki arkadaş çevremizde ya da tanıdıklarımız arasında mutlaka bir ya da iki tane çıkan bu güzel kardeşlerimizin ayrılık süreçleri hepimiz için bir ömür törpüsüne dönüşür.

Peki, bu fikrin arka planında yer alan duygu ve düşünceler neler? Partnerine kendisinden daha iyi birini bulamayacağını söyleyen insanlar, partnerlerinin öz güvenine hasar verme amacı taşır. Var olan ilişki, kutsal bir süreçmiş gibi lanse edilir ve ayrılık kararını duyan taraf, diğer tarafa korku ve kaygı vermek için kendisini bulunmaz hint kumaşı gibi gösterir. Ayrılma kararı veren kişiye, bir sonraki ilişkilerinde aynı mutluluğu yakalamasının imkânsız olduğu dayatılır, bu da kişinin duygusal olarak zedelenmesine yol açar.

İkinci duygu ise ihanet uğrama duygusuyla ilişkilidir. Ayrıldıktan sonra daha iyi birinin bulunacağına dair endişeler, kişinin karşı tarafa sözlü şiddete varan bir tavırla yanıt vermesine vesile olur. Ayrılığa dair fikirler gündeme geldikçe, kendisinden daha iyi bir partner bulunamayacağına dair beyanlarda bulunan insan, kendi kıskançlıklarını ve ihanete uğrama fikrini karşı tarafa yansıtır.  Üçüncü duygu ise aşağılanmışlık hissiyle ilgilidir. Kişi, ayrılmayı kabullenemez ve yetersizlik duygularını karşı tarafa yansıtır. Öz değerlendirmelerini yapmaktansa karşı tarafı suçlamayı tercih eder ve daha iyisinin bulunamayacağına dair tüm fikirlerle ayrılma kararı veren partnerine saldırır.

Bir diğer sebep ise garanti hissedilme duygusudur. İlişkilere damga vuran hislerden biri olan garanti görülmek, ayrılma kararı verildiğinde büyük bir probleme neden olabilir. Rahatlık alanından çıkarılan insan, karşı tarafın kendisini cepte gördüğünü, bu nedenle fethedilmiş kabul ettiğini düşünerek hırslanır ve benden iyisini bulamayacaksın düşüncesi gün yüzüne çıkar. Bu noktada kişi hem kendisine sinirlenir hem de karşı tarafa. Kendisine duyduğu öfkeyi kabullenemez ve yaşadığı duygusal karmaşayı ayrılık kararı veren bireye yansıtır.

Benden daha iyisine layıksın, sorun sende değil bende gibi toksik bir fikir olan benden iyisini bulacakmışsın zor bulursun her iki tarafında hayatını zehreder. Ayrılık kararı alan birey kendisini ya hapsedilmiş hisseder ya da bir daha başarılı bir ilişkiye sahip olamayacağı kaygısında boğulur. Terk edilen taraf ise kendisini avutmak için daha iyi birilerinin olmayacağı, eski partnerinin asrın hatasını yaptığını düşünerek kendisini kandırma yoluna gider. Kendi öz güvensizliğini saklamaya çalışarak uzun süren bir yalanlama süreci başlatır.

Hali hazırda zorlu bir süreç olan ayrılık süreci aslında hem ayrılan hem terk edilen taraf için üzücü bir dönemdir. Konuşup anlaşarak ayrılan insanlar bile birbirlerine verdikleri karşılıklı sevgi ve saygıyı kaybetmenin, rahatlık alanından çıkmanın ve duygusal boşluğun acısını çeker. Kavga dövüş ayrılan insanlar ise yaşadıkları stresli sürecin üstüne bir de duygu ve düşünce dünyalarına zarar veren ekstra hisler eklerler. 

Sevgili ben, seni sevmeyen biri için savaşmayı bırak. Yoluna devam et ve yürümeyecek olan bir aşk için kendine acı çektirmekten vazgeç. Biraz huzur bul ve bu duygusal diktatörlüğü kökünden sök. Cesur ol ve “Senden ayrılıyorum çünkü kendimi seviyorum.” de. Hepimiz kolay olmadığını biliyoruz. Beynin bir yeniden başlat butonu ya da acil çıkış kapısı hatta dertlerinizden sıyırıp biraz hava almanızı sağlayacak bir penceresi bile olmadığını biliyoruz. Beyin inatçıdır, sistemlidir ve ısrarcıdır. Duygusal anılara takılı kalmak için için savaşır kimliğinizde en büyük izleri bırakanlar onlardır.

“Aşkı unutmak için, yeni bir aşk bulmaktan ya da onlarla sizin aranıza mesafe koymaktan daha iyi ilaç yoktur.”

– Lope de Vega

Bizi sevmeyen birini sevmenin yanmayan bir kibritle mum yakmaya çalışmaya benzediğini söylerler. Neden bunu yaptığımızı, neden bizi sevmeyen birine tapmakta ısrar ettiğimizi gerçekten bilmiyoruz. Israrcı ve inatçı davranıyoruz, aklımızdan “eğer ona böyle söylersem, o da…” ya da “eğer bunu değiştirirsem, büyük ihtimalle…” gibi çarpık düşünceler geçiriyoruz. Ancak, aşk parayla çalışan bir otomat değil. Bozuk para koyup, bir tuşa basıp istediğiniz şeyi alamıyorsunuz. Bazen bir adım atıp, tüm yanlış umutlarınızı unutup, başkalarıyla birlikte sizden farklı bir yöne doğru ilerlemekte olan biri için kendinizi öldürmeyi bırakmaktan başka çare yoktur.

Sizi sevmeyen birini sevdiğinizde, onu aklınızdan çıkaramazsınız 

Biraz önce, birinin sizi sevmediğini bile bile, neden güçlü olmanın ve yeni bir sayfa açmanın zor olduğunu merak ediyorduk. Bu sorunun cevabı, nörolojinin karmaşık ve her zaman büyüleyici dünyasında saklı. Daha iyi anlamak için, şu örneğe bir göz atın:

Diyelim ki, ayrılığı atlatmak üzere olduğunuzu hissettiğiniz oldukça iyi günler geçiriyorsunuz. Ancak, bir öğleden sonra, tesadüfen eski sevgilinizin parfümünü kullanan birinin yanından geçtiniz. Bir anda üzüntüden boğulacak gibi oldunuz ta ki sizi neredeyse felç edip, gözlerinizden yaşlar boşaltana kadar.

California Üniversitesinden Antoine Bechara isimli bir nörobiyolog, bir kişi reddedildiğinde, beynin nasıl belli uyarıcıların, resimlerin ve anıların aralarındaki bağı sürdürmeye devam ettiğini tarif eden “beyinsel çatışma” tanımını ortaya koydu. Bu samimi ama güçlü bağın yer aldığı sinirsel ağ, beyindeki iki beyaz çıkıntı ile amygdala bölümü arasında yer alıyor.

Hatırlayın, bu yapılar beyinde duygusal anıları yöneten ve idare eden yapılar. Bu yüzden, o özel kişiyle birlikte yaşadığınız her deneyim, beyninizin içine işledi ve anıları canlandıran belli uyarıcılarla bağlantılı durumda. Yani, belli bir parfümün kokusunu duyduğunuzda, belli bir fotoğraf ya da kıyafet gördüğünüzde veya her hafta sonu birlikte yemek yediğiniz restoranın önünden geçtiğinizde, sinir taşıyıcılarınız aktif hale gelip neredeyse bu imkansız aşka bağımlı hale gelmenize sebep oluyorlar. Bu bağlantıyı kırmak ve bu beyinsel çatışmayı yönetmek de hiç kolay değil.

Sevgili ben, gözlerini aç ve kalbini iyileştir.

Reddedilmenin ve terk edilmenin anatomisi acımasızdır, derindir ve karmaşıktır. Yeni bir sayfa açmak için duyduğumuz isteksizliğin her zaman gönüllü olmadığını, beynin de bu tehlikeli biyokimyasal çemberi beslediğini zaten biliyoruz.

“Kimseden sevgi talep edemeyeceğimi öğrendim. Onlara sadece benden hoşlanmaları için iyi sebepler verebilirim…ve geri kalanı hayata bırakıp sabırlı olurum.”

– William Shakespeare

Ancak, nörologlar, bu birbiriyle bağlantılı anıların gün geçtikçe daha az aktifleştiğini söylüyorlar. Negatif anıları hatırlatan bu sinirsel bağlantılar, gittikçe güçlerini yitirmeye başlıyorlar, ta ki her duyduğunuzda daha az acı veren üzgün ve uzak bir melodinin yankısı gibi.

Siz, sizi sevmeyen o kişiye tapmayı bırakmak için doğru psikolojik stratejileri uyguladığınız sürece, zaman daha sakin bir şekilde yolunuza devam etmenize izin veriyor. Aşağıda size yardımcı olabilecek birkaç stratejiden bahsedeceğiz.

Duygusal olarak reddedilmeyi atlatmanızı sağlayacak ipuçları

Sevgili ben, eğer seni sevmiyorlarsa, herkesten önce sen, kendini sevmeyi unutma. Bu hayatına sokman gereken en önemli şey. Ancak bize kaybetmemek ya da vazgeçmemek öğretildi, bu da herhangi bir bağı koparmayı daha da zorlaştırıyor.

  • Sevginin fedakarlık yapmaktan ibaret olmadığını anlayın. Hiçbir zaman “Eğer bunu yapmayı bırakırsam belki beni sever,” ya da “Eğer kendimle ilgili bunu ve şunu değiştirirsem beni daha çok sever.” gibi şeyler düşünmeye değmez. Bunu yapmayın. Duygusal intihara kalkışmayın, kendinizi aşağılamayın, size güç veren tek şeyi, öz güveninizi ateşe atmayın.
  • Size acı çektiriyorlarsa, bu, sizi sevmedikleri anlamına gelir. Bu kadar basit. Onların ihanet, bencillik ve hakaretlerden meydana gelen atlıkarıncalarında görünmez bir atsanız, onlardan uzak durun. Neden kendinizi onların duygusal işkence odasındaki bir esir durumuna düşüresiniz? Eğer oradan kaçarsanız, özgürlüğün en büyük rahatlık olduğunu, yalnızlığın hoş karşılanacak bir misafir olduğunu anlayacaksınız.
  • İmkansız aşkta, kaybettiğiniz ilk şey umuttur. Bazı ilişkiler, son kullanma tarihiyle birlikte başlar ve eğer tam olarak istediğiniz hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğinin farkındaysanız, henüz girdiğiniz kapıdan çıkmalısınız. Bunu da asaletle, başınız dik bir şekilde ve kalbiniz tek parçayken yapın.

Sizi sevmeyen birini sevmek çok acı verir ama sizi hak etmeyen biri için kendinizi sevmeyi bırakmak ondan da çok acı verecektir. Güçlü ve bilge olun ve yalnızca sevilmeye değer olanı sevmeniz gerektiğini hiçbir zaman unutmayın.

Bazı insanlar yaşadıkları gibi, son derece hızlı bir şekilde iletişim kurarlar. Bununla birlikte, bu konuşma tarzının arkasında genellikle kaygı, kontrol eksikliği veya düşünce netliği bulunur. Her birimizin belirli bir iletişim şekli vardır. Ancak, hızlı konuşan biriyseniz, muhtemelen mesajlarınızı her zaman etkili bir şekilde iletemezsiniz. Ayrıca, dinleyicileriniz tarafında belirli stres, kafa karışıklığı ve anlamada daha büyük zorluk duyguları yaratma eğilimindesiniz. Bu tür bir iletişim tarzıyla ilgili bir takım varsayımlarda bulunabiliriz.

Her şeyden önce, hızlı konuşan biri olmak,, mutlaka psikolojik bir rahatsızlıktan muzdarip olduğunuz anlamına gelmez. Öte yandan, taşilali gibi bir konuşma bozukluğundan kaynaklanabilir. Bu bozukluk, kelimelerin birbirine karıştığı aşırı hızlı konuşmayı tanımlar. Ek olarak, sıklıkla, hastanın konuşmasının ritmik akışını daha da karmaşıklaştıran duraklamalar veya tekrarlar vardır.

Çoğu zaman, bu tür iletişim, yakın ortamlarda kaygı ve stres faktörlerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Aslında, çocukluk döneminde birçok kez olan bir şey. Bu nedenle, düzenli olarak bu tür konuşmayı kullanan birini tanıyorsanız, onlara karşı her zaman biraz sabırlı olmalısınız.

Öte yandan, bu şekilde iletişim kuran kişi sizseniz, bir dizi veri ve stratejiyi dikkate almaya değerBunlar aşağıdaki gibidir.

“İnsan iletişim kuramaz.”

-Paul Watzlawick-

Hızlı konuşan biri olmak

Bazıları hızlı konuşanların kendilerini diğerlerinden ayıran bir tür yeteneğe sahip olduğunu düşünüyor. Hızlı konuşmanın aynı zamanda hızlı düşündükleri anlamına gelebileceğine inanırlar. Ayrıca, büyük miktarda veri ve bilgi içeren konuşmalar yapmaları istendiğinde bu kişilerin harika konuşmacılar olacağını da düşünebilirler. Ancak, bilim bunun her zaman böyle olmadığını belirtti.

Başlangıç olarak, hızlı konuşmak akıcı konuştuğunuz anlamına gelmez. Aynı şekilde, hızlandırılmış bir şekilde iletişim kurarsanız, hedef kitlenizin ilettiğiniz tüm bilgileri sindirmesi için her zaman zaman tanımış olmazsınız. Maryland Üniversitesi’nde konuşma bozuklukları patoloğu olan Florence Myers gibi uzmanların önerdiği şey budur.

Hızlı konuşanların ortalama olarak aşağıdaki özellikleri sergileme eğiliminde olduğunu iddia ediyor:

  • Ses tonunda değişiklikler. Örneğin, bazen çok yüksek sesle veya çok az konuşabilir ve anlamayı zorlaştıran daha düşük bir ton kullanabilirsiniz.
  • Bağlaç kullanırken sorunlar. Bazı kelimeleri telaffuz ederken hata yapıyorsunuzdur.
  • Konuşmada dolgu kullanımı. Örneğin, “ah” “um” ve “yani” ve “yani” gibi kendi kendine onarımlar.
  • Mesajınızın en önemli yönleri, yani iletmek istediğiniz ana tema gözden kaçar.
  • Dinleyiciniz konuşmanızın tamamını anlamıyor. Ek olarak, ona daha az değer vermeleri yaygındır. Ayrıca hızlı iletişim tarzınızdan dolayı biraz stres yaşayabilirler.

Hızlı konuşmanın nedenleri

Olağanüstü hızlı konuşmanın kökeni çok boyutludur. Başka bir deyişle, tek bir sebep yoktur. Nitekim, bunun neden olduğunu açıklayabilecek farklı faktörler vardır. Bunlar aşağıdaki gibidir:

  • Çocukluktan şartlanma. Hızlı konuşmak için erken yaşlardan itibaren sosyal olarak baskı hisseden çocuklar vardır. Yaramaz kardeşlere sahip olmak, hatta hızlı konuşan ebeveynlere sahip olmak bu iletişim tarzına sıklıkla neden olur.
  • Dışa dönük kişilikler bu özelliği belirli durumlarda gösterirler. Aslında, konuşurken düşünmeye meyillidirler ve dürtüsellikleri ve örtüşen fikirleri neredeyse hiçbir filtre olmadan ifade edilir.
  • En yaygın neden yarışan bir zihindir. Gerçekten de, bazen, acele, kaygı ve baskı ile işaretlenmiş günlük bir rutin, insanların gergin bir şekilde iletişim kurmasına neden olur. Aslında, bu insanlar yaşadıkları gibi iletişim kurarlar: stresli bir şekilde.

Tachylalia: konuşma bozukluğu

Bazı durumlarda, hızlandırılmış konuşma, tachylalia olarak bilinen bir konuşma bozukluğundan kaynaklanabilir. Bu, sözcükleri söylerken seslerin ve hecelerin atlanmasının yanı sıra solunum koordinasyon bozukluğu ile karakterizedir. Bu nedenle, bu insanların dili genellikle anlaşılmaz olabilir.

Bu durum her yaşta ortaya çıkabilir. Ancak, genellikle çocuklarda daha yaygındır. Bu durumun ana nedeni, beyin ile konuşma organlarını harekete geçirme yeteneği arasındaki koordinasyon eksikliğidir. Ayrıca nörolojik ve kalıtsal faktörlere bağlı olabilir. Bu durumlarda, sinir sisteminin vücudun dil alanları ile bağlantısı arasında bir koordinasyon eksikliği vardır. Bu durumlarda en etkili tedavi çocuk konuşma terapisidir. Bu, çocuğun öz kontrolünü ele alır ve güçlendirir. Ayrıca diyaframı kontrol etmek için nefes egzersizleri ve fikirlerini toplamalarına yardımcı olmak için gevşeme egzersizleri ile bebek uyarılır.

Hızlı konuşmayı azaltmak için ne yapılabilir?

Hepimiz etkili bir şekilde iletişim kurmak istiyoruz. Etkili konuşmak, mesajınızı uygun, yakın ve hatta büyüleyici bir şekilde iletmek demektir. Bu nedenle, bunu çok hızlı yaparsanız, başkaları ne söylediğinizi anlamakta endişe veya zorluk yaşarlar. Ayrıca, acele etmenin bir sonucu olarak, gizli tutmayı tercih ettiğiniz bazı düşünceleri paylaşabilirsiniz. Bu nedenle, hızlı konuşan biriyseniz, yavaşlamayı öğrenmelisiniz. Ayrıca biraz daha yansıtıcı ve daha az dürtüsel bir düşünme biçimi uygulamanız gerekir. Bu şekilde, kendinizi yavaş yavaş daha yetkin ve daha kontrollü hissedeceksiniz.

Daha yavaş konuşmanın anahtarları

  • Duygusal yönetim. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu iletişim biçimine duygularınız ve daha özel olarak yaşam tarzınızdan kaynaklanan endişe aracılık eder. Bu nedenle, bazen sadece yavaşlamak yeterli değildir. Aslında, endişeniz, stresiniz ve dürtüselliğiniz üzerinde de kontrol sağlamanız gerekir.
  • Solunum kontrolü. Derin nefes alma veya Jacobson’ın aşamalı gevşemesi gibi teknikler, iletişiminizin ritmini iyileştirmek için iç sakinliğinizi eğitmenize yardımcı olabilir.
  • Bir dinleyici gibi düşünün. Biriyle iletişim kurarken, düşüncelerinizi duraklamalar oluşturmak için eğitin. Nefes alma fırsatını yakalayabileceğiniz o anlarda, söylediklerinizin dinleyicinize ulaşıp ulaşmadığını kendinize sorun. Yavaş iletişimin her zaman daha iyi olduğunu kendinize tekrar edin.
  • Hızlı konuşursanız başkalarından size haber vermelerini isteyin. Çünkü bazen, neredeyse farkında olmadan yaparsınız. Gerçekten de konuşmanızı hızlandırıyorsunuz ve dinleyiciniz için bunaltıcı oluyor. Bu, özellikle gergin hissediyorsanız geçerlidir. Bu nedenle, başkalarına bu eğiliminiz olduğunu ve bunu yaparken size haber vermelerini kesinlikle takdir edeceğinizi belirtmek iyi bir fikirdir. O zaman yavaşlayabilirsiniz.

Sonuç olarak, başta da belirttiğimiz gibi hızlı konuşmak, mutlaka bir rahatsızlığınız olduğu anlamına gelmez. Çoğu zaman, farkında olarak kontrol edebileceğiniz iletişimsel davranıştır. Bu akılda tutulmaya değer. 

Psikolog Valeria Sabater

Öncelikle herkesin işi gücü, belli sorumlulukları var. Kimsenin, ya da hemen hemen kimsenin diyelim, öyle her gün yataktan kalkıp bütün günü sadece kendisine ayıracak lüksü yok. İşe gidip para kazanmamız lazım, ailemize zaman ayırmamız lazım, bizden yardım/destek bekleyen sevdiklerimizle ilgilenmemiz lazım.

Ama bütün bunlar yine de şu anki yoğun hayatımızı olduğu gibi kabul edip bunun dışında kalan zamanla kendimizi idare ettireceğimiz anlamına gelmiyor. Bunlar öyle hemen bir günde olan şeyler olmasa da, hayatı kendimize daha çok zaman ayırabileceğimiz şekle nasıl sokarız diye oturup düşünmemiz gerekiyor. Sonuçta hayattaki bütün şu uğraşlarımız bu dünyada kalan vaktimizi daha mutlu, daha huzurlu geçirmeye yönelik. O yüzden daha az televizyon izle falan gibi tavsiyelerle uğraşmadan önce sakince bir oturup, şapkayı öne koyup, hayatın büyük parçalarını biraz irdeleyip, gözden geçirip, gerekirse yeniden dizayn edip planlamak gerekiyor.

Mesela her gün sabah kalkıp işe gidip, gece 11’e kadar yoğun bir şekilde mesaiye kalıp, eve döndüğünde yorgunluktan uyuya kalıyorsan, ilk önce hayatının bu iş kısmını nasıl düzeltebileceğinle ilgili çalışman gerekiyor. Kendine zaman ayırıp bir şeyler yapmak istiyorsan ilk önce kendine ayırabileceğin bir zamandan bahsedebiliyor olman gerekiyor. Bunlar kolay şeyler değil tabi. Ama zaten kimse kolay olduğunu da söylemedi. Herkes her şeyin kolay bir yolu olsun istiyor. Böyle büyük ve önemli konularda bile. Hayatın kendisi bu. Belki de bu hayattaki en önemli şeyden, senin zamanından bahsediyoruz, biraz uğraşacaksın bir zahmet. Benim gözlemlerime göre insanların kendilerine zaman ayıramamalarının en büyük sebebi hiç zamanları olmaması değil, olan zamanlarıyla ne yapacaklarını bilmemeleri. Yoksa herkesin illa ki az veya çok kendilerine ayırabilecekleri belli bir miktar zamanları oluyor. Sorun bu zamanla ne yapacağını bilememekte veya bilsek de bunu planlayamamakta.

Biraz hayatı önden planlamak lazım. İnsan öyle kendiliğinden planlı programlı bir yaratık değil. Diyelim sen biraz kendine zaman ayırmak ve kitap okumak istiyorsun. Bu böyle istek olarak kalırsa işin zor. Mesela akşam yemeğinden sonra televizyona falan dalmadan önce her gün yarım saat kitap okuyacağım diye önceden planlaman lazım ki kaynamasın arada. Öbür türlü insan hep kolaya kaçıyor, basıyor televizyonun düğmesine. Tabi planlamadan önce ne yapacağını da bilmek lazım. Az önce bahsettiğim gibi kitap okumaya karar vermek lazım mesela. Veya artık kendinle ilgili ne yapmak istiyorsan düşünüp bir şeylere karar vermek lazım. Yoksa her gün kendime bir saat vakit ayıracağım diyip, bunu günün belli bir saatine planlayıp, sonra o saat geldiğinde ne yapsam acaba şimdi diye düşünmek de çok bir işe yaramıyor.

Zaman Kaybettiren Şeyleri Hayatından Çıkarmak

Diyelim biz hayatımızı güzelce düzenledik, ve düzenli olarak kendimize ayırabileceğimiz zamanımız var. Bu zamanla ne yapacağımızı da biliyoruz, kendimiz için güzel şeyler planlamışız. Müthiş. Sıra geldi birazcık da işleri kendimiz için kolaylaştırmaya. İnsan bazı konularda zayıf bir varlık. Mesela dikkat ve odaklanma konusunda. Hemen dikkati dağılıveriyor, kolaya kaçıyor. Mesela diyelim senin televizyona karşı zaafın var, bir kere açtın mı başından kalkamıyorsun. O zaman mesela eğer varsa odandaki televizyonu kaldır. O kadar rahat olmasın senin için televizyon izlemek. Ya da ne bileyim oyun bağımlısıysan ve artık bu kadar oyun oynamanın kendine zarar verdiğini düşünüyorsan, sil oyunları telefonundan. Veya PS oynuyorsan sat oyunları, çıkar elinden. Bir kere oyuna düştüğünde bunu yapmak zor tabi. Düşünüp önceden yapman lazım bunları, kendinde gücü bulduğunda. Bu tarz seni alıp götüren sonradan bütün zamanımı şuna harcadım diye pişman eden şeylere karşı biraz proaktif davranmalısın. Bunlara erişimini zorlaştırarak kendi işini biraz kolaylaştırmalısın.

İnsanlara ve Planlara Hayır Diyebilmek

Bir de tabi işin birazcık sosyal boyutu var. Arkadaşlarla, eşle dostla bir araya gelmek eğlenmek güzel tabi. Hatta bence bu da zaten başlı başına insanın kendine zaman ayırması, kendi için bir şeyler yapması demek. Ama bir de iki dakika yalnız kalınca eli ayağına dolaşan insanlar var. Biraz sakin. Her dakika her plana dahil olmak zorunda değilsiniz. Zaten etrafınızda yapılan her planın size göre olması pek mümkün değil. Her Cuma-Cumartesi akşamı dışarı çıkmanız gerekiyor diye bir kural da yok. Dövmüyorlar evde kalanı. Maalesef etrafınızda olup biten her plana evet derseniz kendinize zaman ayırmanız oldukça zor olur. Galiba FOMO diyorlardı biraz bu soruna, fear of missing out. Öyle hakikaten. İnsanlar bir plana davete katılmayınca hemen bir şu anda benim dışımda herkes ölümüne eğleniyor paranoyasına kapılıyor. Merak etmeyin, öyle olmuyor. Defalarca dışarı çıkıp suratınızda zoraki bir gülümsemeyle eğleniyor taklidi yapmak zorunda kaldığınız onca planı hatırlayın. Muhtemelen şu anda da öyle oluyor.

Kendine Ayırdığın Zamanı Önceliklendirmek

Son bir şey daha var değinmek istediğim o da kendine vakit ayırmak istiyorsan, özellikle kaliteli vakit istiyorsan, buna enerjin olması gerektiği. Çoğu insan bu kendine zaman ayırma meselesini sadece boş zaman olarak görüyor. Gün bitmiş, ölüyorsun yorgunluktan, yatakta kitap okumaya çalışıyorsun, e okuyamadan uyuyakalıyorsun tabi. Bu kendine vakit ayırma işini boş zaman olarak görmemek lazım. Gerekirse kendine ayıracağın zamanı diğer işlerine göre önceliklendirmek lazım. Buna enerji ayırman lazım. Öbür türlü zaten kendine zaman ayırıyorsun diye çile çektiğinle kalıyorsun. Mesela erken uyuyup, erken kalkıp çok daha zindeyken bir saat falan kendine kaliteli, bol enerjili vakit ayırabilirsin. Biraz yaratıcı olmak lazım muhtemelen ama önemli olan konu kendine ayırdığın zamanı hep en sona atmayıp biraz önceliklendirmek.

Alican Tanatmış

KENDİNİZLE İLGİLENMEK, KENDİNİZE ZAMAN AYIRMAK NEDEN ÖNEMLİ?

Her gün bizi kurtaracak bir sürü farklı ürün reklamı bombardımanına maruz kalıyoruz. Ancak bizi gerçekten kurtaracak rahatlatacak olan şeyler maddi alışverişlerle doldurduğumuz dolaplarımız, evlerimiz, hayatlarımız mı? Bize söylenilenin aksine kendimize zaman ayırmak veya kendimizle ilgilenmek son moda bir ruju veya son model bir cep telefonunu almak değil. Son model arabaya binip, son model bir destinasyona uçmak da değil. Eğer öyle olsaydı sadece ayrıcalıklı, bulunması zor ve çok pahalı şeylerin kendimizle ilgilenmek olduğunu söyleyebilirdik. Açıkçası, günümüz dünyasında kendinle ilgilenmek sanki raflarda, reklamlarda satılan ürünlerle eş değer ve bunu ispatlamak için satın alma eylemi yapmamız gerekiyor. Oysa hepimiz biliyoruz satın aldığımız cafcaflı ürünler sadece bir süreliğine bizi iyi hissettiriyor ve kesinlikle verdikleri tatmin duygusu geçici. Hayatımızdaki her şeyi düzeltmek için bir işe yaramıyor ve kısa bir süre içinde eski ruh halimize geri dönüyoruz

Oysa kendimizle gerçekten ilgilenmek, zaman ayırmak her gün yapılması gereken, her gün verilmesi gereken bir karar. O anda, her zaman kendinizi iyi hissetmeyebiliriz ama uzun vadede kesinlikle olumlu bir değişime neden olur. Gerçek kendinle ilgilenme, kendine zaman ayırma kendine söz vermeyi, iç gözlem yapabilmeyi ve alıştırma yapabilmeyi içerir. Kendimizi listenin en önüne koyup, gerçekten neye ihtiyacımız var ve asıl istediğimiz ne bulmayı gerektirir.

Aslında kendimizle ilgilenmek tam olarak hislerimiz ve ihtiyaçlarımızla bağlantıya geçmek demektir. Yoksa tüketim ürünleri satın alıp, asıl ihtiyacımız olan duygu ve isteklerimizin üzerini örtüp, onları görmezden gelmek demek değildir. Peki asıl hislerimiz ve ihtiyaçlarımızla bağlantıya geçmek için neler yapabiliriz? Duygu ve hislerimize ulaşmamızı sağlayacak şeylerden yardım almakla başlayabiliriz. Bunlar bir arkadaşımızla içten bir sohbet olabileceği gibi, dans veya yin yoga gibi egzersizler veya meditasyon yapmak, günlük tutmak olabilir. Asla alkol veya ilaç türevleri gibi aptallaştıran şeylere başvurmayın. Bunlar da aynı alışveriş gibi duygularınızı açığa çıkaran değil, üzerini örten sahte şeylerdir.

Duygularınızla birlikte olurken veya onların ortaya çıkışını gözlemlerken, özellikle olumsuz olanlar için kendinize karşı her zaman nazik olun. Evet şu an öfke, kızgınlık, hayal kırıklığı vb olumsuz duyguları hissediyorum. Tüm bunları hissetmek için kendime izin veriyorum. Kendimi yargılamadan tüm bu duyguların ortaya çıkmasına izin veriyorum gibi olumlamalarda mutlaka bulunun. Bu duygular ortaya çıkarken kendinize sorun, şu an ihtiyacım olan ne? Buradaki anahtar kelime “ihtiyaç”. “İstediğim ne” ile “ihtiyacım olan ne” arasında büyük fark var. Gerçekten içinizde bunu araştırın ve hissedin. Sonra tekrar sorun; “bu ihtiyacımı karşılamak için daha önce ne yapmıştım?” veya “ne bana bu ihtiyacımı şu an karşılamak için yardımcı olabilir?” Size tüm bu soruları ve aklınıza gelen tüm cevapları bir liste halinde yazmanızı öneririm. Elinizde o anki durumunuza dair böyle bir kaynak listenin olması, sizi konfor alanlarınızda kalmanıza veya duygularınızda kaybolup gitmenize neden olan oto-pilot’tan çıkartıp, tekrar tekrar aynı faydasız şeyleri yapıp hayatınızın anlamsızlaşmasına neden olan şeyleri yapmaktan kurtaracak.

Unutmayın kendinizle ilgilenmek düzenli yapmanız gereken bir şeydir. Bir süre yapıp sonra tekrar unutmanız gereken bir şey değil. Neleri yapmaktan hoşlanırsınız, ne size gerçek mutluluk, neşe, sevinç verir? Bilirseniz o şeyleri rutininiz içerisine daha çok ekler, daha çok yaparsınız. Ertelemeden, geciktirmeden, önceliği kendinize vererek… Uçaklarda bile hava maskesini önce kendinize takmanızı isterler.

Kendimize zaman ayırmak, kendimizle ilgilenmekle ilgili her kişinin ihtiyaçları farklı olabilir. İşte size birkaç kendimizle ilgilenme önerisi;

-Sınırlarınızı koyun, ilişkilerinizde sınırlarınızın aşılmasına müsaade etmeyin

-Mutlaka gün içerisinde yeterli miktarda su içtiğinizden emin olun

-Yediğiniz şeyler bedeninizi doğru şekilde besleyen gıdalar olsun.

-Sevdiklerinizle daha çok zaman geçirin.

-Her gün dışarıda kısa da olsa bir yürüyüş yapın, özellikle doğal alanlarda.

-Kedi, köpek gibi bir evcil hayvan edinin.

-Kendinizle nazikçe konuşun, kendinize karşı hoşgörülü olun. Unutmayın kendine nazik olan insanlar başlarına nazik ve hoş görülü olabilirler.

– Sevdiklerinize onları sevdiğinizi söyleyin.

– Sosyal medya tuzaklarından kendinizi uzak tutun. Sürekli gelen bilgi bombardımanı da zihninizin kaç-savaş pozisyonunda kalmasını sağlıyor.

– Eviniz, ofisinizin düzenine dikkat edin. Dış düzen, iç düzeni de sağlar.

– Kendinize ve başkalarına karşı affetme alıştırmaları yapın.

– Duygularınızı belli edin. Daha çok gülün ve ağlayın.

– Bedeninizi hareket ettirecek sevdiğiniz egzersizler bulun (dans, yoga, yürüyüş, neyi seviyorsanız)

Bu öneriler çok basit olmakla birlikte, düzenli olarak yapıldığında sizi kesinlikle endişe, duygu durum dalgalanmaları, gerçek zevkler yerine duygularınızı kapatan yanlış alışkanlıklara kapılmaktan kurtaracak. Ve en önemlisi gerçek ben’inizle her zaman birlikte kalmanız. Niyetleriniz ve söyledikleriniz, yaptıklarınız bir olursa bütünsel olarak kendinizi her zaman daha iyi hissedersiniz.

Esenlik kavramı, sağlığa dair ilginç bir yaklaşımdır. Esenliğe ulaşmanın amacı, farklı noktaları göz önüne alarak yaşam kalitesini arttırmak, fiziksel veya zihinsel hastalıkları önlemektir. Beslenme, beden, duygular, ilişkiler ve çevreniz buna dâhildir. Dolayısıyla, yükselişte olan ve hakkında bilgi edinmeye değer bir sağlık konseptidir. Yaşadığınız şehirde bir sağlık merkezi görmüşsünüzdür. Burada spa, spor salonu ve rahatlamanız için alanlar sunulmaktadır. Pek çok oteller zincirinin de maddi amaçlarla ve müşteri sayılarını artırmak için bu terimi kullandığına şüphe yok. Ne var ki şunu belirtmemiz gerek: kimi zaman bu yaklaşımın esas amacı unutulmaktadır. 50 yıl önce kurulan bu kavram günümüzde hiç olmadığı kadar yanlış anlaşılıyor.

“Esenlik olmadan, hayat, hayat değildir. Sadece bir çaresizlik ve acı hâlidir.”

– Francois Rabelais

Bu hiç de yeni bir fikir değil. Esenlik konusundaki bu bütünsel yaklaşım, İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden birkaç yıl sonra ortaya çıkmıştır. Sosyal ve ekonomik model azar azar gelişmiş ve bununla birlikte başka ihtiyaçlar da ortaya çıkmıştır. Bunlar kişişel gelişim, özgürlük ve seçim yapabilmek, kendimizi fiziksel ve duygusal olarak geliştirme imkânını içerir.

Büyüleyici ve belirleyici bir an olmuştur bu. Böylece psikoloji, bilimsel modelinin diğer olasılıklara açılması gerektiğinin farkına vardı. Bu nedenle, esenlik kavramı birçok profesyonelin ruhsal hastalıkların tedavisine odaklanmak yerine insanlara mutlu olmayı öğrenmek için kullanabilecekleri mekanizma, kaynak ve stratejileri sağlamaya karar vermelerine katkıda bulundu. Psikoloji böylece insanların esenlik ve sağlıklarına, kendilerini gerçekleştirmeye yatırım yapmasına odaklandı.

Esenlik hareketinin öncüsü ve yaratıcısı, doktor ve biyostatist Halbert L. Dun’dı. 1950’ler boyunca Dun, konferansları ve kitapları sayesinde popülerliğini artırdı. Mesajı açık ve çok ilham vericiydi. “İnsanların daha bilinçli bir dünyada, potansiyellerinden sonuna kadar yararlanarak yaşaması gerekiyor.”

Sağlıklı yaşamı anlamanın 7 anahtarı

Otel zincirleri veya sağlık merkezlerinin hafta sonları için sundukları sağlık hizmetlerinden söz ettik. Bu merkezler bazen bu bütünsel sağlık hareketin asıl amacına dair yanlış anlaşılmış bir fikri bize gösteriyor. Sağlık ve esenlik, sadece tatilde denenmesi gereken bir şey değildir. Günlük hayatınıza entegre etmeniz gereken bir yaşam tarzıdır. Bu yüzden giderek artan sayıda terapistin, potansiyelimizi en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen bu strateji konusunda eğitim alması beklenmektedir. Bunun kolay bir iş olmadığını belirtmek gerek. Bu irade, azim, tam bilinç ve karar alma becerisi gerektiren son derece aktif bir süreçtir.

Öte yandan, üzerinde düşünmeye değer bir nokta var. Esenlik “tamamlayıcı tıp” olarak bilinen bir alana entegre edilmiştir. “Tamamlayıcı” kelimesinde ısrar ediyoruz çünkü bu strateji sıradan tıbbın “alternatifi” değildir. Zaten tıbbın yerine geçmek gibi bir amacı da yoktur. Çoğumuz kendimizi keyifsiz hissettiğimizde, biraz başımız ağrıdığında ya da hastalandığımızda doktora gidiyoruz. İşte Esenlik hareketinin amacı bu gibi durumları ve belli hastalıklarla bozuklukların ortaya çıkmasını önlemek. Mesela, size düzenli beslenmenin, spor yapmanın veya duygusal dünyanıza özen göstermenin önemini hatırlatarak bunu başarıyor. Dolayısıyla, bireye daha sağlıklı ve mutlu yaşam koşulları yaratmayı öğreten yeni bir “zihin-beden” esenliği kavramıyla karşı karşıyayız. Böylelikle, birey potansiyelinin en üst seviyesine ulaşma ve daha güçlü bir sağlık elde etme kapasitesine sahip olacaktır.

1. Fiziksel esenlik

Fiziksel esenliği nasıl tanımlarsınız? Hiç kuşkusuz akla ilk gelen “hastalıktan uzak olmak”tır. Ancak Esenlik’e ulaşmak için bunun ötesine geçmek gerekir. Çünkü sağlıklı olmak, herhangi bir rahatsızlıktan uzak olmakla sınırlı değildir, “iyi hissetmek” ile ilgilidir.

  • Örneğin; artrit, artroz veya deri tüberkülozundan muzdarip insanları düşünün. Bildiğimiz gibi bunlar kronik hastalıklardır. Dolayısıyla, bu tür durumlarda Esenlik hissine ulaşmaktaki ana amaç, yaşam kalitesini olabildiğince iyileştirmektir.
  • Fiziksel esenliğinize günlük olarak yatırım yapmak için tütün gibi sağlıksız alışkanlıkları bir kenara bırakmalı, tıbbi muayeneleri yaptırmalı ve stres seviyenizi azaltmalısınız. Ayrıca sizin için uygun olan beslenme şeklini ve hangi tür fiziksel egzersizden en fazla yararlanabileceğinizi de keşfetmeniz gerek.

2. Duygusal esenlik

Bu durumda, Esenlik eğitimi almış bir terapist size kendi duygularınızı tanımak için uygun stratejileri ve teknikleri öğretecektir. Bunları yönetmenize ve böylece kendi refahınıza daha fazla ve daha iyi yatırım yapmanıza yardımcı olacaktır.

3. Entelektüel esenlik

Zihninizi yeni fikirlere, kavramlara, perspektiflere ve yeteneklere açma yeteneği, kendini gerçekleştirme ve mutluluğun anahtarıdır. Aktif, meraklı ve her şeyden önemlisi, sizi çevreleyen her şeye açık olmak, yaşam kalitenizi iyileştirmenin harika bir yoludur.

4. Sosyal esenlik

Size bir soru soralım. Sosyal çevrenizdeki insanlar, gerçekten ihtiyacınız olanı size sağlıyor mu? Zaman zaman, belirli sosyal dinamiklere öyle alışmış olursunuz k, bunların sizi nasıl etkilediğini fark etmezsiniz. Bunların neden olduğu stresi ve bu etkinin biriktirdiği mutsuzluğun farkında değilsinizdir. Bunun farkında olmak ve yanınızda tutmak istediğiniz insanları dikkatlice seçmek, Esenlik kavramının bir başka temel ve tanımlayıcı mekanizmasıdır.

5. Çevresel esenlik

Bu nokta çok iyi bilinmiyor. En azından, çoğu zaman göz ardı ediliyor. Çevresel esenlik, kendi sorumluluğunuzu doğa dengesi içinde tanıma yeteneğinizi ifade eder. Bu, kendinizi şehrin kirli havasından uzak tutmak ya da bir ormanın ortasında yaşamakla sınırlamak anlamına gelmez. Burada sözünü ettiğimiz şey, çevresel farkındalıktır. Ana fikir, her birimizin küçük günlük hareketlerinin gerçek sonuçlara yol açıyor olmasıdır.

Esenlik kavramı aynı zamanda bize organik olarak yetiştirilen yiyecekleri seçmeyi, evinizi ve şehrinizi daha çevre dostu hale getirmeyi, gezegen nasıl bakacağınızı, geri dönüşüm yapmayı, plastiklerin etkisini nasıl azaltacağınızı vb. şeyleri de öğretir.

6. Mesleki esenlik

İşinizden memnun ve iş yerinizde mutlu musunuz? Gününüzün büyük bir kısmını işgal eden bu aktiviteden memnun musunuz? Bildiğiniz gibi iş sorumluluklarınız, yaşamınızın ve zamanınızın büyük bir bölümünü kapsar. Esasen, stres ve kaygı kaynaklarınızın en yoğun olduğu yer burasıdır. Dolayısıyla, bu konu üzerinde düşünmeniz çok önemlidir. Esenlik ayrıca bu alanı geliştirmeyi amaçlamaktadır. Kişisel ve işle ilgili alanlarınız arasında gerçek bir uyum sağlamak için yeteneklerinizi, önemli hedeflerinizi ve arzularınızı keşfetmenizi ister.

7. Manevi esenlik

Esenlik kavramı için manevi gelişim de önemli bir adımdır. Hayatınızın değerlerinizle uyumlu olduğu iç huzur ortamını geliştirme ihtiyacından kaynaklanır. Her sabah yatağınızdan kalkıp güç, umut ve iyimserlik toplamanız için sizi teşvik eden bir amacınız olmalıdır.

Sonuç olarak, şüphesiz çok somut bir felsefe türünü bir araya getiren bir dizi uygulamadan söz ediyoruz. Halbert L. Dun’un zamanında tasarladığı ve kişisel sorumluluğumuza her şeyden fazla önem atfeden anlayışın ta kendisidir bu. Bizler duygulardan, akıldan, bedenden, ilişkilerimizden ve içinde yaşadığımız çevreden oluşan bir bütünüz. Bu özelliklerin hepsi, her bilim alanının daha geniş ve kapsamlı bir şekilde ele almaya başlaması gereken tek bir birimi oluşturur. Bilimin ve tabi ki bizlerin üzerinde düşünmesi gereken bir birim. Bu nedenle, kendimize biraz daha iyi bakmak için zaman ayıralım ve irade gösterelim. Bazen farkında bile olmadan ihmal ettiğimiz ya da gözden kaçırdığımız bütün bu alanlara dikkat edelim.

Anksiyete ve stres, fizyolojik bir dengesizliğe neden olabilecek zihinsel sağlık problemleridir. Bu dengesizlik, mide ağrısı gibi çeşitli şekillerde kendini gösterebilir. Bu nedenle, günlük endişe seviyenizi kontrol etmekte fayda var. Çünkü ruh sağlığı ve esenliğinize dikkat etmek, genel refahınızı arttırmanın mükemmel bir yoludur. Psikolojik düzeyde gerçekleşen her şey kaçınılmaz olarak fiziksel seviyeyi etkiler. Bu nedenle, zihinsel dengeyi korumak, herhangi bir şekilde rahatsızlıktan korunmak için esastır. Günlük sorunlar kaçınılmaz olmasına rağmen, insanlar ideal olarak huzurlu bir ruh hâlini korumalı ve sorunlarının bu huzuru bozmasına izin vermemelidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Bankası Grubu ile yaptığı ortak basın açıklamasında, depresyon ve anksiyete tedavisine yatırım yapmanın dört kat geri dönüşe yol açtığını, yaygın zihinsel bozuklukların dünya genelinde arttığını bildirdi.

“İnsani acil durumlar ve devam eden çatışmalar, tedavi seçeneklerinin büyütülmesine duyulan ihtiyacı daha da artırıyor. WHO, acil durumlarda, her 5 kişiden en az birinin depresyon ve anksiyeteden etkilendiğini tahmin etmektedir.”

– Dünya Sağlık Örgütü

1990 ve 2013 arasında, kaygı ya da depresyonu olan kişilerin sayısı küresel ölçekte% 50 arttı. Başka bir deyişle, bugün 615 milyon insan bu rahatsızlıklardan muzdarip olabilir.

Ruh sağlığı bir öncelik olmalı

Arthur Kleinman, Harvard Üniversitesinde Tıbbi Antropoloji ve Psikiyatri profesörü ve ruh sağlığı sağlık konusunda ünlü bir uzmandır. Kleinman, sosyal ızdırap ve ruh sağlığı ile ilgili çeşitli çalışmalar yürütmüştür.

Ruh sağlığı çok büyük bir halk sağlığı meselesidir. WHO’na göre “öncelikle psikososyal danışmanlık ve antidepresan ilaç tedavisi gibi ölçeklendirme tedavilerinin tahmini maliyetleri 147 milyar ABD Doları” civarındadır. Bununla birlikte, aynı zamanda, faydaların maliyetlerden çok daha ağır bastığı bildirilmiştir.

“En çok ihtiyacı olanlara ve bu kişilerin yaşadıkları topluluklara tedavi sağlamalıyız. Aksi hâlde, ruh hastalıkları, insanların ve ekonomilerin potansiyelini engellemeye devam edecektir.”

– Arthur Kleinman

Bu anlamda, WHO, ruh sağlığı hizmetlerini küresel ölçekte genişletmenin esas olduğunu bildirmektedir. Sonuç olarak, bu hizmetler tüm sosyoekonomik seviyelerde nüfusun tamamına refah sağlamayı mümkün kılacaktır. WHO ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından onaylanan Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin, 2030 yılına kadar bulaşıcı olmayan hastalıkların yol açtığı erken ölümlerin üçte birinin azaltılmasını önerdiğini açıklamaktadır. Ruh hastalıklarının önlenmesini ve tedavisini teşvik ederek bunu başarmayı planlamaktadır.

Karın ağrısını tedavi etmek

Karın ağrısının üstesinden gelmek gerçekten zor olabilir. Bu nedenle, sürekli karın ağrısından muzdaripseniz, endişe seviyenizi düşürmeniz tavsiye edilir, zira semptomlarınızın nedeni endişe ve stres seviyeniz olabilir. Uzun süreli semptomlarınız varsa, yapılacak en iyi şey, nedeni ve doğru tedaviyi tanımlayabilecek bir uzmana danışmaktır. Genel olarak, endişe hazımsızlığa ve akut bir mide ağrısına neden olur. Bu durum genelde zamanında tespit edilememektedir. Karın ağrısı, günlük bir kaos içinde yaşamanın bir sonucudur. Yaşadığınız kaygılar vücudunuzu etkiler.

“Ruh sağlığı küresel bir insani ve kalkınma önceliği olmalıdır ve bu her ülke için geçerli olmalıdır.”

– Arthur Kleinman

Mide ağrısı kronik hale geldiğinde, hasara yol açar. İyi uyuyamazsınız, sindirim sisteminiz bozulmaya başlar ve zihinsel durumunuz olumsuzluklara açık olur.

Bir rahatsızlık hissetmeye başladığımızda, bir uzmana gitmek en iyisidir. Kısacası, mide ağrısı veya başka türlü rahatsızlıklar, herhangi bir anormalliğin tespit edilebilmesi için zamanında tedavi edilmesi gereken bir uyarıdır. Bu fiziksel dengesizlik, tüm vücudumuzdaki sistemleri etkileyecektir. Genel refahımızı etkileyen bir rahatsızlığa neden olacaktır. Mide ağrısı, yaşamımızda değiştirmemiz gereken bir şeyin olduğuna dair bir işaret olabilir. Bu değişiklikleri yapmadığımız takdirde sağlığımızı yitirme riskiyle karşılaşabiliriz.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Huzursuzluk, diken üstünde hissetme, kolay yorulma, konsantrasyon güçlükleri, sinirlilik, kas gerginliği, uyku problemleri… Bu belirtilerin sizde de olduğunu düşünüyor musunuz? Öyleyse Yaygın Kaygı Bozukluğu sorununun (YKB) sizde var olup olmadığını anlamak için konuyu biraz daha detaylı ele alalım. Ancak öncelikle ‘endişe’ ve ‘kaygı’ kavramlarını anlamakla işe başlayalım.

Endişe ve Kaygı Nedir?

Türkçede birbiri yerine kullanılan bu iki kelimenin anlamları aslında farklıdır. Endişe bir düşünce, kaygı ise bir duygudur. Endişe, gelecekte olma ihtimali olan olumsuz durumlar ve sonuçları hakkındaki düşüncelerimizdir. Örneğin ‘Ya kovulursam, borçlarımı nasıl öderim?’ ya da ‘Ya tahlil sonuçlarım da kötü bir hastalık çıkarsa, hangi hastanede tedavi olmalıyım’ cümleleri endişe cümleleridir.

Kaygı ise doğuştan gelen, çoğu canlıda var olan, hayatta karşımıza çıkabilecek tehditlerle mücadele etmek ve hayatta kalmak için var olan bir duygudur. Kaygılandığımızda beynimiz vücudumuza ‘kaçma’ ya da ‘savaşma’ tepkileri vermesi için belirli sistemleri harekete geçirir. Örneğin, kalp atışlarınız ve nefes alış verişiniz hızlanır, kan basıncınız yükselir. Kaygı bazen gerçek bir tehditle karşı karşıya kaldığımızda ortaya çıkarken, bazen de ortada gerçek bir tehdit yokken de görülebilir. Kaygıyı bir alarm sistemine benzetirsek, hırsız içeri girdiğinde çalan alarm, bazen de içeriye bir kedi girdiğinde çalabilir. Yaygın Kaygı Bozukluğunu günde birçok kez yanlış alarm veren bozulmuş bir alarm sistemi gibi de düşünebilirsiniz.

Yaygın Kaygı Bozukluğu Nedir?

Günlük olaylar ile ilgili aşırı, kontrol edilemez endişeler duyma haline denir. Bu endişeler kısıtlı bir süre içinde değil, altı aydan uzun bir süre, neredeyse her gün endişeli olma halini yansıtır. Aynı zamanda Yaygın anksiyete bozukluğu tanısı almak için huzursuzluk, diken üstünde hissetme, kolay yorulma, konsantrasyon güçlükleri, sinirlilik, kas gerginliği, uyku problemleri gibi belirtilerin en az üç tanesinin altı aydan uzun bir süre var olması gerekir. Son olarak, endişe ve kaygı belirtileri kişinin yaşamında belirgin bir sıkıntı ve işlevsellikte düşüşe neden olmaktadır.

Diğer kaygı bozukluklarından farklı olarak YKB’da endişeler belirli bir konu ile ilgili değil, yaşama dair her konuyu içerecek kadar geniş bir yelpazeye sahiptir. Örneğin panik bozukluk hastaları panik atak geçirme ile ilgili endişelenirken, Yaygın kaygı bozukluğu hastaları iflas etme, terk edilme, sağlığı kaybetme, sevdiklerine zarar gelmesi, başarısızlık gibi birçok farklı tema ile ilgili endişeden yakınmaktadır. Sürekli olarak en kötü senaryoları zihinlerinde kurarlar ve bu senaryoların gerçekleşmesi durumunda nasıl başa çıkacağını hesaplamaya çalışırlar. YKB’da endişe ve kaygılar aşırı düzeydedir ve durdurulamazlar. Hastalar endişeleri yüzünden sürekli sırtında bir çuval taşır gibi hissederler. Aynı zamanda endişeler çoğunlukla başını yastığa koyduklarında ortaya çıkar. Endişeler, uykuya dalmakta ve uykuyu sürdürmekte güçlüklere ve bu sebeple yorgunluğa neden olur. Yaygın kaygı bozukluğu hastaları sıklıkla gerginlik, boyun ve sırt ağrıları, çene kasılmaları yaşarlar.

Yaygın Kaygı Bozukluğu – Yaygın Anksiyete Tedavisi

Artmış endişe düzeyini azaltmak ve daha kaliteli bir yaşam sürmek için psikoterapi desteği almak faydalı olacaktır. Kaygı problemi yaşayan insanlar çoğunlukla belirsizliğe tahammül etmekte zorlanırlar. Hayat ise belirsizliklerle doludur. Psikoterapide belirsizliğe tahammül etme becerisi geliştirilmeye çalışılır. Buna ek olarak endişe düzeyini azaltmak için bir dizi bilişsel strateji çalışması yapılır. Problem çözme becerileri geliştirilir. Kaçınma ve güvenlik davranışları yerine kaygı veren durumlarla yüzleştirme amaçlı davranış deneyleri yapılandırılır. Son olarak kaygının kökenindeki çocukluk çağı travmatik anıları, anı çalışmalarıyla ele alınır. Bu sayede bataklığın kurutulması sağlanır ve kaygı bozukluğunun nüks etmesi engellenir. Yaygın anksiyete tedavisi mümkün bir sağlık problemidir.

ADEL PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK

John Bowlby tarafından 1958 yılında öne sürülen Bağlanma Kuramı’nın temel varsayımlarına göre bağlanma, dünyaya geldiğiniz andan itibaren anne-babanız ve/veya bakıcılarınız arasında kurduğunuz bağ olarak anlaşılabilir.  Bu yetişkinler, sosyal ve duygusal gelişiminiz için çok önemli hale gelen bağlanma figürleri haline gelir. Elbette, yaşamınız boyunca, anne babanız dışındaki insanlara farklı türlerde bağlılıklar kuruyor ve geliştiriyorsunuz. Bununla birlikte, bu ilk bağlanma genellikle sonraki bağlanma biçimleriniz için zemin hazırlar.

Genel olarak bağlanma dört aşamada gelişir. Bunlar:

  • Doğumdan iki aya kadar: Bağlanma öncesi veya asosyal aşama. Bebek belirli bir bakıcıya özel bir bağlılık göstermez.
  • Altı haftadan yedi aya kadar. Ayrım gözetmeyen bağlanma aşaması. Bu aşamada bebek, sosyal tepkilerini ebeveynlere veya yakın aile üyelerine yönlendirir.
  • Yedi+ aydan itibaren. Spesifik veya ayrımcı bağlanma aşaması. Bu, kritik bir aşamadır. Bebekler, yetişkin bağlanma figürlerinden ayrıldıklarında protesto ederler ve tanımadıkları insanlara karşı korku gösterirler.
  • On+ aydan itibaren. Çoklu bağlanma aşaması. Bebekler diğer bakıcılarla ilişkiler geliştirmeye başlar. Ana bakıcıları ortadan kaybolursa artık korku göstermezler veya öfke nöbetleri geçirmezler.

Güvenli bağlanma olduğunda, bağın iyi olduğu kesinliği de mevcuttur. Başka bir deyişle, her iki taraf da birbirinden en iyisini bekler. Öte yandan, güvensiz bağlanma ile beklenti tam tersidir. Çocuk tarafından beklenen, bakıcısının onlardan vazgeçeceği veya onlara zarar vereceğidir. Bu tür güvensiz bağlanma üç farklı biçim alır. Bunlar aşağıdaki gibidir:

Bu süreç boyunca güvenli bir bağlanma veya tam tersine bir tür güvensiz bağlanma ortaya çıkabilir. Aslında, birçok insan sadece güvensiz bağlanma bağları yaratma yeteneğine sahiptir. Basitçe söylemek gerekirse, bu tür bir bağlanma, bağın korkuyla kirlendiği bağdır. Esas olarak, başkalarıyla ilişkilerde geri çekilme veya karışık duygular, bağımlılık ve reddedilme olarak ifade edilir.

Çoğu psikolog, güvensiz bağlanmanın erken çocuklukta başladığına inanır. Bu nedenle, insanların kendi çocukluklarında güvendikleri figürlerle veya insanlarla bu tür bir bağlanma örüntüsüne sahip olmalarının bir sonucu olma eğilimindedir. Bu ilk bağlantılar daha sonra kurulacak olanların temelidir.

” Hayat kendini bulmakla ilgili değil, kendini yaratmakla ilgilidir.”

-George Bernard Shaw-

Güvenli bağlanma olduğunda, bağın iyi olduğu kesinliği de mevcuttur. Başka bir deyişle, her iki taraf da birbirinden en iyisini bekler. Öte yandan, güvensiz bağlanma ile beklenti tam tersidir. Çocuk tarafından beklenen, bakıcısının onlardan vazgeçeceği veya onlara zarar vereceğidir. Bu tür güvensiz bağlanma üç farklı biçim alır. Bunlar aşağıdaki gibidir:

Dağınık Bağlanma

Düzensiz ve güvensiz bağlanma, çocukluklarında bir tür istismara maruz kalmış kişiler için son derece tipik olan bir bağ türüdür. Bu sizseniz, muhtemelen endişeli anlarda desteksiz ve yalnız kaldınız. Ayrıca, bakıcılarınız sizi korkutmak için fiziksel cezaya başvurdu. Aslında, muhtemelen bakıcılarınızın da kararsız bir tutum sergilemelerine maruz kaldınız. Sonuç olarak, görevi sizi korumak olanlardan ne bekleyeceğinizi asla bilemezdiniz. Bazen sevecenken bazen de, ortada hiçbir sebep yokken, aniden saldırgan veya ihmalkar hale geldiler.

Eğer böyle bir ebeveyniniz varsa, aynı kalıbı bir yetişkin olarak kendiniz de sık sık tekrarlarsınız. Düşünceleriniz ve duygularınızın yanı sıra eylemleriniz arasında tutarlılığı sürdürmek için yeterli sabitliğe sahip değilsiniz. Boyun eğmekten saldırganlığa, yakınlıktan uzaklığa şaşırtıcı bir kolaylıkla geçersiniz. Ayrıca, sorununuzun ne olduğunu anlamıyor gibisiniz. Başkalarıyla olan ilişkiniz son derece rahatsız edici hale gelirse, genellikle duygusal olarak tamamen bağlantınız kesilir ve bir robot gibi davranmaya başlarsınızBu, ıstırabınızla başa çıkmanın yanlış bir yoludur.

Güvensiz ikircikli bağlanma

Güvensiz ikircikli bağlanmanın temel özelliği, bir ilişkinin iniş çıkışlarını deneyimlediğiniz yoğunluktur. Tüm güvensiz bağlanma durumlarında olduğu gibi, bunun nedeni çelişkili ebeveynlere sahip olmaktır. Onlardan ne bekleyeceğinizi asla bilemezsiniz. Güvensiz ikircikli bağlanma tarzınız varsa, başkalarıyla olan bağlarınızı sürdürmek için gerçekten güçlü bir ihtiyaç duyarsınız. Ayrıca sevgiye çok ihtiyacınız vardır. Gerçekten de, başkalarıyla olan ilişkileriniz son derece yoğundur. Ancak, bağımlısınız ve onay arıyorsunuzdur. Ayrıca reddedilmeye karşı aşırı hassassınız.

Bir ilişkiye girdiğinizde, her zaman bir şeylerin yanlış olduğunu düşünme eğilimindesiniz. Aslında, problemlere çok fazla önem veriyorsunuz ve ilişkinizin olumlu yönlerine çok az önem veriyorsunuz. Aslına bakarsanız, tüm ilişkiler size ıstırap verir. Bu nedenle, genellikle kaçış/kaçınma davranışlarına girersiniz. Örneğin, bağımlılıklar, kendine zarar verme ve benzeri davranışlar.

Güvensiz kaçınan bağlanma

Güvensiz, kaçınan bir bağlanma stiliniz varsa, en belirgin özelliğiniz başkalarıyla yakın ilişkiler kurmakta güçlük çekmenizdir. Ayrıca, bunu yapamadığınız için derin bir duygusal acı hissedersiniz. Sıklıkla yanlış özerklik geliştirirsiniz. Bağımsızsınız ama aynı zamanda birinin size duygusal olarak yakınlaştığını hissettiğinizde derin bir endişe duyarsınız. Genellikle kendi duygularınızı tanımakta zorlanıyorsunuzdur. Örneğin, bazen bir şeyle ilgilendiğinizi söyleyeceksiniz ama gösteremiyorsunuzdur. Bunun tersi de olur. Bir şey veya biri size hiç çekici gelmezken, davranışınız tam tersini anlatır. Bunu bilerek yapmıyorsunuz. Duygularınızı tanımlamakta zorlanıyorsunuz.

Kural olarak, güvensiz kaçınmacı bağlanma, bakıcılarınızdan güçlü bir duygusal mesafe ile karakterize edilen bir yetiştirmeden kaynaklanır. Destek, ihtiyaç duyduğunuzda bile reddedilmiştir. Ebeveynleriniz, sorumluluk veya sizin için benzer bir şeyi teşvik ettiği için mesafelerini haklı çıkarmış olabilir. Ancak gerçek şu ki, böyle büyüdüyseniz, başkalarına güvenmiyorsunuz. Size destek veya yardım edebilecek kimse olduğunu düşünmüyorsunuz. Tüm güvensiz bağlanma biçimleri, özellikle duygusal yaşamda sınırlamalar anlamına gelir. Yine de, bu ilişkisel kalıbı tersine çevirme olasılığı var. Bunu, davranışınızı, nedenlerini ve sonuçlarını tanıyarak yapabilirsiniz. Bu şekilde sorunun üstesinden gelebilir ve çok daha dolu bir duygusal yaşam sürdürebilirsiniz.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

İlişki Problemlerini Anlamak: Terk Edilme Şeması

İlişki insanın en temel ihtiyaçlarından biridir. Bağlanma, sevme-sevilme, güvenmek, saygı, sorumlulukların paylaşımı, eğlenme gibi temel duygusal ihtiyaçlarımızı giderebildiğimiz ilişkiler sağlıklı ilişkilerdir. Anne-baba ile çocuğun kurduğu ilişkide doyurulması beklenen bu ihtiyaçları yetişkin olduğumuzda romantik partnerimiz ile karşılarız. Bu anlamda romantik ilişkiler kişinin özünü onarıcı etkiye sahiptir ve yaşam kalitesini yükseltir. Ancak ilişkiler bazen ne yazık ki yıkıcı bir örüntüye sahip olabilir…

İlişkilerinizde hep benzer bir döngüde kendinizi bulduğunuz oldu mu hiç? Sorunlu bir davranış olduğunu bile bile yine aynı şeyi yaptığınız? Mesela romantik ilişkilere kendinizi tamamen kapattığınız, terk edilmekten korktuğunuz için ‘gitme’ diye yalvardığınız, hızlıca ayrılma kararı aldığınız, ayrılma kararınızın kesin olduğundan eminken yine kendinizi onun kollarında bulduğunuz, mutsuz olduğunuz konulardan bahsedemediğiniz, ilişki bitmesin diye fazlaca fedakarlık yaptığınız, ya da ayrılmanız gerektiğini bildiğiniz halde ayrılamadığınız?

Kimileri bunları aşkın büyüklüğünün göstergesi olarak tanımlıyor. Bilimsel çalışmalar ise bu yıkıcı davranışların ‘terk edilme şemasından’ kaynaklandığını ileri sürüyor.

Terk Edilme Şeması Nedir?

Bir kişinin yakınlık kuracağı kişiler tarafından terk edileceği ile ilgili aşırı korku duyması hali diyebiliriz. Zaman zaman tabii ki herkes bunu düşünebilir, ancak terk edilme şemasına sahip bir kişinin çoğu ilişkisi bu düşünce ekseninde seyreder. Bu şema da diğer şemalar gibi çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan olumsuz deneyimler ile gerçekleşir. Örneğin kendisine bakım veren, ya da sevilen bir yakının kaybı, zaman zaman ortadan kaybolması ya da tutarsız davranışları bu şemanın gelişmesine neden olabilir. Çocuklukta terk edileceği ile ilgili korku yaşamış kişiler yetişkinlik yaşamında da benzer duyguları romantik ilişkilerinde deneyimleyebilir.

Kaçabilirsin Ama Saklanamazsın…

Tehditle başa çıkmak için insanlar üç strateji kullanır: Kaçma, savaşma ve donakalma. Terk edilme tehdidi ile başa çıkmak için benzer stratejiler kullanırız: kaçınma, aşırı telafi ve teslim. Kaçınma, şemanın üreteceği kaygıdan uzak olmak için farkında olmadan yaptığımız eylemlerdir. Örneğin bir kişinin romantik ilişkilerden uzak durması bir kaçınma davranışıdır. Aşırı telafi ise şemanın üreteceği olumsuz duyguyu reddetmek halini içerir. Örneğin partneri kendisinden uzaklaştığında ona yapışma, onun için aşırı fedakarlık yapmak bir aşırı telafi davranışıdır. Teslim olma ise farkında olmadan şemanın komutunu uygulama halidir. Güvenilmez, kendisini terk edecek partnerler seçmek terk edilme şemasında teslim davranışı örneğidir.

Bu üç stratejinin temel problemi, şemanın kehanetini doğruluyor ve şemayı sürdürüyor olmasıdır.

“Onun için her şeyi yaptım, yine de beni terk etti” ifadesindeki anlam hatasını bulalım mı ne dersiniz?

Zihninizde bir ilişkinin temel motivasyonu o ilişkinin bitmemesi üzerine kurulduğunda, tüm enerjinizi bunun için harcarsınız. Karşınızdaki gitmesin diye duygularınızı olduğu gibi ifade edemez, doğal olmaktan çıkarsınız. Kendi ihtiyaçlarınızı yok sayar ve onun için fedakarlıklar yaparsınız. İlişkinin denge mekanizmaları bozulmaya başlar. Eğim hep öteki tarafa yönelmeye başlayınca, bu yük ona da ağır gelmeye başlar. İki kişi de ilişkide doğal hissedemediğinde ilişkinin doyumu azalır ve bitme noktasına gelir. Nihayetinde “terk edileceksin” kehaneti doğrulanmış olur. Burada sergilenen aşırı telafi davranışları ilişkiyi değil, şemayı güçlendirir. “Bak işte, terk edileceksin demiştim sana, bir dahaki sefer daha dikkatli olmalısın” der şema. Bu deneyim bir sonraki ilişkide terk edilmenin ilk sinyalini aldığında daha çok paniklemeye ve aynı işlevsiz döngünün devam etmesine neden olur.

Şema Döngüsünden Çıkmak

Terk edilme şemasının getirdiği inancın aksine bakmak lazım bir de. Belki ilişki bir gün biter, belki de sonsuza dek mutlu yaşanır, bunun cevabını kimse bilemez. Ancak yaşandığı süre içinde sürekli bir kaygı içinde olmak, daha olmadan o hazin son üzerine düşünmek ve onu yaşamanın ne faydası var? Yaşanan günlerin tadını çıkarmak varken bu eziyete ne gerek var diye sormalı insan.

Buna ek olarak ilişkinin en temel iki dinamiği iletişim ve sorumlulukların paylaşımıdır. Yani iki kişi olumlu olumsuz çoğu şeyi özgürce konuşabilmeli, ve o ilişki için birbirine yakın oranda çaba göstermelidir. İlişkiden beslenmek varken kendini feda etmek mutluluk getirir mi? Koşulsuz biçimde sevildiğini bilmek varken, olumsuz bir söz söylediğinizde terk edileceğinizi düşünerek bir ilişki yaşamak ne kadar sağlıklı? Zarar veren bir ilişkiyi bir türlü bitirememek ne kadar güvenli?

Sağlıklı ilişki sonsuza dek süren ilişki değildir. Sağlıklı ilişki içinde güven duygusunu barındıran, çiftlerin iletişim kurabildiği, birbirlerine yardımcı olabildiği, beraber vakit geçirmekten keyif aldığı, birbirlerinin ihtiyaçlarını önemsedikleri bir ilişkidir. Burada odaklanılması gereken konu ne zaman biteceği değil, nasıl yaşandığıdır. Terk edilme şemasının girdabından kurtulup özgür olmak, mutlu ilişkiler yaşamak mümkün. Bu ihtimal kendini keşfetme ve dönüştürme yolunda bir adım atmak ile başlıyor.

ADEL PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK

Güven duygusundan yoksun evliliklerde; aşırı sahiplenme, kısıtlayıcı ve engelleyici tavırlar, sözel ya da fiziksel şiddet eğilimi, terk edilme korkusu, aldatılma şüphesi, kıskançlık, kaygı bozuklukları gibi davranım sorunları olduğu görülmektedir. Bu konudaki önerilerimize kulak verin, deriz! Kişi kendi yaşadığı güven eksikliğinin getirdiği olumsuz duygu durumlarını karşısındaki kişiye yansıtır. Bu tip ilişkilerde özgüveni düşük olan taraf sevgi kaynaklı olduğunu iddia ettiği öfke ve kıskançlık duygularını öne çıkarır. Bu duygu ilişkilere öylesine yapışmıştır ki “Seven insan Kıskanır” türünde deyimlerde bile yer bulabilmiştir. Oysa seven insan kıskanmaz, serbest bırakır. Sevdiği insanın kendine özel alanları ve ilgileri olduğunun bilinciyle hareket eder. Güven eksikliği diğer bir ifadeyle yetersizlik duygusudur. Yetersiz olduğunu düşünen birey, kendisinde olmadığını düşündüğü niteliklerden dolayı beraber olduğu insanın başkalarına ilgi duyabileceğinden endişe duyar. Bir süre sonra da bu endişe duygusu gerçeklik halini alır ve kişinin kendisi de buna inanır. İnançlar da yargıları oluşturur. Beraber olduğu insanı yargılamaya başladığında artık birçok şey geri dönülemez noktaya gelmiştir. Toplumsal baskıların getirdiği bir kabullenicilikle bu evlilik ya katlanılarak sürdürülmeye çalışılır ya da yıpratıcı süreçlerden sonra öfke duygularıyla beraber bitme noktasına gelir. Bu nokta “Ne seninle, ne de sensiz” noktasıdır. Arada çocuklar da varsa evlilik bitirilemez. Bitse bile birbirinin hayatına müdahale devam eder. 

ÖNERİLER Kişiler birbirini tanıdıkça aralarında sağlıklı bir güven duygusu oluşması beklenir. Zaman geçtikçe bu duygunun sağlamlaşması gerekir. Ancak durum aksi yönde gelişmeye başlamışsa, kıskançlık ve aşırı sahiplenme duyguları artıyorsa o zaman ilişki ve kişiler açısından ciddi bir sorun var demektir. Karşısındaki insana yoğun güvensizlik duyguları besleyen kişi aslında durumun kendisi de farkındadır. Ancak bunu kabullenmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bu neredeyse kişinin karakteriyle özdeşleşmiş olduğundan değiştirilemez olduğu düşünülür ve sorumluluk hep başkalarına atılır. Yani, her durumda diğer taraf suçlanır. • Benim istediğim gibi davranmıyor, • Bir yere giderken benden izin almıyor, • Dikkat çekici giyiniyor, • Başkalarıyla samimi oluyor, • Beni sinirlendirecek şeyler yapıyor, • Arkadaşlarıyla ya da akrabalarıyla benden daha fazla ilgileniyor, vb gibi cümleler hep bu özgüveni düşük insanların cümleleridir. 

Bu tarz ifadeler ve davranışlar, karşı tarafı yaralayıcı, bunaltıcı ve benlik duygusunu yok edici sonuçlara yol açar. Güven duygusundan yoksun kişilerle yaşanılan ilişkiler gerçekten zordur ve insanın özgüvenini ciddi olarak sarsar. Hiç kimsenin bir diğer insan üzerinde hakimiyet kurma hakkı olmadığı bilinmelidir. Hele ki bu kişinin kendi güvensizliğinden kaynaklanıyorsa… Bu kişi siz, eşiniz ya da bir yakınınız olabilir. Böyle bir durumda ne yapılabilir? • Yetersizlik duygusunun nereden kaynaklandığı saptanmalı, • Bir takım destekleyici faaliyetler ve çalışmalara yönelinmeli, dikkat başka yerlere kaydırılmalı, • Gevşeme egzersizleri rahatlatıcı etkiler yapabilir, • Yaşanılan duygunun kişinin kendi bakış açısıyla ilgili olduğunun farkında olunmalı, • İlgi duyulan alanlarda çalışmalar yapmak kişinin kendine güven ve başarı duygusunu geliştirir. • Karşılıklı olarak ve yakın aile üyeleriyle konuşularak davranışların sonuçları değerlendirilmeli, • En önemlisi de kontrol edilemeyen duygusal çatışmalarda mutlaka bir uzmandan yardım alınmalıdır. Güvensizlik duygusu çocukluk çağlarına dayandığından sağlıklı bir yapının oluşmasında kişisel çabalar yeterli olmayabilir. Durum tamamen çıkmaza girmeden bir terapistten destek almak oldukça yararlı olacaktır. 

ZEYNEP GÜÇLÜCAN

Terk Edilme Korkusu

‘’Ben kendi halimde mutluyum, nasılsa yine terk edileceğim için yeni bir ilişkiye başlamak istemiyorum, ilişkimde terk edilmemek için partnerimin bir dediğini iki etmiyorum…’’ Bu cümleler, sıklıkla karşılaştığımız ve terk edilme korkusunu anlatan cümlelerdir. Bir taraf ilişkide kalmak isterken, diğerinin yollarını ayırma kararı alması; terk olarak adlandırılır. İlişki sonrası terk edilen kişide çoğunlukla yas dönemi ortaya çıkar. Bu dönemde yalnız kalmak isteme, sosyal ortamlardan uzaklaşma, ağlama krizleri gibi durumların yaşanması normaldir. Ancak bir süre sonra kişi kendini toparlar ve normal hayatına kaldığı yerden devam eder. Bazı kişilerde ise terk, aklının bir köşesinde hep korku halinde kendini gösterir. Romantik veya arkadaşlık ilişkilerinde terk edilmemek için çaba harcar veya kendine göre savunma mekanizmaları geliştirir. Tüm bu sürecin altında kişinin terk edildiğinde hissedeceği duyguları daha önceden tecrübe etmiş olması ve bir daha aynı duyguları yaşamak istememesi yatar.

Terk Edilme Korkusunun Nedenleri

Terk edilme korkusunun sebepleri, bebeklik döneminden itibaren bugüne kadar kişinin yaşadıklarıyla ilgilidir. Kişinin dünyayı anlama noktasındaki bilişsel gelişim sürecinde yaşadığı terk tecrübeleri, gelecek yaşantısında da terk edilme korkusunu tetikleyebilir. Bebeklik döneminde anne memesine çok bağımlı bir bebeğin bir anda memeyle bağının kesilmesi, birey için önemli bir terk tecrübesi olabilir. Kendini bağımlı ve huzurlu hissettiği memeyle bir daha o bağı kuramaması dolayısıyla yaşadığı acı, onun için bir terktir. Bu yüzden de gelecekte kuracağı ilişkilerinde hatırlamasa bile terk düşüncesi, kişiye o günkü acıyı çağrıştırır ve terk edilmek onun için çok büyük anlamlar ifade edebilir. Çocukluk dönemlerinde bir yakını kaybetme, taşınma sonucu bağlı olduğu ev veya arkadaşlarından uzaklaşma, ilgisiz ebeveynler, bir partnerin terk etmesi sonucu yaşanan durumlar; terk edilme korkusunun sebeplerindendir.

Terk Edilme Korkusunun İşaretleri

Terk edilme korkusunun işaretleri, geçmiş yaşantılardaki deneyimler doğrultusunda semptomlar gösterir. Semptomlar sıklıkla aşağıdaki şekilde gelişir;

– Uzun süreli ilişkilerden kaçınmak

– İlişkilerde bağlılık yaşamamaya çalışmak

– Duygusal yakınlık kurmaktan çekinmek

– Yeni insanlarla tanışmayı istememek

– Kimseye güvenmemek

– İlişki içerisinde ayrılık lafını çokça dile getirmek

– Aşırı kıskanç olmak

– Partneri kaybetmemek adına onu mutlu etmeye odaklanmak

– Kendini değersiz hissetmek

– Sağlıksız bile olsa ilişkiye son vermeyi istememek

Eğer terk edilmek sizin için de büyük bir korku sebebiyse mutlaka bir uzmandan destek almalısınız.

Psikolog KEMAL ERBAY EVCİ

Bir iletişimin sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için her iki tarafın da birbirine karşı ilgili olması gerekir. Zaman zaman bu ilginin miktarında değişimler olsa da denge hâlinin korunması, iletişimin seyri için önemlidir. Bazı insanların yaşadıkları çeşitli durumlara verdikleri zihinsel reaksiyonun bir sonucu olarak ilgi açlığı ortaya çıkabilir. Kişi, ilgi bekleme konusunda abartılı bir tavır sergilediğini düşünüyorsa başka insanlardan beslenen bir boşluğa sahip olup olmadığına bakmalıdır. Başka kişilerden ilgi bekleme hâli, masum gibi gözükse de kontrol dışına çıktığında kişiye zarar verebilir. Peki, fazla ilgi istemenin temelinde ne vardır?

Fazla ilgi görme isteği, ilk etapta bir psikolojik problem olarak tanımlanmasa da hayatın akışını etkileyen noktaları hakkında çalışılması gereken bir durumdur. Aşırı ilgi isteme hâli, kişinin kontrol edemediği bir şekilde gerçekleşmeye başlarsa çeşitli psikolojik rahatsızlıklara evrilir. Bu da sosyal yaşantının sekteye uğramasına ve hayat kalitesinin düşmesine sebep olabilir. Abraham Maslow tarafından ortaya konulan İhtiyaçlar Piramidi’nde sevilmek, saygı ve ilgi görmek doğal bir ihtiyaç olarak kabul edilir. Bu durum aşırı bir hâle geldiğinde ise farklı anlamlar taşımaya başlar ve ardında başka durumları gizleyebilir. Gizlenen ana nedenin fark edilmesi ve çözüme kavuşturulması için psikolojik destek alınabilir.

İlgi Açlığı Neden Kaynaklanır?

Herkes alışkanlıklarının getirdiği doğrultuda takdir eder ve takdir görmek ister. Her insanın ilgi ve değer görmeye ihtiyacı vardır. İlgi açlığı, duygusal yemek yeme davranışıyla benzerdir; savunma mekanizmasının bazı boşlukları doldurması için oluşturduğu bir tepkidir. Tıpkı açlık hissinde olduğu gibi gereksinim duyulan miktardan az ilgi aldığınızda ilgi açlığı hissetmeye başlarsınız. Sürecin krize dönüştüğü ilk nokta burasıdır. İlgi açlığına egoizm, onaylanma ihtiyacı ya da geçmişteki bir yara da sebep olabilir. Kişi her koşulda her şeyi kendisine getiriyorsa ve daima kendisinin dinlenmesine gereksinim duyuyorsa egoist olma ihtimali yüksektir.

Bazı insanlar tek başına yaşamaya ve dünyanın merkezine kendilerini koymaya alışıktır. Bu sebeple sadece kendi yaşantılarını anlatma isteği duyarlar. Bu durum, iyi niyetli insanlarda da karşılaşılabilen bir hâldir. Oysa egoist insanlar, hayatlarının iyi gidişatını konuşarak ve başkalarına kanıtlayarak var olurlar. Çevrelerindeki insanların ne anlattığını dinlemek konusunda istekli değillerdir. Uzun süren ilişkileri yürütmekte güçlük çekerler. Kişi kriz anlarında onaylanma ihtiyacı duyabilir. Kendi içinde girdiği gerçekçi olmayan kompleksler, profesyonel yaşamda karşılaştığı zorluklar ve özel hayatında yaşadığı problemler sebebiyle kişi kendinden şüphe duymaya başlayabilir. Tüm bu durumlar kişide özgüven eksikliği ve kendinden emin olmama hâli yaratır. Kişi dikkat çekmek ve yaşadığı tüm endişelerin yersiz olduğunu bir başkasının ağzından duymak ister. Onaylanma ihtiyacı, ilgi açlığından kaynaklanıyor olabilir. Uzun ve zorlu süreçlerden geçerken güvensiz hissedilen anlarda kişi, yaşamının sağlamasını yapmak için etrafındaki insanlara başvurabilir.

Teknolojinin gelişmesi ve sosyal medya mecralarının insan hayatına kanalize olmasıyla birlikte kişi, ilgi isteğini bu mecralardan da karşılamaya başlayabilir. Sosyal medya mecralarında beğenildiğini görmek, kişide hayatının şahane gittiği algısını yaratabilir, ancak gerçeği yansıtmayan bu algı, kişide derin yaralara sebebiyet verebilir. İlgi açlığının temelinde yatan nedenleri keşfetmek ve sağlıklı iletişim kurmak için uzman psikologlardan destek alabilir, online terapi seçeneğiyle sürecinizi mekândan bağımsız yürütebilirsiniz.

İlgi Açlığı Nelere Sebep Olur? 

Kişi, bitmek bilmeyen bir ilgi arayışındaysa bu gereksinimin karşılanması için pek çok hata yapabilir. Örneğin, aile içerisinde yeteri kadar ilgi ve sevgi görmeyen çocuklar, sevilme ihtiyacını sosyal çevreden gidermeye çalışırlar. Çeşitli gruplara dâhil olabilir ve olumsuz alışkanlıklar edinebilirler. Zihin yapıları değişebilir ve hayatlarını başkalarının beğenilerine göre yönlendirmeye başlayabilirler.

Bu durum iletişim geriden masum göründüğünde de sağlıksız sonuçlar verebilir. Örneğin, aile içinde bulamadığı sevgiyi bir arkadaşında bulan kişi, arkadaşını paylaşmak istemez. Kıskançlık gibi yorucu duyguların esiri olabilir ya da arkadaşını takıntı yapabilir. Yanlış kararlar vermeye eğilimin olduğu ergenlik döneminde yaşanan ilgi açlığı, kişinin hayatını şekillendiren hatalara sebep olabilir. Tüm bu durumlara ek olarak, sevgi açlığı yaşayan insanlar tercih yapmazlar. Kendisine ilgi gösteren birine karşı daima açık ve isteklidirler. Kişi, ona ilgi gösteren kişinin kendisi için doğru bir seçim olup olmadığına bakmadığından yaşantısının ilerleyen süreçlerinde beklenmedik sürprizlerle karşılaşabilir.

Kişi sadece doyum yaşamaya odaklandığı için alabileceği zararın bilincinde olmaz. Tüm bu süreçler çoğunlukla hayal kırıklığı ve hüzün ile sonuçlanır. Gençlik döneminin getirdiği zorluklara ek olarak sevgi açlığı yaşayan biri, psikolojik destek alarak yaşadığı süreci kolaylaştırabilir.

İlgi Açlığı Nasıl Kontrol Altına Alınır?

İlgi açlığı ortaya çıktığı andan itibaren kişinin huzurunu ve sakinliğini elinden alır. Bu açlıkla başa çıkmak için ilk olarak kendi yaşantınızın lideri olmalısınız. Karşınızdaki insanlardan bir etkinlik düzenlemesini beklemek yerine bir etkinlik düzenleyerek inisiyatif alabilirsiniz. Böylece ilgi beklediğiniz kişiye bir teklifle gitmeniz, içinde bulunduğunuz süreci yönetmenize yardımcı olur.

Eğlenceli bir insan olmayı istemek ve eğlenmek birbirinden farklı iki durumdur. İlkinde zihinsel faaliyet ağır basarken ikincisinde fiziksel hareket çoğunluktadır. Gerçekleştirdiğiniz aktiviteden keyif aldığınızda bu gözle görülür bir hâle gelir. İnsanlar, hayattan keyif alan ve pozitif enerji yayan kişilere yakınlaşma eğilimi gösterirler. Bu sebeple iyiyi ve güzeli yaşamaya odaklanmalısınız. Böylece arzuladığınız ilgiye kendiliğinden erişebilirsiniz.

Aşırı ilgi beklemek, kişide çeşitli özgüven sorunlarına sebebiyet verebilir. Sorunun gerçek çözülme süreci, kişinin kendisini rahat hissettiği gibi yansıtabildiğinde gerçekleşir. Çevrenizdeki insanlar, sizin kendinizi gördüğünüz gibi sizi görür. Kendinize dair sağlıklı bir bakış açısı keşfettiğinizde problemler çözülmeye başlar. Sevgi açlığını kontrol altına almak için bir uzmandan yardım alabilir ve bakış açınızı çeşitlendirebilirsiniz.

İlgi Açlığı Tedavi Edilmediğinde Ne Olur?

Sevgi açlığı, kontrolsüz bir şekilde çoğaldığında psikolojik problemlere dönüşerek hayatın her alanını etkilemeye başlar. Sevgi açlığı, kişiyi histrionik kişilik bozukluğuna sürükleyebilir. Yaşamlarında sürekli olarak dramatik tavırlar sergileyen ve bu yolla dikkat çekmek isteyen kişiler, histrionik kişilik bozukluğu yaşarlar. Bu kişilerde görülen temel belirtiler şunlardır:

  • İlgi odağı kendileri olmadığında aşırı derecede rahatsız olurlar.
  • Yüzeysel ve hızlı değişen duygular sergilerler.
  • İlgi çekmek için fiziksel özelliklerini kullanabilirler.
  • Ayrıntıdan yoksun bir konuşma biçimine sahiptirler. Bütün cümlelerini karşısındaki kişiyi etkilemek üzerine kurarlar.
  • Duygularını aşırı derecede abartılı şekilde gösterirler.
  • Yapmacık davranırlar.
  • Gösteriş yapmaya yatkındırlar.
  • Çevrelerindeki insanlardan kolayca etkilenirler. Telkine yatkın hâldedirler.
  • Sürekli şatafat ve canlılık talep ederler.
  • Çevrelerine istediklerini yapmak için ısrarlı davranışlar sergilerler. Bu tutum zorlamaya kadar gider.
  • İlgiyi kendilerine çekmek için gereksiz isteklerde bulunabilirler.
  • Konuşma içerisinde sürekli olarak sevilip sevilmediklerinin kontrolünü yaparlar. Terk edilip edilmeyeceklerini sorarlar. Konuşmalar çoğunlukla onay alarak yaşanır.
  • Kıyafet, aksesuar ve makyaj malzemesi gibi ürünlere aşırı para harcayabilir, savurgan olabilirler.

Bu belirtilerden dört tanesini ve daha fazlasını kendinizde ya da çevrenizdeki birinde gözlemliyorsanız psikolojik yardım alabilirsiniz. Sevgi açlığının sizin hayatınızdaki karşılığını bulmak ve öncesinde yaptığınız hatalardan ders alarak hayatınıza devam etmek için online psikolog desteği alabilirsiniz.

MUTLU YAŞAM

İnsanoğlunu belkide en fazla zorlayan ve inciten duyguların başında gelir suçluluk duygusu..örneğin ağır depresyon olgunlarında yoğun suçluluk duygusu gözlenir suçluluk duygusu gözlenir diğer depresyon bulguları yanısıra..alıngandır,aşırı düşünceli ,karamsar ,umutsuz ve takıntılı özellikleri vardır..

Suçluluk duygusu aşırı katı ve yargılayıcı bir super egonun hakim olduğu kişilik yapılarında uygun psikolojik zeminde öne çıkar ve sıkıntı yaratır. Vicdani ve ahlaki açıdan kendine karşı aşırı yargılayıcı tutumlar sergileyen bu kişilik yapılarında şahıs kendine karşı aşırı acımasızdır.Bireyin kendini suçlaması hayatında başkalarına karşı yalnışlar yaptığını düşünmesi ve bu durumdan da kendini affedememesinden köken almaktadır…kişinin kendine karşı sert ve esneklikten uzak tutumu söz konusudur.Ve kendini affedemeyen başkası değil yine kendisidir..

Burada önemli olan, bireyin yalnış yaptığına dair inancıdır.Yalnışın bireyin kendisine veya başkalarına olumsuz etkilerinin olmuş yada olmamış olduğu gerçeği veya başkalarının kişiyi gerçekten suçlamaları esas konu değildir..onların kendisine cidden kırılmış , yada incinmiş olduğunu, onların hayatlarını mahvettiğini düşünür, zarar verdiğine inanır ve berbat hisseder..birde karşı taraf onu haklı yada haksız yere suçlarsa bu onu daha da ezer. Realite de yaşanmış bir olumsuzluk olmasada yada incir çekirdeğini doldurmayacak bir vukuat söz konusu olsa bile kişi için çok büyük bir üzüntü kaynağıdır ve ölesiye kendini suçlu hissetmektedir..ve muhattabı olan kişilerin kendisini asla affetmeyeceklerini düşünür ..suçludur ve cezasını çekmelidir.

Çünkü esasen kendini affedemeyen kişinin kendisidirve kendini kötü hisseder.. suçlanma eğilimini tetikleyici olayı takıntılı şekilde bırakamaz,olanı unutup yoluna devam edemez.. Bazen aslında olan bir şey de yoktur ve yaşamın geneli ,ilişkilerinin tümü ona kendini suçlu hissettirir. Herşeyi ve herkezi çocuklarını ,eşini ,ailesini ,işini mahvetmiştir,başarısız v ümitsizdir..ölmeyi bile isteyebilir.. kendini affettirme yolluna da gidemez..kişinin kendisinin cezayı hakettiğine olan inancı yoğundur Cezalandırmayı da bizzat kendi kendisine yapar. Kendisine karşı acımasız ve katı şekilde yaklaşır..her gün yoğun sıkıntılarla boğuşur, kendisiyle mücadele etmekden yorgun düşer.. .takıntılı düşünceler de duruma eşlik ederse durum daha da ağırlaşır.. Bu durum da suçluluk duygusunu kişiler daha sık yaşar.Ne zaman hata yapsa aynı döngü tekrar eder ,uzun süre hatasını unutamaz ve kendini suçlamaları yoğun olur ve de kendini çok kötü hisseder. Keza kişilerin depresyon geçirdiği durumlarda major depresyon gibi suisit fikirlerin yoğun olduğu tablolarda suçluluk duyguları çok daha ağır ve yoğundur . Şayet siz de kendinizi sık sık suçlu hisseden kişilik yapısına sahipseniz ve bundan canınız yanıyor yaşamınız zorlaşıyorsa ciddi olarak kendinizi ağır yargılayıcı eleştirel yapının nereden kaynaklandığını araştırmak için uzmanlardan yardım almalısınız.…kendinize baktığınız da zaman zaman kendinize öz güvenle ilgili sorunlar yaşadığınızı tüm kişisel geliştirme çalışmaları ,kültürel birikim ve iş başarılarınıza ve toplumda ki var olma çabalarınıza ve ilşkilerinizde tesis etmeye çabaladığınız duruşunuza rağmen kendine güvensizlik hissettiğinizi , ötekinin onayını almadan kendinizi iyi hissedemediğinizi ve kendi seçimlerinizi yapamadığınızı fark edebilirsiniz.. mükemmelliyetcilik ile ilgili derin kaygılar ve gereğini yapamadığınıza inandığınız da ve yeterince iyi olmadığınızı düşündüğünüzde kendinize karşı kızgınlık gelişebilir ve ardından da derin suçluluk duygusu gelebilir..

Neden ise olayları , özellikle olumsuz algıladığınız yaşantıları incinmişliklerinizi ,insanların size yklaşımlarını ve sözlerini aklınızdan atamamak , olanlarla ilgili kendini bir türlü affedememek , sürekli depresif olmaya meyil göstermek ve yine sürekli ve kolayca endişelenir kaygı dolu olma hali söz konusudur… Daima kontrollü olma ihtiyacı olayları ve insanları kontrol ederek kişinin kendi iç dünyasında control edemediği olumsuz duygu ve düşüncelerini bilinçsizce dışarıyı başkalarının yaşantılarını evini çocuklarını eşini özellikle control etmek yöntemiyle kişi ancak dengede kalabilme hali söz konusu olacaktır..
Bazen de gerçekten real olarak yaşamda kişi tarafından işlenmiş mühim bir hata vardır ve akıl ve vicdan sahibi her kimse olarak kişi kendi payına düşen bir özür varsa onu üstlenir sağlıklı bir dozda kendini suçlu hissedebilir ama telafi yollarına giderek onarma çabasına girer üzerine düşeni yaptıktan sonra karşı tarafın da iyi niyetini ve olurunu samimi olarak talep eder ve mümkünse bu uzlaşıyı da alarak olayla ve rahatsız edici bu duyguyla vedalaşarak bu hadiseyi hayatından çıkartır sağlıklı davranış biçimi budur.. ve kişi hayatına devam eder..


Bilinen odur ki bunun aksi ne yaşanan durumlar da aynen aşırı kendini suçlayıcı eleştirel yapı gibi patolojiktir ve kişilik bozukluklarında görülmektedir.. böyle bir durum da ki ileri anti sosyal kişilik bozukluklarında bu duruma rastlanmakta olup,bu tür kişilerin vicdanı duyguları hemen hiç gelişmemiş olup, ahlaki ve insanı normlar gereğince var olan ,acıma ,merhamet etme gibi özelliklerin bu kişilerin kişiliğinde hiç barındırmadığı görülür ve başklarının malını ,menfaatini hatda canını çok ciddi zararlara uğratsa dahi bu kişiler asla, suçluluk dahi duymayacağı bir gerçektir.. Nasıl ki bu yapı kabulü sarsıcı bir durum ise aşırı kendini suçlayıcı yapı da ,keskin sirkenin küpüne zarar olduğu gerçeği nde olduğu gibi aşırıya kaçan öz eleştirel ve acımasız yargılayıcı yapıda öz sevgi ,öz saygı ve öz benlik değerini sarsarak inciteceğinden kişiye zarar verecektir ve doğal değil patolojik psikolojik süreçlerin ve yanlış bir yapılanmanın sonucudur..kişinin yardım ve desteğe ihtiyacı vardır ve de psikolojik yapının incelenmesi ,patolojik kişilik gelişim süreçlerinin incelenmesi ve kişinin ciddi psikolojik destek alması nı icap ettiren bir süreç söz konusu olacaktır..

Uzm. Psk. Dnş. Dr. Derya Eskin

Birinin sosyal medyada başkalarına saldırmasına neden olan şey nedir? Neden bazı insanlar diğerlerine zarar veriyor? İnternet, olumsuz ve kötü niyetli insanlar için nasıl mükemmel bir platform haline gelir? Yorumlarının agresif ve potansiyel olarak saldırgan olduğunu bilen insanlar var, ancak onları yine de eğlenceli buldukları için yazıyorlar. Avustralya Federasyon Üniversitesi Sağlık ve Yaşam Bilimleri Fakültesinden bir araştırma ekibi, bu tür İnternet kullanıcılarının kişilik özelliklerini analiz etmek için bir çalışma yaptı. Bugünlerde onları sosyal medya trolleri olarak tanıyoruz.

Bu şekilde hareket eden kadın ve erkeklerde belirli özellikleri ve sosyal becerileri aradılar. Çalışmadaki trollerin iki önemli kişilik özelliğinde, diğer insanlardan çok daha yüksek puan aldığını keşfettiler: psikopati ve bilişsel empati. Şimdi, bu özelliklerin bize troller hakkında ne söylediğini göreceğiz.

Psikopati: Bu özellik bize sosyal medya trolleri hakkında ne anlatıyor?

Psikopati, antisosyal bir kişilik bozukluğudur. Bugünlerde klinik dünyada çok yaygın bir terim değildir. Sosyopati daha çok kullanılıyor. Bu kişilik bozukluğunun kökeni belli değildir. Bireyin çocukken ne kadar şefkat aldığına bağlı olarak tezahür edebilecek veya etmeyecek genetik bir bileşen var gibi görünmektedir. Uzmanlar ayrıca, ana nedeninin, malformasyon, hastalık veya beyin hasarı nedeniyle frontal lob hasarı olabileceği hipotezini de göz önüne alır.

Psikolog Dr. Robert Hare otuz yılı aşkın bir süredir psikopatiyi araştırmaktadır. Bu bozukluğu olan kişilerin birkaç ortak özelliği olduğu sonucuna varmıştır. Psikopatlar kolayca sıkılır, sürekli uyarılmaya ihtiyaçları vardır ve uzun vadeli hedefler koyamazlar. Manipülatiflerdir ve diğer insanlar üzerinde güçleri ve kontrolleri varmış gibi hissetmeleri gerekir. Psikopatların da birçok narsist özelliği var. Ayrıca ciddi dürtü kontrolü sorunları var ve öfkeyle tepki gösteriyorlar. Bu bozukluğu olan bireylerin sosyal ve ahlaki normları ile ilgili sorunları vardır. Bununla birlikte, genellikle yüzeysel olarak çekici ve uyumlu görünüyorlar.

Psikopatlar kendilerini bir şey zannederler. Başkalarına acı vermek, onlara zevk verir. Bu bozukluk erkekleri ve kadınları etkiler, ancak erkeklerde istatistiksel olarak daha yaygındır. Ayrıca psikopatların empati eksikliği var gibi gözükür, ama durum tam olarak böyle değildir. Neden görelim.

Empatinin karanlık yüzü

Hem duygusal empati hem de bilişsel empati bilişsel süreçlerdir. Bununla birlikte, aralarında önemli farklılıklar vardır ve bunlar beynin farklı bölümlerinin aktivasyonunu içerir. BES (Temel Empati Ölçeği) gibi her bir özel empati türünü ölçen psikometrik testlerimiz bulunmaktadır. Bu testler bir deneğin empati tipini ve seviyesini değerlendirir.

Duygusal empati ayrıca iki kategoriye ayrılır:

  • Paralel: Başka birinin nasıl hissettiğini bilme ve aynı duyguları deneyimleme.
  • Reaktif: Yukarıdaki yeteneklere ek olarak, reaktif empati sahibi insanlar, doğrudan etkilenmiş gibi duygulara tepki verebilirler.

Her iki empati türü de beynin duygusal merkezi olan amigdalayı etkiler. Bu tür bir empatiyi “sıcak” bir empati olarak düşünebilirsiniz. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, sosyal medya trolleri bu tür empatiden tamamen yoksundur.

Ayrıca daha az yaygın olan ve iyi bilinen bir başka “soğuk” empati türü de vardır. Buna bilişsel empati denir ve sosyal medya trolleri yüksek seviyelere sahiptir. Bilişsel empati (bazen “perspektif alma” olarak da adlandırılır) başka bir kişinin duygusal bir bileşen olmadan ne hissettiğini bilme yeteneğidir. Başka bir deyişle, yüksek bilişsel empati sahibi insanlar başkasının acısını çekebilir, ancak bunu hissetmezler. Aslında, bu tür empati sayesinde, sosyal medya trolleri kurbanlarının duygusal acılarını tahmin edebiliyor ve tanıyabiliyor. Sahip oldukları bilgiyi mümkün olan en fazla hasara yol açmak için kullanırlar. Bilişsel empati beynin iki bölgesini etkiler: prefrontal korteks ve posterior parietal korteks. İkisi de muhakeme ve karar alma sürecine dahil oluyor.

Saatli bomba

Bir insanın her iki özelliği de varsa, bu onun mutlaka trol olacağı anlamına gelmez. Kesin olarak bildiğimiz şey, sosyal medya trollerinin zehirli olduğu. Başkalarını zehirlemek zorundalar ve kendilerini anonimlikle koruyorlar. Diğer benzer çalışmalar, bazı konuların sosyal medya trolleri için özellikle çekici olduğunu ortaya koymuştur. Çoğu zaman insanların yazılarını bile okumazlar ya da sadece onlara göz gezdirirler ve amaçlarına uyacak şekilde yeniden yorumlarlar. Trolleri nasıl durdurulacağına dair bir çalışma yok, ancak saldırılarını görmezden gelmek onlara daha fazla güç vermekten kaçınmanın en iyi yolu gibi görünüyor.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Hiçbir dönem, çocukluk kadar yoğun, muhteşem ve hassas değildir. O ilk tecrübeler, yalnızca hayatımızın büyük bölümünde iz bırakmakla kalmaz, hayata bakışımızı da şekillendirir. Bize rehberlik eden, bizimle ilgilenen bakıcı ve ebeveynlerimiz, güvenlik ve bağımsızlık kazanarak büyüyebilmemiz için gelişimimizin temel sütunlarını sağlarlar. Ama bir şeyler ters giderse, mesela şiddet ya da talihsiz durumlar ortaya çıkar ve çocukluğumuzun izlediği yolu yarıda keserse, bunun izi sonsuza dek kalacaktır. Bu bir gerçektir. Çocuklar olarak, henüz kendini savunmayı bilmeyen veya kötülüklerin ve trajedilerin varlığını anlayamayan insanlar olarak, bunu beraberindeki tüm güçlük ve ağırlıkla birlikte sindirmemiz gerekir.

Psikiyatrlar bu durumları ‘prematür stres’ şeklinde adlandırıyor. Bunlar, gelişim ve olgunlaşma sürecimizi büyük ölçüde değiştirecek fiziksel ya da duygusal travmaların yol açtığı olaylar. Aldığımız yaraların izi beynimizde kalacaktır. O yoğun stres ve acı, bizde büyük bir iz bırakır ve yetişkinlik dönemine ulaştığımızda bir tür depresyon geliştirme riskimizi yükseltir.

Çocukluk döneminde şefkat eksikliği: depresyonun en büyük nedenlerinden biri

Bazen çocukluk döneminde taciz ya da kötü muamele gibi talihsiz uç durumlarla karşılaşmak gerekmez. Aile kökü olmadan ya da çocuklarıyla bu mühim bağı nasıl güçlendireceklerini bilmeyen anne babalarla büyümüş çocuklar, çoğu zaman birçok eksik ve kusurla yetişkinlik dönemine ulaşırlar.

Sağlıklı, mutlu ve bütün bir çocukluk geçiren bir çocuk, sevildiğini bilerek büyür ve her adımda, her karar ve başarısızlıkta, ailesinin koşulsuz desteğini alacağını bilir. Öz güvenlerinin gelişimi, çocukların gördüğü şefkatle el ele yürür. Şefkat gören çocuk, kendine dair pozitif bir konsepte sahip olur çünkü şu ana kadar keşfettikleri bunlardır. Ama bunun yerine boşluk, alay ve azar keşfettiyse çocuk, sadece öz güven eksikliği değil güceniklik ve hatta kimseye güvenememe gibi olumsuz duygularla büyüyecektir.

Ona destek olması ve koşulsuz sevgi sunması gerekenler sırtını dönüp kötü bir tutumla davranmışsa, başka bir kişiyle sağlıklı bir ilişkiye ulaşmaları güçtür. Güven eksikliği yaşar ve korku duyarlar.

Zor bir çocukluk dönemini aşmak

Psikiyatrlar ‘biyolojik kırılganlıktan’ söz ederler. Yani geçmişteki bütün bu travmatik ya da negatif tecrübeler, yaşamımıza ve beynimize sinmiştir. Yüksek stres seviyeleri, en derin yapılarımızın çoğunu değiştirip şekillendirebilir ve bütün bunlar bizi daha kırılgan insanlar yapar. Yetişkinlikte depresyondan muzdarip olmaya daha meyilli kişiler yapar. Peki bu, çocukluk döneminde travma yaşamış herkesin depresyon yaşayacağı anlamına mı geliyor? Cevap, hayır. Her birimiz, travmatik geçmişimizle belli bir şekilde yüzleşeceğiz. Belki bazı kişiler için bu geçmiş olaylar, her gün mücadele ederek aşmaları gereken bir şoktur.

Hayatın onlara yeni bir fırsat ve tekrar mutlu olmaları için şans vermesi için benimsemek, kabul etmek ve yüzleşmek durumunda oldukları bir şeydir bu. Ama başkaları için bu biyolojik ve duygusal eğilimler yine de çok ağır bir yük. Mesele yalnızca gitmek bilmeyen bir hatırayla başa çıkmaktan ibaret değildir. Bu durum, dünya ile ilişki kurma şekillerini de etkileyebilir. Kendilerine ve çevrelerindeki her şeye olan güvenlerini yitirebilirler. Arkadaşlık ve ilişkilerini sürdürmekte zorlanabilirler. Şefkat istedikleri hâlde aldatılma ya da incitilme korkusu olmaksızın sevgi ve şefkati kabul edemezler.

Bunlar her gün mücadele edilmesi gereken belli bir tür anksiyete, hipersensivite ve duygusal kırılganlık gösteren profillerdir. Bu durumlarda mutluluk pahalıdır. Peki, bununla nası baş edebiliriz? Elbette emek, irade ve sosyal destekle.  Bütün bu gerçekleri görünce hatırlamamız gereken tek şey, çocukları korumaya devam etmenin önemidir. Asla bir çocuğu, minyatür bir yetişkin yerine koymayın.

Bir çocuk, pozitif duygulara açtır ve koşulsuz sevgi, sözler ve bağlantılara muhtaçtır. Bir çocuk, diğer yetişkinlerin ona neden kötü davrandığını anlayabilecek kapasitede bir yetişkin değildir. Kendilerini savunmaya da güçleri yetmez. Bu yıllarda yaşananlar ömrümüzün sonuna dek hayatımıza işler. Bunu asla unutmayın.

Küçüklere daima iyi bakın ve eğer zor bir çocukluk geçirdiyseniz, mutluluğun hiç kimse için ulaşılmaz olmadığını, bu zor durumları kabullenip aşmak ve yeni bir hayat yaratmak gerektiğini unutmayın.

İlişkiler güzel şeylerdir, ancak bazen karmaşık olabilir. Sağlıklı bir bağlantı kurmayı, bizi mutlu eden ve her şeyden önce öz güven ve karşılıklı güven temelinde büyüyen bir bağlantı kurmayı öğrenmek hiç de kolay değil.

İnsanların ilişkilerde yaptıkları bazı yaygın hatalar, bizi bu tür bir bağlantı kurmaktan alıkoyan şeylerin bir parçasıdır. Gündelik hayatın zorlukları ve karmaşasıyla başa çıkmak için sabır, anlayış ve birlikte çözüm bulma isteği gerekir. İşte bu nedenle, bu hatalardan hangilerini yaptığınızı öğrenmek ve ardından bir çözüm bulmak önemlidir. İlişkilerin zor zamanlardan geçmesi normaldir, ancak bunların üstesinden gelmek (sizin istediğinizi ve mümkün olduğunu varsayarak) büyümeye katkıda bulunur.

Aşağıda ilişkilerde yapılan bazı yaygın hataların neler olduğunu anlatacağız, böylece bu hataları tespit etmeyi öğrenebilirsiniz.

“Yüzleşmek, her zaman yüzleşmek, işte bir problemi aşmanın yolu budur. Yüzleşin!”

– Joseph Conrad

1. İnsanların ilişkide yaptıkları yaygın hatalar: Bireyselliğinizi gözden kaçırmak

Aşktaki büyük paradoks, ilişkide yer alan iki insanın iki olmalarına rağmen, bir olma eğiliminde olmalarıdır.

Bir ilişkide, bağı güçlendirmek ve çatışmayı önlemek için ortak bir kimlik bulma gerekliliği normaldir. Aslında bu olumlu bir şeydir çünkü ortak ilgi alanları, beğeniler ve görüşler, çiftin birbirine daha yakın olmasına yardımcı olur. Ancak bu hedefe giderken yanlış yol alırız. Kişilerden biri diğerini memnun etmek için kendi kimliğini feda eder. Bu ister sevdiğiniz kişiyi kaybetme korkusuyla isterse huzuru koruma arzusuyla yapılıyor olsun, sağlıklı bir şey değildir. Çünkü her iki kişi de kendisine sadık davranmamaktadır. En güçlü ilişki, her insanın kendilerine sadık kaldığı bir durumdur. Aksi halde elimize geçen tek şey, ciddi problemlere neden olabilen bir simbiyozdur.

2. Zayıflıkları gizleme

Dürüstlük temeli üzerine kurulu olmayan bir ilişki büyüyemez. Bazen partnerimizin bizi mükemmel görürse seveceğini düşünebiliriz. Bu doğru değil. Gerçek aşk, kendimizi olduğumuz gibi gösterdiğimizde yaşanır. Bizi başka nasıl tanıyacaklar? Başka bir kimlik altında saklanmak, uzun vadede sadece karmaşıklıklara ve hayal kırıklıklarına yol açacaktır. Ve gerçekten, bu tavrın gizlediği şey, derin bir öz-sevgi eksikliğidir. Başka biri gibi davranmaya çalışan bir kişi, sevilmeye değer olmadığını söylüyordur çünkü sevmenin tek yolunun, kendisi değil de bir başkası olmaktan geçtiğine inanıyordur.

3. Alışkanlıklara saplanmak

İlişkilerde yapılan hatalardan biri de, eskiden heyecanın olduğu yere rutinin yerleşmesine izin vermektir. Bu, çift hiç farkına varmadan, kolayca gerçekleşebilir. Her şey sıkıcı bir hâl alır, birisinin yapmak istediği şey, yapılması gereken şey haline gelir. Sadece alıştıkları için. Bir rutinden çıkmak için yapılacak en iyi şey, tam anlamıyla bireysel bir yaşam yaşamaktır. O zaman ilişkimize katkıda bulunabiliriz. İşte bu yüzden yeni şeyler yapmak için bir yol bulmak ve mümkün olduğunda rahat bölgenizden çıkmak önemlidir. Bu zor değil. Sadece biraz irade gerektirir.

4. Spiritüel olarak bağlantınızı koparmak

Maneviyat, hayata ve tüm bileşenlerine verilen önem duygusuyla ilgilidir. İlişki, aşık olmanın ilk aşamalarındayken, aşkın kendisi, her şeyi renklendiriyor gibi görünür. Bu, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda ruhsal olan bir bağlantıdır ve sıradan olanı aşar. Planlar birlikte ortaya çıkar ve her birinin kendi başına derin bir anlamı vardır. Çift, böylelikle yalnızca karşılıklı çekim, arzu ve sevgi ile değil, aynı zamanda yaşamdaki bir veya birkaç hedefle de birleşir. Ancak bu zaman içinde kaybolur. Esasen bu, ilişkilerde yapılan yaygın hatalardan biridir ve hayal kırıklığı ile can sıkıntısına yol açar. Bununla savaşmak için paylaşılan üst düzey hedeflerinizi arada sırada yenilemekten daha iyi bir şey yoktur.

5. Diğer kişiyi değiştirmek istemek

Bu genellikle ilişkide daha sonra ortaya çıkan bir tavırdır. Esasen, diğer kişiden ziyade kendinizden memnun olmamakla ilgilidir. Hayatından memnun olan ve yaşadıklarından duygusal olarak sorumlu olan biri, başkalarını değiştirmeye çalışmaz. Esasen, böyle bir kişi, mutlu olmak için başkasına dayanmaz. Bir ilişki bağımlılık ve kişisel güvensizliklerle doluysa başka bir şey daha yaşanır. İlişki bir günah keçisi haline gelebilir. Problemler ve çözümler bu mercek üzerinden görülür. Bu durum, partnerimizin değişmesi durumunda kendi yaşamımızın iyileşeceği fikrini besler. Ancak böyle olmayacaktır çünkü her kişi kendi mutluluğundan ve kendi kararlarından sorumludur.

6. Kontrolcü davranışların geliştirilmesi

Herhangi bir romantik ilişkide, kişiler birbirlerini öyle ya da böyle “sahiplenme” eğiliminde olsa da, bazen bunun çok kesin sınırlar içerdiğini görmezden gelebiliriz. Ayrıcalıklı olmak, çoğu ilişkide örtülü ve açık bir anlaşma olsa da, bu birinin diğerinin davranışını kontrol etme hakkı olduğu anlamına gelmez.

İnsanların ilişkilerde yaptıkları  hatalardan biri de  sağlıklı ayrıcalık ile bencil sahiplik arasındaki çizgiyi aşar. İşte bu noktada kontrolcü davranışlar ortaya çıkar. Bir kişi, partnerinin onun istediği gibi davranmasını ister. Aksi hâlde, kendilerini tehdit altında hissederler veya kavgaya başlarlar. Bu durumda, hata yapan çift değil, ilişkideki iki kişiden biridir. Güvensizliklerimizle başa çıkmak, başkalarına bunları aktarmamak veya yansıtmamak, her birimizin kendi görevidir.

7. Önemli sırları gizlemek

İlişkinin her bir üyesinin, aralarında ne kadar güven ve yakınlık olursa olsun, kendilerine sakladıkları şeyler vardır. Bu sağlıklı bir şeydir. Bireyselliğin korunmuş olduğu anlamına gelir. Bununla birlikte, her ikisini de ilgilendiren ve dolayısıyla gizlenmemesi gereken konular vardır. Bu tür konuların gizlenmesi durumunda, muhtemelen daha ciddi bir sorun vardır, çünkü bu bir manipülasyon ve güven ihlali girişimidir. Ayrıca ciddi bir iletişim probleminin belirtisidir.

Her birimizin problemleri olduğu gibi tüm ilişkilerin de problemleri olduğunu unutmamalıyız. Ardı ardına bazı güçlüklerle uğraşmak zorunda kalmak normaldir. Gerçek şu ki bu engeller her zaman bir şeyin yanlış olduğunu göstermez. Çoğu durumda, düzeltebileceğimiz küçük sorunlar vardır. Önemli olan. İnsanların ilişkilerde sıkça karşılaştıkları hatalar var ve bu çok doğal. Fakat her iki kişi de bu hataları tanımlamayı ve nasıl çözeceklerini düşünmeye yeterince istekli olmalıdır.

.Psikolog Gema Sánchez Cuevas.

Kişilerarası duyarlılığa sahip kişiler, başkalarının sözlü olmayan sinyallerini nasıl okuyacaklarını bilirler. Ayrıca tutumlarını, arzularını, niyetlerini ve duygularını da anlarlar. Bu, kendi fiziksel ve zihinsel sağlığımıza geri dönen bir yeterliliktir.

Kişilerarası duyarlılık, başkalarının sözlü olmayan dillerinden bilgi almanıza izin veren bir yeterliliktir. İhtiyaçlarının, ruh hallerinin ve psikolojik gerçeklerin farkında olmayı içerir. Bu tür becerilerin empati etiketine dahil edilebileceğini düşünebilirsiniz. Ancak gerçekte kişilerarası duyarlılık bu boyutun çok ötesine geçer.

Kişilerarası duyarlılık uygulayan insanlar, sosyal ilişkiler dünyasını yönetmede daha iyidir. Bunun nedeni, başkalarının niyetlerini fark etmeleri ve sezmeleridir. Bu nedenle, ya yardım etmek, risklerden kaçınmak ya da daha zenginleştirici ve üretken ilişkiler kurmak için buna göre hareket edebilirler. Sonuç olarak, kişilerarası duyarlılığın duygusal zekanın özünü oluşturduğunu öğrenmek muhtemelen sizi şaşırtmayacaktır. Bu, psikolojik iyi oluş üzerinde de büyük etkisi olan psikososyal bir değişkendir. Aslında, düşük duygusal zeka kontrolünün majör depresyon ve şizofreni ile nasıl ilişkili olduğunu destekleyen araştırmalar vardır.

Kişilerarası duyarlılığı iyi olan insanlar, iş tatmini ve liderlikte mükemmeldir.

Kişilerarası duyarlılık

Hepimiz, başkalarının durumlarını, tutumlarını ve ruh hallerini genel olarak değerlendirebilmemizi sağlayan temel psikolojik yeterliliklere sahibiz. Ancak, bu yeteneğe sahip olmamıza rağmen, hepimiz onu aynı şekilde geliştirmiyoruz.

Nitekim, sosyal ve duygusal boyutları ele alma ve anlama konusunda büyük becerilere sahip bazı insanlar var. Öte yandan, bu tür yetenekleri büyük ölçüde geliştirmesi gerekenler var. Yani, kişilerarası duyarlılığı, başkalarının ne hissettiğini, ne düşündüğünü, kişiliğinin ne olabileceğini, ihtiyaç ve beklentilerini belirleme kapasitesi olarak tanımlayabiliriz. Falcı olmayı içermez. Aslında sözel olmayan sinyaller yoluyla bir dizi değerlendirme yapmayı içerir. Örneğin, jestler, ses tonu, duruşlar, hareketler, giyinme şekli ve benzerleri buna dahildir.

Ottawa Üniversitesi (Kanada), bugüne kadar sözel olmayan davranışlara çok az ilgi gösterildiğini vurgulayan bir araştırma yaptı. Bununla birlikte, gerçekte, bu tür bir dil ve onun anlayışı, hem sosyal alanda hem de organizasyonlar içinde büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla tüm bu kodlara karşı duyarlı olmak, duygusal zekanın gelişmesinde belirleyicidir.

Kişilerarası duyarlılığın bileşenleri

Sözlerin ötesini görmek ve mesajı anlamak için dili aşan bir şekilde insanı deşifre etmek… Kim böyle bir yeteneğe sahip olmak istemez ki? Daha önce de belirttiğimiz gibi, hepimizin geliştirebileceğimiz temel duygusal becerileri vardır (Mayer, Salovey, Caruso). Ancak bunu yapabilmek için öncelikle kişilerarası duyarlılığı hangi bileşenlerin oluşturduğunu anlamamız gerekir:

  • Davranışsal duyarlılık: Çevremizdeki insanların davranışlarını, tutumlarını ve eylemlerini anlamak.
  • Duygusal duyarlılık: Başkalarının duygularını ilişkilendirmek ve anlamak ve buna göre hareket etmek.
  • Sosyal duyarlılık: İnsanların ihtiyaçlarının, düşüncelerinin, kişiliklerinin ve inançlarının ne olduğunu deşifre etmek.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, kişilerarası duyarlılık empati ile ilgilidir. Ancak, aynı değillerdir. Örneğin empati, duygusal ve bilişsel bir bağlantıdan yararlanır. Başka bir deyişle, diğerinin ne hissettiğini ve düşündüğünü algılarız. Bununla birlikte, kişilerarası duyarlılık, diğer insanların gerçekleri hakkında doğru ve kesin kararlar vermek için sözel olmayan sinyalleri okur.

Çevremizdeki insanların neye benzediğini anlamak ve tahmin etmek, kendi refahımızın anahtarıdır. Daha mutlu ilişkiler kurmamıza, sorunları çözmemize ve aynı zamanda bizim için verimsiz olabilecek durumlardan kaçınmamıza olanak tanır.

Kişilerarası duyarlılıklar ve psikolojik iyi oluş

Kişilerarası duyarlılık ve psikolojik iyi oluş, doğrudan ilişkisi olan iki değişkendir. Ayrıca, duygusal zeka yetkinliğine sahip kişilerin daha düşük bilişsel katılığa ve daha büyük bir iç kontrol odağına sahip olduklarını biliyoruz. Bu, ister çatışmaları çözsünler ister desteklerini versinler, sayısız senaryoda daha yetenekli oldukları anlamına gelir.

Kişilerarası duyarlı insanları tanımlayan diğer özellikler şunlardır:

  • Daha dışa dönük ve bağlantı odaklı kişilikleri vardır.
  • Başarma yeteneği ile birlikte açık ve meraklılardır.
  • Titiz, gözlemci ve hoşgörülüdürler.
  • Empatiktirler. Bununla birlikte, insanların sözlerinden çok jestlere daha fazla dikkat ve güvenilirlik verirler.

Lozan Üniversitesi (İsviçre), kadınların duygusal duyarlılık alanında daha yetenekli olmasına rağmen erkeklerin sosyal ve davranışsal duyarlılık boyutlarında da yetkin olduğunu gösteren bir araştırma yaptı. Bu nedenle, duygusal zeka kapasitesini hepimiz geliştirebiliriz gibi görünüyor. Alıcı olmak ve başkalarının sinyallerini ve davranışlarını okumak, her duruma çok daha iyi uyum sağlamamızı ve tepki vermemizi sağlar. Bu, psikolojik esenliğin anahtarıdır ve aynı zamanda psikolog Howard Gardner tarafından tanımlandığı gibi, kişilerarası zeka üzerinde çalışmamıza izin verir.

Son olarak, yaşam yolculuğunda başarılı ve mutlu bir şekilde ilerlemek için, geleneksel zeka biçimi olarak bildiğimiz şeye sahip olmanın şart olmadığını güvenle söyleyebiliriz. Aslında gerekli olan sadece iyi sosyal ve duygusal becerilere sahip olmaktır. Aslında, kişilerarası duyarlılık, bizi her durumda ileriye götürmeye yardımcı olacak yol gösterici güçtür.

Psikolog Valeria Sabater

İLİŞKİDE ŞİDDETLE İLGİLİ DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR

Her gün yeni bir evlilik ya da ilişki içi şiddet vakasına medya aracılığıyla şahit oluyoruz. Çoğunlukla da bir eşin diğer eşe yani erkeğin kadına uyguladığı şiddeti duyuyoruz. Peki acaba şiddetle ilgili bildiğimiz bazı bilgiler ne kadar gerçek? Araştırmalara göre şiddetle ilgili doğru bilinen yanlışlar neler?

ERKEK DE KADIN DA ŞİDDET UYGULAR

Erkekler ve kadınların ilişkide uyguladığı şiddet miktarını ölçmek için bir araştırma yürüten sosyologlar Straus ve Gelles’in yaptığı araştırmaya göre erkeğin ve kadının şiddetli davranışlarda bulunma sıklığı aynıydı. Ancak New York üniversitesinden Dr. Vivian ve arkadaşlarının yaptığı bir başka önemli çalışmada erkek şiddeti kadın şiddetine göre çok daha fazla zarar vericiydi. Eşleri tarafından şiddete uğrayan kadınlar yaralanıyor ve dövüldükten sonra tıbbi müdahaleye ihtiyaç duyuyordu. İlişkideki şiddet erkeklerin değil ama daha çok kadınların ölümü ile sonuçlanabiliyordu.

Erkeklerin kadınlardan fiziksel olarak daha güçlü olduğu ve erkeklerin şiddetinin yıkıcı sonuçları göz önüne alındığında kadınların erkeklere şiddet uygulamasının ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz. Hatta sanırım hepimiz “kadınlar da erkeklere şiddet uygular” savının hayal edemeyecek kadar yanlış olduğunu biliyoruz. Ayrıca kadınlar tarafından uygulanan şiddetin genellikle kadının kendini savunmak ve korumak amacı ile karşılık vermek olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla sayıca sıklığı eşit gibi görünse de bütün heteroseksüel ilişkilerde şiddet varsa bu çoğunlukla erkeğin kadına uyguladığı bir davranıştır diyebiliriz.

İLİŞKİDEKİ ŞİDDET MADDE VE ALKOL KULLANIMINDAN KAYNAKLANIR

Alkol ve madde kullanımı olduğunda ilişkide daha fazla şiddet olduğuna dair çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaların hiç biri alkol ya da maddenin şiddetin nedeni olduğunu kanıtlayamamıştır. Şiddet uygulayanların alkol ve madde kullanımına eğilimi olduğu da söylenebilir. Pek çok kadın eşinin alkol ve madde bağımlılığı tedavi edilirse şiddetin ortadan kalkacağını hayal eder. Belki bu eşlerin bazılarında tedaviden sonra şiddetin son bulması gerçekleşebilir. Ama bunu genelleyemeyiz. Madde, alkol ve şiddet arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Öncelikle şiddet uygulayan kişilerin bazıları madde veya alkol kullanırken bazıları kullanmaz. Şiddet gösterenlerin alkol ya da madde kullananları her zaman bu etki altında şiddet göstermez. Burada yoğun alkol ya da madde kullanımı nedeniyle zihin durumunda bir transformasyon ve saldırgana dönüşme halinden söz edeceksek de bu bir azınlık için geçerli olabilir. Alkol ve madde kullanımı şiddeti makul göstermek için bir bahane de olabilir.

ŞİDDET UYGULAYAN EŞ ÖFKESİNİ KONTROL EDEMEZ

Hepimiz yaptığımız davranışların bugün ya da geçmişte çevremizden kaynaklanan olayların neden olduğu gönüllü davranışlar olduğunu düşünürüz. Gönüllü bir davranış bir seçim sonucu olur. Farklı seçenekler olabilir birini seçer ve öyle davranırız. Bazı şiddet vakalarında örneğin geçici lob epilepsisi rahatsızlığının şiddetli davranışı tetiklediği görülmüştür. Ya da bazı vakalarda şiddetin başlangıcında bir dürtü kontrol sorunu ve kontrol edilememe olabilir. Ancak vakaların büyük çoğunluğunda şiddet gönüllü olarak seçilen bir davranıştır. Psikolog Dutton saldırı anında saldırganın “disasosiye olduğunu” yani saldırı sırasında bilinç düzeyini değiştirdiğini ve çoğunlukla saldırı anını hatırlamadığı belirtmiştir. Bu da yine çok az bir kitleye aittir. İlişki içi şiddet vakalarının çoğunluğunda erkek şiddet anlarını hatırlamakta ancak ya önemini küçümsemekte ya da sorumluluğunu almaktan kaçınmaktadırlar. Çoğunluğu şiddeti gösterdiğini inkar etmekte ve yalan söylemektedir. Sonuç olarak şiddet vakalarının çoğunda bunun seçilen bir davranış olduğunu ve kontrol sorunu olmadığını söyleyebiliriz

ŞİDDET KENDİLİĞİNDEN BİTER

Şiddet nadiren kendiliğinden biter. Gottman’ın yaptığı çalışmada erkeklerin şiddet gösterme sıklığının zamanla düştüğü ancak hiçbir zaman sonlanmadığı görülmüştür. Seyrek olarak bittiği durumlarda ise duygusal istismar özellikle tehdit etme, korkutma ve kontrol altına alma asla bitmez. Bu konu önemlidir. Çünkü pek çok araştırmacı yalnızca fiziksel şiddeti dikkate alır. Ancak bir kere bile fiziksel şiddet yaşandı ise arkasından gelecek her türlü duygusal şiddet söylemi (tehdit, hakaret, korkutma) fiziksel şiddetle aynı etkiyi sağlar. Eşini korkutarak ve sindirerek kontrol altına alır ve onun boyun eğmesini sağlar. Duygusal şiddet bize fiziksel şiddet orada olmamasına rağmen oradaymışçasına bir etki yarattığını gösterir. Çeşitli vakalarda suç işleme riskine girmeden yani karısına fiziksel zarar vermeden ama duygusal şiddet ile aynı etki sağlandığı görülür. Fiziksel şiddet kadar yaralayıcı ama onun kadar suç değildir?

KADINLAR ERKEKLERİ PROVOKE EDER VE ŞİDDETLE SONUÇLANIR

Bu yanlış bilgi şiddet uygulayanların çoğu tarafından, toplumun pek çok kesiminde hatta bazı uzmanlar tarafından kabul gören bir bilgidir. Bu araştırmalarla belli açılardan ters düşer. Örneğin, erkek genellikle kadının ne söylediğinden ya da ne yaptığından bağımsız olarak şiddet uygulamaktadır. Patronuyla iş yerinde bir sıkıntı yaşayan adam da gelip eve eşine şiddet uygulayabilmektedir. Bazı vakalarda erkeklerin eşi böyle dediği için şiddet gösterdiğini söylediğini görürüz. Hatta böyle ilişkilerde kendilerini suçlayan ve sorumluluk almaya çalışan kadınlar da yaygındır. “Dayak yedim ama bende onu bayağı zorladım, daha iyi konuşmalıydım” gibi. Ne kadar dikkat ederlerse etsinler hiçbir zaman bu daha iyi konuşma becerisine ulaşamazlar. Çünkü şiddet kadının ne söylediğinden bağımsız bir şekilde oradadır. Provokasyon kelimesi ile ima edilen kadının kendi eliyle yaptığının sonucuna katlanmasıdır. Kadınlar kötü bir şey söylediğinde ve erkekler bundan tetiklendiğinde kendilerini istedikleri gibi savunabilirler; eşlerine durmalarını söyleyebilirler, ortamı terk edebilirler, bağırabilirler ama bunların hiç birini değil de şiddeti seçiyorlarsa bu kadından kaynaklı değil şiddeti gösteren erkeğin sorumluluğundadır.

ŞİDDETE UĞRAYAN KADINLAR O İLİŞKİDE KALDIKLARI İÇİN ÇILGIN OLMALILAR

Bu yanlış belki de doğru çünkü istatistikler normal ilişkilerin ilk 5 senede %50 sinin boşanma ile sonuçlandığını gösterirken, şiddet içeren evliliklerin yalnızca %38’i boşanma ile sonuçlanıyor. Bu kadınlar neden ayrılamıyorlar? Sebep sadece ekonomik mi yoksa şiddet görmekten hoşlanıyorlar mı? Hayır. İstismar olan bir evlilikten ya da ilişkiden kurtulmak sandığınız kadar kolay değildir. En büyük korkusu terk edilmek olan ve şiddet gösteren erkeklerden ayrılmak risklidir. Bu ilişkilerde ayrılmakla ayrılmış sayılmayabilirsiniz. Bir diğer neden çocukları varsa ve ekonomik olarak eşlerine bağlı iseler, kadınların pek çoğu ayrılmayı göze alamayabilir. Diğer bir neden uzun bir süre fiziksel ve duygusal olarak kontrol altına alınmış ve sindirilmiş bir kadın yanlış bir inançla eşine ihtiyaç duyduğunu ve ondan kopamayacağını düşünebilir. Bir diğer nedeni pek çok istismar, şiddet, savaş mağduru gibi şiddet gören kadında travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor olabilir. Belirtileri, depresyon, kaygı, kabus görmek, dünyaya karşı duyarsız olmak vb. gibi olan bu rahatsızlık ile ilişkiden çıkıvermek kolay değildir. Bir diğer neden ise kadınların eşlerini sevmeleri ve eşlerinin günün birinde düzelecekleri hayali ile yaşamalarıdır.

SONUÇ OLARAK KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN SEBEBİ NEDİR?

Herkes bu sorunun yanıtını arıyor. Şüphesiz tek bir cevabı yok. Belki de cevabını hiçbir zaman bulamayacağız. Belki tarih, politik ve sosyoekonomik dinamikler kadına yönelik şiddeti bu kadar yaygın kıldı. Yoksulluk, ataerkillik, kadın-erkek ilişkisi ne dersek diyelim yine de bütün erkekler şiddet göstermiyor ve şiddet olan ilişkilerde şiddet gösteren erkeğin ve bu durumun her şeyden bağımsız özellikleri var.

PSİKOLOJİ İSTANBUL

Psk. Dr. Özge Altan Aytun.

Referanslar
Gottman. J. M. Jacobsen. N. When Men Batter Women. New Insights into Ending Abusive Relationship.(1998). SIMON&SCHUSTER.

Gottman çift laboratuvarında ilişkisinde şiddet olan çiftlerle yapılan çalışmalar iki farklı ilişki içi şiddet türü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlardan biri Karakterolojik Şiddettir. Bu şiddet türünde erkek kadından üstündür. Erkek şiddeti kadını kontrol etmek ve korkutmak amacı ile kullanır. Kadın için çok tehlikeli bir durumdur. Bir durumdan bağımsız ve nedeni olmaksızın kısaca “gözünün üzerinde kaşı olduğu” için ortaya çıkabilir. Bu şiddet türünde genellikle erkek kadını duygusal olarak istismar eder ve var olan şiddetten partnerini sorumlu tutar. Ciddi yaralanmalarla hatta ölümle son bulabilir. Burada şiddeti uygulayan fail, uygulanansa kurban durumundadır. Bu çiftlerle asla çift terapisi yapılmaz. Çünkü bu ilişkide çözülebilecek herhangi bir problem yoktur. Kronik şiddet vardır. İlişkinin değişebileceğini erkeğin değişeceğini düşünmek sadece hayaldir.

Diğer şiddet türü ise Durumsal Şiddettir. Evliliklerin % 30 unda evlilikleri boyunca 1-2 defa görülen şiddet türüdür. Karakterolojik şiddetten oldukça faklıdır. Burada bir konuda anlaşamayan ve tartışan çift çatışmanın belli bir noktasında şiddet içeren bir harekette bulunabilir. Kolunu sıkmak, elindekini fırlatmak gibi… Bu davranışlar asla ciddi bir yaralanma içermez. Burada dikkat edeceğimiz şey eşlerin birinin diğerinden üstün olmadığı ve eşlerin korku ve kontrol altında hissetmemesidir. Asla karşıdaki eşi korkutmak ve onu kontrol altına alma amacı ile yapılmaz. Genellikle iletişim ve çatışma becerilerinin eksikliğinden kaynaklanır. Tekrar etmez. Ve ciddi yaralanma ile sonuçlanmaz. Bu durumda çift terapisi yapılabilir. Çiftler çift terapisinde iletişim ve tartışma becerilerini öğrenerek tartışmanın yükselmesini engelleyebilirler.

BÜTÜN ŞİDDET UYGULAYANLAR AYNIDIR!?

Uzmanlar yaptıkları açıklamalarda bütün şiddet gösteren erkekleri hepsi aynıymış gibi tanımlasa da John Gottman’ın yaptığı çalışma bize şiddet gösteren erkeklerin farklı özellikleri olduğunu gösteriyor. Gottman karakterolojik şiddet kapsamında iki farklı şiddet uygulayan grup ortaya çıkarıyor. Bu iki farklı grubun da kendine özgü özellikleri olduğunu saptıyor ve bu özelliklerden dolayı onlara ‘Kobralar’ ve ‘Pitbullar’ adını veriyor.

KOBRALAR

İlişkide şiddet gösteren erkekler arasında en tehlikeli, korkutucu ve kriminal sonuçlar yaratabilecek olan gruptur. Kobra diye adlandırılmasının sebebi bu kişilerin eşlerine şiddet göstermeden hemen önce saldırganlaşmalarına, küfür ve hakaret etmelerine rağmen kalp atışlarının son derece yavaşlaması ve çok sakin olmalarıdır. Bu kişiler tıpkı bir kobranın az sonra saldıracağı kurbanına odaklandığı gibi dikkatini odaklamış ve sakin bir hale geçerler. Yalnız eşlerine şiddet göstermekle kalmaz hayatlarındaki başka kişilere de oldukça şiddetlidirler. Şiddetten zevk aldıklarını ve dürtüsel bir kontrolleri olmadığını söyleyebiliriz. İstedikleri bir zaman istedikleri bir şeyi yapmalarına engel teşkil ederse eşlerini döver ve duygusal olarak istismar ederler. Dövdükten sonra özür dileyebilirler ancak bir özür hissetmezler. Kobraların bir kısmı “psikopat” olarak tanımlanabilir. Pişmanlık ve üzüntü hissetmek veya başkalarının duygusunu anlamak gibi bir kapasiteleri yoktur. Onlara bir şey olmadıkça korku duygusunu da hissetmezler. Eşleri ile yakınlıkları oldukça azdır. Terkedilme korkusu yaşamaz ve asla kontrol edilemezler. Çocukluklarına bakıldığında anti sosyal davranışlar, madde ve alkol kötüye kullanımı, fiziksel ve duygusal istismara uğrama oranı yaygındır. Kobraların eşleri genellikle korku ve depresyon duygusunu yoğun olarak yaşarlar. Onların bu ilişkiden ayrılamama sebeplerini ekonomik yetersizlik olarak açıklamak yetersiz kalacaktır. Hatta çoğu kobra ekonomik olarak eşine bağlıdır. Eşlerinin değişeceğini düşünmeleri ve kobranın ilişkiden bağımsız halleri kadınları bu ilişkiye bağlı tutabilir. Ancak asla değişmezler.

PİTBULLAR

Şiddet göstermeden önce sözel olarak agresifleşmeye başladıkça kalp atışları artan gruptur. Yavaş yavaş baskı kurmaya ve korkutucu olmaya başlarlar. Bu erkekler bize kurbanına saldırmadan önce giderek agresifliği artan pitbulları anımsatır. Pitbulların eşleri kobraların eşleri kadar gözü korkmuş değillerdir. Onlar da eşleri ile tartışmaya girerler. Kobraların tam tersine pitbullar eşlerine bağımlıdırlar. En büyük korkuları terk edilmektir. Kıskançlık paranoyaları ileri boyuttadır eşlerinin onları aldatacağını düşünür ipuçları bulmaya çalışırlar. Kobralardan daha az şiddetli gibi görünse de pitbullarda eşlerinin hayatına kast etme ve öldürme gibi eylemleri gerçekleştirebilirler. Çocukluklarına bakıldığında anti sosyal özellikler görülür ve mutlaka babanın anneye şiddetine tanık olmuşlardır. Kadınların bu ilişkide kalma sebepleri genellikle onlardan kurtulamamaktır. En büyük korkuları terk edilmek olan kobraların ayrılık durumlarında eşlerini yaralama ve öldürme girişimlerinde bulundukları görülür.

Psk. Dr. Özge Altan Aytun

Referanslar
Gottman. J. M. Jacobsen. N. When Men Batter Women. New Insights into Ending Abusive Relationship.(1998). SIMON&SCHUSTER.

Doğum Sonrası Görülen Psikiyatrik Bozukluklar

Gebelik ve doğum önemli biyolojik değişikliklerin yaşandığı fizyolojik bir süreç olduğu kadar, önceki psiko-seksüel gelişim dönemlerine ilişkin bastırılmış ve çözülmemiş çatışmaların yeniden gündeme geldiği karmaşık bir psikolojik süreçtir. Evrimsel olarak bütün canlıların içinde olan üreme ve türünü devam ettirme dürtüsünün davranışsal tezahürüdür.

Doğum sonrası görülen psikiyatrik bozukluklar

Doğum Sonu (Postpartum) Döneme Uyum ve Değerlendirme
Postpartum periyod, âileye yeni bir üyenin katılmasından dolayı yeni bir düzenin kurulduğu bir dönemdir. Bebeğine, postpartum rahatsızlıklara, âiledeki yeni düzene ve vücut beden imajındaki değişikliklere intibak etmek zorunda olan anne için oldukça zordur bu dönem. Gebeliğin son aylarında ve doğum sırasındaki içe dönüklük dönemini takiben loğusanın dış dünyaya atılımı basamaklar hâlinde cereyan eder:
– Doğumdan sonraki ilk birkaç gün anne pasif ve bağımlıdır. Daha çok eylem ve doğum olayı hakkında konuşur, alıcı konumdadır ve kendine dönüktür.
– İkinci günden sonra anne postpartum sürece intibak etmeye başlar, bebeğine yönelmiştir ve anne daha ziyâde verici konumdadır.
– Anne daha sonra loğusalığın ilk haftalarındaki daralmış yaşantısından yeniden duygusal çevre yaşantısına döner.

İşte bu sürecin herhangi bir aşamasında takılma tedavi gerektiren durumlara yol açar. Bu süreçten sonra annelik kimliğinin şeendiği, annelik rolünün kazanıldığı bir dönem gelir.

Annelik kimliğinin şeenmesi doğan her çocukla birlikte ortaya çıkar ve dört safhada gerçekleşir:
1) Gebelikte ortaya çıkan, geleceğe hazırlanma safhasındaki kadın anneliğe ilişkin rol modellerini izler. Özellikle kendi annesi nasıl bir annelik sorusunun cevabı için iyi bir örnektir.
2) Biçimsel safha, çocuğun doğumu ile başlar. Anne, rol modellerinin etkisi altında çevrenin kendisinden beklediği gibi davranmaya çalışır.
3) Biçimsellikten çıkılan safhada kadın anneliğe ilişkin kendi tercihlerini, yâni kendi annelik stilini geliştirmeye başlar.
4) Son safha olan kişisel safha da, annelik rolü kazanılmıştır. Bu safhaya ulaşan anne artık bir anne olarak rahattır ve bu konuda kendi fikirlerine ve davranışlarına sâhiptir.
Annelik rolünün tam olarak kazanılması doğumu takip eden 3–10 ay arasında gerçekleşir. Kadının sosyal desteği, yaşı, kişisel özellikleri, yeni doğanın mizacı ve âilenin sosyo-ekonomik ve kültürel durumu, maddî manevî destek ve köstek sistemleri annelik rolünü kazanmayı etkileyen faktörlerdir.
Doğumu izleyen dönemin kadınlarda psikiyatrik bozukluk riskinin arttığı bir dönem olduğu uzun zamandır bilinmektedir.

Doğum sonrası psikiyatrik bozukluklar üç ana bölümde incelenebilir:
1) doğum sonrası hüznü,
2) doğum sonrası depresyonu,
3) doğum sonrası psikozu.

DOĞUM SONRASI HÜZNÜ (Doğum Sonrası Karamsarlığı)
Doğum yapma, önemli hayat olaylarından biridir. Doğumu takiben, ilk bir haftada yeni duruma ve annelik rolüne adaptasyonla birlikte biyolojik, hormonal dengedeki âni değişiklikle ilgili ortaya çıkan, hafif huzursuzluk, yorgunluk uyumsuzluk, ağlama krizleri ile belirgin bir tablo şeklinde görülür.

Doğum sonrası dönemde depresif duygudurum oranının yüksekliği bilinmektedir. Depresif duygudurum, normâl sayılan bir hüzünlülük (baby blues / maternity blues) hâlinden renkli ve hızlı başlangıçlı psikotik depresyona kadar geniş bir dışavurum gösterir. Doğum sonrası hüznüne yeni anne olan kadınların %50-80’inde rastlanır ve doğumu takip eden ilk 2–10 gün zarfında oluşabilmektedir. Hafif düzeyde de olsa gerginlik, yorgunluk, çocuğunun veya kendisinin sağlığını konu edinen endişeler, ağlama, sıkıntı, dikkati odaklayamama ve uykuya dalmada sorun yâhut sık uyanma görülebilmektedir. Bu durum en yoğun olarak iki gün kadar yaşandıktan sonra, iki hafta kadar sonra düzelir. Belirtiler herhangi bir tedavi uygulanmadan, sosyal destek ve ilgiyle kendiliğinden geçer.

Doğum sonrası hüzünde risk faktörleri:
» Annenin kanında bulunan kortizol düzeyinin yüksek olması,
» Annenin ilk âdetinin yaşıtlarına göre daha küçük bir yaşta gerçekleşmesi,
» Annenin âdetlerinin yaşıtlarına göre daha kısa sürmesi,
» Annenin premenstrüel sendrom hikâyesinin bulunması.

Çevredekilerce yapılabilecekler:
Bu dönemde çevredekiler anneyi rahat ettirmeye çalışmalı, bebek bakımına yardım etmeli, anneye çocuğa çok iyi bakabileceği şeklinde destekleyici yaklaşımları olmalıdır. Eğer annenin rahat ve huzurlu, umutlu, güvenli olması sağlanamazsa, kişide daha ileri bir durum olarak doğum sonrası depresyonu oluşabilmektedir.
Doğum sonrası ilk günlerde gözlenen total plazma triptofanında beklenen normâl artışın gerçekleşemeyişi, gonodotropinler ve diğer hormon düzeylerinin hızla değişmesi, platelet MAO ve plazma cAMP düzey değişiklikleri, platelet adrenoreseptör alanlarının fazlalığı gibi etkenler postpartum hüzünle ilişkilidir.
Doğum sonrası hüznün, doğum öncesi disforinin devamı olduğu, bunda iki önemli risk etkeninin ilk kez gebe olma ile önceden beri premenstrüel sendrom öyküsü mevcudiyeti olduğu düşünülmektedir.
Genelde bu durumun normâl olarak değerlendirilmesi gerektiği, kişiye güven vermenin önemli olduğu vurgulanırsa da, aslında doğum sonrası hüznü duygudurum bozukluğu yelpazesi içindedir ve çok iyi takip gerektirir.

Doğum sorası hüzünde terapötik yaklaşım destekleyici çabaları içerir. Annelere progesteron vermenin doğum sonu hüzünlerini azaltmanın olanaklı olabileceği kesinlik kazanmamıştır.

POSTPARTUM DEPRESYON
Doğum yapan kadınlarda, doğumdan sonraki bir yıl içinde daha sık ortaya çıkabilir. Doğum yapan her 10 kadından birinde gelişen doğum sonrası depresyondur. 2 sene zarfında gelişirse gecikmeli tip denir.
Genellikle doğumdan sonraki 2–8. haftalar içinde başlar ve en az iki hafta en çok bir yıl kadar sürer. Tedavi görmeyen kadınlarda 3 ay ilâ 1 yıl arasında kendiliğinden düzelir. Geriye yönelik epidemiyolojik taramalar ciddi ruhsal ve duygusal hastalıkların ortaya çıkması açısından, postpartum dönemini gebelik dönemine kıyasla 3–4 kez daha riskli olduğunu ortaya koymaktadır. Postpartum döneminin ilk 4 haftası bu açıdan en riskli dönem olmakta, ancak genellikle bu süre 6. aya kadar uzayabilmektedir. Gebelik süresince evlilik gerilimi ve tatminsizliği, istenmeyen hayat olayları önemli etkenler olarak bildirilmiş, bilişsel yatkınlık ortaya konmuş, çocuk bakımına âit beklentilerin ise belirleyici olmadığı yazılmıştır. Ergenlik döneminin biyolojik-psikolojik stresleri bu çağdaki annelerde depresyon oranını, yetişkin annelerden yüksek kılmaktadır.

Doğum sonrası depresyonun sebepleri kesin olarak bilinmemektedir. Hızlı fizyolojik değişikliklerin rolü olabileceği düşünülmektedir, ancak hangi faktörlerin daha fazla sebep olduğu açık değildir.

Bununla birlikte bâzı risk faktörlerini taşıyan kadınlarda doğum sonrası depresyonun daha sık görüldüğü bilinmektedir:

Kadının veya eşinin işsizliği, Sosyal desteğin yetersiz olması, evlilikle ilgili sorunlar, beklenmedik hayat olayları (ölüm, ayrılık vs.),Plânlanmamış gebelikler, Çok doğum yapmış olma, Daha önceki gebeliklerde depresyon geçiriliş olması, Anne sütü ile besle(ye)meme, Kayıpla sonlanan gebelik ve doğum tecrübeleri,
Erken anne-bebek ayrılığı ve Bebeğin bakımı ile ilgili duyulan kaygılardır.

Ayrıca çocuğun özürlü doğması veya bâzı geleneksel-kapalı toplum yâhut yörelerde çocuğun cinsiyetine yönelik beklenti ve değer yargılarının da depresyon gelişimi açısından önemli bir stres kaynağı olabileceğine ilişkin birçok klinik gözlem vardır.

Ayrıca, bebeğin düşük doğum ağırlıklı olmasının, sezaryenle doğumunun, zor doğumun ve biberonla beslenmesinin yüksek depresyon oranları ile önemli ölçüde ilişkilidir. Evlilik dışı doğum, ölü doğum, âilede psikiyatrik hastalık öyküsü diğer risk etkenleridir. Çocuk doğuran depresif kadınlarda erken gebelik döneminde de yüksek belirti düzeyi ve sosyal uyumsuzluk olur. Doğum sonu ruhsal sorun gösteren 142 annenin %80’inde duygudurum bozuklukları, %6’sında şizofreni gelişir.
Postpartum depresyon düşüncesini sağlayan önemli göstergeler arasında geçmişte psikopatolojik bir durumun olduğuna dâir hikâye, gebelik sırasında psikopatolojik bir durumun ortaya çıkması, evlilik içi ilişkilerde zayıflık, sosyal desteğin az olması, stresli hayat şartları sayılmaktadır. Düşük âile geliri, düşük meslekî statü gibi faktörler daha az etkilidir. Bir çalışmada daha önceki gebelikleri düşükle sonuçlanan kadınların, bir sonraki gebeliğin son 3 ayında daha yüksek düzeyde depresif belirtiler ve anksiyete gösterdiği tesbit edilmiştir. Ayrıca düşüğü takiben 2. kez gebe kalan kadınlarda postpartum ilk yılda daha fazla depresif belirti gösterme eğilimi vardır.

Anne sütü ile beslemenin genel yararları iyi bilinmektedir. Postpartum depresyon açısından ele alındığında ise anne sütü ile beslemenin olumlu ve olumsuz etkileri olabilmektedir. Anne sütü veren kadınlar, kendilerine ayıracak zamanlarının çok az oluşu, emzirme nedeniyle uykusuz kalmaları, ilâç kullanmaları gerektiğinde bebeğe zararı olacak endişesi duymaları gibi nedenlerle kolaylıkla olumsuz ruh hâline girebilirler. Bunun yanında anne sütünün hızla kesilmesinin bâzı hormonal değişiklikler yoluyla depresif belirtileri daha da kötüleştirdiği düşünülmektedir.

Doğum sonrası depresyon sık görülmesine karşın çoğu kez teşhis edilememektedir. Bu durumun başlıca sebepleri kadının olumsuz duyguları nedeniyle kendini yalnız hissetmesi veya utanması, rutin kontrol için çağrıldığı 6. doğum sonrası haftaya kadar doktorla görüşme imkânı bulamamış yâhut hangi doktora başvuracağını kestirememiş olması, yeni doğan bebeğin verdiği heyecanla yakınmalarını dile getirememesi olabilir. Çoğu kadın sorunlarını depresyon olarak idrak etmez, yine çoğu bu konuda destek arayışı içinde değildir. Bu konuda yardım arayışında olan bir kadın da çoğu kez bebeğinin doktorundan bu konuda bir yardım alabileceğini düşünmez. Ağır doğum sonrası depresyonu olan kadınların yalnızca %50’den azı belirtilerini depresyon olarak değerlendirmektedir.

Belirtileri:
Mutsuzluk,
Ağlamaya hazır bir görünüm,
Gelecek için umutsuzluk,
Karamsarlık,
Kendini anne olarak yeterli görememe,
İştahta azalma,
Duygulanımda neş’esizlik, sinirlilik şeklinde aniden değişmelerin olması,
Dikkatini bir konuşma veya konuya odaklayamama,
Kendini geçmiş yâhut bugün için suçlama,
Unutkanlık,
Yorgunluk,
Cinsel isteksizlik,
Başka bir bedensel hastalığı olduğu şeklinde hipokondriyak düşünceler,
İntihar düşünceleri bulunabilmektedir.

Doğum öncesinden doğumdan bir yıl sonrasına kadar olan dönemde kadınların %15 inde görülebilen bir rahatsızlıktır. Daha önceki hâmileliklerinden sonra, bu şekilde bir dönem yaşayanlarda yarı yarıya risk vardır. Hâmilelikte depresyon riskinin en fazla 32 gebelik haftasında olduğu ve riskin doğum sonrasında sekizinci ayda en düşük düzeye indiği saptanmıştır. Kişilerin %60–70’i bir yıl içinde iyileşir.

Doğum sonrası depresyonunda riski arttıran faktörler
Sorunlu evlilikler, sorunlu beraberlikler, kişinin çocukluğunda veya gençliğinde ağır sorunlar yaşaması, doğumun uzun sürmesi, çocuğun doğumu, öncesi ve sonrasında mutluluk veren bir ortamın olmaması, annenin yakın çevresinin kişiye destek olmaması, âdet sorunları, kişinin kadınlığa bakışı, idrak edişi ile ilgili sorunlar önemli risk faktörleridir.

DOĞUM SONRASI PSIKOZU
Yaklaşık olarak 500 kişide 1 oranında görülmektedir. Önceki hâmileliklerinde psikoz tablosu görülenlerde risk 3 kişide 1’e yükselmektedir.
Belirtileri
Uykusuzluk,
Gerginlik,
Baş ağrıları,
Duygusal açıdan aşırı tepkisellik,

Huzursuzluk ve gün içinde sıkça dalgalanan bir ruh hâli ile başlayabilen bu durum kendini her tür kötü olayın sorumlusu olarak görme, doğan çocuğun aslında kendi çocuğu olmadığını, hatta doğumu bile kendisinin yapmadığı, bebekte bir sağlık sorunu olduğu, ona yeterince bakamayacağı ve acı çektirebileceği için onu ya da kendini öldürerek acılara son verme düşünceleri, bebeğini öldürmesi, kurban etmesi yolunda olmayan sesler duyma gözlenmektedir. Kendilerine zarar verileceği, çevrelerinde olan olayların kendilerine yönelik olup, özel anlamları olduğu, haklarında konuşulduğu şeklinde düşüncelerle birlikte olabileceği gibi aşırı neşe veya öfke, yerinde duramama, uyumaya ihtiyaç duymama, kendini çok büyük, her türlü güce sahip ve önemli bir kişi olarak algılama ve bu yönde sesler duyup, ona göre davranma gibi hallüsinasyon ve hezeyanlarla da seyredebilir.

Bâzen nerede olup, ne yaptığını bilememe, yaptıkları ve yaşadıklarını unutma, hatırlayamadığı kısımları kendine göre uydurarak doldurma gibi belirtiler konuşulan konu yâhut içinde yaşanan durumlara uygun olmayan yüz veya diğer vücut lisanı ile cevap verme, Davranışlarda yavaşlama veya saldırganlaşma şeklinde olan değişimler gözlenmektedir. Doğumu izleyen ilk iki hafta içinde başlayabilen bu durum erken dönemde ve yeterince tedavi edilmezse yıllarca sürebilen, tedavisi zor bir hâle dönüşebilir. Rahatsızlığın en üzücü tarafı bu rahatsızlıkta hastaların %4’ünde rastlanabilen bebeğini öldürme (enfantisid veya filisid) davranışıdır. Bu sebeple hastalık kişinin çevresince önemsenmeli ve dikkatli olunmalıdır.

Tedavide anne ve bebeğin güvenliği açısından hastâneye yatırılma, emzirmenin kesilmesi ve ilâç tedavisi, tedaviye cevapsızlık ve ölüm düşünceleri hâlinde EKT düşünülmelidir.

Gerek postpartum depresyon, gerekse postpartum psikoz Psikotik özellikli bipolar bozukluğun (manik depresif hastalığın) belirtisi olabilir ve mutlaka uzman takibi gerektirir!

PRATİSYENLERE VE ÂİLE HEKİMLERİNE DÜŞEN GÖREV NEDİR

Basit ve hafif ilâ orta derecedeki depresyonlarda derhâl uygun dozda antidepresan başlayıp, hastayı yakın takibe alınız; Mutlaka sütten kestiriniz. Mutsuz bir annenin veremeyeceği huzurun telâfisi yoktur ama sütün natifi çoktur.

Eğer yukarıda bahsedilen yönlerde gelişme sezinlerseniz, vak’ayı derhâl psikiyatri uzmanına sevk ediniz.

Sağlık ve mutluluk dileklerimle…

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat

Kadın ve erkek her ne kadar eşit olsa da duygusal ihtiyaç bakımından farklıdırlar. Erkeğin duygusal ihtiyacı güçlü olmak ve güçlü olduğunu hissetmektir. Tarih boyunca erkek güçlü olarak algılanmış ve gücü temsil etmiştir. Bu kadından daha güçlü olduğu için değil, güçle motive olabildiği içindir. Bir biyolojik olgu olan “erkek cinselliği” sosyolojik bir terim olan “iktidarla” özdeşleştirilmiştir. O yüzden erkeğin cinsel yetersizliği “iktidarsızlık” olarak adlandırılır. Bir erkekte güçlülük duygusunu evlenene kadar annesi, evlendikten sonra da eşi belirler. Bu duygusu yeterince beslenememiş erkek kompleksli, güçsüz ve mutsuz bir erkek olur.

Sürekli müdahale eden, ikaz eden, eleştiren, hor gören, küçük gören ya da aşırı korumacı ve kollayıcı davranan annelerin erkek çocukları kendilerini duygusal açıdan yeterince “erkek” hissedemezler. Böyle annelerin çocukları, çatışmaları çözülmezse ömür boyu küçük düşme, rezil, başarısız ve iktidarsız olma kaygısını yaşarlar. Bu erkekler evlendikten sonra bir türlü kendileri gibi olamazlar. Anne güdümünde davranmaya meylederler. Eşlerinin karşısında tutarlı, sorumlu ve kararlı davranamazlar. Evliliklerini yönetmede sorun yaşarlar. Pasif ve çekinik kalırlar. Evlendikten sonra annenin rolü birazcık eşe geçer. Ama bu rol annelik rolü değildir. Erkeğin duygusal ihtiyacını karşılama rolüdür. Eşine müşfik, sevecen, destekleyici ve motive edici davranan, yaptıklarını onaylayan ve ona ihtiyaç duyduğunu hissettiren kadınların eşleri çok mutludurlar. Kendilerini güçlü ve işe yarar hissederler. Sorumluluk almaktan kaçınmazlar. Paylaşan ve değer veren bir erkek olurlar.

Ancak eşlerini sürekli eleştiren, babalarıyla veya başkalarının eşleriyle kıyaslayan, yaptıkları hiçbir işi beğenmeyen, beklentiyi yüksek tutan, aşırı serzenen kadınlar, mutsuz ve doyumsuz bir erkek yaratırlar. Bir erkek akşam evde elinde kumanda “zapping” yapıyor ve bir kelime bile konuşmuyorsa, sorumluluklara karşı duyarsız kalıyorsa, eve geç geliyor ve işinden başka bir şey düşünmüyorsa kadının kendisini gözden geçirmesi gerekir. Bu durum sadece eşin ihmaliyle açıklanamaz. Olumsuz tutum erkeği küstürür, kötü, eksik ve yetersiz hissettirir, kaçmasına ve kapanmasına sebep olur.

Aldatmanın da Altında Olumsuz Tutum Yatabiliyor

Aldatmak hangi sebeple olursa olsun hoş görülecek bir durum değildir. Ahlak dışı bir davranıştır. Ancak aldatmaların bir kısmında kadının davranışı da etken olabiliyor. Aldatan birçok erkek eşlerini sevmediği için aldatmıyor. Kendilerini yetersiz hissettiklerinden bu eylemi gerçekleştiriyorlar. Yetersizlik duygusu erkeği başka kadınlarla erkekliğini ispat ederek güçlü hissetme arayışına sürükler.

Kadınlara Öneriler

  • Beklentilerinizi eşinizin sorumluluk profiline göre ayarlayınız. Bu hem sizi hem de eşinizi rahatlatacaktır.
  • Hep eleştirmek, hep serzenmek sıkıntı doğurur.
  • Eşinize ihtiyaç duyduğunuzu, sevdiğinizi, gerek cinsellik gerekse kişilik olarak güçlü gördüğünüzü söyleyin
  • Hep yapmadıklarıyla karşısına çıkmayın. Yaptıklarını da söyleyin
  • Onun isteklerine uymayı ihmal etmeyin. Mesela her zaman olmasa da bazen maç izlemesine eşlik edin.
  • İyi bir baba, iyi bir eş olduğu vurgusunu yapın.
  • Hep sorunları paylaşmayın. Bu sizi “sadece sorunları paylaşan iki kişi” şekline dönüştürür. İlişkinin tadı tuzu kalmaz.
  • Kimseyle kıyaslamayın.

DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Hepimiz bir şekilde sosyal medya platformlarında “kişiyi engelle ya da sil” seçeneğine tıklamışızdır. Kimi zaman bu eylem faydalı ve hatta gereklidir. Ancak bu tür bir davranış biçiminin, bir aşk ilişkisini ya da bir arkadaşlığı bitirmek için soğuk strateji olarak kullanıldığında faydalı olduğunu söylememiz pek de mümkün değildir. Öyle ki herhangi bir açıklama yapmadan, sadece tek bir dokunuşun kişinin sizin için yok olması, araya mesafe koymanız ve onu sessizleştirmeniz anlamına geldiği bir gerçektir.

Beğensek de beğenmesek de sosyal medya platformları aslında gerçek hayatımızın birer yansıması niteliği taşımaktadır. Bunun da ötesinde yapılan her like, yazılan her sözcük ya da yüklenen her fotoğrafla kişiliğimize ilişkin bir fırça darbesi daha vurmuş oluruz. Aslında bu sanal algoritmalar, ruhumuz ve davranışlarımızın birer yansıması durumundadır. Bu tür programları geliştirenler bunu bilirler ve biz de esasında bizler de bunun farkındayız. Bu nedenle, bu tür senaryolarda olup biten hiçbir şey aslında bir tesadüf sonucu ortaya çıkmamaktadır.

İnsanları sosyal medyada saf dışı bırakmak gittikçe büyüyen bir trend haline gelmektedir. Ancak bu sanal strateji ile aynı zamanda birçokları çok ciddi ve yakın ilişkilerini de sonlandırma yolunu seçmektedir.

O yüzden, bir kişiyle arkadaşlığı bitirmek ya da sosyal medya platformlarından bir kişiyi engellemek ya da silmek anlamına gelen “arkadaşlıktan çıkarma” olgusu, psikologlar ve bilgisayar dünyasının bu boyutunu yaratanlar tarafından gittikçe artan bir ivmeyle ve derinlemesine araştırılan konular arasına girmiştir. Peki bunun sebebi nedir? 2009 yılında Facebook tarafından takipten çıkarma (unfollow) seçeneği sunulduktan sonra bu seçeneğin kullanımını sürekli olarak artmıştır. Bu tür platformlarda aslında hayatımızı çevreleyen aynı sosyal olgu taklit edilmemektedir. Buna ek olarak bu programlar birbirimizle olan ilişkilerimizi de değiştiren bir özelliğe bürünmüşlerdir.

İnsanları Engellemek Ya Da Silmek Kimi Zaman Faydalı Bir Davranıştır

Son yıllarda Facebook ya da Twitter kullanıcılarının davranışlarında çeşitli değişimler gözlenmektedir. Bir bakıma bu kullanıcıların olgunlaştıklarını söylemememiz de mümkündür. Günümüzde artık fazla sayıda arkadaşa sahip olmak çok değer verilen bir durum değildir. Kısa bir süre öncesine kadar popüler olan sosyal medya platformlarında yüzlerce arkadaşa sahip olma yaklaşımı artık sona gelmektedir. Bu durum özellikle 30 yaş ve üzeri kişilerde daha belirgin bir biçimde gözlenmektedir. Bu kişiler sosyal medya platformlarını daha ciddi ve profesyonel olarak kullanmayı tercih etmektedirler.

Bu yüzden, insanları bu platformlarda engellemek ya da silmenin sadece yeterli olduğunu söylemek eksik bir kanı anlamına gelecektir. Bu aynı zamanda birçok durumda gerekli bir davranış biçimi haline de dönüşmektedir. Bu hareketle klasik anlamdaki spam mesaj gönderen kişileri önlemiş olursunuz. Bu kategorideki kişilerin temel olarak diğer insanları rahatsız edenler olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca onlara kendilerini rahat hissedebilecekleri kadar yakın olmayan ya da herhangi bir biçimde sevmedikleri kişiler de bu kategoride değerlendirilir. Yani bu şekilde sapla samanı birbirinden ayırmaya çalışırız. Buna ek olarak, bu hareketimizle Dunbar sayısı teorisi olarak bilinen teoriyi de onaylamış oluruz.

Bu teori, antropolog Robin Dunbar tarafından 90’lı yıllarda geliştirilerek ortaya atılmıştır. Dunbar’a göre insanlar, ciddi ya da daha belki de az önemli olan 150’den fazla sayıda kişi ile ilişkiye sahip olamazlar. Bu sayıya, gerçek hayatta tanımadığımız ancak sosyal medya aracılığı ile düzenli olarak etkileşim içerisinde bulunduğumuz kişiler de dahil bulunmaktadır. Bu nedenden dolayı, artık günümüzde sanal dünyalar ile kendi hayatlarımızı bir uyum içerisine sokabilmek için bu tür filtrelerle daha sık karşılaşmaktayız. Bu konuda ileriye doğru bir adım atmış durumdayız. Birçok kişi de böylelikle gerçek hayat ile sosyal medya platformları arasında benzer bir denge bulma arayışı içerisine çoktan girmiş durumdadır.

Kişiyi Engellemek Ya Da Silmek: Bir Dokunuşla Ciddi Arkadaşlıkları Sonlandırmak

Biraz önce belirttiğimiz gibi genel olarak artık siber alanlarda temas içinde olduğumuz insanlarla gerçek hayat arasında benzer bir denge bulmak için bu insanların sayısını azaltma arayışı içinde bulunuyoruz. İlk başta oldukça olumlu görünen bu arayış aslında o kadar da iyi bir şey olmayabilir. Bunun nedeni de şundan kaynaklanmaktadır: Sık sık sanal dünyada yaptığımız eylemleri aynı şekilde gerçek dünya ile birleştirme eğilimine sahip olmaktayız.

Bu yüzden, bir iş arkadaşı ile yaşadığı anlaşmazlık sonrası bu kişiyi sosyal medyada engellemeyi ya da tamamen silmeyi tercih eden insanlara rastlamak artık hiç de zor değildir. Kimileri de buna benzeyen hareketleri arkadaşlarına yönelik olarak yapmaktadır. Dahası bu dinamik gittikçe daha etkin ve hayatı etkileyen seviyelerde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda diğer bir olgu da ghosting olarak bilinen kavramdır. Bu eylemin, bir kişinin karşısındaki insanı ya da partnerini herhangi bir açıklama ve hatta bir kelime bile olmaksızın terk etmesi anlamına geldiğini hatırlayalım. Bu sessiz sürecin neredeyse hemen sonrasında o kişi, (eski) arkadaşı ya da partnerinin sosyal medya ağlarında artık görünmediğinin farkına varır.

Bazı insanlar, bu sanal dünyalardan silinen kişilerin sanki bir sihir yapılmışcasına her gün ortadan öylece kaybolduklarını düşünmektedir. Bu insanlar, belki de karşı taraftaki kişinin bu durumdan hemen kurtulacağını ya da bu hareketi anlayabileceğini öngörmektedirler. Ancak ghosting gibi eylemlerin insanların acı çekmelerine neden olduğu bir gerçektir. Bu durumdaki mağdurlar, hayatlarında duygusal bir boşluğa düşmektedir. Ayrıca bu boşlukta mücadele etmeleri için gerekli güce ulaşmaları da son derece zor olmaktadır.

Bu davranışlar ne kadar çaresizce ve çocukça gibi görünse de, şimdi bu konu üzerinde dikkatlice düşünmemizi gerektiren önemli bir detay bulunmaktadır. Bu bağlamda, hiçbirimiz teknolojiyi suçlamamalıyız. Günlük olarak kullandığımız sosyal medya platformlarının ne yaratıcılarını ne de geliştiricilerini suçlamak doğru bir davranış şekli olmayacaktır. Bu tür ortamlarda yaşanan sanal senaryoların, insanoğlu ile özdeşleşmiş olan iletişim zorluklarının birer yansıması olduğu bir kez daha kanıtlanmaktadır.

İnsanları bir dokunuşla engellemek ya da silmek hayatlarımızı daha kolay hale getirmektedir. Hızlıdır ve bunu yapanlar için oldukça güvenlidir. Ayrıca tüm bunlardan belki de daha önemlisi, karşıdaki kişiye “Seni artık sevmiyorum”, “Umurumda bile değil” ya da “Seni şu sebeplerden ötürü artık hayatımda istemiyorum” demek için yüz yüze gelmek zorunda kalmazsınız. Aslında insanoğlu ve iletişim kurmak için sahip olduğu kabiliyetler arasında öteden beri birçok çatlaklar ve sorunlar bulunmuştur. Şimdi ise gelişen teknoloji ile birlikte bu ikili arasında çok daha büyük boşluklar yaratıyoruz.

O zaman problemlerimizle kişisel olarak başa çıkmayı öğrenmenin vakti gelmiş demektir. Çünkü akıllı telefonlarımızda bulunan silme seçeneği hayatımızdaki sorunların büyük kısmını çözmek için yeterli olmayacaktır.

PSİKOLOG VALERİA SABATER

“”””Ben eleştirilmekten rahatsız olmam”””” bu sözü duydunuz mu hiç? gerçekçi olmasını beklemeyin. her insan , belli dozdan sonra rahatsız olur. Eleştiri, bütün bünyeleri güçsüz düşüren bir virüstür.

Eleştirel bir tutum, yapısal bir özelliğiniz ise, dikkat edin. soğuk, duygusuz, mükemmeliyetçi,inatçı, bencil,narsist,bağımlı gibi özelliklerinizi de keşfedebilirsiniz. Eleştiri, sadece evlilik ve flörtlerde değil, hayatımızda ilişki içinde olduğumuz tüm insanlarla sorun yaşatan bir tavırdır. size sadece olumsuzlukları yansıtan, övgü ve onur etme yerine sadece tamirci edasıyla düzeltmeye çalışan, ama bitmeyen bir tamir süreci gibi bir durum. Eleştirel tutumu olanları, tamirciye benzetirim. bir tamirci her zaman tamir edilecek yere odaklanır. Genelde de kusurlu araçları da severler. çünkü onlar üzerinden kendilerini başarılı hissederler ve karakterlerini yaşarlar. tıpkı hayatlarına aldıkları insanları da kusurlu görmek ya da ters karakterli insanları seçmek gibi.

İncelediğim evliliklerde 30 yılda bile eleştirel tutuma sahip insanların bir adım ileriye gidemediklerini, eşini değiştirmenin sınırının olmadığını, eleştirinin bir evlilik sorunu olmasından çok kişisel sorun olduğunu söyleyebilirim. Düşünün, bir aracı tamir ve modifiye edip, farklı hale getiriyor, sonra o kadar emek verip getirdiğiniz yeni hali de beğenmiyor, tekrar değiştirmeye çalışıyorsunuz. Eleştirel tutumun sonu yoktur. Eleştirel tutum, % 100 sağlıksız olmasa da sağlıksız olan bunun sık ,sürekli ve yanlış üslupla yapılmasıdır. Eleştiri, sadece yapıcı olmak amacıyla yapılırsa işe yarar. gerisi eleştiri yapanın kendi egosunu tatmin etmekten başka bir şey değildir.

Eleştiren insanlar negatif baktıkları için, genelde mutluluk düzeyleri orta veya altıdır. Böyle olunca da, mutsuzluklarını hayatındaki insanlara veya yaşantılara yüklerler. yapılması gereken ise bunun bireysel bir bakış açısının sonucu olduğunu kabul etmek,insanları eleştirip değiştirmeye girişmeden önce kendi bakış açılarının farkına varıp ona emek harcamalarıdır.

Eleştirel insanların özellikleri :

*Arka planda eleştirel bir ebeveyni vardır. onun mirasını farkında olmadan sürdürür.

*çocukluğunda, çok fazla eleştirilmiş, yönlendirilmiş,özgür karar verme yetisi kazandırılmamış, bu nedenle de KARARSIZDIRLAR.

*Anne veya babanın çocuğu aşırı önemsemesi, tüm beklentilerini karşılamaları da eleştirel çocuğu oluşturmuştur. Çocuk ilerleyen dönemlerde, istediği olmadığında acımasız va narsistçe eleştirir

*eleştireller, aşırı fedakar ,mutsuz ve bağımlı veya narsist ebeyvenlerinin kötü rol-model olmaları sonucu, onların bakış açılarını kazanmışlardır.

*Öğrenilme ve model alma ile geliştiği için öğrenme ve terapiler ile de düzelmesi mümkündür.

*genetik boyutunda, takıntılar kısmi olarak etken olabilir.

*eleştirel kişiler , bazen en büyük çocuk olabilir. Ebeveynler, anne-baba olmayı ilk çocukta deneyimlerler. o nedenle biraz yap boz tahtası çocuklardır. kontrollü veya aşırı kontrolsüz yetiştirilmiş olabilirler.

*Övülme, taktir edilme konusunda cimrilik yaparlar. Asgari ücrete verilen zam misalidirler. Hem az verirler hem de gözünüze sokarlar taktiri.

*Eleştirel kişiler, eleştirel büyüdükleri için, kendini devamlı kanıtlama, insanların onayını kazanma çabasına girerler. İlerleyen dönemlerde de kendini kanıtlayacağı ama yeterince istediği onayı alamayacağı insanlarda ısrarcı olurlar.

*Eleştirel kişiler,memnun edici oldukları için ,yüksek de beklentileri vardır. Her fedakarlık, bir tatmine endekslidir.

*eleştirel kişiler, yetiştirilirken eleştiriyi dibine kadar yaşadıkları için, kendini eleştirenlerin sevgisinden devamlı şüphe etmiştir. Evlendiğinde veya ilişkisi olduğunda da sevildiğinin devamlı kanıtı ister, test eder söyletir, güvenmez.

*Eleştirel insanlar, aslında çok fazla dürüst, kuralcı ve hassaslardır. Adaletsizliği ve uyumsuzluğu sevmezler. bunlara maruz kaldıklarında ise takıntı yapar, öfkelenirler.

*Eleştirel insanlar, çok iyi dost, arkadaş olabilirler. Ama eleştiriler başladı mı ilişkileri bozulabilir. Ya da sessiz kalıp karşıdakini üzmemek için kendi içinde mutsuz olurlar ve ilişkiye de yansıtırlar.

*eleştirel kişilerde, enerji sorunu yaşanır. Genelde mükemmeliyetçilikleri nedeniyle çok fazla kafa ve bedeni yorarlar.

* çok sık eleştirenler, zamanla karşıdaki kişi üzerindeki etkisini kaybederler. Ciddiye alınmazlar. Haklı oldukları konularda bile kredilerini doldurdukları için önemsizleşirler.

*Eleştiren insanlar, her şeyin doğrusunu bildiklerini ,mükemmel olduklarını zannederler. Şişirilmiş bir ego ile hareket ederler. Kendi şişirdikleri egoya uygun da itibar beklerler.

Eleştirel yapı, kişinin kontrolüne geçtiğinde hem kendisi hem de çevresi daha olumlu süreçler yaşar. Burada sorun, kişinin bu yönünü fark etmesidir. Eleştiri, içimizdeki negatifliklerin söze ve mimiklere vurumudur. Genel olarak mutlu insanlar daha az takılır ve daha az olumsuz eleştiride bulunurlar.

Eleştirel insanlarla yaşamak özgüveninizi yıpratır. Devamlı hata yapıyor/ yapabilirim hissi yaşarsınız.çoğu zaman nerede nasıl davranacağınızı bile bilemezsiniz.

Bu tip evliliklerde zamanla eşler ayrı davranmaya , herkes bildiğini okumaya başlar, evlilikte kocaman 2 kişilik yanlızlık oluşur.

Sürekli ve sık eleştirilmek mutsuz eder. Mutsuz ettiğiniz birinden de mutlu etmeyi beklemek adaletsizlik olur. Bu nedenle eğer devamlı hatayı gören, yapılanı değil eksiği gören biriyseniz, zamanla ilgi ve sevgiye muhtaç olacak ve unutacaksınız. Çünkü eleştiri taş atmaktır. Taş attığınız birinden gül atmasını beklemeyeceksiniz.

Eleştirel tutum, bir iletişim sorunu gibi görülse de sadece doğru üslubu öğrenmek ile sorun çözülmez. Esas olan, kişinin çocukluğunu, iç dinamiklerini fark etmesi, kendi içinde barışamadığı benliğiyle yüzleşmesidir. Kişinin benliği ile yüzleşmesi , mükemmel olmadığı ve olunamayacağını, insanları olduğu gibi kabullenmenin ilk şartının da kendini olduğu gibi kabullenmekten geçtiğini görmesidir. kişisel olarak insanlar kendini kusurlu gördükçe, kusurlara odaklanır. Yoğun eleştirel tutumların kendi kusurlarımızın bir yansıması olduğunu bildiğimiz sürece,karşıdakini suçlamayı bırakırız. Beslenmek istediğiniz kaynağa mümkün olduğunda itinalı davranmalısınız. Sürekli eleştirilen eşlerde yaşanan, depresyon, anksiyete, panikatak, cinsel sorunlar ,aldatma girişimleri olayın başka boyutudur.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ :

* Devamlı eleştiren insanların, aslında hiç bir şeyi değiştiremediklerini aksine partnerinin gözünde önemsizleştiklerini unutmayalım. o halde yeri ve zamanı geldiğinde,yapıcı bir üslupla eleştirmeliyiz.

*Eleştiri asla kişiliğe yapılmamalı, davranışa yönelik olmalıdır. “”””sen şöylesin böylesin”””” yerine,””””bu hareketin- davranışın..”””” ile başlamak lazım.

*eleştiri için “”””sandiviç yöntemi””””ni kullanabiliriz. önce olumlu mesaj,ardından negatif eleştiri ve sonra olumlu mesaj ile sonlandırmak . ( +-+ ) (örnek :Yemeğin tadı ve masa düzeni harika , ama yemek biraz tuzlu olmuş. yine de tadına diyecek yok).

*eleştirilerde öncelikle olayı anlatmak, sonrasında ise hissettiğimizi anlatmak gerekir. Böyle yaptığın için böyle hissediyorum gibi.

*Eleştirilerde, eski olaylarla bağlantı kurmamak, her olayı bağımsız konuşmak lazım. pişirip önüne getirmek çözüm değil çözümsüzlük yaratır.

*Eleştiriler, başbaşa yapılmalı, topluluk önünde ,aile üyeleri veya çocukların önünde yapılmamalıdır.

*Eleştiri okunun değdiği herkesi mutsuz ettiğini ve oku gönderenin de itici göründüğünü unutmamak lazım.

*Eğer eleştirel bir eşiniz varsa onunla aynı kulvarda savaşmayın. Israrla, ona model olun. Siz övücü olun.Eleştiriye onun hatalarını bularak cevap verirseniz o sizi ringe çekmiş olur.

*Eleştirip sonuç alamadığınız konularda, kendi davranışlarınızın değişimine geçmelisiniz. Sadece karşıdakinin değişimini beklemekle sorun çözülmemişse yöntem değişikliği gereklidir.

*İlişkisel sorunlarda herkes partnerinin değişmesi halinde sorunun çözüleceğini düşünür. Oysa her evlilik/ilişki sorunu karşılıklı döngünün ürünü olduğu unutulmamalıdır.

*Eleştirme hakkınızı öfkeyle ödüllendirmeyin. eleştirmek bir hata ,üzerine öfkelenmek ise ikinci hatadır.

*Mutlu olmak istiyorsanız, hayatınızdakileri olduğu gibi kabullenin. Değişmesi gereken noktalar için de onlara yardım edin. Emir veren olmayın. Önemli olan bilmek değil, yapabilmeye çalışmaktır. Hatırlatmanın bilimsel bir katkısı yoktur. Bugüne kadar eleştirip sonuç alamadıysanız, o konuda aynı yöntemle 20 yıl da geçse sonuç alamazsınız. Einstein dediği gibi aynı yöntemlerle farklı sonuç alınmaz.

*Eleştiri mağduru iseniz, onun eleştirilerinden haklılık arayıp kendinizi yıpratmayın. eleştirileri kişiliğinize yontmayın. Ama davranışsal olarak farkındalığınızı da geliştirin.

Neleri eleştirmeliyiz?

Durumsal ve anlık olan davranışları eleştirmek yerine görmezden gelmek en sağlıklı yöntemdir. Bunun yanı sıra esas olan süreklilik haline gelen davranışları konuşmak ve doğru eleştir yöntemini kullanmaktır. yani konuları, durumsal ve süreklilik arz eden olarak ikiye ayırmalıyız.

Eleştirmek çözüm değil.. Çözüm desteklemektir..

SERHAT YABANCI Aile Evlilik Terapisti

Narsistler için ilişkileri zorlaştıran temel neden birine duygusal olarak yakın olmanın gücü ver kontrolü elden bırakmak olmasıdır.

Narsistler düşünüldüğünde, genellikle kocaman, şişmiş bir ego; patronluk taslayan kaba ve küstah birini düşünürüz. Narsistik kişilik bozukluğu tanısı koymak için ise kişinin mükemmellik fantezisi içinde olması, empati yoksunu olması ve belirtilen beş özelliği taşıması gerekir: Mükemmel ölçüde kendine önem verme ve başarılarını abartma, Sonsuz gücü, başarıyı, güzelliği sürekli olarak hayal eder, Kendisinin eşsiz ve özel olduğuna inanır ve yalnızca kendisi gibi özel ve yüksek kişiler ya da kurumlar tarafından anlaşılabileceğini düşünür, Aşırı hayranlık bekler, İstekleriyle ilgili özel bir ilgi ve davranış bekler, Kişisel çıkarları için başkalarını kullanır, Başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaktan yoksundur, Başkalarını kıskanır ve diğer insanların da onu kıskandığını düşünür, Diğer insanlara karşı davranışı ve tutumu kaba ve küstahtır. Buna ek olarak bilinen bir tür olan “İçe dönük narsizm” ise zıt bir şekilde yetersiz özgüven, içsel bir boşluk hissi ve depresif bir ruh haliyle ayrılırlar. Çekingen görünebilirler, gergin ya da mütevazı bir görünümleri vardır ancak diğer tür aşırı özgüvenli narsistlerden daha tehlikeli olabilirler. Anti sosyal bir davranış sergilerler. Tehdit altında hissettiklerinde veya istediklerini alamadıklarında zalim ve kindar olabilirler.

Narsist kişilik bozukluğu olan kişiler kendisinin özel olduğunu düşünürler. Üstün biri olarak hisseder ve bir takım ayrıcalıklarının olması gerektiğine inanırlar. Başkalarının kurallarını önemsemez, diğer insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamasını beklerler. Kendisine saygı göstermeyenlerin cezalandırılması gerektiğine inanırlar. Özellikle eleştiriye açık olmayışları, kendilerini çok yetenekli ve kusursuz görmelerinden kaynaklıdır. Bu nedenden dolayı narsist kişilik bozukluğu olan insanların muhakkak bir uzmandan yardım alması gerekmektedir. Çünkü bu davranışlar neticesinde kişi istediğini elde edemeyince krize giriyor. Sonrasında depresyon olarak kendini gösteriyor. Bunun sebebini araştırmacılar, narsist kişilik bozukluğu olan kişilerin düşük öz saygıları olduklarına bağlamaktadırlar. Her ne kadar yüksek kibre ve muhteşem olduklarına inansalar da maskenin altında çok kırılgan bir yapıları olduğu varsayılmaktadır. Tüm bunların neticesinde narsist kişilik bozukluğu tedavisi gereklidir. Narsistlerle empati yapmak zordur ancak bilmeliyiz ki böyle olmak onların seçimi değil. Doğal gelişim süreçlerinde özellikle yeterli destek ve onay sağlamayan anneden kaynaklı yetersiz ebeveynlik durumu buna zemin sağlar. Bazı inanışlara göre aşırı ilgili ve müdahaleci bir anne sebep olabilirken, bazı inanışlar da büyürken yaşanan sert müdahaleler ve ağır eleştiriler sebep olmaktadır. Bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyaç olsa da ikizler üzerinde yapılan bir araştırma narsistik bozuklukta genetik özelliklerin payı olduğunu da doğrulamıştır

Psikoanalist Heinz Kohut, narsistik bozukluğa sahip hastalarında şiddetli yabancılaşma, boşluk hissi, güçsüzlük, mana eksikliği gözlemledi. Narsistik altyapının dışında, kendilerinde tutarlılığı sağlayacak yapıların eksikliğini; sağlam bir birey kimliği için gerekli pozitif kişilik algısının eksikliğini gözlemlemiştir. Narsistler kendileri ve diğer insanlar arasındaki sınırların farkında değildirler ve hissettikleri egoist üstünlük duygusu arasında gider gelirler. Bu bölünmüş kişilikler üstün davranma, kendini büyük görme ve kendimi küçük görme gibi duygulardan oluşur. Kendini küçük görme duygusu ön planda iken, kişi diğer insanları idealize eder. Kendini büyük görme duygusu ön plandayken ise kişi diğer insanları küçük görür ve bunu yansıtır. Bu iki durum da utanç ve depresyonla ilişkilidir.

Bu duygular arasında her ne kadar dalgalanmalar yaşansa da her iki türdeki narsist de tutarlı bir tavır sergileyerek hastalığın patolojik olduğunu kanıtlamaktadır. Ukalalık ve aşağılama, kıskançlık, reddetme ve geri çekilme, asabiyet ve öfke, kendine acıma, kaçınma gibi davranışlar temel örneklerdir.

Bir narsistle ilişki kurmak

Evde, dışarıda gösterdiklerinden çok farklı bir hale bürünebilirler. Daha yenice güzel vakit geçirdikleri birini kötüleyebilirler. Romantik bir ilişkinin başlamasından sonra, ne kadar özel olduklarının kabul edilmesini beklerler ve kendi ortamlarını koruyabilmek, küçük düşmeye ve utanca olan hassasiyetlerini korumak amacıyla taleplerde ve eleştirilerde bulunurlar. İlişki genelde onların etrafında döner ve genellikle partnerlerini kendilerinin bir uzantısı olarak görürler.

Narsistlerin çoğu mükemmeliyetçidir. Diğer insanların ün yaptığı eylemler asla doğru olamaz ya da takdir edilemez. Partnerleri ihtiyaç halinde gereken ilgiyi, sevgiyi, parayı ve hizmeti sağlamakla yükümlüdür. Partnerlerinin de ilgi isteyebileceği, hasta veya acı içinde olabileceği onlara mantıklı gelmez. Narsistler hayır cevabından hoşlanmazlar ve insanların ihtiyaçlarını onlar ifade etmese bile anlamalarını beklerler. Reddedilirlerse, partnerlerini kötü ve suçlu hissettirmek için cezalandırırlar.

Narsist birini memnun etmeye çalışmak neredeyse imkansızdır. Çabalarınızda mutlaka bir eksiklik bulurlar ya da yarım ağızla takdir ederler. Kısa bir süreliğine memnun olsalar bile bir süre sonra fazlasını isterken bulursunuz. Böyle bir ilişkideki diğer taraf genelde sürekli şüphe içindedir. Bitmek bilmeyen ve ani gelişen ataklardan, sinir krizlerinden, suçlamalardan dolayı bitkindirler. Onayını kazanmak ve ilişkiyi yürütebilmek adına içinde bulunduğu boşa çabayla birlikte, kendi ihtiyaçlarını tamamen feda etmiş ve hatta partnerini mutsuz etme korkusuyla çoktan unutmuştur.

Partnerleri narsistin soğuk dünyasında yaşamaya çalışırken duygusal boşluğa da alışırlar. Sonumda, kendilerinden şüphe ederek kendi değerlerini ve özgüvenlerini kaybederler. Hayal kırıklıklarıyla ilgili iletişim kurmaya çalışmak da genellikle çarpıtılır ve daha fazla suçlama ve reddetmeyle karşılanır.

Narsistler için ilişkileri zorlaştıran temel neden birine duygusal olarak yakın olmanın gücü ver kontrolü elden bırakmak olmasıdır. Birine bağlı olma fikri mide bulandırıcıdır. Bu durum yalnızca seçenekleri daraltıp onları zayıflaştırmakla kalmaz aynı zamanda onları reddedilme ve utanç duygusuna da açık hale getirir. Şunu bilmekte fayda vardır ki ilişkinin finalinde iki taraf da sevgiyi tüketecek ve yoluna devam edecektir.

Kaynak: psychologytoday.com

Biz insanları diğer insanların duygularını anlamak istemeye iten şey nedir? 

İnsanlar diğer bireyleri anlama çabasına girişen yegane canlılardır. Diğerlerini anlamak için bir sosyalleşme sürecine girilir. Bunun sonucunda da farklı koşullarda, karşılıklı yarar aracılığıyla hayatta kalma ihtimalimiz artar. Sosyal varlıklar olarak diğer insanları anlamaya çalışmak durumları farklı açılardan anlama ve görebilmeyi beraberinde getirir. Bu bağlamda, empati yapma gücü gelişir ve bir değerler sistemi meydana gelir. Diğerlerini anlamak olağandışı bir beceri olmakla birlikte başarılması pek de kolay bir hedef değildir. Diğerlerini anlama durumunu etkileyen birkaç etmen bulunmaktadır. Ruh hali, duygular, yorgunluk, hastalık gibi etmenleri bunlar arasında sayabiliriz. Tüm bunlar bir kişinin iyilik yapma ya da yardımcı olma arzusunu etkileyen şeylerdir. Bu da demek oluyor ki eğer birinin keyfi yerindeyse diğerlerine iyilikte bulunma ya da empati kurup onları anlama isteği daha fazladır. Öte yandan, kişi rahatsız hissediyorsa da diğerlerini anlayacak hali pek olmaz.

Bazen birinin duygu durumu ifadelerinden, görünüşünden ve üslubundan anlaşılır. Fakat diğer durumlarda sözlü olmayan ipuçlarını yakalamak zor olabilir. Böyle anlarda erişilebilir tek çözüm o kişiye ne sorunu olduğunu sormaktır. Genelde insanlar duygularını saklama ya da duygularıyla ilgili yalan söyleme eğiliminde oldukları için ikinci taktik kimi zaman işe yaramayabilir.

Diğerlerini Anlamak Hususunda Empatinin Rolü

Empati diğer insanları anlama yolunda oldukça önemli bir araçtır. Bakış açılarını, nasıl hissettiklerini kavrayabilmek adına diğer insanların deneyimlerine kulak kabartmak onları anlamanın yolunu açar. Diğerlerini anlamak onların duygularını deneyimlemeyi ve bunları kendi duygularınızla karşılaştırmanızı gerektirir. Yaşadığınız belli deneyimleri hatırlamanız ve sizin bakış açınızla karşınızdakinin farklılıklarını tespit etmeniz faydalı olacaktır. Bu bağlamda aktif dinlemek son derece önemlidir. Hemen tepki vermemeli ve bu sayede kişisel farklılıklarınızı dile getirebilmelisiniz.

Diğerlerini Anlamak Neden Bu Kadar Önemlidir?

İnsanların hayatta kalmalarını ve evrilmelerini sağlayan şeyin grup halinde sürdükleri yaşam içinde geliştirdikleri sosyal becerileri olduğunu biliyoruz. Diğerlerinden çeşitli şeyler öğrenme ve beceriler edinme yoluyla, sosyalleşme olgusu hayatta kalmayı kolaylaştırdı. Temel becerilerin geliştirilmesinde diğerlerini anlamak çok önemli bir işlevin karşılanmasına yardımcı oldu.  Etkileşimin, hayatımızı ve diğerlerinin hayatını korumak için uygulanacak şeylerin ne zaman gerekli olduğunu kavramış olduk. Dahası gruptaki diğer bireyler sizi ihmal ettiği ya da yanlış anladığında bunun ciddi duygusal ve psikolojik sonuçları olacağını da öğrendik.

Diğerlerini Anlamaya Çalışırken Yapılan Hatalar

Diğerlerine sergiledikleri davranışlar ne olursa olsun, insanların eğilimleri ya da niyetleri farklı farklı olabilir. Bu davranışlar belirli durumlar altında uygun görülebilecek kafa yapılarını ya da duyguları gösterir. Örneğin; havaalanındaysanız ve kapınız bir saat uzaklıktaysa kalabalığın arasında koşmanız gerekir. Bu sizin sabırsız ve diğer insanlara karşı saygısız olduğunuzu mu gösterir? Bazı temel etmenler göz önünde bulundurulabilir tabii ama diğer önemli şeyler de kimi zaman göz ardı edilebilir. Bundan ötürü, diğerlerini anlamak her zaman kolay olmayabilir.

Diğer yandan, diğerlerinin belli durumlara karşı düşünceleri kişinin o durumu yaşayanları anlaması ve ruh hallerini çözümleyebilmesi adına da yardımcı olacaktır. Diğer bir deyişle, diğerlerinin tepkileri bir bireyin anlaşılması hususunda yardımcı bir etmen olarak karşımıza çıkabilir. Bundan ötürü, diğerlerini anlamak insanların ve toplumların hayatta kalması için ciddi bir görevdir. Fakat kişi henüz kendi duygularını tanıyamıyorsa ve onu etkileyen durumların farkında değilse, kendini başkalarının yerine koyması da zorlaşır.

Ayrıca belirli düşünceler ve senaryolar kendinizi başkasının yerine koymaya çalışırken ki tarafsızlığınızı etkileyebilir. Bu noktada empatinin karanlık yüzünü görmüş oluruz. İnsanlar belli toplum ve gruplara bölündükçe yargı kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.

Herkes farklı ihtiyaçlara sahiptir, Maslow piramidinde doğru bir şekilde açıklandığı gibi. Bazı ihtiyaçlarımız temel ihtiyaçlardır, yemek yemek ve korunma gibi; bazıları ise ilişkilerle ilgilidir, sevgi ve kabul görme gibi. Duygularımız hayatta kalmamıza yardımcı olduğu için ihtiyaçlarımızı karşılamamızı, iyiyle kötü arasındaki farkı anlamamızı sağlar. Duygularımız başkalarıyla ilişki ve iletişim kurmamıza da yardımcı olur. Onlar ayrıca tatilde bile yanımıza aldığımız ayrılmaz arkadaşlarımızdır. Her ne kadar duygularımızdan dolayı bazen kızgın olsak da, iç varoluşumuzu daha iyi bir şekilde elde etmeyi öğreniriz.

Varoluşumuzu ve başkalarıyla iletişim kurmamızı duygularımıza borçluyuz

Duygularımız hayatta kalmamız için gereklidir. Onların ana fonksiyonlarından biri bizi psikolojik olarak eyleme geçmeye hazırlamasıdır. Pek çok hayvan etkileyici birçok duygusal davranış gösterir, bu bizim gerektiğinde hemen harekete geçmemizi sağlar. Bu belki de duygularımızı karşılamamızı, onlarla yüzleşmemizi sağlayan ilk adımdır. Örneğin bir yılan görünce korkarsanız, zehirli olsa da, olmasa da vücudunuz reaksiyon verecektir. Bu durumda kalbinizin ritmi kaslarınıza daha çok kan göndermek için yükselir, böylece olası bir tehlikeden kaçabilirsiniz. Bu şekilde herhangi bir durumdan kaçmak isterseniz, düşünerek zaman kaybetmek yerine harekete geçersiniz.

Duygularınız, içeriden ve dışarıdan gelen uyarıları nasıl algıladığınızı ve yorumladığınızı başkalarına anlatır. Biz genellikle bu şekilde sözsüz iletişim kurarız. Böyle bir iletişim sözlü iletişimden daha hızlı, daha doğal ve daha sezgiseldir. Bu demektir ki; sizin niyetiniz olmasa da, duygularınız başkalarını etkiler. Duygularımız bize rehberlik eder, çünkü karşılaştığımız her durum hakkında bize değerli bilgiler verir. Bir durumu ondan hoşlansanız da hoşlanmasanız da anlamanıza yardımcı olur. Bu şekilde ne hissettiğinize bağlı olarak aynı tecrübeyi ya tekrar yaşarsınız ya da ondan kaçınırsınız. Onlar bizi yönlendirmeye yardım eden bir iç pusula gibidirler ve neyin gerçekten önemli olduğunu bize bildirirler.

Duygularımız ihtiyaçlarımızı karşılamamızı sağlar

Hiçbir duygu hem pozitif, hem de negatif değildir. Bazıları harika hissettirir (mutluluk gibi) ve diğerleri ise harika hissettirmez (üzüntü veya öfke gibi). Her bir duygunun bir amacı vardır. Hepsi geçerli ve gereklidir. Onlar sizin yol arkadaşınızdır. Gittiğiniz her yere sizinle beraber giderler ve neye ihtiyacınız olduğunuzu söylerler. Şimdi bazı örneklere bakalım:

  • Öfke: Haksız durumlar karşısında, belki de haklarımız dikkate alınmadığında kendimizi öfkeli hissederiz. Bunun önüne geçmek için sınırlarımızı koymamız ve kendimizi korumamız gerekir.
  • Üzüntü: Bir yakınımızı, bir eşyamızı, işimizi vb. kaybettiğimizde üzgün hissederiz.
  • Endişe: Tehlikeli bir durumla karşılaştığımız zaman endişeli hissederiz. Kendimizi korunmuş ve güvende hissetmemiz gerekir.
  • Sevinç: İyi tecrübeler, bir şeyi kazanmak ya da okuldaki çalışmalarda başarılı olmak gibi yaşadığımız pek çok şey bizi sevinçli hissettirir. Bu duygumuzu genellikle diğer insanlarla paylaşmak isteriz.

Öfkeli hissetmeseydiniz kendinizi koruyabilir miydiniz? Hiç üzgün olmasaydınız, kayıplarınız ile nasıl yüzleşeceğinizi bilir miydiniz? Endişe duygusu olmasaydı, bir tehlikeyle karşılaştığınızı nasıl anlardınız? Sevinç duygusu olmasaydı sizi neyin mutlu ettiğini nereden bilirdiniz? Duygularınızın olmasının bir sebebi var. Onların size kılavuzluk etmesine izin verin.

“Bir insanı değiştirmek için gerekli olan şey, onun kendi farkındalığını değiştirmektir.”- Abraham Maslow

Duygularımızı düzenlemek için 4 strateji

Size rehberlik etmeleri iyi de olsa, bunu doğru şekilde yaptıklarından emin olun. Etkileriyle kendinizi kaybetmeyin ve düşüncelerinize de aynı zamanda önem verin. Zihninizi toparlamadan duygularınızın sizi boğmasına izin vermeyin. Bu yüzden bunları doğru bir şekilde yönetmeyi öğrenmek önemlidir. Aşağıdaki dört strateji bunları düzenlemenize yardımcı olacaktır:

Tanımlayın

Hissettiğiniz duygudan haberdar olmanız kesinlikle onunla baş etmenize yardımcı olur. Bunu nasıl ayırt edeceğinizi bilmek, örneğin, üzgün veya kızgınsanız ve bu duygunun öne çıkmasına sebep olan soyut durum veya düşünce, sizin o duruma uygun davranmanızı sağlayacaktır. Buna ilaveten, kendi duygularınızdan haberdar olmak, sizi daha empatik yaparak, başka duyguların yanında onları da tanımanıza yardımcı olur.

Tolere edin

Üzüntü ve öfke gibi negatif duyguların var olduğu gerçeğini dikkate almamıza rağmen, onları duygusal repertuvarımızdan uzak tutmak yerine onları tolere etmek daha önemlidir. Duygular gelir ve gider, bu bir süreçtir. Şu anda üzgünseniz, bu sonsuza dek üzgün bir kişi olacağınız anlamına gelmez. Duygularınızı bloke etmeye veya üzerinde baskı kurmaya çalışmayın; onları dinleyin, hissedin ve onlarla başa çıkmaya çalışın.

Kendinizi düzenleyin 

Hepimiz kendimizi düzenleme konusunda yeterliyiz. Bir duygunun zamanla gitmesine izin vermeyin, onu kaybetmemek için bir şeyler yapın! Mümkün olduğu kadar negatif düşüncelerden uzak durmaya çalışın ve her şeyin pozitif yönüne odaklanın. Duygularınız üzerindeki yoğunluğu azaltmak için ilginizi dağıtın veya sevdiğiniz herhangi bir işi yapın. Kendiniz üzerinde çalışın ve uyarıları kontrol etmeyi öğrenin. Bu şekilde kendi huzurunuzu arttırırken, kendinize dikkat etmeyi öğrenirsiniz.

Kendinizi ifade edin ve iletişime geçin

Kendi kaynaklarınıza sahip olmanızın yanı sıra, duygularınızı etrafınızdakilere de ifade etmelisiniz. Duygular paylaşılmalıdır. Başkalarına güvenin ve nasıl hissettiğinizi, neye ihtiyacınız olduğunu bilmelerine izin verin. Özetleyecek olursak, duygularımız ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yardım eder ve nasıl hareket edeceğimiz konusunda bize rehberlik eder. Hayatta kalabildiğimiz ve başkalarıyla iletişim kurduğumuz için onlar inanılmaz bir şekilde değerlidir.  İlk önce duygularımızı hissederiz ve sonra yapacağımız davranışlardan sorumlu olarak nasıl davranacağımıza karar veririz. Haydi duygu ve düşüncelerimizle uyumlu olalım, böylelikle onları kesin bir şekilde ifade edebiliriz!

“Duygularınızı kontrol edin yoksa onlar sizi kontrol ederler.”

– Çin Atasözü

Psikolog Maria Fabregat Giribet

Geçmeyen mutsuzluk sorunu günümüzün en popüler psikolojik sorunu olarak başı çekiyor. Hem gündelik hayatta insanlardan duyduklarımız hem kendi hissiyatlarımız hem de araştırma verileri kronik mutsuzluk sorununun yaygınlığını ortaya koyuyor. “Ne yaparsam yapayım mutlu olamıyorum“, “yaptığım hiçbir şeyden zevk alamıyorum”, “kendimi sürekli mutsuz ettiğimi hissediyorum”, “her şeyi kafama takıyorum” gibi nice şikâyet cümlesi eminim hepinize ya kendinizden ya da çevrenizden ötürü tanıdık gelmiştir. Psikiyatri dünyası bu duygusal çökkünlük durumunu “depresyonun bir belirtisi” olarak tanımlıyor. Dünyada yapılan araştırmalara bakacak olursak yoğun mutsuzluk ve zevk kaybı içeren depresyon hastalığının sadece ülkemizde değil tüm dünyada arttığını görebiliriz. Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre 2015 yılında dünya çapında depresyon vakalarının sayısı 322 milyon kişiye yükseldi. Rapordaki verilere göre, Türkiye’de depresyon şikayeti olanların sayısı 3 milyon 260 bine ulaştı.

Günden güne teşhis oranı artan bu hastalığın en önemli yapıtaşı olan mutsuzluk sorunsalına çare olabilmesi adına ülkemizde pek çok yayına rastlayabilirsiniz. Mutsuzluktan kurtulmanın “kısa” ve “kestirme” yollarını aktaran pek çok kişisel gelişim kitabı raflarda boy gösteriyor ve hızla tükeniyor. Her gün mutsuzluk sorununu aşmaya dair onlarca seminerler ve eğitimler düzenleniyor, Tvlerde ve radyolarda bunun yolları anlatılıyor. Ruh sağlığı profesyonellerinden yardım almak geçmişe nazaran artık çok daha kolay fakat tüm bunlara rağmen gelin görün ki mutsuzluk sorunu da aynı hızla yayılıyor. Özetle tabloda bir terslik var.

Her şeyden önce şu mutluluk merakını bir sorgulamakta fayda var.

Zira herkesin diline pelesenk olmuş bir merak bu. Yaşamının asıl amacını mutluluk duygusunun iplerine bağlamış insanlar için bu duygunun değeri oldukça yüksektir. Ama ve lakin bir dakika sonrası bile belirsiz olan yaşamda bir duyguyu yegâne amaç olarak yaşamak esasen gerçekçilikten çok uzak. Duyguları hayatın amacı olarak temel almak insanı duygularının esiri haline getirir. Oysa duygular çok hızlı değişebilir ve süreğenliği yoktur. Hayatın anlamını böylesine bir kaygan zemine oturtmak takdir edersiniz ki bizi haliyle tatminsiz kılacaktır. Bu noktada hayata yüklediğimiz anlamı ve amacı revize etmemiz gerekiyor. “Hayatın anlamı nedir?” gibi derinliği kocaman bir soruya cevap vermek ilk adım olmalı. Ardından, “bugüne kadar bu anlam dairesinde mi yaşadım?” ve “bu anlam dairesinde mutlu hissedip hissetmemek ne kadar önem arz ediyor?” soruları sıraya geçmeli.

İşte bu sorulara cevap verdiğinizde başka bir pencere daha açılacak;

sizin potansiyelinize ve içinde bulunmayı tercih ettiğiniz anlam dairesine en uygun amacı belirlemeniz gerekecek. İşte bu amacı gelip geçici duygularımız değil, yaşamımızın verimliliği yönlendirmeli. Yani, bu amacı oluştururken asıl derdim olumlu duygular yaşamaktan öte yaşamımı verimli ve işlevsel kılmak olmalı. Söz gelimi, tüm gününü ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmakla geçiren biri pek tabii çok mutlu hissedemez. Zira zor durumda ve ıstırap içinde olan insanları görmek kimseye zevk vermez. Fakat o günü verimli yaşamış olmak kişinin yaşamını anlamlı kılacak ve o, ertesi gün aynı işe, başkalarının acısıyla acı çekmek pahasına, koşarak gidecektir. Bu örneği diğer pek çok meslek ve uğraş için dile getirebiliriz. Uzun lafın kısası, ne hissettiğim değil, ne yaptığım ve yaptığımın benim için ne anlam ifade ettiği, aynı zamanda ortaya koyduğum eylemlerle toplumsal faydayı ne kadar gözettiğim önemli olmalı.

Mutluluk kelimesinin pek çoklarımız için görmek istemediğimiz boşlukların maskesi haline gelmesi bir başka sorunlu nokta. Mutlu olsam hayatımda ne değişirdi? Neyi daha iyi yapardım? Neyi daha az yapar ve nelerden uzaklaşırdım? Mutluluk duygusu somut şekilde hayatıma ne katardı? Kurtulmak istediğim bu mutsuzluk benden gitse, hangi eylemleri hayata geçirirdim? İşte bunun gibi daha nice eylem odaklı soruyu kendimize sormalıyız. Aslında anlamsız ve boş yaşadığımız yaşamımızı görmek yerine bir duyguyu hissedememeyi esas sorunmuş gibi tanımlamak hayatımızın sorumluluğundan kaçmamız anlamına geliyor. Oysa sorumluluk almalı ve yaşamımızı değerli kılacak işlerin peşinde olmalıyız. Okumalı, öğrenmeli, öğretmeli ve üretmeliyiz.

Mutluluk zaten bunları yaparsak tıpış tıpış peşimizden gelecektir;

Gelmese de önemli olmayacaktır, zira tüm bunları yapmanın bize getirdiği olgunluk kâfi gelecektir. Muhtemelen duygularımızı takip edecek vaktimiz de olmayacaktır.
Özetleyecek olursak, mutluluğu hayatımızın ideal amacı olmaktan çıkarıp yaşamımızı sorumluluklarımızla anlamlı kılmalıyız. Bu sorumluluklar esnasında huzur, mutluluk, sevinç gibi olumlu duygulara ek olarak yaşayacağımız olumsuz duygulara da açık olmalı ve bu duyguların tekâmül sürecimizin olmazsa olmazı olduğunu kabullenmeliyiz.

Diyanet Aile Dergisi /  Uzm. Psk. Esra Oras

Ani sinirlenme, insanları ani bir şekilde etkileyen, sebepsiz yere oluşan bir durumdur. Kan beynime sıçradı gibi sözlerle ifade edilen sinirlenme halinde vücutta fazla miktarda adrenalin salgılanır. Bu kişinin stres halini anlatır. Vücutta çok kısa bir sürede nabız artar, vücut ısısında artış, kan dolaşımında hızlanma, gözde pupillarda genişleme, kan şekerinde artış gibi etkiler oluşur. Adrenalin artışı vücudu tehlikelere karşı hazır duruma getirir. Sinirlenme halinde yani vücuttaki stres arttığında vücutta kısa ve uzun süren değişimler olur. Bu nedenle ani sinirlenen kişilerde kalp hastalıkları, ülser, gastrit gibi sindirim sorunları, hipertansiyon rahatsızlığı riski artmaktadır. Kişiler bu tepkiyi vererek kendilerine zarar vermektedir

Ani sinirlenmenin etkileri nelerdir?

Sinirli bir ruh hali ilk olarak kişinin sağlığına zarar vermektedir. Bunun yanında sağlıklı karar verme mekanizmasının bozulmasını sağlar. Kişiler sinirlendiklerinde tamamen duygularıyla hareket etmeye başlar. Bu kişilere zarar veren bir davranış şeklidir. Çünkü mantıklı, makul ve sonuçları iyi olacak kararlar genellikle sakin olunan ruh halinde alınmaktadır. Sinirli olunduğunda kişinin muhakeme sistemi tam olarak çalışmadığından, hata yapma olasılığı artış göstermektedir. İnsanlar geçmişteki kararlarını sorguladığında, yanlış olanların aceleyle ve hissi bir şekilde verilen kararlar olduğunu rahatlıkla görebilir. Sinirli olan kişilerde doğru karar verme yerine hissiyat devreye girdiğinden, karşıda olanlara karşı duygularla tepki verme durumu yaşanmaktadır. Verilen tepki kişiye sözlü ya da fiili olarak zarar verici şekilde gerçekleşir. Kişide muhakeme zayıf olduğunda, alınan kararların çoğu isabetsiz olur. Bu durum hem kişiye, hem de çevresine zarar verici şekilde gelişir.

Ani sinirlenme huzursuzluk kaynağıdır

Kişiler iş yaşamında, aile yaşamında ya da başka bir ortamda ani sinirlenme belirtileri gösteriyorsa, ortamda bulunan herkesin olumsuz etkilenmesi söz konusudur. Bu kişilerin her an sinirlenerek bağıracağı, söyleneceği ve gerginlik yaratacağı düşünüldüğünden, oradakiler huzurlu olamaz. Kişinin negatif enerjisi başkalarını da etkileyerek, insanların stresini arttırmaya yarar. Bu ortamdakiler huzurlarını kaybettiklerinde, mutluluklarını da kaybeder. Aile ortamında bile, yaşanan huzursuzlukların temeli ani sinirlenen kişilerin gereksiz tepkilerinden kaynaklanır.

Ani sinirlenme sebepleri nelerdir?

Kişilerin yapısı ani sinirlenmenin en önemli sebepleri arasındadır. Fevri olan kişilerde ani sinirlenme durumuna daha fazla rastlanır. Bu yapıdaki kişiler stres hormonuna daha çabuk yanıt verir. Bunların reseptörleri daha hassas olur. Tiroit hormonu yüksek olan kişilerde ani sinirlenme etkisi daha fazla olur. Yoğun sorumluluk alanlarda, aşırı yük altında olan kişilerde stres hormonu daha fazla salgılanır. Bu kontrol mekanizmalarını bozucu etki yapar. Ayrıca mükemmeliyetçi, rekabetçi, titiz ve ayrıntılara önem veren kişilerde sinirlilik daha yaygın görülür. Egoist olan kişilerde engelleme durumunda bu tepkiyi daha rahat verirler. Çocuklarda görülen ani sinirlenme durumunda ise bu sebeplerin dışında kötü rol modelleri de etkili olmaktadır.

Ani sinirlenme durumunun psikiyatrik nedenler arasında depresyonda olan kişilerde strese karşı gelişen aşırı duyarlılık ya da tepkisizlik yer alır. Aşırı gergin ve tepki durumunda kişide kronik depresyon durumu düşünülmelidir. Bunun yanında duygu durum bozukluklarında, manik kaymalarda da ani sinirlenme etkisi görülebilir. Alkol ve uyuşturucu bağımlılarında bunu kullanırken ya da bunlardan yoksun kaldıkları dönemlerde sinirlilik oluşabilir. Kişilik bozukluklarında ise sinirlilik haliyle birlikte zarar verme etkisi hakimdir. Bu kişinin kendisine ya da karşısındaki kişiye zarar verme şeklinde yaşanır.

Sinirlilik nasıl azaltılabilir?

Nefsin terbiye edilmesi sinirliliği azaltan en önemli etkendir. İnsanların ben merkezli bakış açıları, kendilerine yönelik eleştirilere aşırı reaksiyon vermelerine neden olur. Kendisine haksızlık yapıldığını düşünen, etrafından saygı görmediğini, sözünün dinlenmediğini düşünen kişiler en küçük sorunda bile sinirlenerek, saldırgan bir tutum içine girerler. Bu kişilerin egoist bir yapıya sahip olduğu görülür. Bu yüzden kişilerin tepkileri konusunda farkındalık yaratması çözüme yardımcı olur. Sorumlulukları strese sebep olmadan yerine getirmeye çalışmak gerekir. Kişiler elinde olmadan aşırı tepkiler veriyorsa, bunu tüm gayretine rağmen düzeltemiyorsa psikiyatrik tedavi alınması gerekir. Bunun ilaçlarla dengelenerek tedavi edilmesi gerekir.

Kendi kendine konuşmak, kişinin günlük yaşamda kendi kendine konuşması her zaman bir hastalık olarak algılanmamalıdır. Bu kişinin stresten kurtulması için son derece faydalı olabilir. Ancak farklı türlerde geliştiğinden, tedavi edilecek kişiler iyi ayrılmalıdır. Bunun yanında çocuklarda kendi kendine konuşmak, tavırların şekillenmesine yardımcı oluyor. Yapılan araştırmalarda insanların en fazla kaybettiği eşyalarını ararken kendi kendilerine konuştuklarını ortaya koymuştur. Bu davranışın algılama ve düşünmeyi arttırdığı belirlenmiştir. Kendi kendine konuşmak iki farklı şekilde gelişebilir.

Kendi kendine konuşmak kaç türlü olur?

  • Hastalık olarak kabul edilen durum: İlk durumda kişi kendini soyutlayarak, kendine yeni bir dünya kurmuştur. Bu kişiler psikoz denilen akıl hastalığı olan gruptadır. Kişi ayrı bir dünyada olduğunu düşünerek, kendine bir yaşam alanı kurmaktadır. Dış dünyadan tamamen kendini soyutlamıştır. Kendi hayallerindeki kişiler ve objelerle konuşarak, kendini psikolojik olarak ayakta tutmaktadır. Bu kişiler tedavi ihtiyacı olan gruptur. Kişiler hayatta kalabilmek için ve toplumla ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından dolayı kendine ait bir dünya kurmaktadır. Bu dünyada sosyalliği aramaktadır. Bunlar için yer ve zaman önemli değildir. Çünkü gerçeklerden kopuk bir hayatı vardır. Toplumda herkesin içinde kendi kendine konuşur. Psikoz halinde bu sorun mutlaka tedavi edilmelidir. Kişinin hastaneye yatarak, tedavi edilmesi ve ilaç kullanması gerekmektedir.
  • Hastalık olarak kabul edilmeyen durum: Kendi kendine konuşmanın diğer şeklinde ise, kişiler bunu stres gidermek için yaparlar. İnsanlar yaşamlarının bazı dönemlerinde bunu yaparak, sesli hayaller kurabilir. Bu daha çok aceleci ve hiperaktif yapıda olan kişilerde rastlanır. İnsan sosyal bir canlı olarak kabul edildiğinden, yalnızlık kişinin akıl sağlığının bozulmasına neden olabilir. Bu yüzden bazı kişiler kendi kendine konuşarak, ayakta kalmaya çalışabilirler. Bu çoğunlukla herkesin yapabildiği bir davranış şekli olabilir. Sosyal zekası yüksek olan kişiler, özellikle  yalnızlığa tahammül edemezler. Bunlar daha fazla konuşurlar. Kişinin bu özelliğinin farkında olması durumunda, bunun stres azaltmaya etkisi olur. Ancak bunun farkında değillerse, bu kişiler hastadır.  

Kendi kendine konuşmak nasıl tedavi edilir?

Bu sorunun tedavisi için yapılan psikolojik tedavide psikodrama tekniği kullanılmaktadır. Bu teknikte tiyatro psikolojik tedavi sırasında kullanılmaktadır. Yani buna bir örnek vermek gerekirse; Kişi kendi kendine konuştuğunun farkına varırsa, tedavi faydalı oluyor. Tedavi sırasında kişi bir sandalyeye oturtulmakta ve karşısına boş bir sandalye konmaktadır. Boş sandalyede annesinin olduğu varsayılarak, onunla karşılıklı konuşması isteniyor. Kişi konuştuktan sonra annesinin yerine geçerek, onun gibi cevap vermeye başlıyor. Bu yapılan kişilerin sosyal ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı oluyor.

Arkadaşlık: Hiç bir canlı tek başına yaşayamaz. Sosyal bir varlık olan insanlar birlikte yaşamak zorundadır. İnsana bahşedilen akıl ve konuşma yetisi kişiyi bir başka bireyle iletişime zorlar. Yaşamı boyunca insan, yalnız başına kalmayı istemez. Mutlaka çevresindeki insanlarla iletişim kurmak ister. “İstisnalar kaideyi bozmaz” tespitini hatırlatarak sosyal sorunları olan bireyler dışındakiler çevresiyle paylaşımda bulunmak arzusundadır. Birey, ailesi dışında bulunduğu ortamları birlikte paylaştığı diğer bireylerle iletişime geçerek duygu ve düşüncelerini paylaşmak ister. Birey, ailesi dışında akranları ile birlikte zaman geçirmek, beraber çalışmak, beraber eğlenmek, beraber mutlu olmak, beraber üzüntüleri paylaşmak kısacası her şeyini paylaşmak ister. Bireyin çevresindeki akranı olan ve paylaşımlar yaşadığı diğer bireyleri arkadaş olarak adlandırıyoruz. Birey için arkadaş aile fertlerinden sonra gelen insandır.

Birey, yaşamı boyunca ailesi ile bile paylaşmadığı bir çok sorunlarını, beklentilerini, yaşamla ilintili bir çok meseleyi arkadaşıyla paylaşır. Bazen arkadaş, kardeşten önde gelir. Bu kadar önem verdiğimiz bireyler arasındaki arkadaşlık ya da eskilerin dediği dostluk bağı ne kadar samimi, ne kadar saygılı olursa o kadar uzun olur.

Bireyler arasında güven ve samimiyet varsa arkadaşlık var demektir. Arkadaşının güvenini sarsacak fiillerde bulunmak, saygısızca davranmak aralarındaki arkadaşlığın sonunu getirir. Güvenin ve samimiyetin ortadan kalktığı ortamda bireyler arasında ilişki devam ediyorsa o artık arkadaşlık değil menfaat ilişkisidir. Güven, sadece arkadaşlık ilişkilerinde değil tüm insanlar arasında da önemlidir. Güven, insanlar arasındaki bir birleriyle ilgili paylaşımların üçüncü şahıslara aktarılmamasıyla ifade edilebilir. Güvenin olmadığı ilişkiler arkadaşlık olarak görülmezler.

“Dost kötü günde belli olur” atasözü arkadaşının kötü gün diye tabir edilen günlerinde, onun kederini paylaşmak, ona destek olmak, onun varsa ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak arkadaşlık gereğidir. İnsanların her daim mutlu ve huzurlu olması beklenemez. Yaşamın her anında bir çok kez elem verici hadiseler yaşanır. İşte o günlerde birey yanında kendisine maddi ve manevi destek olacak birilerini arar. Aradığı ailesinden sonra arkadaşlarıdır.

“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözü arkadaşlar arasındaki ilişkiyi bize anlatmaktadır. Aile bireylerini seçemeyiz; ama arkadaşımızı seçebiliriz. Arkadaş seçimi manavdan meyve seçer gibi görünüşleriyle değil paylaşımlar sonucu ortaya çıkar. Birey kendisine, saygı duyan, güvenilir, iyi ve kötü günde kendisine destek olan kişiyi arkadaş olarak seçerse isabetli olur. Her merhaba dediğimiz birey gerçek arkadaş değildir.

Samimiyet yüreklerin konuştuğu bir dildir. Çoğunun yüreği yetmez.

Dostluk çok yüce ve geniş bir kavramdır. Zor ve kötü anlarında sana elini uzatan, sana yardım eden ve seni içerisinde bulunduğun güç durumdan çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapabilen, yine en iyi anlarında hep senin yanında olan kişiler dost kişilerdir. Dostluk, iki kişi arasında güçlü ilişki bağı, karşılıklı sevgi, menfaatsiz ve çıkarsız iyi niyet anlamına gelmektedir. Dostluk kolay şekilde elde edilmez ve hayatımıza kolayca yerleşmez. Her arkadaş olarak gördüğünüz kişiyi dost olarak asla göremezsiniz, dostluğu elde etmek zaman ister. Örneğin kötü bir olay yaşadığınız o an size ulaşacak ilk kişi dost olarak belirlediğiniz kişidir. Sizi hiçbir zaman arkanızdan vurmayacak, sizi asla üzmeyecek, ilelebet yanınızda olacak kişiye dost denir. Günümüzde dost bulmak her ne kadar zor olsa da hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamamız gerekir. Elbet bir gün sizin dostunuz tabi ki olacaktır. Dostluk hiçbir zaman basit bir arkadaşlık değildir. Arkadaşlık ötesi bir duyguyu simgeler. Dost çıkarsız arkadaşlık olarak tabir edilir. Çıkar ilişkisi olmayan arkadaşlık elde etmek zor gibi görünse de aslında çok da zor değildir.

DOSTLUK KAVRAMI NASIL ELDE EDİLİR?

Dostluk kavramı günümüzde içi her geçen gün boşaltılan bir duruma gelmiştir. Gerçek anlamda dostluk kurabilmek, insanlara güvenebilmek ve zor zamanlarında seni yalnız bırakmayacak kişileri bulmak gerçekten zor hale gelmiştir. İnsanlar günümüzde herkese dost diyebilmekte ya da bazılarına da gerçek dost ifadesini kullanabilmektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Dost ya da dostluk kavramlarının tek bir anlamı bulunmaktadır. Bu nedenle gerçek dost diye bir ifadenin doğru olduğuna inanmıyoruz. Dostluğu hayatımıza yansıtmak için sıkı bir bağlılık gerekir. “Bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünde anlam aslında şudur: Kişi dostu ile aslında aynı yöne bakar. Dostu kişiyi çok iyi tanır. Onun üzgün olduğu zamanları kısa zaman içinde anlar. Kişi dostunun yaşamış olduğu zorluğun hemen farkına varır. Elinden gelenin daha fazlasını yapmak için gayret sarf eder. Yalnızca iyi günde yanında olmak dostluk değildir. Hem iyi günde, hem de kötü günde kişi dostunun yanında olmalıdır.

Dostluklar kişiden kişiye de değişebilir. Fakat dostluğu belirleyen kişi aslında sizin ta kendinizdir. Dostunuzun hayatınızın neresinde olduğuna siz karar verirsiniz. Burada belirtmek istediğimiz en önemli husus ise kişiye sen benim kesin dostumsun demek için asla acele edilmemesi gerektiğidir.

Pek çok kişi hayatlarına yeni bir arkadaş girdiğinde ve samimi olduklarında birbirlerine “dostum” diye hitap etmeye başlamaktadır. Dostluğun asıl anlamının yitirildiği günümüzde, çok iyi vakit geçirilen, gülüp eğlenebilinen ve sürekli beraber olmaya çalışılan her samimi arkadaşlık dostluk olarak düşünülmektedir. Burada önemli olan samimi arkadaşlık ile dostluğu birbirinden ayırabilmektir. Kişiliğe bağlı olarak insanlar birbirleriyle tanıştıktan kısa süre sonra samimi olabilirler fakat dost olabilmek için belli bir zaman ve yaşanmışlıkların olması gerekir.

Dostunuzun kim olduğunu hemen anlamayabilirsiniz. Bu nedenle asla acele etmeyiniz. Dostluk kurduğunuz kişiyle ilk olarak güven elde etmek gerekir. Bizler samimi arkadaşlık olarak tabir ettiğimiz ilişkiye dost ilişkisi diyebiliriz. Samimi arkadaşlık ilişkisi dostluk kavramı elde edilmesine elbette yardımcı olmaktadır. Ancak yinede aceleci olmamak gerekir, yoksa bu aceleciliğin sonu hayal kırıklıklarına dönüşebilir.

DOSTLUĞUN ÖNEMİ

Dostluğun ve dost insanların önemi o kadar fazladır ki, saymakla bitmez. Çevrende iyi niyetli ve zor durumlarında sana yardım elini uzatabilecek dostların bulunması hayatın sana sunmuş olduğu en büyük sürprizlerin başında gelmektedir. Tam dibe vurduğunu düşündüğün anda, kendini çaresiz hissettiğinde ya da her şeyin bittiğini düşündüğünde onun elini görür ve yeniden ayağa kalkarsın. İşte dostluğun önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dost size güven veren kişi olduğundan onunla konuştuğunuz zaman bile ferahlık hissedeceksiniz.

Yaşamış olduğumuz yüzyılda dost bulmak gerçekten çok güç hale gelmiştir. Özellikle dostluk kurabilmek insanlar için bir lüks haline gelmiştir diyebiliriz. Gerçek anlamda dostlukların çok zor bulunduğunu ve hatta aramakla bulunamadığını bilmemiz gerekiyor. Dostluklar da tıpkı aşklar gibi tesadüfen bulunabilmektedir. Hayat ya da kader insanları tesadüf bir şekilde karşılamakta ve dostluk kurmalarına neden olmaktadır. Dostluk kurulması sürecinde kişilerin karşılıklı iyi niyeti, sevgisi, saygısı, samimiyeti ve dürüstlüğü çok önemlidir. Bu değerleri sarsacak davranışların olması halinde dostlukların kurulabilmesi mümkün olmayacaktır. Dostumuz dediğimiz kişi bizi yarı yolda bırakmaz. Dostumuz dediğimiz kişi erkek ya da bayan olabilir. Farklı cins olan insan da olsa dost olarak tabir edebiliriz. Bu durum sizin tutumunuza bağlıdır. Aslında herkesin bildiği aşağıdaki anektot dostluğun önemini anlatan en güzel örneklerden biridir.

“Sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile seni sevmeli… Sarılınacak biri olmadığın zamanlarda bile sana sarılmalı… Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile  sana dayanmalı…

Dost dediğin, fanatik olmalı; Bütün dünya seni üzdüğünde sana moral vermeli, güzel haberler aldığında seninle dans etmeli ve ağladığında, senle ağlamalı…

 Ama hepsinden daha çok, dost matematiksel olmalı; Sevinci çarpmalı, üzüntüyü bölmeli, geçmişi çıkarmalı, yarını toplamalı.

Kalbinin derinliklerinde ki ihtiyacı hesaplamalı ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı. İşi bitince seni bir tarafa atmamalı.”

DOST VE ARKADAŞ AYNI KİŞİ MİDİR?

Dost her zaman yanımızda olan kişi olmalıdır. İyi zamanlarımıza değil kendimizi kötü hissettiğimiz her an yanımızda olan kişi olmalıdır. Dostluk kavramı yukarıda da belirtildiği üzere çok önemli bir kavramdır. Kötü zamanlarımızda yanımızda olan ve bize sıkı sıkı bağlı olan kişi dost olarak tabir edilebilir. Arkadaş ve dost birbirinden çok ayrı insanlardır. Sosyal hayatımız veya güncel yaşantımızda bu iki kişiyi birbirinden ayırmamız gerekir. Dost ve arkadaş farklı kişilerdir. Asla bir olmaz. Çünkü sizler dostunuz ile her şeyi konuşabilirsiniz. Dostunuza derdinizi anlatabilirsiniz.

Dost ve arkadaş kavramları her ne kadar birbirine yakın kavramlar gibi görünse de, dost arkadaştan daha ötedir. Gerçek anlamda dost olan iki kişi her şeyini paylaşmalı, zor durumda yardıma koşmalı, kendinden daha fazla dostunu düşünmelidir. Arkadaş kelimesinin de anlamı dost kelimesi ile yakındır. Sırdaş ya da yoldaş kelimelerine yakın bir anlam taşıyan arkadaş günümüzde dostluk kavramı gibi içerisi boşaltılmıştır. İyi bir arkadaş kişiyi yarı yolda bırakmaz, ona asla ihanet etmez ve her zaman iyi niyetle ona yardım etmek ister.

Dost olan kişi ile farklı bir güçlü bağ kurulur. Dost ile uzun zaman ayrı kalsanız onu özleyebilirsiniz. Arkadaşınız ile birlikte zaman geçirdiğiniz ve sırf o zamanı değerlendirmek için birlikte olduğunuz kişilerde olabilir. Dost ve arkadaş asla aynı kişi değildir. Dostluklar kalıcı arkadaşlık olarak bilinir. Dostunuz sizi hiçbir zaman yanınızdan ayırmak istemeyen kişidir. Siz ağlarsanız sizinle ağlar siz gülerseniz sizinle güler. Siz mutlu olursanız sizinle mutlu olur gibi daha nice bir süre kavram söyleyebiliriz. Dostluk hiç bir zaman tükenmeyecek olan ebedi arkadaşlıktır. Dost farklı arkadaş farklı kişidir. Dostunuz sizler için çok saygın kişidir. Ona çok değer verdiğinizden dolayı arkadaş olarak göremezsiniz. Arkadaşlıktan çok öte olan bir kişidir.

DOST NASIL OLMALIDIR?

Dost kelime anlamı olarak çok geniş olan bir anlama sahiptir. Hayatımızda da aynı kelime anlamında olduğu gibi çok yer kaplayan kişidir. Hayatımızın her anında yanında olan kişidir. Kalbini okuyan kişi olarak da bilinir. Kalbine huzur ve barış veren kişidir. Dost seni çok düşünen kişidir. Sizin asla düşmanınız olmayan kişidir. Her konuda sizi anlamaya çalışan kişidir. Dost aynı zamanda eğer siz haksızsanız da söylemelidir. Haklı iken size evet haklısınız diyen kişi olmalıdır. Size sıkı sıkı bağlı olan ve asla ihanet etmeyen kişi olmalıdır.

Dost sizin ilerlemenizi seven kişi de olabilir. Meslek hayatınızda, evliliğinizde, iş hayatınızda, üniversite yıllarınızda, okul hayatınızda veya nerede olursanız olun sizin güçlü olmanız adına yardımcı olan kişi olmalıdır. Sizin hayatınızı sizden çok düşünen kişi elbette ki olamayabilir. Fakat hayatınıza çok değer veren kişi olmalıdır. Dost olarak gördüğünüz kişi size kısa zaman içinde güven veren kişi değil de ahrete kadar yanınızda olan kişi olmalıdır. Hani derler ya ahretlik arkadaşımsın sen benim diye. İşte tam da bu şekilde son nefesine kadar senin can arkadaşın olan kişi dostun olmuş demektir.

DOST OLAN KİŞİ SİZİ YANILTIR MI?

Dost olan kişi sizi asla yanıltmaz. Aldığınız her nefeste yanınızda olan can ciğer arkadaşınız olduğu için sizi yanıltmayan kişi olmalıdır. Dost gözü kapalı güven duyduğumuz kişilerdir. Hayatımızın her alanında yanımızda olan kişi olmasından dolayı bizi yanıltacak hareketler yapmamalıdır. Hani derler ya bir kere hata yapan tekrar yapabilir diye. Dostunuz şu durumda sizi tekrar üzebilir. Belki de dostunuz yaptığı bir yanılgı veya yanlış hareket yüzünden sizi ömür boyu zor durumda bırakacaktır. Güven zor elde edilen duygu olmasından kaynaklı bu yanılgı sizi kişiden soğutur. Belirttiğimiz gibi; arkadaşlık ilişkisi olarak kalır. Yani zamanla dostluk duygusu azalabilir. Bu yüzden dost asla yanıltmayacak olan kişi olmalıdır.

Sadece dostluk ilişkisinde değil bu durum arkadaşlık ilişkisinde de aynı şekildedir. Bir kere kaybedilen güven daha sonrasında asla kazanılmaz. Sonrasında ise bir bakmışız o arkadaşlık da kısa zaman içinde bitmiştir. Bu yüzden dostunuza lütfen sahip çıkın. Değerini bilin. Dostluk çok zor elde edilen bir kavramdır. Dost elde etmek büyük zaman alır. Bu nedenle attığımız her adıma dikkat edelim. Kırmamak için özen gösterelim. Dost, üstün arkadaşlık olarak tabir edilir. Dost olan iki kişi birbirini çok iyi tanıyan ve çok iyi anlayan kişilerdir. Doğal olarak birbirlerine de çok hassas şekilde davranırlar. Dinimizde de dostluk önemi oldukça fazladır.

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA DOSTLUK

Yazımızın farklı bölümlerinde de ifade ettiğimiz gibi dostluk günümüzde daha çok yalnızca kelimede kalmıştır. Gerçek anlamda dostluklar ne yazık ki kurulamamaktadır. Genellikle çıkar üzerine kurulan dostluklar hayatın her alanında kendini göstermektedir. Karşılıklı çıkar, menfaat ve beklentiler üzerine kurulan dostluklar da kırılgan bir yapıdadır.

Günümüz dünyasında dostluk kavramı genel olarak bu şekildedir. İstisnai olarak gerçek anlamda dostluk kurabilen kişiler mutlaka mevcuttur. Bu kişiler son derece şanslı kişiler olarak ifade edilebilir. Kişinin sırtını dayayabileceği, her koşulda güvenebileceği, her şeyini emanet edebileceği, iyi günde ve kötü günde yanında olabileceği dostunun olması büyük bir mükafattır. Bu çerçevede yazımızı okuyan herkesin dostluklar kurma noktasında çaba sarf etmeleri ve bununla ilgili olarak elinden geleni yapmaları gerekmektedir. Bu şekilde dostlukların kurulabileceğini ve hayatın daha iyi geçeceğini ifade edebiliriz. Dost kişilerin arayarak bulunamayacağını ve gerçek anlamda dostlukların bazen insanın kaderinde olduğunu da ifade etmemiz gerekiyor.

Gerçek dostlar yıldızlara benzer, karanlık çökünce ilk onlar görünür.

Beklentileri Azaltarak Yaşamak

Hepimiz, hayatın içindeki, yerimizi ve hangi yöne gideceğimizi bilmek isteriz. Bu gayet olağan ve olumlu bir davranıştır.  Asıl sorun başka kişiler ile ilişki kurmaya başladığımızda ortaya çıkmaktadır.  Çevremizdeki insanlardan çok fazla beklenti içine girdiğimizde  bir türlü mutluluğu yakalayamayız. Şunu bilmelisiniz ki, mutlu bir yaşamın anahtarı, insanlar ve olaylar karşısındaki beklentileri azaltarak yaşamak ve onları yönetebilme yeteneğine bağlıdır.

İlişkilerin doğası basittir. Duruma  bağlı olarak bazen siz daha çok veren taraf olurken, bazen de karşınızdaki kişi olur. Genellikle, olaylar karşısında, biz nasıl çaba gösteriyorsak, diğer insanların da aynı çabayı göstereceğini düşünüyoruz. ya da umuyoruz.  Aslında, bu her zaman böyle olmuyor. “Ver ve al” ilkesi dengelenirken her şey yolunda gider, ancak herkes bu kurallara göre oynamayı tercih etmeyebilir. Bunun sonucu da hayal kırıklığı getirir. Karşınızdaki kişilerden yani annenizden, babanızdan, çocuğunuzdan, kardeşinizden, arkadaşınızdan, iş arkadaşınızdan, eşinizden, sevgilinizden çok fazla beklenti içine girmeniz beraberinde hayal kırıklığını getirebilir. Mutluluğunuzun başkalarına bağlı olmasına izin vermeyin. Çünkü mutlu olmak sadece sizin elinizdedir. Mutluluğunuzu başkalarından beklemek sizi tam tersi bir duyguya iter.

Arka arkaya hayal kırıklıkları yaşıyorsanız, belki de diğer kişilere bakış açınızı değiştirme vaktiniz gelmiştir. Karşınızdaki kişi ya da kişilerden beklentinizi azaltmak bu durum için bir çözüm olabilir.

Çok fazla beklenti içine girmek hayal kırıklıklarını doğurur

Asla gelmeyecek ya da olmayacak şeyleri umutsuzca beklemek hayal kırıklığına yol açar. Her zaman herkesten arzu ettiğiniz davranışı sergilemesini bekleyemezsiniz, bunu unutmayın. Çünkü çevrenizdeki insanları kontrol edemezsiniz ve davranışlar zaman içinde aynı durumlarda bile değişebilir. Kimden bir şey beklemeniz gerektiğini biliyor musunuz? Kendinizden. İşte tam da bu noktada beklentilerinizi azaltarak yaşamak için  size rehberlik edecek tavsiyelerimiz var.  Bu şeklide kendinizi özgürleştirebilir  ve gerçek dışı beklentilerinizi bir bavula koyarak geride bırakabilirsiniz.

Beklentileri Azaltarak Yaşamak : Beklentiler ile  bağımlılığı ayırt etmeyi öğrenin

Mutluluğunuzun kaynağını hayatınızdaki kişiler olarak görüyor olabilirsiniz ve bunun da farkında olmayabilirsiniz. Bu yüzden davranış biçimleri ruh halinizi etkiler, ani inişler ve çıkışlar yaşarsınız. Başkalarına bağımlısınızdır ve gerçekte sadece size ait olan özelliklerinizden bu kişileri sorumlu tutarsınız. Refahınız her zaman çevrenizdeki kişilere bağlıysa mutlu olmak imkansıza yakındır. Zincirlerinizi kırmayı öğrenmek ve beklentilerinizi bir kenara bırakmak, mutluluğun sizin elinizde olduğunu ve bu kaynağın sadece kendiniz olduğunuzu anlamanıza yardımcı olacaktır.

Beklentileri Azaltarak Yaşamak: Her zaman aynı şekilde karşılık alamayacağınızı kabul etmelisiniz

Çocukluğumuzdan beri büyüklerimiz bize, karşımızdaki kişilere bir şey verirsek, aynı şeyi beklememiz gerektiğini ve bu şekilde ödüllendirilmiş olacağımızı öğrettiler. Bu yüzden başkalarının onlara sunduklarımıza göre hareket etmesini bekliyoruz. Bu, beklentilerin birinci sırada yer almasıyla bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Hayatınızdaki insanları oldukları gibi kabul etmelisiniz. Böylece herkesin size aynı şekilde geri dönmeyeceğini kabul edersiniz. Bu konuda endişelenmeyin, burada önemli olan size teşekkür etmeleri değil nasıl davrandıklarıdır.

Asla bir insanı veya durumu mükemmelleştirmeyin. Asla başkalarından çok fazla beklenti içine girmeyin.

Beklentiler mükemmelliklerle doludur. Duygusal bir ilişkide, örneğin, eşinizi mükemmel ve kusursuz bir kişi olarak görmek normaldir. Fakat bu görüş zaman içinde değişir ve büyük hayal kırıklıkların sebebi olabilir. Bir durumu veya bir kişiyi mükemmelleştirdiğinizde, her şeyin beklediğiniz şekilde gelişeceğini düşünürsünüz  ancak bu her zaman böyle olmaz. Bu da kendinizi kötü hissetmenize neden olur. Hiçbir olayı ya da kişiyi tamamen kontrol edemeyiz, çocuklarımızı bile. Her şeyin mükemmel olmasını beklemek olmayacak bir rüyaya inanmak anlamına gelebilir.

Beklentileri Azaltarak Yaşamak : Herkesin kusurları vardır, sizin bile

Belki de madalyonun iki tarafını birden hiç düşünmediniz. Karşınızdaki kişinin sizden beklentileri olabilir ve siz bunu yerine getirmezseniz, o kişiyi hayal kırıklığına uğratırsınız. Kimse mükemmel değildir. Bu yüzden en başta kendinizi olduğunuz gibi kabul etmelisiniz. Olmayacak bir şey için beklenti içine girmek yerine her şeyi geldiği gibi kabul etmeye başlamaya ne dersiniz? Bu şekilde, birisi istediğiniz şekilde karşılık vermediğinde, beklentinizi azalttığınız için bu sizi üzmeyecektir. Öte yandan, beklentiniz üzerinde gösterilen bir davranış sizi için süpriz olacaktır.

Bir şey beklemeniz gereken tek kişi kendinizdir. Başkalarını olduğu gibi kabul edin. Mutlu olmanızı hiç bir zaman kendinizden başka kişilere dayatmayın. Sizi engelleyen duygu ve düşünceleri uzaklaştırın.

Psikolog  Mahir Efe Falay

Procrastination” olarak da bilinen erteleme hastalığı; kişinin yetiştirmesi gereken işleri ötelemesi, yapmaktan kaçınması ya da sürekli olarak ertelemesi olarak tanımlanır. Yapılması gereken işin başına oturmadan önce son bir kez başka bir şey yapma, harekete geçerek işi tamamlamak yerine kasıtlı ve bilinçli olarak yapılması gereken eylemden kaçınma, ağırdan alma olarak da açıklanabilen erteleme hastalığı, toplumda oldukça yaygın olarak görülür. Bu kişiler eyleme geçmek yerine kendi kendilerine bahaneler ve kaçış yolları bularak görevlerini erteler. Bunun sonucunda iş ve okul hayatlarının yanı sıra sosyal ilişkileri de olumsuz etkilenir.

Erteleme hastalığı nedir?

Kişinin yapması gereken işi, zamanı, enerjisi ve imkanı olmasına rağmen, bir ya da birkaç kez ertelemesi, işi yapmaktan kaçınması olarak tanımlanan erteleme hastalığı, kişinin günlük hayatına olumsuz etki eder. Yapılması gereken işleri, süresiz ve sayısız olarak erteleyen kişiler, zamanı doğru kullanamadıkları için gerek okulda, gerekse profesyonel yaşamlarında güçlüklerle karşılaşırlar. İşin tamamlanması gereken zaman yaklaştıkça öfke ve stres seviyeleri artar. Çoğunlukla da işi yapabileceklerinden çok da yüzeysel ya da kabataslak şekilde tamamlarlar. Bunun sonucunda da stres seviyeleri artmaya ve öz güvenleri düşmeye başlar.

Erteleme hastalığı kimlerde görülür?

Günümüz modern toplumunda oldukça yaygın olarak görülen erteleme hastalığı her yaş ve cinsiyetten kişide görülür. Erteleme eğiliminde olan kişiler, çevreleri tarafından savsak, rahat ve üşengeç olarak tanımlanırlar. Çoğunlukla motivasyon eksikliğinden kaynaklanan bu durumda kişi, yapılması gereken işi önemsiz bulur. İlgi alanı dışında yer aldığını ya da işleri ertelemesinin, beceri eksikliğinden kaynaklandığını düşünür. Yapılması gereken işi nasıl yapacağını bilememek ve kendini yetersiz hissetmek de erteleme hastalığı bulunan kişilerde yaygın olarak görülür. Motivasyon eksikliğine ek olarak mükemmeliyetçi olmak, başarısız olmaktan korkmak, kişinin kendisine yönelik olarak yüksek standartlar belirlemesi ve kendisine ilişkin olağan dışı beklentilerde bulunması da erteleme hastalığı bulunan kişilerin ortak özellikleri arasında yer alır. Tüm bunlara ek olarak zaman yönetimi kötü olan, plansız davranan kişilerde de yapılması gereken işi sürekli erteleme eğilimi görülür.

Erteleme hastalığı belirtileri nelerdir?

Erteleme hastalığına sahip kişiler, genellikle yapılması gereken ya da yapılması kendisinden beklenen işleri sürekli olarak ötelerler. Örneğin, gün boyu bolca vakti olan bir kişi, ödevini ya da bitirmesi gereken bir projeyi yapacağı saati belirledikten sonra ilgili saat geldiğinde araya başka bir iş sıkıştırabilir. Kişi önceden planladığı saatte işi tamamlayamadığında tekrar planlayıp ileri bir saat belirler ve belirlediği saat geldiğinde işi tekrar erteler. Bu durum yapılması gereken iş için ihtiyaç duyulan zamanın azaldığı ana kadar devam eder. Kısıtlı olan zaman içinde de ödevi ya da projeyi üstünkörü ya da detaylarına inmeden yaparak tamamlar. Bu durum spora veya diyete başlama konusunda da sıklıkla görülür. Haftanın ilk günü olan pazartesiye erteleme durumu, bir döngü içinde devam eder. Bir süre sonra alışkanlık hâline gelen bu durum, kronik erteleme davranışını ortaya çıkarır.

Kronik erteleme nasıl oluşur?

Sürekli erteleyen, ertelediği için strese ve sıkıntıya girmesine rağmen, bu durumu tekrar tekrar sürdüren kişilerde görülen kronik erteleme önemli bir problemdir. Çocukluk çağında başlayan bu durumun altında yatan sebeplerden biri de otoriter ebeveynlerdir. Bu tarz ailelerde kurallar çok sıkıdır ve bu kurallara uymak hemen her şeyden daha önemlidir. Mükemmeliyetçi anne babalar, küçük yaştan itibaren sürekli olarak çocuklarını eleştirir. Ayrıca koşullu sevgi ve ilgi veren ebeveynlerin çocuklarında da erteleme hastalığı görülebilir. Bunun sonucunda çocuklar kendi iç dünyalarını düzenlemek yerine ebeveynlerinin niyetini okumayı öğrenir. Sürekli olarak kendini ispatlamak zorunda kalan çocuklarda performansla ilgili kaygılar ortaya çıkar. Küçük yaşta takdir görmek ve kabul edilmek için çabalayan kişiler, yetişkinlik döneminde erteleme hastalığı ile baş başa kalır. Çocukluk döneminde baş kaldıramayan bireyler, yetişkin olduklarında yapmaları gereken işleri zamanında yapmayarak bir tür tepki ortaya koyarlar. Ancak bu durum kronik erteleme hastalığına sahip kişilerde öfkeye neden olur. Son teslim tarihi olan işlere başlama fikri, keyif kaçırıcı bir eylem olarak görülür. Zaman daraldıkça artan stres ve sinirlilik hâli, kişi psikolojisi üzerinde huzursuzluk ve kızgınlık gibi negatif duyguları yoğunlaştırır. İşi yapmaya niyetlendiğinde motive olamayan kişiler, eylemlerini erteleyerek bir yerde duygularını ertelemiş olurlar. 

Erteleme hastalığı nedenleri nelerdir?

Kişi her işini ertelemeye başlamışsa ve bu durum günlük rutin hayatını dahi sekteye uğratıyor ise Procrastination diğer bir deyişle erteleme hastalığına sahip olduğu düşünülür. Erteleme hastalığı sebepleri arasında şunlar yer alır:

  • Motivasyon eksikliği
  • Kötü zaman yönetimi
  • Mükemmeliyetçilik
  • Başaramama kaygısı
  • Kişiliğe uygun olmayan iş seçimi
  • Bilgi eksikliği
  • Bitirememe kaygısı

Erteleme hastalığı nasıl tedavi edilir?

Hayatta karşılaşılan pek çok problemde olduğu gibi erteleme hastalığı ile mücadele eden kişilerin de yapması gereken ilk iş hastalığı kabul etmektir. Sonrasında işi yapmak için gerekli olan konsantrasyonu bozan etkenler tek tek not edilmeli ve işe başlamayı ertelemeye sebep olan nesneler ortadan kaldırılmalıdır. Konsantrasyon düzeyinin artırılmasının ardından yapılacak işi bölümlere ayırmak ve planlanan zaman aralığında bu bölümleri tamamlamak gerekir. Doğru ve etkili bir zaman yönetimi ve iyi bir planlamanın beraberinde kişinin kendi koyduğu kurallara uyması ile başlayan iyileşme sürecinde yapılması gerekenler oldukça basit olmakla birlikte kararlılık çok önemlidir. Erteleme hastalığı tedavisi, kişinin kafasında başlayan bir süreçtir. Eğer bu durum başarılamıyorsa bir psikologdan profesyonel yardım alınabilir. Erteleme hastalığı belirtileri arasında yer alan kötü zaman yönetimini düzenleyebilmek ve iyileştirebilmek, kişiyi motive edeceğinden yapılması gereken işlerin uygun zaman içinde tamamlanmasını kolaylaştırır. Bu durumda kişi öncelikle kendisine uygun ve kolaylıkla uygulanabilir bir plan yapmalı; günlük ve saatlik olarak bu plana uymalıdır. Yapılması gereken işleri önem sırasına göre sıralamak, önemli işlere öncelik vermek, optimum süre içerisinde işi tamamlamak, kişinin mükemmeliyetçilik duygusunu olumlu anlamda pekiştirecek ve bu da kişinin kendine olan güveninin yanı sıra işi bitirmeye yönelik motivasyonunu da artıracaktır.

Erteleme hastalığı nasıl tedavi edilir?

Hayatta karşılaşılan pek çok problemde olduğu gibi erteleme hastalığı ile mücadele eden kişilerin de yapması gereken ilk iş hastalığı kabul etmektir. Sonrasında işi yapmak için gerekli olan konsantrasyonu bozan etkenler tek tek not edilmeli ve işe başlamayı ertelemeye sebep olan nesneler ortadan kaldırılmalıdır. Konsantrasyon düzeyinin artırılmasının ardından yapılacak işi bölümlere ayırmak ve planlanan zaman aralığında bu bölümleri tamamlamak gerekir. Doğru ve etkili bir zaman yönetimi ve iyi bir planlamanın beraberinde kişinin kendi koyduğu kurallara uyması ile başlayan iyileşme sürecinde yapılması gerekenler oldukça basit olmakla birlikte kararlılık çok önemlidir. Erteleme hastalığı tedavisi, kişinin kafasında başlayan bir süreçtir. Eğer bu durum başarılamıyorsa bir psikologdan profesyonel yardım alınabilir. Erteleme hastalığı belirtileri arasında yer alan kötü zaman yönetimini düzenleyebilmek ve iyileştirebilmek, kişiyi motive edeceğinden yapılması gereken işlerin uygun zaman içinde tamamlanmasını kolaylaştırır. Bu durumda kişi öncelikle kendisine uygun ve kolaylıkla uygulanabilir bir plan yapmalı; günlük ve saatlik olarak bu plana uymalıdır. Yapılması gereken işleri önem sırasına göre sıralamak, önemli işlere öncelik vermek, optimum süre içerisinde işi tamamlamak, kişinin mükemmeliyetçilik duygusunu olumlu anlamda pekiştirecek ve bu da kişinin kendine olan güveninin yanı sıra işi bitirmeye yönelik motivasyonunu da artıracaktır.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Cesaret, bir konuda muhtemel riskleri göze, alabilmektir. Bir insanın herhangi bir konuda girişimcilik göstermesi, ce­saretin belirtilerindendir. Bir ilke ve değer olması bakımından takdire layık bulunan cesaretin, yerinde ve zamanında kullanılması, fonksiyonu açısından önemlidir. Aklın önüne geçen cesaret, tehlikeli­dir. Ancak rasyonel kuralları da bünyesinde barındıran bir yüreklilik, insanı başarıya götürür. Bu değerin, muhakkak yönetilmesi ve mantık unsurlarının eşliğinde dengelenmesi gerekir. Bir insanın atılımcı, cüretkâr ve korkusuz olması, bunları bir program şeklinde beynine yazmasıyla gerçekleşir. Cesaret, zihnimizdeki temel mozaik değerlerden birisi sa­yılabileceği gibi, bu değerin ufkumuzu yeni fikirlere açmakta da büyük katkısı vardır.

Cesaretin zıddı, korkaklıktır. Korkaklık, insanın kendi menfaatini bile koruyamaması, hakkı olanı savunamaması demektir. İlkeli bir insan, kendi doğrularını ve şahsını gerektiği yerde müdafaa edebilen ve icap ederse ilkelerini çiğneyenler karşısında durmayı başarabilen kimsedir. Cesaret, insanın başarısında etkili duygulardan birisi ol­makla beraber, asla gereksiz bir güç gösterisi değildir. Korku­suz ve kıvamında bir cüretkârlık sergileyen insanın yapması gereken şey; ifrat ve tefritten uzak olmak, bu değeri dengeli şekilde yaşamaktır. Cesaretin gereğinden fazla olması, insanı boş yere risk alma­ya sürükler. Hiperâktif kişiler bu duruma örnektir. Şayet insan ciddi atılım yaptığı bir konuda risk yönetimini başaramazsa, zarar edebilir. Ayrıca, fazla cesur kişilerin hayatlarında diğer insanlara nispeten daha belirgin iniş çıkışlar vardır. Bunlar, beyinlerinde yeniliği arama geninin aktif çalıştığı insanlardır.

Cesaret duygusu dengeli kullanılmadığı takdirde, insana en az korkaklık kadar zarar verir. Fakat atılganlığı bir kişilik özelliği olarak içinde taşıyan insan, bu değerin yardımıyla karşılaştığı tehlikeleri def eder, kendi lehine olan durumları oluşturur ve hayatını doğru şekilde yönetir. Cesaretin başarı getirmesi ve bu başarının istikrarlı şekilde devam etmesi için aklın rehberliğine ihtiyaç vardır.

Dünya üzerindeki bazı kültürler cesareti teşvik eder ve ödüllendirirler. Özellikle erkek çocuklarına cesaret, bir değer olarak aşılanır. Cesur erkek çocuk, alkışlanır ve toplumsal övgü alır. Gös­terdiği atılganlıktan dolayı methedilir ve bu da onu cesur olması yönünde daha fazla motive eder. Ancak kız çocukla­rının cesareti fazla yüceltilmez. Onun annelik yapabilmesi için korkuya duyarlı olması gerektiğinin altı çizilir. Aslında bu tavır, kız çocuklarındaki biyolojik eğilimin, bazı kültürler tarafından farkında olmaksızın beslenmesiyle oluşur. Ancak Batı kültürü ve sosyal düzene sahip olan kimi kültürler; femi­nist eğilimlerin de etkisiyle kadını cesaret göstermeye teşvik etmiş, gözüpek olanlara sosyal onay vermiştir. Bunu da en çok, kadını erkeksileştiren tehlikeli meslek alanlarına iterek  gerçekleştirmiş, onu yaratılışına uygun olmayan gereksiz bir noktaya yönlendirmiştir. İlginç olan şudur ki yüz metre koşusunda bile koşunun şartları kadın erkek farkı göz önünde bulundurularak belirlenirken, sosyal hayatta cinsiyetlerin özelliklerinden kaynaklanan durumlar görmezden gelinmektedir Nasıl ki koşuda cinslerin bünyesindeki farklılıklar dikkate alınmadığında bu, kadınların aleyhine olacaksa, hayatta da yüklerin psikolojik bünyelere göre dağıtılmaması yine kadın­ların aleyhinedir.

Şefkatin ağırlık kazandığı alanlarda kadınlar erkekleri, cesaretin baskın olduğu sahalarda ise erkekler kadınları geride bırakırlar. Kadınları cesaretin egemen olduğu kulvara yönelt­mek, kişisel özellikleri sebebiyle onları birkaç adım geriden başlatmak ve bir anlamda başarısızlığa mahkûm etmek olur. Değerler Psikolojisi ve İnsan – Nevzat Tarhan kitabından alıntı.

Oneitis sendromu, en kısa tanımı ile: Bir erkeğin, birlikte olduğu veya olmadığı ( sesini bile duymamış olabilir ) bir kadını bilinçaltı düzeyde büyütmesi, onsuz yaşamayacağını düşünmesi sonucunda oluşan, ruhsal bir hastalıktır. Oneitis kelime anlam olarak da oneitisin bir hastalık olduğunu açıklar. Nitekim, oneitis kavramı, ingilizce’de bir anlamına gelen ‘one’ kelimesine iltihaplı hastalık anlamı katan -itis ekinin eklenmesiyle oluşturulmuş bir kelimedir. Yaşam içerisinde nasıl ki psikolojik hastalıklar, bazı olumsuz duyguların ve düşüncelerin sonucunda oluşuyorsa, oneitis hastalığı da yanlış ve olumsuz düşüncelere inanılması sonucunda oluşur. Ancak oneitisin oluşumunda etkili olan bir başka önemli faktör daha vardır: O da muhtaçlıktır! Bu yüzden bu hastalığa, yıkıklık sendromu da denilebilir.

Günümüz dünyasında, Oneitis virüsüne yakalanmış birçok insan vardır. Çünkü, gerek sosyal medya olsun, gerek geleneksel medya olsun, erkeğin zihnine daima ilişkiler konusunda yanlış öğretiler vermektedir. Verilen bu yanlış öğretilere inanan erkekler de o yönde yanlış davranışlar sergilemektedir. Sizlere şu gerçeği açıkça belirmek isterim ki hayatınızı inanmış olduğunuz düşünceler yönetir. Mesala siz, bir kadına çiçek almanız sonucunda o kadının size aşık alacağını inanmışsanız, bir kadınla ilişki başlatmak için, daima hoşlandığınız kadına çiçek alırsınız. Davranışınız o yönde olur.

Buradan anlayacağınız üzere, aslında davranışlarımızı bilinçaltı inançlarımız oluşturmaktadır Bu yüzden zihnimize alacağımız, kabul edeceğimiz “öğretilere, düşüncelere” çok ama çok dikkat etmeliyiz. Nitekim hayat içerisinde doğru düşünceler olduğu gibi, yanlış düşüncelerde vardır. Yanlış olan düşünceler bize zarar vermekten başka hiçbir işe yaramaz. İşte oneitis sendromuna yakalanmış erkeklerin en büyük sorunlarından bir taneside; Yanlış düşüncelere inanmış olmalarıdır. Bir diğer sorunlarıda, muhtaçlıktır. Yanlış inançlar ve muhtaçlık  “Oneitis kişilik bozukluğuna” yakalanmış bir erkeğin anotomisini oluşturur.

Oneitis’e Yakalanmış Erkeğin Anotomisi

Oneitis sendromu hastalığına yakalanmış bir erkeğin, anatomisini incelerseniz, 3 temel sorunla karşı karşıya kalırsınız;

  • Muhtaçlık: Hayatınız içerisinde, elinizde hangi varlık az ise, o varlığa muhtaçlık duyarsınız. Muhtaçlık duyduğunuz bir varlığı ise haddinden fazla değer biçer, onu kafanızda fazla büyütürsünüz; para sıkıntısı çeken bir insanın, sürekli olaraktan “Nasıl para kazanabilirim?” şeklinde düşünmesi gibi. Herhangi bir varlığa muhtaç olmanın bir diğer kötü yanı ise o varlığı  kaybetmekten çok fazla korkarsınız. Nitekim, o varlık elinizde yoktur. Kaybederseniz hiç olmayacaktır.

Hayat içerisinde, kızlarla ilişkisi kötü olan, daha doğrusu olmayan bir erkeğin, sizinde tahmin edebileceğiniz üzere, kızlara karşı muhtaçlık hissetmesi büyük bir ihtimaldir. Kızlara karşı yokluk zihniyetinde olan bir erkek, kendisine ilgi gösteren bir kadını, bilinçaltı zihninde büyütür. Çünkü, bu erkeğin karşı cins ile olan ilişkisi kötüdür. Ve muhtaçlığından ötürü, direkt olaraktan onunla ilgilenmeye başlar; Sesini duymasa dahi.  En nihayetinde ise sesini dahi duymadığı bir kadına karşı çok yoğun duygular besler. İşte, kişi artık yavaş yavaş oneitis hastalığına yakalanmaya başlamış ve bir kere bile konuşmadığı bir kadın üzerine, evlilik hayelleri kurmaya başlamıştır. Bu vakitten sonra, oneitis virüsü tüm vücuduna yayılmaya başlar. 

Muhtaçlık sorunundan ötürü, oneitis oluşumunun bir başka versiyonu ise ilişki sonrası yaşanılan oneitistir. Bu versiyonda erkek,  yokluk zihniyetine rağmen, bir kızla ilişki kurmayı başarmıştır. Ancak, hala muhtaç zihin yapısında olduğu için kıza bunu yansıtmış ve kızı elinden kaçırmıştır. Sonrasında ise başka kızlar ile ilişki başlatmaya cesareti olmadığı için sürekli olaraktan, kendisini terk eden kıza yönelmiştir. Ve kızın üzerine gittikçe, kendisini daha da fazla oneitis’e kaptırmıştır.

  • Medya tarafından beyni yıkanmış bir zihin:

Oneitis sendromuna yakalanmış bir erkeğin ikinci en büyük sorunu ise  medya tarafından beyninin yıkanmış olmasıdır. 

Medyada sunulan dizilerin, filmlerin hiçbiri bizlere  gerçekleri anlatmaz. Bizlere sadece, para edicek şeyleri satarlar. Bir erkekle bir kadının, imkansız aşk yaşaması daima para ederken, mutlu mesut, sorunsuz bir şekilde  yaşamaları hiçbir zaman para etmez. Bir erkeğin, bir kadına ağlayarak sevdiğini söylemesi ve kadının buna dayanamayıp ona aşık olması size çok hoş gelebilir ancak gerçek hayatta böyle bir davranış sergilerseniz, kadın sizin yüzünüze tiksinerek bakacaktır. Bir başka örnek vermem gerekirse mesala, medya tarafından hoşlandığınız kadına iyilik yapmanız sonucunda size aşık olacağı öğretisi verilir. Ancak gerçek hayatta bir kadının size arzu duyması yapıcağınız iyilikle değil,  göstereceğiniz güç ile gerçekleşir. Kısacası şunu bilin: Medyanın diziler aracılığı ile verdiği öğretiler, yanlış ve aptalcadır. Ancak sizlere doğruymuş gibi gösterirler. Ve çoğu zamanda insanlar bu ” Mış’a” inanır. Neticede ise zihnini yanlış öğretiler ile doldurmuş olur. Tabii davranışları da bu yanlış öğretiler doğrultusunda şekillenecektir. 

Günümüz dizi, filmlerini açın ve inceleyin; “Hercai, Sen Anlat Karadeniz, Yasak Elma” gibi. Verdikleri öğretileri iyi inceleyin; Fark edeceksiniz ki birçok dizi, en çok para eden,  durumu satmaktadır; Özel kadın miti‘ni. Tabii bu özel kadın miti safsatasınada birçok erkek inanmaktadır. İnanan erkekler ise, oneitise yakalanmaktadır. 

Oneitise yakalanmış erkeğimizin bu sorunu, yokluk zihniyetinden ötürü oluşur. Ve bu sorundan ötürü erkek, hayatına girmiş veya girme potansiyeli olan bir kızı fark etmesede bilinçaltı düzeyde çok fazla abartır. Kendi zihninde “Çok güzel kız, bittim valla, ben bu kızla çıkmalıyım” gibi düşünceler döner. Halbuki,  beyni bulanmış erkeğimizin fark edemediği nokta o kadın veya kız diğer hem cinsleri gibi ortalamadır. Hem karekter yönünden hem de fiziki yönünden. Bu durum erkekler içinde geçerlidir. Belki bir kız çok güzel olabilir ama diğer konularda çok vasattır. Aynı şekilde bir erkek, gücün göstergesi harika bir özgüven vardır; ama sohbet kabiliyeti sıfırdır. Yani hayat içerisinde insanlar olarak, genelde vasatız. Bir tane iyi özelliğimiz var ise 5 tane de kötü özelliğimiz var. Aslında  sadece bu sebep bile, çevremizdeki insanları büyütmemiz için yeterlidir. Ancak oneitise yakalanmış kişiye, bu durumu anlatamayız. Çünkü onun için, o kadın bir melektir (!)

Oneitisten kurtulmak  veya oneitise yakalanmamak için yukarıda saymış olduğum, sorunları ortadan kaldırmanız gerekir. Eğer bu sorunları ortadan kaldırırsanız, oneitise yakalanma ihitmaliniz de olmaz. Oneitis hastalığından kurtulmak veya yakalanmamak için, yapmanız gereken ilk işlem; TV dizilerini izlemeyi bırakmak olmalıdır. Nitekim yukarıda söylediğim üzere, TV dizileri ilişkiler konusunda yalan ve saçma öğretiler verir. Dizilerin verdiği öğretiler ile gerçek hayatta kadın – erkek ilişkilerinin işleyiş şekli hiç ama hiç aynı değildir.

Dizilerde erkeklere verilen öğreti ya sinirli olmaları yönünde ya da ağlayan bir sümüklü böcek olmalırı yönündedir. Halbuki bir erkeğin en güçlü silahı her olay karşısında, sakin kalmasıdır. Ancak hiçbir dizi bu öğretiyi vermez. Burada, dizilerin verdiği yanlış öğretiler üzerine yüzlerce örnek verebilirim ama bu önemli değil. Önemli olan sizin,  size hiçbir şey katmayan,  o aptal kutusundan kurtulmanızdır. 

Oneitis çözümü için atmanız gereken ikinci adım; bolluk zihniyetine sahip olmanızdır. Bolluk zihniyeti, bir kadını takıntı yapmanızdaki en büyük panzehiriniz olacaktır. Ancak bolluk zihniyetine ulaşmak, televizyon izlemeyi bırakmak kadar kolay değildir. Nitekim bolluk zihniyetine ulaşmak için öyle bir konumda olmanız gerekir ki “Ben istediğim an yeni bir kızla ilişki başlatabilirim” modunda olmalısınız. Bu modda olabilmeniz içinse elinizde bazı maddi veya manevi varlıkların olması gerekir.  Özgüven gibi, para gibi, fit bir vücut gibi. Bu varlıklara ulaşabilmeniz içinse, mücadele etmeniz gerekir. Çalışmanız gerekir. 

Özgüven arttırma yöntemleri sıklıkla araştırabildiğimiz bir kavram haline geldi. Özgüven kavramını açıklamak ve daha iyi anlamanızı sağlamak hem de özgüven temelleri atmanız için bu yazıyı hazırladık. Bu yazıda özgüven nedir, özgüvenin ilişkilere katkısı nedir, özgüven nasıl kazanılır,

Sağlıklı Özgüven Nedir?

“Özgüveni kazanmanın 5 yolu”, “Özgüvenli olmak için yapmanız gerekenler” “Özgüven kazanmak için 3 ilginç yöntem” soruları hepimize tanıdık geliyor değil mi? Peki, aslında bahsedilen bu özgüven nedir? Özgüven kazanılan bir değer midir, özgüveni nasıl tanımlıyoruz? Nathaniel Branden kitabında özgüveni, bilincin bağışıklık sistemi olarak tanımlar. Bu bağışıklık sistemi elinizden gelenin en iyisini yapmayı sağladığını vurgular. Amerikan Psikologlar Derneğinin tanımına göre, kişinin kendilik algısını, başarılarını, kapasitesini ve değerlerini yansıtır. Aslında kümülatif bir olgudur. Zamanla, süreç içinde birçok kaynaktan beslenir.

İlişkilerde Özgüven Eksikliği

Özgüvenli olmanın kişiler arası ilişkilere olumlu etkilerini gözlemlemek mümkün. Bu sebeple yetişkinlerde özgüven eksikliği ve yetişkinlerde özgüven geliştirme konuları gerçekten çok önemli. Kişiler arası ilişkilerin de özgüven seviyemize doğrudan etki ettiği pek çok durum var. Bu nedenle bir kişi öncelikle, ilişkilerde özgüvenin önemini ve bunun tersini kabul etmeli.  Bu hem kendi özgüvenimizi hem de karşımızdakinin özgüvenini artırmak veya güçlendirmek için bilinçli bir çaba sarf etmeye olanak sağlar.

Sağlıksız ilişkilerin çoğu, aşırı miktarda eleştiri ve yargılama içerir. Çünkü sürekli eleştiri, yargılama ve suçlama, kronik utanç duymaya yol açar. Utancın yanılabilir olduğumuzu ve bazen yardıma ihtiyacımız olduğunu fark etmek gibi uyarlanabilir bazı yönleri olsa da, çok fazla utanç özgüvenin düşmesi ile sonuçlanır. “Kusurlu olma”, “Yetersiz” veya “Değersiz” hissetmeye neden olur.

Diğer bireyin temel kişiliğini kabul etmek ve değiştirmeye çalışmamak ilişkilerde çok önemlidir. Eğer olduğunuz gibi kabul edilmeyeceğinizi düşündüğünüz bir ilişkideyseniz bu özgüveninizi düşürür. İlişkiler takdir ettiğiniz ve beğenmediğiniz özelliklerin kabul edilmesini içerir. Kabul ilişkilerde kişisel farklılıklara yer açar. Karşılıklı iki tarafın iyi oluş halini destekler. Birbirinizde değer verdiğiniz özellikler için övgü ve takdirlerinizi dile getirin.

Özgüven Arttırma Yöntemleri

Birçok zaman bireyler özgüven  arttırma egzersizi gibi konuları araştırabiliyorlar. Özgüvenli insanların özellikleri hakkında araştırmalar yapıp özgüven testi çözebiliyorlar. Burada ilk odaklanmamız gereken durum özgüven kaybedilen bir nesne midir? Aslında, özgüven kaybı diye bahsettiğimiz aslında özgüven seviyemizin diğer zamanlardan düşük olduğu durumlardır. Özgüveni tamamen kaybetmek diye bir şey mümkün olamayacağı için özgüveni kazanmak yerine artırmak olarak bahsetmek daha uygun. Çünkü, özgüveni kaybetmek diye bahsettiğimizde kişi ister istemez kaybettiği nesnenin yasını tutmak ister. Bu nedendir ki burada özgüveni artırmak demenin daha doğru olduğunu savunuyorum.

Özgüveni artırmanın herkes için farklı bir yolu vardır. Herkesin özgüvenini destekleyen, kendini iyi, yeterli, başarılı hissettiren olayların farklı olması bu farklılığın da temelidir. Her insan için bu kadar öznel olan bir durumu nasıl genelleyerek önerilerde bulunabiliriz dediğimizde aşağıdaki listeyi oluşturduk.

Değerlerine paralel işler yapmak

Değerlerinin farkında olmak ve onlara uygun projelerde yer almak özgüveni artırır. Kendine güvenin yaşadığımız sistemde aldığın yeri görmeyi kolaylaştırır. Özgüveni artırmak için sosyal sorumluluk projelerinde yer almak bir başlangıç. Projelerde direkt yer alamasanız bile bu projeleri desteklemenin bir yolunu bulabilirsiniz. Sosyal medyada takip edip neler yapabileceğinizi araştırıyor olmak bile bir adım atmak sayılır.

Hedefler belirlemek

Hedeflerinin olması kişinin kendisini iyi hissetmesini sağlar. Sadece hedeflerinin olması değil, hedeflerine yönelik işler yapıyor olması da bu iyi oluş halini destekler. Kısa vadeli küçük hedefler belirlemek iyi oluş halini destekler büyük ve ulaşılamaz hedefler tam tersi etki yaratır. Bu yüzden, büyük bir hedefi parçalara ayırmak, büyük hedefe ulaşmaya yardım eder.

Kendine zaman ayırmak

Kendine zaman ayırıyor olmak özgüveni artırır. Bu sebeple kişi kendine zaman ayırdığında neler yaptığı burada çok etkilidir. Öz bakımını destekleyecek aktiviteler kendine zaman ayırmak dendiğinde ilk akla gelen aktivitelerdendir. Bunun dışında, kendine zaman ayırmak aynı zamanda güzel bir yemek hazırlamak ve yemek ya da sinemaya gitmek gibi sosyal etkinlikleri de içerir. Kendiyle sosyalleşmek kişinin farkındalığını artırıcı bir fırsattır.

Bedenini ve ihtiyaçlarını dinlemek

Kendi ihtiyaçlarına yetebiliyor olmak kişinin özgüveninin artmasına yardımcı olur. İhtiyaçlarını karşılayan, gözeten biri olmak kişinin duyduğu özgüven ihtiyacını da karşılamasına olanak sağlar. Ancak kişi bu ihtiyacı duyduğunda neler yapabileceğini araştırı ve kendine uygun bir yöntemle özgüvenini arttırdığında daha iyi hissedecektir.

PSİKOLOG BARIŞ GÜRKAŞ

Korku Nedir?

Korku olgusunu tek bir cümlede tanımlamak, kuşkusuz çok zordur. Buna rağmen korkuyu, irade ve mantıkla kontrol altına alınamayan, insanın içini daraltan bir yakın tehdit hissi olarak açıklayabilmemiz mümkündür. Tıbbi açıdan bakıldığında korku – hemen hemen her vakada – soluk beniz, terleme, titreme veya çarpıntı halleri ile birlikte seyreder. Korku hastalıkları ise, korkunun şiddetli bir hali olarak kabul edilir.

Korkunun Gelişimi

Korkumuz, ancak hayatımız sürecinde gelişen bir olgudur. Yani ne „ödlek“ olarak, ne de özellikle cesur ve korkusuz bir insan olarak dünyaya geliriz. Gözle görülür ilk korku reaksiyonlarını, bebeklerin dördüncü ila altıncı ayları arasındaki dönemlerde algılayabilmemiz mümkündür. Çocukların ebeveynlerinden uzun süre uzak kalmalarına katlanmaları, içlerinde bu şahısların bir imajını muhafaza edebildikleri sürece mümkündür.

Sağlıklı Korku – Patolojik Korku

Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu halidir. Korku öncelikle, hem kendi kendimiz, hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır bize. Nasıl ağrının beden için önemli bir alarm fonksiyonu varsa, korkunun da hayati bir önemi söz konusudur. Örneğin korkmadan ve ağrı hissetmeden ateşe yaklaşabilseydik, hayati tehlike arz edebilecek yanıklara maruz kalmamız çok kolay olurdu. Yani, korkunun da sağlık açısından önemli yönleri vardır kuşkusuz. Bu durumda gerçek korku olarak tabir edilen olgudan bahsedilir: Dışarıdan gelen bir tehlike karşısında insan; bedenen, hissi olarak ve akıl seviyesinde alarma geçirilmektedir. Ancak korku olgusunun nasıl yaşandığını veya algılandığını da herkes bilir. Örne-ğin bize korku veren duruma başka bir anlam vermek suretiyle: Geceleri evimizde sesler duyduğumuzda, bunu evde bulunan muhtemel soygunculara değil, örneğin evin içinde dolaşan kediye yormaya eğilim gösteririz. Ancak makul bir ölçüde gerçek korku hissine sahip olmak da önemlidir. Bu korkunun dozu, risk taşıyan bir olayda hazırlıksız yakalanmayacak kadar yeterli olmalı, ancak tepki gösteremeyecek kadar da („korkudan donakalma“) fazla olmamalıdır. İşte gördünüz: hem aşırı korku, hem de korkusuzluk derecesine varan az korku halleri, hastalık özelliklerini taşımaktadır. Aşırı korku halinde mutlaka yardıma ihtiyacınız var demektir, üstelik yaşam kaliteniz de kısıtlanmış olacaktır. Ancak korkusuzluk halinde sosyal açıdan topluma uyumlu ve de başarılı olmanız mümkündür. Korku olgusunun bu her iki türünün de hastalık niteliği taşımasına rağmen, aşırı korku vakasının daha önemli olduğu da bir gerçektir.

Korkuların Sınıflandırılması

Korkudan korkuya fark vardır. Bundan dolayı korku bozuklukları, tıbbi açıdan üç büyük gruba ayrılmaktadır. Bu sınıflandırmada, her bir korku kategorisinin hasta edici özelliğini vurgulamak için “bozukluk” kelimesi eklenmiştir.

– Korku bozukluğu (genel korku, herhangi bir olguya bağlı olmayan korku)

– Panik bozukluğu (veya panik atakları), alan korkusu (agorafobi) ile veya tek başına seyredebilir

– Fobik bozukluk (belli bir nesneye ve duruma bağlı olarak)

Bütün bu korku hallerinde, normal hal ile hastalık hali arasında kesin bir sınırlama mümkün değildir. Bu itibarla, önce korkunun hangi boyutta olduğu sorusunun irdelenmesi gerekmektedir; örneğin genel olarak nispeten çabuk korku hissine kapılabilen bir kişiliğin hastalık boyutuna ulaşan derecede korkuya kapılıp kapılmadığı sorusu, önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin sistematik bir şekilde uçağa binmekten korkan, ancak bunun için mutlaka psikolojik yardıma başvurmayan veya başvurması zorunlu olmayan çok sayıda insan vardır. Diğer insanların huzurunda konuşma korkusunun hangi noktadan sonra hayatı kısıtlayan boyuta ulaştığı ve dolayısıyla profesyonel hekim yardımıyla tedavi edilmesi gerektiği sorusu da, çoğu zaman kolayca kestirilemez. Aynı şekilde, örneğin örümceklerden korkmanın ne derece hastalıklı bir durum olduğunu da bilemeyiz. Konunun daha iyi anlaşılması için öncelikle korku hastalıklarının üç farklı şeklini biraz daha yakından irdeleyelim.

Genel Korku Bozukluğu

Korku belirtilerinin çoğu günlerde, en az birkaç haf-ta boyunca devamla ortaya çıktığı hallerde, genel korku bozukluğundan söz edilir. Bu bozukluğu teşhis eden doktorun, teşhisine temel aldığı en önemli belirtiler arasında şu haller de bulunmaktadır:

– Kaygılar (gergin his hali, heyecanlı olma, belli bir olguya konsantre olmada zorlanma)

– Motorik gerginlik (örneğin titreme, kaslarda gerginlik hissetme, sakin olamama)

– Aşırı vejetatif (kontrol dışı) reaksiyonlar (örneğin terleme, baş dönmesi).

Panik Bozukluğu

Doktorunuz tarafından önerilen ilacın panik bo-zukluğunun tedavisine yönelik olması itibarı ile, bu broşürün “Panik nedir?” başlığı altında konu daha ayrıntılı bir şekilde işlenmektedir.

Fobik Bozukluk

Fobik bozukluk, daima spesifik bir durum veya obje ile bağlantılı olan bir korku halidir. Objeye bağlı fobi, örneğin örümcek, yılan veya ateş gibi belli bir nesneye bağlı olarak ortaya çıkan bir korku halidir.

NÖRON PSİKİYATRİ

Korkularla yüzleşmek, korkular yüzleşme kararı almak bir insanın hayatı içerisinde kendisine yapacağı en büyük iyiliklerden bir tanesidir. Çünkü korkular hayatımıza ket vuran, yaşamamızı engelleyen en önemli unsurlardan bir tanesidir. İşte bu yüzden, hayatımızdan korkuları uzaklaştırmak için korkularla yüzleşme kararı almak bize oldukça fayda sağlayacak olan bir karardır. Ancak korkularla nasıl yüzleşilir? Korku nasıl yenilir? Korku duygusu, hayatımız üzerinde söz sahibi olan, en güçlü duygudur. Nitekim yaşamımız içerisinde, sergileyeceğimiz davranışları genellikle korku duygusuna göre şekillendiririz. Korktuğumuz bir varlık, nesne veya bir durumla karşılaşınca, oradan uzaklaşırız. Yani davranışlarımızı değiştiririz.

Korku duygusundan ötürü, sergilediğimiz davranış, büyük oranda, kaçınma davranışıdır. Ancak insanlar genellikle korktukları olaydan, varlıktan veya nesneden kaçındıklarının farkında değillerdir. Çünkü kaçınma davranışları o kadar çok tekrarlanır ki kişi artık bu davranışının normal olduğunu düşünmeye başlar. Ta ki bazı gerçekleri fark edinceye kadar. Mesela kişinin sosyal korkularından ötürü sosyalleşemediğini veya hayallerinin önünde duran en büyük engelin korkular olduğunu anlaması gibi. 

Hayalleri önünde duran en büyük engelin, korkuları olduğunu anlayan bir insan, korku duygusunun varlığına stem edebilir.  Ancak bu yanlış bir davranıştır. Çünkü korku duygusu, insanlığın bugüne gelmesini sağlamış en büyük etkenlerden birisidir. Eğer atalarımızda korku duygusu olmasaydı, dış dünyadaki tehlikelere karşı, gereğinden fazla cesur davranır, ufak bir merak yüzünden bile hayatlarını tehlikeye atarlardı. Ve yüksek ihtimalle de insanlık bugüne gelemeden yok olurdu.  Bu yüzden, korku duygusu iyi ki vardır diyebiliriz.

Korkuya dair insanların yaşadığı asıl sorun: Korkuyu fazla dozda yaşamalarıdır. Fazla dozda yaşanılan korku, fobi, anksiyete  vb durumlar insana daima zarar verir. İnsanın fazla dozda yaşadığı bu olumsuz duygulardan kurtulma çabası gayet doğaldır. Ancak her işin bir tekniği, ilmi olduğu gibi korkularla yüzleşmenin de bir tekniği vardır. Bunları bilmeden, korkularla yüzleşmek sizlere faydadan ziyade zarar verebilir.

  • Sürekli olaraktan korku duyulan, durumla yüzleşmeyi ertelemek ve bir gün korkulan  durumla yüzleşecek cesaretin birden kendisinin geleceğini sanmak: 

Korkuyla yüzleşmek adına sahip olunan en yanlış düşüncelerden bir tanesi de budur; “Cesaretin birden geleceğini sanmak!” Sizlere çok açık ve net bir şekilde söyleyebilirim ki korktuğunuz durumla yüzleşmeden, kendinizi asla o konuda cesaretli hissedemeyeceksiniz.

Eğer korktuğunuz durumlar, eylemler karşısında kendinizi cesur hissetmek istiyorsanız, korkunuza rağmen harekete geçin, korkunuzun dinmesini beklemeyin. Korkularla yüzleşmek eyleminde yanlış olan strateji; Önce korku duygum geçsin, sonra yapmak istediğim eylemi yaparımdır. İnsanlar bu strateji yüzünden hiçbir zaman, korku duygularını yok edemezler.

Mesela, utangaçlığını yenmeye çalışan bir insanın yapacağı ilk eylem, utangaçlığı yenmek  yönünde araştırmalar yapmak olur. Ve öğrendikleri bilgiler ile utangaçlığı yenmeye çalışırlar. Ancak bu eylemleri sonuç vermez. Çünkü, siz  fitness kitabı okuyarak kaslarınızı geliştiremezsiniz! Kaslarınıza belirli stres uygularsanız, kaslarınızı geliştirirsiniz. Aynı durum mental gelişimimiz içinde geçerlidir.

Korkuları hayal gücü ile yenmeye çalışmak: Örnek vermem gerekirse  “Elinizi kalbinize götürün oradan pembe pembe ışıklar çıkarın, korkunuzu sevgiye dönüştürün” tarzında duyduğunuz tavsiyeler, teoride harikadır; ama gerçekte hiçbir işe yaramaz.  Sebebi yukarıda açıkladığım üzere konfor alanı içerisinde,  korku duygunuzu sevgiye dönüştürürsünüz ancak, konfor alanı dışına çıktığınızda korkunuzda bir anda ortaya çıkar. Yani,  korkuyu sevgiye dönüştürme çabalarınız boşa gitmiş olur. Fiziksel veya mental anlamda gelişim istiyorsanız,  olumsuz hissetmenize rağmen, konfor alanı dışına  çıkmanız gerekir.

Kendinizi zorlamak: Bu söylediğim tuhaf gelebilir ancak bilinçaltı zihin asla ve asla zorlamadan hoşlanmaz. Eğer korkularınızla yüzleşmek için kendinizi zorlarsanız (ki zorlayacaksınız ama başka bir bakış açısı ile ) başarılı olamazsınız. Bu yüzden korkularla yüzleşme eylemine olan  bakış açınızı değiştirin. Yani, korkularla yüzleşme eylemine bakış açınız “Bir zorluk değil de eğlenme yönünde olsun” Bu bakış açısına sahip olunca korkular ile yüzleşirken yine de zorlanacaksınız, ama bu zorlanmadan zevk alacaksınız. Nitekim, sosyal korkular yazımızda, bahsettiğim gibi korkularınız ile gönüllü yüzleşmeniz sonucunda beyninizde mutluluk hormonu salgılanır. Ancak zorunlu olarak yüzleşmeniz durumunda stres hormonu salgılanır.

  • Korkuyla yüzleşmek için, plan tablosu oluşturmamak: Korkuyla yüzleşme eylemine geçeceğiniz zaman, muhakkak ki bir plan tablosu oluşturun. Bu plan tablosunda, adım adım, az korku duyduğunuz eylemden çok korku duyduğunuz eyleme doğru bir eylem planı hazırlayın. Plan tablosunu çok açık ve net bir şekilde oluşturun. Yani hangi harekete geçince hangi eylemleri gerçekleştireceğinizi açıkça belirtin. 
  • Korku duygusunu sadece  kendinizin yaşadığını sanmak: Şöyle bir gerçek var ki dünya üzerinde şuanda yaşadığınız sorunları geçmişte milyonlarca insan yaşadı, şuanda da milyonlarca insan yaşıyor ve gelecekte de milyonlarca insan yaşayacak! Yaşadığınız herhangi bir sorun sadece size özgü değil! Bu her konuda böyle. Hayatınız içerisinde, var olan sorunlarınıza bu şekilde bir bakış açısına sahip olursanız, kurban psikolojisinden kurtulursunuz. Ve sorunlarınızın neden var olduğu üzerine şikayet etmek yerine, daha yapıcı adımlar  atar, sorunlarınızdan kurtulursunuz.

Korkularla Yüzleşme Anında Vücutta Ne Olur? 

Korkularımız ile yüzleşme anında, vücudunuzda ani değişiklikler oluşmaya başlar; kan basıncınız artar, göz bebekleriniz büyür, kalp atışınız hızlanır ve bu durumların tetiklediği, başka fizyolojik tepkiler verirsiniz. Ancak işin özünde bunların hiçbiri sizi ilgilendirmiyor. Çünkü 2 veya 3 dakika içinde vücudumuz normal durumuna geri dönecek.  Yani yaşadığınız o korku anı sonsuza kadar sürmeyecek yaşayacaksınız ve bitecek.  

Peki ardından ne olacak? Olacağı şu: Korku duygunuz dağılacak ve bilinçaltı bunu kodlayacak, artık siz eskiden korktuğunuz durumdan korkmamaya başlayacaksınız. Çünkü siz o anı yaşadınız ve neticesinde hiçbir şey olmadı.  İşte bu durumda bilinçaltı zihninizi bilinmemezlikten ve abartılmış düşünce kalıplarından kurtarmış oldunuz. Bu durumların sonucunda ise korkunuzdan kurtulmuş oldunuz. 

Korkularla Yüzleşme Anında Yaşanılan Bazı Gerçekler!

Korktuğunuz olaylar, varlıklar,  ile yüzleşirken gerçekten kendinizi biraz kötü hissedeceksiniz.  Ancak bu durum 2 veya 3 dakikadan uzun sürmez. Sizin korkularınız ile yüzleşirken yapmanız gereken en önemli eylem: Korku duygunuzun nereden geldiğini anlamaya çalışmanız ve korkunuz ile yüzleştiğiniz o kısacık 2 – 3 dakikalık zaman diliminde bu korku duygunuzu, o andaki çaresizliğinizi yönetebileceğinizin farkına varmaktır. Korkular ile yüzleşme durumu bu şekilde gerçekleşir: Hissedilen acıdan kaçmaya çalışmadan, o an içerisinde kalarak!

Kapalı alanlardan korkan birisini zorla kapalı bir alana kapatıp ondan bu korkusunun geçmesini beklememiz çok saçma olur. İlk olarak o kişi bu abartılmış korku duygusunun nereden geldiğini anlamaya çalışacak, ardından kademeli bir şekilde bu korku durumu ile yüzleştirilecek ve o korku anındaki çaresizliğini nasıl yönetebildiğini kendisi farkına varacaktır.

Kısacası korkularınız ile yüzleştiğinizde içinizde olanları; düşünceyi, duyguyu, çarpıntıyı fark ettikten sonra korkudan ölüp ölmediğinizi, çıldırıp çıldırmadığınızı fark etmek ve bir taraftan da kendinizi kontrol etmeyi öğrenmek, işte asıl korkular ile yüzleşme budur.

Bu makalede sizlere sadece tavsiyeler verilmiştir. Sorunlarınız üzerine daha detaylı analiz ve çözüm için, Psikolog’a gidin.

Hayatımızın büyük çoğunluğunu sosyal ilişkilerimiz ile geçer. Öyle ki gün içerisinde yakınlık derecesine bakılmaksızın, birçok insan ile iletişime geçeriz. Çalıştığımız yerde, otobüste, dışarıda, kafelerde kısacası her yerde tanıdığımız veya tanımadığımız insanlar ile iletişim halinde oluruz. Eğer, hayatımızın büyük çoğunluğunu kapsayan sosyal ilişkilerimizde, kendimizi ifade etmekte zorlanıyorsak, duygularımızı bastırarak yaşıyorsak, insanların gözüne bakmaktan dahi çekiniyorsak, bu hayat bizler için çekilmez bir hal alır. Çünkü hayatımızın büyük bir çoğunluğunu kapsayan olay karşısında güçsüz bir durumdayızdır. Bu yüzden hayat içerisinde sosyal ilişkilerimizi şekillendiren düşünce kalıplarını ve duygularımızı kontrol etmeliyiz. Sosyal hayatımızı oluşturan, sosyal ilişkilerimizde, davranışlarımızı şekillendiren öyle bir düşünce var ki, bu düşünce, istisnasız olarak, fark edemesek de her yerde karşımıza çıkar. Bu düşünce kalıbı “İnsanlar ne der?” düşüncesidir. 

İnsanlar ne der düşüncesi hayatımızın her alanında kendisini göstermektedir. Ancak bizler bu düşünce kalıbını bilinçli zihnimiz ile fark edemeyiz. Nitekim bu düşünce kalıbı, gün içinde, sosyal ilişkilerimizde “insanlar ne der?” acaba diye sürekli olaraktan  aklımıza gelmez.

Bu düşünce kalıbı daha çok “duygu”  olarak içimizde belirir. Hani şu çok meşhur rezil olma korkusu var ya, onun bir tezahürü olarak karşımıza çıkar.

  • Mesela otobüse binersiniz, yol parasını verirsiniz ve almanız gereken para üstünü şoför  vermezse, “İstesem mi? istemesem mi?” acaba  diye düşünürken hissettiğiniz o duygu var ya hani parayı geri istemenizi engelleyen, işte o duygu “İnsanlar ne düşünür?” düşüncesinin hissettirdiği duygudur.

Bu duyguyu çok şiddetli bir şekilde yaşamamız sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, hayatımızı felç eder ki zaten bunu hepimiz biliyoruz. Ancak burada asıl önemli olan nokta bu duygunun hayatımızı ne kadar çok etkilediği üzerine konuşmak değildir asıl önemli olan nokta bu duyguya, düşünce kalıbına nasıl çok fazla kulak asmayabileceğimizi öğrenmektir.

Nitekim eğer bunu başarabilirsek, sosyal ilişkilerimizde rahat bir şekilde davranmamızı en çok engelleyen, bir duygudan kurtulmuş olacağız. Bunun sonucunda da sosyal ilişkilerimizde çok daha rahat, özgür davranışlar sergileyebileceğiz. 

İnsanlar ne der? Düşüncesinden Kurtulmak 

İnsanlar ne der? elalem ne der? düşüncesinden kurtulmanın en temel yolu; davranışlarımızı değiştirmektir. Yani insanlar ne der? rezil olur muyum? diye korkup yapmadığınız, davranışların tamamını yapmaktır.

  • Siz bunu bilinçli zihniniz ile bilerek yaptıkça, zihninize gelen bildirimleri (yapma rezil olursun gibi) umursamamaya başlarsanız ve bir müddet sonra bu bildirimlerin etkisi hissetmeyeceğiniz kadar az olur. 

Ancak tam tersi durumda, eğer zihninize gelen “insanlar ne der?” düşüncesini umursarsanız ve bu doğrultuda harekete geçmezseniz emin olabilirsiniz ki bir daha ki sefere bu bildirim daha şiddetli gelecektir. Yani aslında bu bildirimi umursadıkça, kulak astıkça daha da büyüyecektir.

Mesela bu zamana kadar insanlar ne der düşüncesinin oluşturduğu korku yüzünden sınıfta bir kere bile parmağını kaldırmamış bir öğrenci için parmak kaldırmak ve hocaya bir soru sormak gerçek anlamda onu zorlayan bir eylem olacaktır. Ancak eğer bu kişi, tüm korkusuna ve aklına gelen “yanlış söylersem, kekelersem insanlar ne der?” düşüncesine rağmen sınıfta parmağını kaldırır ve hocasına anlamadığı bir yerde soru sorarsa veya hocanın sorduğu bir soruya cevap verirse ve bu davranışını sürekli olarak tekrar ederse artık hissettiği korku duygusunu ve zihnine gelen bildirimi önceki kadar şiddetli yaşamaz.

Ayrıca bu yüzleşme sayesinde kişide “ben korkuma rağmen harekete geçebilirim” bilinci oluşur ve bu da özgüveni doğurur

Sevgisizlik veya değersizlik, erken çocukluk yıllarında başlayan, bizim kontrolümüz altında olmadan oluşan bir duygu ve inanç durumudur. Bebeklik ve erken çocukluk yıllarımızda bizim bilinçli zihnimiz henüz gelişmemiştir. Ancak bilinçaltı zihnimiz aktif bir şekilde çalışmakta ve o yaşlarımızda hissettiğimiz duygular ve bu duygular doğrultuda oluşturduğumuz inançları kaydetmektedir. Yani küçük bir çocuğun doğduğu aile, o küçük çocuğa sevgi göstermeyecek bir yapıdaysa o çocuk daha henüz hayatının ilk yıllarında sevgisizlik, bir diğer anlamı ile değersizlik duyguları ile karşılaşacak, bu doğrultuda bir inanç geliştirecek ve ileride yüksek ihtimalle “sevgisiz büyüyen insan” kategorisine dahil olacaktır ki bu bizim toplumumuzda nadir rastlanılan bir durum değildir. Kısacası sevgisizlik duygu durumu ile eğer çocuğuna değer gösteren, sağlıklı bir aile ortamında büyümediysek çok küçük yaşlarda karşılaşırız ve sevgisizlik, değersizlik duyguları ile büyürüz ve bu bizim kontrolümüzde değildir. Nitekim ailemizi biz seçemeyiz.  Bilinçli zihnimiz gelişmediği içinde onlardan aldığımız telkini geri çeviremez hemen kabul ederiz. 

Peki sevgisiz, yani öz sevgi eksikliği ile büyümemizin neticesinde ne olur? Sevgisizlik, sevgisiz büyümek neden psikolojik problemlerin temel sebebidir? Sevgisizliğin sonuçlarını anlamak için ilk olarak şunu anlamamız gerekmektedir; “hayat içerisinde her şeyde olduğu gibi duygu durumlarımız arasında da doğrudan bir bağlantı vardır” Duygularımız öylesine kendiliğinden şekillenmez!

Sevgisizliğin Sonuçları 

Sevgisizliğin sonuçlarını anlamak için ilk olarak şunu anlamamız gerekmektedir; “hayat içerisinde her şeyde olduğu gibi duygu durumlarımız arasında da doğrudan bir bağlantı vardır” Duygularımız öylesine kendiliğinden şekillenmez! 

Sevgisizlik durumunun, duygusunun doğuracağı diğer sonuçlar; özgüven eksikliği, kendini kabul edememe, benlik duygusunu ortaya koyamama, rezil olma korkusunu şiddetli yaşama gibi duygu ve durumlardır. 

Sevgisizlik neticesinde bu duygu ve durumların ortaya çıkmasının temel sebebinde ise sevgisiz büyümüş insanın kendisini değersiz hissetmesi, görmesi yatmaktadır.

Şimdi şu şekilde düşünün; bilinçaltı düzeyde kendisini değersiz gören ve hisseden bir insan otomatik olarak diğer insanları büyütme eğiliminde olur. Çünkü kendisi değersiz biridir, yani diğer insanlardan bilinçaltı düzeyde kendisini daha aşağıda görmektedir. Değersizlik duygusunun insandaki tezahürü budur. 

Peki şimdi asıl sorumuza gelelim, sizce kendisini değersiz hisseden bir insan, bilinçaltı düzeyde kendisini diğer insanlardan daha aşağıda gören bir insan öz güveni yüksek bir insan olabilir mi? Sosyal ilişkilerinde benlik duygusunu  ortaya koyabilir mi? Söylemek istediklerini rahat bir şekilde dile getirebilir mi? Pek tabii hayır! Çünkü yukarıda dediğim gibi kendisini değersiz görmektedir. Kendisini değersiz gören bir insan bunları nasıl yapabilecek veya nasıl özgüven sahip olabilecek ki?

Devam edersek, öz sevgi eksikliğinden ötürü öz güveni olmayan bir insanın bu eksikliği kapatmak adına uyuşturucu maddelerine başvurma ihtimali yüksek midir? Ona zarar veren arkadaşlarının olmasına rağmen sırf kendilerini seviyor diye onlarla arkadaşlıklarını devam ettirme ihtimali yüksek midir? Pek tabii yüksektir. Nitekim bir insan ya içeriden kendisini olduğu gibi değerli hisseder, kendisini sever ya da  bunu dışarıdan arar ve onu bulduğunda o sevgi ona zarar verse dahi bırakmak istemez. 

Bakın bir sevgisizlik duygusu, inancı neticesinde kişinin hayatında neler neler olmaktadır. İşte ben bu sebepten ötürü, sevgisizlik, öz sevgi eksikliği tüm psikolojik problemlerin temel sebebidir dedim. Tabii burada şuna katılıyorum, hayattaki her psikolojik problemi sevgisizlik durumuna bağlayamayız. Ancak özsevgi eksikliği hayattaki birçok problemin temel yapı taşlarından bir tanesidir.

Mesela 30 yaşına gelmiş ama hala  kendisini ailesine kanıtlamaya çalışan ve onların onayını almaya çalışan, onlardan “aferin” kelimesini duymaya çalışan bir bireyi düşünün. Bu bireyin bu davranışlarının altındaki temel sebep nedir? Değer görme, sevilme ihtiyacının olma ihtimali var mı? Tabi ki de var. Nitekim bir çocuk küçükken en çok ailesinden sevgi görmek ister. Eğer çocuk küçük yaşlarda bunu göremez ise hayatının diğer yıllarında, yetişkin bir insan olduğundan dahi bu sevginin peşinden koşabilir. 

Sevgisizlik durumunun oluşturduğu değersizlik duygusunun en kötü yanlarından bir tanesi de kişinin kendisini değerli hissetmediği için sürekli olarak dışarıdan değer aramaya çalışmasıdır. Yukarıda vermiş olduğum örnekte olduğu gibi bu aile içerisinde değer aramak olabileceği gibi aile dışında da değer aramak olabilir.

Mesela arkadaş ortamı bunların en başında gelir. Kişi sırf ona değer veren arkadaşlarını kaybetmemek adına istemediği halde bazı işleri yapabilir veya dahil olmak istemediği bir plana onları kaybetmemek adına hayır diyemeden katılabilir. Çünkü eğer hayır derse arkadaşlarını kaybedebilir. Peki arkadaşlarını kaybederse ne olur? Tabi ki de onlardan aldığı o değeri alamaz. Kişi işte sırf bu değeri, sevgiyi kaybetmemek adına, ilişkileri içerisinde sürekli olarak kendisinden taviz verir. Bu durumda kişinin sağlıklı ilişkiler geliştirmesine engel olur.  

Yanlış üslup doğru sözün celladıdır diyor Sadi Şirazi… Siz ifadenin ve ifade gücünün önemiyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Aslında kullandığımız iletişim becerilerini kendimiz seçiyoruz. Bu seçimler bizim kişilik özelliklerimizden, yaşadığımız çevreden, aile ve kültürel değerlerimizden oluşuyor. Kendimizi en iyi ifade edebilme becerimiz ise sözel ifade gücümüz ile ortaya çıkıyor. Kelimeleri ne kadar doğru kullanır ve güzel bir üslupla ifade edersek, o zaman duygularımızı daha iyi aktarabiliyoruz. İfadelerimiz bizim duygularımızı en iyi aktardığımız aracıdır. Ancak bunu doğru kullanmadığımız zaman anlattığımız şeyler ne kadar önemli olursa olsun anlatım tarzı doğru mesajı karşıdaki kişiye iletmeyecektir. Doğru bir sözü karşımızdaki kişiye yanlış bir üslupla anlatmak ise doğru sözün celladı olacaktır. Yani ifadelerin gücü oldukça önemlidir. Bazen ilişkilerimizde kendimizi yeterince ifade edemediğimizi düşünürüz aslında burada kendimizi nasıl ifade ettiğimiz, hangi dili kullandığımız önemlidir. Doğru bir üslup kullanarak kendimizi ifade ettiğimizde ilişkilerimizdeki anlaşılamama duygusu da azalmaya başlayacaktır

Sen dili nedir, özellikleri nelerdir? Kişi sen dili kullandığının farkına nasıl varabilir, nelere dikkat etmelidir, örneklendirerek anlatır mısınız?

Sen dili, karşı tarafı suçlayan ve saldırıya geçmesine neden olan cümlelerden oluşur. Bu cümlelerde özne “sen” olarak kullanılır ve ikinci tekil şahıs olarak ifade edilir. Karşıdaki kişi üzerinde üstünlük kurma ve incitme çabası vardır. Kişi sen dilini kullanırken davranışına veya duygusuna değil, kişiye yönelik bir tutum sergiler. Burada da karşı taraf savunmaya geçer ve sağlıksız bir iletişim başlar. Sen dilinin farkına varmak aslında bilinçli olmakla ve kullandığımız üslupla ilişkilidir. İlişkide eğer sürekli olarak “Sen beni kırıyorsun, Sen hatalısın, Ağlamayı kes artık, Sürekli geç kalıyorsun gibi…” Sen merkezli cümleleri kullanıyorsak bunu kullanmamalıyız. Eğer kendimiz bu cümleleri kullandığımızın farkında değilsek karşımızdaki kişiden yardım alabiliriz. Ancak karşımızdaki kişi de sen dili ile konuşuyor ve iletişimde çatışmalar oldukça fazla oluyorsa ve bunu fark ediyorsak ilk önce kendi iletişim dilimizin ne olduğuna daha sonra da karşımızdaki kişinin bize hangi iletişim dili ile cevap verdiğine bakmalıyız ve ben dilini kullanmayı öğrenmeliyiz.

Ben dili nedir, örneklendirerek açıklar mısınız?

Ben dili, kendimizi en iyi ifade etme yolumuzdur. Burada kendimizi ifade ederken özne olarak “ben” kullanılır ve birinci tekil şahıs tercih edilir. Ben dili karşıdaki kişiyle empati yapmayı sağlar. Böylece ilişki kurarken suçlayıcı cümleler kullanmak yerine gerçek duygu ve düşüncelerimizi ifade etmemizi sağlayan cümleler tercih ederiz. Ben dili, sorundan çok çözüm odaklıdır. Örneğin, “Sen bana bunu yaptın! demek yerine, senin bu davranışın beni üzdü ve kendimi kötü hissettim veya Sen hiçbir dediğini yapmıyorsun yerine Söylediklerini yapmayınca ben üzülüyorum ve hayal kırıklığı yaşıyorum” denilmesi ben dili ve sen dilinin kullanımı arasındaki ifade gücünü açıkça ortaya çıkartıyor. Burada sen dilindeki yargılayıcı ve suçlayıcı söylem ilişkiye zarar verirken, ben dilinde kullanılan üslupla karşıdaki kişiyi kırmadan hatasının anlatılmaya çalışılması ve hissedilen duygunun paylaşılması ilişkiyi güçlendirir. Karşımızdaki kişi de kendini değerli hisseder ve bizi anlamaya başlar.

Ben dilinin temelinde ne yatıyor?

Ben dilinin temelinde kullanılan dilin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim kullandığımız dil aslında kendimizi ifade etme şeklimizdir. Bu dili biz doğuştan kazanmayız ancak çocukken öğrenmeye başlarız. Çocukken bastırılan, suçlanan ve sürekli olarak sen yaptın, sen suçlusun, sen sus gibi ifadelerin kullanılması sen dilini öğretirken, karşı tarafa duygularımızı yansıtarak konuşmak ve empati kurmak, ben dilinin öğrenilmesini sağlar. Burada ben dilinin temelinde kullanılan güzel üslubun önemi açıkça görülür. Yani ilk başta da konuştuğumuz gibi ifadelerin gücü oldukça önemli bir yere sahiptir. Bizim de kendimizi doğru ifade edebilmemiz için bu farkındalığa sahip olmamız ve olumlu iletişim yolunu seçmemiz gerekir.

Ben dilini kullanmak kişiye neler katıyor? Bu aynı zamanda kişinin kendi duygularının da farkına varabilmesi ve duygularının yönetimi konusunda farkındalığa olanak sağlıyor diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Çünkü ben dilini kullanmak kişiye duygularını özgürce ifade etme gücü veriyor. Karşılıklı olarak konuşmaya ve iletişim kurmaya olanak sağlıyor. Kişiyi düşünmeye sevk ettiği için kendi hatalarını görmesinde de yardımcı oluyor. Ben ne düşünüyorum, ne hissediyorum ve bunu karşımdaki kişiye nasıl ifade edebilirimi sorgulatıyor. Böylece kişi kendi duygularının farkına varabiliyor ve duygularını yönetebiliyor. İlişkilerde en önemli problem iletişimsizlikten kaynaklanırken, ben dilinde karşılıklı empati kurarak kurulan iletişim karşıdaki kişiyi suçlamadan, yargılamadan tanımlarken, kabul edilmeyen davranışın ise açıkça konuşulması ve kişide yarattığı duyguları açıkça ifade etmede önemli bir etkisinin olduğunu gösteriyor. Bizim de duygularımızın yönetimi konusunda farkındalık kazanmamız için ben dilini kullanmayı arttırmamız gerekir. Bunun için sürekli olarak pratik yaparak ve hayatımıza bunu yerleştirerek olumsuz iletişimi de azaltmış oluruz.

Ben dili kullanıldığı halde karşıdaki kişiye suçluluk hissettirilebilir mi? Ben dilinin içerik olarak işe yaramadığı noktalar da var mıdır?

Tabiki hissettirebilir. İlişkide yaşanan en büyük problemlerden birisi duyguları karşımızdaki kişiye yanlış ifade etmemizden kaynaklanır. Ancak bu yanlış ifade şeklinin yanında karşımızdaki kişinin bizim anlatmak istediğimiz şeyi nasıl anlamlandırdığı da önemlidir. Ben dilinde “Neden böyle davrandığını anlamıyorum, ama bu davranışların beni incitiyor.” denilmesi ben dilini kullanan kişinin aslında duygularını açıkça ifade etmesini sağlarken, karşı taraf açısından bu durum ben zaten hep suçluyum, davranışlarım sana göre hep kötü gibi karşıt bir düşünce ile bize geri dönüş yapabilir. Bu durumda ise ben dilinin işe yaramadığı açıkça görülür. Ancak bu durum iletişim kurmaya çalışılan kişinin sorunları nasıl anlamlandırdığı kendi kişilik özellikleri ile bunu nasıl değerlendirdiği ile ilişkili olabilir. Bu konu biraz daha kişilik özelliklerini de içine alan bir durum aslında. Bunun dışında ben dilini kullanan kişinin sert bir mizaca sahip olması, hitap şekli ve ses tonu da karşı tarafa suçluluk hissi uyandırabilir ve kırıcı bir tavır oluşturabilir. Bu noktada ben dilinin etkisi çok fazla görülemez. Ancak ben dilini kullanırken sadece kullanılan dile değil üsluba ve karşımızdaki kişinin karakteristik özelliklerine göre kendimizi ifade etmemiz gerekmektedir.

Karşıdaki kişiye, kişilik özelliklerinden yola çıkarak yapılan eleştiri nelere yol açıyor? Nasıl bir yol izlenmeli?

Karşımızdaki kişi ile iletişim kurarken doğrudan kişilik özelliklerini ele alarak bir eleştiri yaparsak bu karşı tarafı kırabilir ya da sert bir tepki ile bize karşılık vermesini sağlar. Oysaki iletişim dilini iyi kullanmayı biliyorsak ve karşımızdaki kişinin karakteristik özellikleri bizi rahatsız ediyor ve ona bu durumu doğru bir şekilde ifade etmek istiyorsak eleştiren, suçlayan bir dil kullanılması uygun değildir. Sen dili ve ben dilinden bahsederken aslında kullanılan dilin önemini açıkladık ancak burada kullanılan dilin dışında en önemli noktalardan birisinin de bizim üslubumuz olduğunu açıkça görüyoruz. Karşımızdaki kişinin kişilik özelliklerinden yola çıkarak onunla kurduğumuz iletişimde ben dilini tercih etmekle beraber bunu güzel bir üslupla ifade edersek karşımızdaki kişi kendisini suçlamadan ya da eleştirmeden bu durumu anlamlandırmaya çalışacaktır. Bizim ilk önce kendi hissettiğimiz duygu ve düşüncelerimizin farkında olmamız, daha sonra karşı tarafı anlamaya çalışarak onun hissettiği duygu ve düşünceleri göz önünde bulundurarak, doğru bir üslup ile iletişim kurmaya çalışmamız gerekir. Kendimizi yanlış ifade etmemiz hem bizim hem de karşı tarafın kırılmasını ve sorunların artışını sağlar. Ama bizim kullandığımız dil ve üslup iletişimi güçlendirir ve olumlu bir bakış açısı kazandırır.

Uzman Aile Danışmanı Kübra Büyük

GÖNÜL KÜLTÜR VE MEDENİYET DERGİSİ

Bir şeye şiddet uygulamak en basit tanımı ile uygulayanın acizliğinin göstergesidir. Şiddetin çok fazla çeşidi ve uygulama nesnesi vardır. Uygulayanın da çok ama çok çeşitli nedenleri. Neden şiddet uygulanır bunu anlamak çok önemlidir, çünkü nedenini anlarsak şiddet uygulayana yardım edebiliriz.

Çok önemli bir soru ise şiddet uygulanan kadın neden buna izin verir. Şiddet uygulayan izin mi istiyor ki… Evet açık bir izin olmasa da kadın bazen farkında olmadan kendisine şiddet uygulanmasına izin verir. Aynı olayın tekrar tekrar yaşanmasına tepkisiz kalmak, ses çıkartmamak bir çeşit izin vermek değil midir? Peki ama neden? Kadın yalnız olduğunu düşünürse, hak ettiğini düşünürse, sevilmediğini düşünürse, sağlıklı sevginin nasıl olduğunu bilmezse/öğrenmezse, değer görmediğini/değersiz olduğunu düşünürse, kendi gücünü fark etmezse, zayıf olduğunu düşünürse, suçlu olduğunu düşünürse ve sanırım en önemlisi de bu şiddeti hak ettiğini düşünürse şiddete daha kolay izin vermektedir.

Şiddet karşısında ses çıkarmayan daha doğrusu çıkaramayan kadınlar çoğu zaman eğitimsiz, üstelik bu kadınlar çalışmayan kadınlar da değil.

Üniversite mezunu, saygın bir mesleği olan ve mesleğinde de çok başarılı olan bir danışan evliliğinin ilk haftasından itibaren eşi tarafından sürekli aşağılanmaya, yaptığı işi değersizleştirmeye, erkek meslektaşları ya da işi gereği iletişimde olduğu tüm erkekler ile birlikte olduğunun ima edilmesini duymaya başlamıştı. Kendisi istemediğini çok açık bir şekilde söylediği halde eşinin tecavüzüne uğramaktaydı. Görüşmeye geldiğinde evliliğinin dördüncü ayıydı. Görüşmeye gelme nedeni ise yaşadığı baş ağrılarıydı. Görüşme sırasında çok yoğun bir utanç ve suçluluk hissi vardı. Terapi sırasında anlattığı hiçbir şeyden dolayı kendisini ayıplamayacağımı ve yargılamayacağımı ifade ettikten sonra yaşadıklarını anlattı. Anlattıkları ile hissettiği utanç ve suçluluğu bağdaştırmak çok zordu. Şiddet gördüğü ve bunun tekrarlanmasına izin verdiği için değil yaşadıklarından dolayı utanmaktaydı. Kendisini koruyabileceğinin ve hayır diyebileceğinin farkında değildi. Görüşme sırasında yüzüme bakmak kendisi için çok zordu. Anlattıklarından sonra bana bakıp ‘’ doktor hanım nasıl yani gerçekten beni ayıplamıyorsunuz’’ dedi. Bunu fark etmek kendisini çok rahatlatmıştı. Danışanın bu terapi sürecinde en önemli kazancı kendisine ait olmayan utanç ve suçluluk duygusundan kurtulmak olacak.

Kız çocukları ebeveynleri tarafından sevgi ile değer görerek büyütüldüklerinde, annesine saygı duyan bir baba gördüklerinde, kendi gücünün farkında olan bir anne tarafından yetiştirildiklerinde diğer birçok etken olsa da şiddete daha kolay dur diyebileceklerdir.

Uzman Doktor Firdevs Sevde Şen

Şiddet kavramı Dünya Sağlık Örgütü’nün yapmış olduğu tanımlama doğrultusunda “sahip olunan gücün veya yetkinin başka bir insana, bir gruba ya da bir topluluğa karşı uygulanması ve bunun sonucunda şiddete maruz kalan tarafta yaralanmaya, psikolojik zarara veya ölüme yol açması ya da bunlara yol açma olasılığının bulunması” şeklinde açıklanabilir. Bu doğrultuda fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet olmak üzere 4 farklı şiddet türünün varlığından bahsedilir.

Şiddetin nedenleri nelerdir? 

Şiddet genellikle kişiyi etkileyen psikobiyolojik faktörler ile dış çevre arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkar. 

1. Biyolojik Faktörler: Yapılan araştırmalar şiddet eğiliminin ve bu doğrultuda meydana gelen saldırgan davranışların genel olarak limbik sistem, frontal lob ve temporal lob ile ilişkili olduğunu gösterir. 

  • Nörotransmitterler: Serotonin metabolizması şiddet davranışının ortaya çıkışında oldukça etkili faktörlerden biridir. Bunun dışında beyin omurilik sıvısında bulunan 5-hidroksiindolasetikasit adlı maddenin azalması, norepinefrin ve L-dopa düzeylerinin ise artması durumunda şiddet eğiliminin ve saldırgan davranışların arttığı görülür. 
  • Limbik Sistem: Beynin bu bölgesindeki yapılardan kaynaklanan kriz ve nöbetlerin saldırganlık ile ilişkili olduğu söylenebilir. 
  • Endokrin Bozukluklar: Premenstrual sendrom sırasında meydana gelen hormonal değişiklikler kadınlarda saldırgan davranışlara yol açabilir. Bunun yanı sıra alkol kullanımı sonucu baskılanan bazı beyin fonksiyonları dürtü kontrolünün engellenmesine ve muhakeme yeteneğinin azalmasına yol açar. Bu doğrultuda alkol ve benzeri keyif verici maddelerin şiddet eğilimini büyük ölçüde artırdığı söylenebilir. 

2. Psikososyal Faktörler: 

  • Gelişimsel Faktörler: Gelişim döneminde şiddete tanık olan veya maruz kalan çocukların yetişkinlik döneminde şiddet uygulayan bireyler olma olasılığı çok daha yüksektir. 
  • Çevresel Faktörler: Yapılan araştırmalar doğrultusunda kalabalık yaşam ortamlarının şiddet eğilimini artırdığı, hava durumunun (örneğin rahatsızlık yaratacak düzeyde artan ortam sıcaklığının) şiddet üzerinde etkili olduğu söylenebilir. 

3. Sosyoekonomik Faktörler:

  • Bu alanda yapılmış olan niteliksel çalışmaların sonuçlarında ırk ve ekonomik eşitsizlik gibi faktörlerden bağımsız olarak ağır yoksulluk durumunun ve evlilik hayatında yaşanan sorunların şiddet ile ilişkili olduğu ortaya konmuştur. 
  • Aile yapısında bozulmaya neden olan sosyoekonomik faktörler de bu ailelerde yetişen çocukların saldırgan davranışlarında artışa neden olur. 

4. Psikiyatrik Faktörler: 

  • Psikotik bozukluk olarak tanımlanan hastalıklardan manik tipteki bipolar bozukluk, şizofreni ve paranoid bozukluklar saldırgan davranışlarda artışa neden olabilir. Bu psikiyatrik rahatsızlığa sahip olan kişilerde hem çevreye hem kendilerine yönelik şiddet uygulama eğilimi gözlenir. 
  • Psikotik olmayan bozukluklardan ise travma sonrası stres bozukluğu yaşayan kişilerde; borderline, paranoid ve antisosyal kişilik bozukluklarında şiddet eğiliminde artış meydana gelir ve bu kişilerde saldırgan içerikli davranışlarla son derece sık karşılaşılır. 

5. Diğer Faktörler: 

Uyuşturucu madde kullanımında ve sonrasında, merkezi sinir sistemini etkileyen bazı patolojik durumlarda ve yetişkinlik döneminde Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) varlığında saldırgan davranışların ve şiddet eğiliminin arttığı söylenebilir.

Saldırgan davranışlar hangi durumlarda ortaya çıkar? 

Şiddet eğilimindeki artışla birlikte ortaya çıkan saldırgan davranışlar;

  • Genellikle evli kadın ve erkekler arasında görülür ve bu durum aile içi şiddetin yaygınlaşmasında büyük rol oynar. 
  • Bireyin hayatında yakın zamanda meydana gelen büyük değişikler strese ve iç gerilime neden olabilir. Bu doğrultuda gelişen içsel baskı hissi, öfke ve dürtüsellik gibi durumlar şiddet içeren davranışların ortaya çıkma riskini artırır. 
  • 16-25 yaş arası erkek bireylerin fazlaca bulunduğu ortamlarda saldırgan davranışların ve şiddet olaylarının gelişme riski daha yüksektir. 
  • Bireyin ruhsal gerilimini artıran olay ve kişiler, tehdit veya baskı altında olma durumu, can güvenliğinin tehlikede olması gibi koşullar da şiddet eğilimini artıran önemli noktalar arasında yer alır.

MEDICALPARK

Psikiyatri Uzman Dr. Zekeriya Bahçe

Aile, arkadaş ve yakın çevre desteği hem şiddete maruz kalan hem de şiddeti uygulayan kişi açısından koruyucu bir ortam oluşturmaktadır. Ancak şiddeti uygulayan kişinin kadına yönelik bu tarz davranışları benimseyen bir sosyal çevreye mensup olması elbette ki bir risk faktörüdür.

Özellikle, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin yaygın olduğu, erkeğin kadından üstün görüldüğü, kadın ve erkek rollerinin katı çizgilerle birbirinden ayrıldığı toplumlar koruyucu olmaktan ziyade şiddeti, cesaretlendirici bir ortam hazırlar. Bu bağlamda erkeğin kadından üstün bir varlık olarak görülmesinin ve erkeğin eşini dövüyor olmasının geleneksel normlar tarafından normalize edilmesinin ve bu normların kadınlar tarafından da benimsenmesinin şiddeti teşvik eden önemli risk faktörleri olduğu açıktır. Özetle, kadına yönelik şiddeti ortaya çıkaran etkenlerin yalnızca aile kaynaklı olmadığını, erkek kadın ayrımcılığını meşru kılan toplumsal, ekonomik, politik, hukuksal ve eğitimsel yapıların da etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Birçok çalışma erkeklerin çocukluk yıllarından itibaren cinsiyetler arası rollere göre değişiklik gösteren sosyalleşme süreçlerinde, kadınlara karşı erkekliklerini kanıtlamalarına yönelik bazı rolleri içselleştirdiklerini ve bu amaca yönelik davrandıklarını belirtmektedir. Türkiye’de şiddeti meşrulaştıran bir diğer toplumsal kavram ise ne yazık ki namus kavramıdır. Toplumun kabul gördüğü ahlaki kurallar ve acımasız törelere dayandırılarak uygulanan şiddet sonucu birçok kadın ne yazık ki namus cinayetine kurban gitmektedir.

Şiddete Maruz Kalan Kadın Ne Yaşar?

Şiddetin kadın üzerindeki elbette ki en vahim ve en geri döndürülemeyecek sonucu maalesef ölümdür. Son yıllarda yaşanan kadın cinayetleri de bize bu tablonun ne kadar vahim olduğunu göstermektedir. Ölümle sonuçlanmasa da birçok kadının çeşitli fiziksel hasarlar görmesi, kronik rahatsızlıklar, fiziksel sağlık sorunları geliştirmesi sıklıkla karşılaşılan durumlardır. Örneğin fiziksel şiddet kırıklara, beyin zedelenmelerine, yaralanmalara sebep olurken, şiddete maruz kalan kadınlar arasında yaşanan strese bağlı olarak yoğun baş ve sırt ağrıları ile mide ve bağırsak sorunları görülmektedir.

Psikolojik açıdan bakıldığında ise kadında oluşan hasarı anlatmaya kelimeler dahi yetersiz kalabilir. Şiddetin kadın üzerindeki psikolojik etkileri şiddetin tipi, süresi, ciddiyeti, şiddetin gerçekleştiği sıradaki yaşam döngüsü, kişinin sahip olduğu başa çıkma mekanizmaları ve sosyal desteğine göre değişiklik gösterir. Özellikle uzun süreli şiddet durumlarında güven duygusunda sarsılmalar, çaresizlik, umutsuzluk hisleri, kendini suçlama ve özsaygıda düşüş sıklıkla gözlemlenir. Klinik anlamda ise şiddete maruz kalan kadınların depresyon, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu ve psikosomatik hastalıklar gibi birçok ruhsal problemle karşılaşma olasılıklarının şiddet öyküsü bulunmayan kadınlara oranla anlamlı derecede fazla olduğu ortaya konmaktadır. İntihar riski ve alkol/madde kötüye kullanımı da ağırlıklı yaşanan ruhsal sorunlar arasında sayılabilir. Daha da önemlisi bu sonuçların sadece fiziksel şiddete değil aynı zamanda psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalma durumlarında da geçerli olmasıdır. Tüm bu bulgular, şiddetin psikolojik olarak neredeyse kalıcı hasarlar bıraktığını göstermektedir.

Kadına yönelik şiddeti önleyebilmek öncelikle onun toplumsal bir olgu olduğunu kabul etmeyi gerektirmektedir. Kadına karşı şiddet bir insan hakları ihlali ve bir suç, bu konuda bir şey yapmamak ise daha da büyük bir suçtur. Kadınların herkes gibi normal ve sağlıklı yaşam hakkına sahip olabilmesi için birey, toplum ve devlet olarak bu eylemi bir suç olarak görmeli, bu suça teşebbüs edenlerin cezalandırılması ve kadınların güvenlik içinde yaşamaları amacıyla her türlü desteğin verilmesi için çalışılmalıdır.

Psikolog Merve Büyükkucak

Comments are closed.