logo

Kulakları sağır eden o ses geldiği zaman

ABESE SURESİ PROF. DR. MEHMET OKUYAN Nigar Kurumlu1/6

01-01-2017 İhlas Suresi (1.-4. Arası Ayetler) – Prof Dr Mehmet OKUYAN – Envaru’l Kuran – Hilal TV

Envâru’l Kur’ân Dersleri 46.Ders | Aidiyat Suresi | Prof.Dr. Mehmet Okuyan

Tafseer of Surah 94 – Inshirah – Nouman Ali Khan

İnşirah Duası! | Gönül ferahlığı…

Prof.Dr. Mehmet OKUYAN Duha Suresi

Tafseer of Surah 93 – Duha – Nouman Ali Khan

Senai Demirci Duha

Mekke döneminde inmiştir. 42 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “abese” fiilindenalmıştır. “Abese”, “yüzünü ekşitti” demektir. Sûrede başlıca, itikat, peygamberlik, Allah’ın kudreti ve kıyamet hâlleri konu edilmektedir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada sekseninci, iniş sırasına göre yirmi dördüncü sûredir. Necm sûresinden sonra, Kadir sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber müşriklerin ileri gelenlerinden birine dini anlatırken yanlarına müminlerden görme engelli Abdullah İbn Ümmü Mektûm gelmiş ve Hz. Peygamber’e yaklaşarak Kur’an âyetlerinden bir kısmını kendisine tekrarlamasını veya onları açıklamasını istemişti. Etkisi azalacağı için konuşmasının kesilmesinden huzursuz olan Hz. Peygamber Abdullah’a ilgi göstermemiş, bunun üzerine bu sûrenin Resûlullah’ı uyaran ilk on âyeti inmiştir (Tirmizî, “Tefsîr”, 73; Taberî, XXX, 32-33).

Konusu

Abdullah İbn Ümmü Mektûm olayını hatırlatan ve bu konuda Hz. Peygamber’in uyarıldığı âyetlerle başlayan sûrede daha sonra kıyamet, öldükten sonra dirilme, vahiy ve peygamberlik konuları üzerinde durulmuştur.

﴾1﴿ Yüzünü ekşitip başını çevirdi. ﴾2﴿ Görme engelli o kişi geldi diye. ﴾3﴿ Ama (ey Peygamber!) Sen nereden bileceksin, belki o kendini arındıracaktı. ﴾4﴿ Yahut o bir öğüt alacak, bu öğüt kendisine fayda verecekti. ﴾5-6﴿ Sen ise kendini her bakımdan ihtiyaçsız görenle ilgileniyorsun. ﴾7﴿ Onun arınmamasından sen sorumlu tutulmayacaksın ki! ﴾8-10﴿ Gönlünde Allah korkusu taşıyarak koşup sana geleni umursamıyorsun!

Hz. Peygamber putperest önderlerin ikna edilmesi halinde onları izleyen halkın İslâm’ı daha kolay benimseyecekleri düşüncesiyle onlarla da meşgul oluyordu. Böyle biriyle yaptığı görüşmenin ortasında yanlarına gelen görme engelli sahâbî Abdullah İbn Ümmü Mektûm’un kendisine yönelttiği sorudan rahatsız olarak yüzünü ekşitmiş, ona cevap vermemişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ, resulünü âyetlerdeki sitemli ifadelerle uyardı. Bundan etkilenen Hz. Peygamber’in, daha sonra zaman zaman Abdullah’ı gördüğünde, “Kendisinden dolayı rabbimin beni azarladığı şahsa merhaba!” diyerek ona iltifatta bulunduğu rivayet edilir (Hattâbî, Me‘âlimü’s-Sünen, III, 3; Sa‘lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, X, 131; Begavî, Tefsîru’l-Beğavî, V, 210). Bu vb. bazı iltifatlarının yanında, sefere çıktığında iki defa yerine Medine’de kalanlara namaz kıldırmak üzere Abdullah’ı görevlendirdiği de rivayet edilmiştir (Zemahşerî, IV, 217).

Birkaç âyette Hz. Peygamber’in “zelle” denilen bazı hataları hatırlatılmış ve düzeltilmiştir (meselâ buna yakın bir uyarı örneği için bk. Tevbe 9/43). Ancak bunlar içinde nisbeten sert bir üslûp taşıyan tek öğüt ve uyarı konumuz olan âyetlerdedir. Bu âyetler, vahyin objektifliğini ve peygamberin insanlığa kendi istek ve düşüncelerini değil, ilâhî vahyi tebliğ ettiğini, ayrıca onun bir ilâh gibi yanılgısız sayılmaması gerektiğini göstermesi bakımından son derece anlamlıdır. Bunun kadar önemli bir husus da Resûlullah’ın, kendi tutumunu eleştiren bu âyetleri, en ufak bir kaygı ve komplekse kapılmadan halka okuması, duyurmasıdır. Bu da onun dâvetindeki samimiyetini, hakikat sevgisini ve üstün ahlâkını gösterir.

“Kendini her bakımdan ihtiyaçsız gören” diye çevirdiğimiz 5. âyet Mekke’nin ileri gelen zenginlerinin ve kabile reislerinin hâkim karakterini ifade eder. Bunlar mal ve adamlarının çokluğu sebebiyle büyüklük taslayarak inkârcılıkta devam ediyor, Allah ve peygamberinin kendilerine doğru yolu göstermelerine ihtiyaçlarının olmadığını söylüyor veya böyle bir tutum sergiliyorlardı. Allah korkusu ile huzuruna gelen görme engelli kişi ise Kur’an’ın nuruyla aydınlanarak cehaletten kurtulmak ve günahlardan arınmak istiyordu. /  Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 555

﴾11﴿ Hayır! Şüphesiz bu âyetler birer öğüttür. ﴾12﴿ Dileyen ondan öğüt alır. ﴾13﴿ O, mukaddes sayfalardadır; ﴾14﴿ Yüce makamlara kaldırılmış, tertemiz sayfalarda. ﴾15-16﴿ Seçkin ve erdemli elçilerin ellerinde.

Şevkânî, 11. âyetin başındaki “hayır!” uyarısının açılımını şöyle ifade eder: Artık bundan sonra böyle hatalar yapma; zengine dönüp onunla ilgilenirken fakire ilgisiz kalma (V, 443). Aynı âyette birer öğüt olduğu bildirilen “bu âyetler” ifadesiyle sûrenin başındaki uyarıcı ve eğitici on âyetin veya sûrenin tamamının kastedildiği anlaşılmaktadır. “Dileyen ondan öğüt alır” meâlindeki 12. âyette ise şu iki noktaya dikkat çekilmiştir: a) Bu uyarı, yalnız Resûlullah’a değil, onun şahsında bütün ümmetine ve insanlığa yöneliktir. b) Uyarıyı dikkate alıp yanlışını düzeltmek de hiçe sayıp hatalarında ısrar etmek de insanın kendi iradesine bağlıdır, sonucunu da buna göre alacaktır.

Mukaddes sayfalar”dan maksat Kur’an’ı içeren sayfalardır; Kur’an ilim ve hikmet ihtiva eden ilâhî bir kelâm olduğu için Allah katında şanı yüce ve değerlidir. Mukaddes sayfalardan maksadın “levh-i mahfûz” veya “önceki peygamberlerin kitapları” olduğunu söyleyenler de vardır (bk. Şevkânî, V, 444; ayrıca krş. A‘lâ 87/18-19).

Seçkin ve erdemli elçiler” diye tercüme ettiğimiz sefere (tekili: sefîr) kelimesini müfessirler, “yüce Allah’tan Hz. Peygamber’e vahiy getiren melekler, kulların amellerini yazan melekler (kirâmen kâtibîn), kitapları okuyanlar (kurrâ), Kur’an’ı yazan sahâbîler” gibi farklı anlamlarda yorumlamışlardır (Şevkânî, V, 444). Kelimeyi, “peygamberler, Kur’an’ı melekût âleminde kaydeden ve koruyan melekler” olarak anlamak da mümkündür. / Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 556

﴾17﴿ Kahrolası o insan! Ne kadar da inkârcı! ﴾18﴿ (Bir düşünse) Allah onu neden yarattı? ﴾19﴿ Bir spermden yarattı da ona şekil verdi. ﴾20﴿ Sonra ona yolu kolaylaştırdı. ﴾21﴿ Nihayet onun canını aldı ve kabre koydu. ﴾22﴿ Sonra dilediği bir vakitte onu yeniden diriltecek. ﴾23﴿ Hayır! İnsan, Allah’ın emrettiğini yapmadı.

Burada “Kahrolası o insan!” şeklindeki yergi ifadesiyle genel olarak insanlığın değil, Hz. Peygamber’le yaptıkları tartışmalarda yeniden dirilmeyi inkâr eden putperestlerin, bir rivayete göre özellikle Ebû Leheb’in oğlu Utbe’nin kastedildiği belirtilmektedir. Âyetlerde gerek söz konusu kişiye gerekse yeniden dirilme konusunda tereddüdü olan herkese, insanın hiç yokken varlık alanına nasıl çıkarıldığı hatırlatılmakta, böylece insanlar düşünme ve inanmaya teşvik edilmektedir. “Sonra ona yolu kolaylaştırdı” meâlindeki âyeti müfessirler “Ana rahminden çıkmayı kolaylaştırdı” veya “Hayır yahut şer yolunu seçme imkânı verdi” şeklinde yorumlamışlardır. Taberî âyetin bağlamını dikkate alarak birinci yorumu tercih etmiştir (bk. XXIX, 35). Ancak bize göre ikinci anlam, yani insanın iyilik-kötülük, iman-inkâr, doğru-yanlış şeklindeki alternatifler arasında seçim yapma gücüne sahip varlık olarak yaratılması daha çok hatırlatılmaya değer bir lütuftur; dolayısıyla âyetin bağlamına da daha uygundur. Çünkü bu özelliğiyle insan dünyadaki diğer bütün yaratılmışlardan üstün ve seçkin kılınmıştır. Bu gerçek yanında, insanın bir gün ölüp kabre konduktan sonra Allah’ın dilediği bir vakitte tekrar diriltileceğini hatırlatan 21-22. âyetler ile Allah’ın buyruklarına uymayanları kınayan 23. âyetten şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Allah insana iyilik ve kötülük yolları arasında seçim yapma imkânlarını bahşetmiş, dolayısıyla ona ihtiyacı olduğu kadar özgürlük alanı açmıştır. Bu özgürlüğe sahip olması ona Allah’ın buyruklarını yerine getirme sorumluluğu yüklemektedir. Nihayet insan, bir gün bu hayatı terkedecek ve özgürlüğünü doğru kullanarak sorumluluklarını yerine getirip getirmediği konusunda hesap verecek, karşılık görecektir.

﴾24﴿ İnsan yediğine bir bakıp düşünsün! ﴾25﴿ Biz bolca su indirdik. ﴾26﴿ Sonra toprağı uygun şekilde yardık. ﴾27﴿ Oradan ekinler bitirdik. ﴾28﴿ Üzüm bağları, sebzeler;

﴾29﴿ Zeytin ve hurma ağaçları; ﴾30﴿ Gür ağaçlı bahçeler; ﴾31﴿ Meyveler ve çayırlar; ﴾32﴿ Sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için.

Yukarıda 18-20. âyetlerde insanın var oluşu ve mahiyetine ilişkin ilâhî lütuflar özetlenmişti; burada ise onu çevreleyen ve varlığını sürdürmesi için gerekli ve faydalı olan haricî nimetlerin başlıcaları hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatmanın amacı da hem muhatabı Allah’ın kudretinin büyüklüğü hakkında bilgilendirip iman etmesini veya inancını güçlendirmesini sağlamak hem de onu bu lütuflarından dolayı Allah’a minnet ve şükran hisleriyle ibadet etmeye, buyruklarına göre yaşamaya yöneltmektir.

﴾33﴿ Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, ﴾34-36﴿ İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. ﴾37﴿ O gün onlardan her birinin işi başından aşkındır. ﴾38﴿ O gün birtakım yüzler parıldar; ﴾39﴿ Güleçtir, müjde almıştır. ﴾40﴿ Birtakım yüzler de o gün toza toprağa bürünmüş; ﴾41﴿ Kapkara kesilmiştir. ﴾42﴿ İşte bunlar inkârcılardır, günahkârlardır.

Kıyamet ve âhiretten bir kesitin son derece canlı bir tasvirini veren sûrenin bu son âyetleri, dünya hayatının geçici zevk ve tasalarını aşıp varlığının anlamı, değeri, amacı ve âkıbeti üzerine düşünebilme seviyesine ulaşmış her insanı sarsıcı gerçeklerle yüzyüze getirmektedir. Kıyamet gününde evrende meydana gelecek olan olaylar korkunç sesler çıkaracağı için ona 33. âyette “sâhha” adı verilmiştir. O gün geldiğinde aralarında akrabalık bağı bulunanların birbirinden kaçışının sebebi çeşitli şekillerde izah edilmiştir: a) Kıyamet olayları herkesi dehşete düşüreceği için o ortamda insanların birbirini düşünmeleri mümkün değildir; herkes kendi başının derdine düşer; b) Akrabalıktan doğan haklarını isteyecekleri endişesiyle insanlar birbirinden kaçarlar; c) Kişi, akrabaları onun içinde bulunduğu sıkıntılı durumu görmesin diye onlardan kaçar; d) İnsan, akrabasının içinde bulunduğu kötü durumu görmesine rağmen onlara yardım edemeyeceğini ve başlarına gelenlere engel olamayacağını bildiği için kaçar (Şevkânî, V, 446).

Bir önceki sûrede (Nâziât 79/8-9) kıyamet ve mahşerin dehşetinden dolayı bütün kalplerin korkudan neredeyse yerinden oynayacağı, gözleri korku bürüyeceği bildirilmişti. Abese sûresinin bu son âyetlerinden anlıyoruz ki inkârcı ve isyankârların korku, kaygı ve perişanlıkları devam ederken, müminlerin durumları aydınlanınca kalplerindeki korku ve kaygının yerini ferahlık ve sevinç alacak, bu sevinç yüzlerine yansıyacaktır.

Siz oyalanıyorsunuz! Necm 61

Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? Necm 60

Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz? Necm 59

Onu, Allah’tan başkası çeviremez. Necm 58

Yaklaşan, yaklaştı. Necm 57

Bu uyarıcı da ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. Necm 56

Onları neler kapladı neler! Necm 54

Alt üst olan şehirleri de O yok etmişti. Necm 53 / Mehmet Okuyan Meali

Şüphesiz ki önceki Âd kavmini ve Semûd’u O helak etmişti ve (onlardan) geriye hiçbir şey bırakmamıştı. Daha önce Nuh kavmini de (O helak etmişti). Şüphesiz ki onlar haksızlık etmiş ve azgınlık yapmışlardı. Necm 50-52 / Mehmet Okuyan Meali

Zengin eden de yoksul kılan da O’dur. Necm 48 / Bayraktar Bayraklı Meali

Öldüren de dirilten de O’dur. Necm 44 / Erhan Aktaş Meali

Güldüren de ağlatan da O’dur. Necm 43 / Erhan Aktaş Meali

Sonra ona karşılığı tastamam ödenecektir. Necm 41 / Bayraktar Bayraklı Meali

Ki hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez. Ve gerçek şu ki, insan için çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Necm 38-40 / Süleyman Ateş Meali

Ve de çok vefalı İbrahim’in Necm 37 / Erhan Aktaş Meali

Musa’nın sayfalarında olanlar haber verilmedi mi? Necm 36 / Erhan Aktaş Meali

Gaybın bilgisi o adamın yanında da, o görüyor mu? Necm 35 / Bayraktar Bayraklı Meali

Gördün mü yüz çevireni? Az verip sonra vermemekte direneni? Necm 33-34 / Bayraktar Bayraklı Meali

Onlar, günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir (O kendisine yönelen kulunu affeder). O sizi daha iyi bilir: Gerek sizi topraktan inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada (sizin her halinizi bilmiştir), artık kendinizi övüp yüceltmeyin, çünkü O, korunanı daha iyi bilir. Necm 32 / Süleyman Ateş Meali

Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Sonunda, işlerini kötü yapanları cezalandıracak ve iyi yapanları da daha güzeli ile ödüllendirecektir. Necm 31 / Bayraktar Bayraklı Meali

İşte onların bilgisi bundan ibarettir. Şüphesiz ki Rabbin -evet yalnızca O- kendi yolundan kimin saptığını çok iyi bilendir ve O kimin doğru yola ulaştığını da çok iyi bilendir. Necm 30 / Mehmet Okuyan Meali

23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).

Dünya hayatından başka bir şey istemeyen, zikrimizden yüz çevirenlerden sen de yüz çevir. Necm 29 / Erhan Aktaş Meali

Göklerde nice melek var ki, Allah, kendilerine izin vermedikçe Allah’ın isteği ve rızası dışında kimseye şefaat edemezler. Ahiret hayatına inanmayanlar, meleklere kız adı veriyorlar. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise asla gerçeği ifade etmez. Necm 26-27-28 / Bayraktar Bayraklı Meali

Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).

19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321).

Son da ilk de (ahiret de, dünya da) Allah’ındır. Necm 25 / Süleyman Ateş Meali

Necm sûresinde ele alınan konular etkileyici ifadelerle insanların zihnine ve gönlüne yerleştirilir. Kaynakların belirttiğine göre bu sûre nüzûl sırasına göre içinde secde âyeti bulunan ilk sûredir. Hz. Peygamber sûreyi okurken son âyetindeki emir gereğince kendisi secde etmiş, okuyuşunu duyanlar da secde etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4; Müslim, “Mesâcid”, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VI, 445). Bazı tefsir kaynaklarında yer alan, Necm sûresini okuyan kimseye Mekke’de Muhammed’i tasdik veya inkâr eden her kişiye mukabil on sevap verileceğine dair hadisin (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 35; Beyzâvî, IV, 211) mevzû olduğu kabul edilmiştir (Muhammed et-Trablusî, II, 722).

İslâm akaidinin üç temel ilkesini oluşturan -sûredeki sıraya göre- nübüvvet, tevhid ve âhiret hayatını konu edinen Necm sûresinin muhtevasını bu çerçevede incelemek mümkündür. Hz. Muhammed’in hak peygamber, Kur’an’ın da vahiy ürünü olduğunu bildiren birinci bölüm, -verilecek mesaja dikkat çekmek amacıyla- hem Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar hem de sonraki insanlar için önemli bir gök cismi sayılan yıldıza yemin etmekle başlar. Ardından yakınlık ve ülfet vesilesi olması için “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Peygamber’in müşriklerin iddiasının aksine doğru yoldan sapmadığı belirtilir. Onun tebliğ ettiği hususların kendi duygu ve düşüncelerinin ürünü değil Cebrâil vasıtasıyla gönderilen ilâhî vahiy olduğu vurgulanır. Resûlullah’ın Cebrâil ile olan ilişkisine temas edilerek bu konuda tartışmaya girmenin gereksizliği belirtilir (âyet 1-18). Müellif M. Kemal Yaşaroğlu

İkinci bölümde şirk inancı ele alınarak o dönemde tapınılan ve Allah’ın kızları kabul edilen putlardan (Taberî, XXVII, 77) Lât, Uzzâ ve Menât’ın adı zikredilir. Daha sonra, kız babası olmayı kendilerine yakıştıramayan putperestlerin dişi tanrılara ibadet etmelerinin mantıksızlığına değinilir ve onların insanlara hiçbir fayda sağlayamayacağı ifade edilir (âyet 19-26).

Sûrenin üçüncü bölümü dünya hayatından başka hiçbir emeli olmayan, kesin bilgiden yoksun olup sadece zan ve tahmine dayanarak âhireti inkâr edenlerin melekleri dişi kabul edip bu vasıfta gördükleri putlara tapındıklarının tesbitiyle başlar. Ardından bütün kâinatın mülkiyet ve tasarrufunun Allah’a ait olduğu, insan türünü yaratan, üreme kanununu koyan Cenâb-ı Hakk’ın kişileri dünyada yaptıkları davranışlardan sorumlu tutacağı ifade edilir ve bunun Hz. İbrâhim’den beri tebliğ edilen ilâhî bir hüküm olduğu hatırlatılır. Hz. Nûh’tan itibaren Allah elçilerinin mesajlarına karşı çıkanların helâke mâruz bırakıldığı anlatılır ve bunun herkes için bir uyarı ve ibret vesilesi olduğu vurgulanır. Aslında kıyamet gününün yaklaştığı, fakat zamanını Allah’tan başka kimsenin bilmediği ifade edilir (âyet 27-58).

Sûrenin son âyetlerinde Kur’an’ın vahiy ürünü olduğunu ortaya koyan başlangıçtaki konuya vurgu yapılarak müşriklere hitap edilir, onların bu ilâhî kelâm karşısında şaşkınlık veya lâubalilik göstermemeleri gerektiği anlatılır; müşrikler artık putlara değil Allah’a secde etmeye ve O’na tapınmaya çağrılır (âyet 59-62).

Mekke döneminde İhlâs sûresinden sonra nâzil olmuştur. Tamamının veya bir kısmının Medine devrinde indiği ileri sürülmüşse de bu görüş mevcut rivayetler ile sûrenin üslûp ve muhtevası göz önünde bulundurularak itibar görmemiştir (Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, XVII, 55). Adını sûrenin başında yer alan necm (yıldız) kelimesinden alır; “Ve’n-Necm” sûresi olarak da isimlendirilir. Altmış iki âyet olup fâsılaları ا، ة، ن، و، ى harfleridir.

Bu isimler, sizin ve atalarınızın onlara yakıştırdığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onlar için hiçbir yetkilendirmede bulunmadı. Ant olsun ki, onlara Rabb’lerinden doğru yolu gösterici geldiği halde, onlar yalnızca zanna ve benliklerinin hevasına uyuyorlar. Necm 23 / Erhan Aktaş Meali

O halde bu insafsız bir paylaştırmadır. Necm 22 / Erhan Aktaş Meali

Gördünüz mü o Lat ve ‘Uzza’yı? Ve üçüncü(leri olan) öteki (put) Menat’ı? Demek erkek size, kadın Allah’a mı? Necm 19-21 / Süleyman Ateş Meali

Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü. Necm 19 / Süleyman Ateş Meali

Andolsun ki Cebrail’i bir başka inişte de görmüştü. Son sınır ağacı, sidretü’l-münteha yanında. O ağacın yanında Me’va cenneti vardır. Sidre’yi neler kaplamıştı neler! Ne gözü kaydı ne de belirlenen sınırı aştı. Andolsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü. 13-18 Bayraktar Bayraklı Meali

Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? 12 / Erhan Aktaş Meali

Gördüğünü gönül yalanlamadı. 11 / Şaban Piriş Meali

Ona, bunu çok güçlü akıl sahibi olan Cebrail öğretmiştir. Doğrulup dikildi. O, en yüksek ufuktaydı. Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın arası kadar, hatta daha da yakın. Böylece kuluna vahyedeceğini vahyetti. 5-11 Bayraktar Bayraklı Meali

Kur’an’da değişik vesilelerle ifade edildiği üzere Hz. Peygamber bir beşerdir, ama Allah’tan vahiy almaktadır. Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hususu yani asla tanrılaştırılmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına bildirdiklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tutulmasının ne kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun peygamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre söylenmiş sözler olamayacağına bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 3. âyette “konuşma, söyleme” anlamında bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah’ın bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı içinde kişisel düşüncelerini belirtmek üzere veya (yargıç, devlet başkanı, komutan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed’in vahiy almasını yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur’an’ı kendisinin uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır (Taberî, XXVII, 42; Râzî, XXVIII, 281-284). Bununla birlikte, bu âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Resûlullah’ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve davranışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir konuda ictihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır (bu konularda bilgi için bk. Nisâ 4/59, 105; Mâide 5/67; vahyin mahiyeti, çeşitleri ve yolları hakkında bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’an-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri, 2. Vahiy” başlığı). Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 158-159

O, arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri, kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir. 3-4 / Bayraktar Bayraklı Meali

Aşağı kayan yıldıza andolsun ki: Arkadaşınız sapmadı, azmadı. Necm 1-2 / Süleyman Ateş Meali

İlk âyette yüce Allah necm üzerine yemin etmiştir. Meâlde “yıldız” şeklinde çevrilen necm kelimesinin sözlük anlamları, Kur’an’daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: a) Belirli bir yıldızla sınırlı olmaksızın, yıldız olarak nitelenebilecek gök cisimleri. b) Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini daha çok bu anlamda kullanırlardı. c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. d) 49. âyette geçen Şi‘râ yıldızı. e) Hz. Muhammed: Kelime burada mecaz anlamında kullanılmıştır. f) Kur’an-ı Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kısmı: Ara ara, parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına necm denir; dolayısıyla burada Kur’an’ın tedrîcî olarak, parça parça indirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur’an’ın o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir. g) Gövdesi olmayan bitkiler: Rahmân sûresinin 6. âyetinde kelime bu mânada kullanılmıştır. Âyette geçen hevâ fiili “inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme” mânalarına gelir; belirtilen yorumlarda, daha çok “inme” anlamı esas alınmıştır. Meselâ “necm” yıldız olarak kabul edilince âyette, belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation) kanununa tâbi olduklarına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem batmayı ifade etmesi mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet gününde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini taşıyan müfessirler de vardır. Burada Kur’an’ın veya o ana kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünüldüğünde de, vahyin inmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağan üstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz. Muhammed’in kastedilmiş olabileceği yorumunda, onun mi‘racdan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme) yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm kelimesinin “gövdesiz bitki” mânası esas alındığında ise bu fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-99; Şevkânî, V, 122; Elmalılı; VII, 4569-4570).

Sûreye, Kur’an’ın önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslarıyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir (Allah’ın yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).

Burada üzerinde durulan nokta, Taberî ve Râzî’nin de belirttiği gibi Yüce Allah’a denk veya benzer hiçbir şeyin olamayacağı gerçeğini vurgulamaktır. Ayrıca âyetin “Allah’ın eşi olmadığı” anlamına da gelebileceği ifade edilmektedir. Bu son anlam bir önceki âyetle ilişkilidir. Çünkü doğurmak da doğurulmak da, sonuçta bir eşe ihtiyaç gösterir. Oysa hiçbir varlık, hiçbir şekilde Yüce Allah’ın eşi olmamıştır; olamaz da. [En‘âm 6/101; Cinn 72/3] İşte Yüce Allah, kendisinin eşi olmadığı gerçeğini hatırlatarak, çocuk sahibi olmak ya da başkası tarafından doğurulmak işleminden uzak olduğunu bu şekilde beyan etmektedir. Bu durumda, Yüce Allah’ın varlığında, kâinatı idare edişinde, varlıkları yok edişinde, yeniden diriltişinde, hâsılı O’na ait sıfatlarında hiçbir dengi ve benzeri olmadığı gibi, yardımcısı da yoktur. Çünkü bir dengi, benzeri veya yardımcısı olmak, şu veya bu şekilde bir eksiklik ifadesidir. Oysa Cenâb-ı Hakk sübhândır, yani bütün eksikliklerden uzaktır. Sübhânlık, Yüce Allah’a nispeti caiz olmayan bütün sıfatları reddeder ki bu sûrenin son iki âyeti O’nun sübhânlığının bir ifadesidir. Sûrenin ilk iki âyeti ise O’nun takdîsinin, yani mukaddesliğinin veya bütün kemal sıfatlarla donanımlı oluşunun bir ifadesidir.

c) Yüce Allah, hiç kimseyi doğurmadığı gibi, hiç kimse tarafından da doğurulmamıştır. Hiç kimseyi doğurmamış, yani ana veya baba olmamıştır; hiç kimse tarafından doğurulmadığı için de başkasının çocuğu olmamıştır. Ehad ve Samed olmak zaten bunu gerektirir. Başka bir varlığa aynısıyla ait olabilen sıfatlar, tek olan varlığa ait olamazlar. Çünkü başka varlıklarda bulunan sıfatlar bir başkası tarafından verilmiş demektir. Doğurulan fani olduğu gibi, doğuran veya doğurtan da fanidir. Doğurulan varlık, sonradan var edilmiş demektir. Sonradan var edilmek veya fani olmak, Yüce Allah’ın hiçbir şekilde sıfatı olamaz. İhlâs sûresinin bu âyeti, Yüce Allah’ın zatına aykırı kabulleri reddetmeyi bize öğretmektedir. / Prof. Mehmet Okuyan

b) Mekkeliler, Yüce Allah’a çocuk nispet ediyorlar veya melekleri O’nun kızları sayarak O’na kız çocuklar isnat ediyorlardı.[Nisâ’ 4/171; Nahl 16/57; İsrâ 17/111; Kehf 18/4; Meryem 19/90-92; Furkaan 25/2; Sâffât 37/151-153; Zuhruf 43/19; Necm 53/21; Cinn 72/3.] Bu âyetin öncelikle hedef aldığı kişiler, bu tür şirkiçerisinde bulunanlardır. Öte yandan cinlerle de Allah arasında bir nesep ilişkisinin olduğunu sanarak, Allah’ın kız ve erkek çocukları olduğunu iddia edenler de vardı. En‘âm 6/100 ve Sâffât 37/158 gibi âyetlerde bunlar hakkında bilgiler yer almaktadır. Dahası bazı Hıristiyanlar İsa’nın,[ Mâide 5/17, 72, 73; Tevbe 9/30.] bazı Yahudiler Hz. Üzeyir’in,[ Tevbe 9/30.] hatta Yahudî ve Hıristiyanlar kendilerinin Yüce Allah’ın oğlu olduklarını iddia ediyorlardı.[Mâide 5/18.] İşte, İhlâs 3. âyette bütün bu iddiaların asılsız olduğu açıkça ortaya konulmaktadır.

a) Âyetin ilk cümlesi olan لَمْ يَلِدْ ifadesine “doğurmadı” anlmamını değil de “doğurtmadı” anlamını vermekteyiz. Çünkü doğurmak “dişi” varlığın sıfatıdır; bu nedenle âyette لَمْ تلِدْ lem telid kalıbı kullanılmadığı için burada kast edilen anlamınYüce Allah’ın -hâşâ- anne olmadığı değil, hiç kimseyi doğurtmayan varlık anlamında “baba” olmadığını ortaya koymaktır. Elbette Yüce Allah “anne de değildir, baba da değildir.” Kur’ân’ın indirildiği dönemde Yüce Allah’a çocuk nispetinde bulunanların maksadı O’nu “baba” motifiyle buluşturmaktı. İşte âyet bu algıyı kökünden reddetmektedir. Eşi de yoktur, çocuğu da yoktur. Dolayısıyla hiç kimsenin doğmasına fiziksel olarak neden olmadığı için “baba” da değildir. O sadece yaratandır; bütün babaları, anneleri ve çocukları O yaratmıştır; annelik, babalık ve çocukluk sıfatlarından münezzehtir.

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ “O, doğurtmamış ve doğurulmamıştır.” Aslında önce “doğmak”tan, daha sonra “doğurmamak”tan söz edilmesi gerekirken, burada öncelikle “Yüce Allah’ın hiç kimseyi “doğurtmaması” ifade edilmektedir. Bunun nedeni, Yüce Allah’a çocuk isnad edenleri susturmaktır.

اَللّٰهُ الصَّمَدُ “Allah Samed’dir.” Bu ifade, “Yüce Allah yaratıklara muhtaç değildir” demektir. Samed, “ihtiyaçlar konusunda kendisine yönelinen, başvurulan efendi, büyük” anlamına gelmektedir. Bu anlam, “Allah zengindir; sizler O’na muhtaçsınız”[Muhammed 47/38.] ve “Ey insanlar, hepiniz Allah’a muhtaçsınız…”[ Fâtır 35/15.] âyetleriyle de desteklenmektedir. Kur’ân’da sadece burada kullanılan samed kelimesi için şu anlamlar zikredilmektedir: “Öncesiz, sonrasız, bütün kâinatın sahibi, evrenin yaratıcısı, her şeyi bilen, kerem sahibi, şan ve şerefi zirvede olan, kendisine yalvarılan, kendisinden yardım istenen, dilediğini yapan, istediği hükmü veren, kararından sorguya çekilemeyen, hükmüne karşı konulamayan, büyük, yüce, efendi, zengin, en yukarıda olan, doyuran, doyurulmayan, koruyan, korunmaya muhtaç olmayan, evvel olan, bâkî kalan, sonsuz, ölümsüz olduğu için kendisine vâris olunmayan, uyumayan, uyandırılmayan, başkalarıyla mukayese edilemeyen, ayıbı, kusuru bulunmayan, mutlak galip olup hiçbir şekilde mağlup edilemeyen, hiç kimseye ihtiyacı olmayan, gözlerin idrak edemediği, doğurtmamış ve doğurulmamış, değişmeyen ve farklılaşmayan.” [Râzî, age., XXXII, 181-182] Bütün bu ifadeler, aslında samed kelimesinin Yüce Allah’ın mükemmelliğini ifade eden en önemli kelimelerden biri olduğunu göstermektedir. Belli ki, samed kelimesini birkaç kelimeyle izah etmek mümkün değildir. Mükemmellikler, akla gelebilecek ve gelemeyecek unsurları içerdiği için, Yüce Allah’ı herhangi bir şekilde sınırlayıcı ifadelerden kaçınmak durumundayız.

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ “De ki: O, Allah’tır; tektir.” Bu cümleyi “De ki: O Allah, tektir” şeklinde tercüme edenler de vardır. Bu durumda, âyetin tek cümleden oluştuğu kabul edilmiş olur.[ Âyetteki hüve zamiri, işaret isimlerinden olmadığı için, bu zamiri “mübtedâ”, Allâh lafzını “birinci haber”, ehad kelimesini ise “ikinci haber” olarak kabul etmek gerekir.] Bizim tercih ettiğimiz anlama göre ise, âyet iki cümledir ve anlam da buna uygun olarak “De ki: O Allah’tır; tektir” şeklindedir. Besmeleyi açıklarken de belirttiğimiz üzere, lafza-i celâl Yüce Allah’ın özel ismidir, tercüme edilemez. Âyetteki اَحَدٌ ehad kelimesi, “teklik sadece kendisine ait olan” anlamında, sadece Yüce Allah’ı nitelendirir. “Bölünüp parçalara ayrılmayan” veya “parçalardan meydana gelmeyen varlık” anlamında Yüce Allah için kullanılan ehad kelimesi, vâhıdden farklıdır. Bu durumda ehad, maddî ve manevî, aklî ve hissî tüm açılardan biricikliği, eşsizliği ve benzersizliği ifade eder.[İslâmoğlu, age., s. 1323’te 2. not.] Bu nedenle de başına el “belirteç takısı” almamıştır. Çünkü bu takı, bir şeyi benzerlerinden ayırt etmek için kullanılır. Oysa Yüce Allah, eşsiz ve benzersiz tek varlıktır. Ehad sıfatının burada gelmesinin nedeni, müşriklerin şirk inancını reddetmeye yönelik olsa gerektir. / Prof. Mehmet Okuyan

Bir İsim, İki Sıfat: Allah, Ehad, Samed
Kur’ân’da Yüce Allah hakkında bilgi veren çeşitli âyetler [Bakara 2/163, 255; Âl-i İmrân 3/2; Nûr 24/35; Zümer 39/67; ] veya âyet grupları [Haşr 59/22-24.] olsa da, bütünüyle tek bir konu çerçevesinde Cenâb-ı Hakk’ı anlatan tek sûre İhlâs sûresidir. “İhlâs sûresi, bütünüyle Allah’ı tanıtan ilâhî bir kartvizittir” [ İslâmoğlu, age., s. 1323’te 2. not.] ifadesi, sûreyi çok güzel bir şekilde tanımlamaktadır. İhlâs sûresinde Yüce Allah’ın “Allah, tek ve samed oluş” şeklinde üç olumlu isim ve sıfat yer almışken, “doğurtmamış ve doğrulmamış olmak” ile “Kendisine hiçbir şeyin denk olmaması” noktasında da üç olumsuz nitelik üzerinde durulmaktadır. İlk üç ifade takdîs, son üç nitelik ise tesbîhtir.

İniş sebebi olarak oldukça fazla rivayet nakledilen bu sûre, muhtemelen Yüce Allah’ın varlığı hakkında sorulan sorulara cevap olarak indirilmiştir. Bu soruları Müslümanlar sormuş olabileceği gibi, alay etmek amacıyla kâfirler de sormuş olabilir. Ayrıca bu sûre, Yüce Allah’a çocuk isnadında bulunan veya O’nunla nesep bağı kurmaya çalışan herkese açık ve evrensel bir cevaptır. Bu sûrenin faziletine dair pek çok rivayet vardır. Besmele ve Fâtiha’da da söylediğimiz gibi, Kur’ân’ın bütün âyetleri ve sûreleri Yüce Allah’ın kelâmıdır. Bu itibarla, hiçbiri diğerinden daha iyi veya daha az iyi değildir, hepsi aynı değerdedir. Sadece, bu sûrenin Kur’ân’ın üçte birine denk sayılması, konu bakımından tevhidi ele alması nedeniyledir. Çünkü Kur’ân’ın üç ana konusu vardır: Tevhîd, nübüvvet, âhiret. İşte İhlâs sûresi, tevhid konusunu ele alması itibariyle, böyle bir konum arz etmektedir.

“1. De ki: O, Allah’tır; tektir. 2. Allah Samed’dir. 3. Doğurtmamıştır ve doğurulmamıştır. 4. O’nun dengi de yoktur.” / Mehmet Okuyan Meali

Bu âyetlerden ve sûrelerden anlaşıldığına göre, peygamberler dâhil hiç kimse, kendini her şerden korunmuş gibi algılamamalıdır. İnsanlar, bu tür cin veya insan kaynaklı vesveseler konusunda şarlatanlara değil, asıl sahibimiz olan Yüce Allah’a sığınmalıdırlar. Allah adına O’nun adını, dinini, kitabını ve ilâhî mesajını menfaatlerine kurban edenlere asla müracaat etmemelidirler. Sadece ve sadece Yüce Allah’ı sığınak bilmeli ve bu doğrultuda davranmalıdırlar. Burada sûreyle ilgili son söz olarak şunu söyleyelim: Bu sûrede, âyet sonlarındaki nâs kelimelerinin her âyetin sonunda gelmesi sûreye değişik bir ses ve bir armoni katmakta, sanki fısıltı veya vesvesenin oluşturduğu garip etki hissettirilmeye çalışılmaktadır. Kısa kısa gelen her âyetin sonundaki sesle, bu tür vesveselerin insanı çepeçevre kuşatabileceği, etkileyebileceği veya kuşatılmışlık duygusuna kaptırabileceği hissi verilmek istenmiş olabilir. Yüce Allah her konuda en iyiyi bilendir.

6. Cinlerden ve insanlardan. / Erhan Aktaş Meali

e) İnsana yine insandan veya diğer varlıklardan gelebilecek sıkıntılardan Yüce Allah’a sığınmak onlara önemli bir kapı olarak sunulmaktadır. Böylece insanoğlu, bir taraftan her türlü vesvese veya tehlikeye açık bir varlık olarak tanıtılmakta, diğer taraftan tehlikelerden korunmasının yolu da kendisine gösterilmektedir. İnsanlara sahipsiz bırakılmadıkları hatırlatılmakta, yanlış yerlerde çözüm aramamaları gerektiği onlara öğretilmekte, başka varlıklara ve yanlış kapılara müracaatın sonuçsuzluğu daha başından kendilerine bildirilmektedir.

d) Kaaf 50/16’da Yüce Allah, insanı Kendisinin yarattığını ve nefsinin ona neleri vesvese verdiğini gayet iyi bildiğini, çünkü insana şah damarından daha yakın olduğunu beyan etmektedir. Demek ki, insana vesvese veren varlık sadece şeytandeğildir; insan nefsi de vesvese vermekte ve insanı Hakk’tan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Hz. Yûsuf kıssasında Züleyha’nın itiraf ettiği gibi “kötülük emreden nefis”,[Yûsuf 12/53] şeytanın insandaki şubesidir. İnsan, bununla şeytanlaşır, şeytanca işler yapar, azar, sapar ve çevresindekileri saptırmaya çalışır.

c) Kur’ân, şeytankavramını sadece cinlerden ibaret saymaz, insanlardan da şeytanlar olduğu haberini verir. Meselâ En‘âm 6/112’de hem insan hem de cin şeytanların peygamberlere düşman olduklarından söz edilmektedir. Ayrıca, tefsirini yaptığımız Nâs sûresinin bu son âyeti, bu konuda son derece açık bir delildir. İnsanı en çok ve en etkili şekilde azdıran varlık, insan şeytanlardır, insan kılığındaki şeytanlardır, başka bir ifadeyle şeytanlaşmış insanlardır.

b) Şeytan kaynaklı vesveselerin içerikleri ve sonuçları hakkında Kur’ân’da pek çok ifade yer almaktadır. Birkaçını hatırlatmakta yarar görüyoruz. Şeytan apaçık düşmandır ve insanlara devamlı olarak kötülük ve çirkinlik emreder.[Bakara 2/168-169; Nûr 24/21] Cömertlik yapanları fakirlikle korkutur. [Bakara 2/268.] Kuruntu verdirir. [Nisâ’ 4/118-120] Kin ve düşmanlık meydana getirmek ister. [ Mâide 5/91.] İnsanların yaptığı yanlışları onlara süslü ve doğru gibi gösterir. [En‘âm 6/43; Enfâl 8/48; Nahl 16/63; Neml 27/24; ‘Ankebût 29/38] Onlara görevlerini unutturur. [ En‘âm 6/68; Yûsuf 12/42; Kehf 18/63.]İnsanları saptırıp şaşırtır. [En‘âm 6/71] Kendi dostlarına süslü sözler, aldanma içerikli mesajlar ve Müslümanlarla mücadele etmelerini fısıldar, onları bu işlere teşvik eder.[ En‘âm 6/112, 121.] İnsanların arasını açar. [ Yûsuf 12/100; İsrâ 17/53] Yanlış vaatlerde bulunur.[İbrahim 14/22.9] Sadece aldanma vaad eder. [İsrâ 17/64 ] Vahyi bozmak ve ona bir şeyler katıştırmak ister. [Hacc 22/52] İnsanı yüzüstü bırakıp rezil eder. [Furkaan 25/29.] İnsanı ateş azabına çağırır. [ Lokmân 31/21.] İnsanları kötülüğe sürükler ve onlara boş ümit verir.[Muhammed 47/25] İnsanı etkisi altına alır ve Allah’ı hatırlamayı ona unutturur. [ Mücâdele 58/19]

a) Şeytanın vesveseleri hakkında Kur’ân’da çeşitli ifadeler vardır. Şeytanın vesvese vermesi anlamında istizlâl/istezelle “kaydırmak”,[ Âl-i İmrân 3/155] tahvîf/yuhavvifü “korkutmak”,[ Âl-i İmrân 3/175.] tadlîl/yüdıllü “saptırmak”, [Nisâ’ 4/60] keyd “tuzak”,[Nisâ’ 4/76] nezğ “fitlemek”,[ A‘râf 7/200; Fussılet 41/36] tâif “vesvese, olumsuz müdahale”[A‘râf 7/201] ve hemezât “kışkırtma”[Mü’minûn 23/97.] kelimeleri kullanılmaktadır. İnsanların bunlardan kurtulması için Yüce Allah’ı hatırlamaları ve O’na sığınmaları kendilerine emredilmektedir.

Vesveseci Varlık Cin de İnsan da Olabilir! اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ “Cinlerden ve insanlardan oluşan, insanların gönüllerine vesvese veren (vesvesecinin şerrinden).” Âyetteki يُوَسْوِسُ yüvesvisü fiili “vesvese vermek”, صُدُورِ sudûr kelimesi “gönüller”, الْجِنَّةِ el-cinneh sözcüğü “cinler”, النَّاسِ en-nâs kelimesi ise “insanlar” demektir. Burada sinsice vesvese vererek insanları huzursuz eden iki kaynağa gönderme yapılmaktadır. Bunlardan ilki cinlerden olan vesvesecidir yani şeytandır, diğeri ise insanlardır.

5. O ki insanların göğüslerine vesvese verir, / Erhan Aktaş Meali

Yüce Allah, sığınılacak varlığın Kendisi olduğunu beyan ettikten sonra, şimdi de sığınmaya konu olan şerrin kaynağına dikkat çekmektedir. مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ “Vesvese veren sinsi vesvesecinin şerrinden.” Âyetteki الْوَسْوَاسِ el-vesvâs kelimesi, “vesvese oluşturabilecek her tür vesvese kaynağı”, الْخَنَّاسِ el-hannâs kelimesi ise “sinmek, geri kalmak” demektir.

a) الْوَسْوَاسِ el-vesvâs kelimesinin anlamı çerçevesinde “bilinen bilinmeyen, hayal veya gerçek, bilinçaltı veya bilinçüstü, duyular veya güdüler, vehim veya endişe, insan kaynaklılık veya cin kaynaklılık, görülebilirlik veya görülemezlik, hissedilebilirlik veya hissedilemezlik” gibi unsurlar vardır. Bu nedenle, âyetteki el-vesvâs kelimesini izah eden Taberî, bunun “şeytan” olduğunu beyan etmekte [Taberî, age., XXX, 355.] ve sürekli vesvese vermenin onun özelliği olduğunu belirtmektedir. Şeytanın vesveselerinden kurtulmak için, Yüce Allah’a sığınmak gerekir. O’na sığınmayanlar bu defa şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Âyetlerde özellikle, insanoğlunun bu vesveseciden uzak durmaya gayret etmesinin kendi menfaatine olacağı ortaya konulmaktadır. Allah’a sığınmayanlar mutlaka kendilerine başka bir sığınak ararlar. Böylece ilgili varlıklara hakkı olmayan özellikleri nispet ederek, onların da sapmalarına ve haktan uzaklaşmalarına neden olurlar.

b) الْخَنَّاسِ el-hannâs kelimesi ise, yukarıda ifade ettiğimiz gibi “sinmek, geri kalmak” demektir. Tekvîr 81/15’te “gezegenlerin sinmesi ve görünmemesi” anlamında kullanılan bu kelime, burada şeytanın sinsiliğini ortaya koymaktadır. Sa‘îd b. Cübeyr, İbn Abbâs’ın şöyle dediğini nakletmektedir: “İnsan, Rabbini hatırladığı zaman,şeytangeri çekilir ve kaçar (siner); ama Rabbini unuttuğu zaman ona vesvese verir.” Bu rivayetten anlaşılıyor ki, el-hannâs kelimesi, şeytanın sinmesi veya geri durması anlamlarına gelmektedir. Bu durum, bir çekingenlik ve güçsüzlük nedeniyle üstün güç olan Yüce Allah’ın huzurunda haddini bilme halidir.

4. O sinsi vesvesecinin şerrinden / Süleyman Ateş Meali

Rabbmelik ve ilâh kelimelerinin her üçü de Yüce Allah’ı nitelendirmekte ve birbirinin açıklayıcısı olmaktadırlar. Bu nedenle âyetlerdeki anlam, “De ki: İnsanların Rabbine, yani melikine, yani ilâhına sığınıyorum” şeklini almaktadır. Âyetlerde üç defa en-nâs kelimesinin gelme nedeni de bir tekrar değil, insanın sığınmasındaki tek doğru yerin ilâhî makam olduğu gerçeğini insana her defasında hatırlatmaktır. Mademki üç âyette Yüce Allah’ın başka bir sıfatı zikrediliyor, o halde insanın da üç defa zikredilmesi bu ifade üslubuna uygunluk oluşturmaktadır. Ayrıca, ilk üç âyette üç kez geçen en-nâs kelimesi, insanın değerini hatırlatmaya yönelik olarak da anlaşılabilir. İsrâ 17/70. âyette, “İnsanoğlu çok değerli bir varlık”, Tîn 95/4’te de “En güzel şekilde yaratılan” olarak ifade edilmektedir. Bu değeri nedeniyle kendisine sığınılacak varlık olan Yüce Allah üç sıfatıyla anılınca, ona sığınacak varlığın, yani insanın da üç defa zikredilmesi daha etkileyici bir üslup oluşturmaktadır.

Rabb “sahip, idare eden, yetiştiren, terbiye eden, büyüten”; melik “hükümdar, padişah, hükmü altında tutan, meleke ve güçlerini hayır üzere kullandıran, sahip”; ilâh ise “üstün güç” gibi anlamlara gelmektedir. Bu haliyle söz konusu kelimeler, Yüce Allah’ın insanlar özelinde bütün mahlûkatın sahibi ve yaratıcısı olduğunu hatırlatmaktadır. Kendisine sığınılacak varlık, her şeyin sahibi olursa, o sığınma gerçek sığınmadır; başka ilavelere ihtiyaç hissettirmez. Bu nedenle Yüce Allah, görünür-görünmez, hissedilir-hissedilmez, maddî-manevî, insan-cin kaynaklı her türlü vesveseden Kendisine sığınılmasının gerçek bir korunma isteği olacağını beyan etmektedir. Sıkıntıdaki insanlar ancak bu şekilde kurtulabileceklerini bilmeli ve Yüce Allah’a güvenmelidirler.

Felak sûresinde olduğu gibi, bu sûrede de insanları rahatsız eden asılsız bazı korkulardan sığınmanın adresi öğretilmekte, adeta insanların nelerden, kime sığınacağı noktasında bilgilendirilmektedir. Yüce Allah, Felak sûresinde kendisini sabahın Rabbi olarak takdim ederken, burada ise insanların Rabbi, meliki ve ilâhı olarak tanıtmakta, kendisinden sakınılacak varlığı ise insan ve cinden oluşan şeytan sembolü olarak belirlemektedir. Mushaf’ın bu son sûresinde, âyet sonlarında sîn harfinden kaynaklanan musiki, insan ve cin şeytanlarının insana verdiği vesveseyi hissettirmekte, adeta onların fısıltıları hakkında dikkatli olunmasını tenbih etmektedir. Sûrenin ilk üç âyetinde, Yüce Allah Kendisini üç sıfatıyla tanıtmakta ve O’na sığınılmasını emretmektedir. قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِۙ مَلِكِ النَّاسِۙ اِلٰهِ النَّاسِۙ “De ki: İnsanların ilâhına, hükümdarına, yani Rabbine sığınırım.” Âyetteki مَلِكِ melik kelimesi “hükümdar, sahip, yönetici”, النَّاسِ en-nâs sözcüğü ise “insanlar” demektir. Yüce Allah, Nâs sûresinin bu ilk üç âyetinde Hz. Peygamber’in şahsında bütün insanlara seslenmekte ve çeşitli kötülüklerin kaynağı olan insan ve cin şeytanlarının vesvesesinden Kendisine sığınmalarını istemektedir. Yüce Allah, burada Kendisini insanların rabbi, meliki ve ilâhı olarak tanıtmaktadır. 

2. İnsanların hükümdarına 3. İnsanların ilahına. / Mehmet Okuyan Meali

1. De ki: “İnsanların Rabbine sığınırım./ Mehmet Okuyan Meali

Kısa sûreleri incelemeye çalıştığımız bu eserde, Yüce Allah’ın son mektubu olan Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya ve gücümüz nispetinde anlatmaya çalıştık. Kul yapısı her şey eksiktir, hata içerir. Bu nedenle naçizane bizim bu çalışmamız da çeşitli yönlerden eksiklikler içerebilir. Mümin kardeşlerimizden bize yardımcı olmalarını bekliyoruz. Hiç olmazsa, dualarını bizden esirgemesinler./ Prof.Dr Mehmet Okuyan

(1-6. âyetler): Yüce Allah, el-mu‘avvizetân diye isimlendirilen Felak ve Nâs sûrelerinde, Kendisini bir sığınak ve sahip olarak tanıtmaktadır. İnsanlar, değişik sıkıntılarından dolayı rabb, melik ve ilâh sıfatlarının sahibi Yüce Allah’a sığınmalıdırlar. Felak sûresinde “yaratılmışların, bastıran karanlığın, düğümlere üfleyenlerin ve haset ettiğinde hasetçinin” şerrinden, Nâs sûresinde ise “sürekli olarak insanların gönüllerine vesvese veren ve sinen cin ve insan şeytanlarının” şerrinden Allah’a sığınmak, başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün insanlara emredilmektedir.

وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ “Kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden (sabah aydınlığının Rabbine sığınırım).” Âyetteki حَاسِدٍ hâsid/hasede kelimesi “kıskançlık” demektir. / Prof.Dr Mehmet Okuyan

a) Hased, “başkasında olan bir nimetin ondan alınıp kendisine verilmesini şiddetle istemek” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu âyette insan benliğinde bulunan hasetten değil de, aktif alana giren veya faaliyet göstermeye başlayan hasetten Allah’a sığınılması emredilmektedir. Haset hastalığının en önemli ilacı, haset edilen şey için dua etmektir.

b) Hasetle birlikte kullanılan birbirine yakın veya zıt anlamlı kelimeler ve anlamları şöyledir: Hased, “bende yok, onda da olmasın”; buhl, “bende var, onda olmasın”; şuhh, “onunki benim olsun”; gıpta, “onda var, bende de olsun”; sehâvet, “bende var, onda da olsun”; îsâr, “benim değil, onun olsun”; cûd, “bende yok, ama onda olsun”; fakr, “onda yok, bende de olmasın”. [İslâmoğlu, age., s. 1327’de 8. not.] Görüldüğü gibi, bu kelimelerden ilk üç tanesi kötülük içerikli, diğerleri ise iyilik ve güzellik içeriklidir.

c) Bu bağlamda Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatarak bitirelim: “Şu iki kişiden başkasına yönelik hased (gıpta) olmamalıdır: Biri, Allah’ın mal verdiği ve o malı hak yolda kullanan, diğeri ise, Allah’ın hikmet verdiği ve onunla amel edip insanlara öğreten adam.”

وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ “Düğümlere üfleyenlerin şerrinden.” Âyetteki النَّفَّاثَاتِ  en-neffâsât kelimesi “tükürükle birlikte üfürmek”, الْعُقَدِ el-‘ukad kelimesi ise “düğümler” demektir.

a) Âyette kastedilen olayın, YahudiLebîd b. A‘sam’ın Hz. Peygamber’e sihir yapan kızlarıyla ilgili olduğu ifade edilmektedir. Sûrenin Mekke’de indirildiği gerçeğine karşılık bu rivayetin güvenilirliği tartışmalıdır. Mübâlağa içeren neffâse kelimesi, kehanetve büyücülük işleriyle uğraşan kadın ve erkek herkesi, yani bu işi yapan toplulukları da içermektedir. النَّفَّاثَاتِ en-neffâsât kelimesi “üfürme işlemi yaparak erkekleri yoldan çıkaran kadınlar” anlamına da gelmektedir. Ebû Müslim, Teğâbün 64/14 ve Yûsuf 12/28. âyetlerin desteğiyle bu görüşü ileri sürmekte, Râzî de bunu nakletmektedir.

b) el-‘Ukad kelimesi, “düğüm, yönetim, antlaşma, akar, bol ağaçlı yer, arazi, aç hayvanlar, bağ, kesin niyet, kin ve öfke” gibi anlamlara gelmektedir. Bakara 2/235’te bu kelime “(nikâh) bağı” anlamındadır. Öyle anlaşılıyor ki, söz konusu kelime ille de “büyü için üflenen düğümler” anlamıyla sınırlı değildir. Bu kelimeyi “Cebrâil, Rûhu’l-kudüs ruhuma üfledi” hadisinin desteğiyle, kalbe yapılan “müdahaleler” anlamına da alabiliriz. Yani maksat, düğümlere yapılan üfürükler değil, insan beynine veya bilincine yapılan yazılı sözlü, görünen görünmeyen, hissedilen hissedilemeyen, bilinen bilinmeyen, insan veya şeytan kaynaklı her türlü olumsuz ve kötü müdahaleler olarak kabul edilebilir.

c) En‘âm 6/112 ve Nâs 114/5. âyetlerinin desteğiyle, bu düğümler nefsin kördüğümleri, onlara üfleyenler de duygu ve düşünce dünyasındaki düğümleri ve sorunları çözme iddiasıyla insanları aldatan umut tacirleri ve sahtekârlardır; ya da insanın şahsiyet ve onurunu, söz ve sebatını dağıtma çabasıdır. Buna, karşıt cinslerin birbirlerinin duygularını, cinselliği kullanarak kirletmeleri de dâhildir. Sözün özü, bu, insanın duygularını karıştırma girişiminin her türünü kapsar. Duygu kirlenmesi bunun sonucudur.

وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ “Ortalığı kaplayan karanlığın şerrinden.” Âyetteki غَاسِقٍ ğâsık kelimesi, “zifiri karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk ve dolmak”, وَقَبَۙ vekabe fiili de “bastırmak, gitmek” demektir. İlk âyetteki felak kelimesi nasıl ki “sabahın aydınlığı” anlamına geliyor idiyse, bu ifade de onun zıddı olarak “zifiri karanlığın bastırması” anlamına gelmektedir. Ğâsık kelimesinin “içilemeyecek derecedeki soğuk ve kötü kokulu meşrubat veya su” anlamı nedeniyle Nebe’ 78/25. âyetteki “Yalnız kaynar su ve irin (içerler)” cümlesi de kelimenin bu anlamını destekler mahiyettedir.

a) Kurtubî’nin de belirttiği gibi, gece bilinmeyen ve görünmeyenden duyulan korkuve endişeyi artıran unsurdur. Aslında her karanlık, bir çeşit gizem ve korku nedeni olarak görülür. Önünü görememek, insanı nasıl davranacağı noktasında çaresiz bırakmaktadır. “İlk muhataplar geceyi öylesine öcüleştirdiler ki, onu bir tür “şer ilâhı” gibi görmeye başladılar. Dinlenme vakti olarak insana Allah’ın ikram ettiği geceye “şer ilâhı” rolü yüklemek, hiç şüphesiz akıl ve iradeyi bastıran cehalet karanlığının şerrine maruz kalmaktır.” [İslâmoğlu, age., s. 1327’de 5. not.] Bu nedenle, karanlıkları sadece gündüzün zıddı olan gece olarak sınırlandırmak âyetin anlamını da daraltmak anlamına gelir.

b) Hayatı karartan her şey, öncelikle ve özellikle cehalet karanlıkları, insana şer olarak sunulabilecek en tehlikeli etkenlerdir. Bu sûre, bastıran karanlığın kötülük etkilerinden, yükselen sabahın Rabbine sığınma emrini içermekte, her olumsuzluğun üstünde bir olumlu değerin varlığı gerçeğini insana öğretmektedir. Eğer karanlıklar varsa, bilinmelidir ki aydınlık da vardır. Üstelik mecâzî karanlıklar yaratılmışların eseridir, süreklilik ve tutarlılık göstermezler. Oysa aydınlığın Rabbi her şeyin üstesinden gelen yegâne sığınak olarak hatırlatılmakta, bir anlamda çaresizlik edebiyatının bir aldatmaca olduğu ifade edilmiş olmaktadır. İnsan için bazı kötü etkiler varsa, karşılığında onun panzehiri olarak iyilikler de vardır; üstelik çareler çaresizliklerden daima daha fazladır. [Talâk 65/2, 3, 4, 5, 7; İnşirâh 94/5-6.] Ümitsizlik bir karanlıktır, cehalettir; ümit ise onun karşı değeridir ve bilgiye dayalı imandır, vahiydir.

c) Vekabe fiilindeki “gitmek” anlamı nedeniyle, âyette “karanlığın bastırması” değil de “bitip tükenmesi” anlamı da vardır. Dolayısıyla yükselen ışığın, yani sabahın Rabbi olan Allah Teâlâ, bir taraftan hakkı yüceltirken, öte taraftan karanlığın batacağının haberini vermektedir. “De ki: Hakkgeldi; bâtılyok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur” [ İsrâ 17/81.] âyetinde vurgulandığı gibi, Hakk’ın nuru veya ışığı doğunca bâtılın bütün karanlıkları yok olmaya mahkûm olur. Bizce Felak sûresinin ilk âyetlerinde bu gerçek hatırlatılmaktadır.

مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَۙ “Yarattıklarının şerrinden.” Âyetteki شَرِّ şerr kelimesi “şer, kötülük”, مَا خَلَقَ mâ haleka fiili ise “yarattığı şey” demektir. Yüce Allah, bu âyette yarattığı varlıkların şerrinden Kendisine sığınılmasını istemektedir; çünkü şerrin kaynağı O değildir, yaratılanlardır. Şerri Allah istemez ve yapmaz, yaratıklar ister, Yüce Allah ise imtihan gereği yaratır. a) Burada sözü edilen yaratık, öncelikle “İblis”tir. Çünkü en çok şer isteyen ve aşılayan varlık odur. Bu nedenle onun yaptığı ve aşıladığı şerden ve kötülüklerden Yüce Allah’a sığınılmasını emretmektedir. b) Âyette kastedilmesi muhtemel yaratıklardan bir diğeri “cehennem” olabilir. Bu durumda, cehennemin şerrinden veya felâketinden yine Yüce Allah’a sığınılması isteniyor demektir. Bu anlam, ilk âyetteki felak kelimesinin “cehennem” anlamıyla da örtüşmektedir.

c) Âyette sığınılması istenen yaratıkların şerri kavramını sadece “İblis” ve “cehennem”le sınırlı tutmak elbette âyetin anlamını daraltmak olacaktır. Bu itibarla, insana zararı dokunan, görünen-görünmeyen, hissedilen-hissedilmeyen, maddî-manevî ne kadar zararlı varlık ve zarar türü varsa, hepsinden uzak durmaya, onlardan etkilenmemeye veya korunmaya çalışmak insanın doğal olarak yapısında vardır. Burada hatırlatılan nokta, sığınılacak yerin Yüce Allah olduğu gerçeğidir.

d) Bakara 2/102’de de belirtildiği üzere, Yüce Allah izin vermedikçe hiç kimse hiç kimseye zarar veremez. Dolayısıyla, alınması gereken ve fıtratolarak öğretilen önlemler alındıktan sonra, her türlü zararlının zarar girişiminden Yüce Allah’a sığınmak en doğru işlemdir. Doğru yere sığınanlar, Cinn sûresinde belirtildiği üzere, cinlere sığınan ve onların gereksiz yere şımarmalarına neden olanlar gibi davranmazlar. Varlıklar ne için yaratıldıysa o uğurda çalışmalı, görevlerini ve hadlerini bilmelidirler.

d) Felak kelimesinin, mahlûkatın yoktan yaratılmasında, özellikle göklerin ve yerin başlangıçta birbirine yapışık olup sonradan ayrılmasında yaşanan patlamaya işaret etmesi de mümkündür. Dahası, mahşerde varlıkların yeniden meydana getirilmesi için yaşanacak şekillenmeyi de ifade edebilir. Felakinfilâk gibi yarılıp yeni bir şekil almayı beraberinde getirir. Bu doğrultuda âyette kast edilen husus, Yüce Allah’ın bütün bu hakikatlerin sahibi olduğu mesajını vermek olabilir.

e) Mekke’de yaşanan karanlık ve iç karartıcı şartların ardından aydınlık bir sabahın geleceği bu şekilde müjdelenmekte ve Müslümanların bozuk moralleri böylece düzeltilmek istenmektedir. Sabahın müjdelenmesi ve yarınların daha güzel ve rahat olmasının haber verilmesi, sûrenin iniş yerinin Mekke olduğunun da bir delilidir. Sabahlar, karanlık gecelerden sonra yaşanır. İşte, Müslümanların gecesi durumundaki ilk dönemlerin, yerini aydınlığa bırakacağı Duhâ 93/4 ve 5. âyetlerde müjdelenen hususların bir anlamda destekçisi durumundadır. Müddessir 74/32-33’te karanlık gecenin gidip aydınlık günün gelmesinden söz edilmekte, Leyl 92/1-2’de de önce etrafı bürüyen karanlık geceye, ardından açılan gündüze dikkat çekilmektedir. Bunların hepsi kanaatimizce aynı gerçeği işaret etmektedir.

f) Felak kelimesi rabb kelimesiyle birlikte kullanılınca, “sabahın sahibi olan Yüce Allah’ın Müslümanların da sahibi olduğu ve onları yardımsız bırakmayacağı” dolaylı olarak ifade edilmiş olmaktadır. Zaten sığınma isteği, Müslümanların daima sığınacakları bir makamın bulunduğunu ortaya koymaktadır.

g) Kelimenin “cehennemde bir yer, ev veya cehennem” şeklindeki anlamları, benzer şekilde Müslümanları rahatlatmaya, düşmanlarını ise korkutmaya yöneliktir. Yüce Allah, hafife alınan uyarılar nedeniyle kendisini hatırlatmakta, azap yerinin sahibi olduğunu bildirmekte, dünyada Müslümanlara hayatı zindan edenlere, âhirette zindan türünden bir karşılık vereceğini beyan etmektedir. Mekke’nin ilk yıllarında Müslümanlara yaşatılan ağır boykotların uygulayıcıları, eğer tevbe etmeden ve Hakk’a boyun bükmeden ölmüşlerse onları bekleyen yer, Nebe’ 78/26. âyet gereği “uygun bir karşılık olarak” benzer çukurlar, zindanlar ve hapishaneler olacaktır.

h) İşte felak kelimesinin hem “sabahın doğması”, hem de “cehennemin adı” olması şeklindeki anlamları Müslümanları rahatlatmakta ve motive etmekte, karşıtlarını ise uyarmayı ve korkutmayı amaçlamaktadır. Bu durum dün böyleydi, bugün de böyledir, muhtemelen yarın da böyle olacaktır.

c) Âyette geçen ve sûreye de isim olan الْفَلَقِ el-felak kelimesi, “cehennemde kapalı bir yer, cehennemde bir ev, kuyu, bizzat cehennemin isimlerinden biri, sabah ve sabahın aydınlığı” anlamlarına gelmektedir. [Taberî, age., XXX, 349-350] Dahası bu kelime, “yarılıp çıkmak, şafak, tan, iki tepe arasındaki alçak, oturaklı, düz yer, suçluların ayaklarına vurulan tomruk, falaka, çanak dibindeki süt” gibi anlamlara da gelir. [Yazır, age., X, 143-144] Kelimenin Felak sûresindeki anlamını En‘âm 6/96’da da kullanıldığı üzere, “sabahın aydınlığı” şeklinde vermek daha doğru gözükmektedir.

b) Kur’ân okumak gibi hayırlı bir işte şeytandan Allah’a sığınmak emredildiğine göre, korkulan şeylerden de O’na sığınmak elbette çok daha anlaşılabilir insânî bir tutumdur. Kur’ân’dan herhangi bir bölüm okunurken isti‘âzedenilen sığınma işlemi nasıl ki insan aklının kötü düşüncelerden uzaklaşmasını sağlamaya yönelik bir tedbir ise, görünür-görünmez çeşitli tehlikelere karşı Yüce Allah’a sığınmak da benzer şekilde vücudun korumaya alınmasını içerir. Bu nedenle hem burada, hem de Nâs sûresinde korunulacak şeylerin sayısı bir tek varlık ile yani sadece şeytanile sınırlı tutulmamaktadır.

a) Kendisinden sığınılmak istenen şeyler, daha çok cin ve şeytangibi görünmeyen varlıklar olarak yaygınlık kazandığı için, sûrenin iniş nedenleri arasında bu doğrultuda bilgiler mevcuttur. Nahl 16/98’de belirtildiği üzere, Kur’ân okunduğunda kovulmuş şeytandan Allah’a sığınmak Allah’ın bir emridir. Benzer şekilde bir başka sığınma emri de Mü’minûn 23/97’de şeytanın vesveseleri nedeniyledir ve sığınılacak makam da yine Yüce Allah’tır.

Sığınılacak Tek Varlık: Yüce Allah

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِۙ “De ki: Sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” Âyetteki قُلْ kul emri “de ki”, اَعُوذُ e‘ûzü fiili “sığınmak”, الْفَلَقِ el-felak kelimesi “sabah aydınlığı” demektir.

Sûrenin قُلْ kul “de ki” emriyle başlamasından, bu konuda Hz. Peygamber’e bazı soruların sorulduğunu, ilgili sorulara cevap olarak da bu sûrelerin indirildiğini anlamaktayız.

1-5. De ki: Yarattıklarının, ortalığı kaplayan karanlığın, düğümlere üfleyenlerin ve kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.”

5. Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden. / Elmalılı Hamdi Yazır Meali

4. Düğümlere üfleyenlerin şerrinden, / Erhan Aktaş Meali

Allah’a inananlar O’na güvendikleri, O’nu gerçekten sevdikleri ve sevgilerinin gereğini yerine getirmeye başladıkları gün, karanlıklardan ve sıkıntılardan kurtuluşun kapısını da aralamış olacaklardır. Aktif alana giren her türlü şerden her şeyin sahibi olan Yüce Allah’a sığınmak Müslümanın asıl gündemi olmalıdır. O’nun dışında sığınak olmadığını bilenler elbette Yüce Allah’ın engin rahmetine müracaat etmelidirler. O rahmetten yararlanan ve hayatını doğru değerlerle yaşayanlardan olmayı niyaz ediyoruz.

3. Ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden / Erhan Aktaş Meali

2. Yarattığı şeylerin şerrinden / Erhan Aktaş Meali

1. De ki: Sığınırım karanlığı yarıp ışıtan sabahın Rabbine. / Abdulbaki Gölpınarlı Meali

(1-5. âyetler): Kâfirûn sûresinde tevhid ilan edilmekte, Nasr sûresinde ilâhî yardım ve fetih müjdelenmekte, Mesed sûresinde tevhide karşı saldırganlık yapanların sonlarının ateş olduğu belirtilmekte, İhlâs sûresinde ise Yüce Allah’ın varlığı, ne olduğu ve ne olmadığı açıkça beyan edilmektedir. Bu sûrelerden sonra gelen Felak suresinde de Yüce Allah, yarattığı varlıkların, bastıran cehalet karanlığının, insan benliğini körelten müdahalelerin ve sonuçta bütün bunların asıl nedeni olan haset duygusunun şerrinden Kendisine sığınılmasını insanlara emretmektedir. İşte bütün bu çıkarımlar doğrultusunda, insanlara yöneltilen ve onları etkisi altına alan çeşitli müdahalelerden Yüce Allah’a sığınmak gerekmektedir. Sûrenin asıl vermek istediği mesaj budur. İnsanlar, bu türden saldırılara maruz kalınca Yüce Allah’a ve O’nun vahyine sarılmak, onun koruyucu etkisine sığınmak ve daima O’ndan yardım istemek durumundadır. Çünkü bilmelidirler ki, O’ndan başka her türlü sığınak görüntüleri birer yanılgıdan ve sahtelikten ibarettir. Kula düşen görev, onu inşa etmek için gönderilen vahye güvenmek, onun gereğini yerine getirmeye çalışmak ve bu arada asıl sığınılacak varlık olarak sadece Yüce Allah’ı kabul etmektir. / Prof.Dr Mehmet Okuyan

Azaptan kurtulmaya çalışmak, azap gerektirecek davranışlardan uzak durmak ve ilâhî iradeyi görmezlikten gelmemek gerekir. Daha da önemlisi, Allah’ın rızası ve O’nun adına hareket etmenin, imanın zorunlu sonucu olduğunun unutulmamasıdır. Allah adına fedakârlık yapanlar, O’nun yardımı ve desteğinden mahrum bırakılmayacaklarını bilmeli, buna göre hayat yaşamaya çalışmalıdır. Ebrehe ordusunun Kâbe’yi yıkma emelleri nasıl sonuçsuz kalıp, ordunun neferleri ve komutanı nasıl yerle bir edildiyse, Hakk’ın düşmanlarının da ilâhî iradeyle benzer şekilde karşılaşacakları bilinmelidir. Sûrenin asıl mesajı işte budur. Bu durumda Hz. Peygamber’e ve ona inanan ilk Müslümanlara, yalnız bırakılmayacakları mesajı verilmektedir. Hakk’ın karşısına dikilmeleri halinde Mekke müşriklerinin veya diğer insanların da er ya da geç Ebrehe ordusunun akıbetiyle karşılaşacakları beyan edilmektedir. Bu nedenle bütün muhataplar benzer hatalara düşmemeleri gerektiği noktasında uyarılmaktadırlar. Prof.Dr Mehmet Okuyan

فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَاْكُولٍ “Böylece Allah onları yenmiş ekin tarlasına çevirmişti.” Âyetteki عَصْفٍ ‘asf kelimesi, “kırıp dökmek, eğip bükmek, ekin yaprağı, saman, taze yaprak, tane, taze ekin”, مَاْكُولٍ me’kûl sözcüğü ise “yenmiş” demektir. Rahmân 55/12. âyette de geçen bu kelime, orada “yaprak” anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla Ebrehe ordusu, üzerlerine taş atılması gazabından kurtulamamış, adeta yenmiş ekin yaprağına dönüştürülmüştür. Âyetleri izah ederken sözünü ettiğimiz bütün ihtimaller, kelimelerin anlam zenginliğinden kaynaklanmakta ve her biri için bu izahlar makul görülebilmektedir. Bizim burada belirtmek istediğimiz asıl husus şudur: “Göklerin ve yerin bütün ordularının sahibi olan” [Feth 48/4; 7.] Yüce Allah, bazı kötü niyetlilere karşı şiddetli bir azap uygulamıştır. “Allah’ın ordularını O’ndan başka hiç kimsenin bilemeyeceği” [ Müddessir 74/31.] ve “Kuvvet ve kudret sadece ve sadece, ancak ve ancak Allah’a ait olduğu” için, azabın niteliği hakkında aklı zorlayan izahlara gerek olmadığı kanaatindeyiz. Gözden kaçırılmaması gereken husus budur. Azap bazen bir gürültü, bazen kıtlık, bazen kuraklık, bazen doğal bir afet, deprem, yanardağ patlaması, bazen de çeşitli hayvan istilaları ile olur.

تَرْم۪يهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجّ۪يلٍۖ “Onlara (fil ordusuna) sert taşlar atıyorlardı.” Âyetteki تَرْم۪ي tarmî fiili “atmak”, حِجَارَةٍ hıcâreh kelimesi “taş”, سِجّ۪يلٍۖ siccîl sözcüğü ise “şiddetli, katı, sert, kiremit gibi sertleşmiş taş, dünya semâsı” demektir. Her iki kelime bir arada Hûd 11/82 ve Zâriyât 51/33. âyetlerin de işaretiyle “sertleşmiş, katı taş” demek olur. A‘râf 7/133. âyetin işaretiyle ve siccîl kelimesinin “kova” anlamındaki secl köküne nispetle bu azabın “yukarıdan aşağıya doğru, kovalar dolusu, sert taşlardan” oluştuğu anlaşılmaktadır. [Ayrıca tescîl şeklindeki kalıptan anlaşılabileceği gibi bu taşların adeta “adresi tespit edilmiş, tescillenmiş” olduğu ve siccîn kelimesiyle benzeşmesi gereği “azaplarının yazılı olduğu taşlar” anlamına geldiği de kaynaklarda ifade edilmektedir. (bk. Râzî, age., XXXII, 101; İslâmoğlu, age., s. 1304’te 4. not.)] Burada, fil ordusunun üzerine yukarıdan sert taşların atıldığı ifade edilmektedir. Önceki âyette sözü edilen “uçuşan varlıklar” her ne ise, işte onlar fil ordusuna bu tür sert taşları atıyordu. Bu müdahalenin sonu hakkında da sonraki âyette bilgi verilmektedir.

Bu âyetlerde kötülük planları yapanlara, yaptıkları cinsten karşılık verildiği gösterilmektedir. وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْرًا اَبَاب۪يلَۙ “Üzerlerine sürü sürü uçuşan varlıklar gönderdi.” Âyetteki اَرْسَلَ arsele fiili “göndermek”, طَيْرًا tayr kelimesi “uçuşan varlık, kuş, haşarat”, اَبَاب۪يلَ ebâbîl sözcüğü ise “grup grup” demektir. a) Burada sözü edilen husus, fil ordusunun üzerine yukarıdan saldırıldığı gerçeğidir. İrsâl, Yüce Allah’a nispet edildiğinde, bir yücelik anlamı verdiği anlaşılır. Gönderilenler de “uçuşan varlık” olduğu için, bu işlemin yukarıdan gerçekleştirildiğinde şüphe kalmamaktadır. Tefsirlerimizde bu varlıkların kuş olduğu belirtilmekte, nitelikleri hakkında da çok değişik ve anlaşılması mümkün olmayan detaylar yer almaktadır. Ayrıntıya girmeden, Yüce Allah’ın dediğiyle yetinip, uçuşan varlıkların “kuş” olmasının zorunlu olmadığını belirtmek istiyoruz. b) Ebâbîl, Türkçemizde bir kuş türü olarak kullanılırsa da, bu âyette söz konusu kelime “grup grup, bölük bölük, kalabalık, sürüler halinde” anlamlarına gelmektedir. Gramer olarak, bu kelimeyi kuşların ismi değil de sıfatı olarak almak zorundayız. Bu durumda, uçuşan varlıkların adından değil de geliş şekillerinden söz edildiği anlaşılmaktadır. c) Bu arada çok önemli bir nüktenin daha burada gizli olduğunu söylemek isteriz: Uçuşan varlıkları eğer “kuş” olarak kabul edersek, bu durumda Yüce Allah, saldırganlara karşı, onlardan çok daha güçsüz gibi görünen, ama kendi cinslerinden, yani hayvanlardan bir ordu ile mukabele etmektedir, demektir. Güçlü hayvana karşı güçsüz hayvanlar kullanılmış ve Yüce Allah’ın desteğine sahip olanlar kazanmıştır. Ayrıca, savaşların sadece kara harekâtıyla değil, hava harekâtıyla da kazanılacağı, asıl gücün havadan etkili olabileceği imasına da burada yer verildiği kanaatindeyiz.

5. Ve onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı. / Elmalılı Hamdi Yazır Meali

4. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı / Elmalılı Hamdi Yazır Meali

3. Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi./ Bayraktar Bayraklı Meali

Ebrehe, zamanının en güçlü ordusunu kurup saldırıya geçmişti. Ancak Züleyhâ’nın “Allah, hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz” [Yûsuf 12/52.] ifadesi ile, “Kâfirlerin çağrısı (duası) boşa gitmiştir” [ Ra‘d 13/14.] gerçeğinin farkında değildi. Bir anlamda, kendi gücüne güvenip Yüce Allah’ı hesaba katmamıştı. O’nu hesaba katmayanlara, O, kendisini hatırlatıyordu ki Ebrehe’nin başına da bu gelmişti. Hesaba katmadığı Yüce Allah, onun bütün iğrenç planlarını alt üst etmiş, kendisini de ordusunu da şaşkınlık denizine yuvarlamıştı. Bütün bunlardan hareketle, şu genel ilkenin bilinmesi ve unutulmaması gerekir: Hakk’a karşı duranlar, yaptıklarının karşılığını er veya geç alacaklardır. Bugün de benzer saldırılar yapılmakta, Allah’ın mabedlerine karşı çeşitli saldırılar düzenlenmektedir. Bu sûreden anlaşılıyor ki, bugün bunu yapanlar da benzer akıbeti paylaşacaklardır. Bu arada Hakk’ın savunucularına da psikolojik destek verilmekte ve morallerini yüksek tutmaları kendilerinden istenmektedir. Bilinmelidir ki, Hakk’ı destekleyenlerin destekçisi hakkın sahibi olan Yüce Allah’tır. “Ey iman edenler, siz eğer Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” [Muhammed 47/7.]

اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ ف۪ي تَضْل۪يلٍۙ “Kurdukları tuzağı altüst etmedi mi?” Âyetteki يَجْعَلْ yec‘al fiili “kılmak, yapmak”, كَيْدَ keyd kelimesi “oyun, tuzak”, تَضْل۪يلٍ tadlîl sözcüğü ise “şaşkınlığa düşürmek, alt üst etmek” demektir. Bu âyette Yüce Allah, Ebrehe ordusunun bir tuzağından söz etmektedir. Bu tuzak, onların Mekke’deki ticaret yoğunluğunu bahane ederek Kâbe’yi yıkmak istemeleri, dolayısıyla mabede karşı bir düşmanlık beslemeleri idi. Yüce Allah, insanların kurduğu tuzakları boşa çıkaracağını açıkça belirtmekte, [Enfâl 8/18; Yûnus 10/21] hatta tuzak kuranların, kurdukları tuzağın içine bizzat kendilerinin düşeceğini haber vermektedir. Fil ordusunun başına, Fâtır 35/43’te sözü edilen durum gelmiş, yıkmaya geldikleri mabedin yanında, kendileri yıkılmaya mahkûm edilmişlerdir.

Yüce Allah, sûrenin ilk iki âyetinde Ebrehe’nin “Fil Ordusu”nu nasıl helak ettiğini ve oyunlarını nasıl bozduğunu beyan etmektedir. اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْف۪يلِۜ “Rabbin, fil ordusuna neler yaptı, görmedin mi?” Âyetteki تَرَ tera fiili “görmek”, اَصْحَابِ الْف۪يلِ ashâbu’l-fîl tamlaması ise “fil ordusu” demektir. a) Kaynaklarda verilen bilgilere göre 6. asrın son yarısında, Habeşistan’a bağlı Yemen’in valisi Ebrehe, ticaretin çoğunluğunun gerçekleştiği Mekke’ye alternatif olsun ve ticaret kervanlarıyla hacıları toparlasın diye, San‘a’da bir kilise yaptırır. Bu kiliseye karşı yapılan bir nümayişi de bahane ederek, dönemin en güçlü ve donanımlısı demek olan fillerden oluşan bir orduyu, kendisi de başında olarak Mekke üzerine yürütür ve Kâbe’yi yıkmak ister. Ancak, uçuşan varlıklar tarafından atılan pişmiş azap taşlarıyla, Ebrehe’nin güçlü ordusu yenmiş ekin tarlasına dönüşür. Ebrehe de geri dönüş yolunda hayatını kaybeder. Bu olay nedeniyle, olayın yaşandığı Mîlâdî 570 yılına “Fîl yılı” denilir. İlâhî müdahaleyle bu saldırıdan kurtuldukları için de Mekkeli Araplara ehlüllâh, yani “Allah’ın ev halkı” unvanı verilmiştir. b) İlk âyette geçen اَلَمْ تَرَ elem tera ifadesi, “görmedin mi?” anlamına gelse de, burada “Haberin yok mu? Duymadın mı? Gözünde canlandırabilir misin?” [İslâmoğlu, age., s. 1304] şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü olay, Hz. Peygamber doğmadan önce gerçekleştiği için, onun bu olayı görmesi mümkün değildi. اَصْحَابِ الْف۪يلِ ashâbü’l-fîl tamlaması ise, “fil ordusu, fil arkadaşları” demektir. Saldırıda fil kullanıldığı için ordu “fil” ile isimlendirilmektedir. / Prof. Dr Mehmet Okuyan

2. Kurdukları tuzağı altüst etmedi mi?

1. Rabbin, fil ordusuna neler yaptı, görmedin mi?

(1-5. âyetler): Vahyin ilk dönemine yakın bir geçmişte yaşanan ve o dönemde herkes tarafından etraflıca bilinen bu olay, mabede, yani Kâbe’ye, dolayısıyla Yüce Allah’a ve O’nun iradesine karşı çıkmanın ağır faturası hakkında bilgi vermekte, benzer niyetleri olanlar da böylece uyarılmaktadır.

Hani Firavunun sihirbazları hz. Musa’nın elinde ki mucizeye şahit olduktan sonra oracıkta Musa işle hiç pazarlığa bile yanaşmadan, böyle bir teşebbüse dahi kalkmadan. Rabbi Musa ve Harun. (Şûara/48) Biz Musa ve Harun’un rabbine iman ettik demişlerdi. Firavun bunun üzerine olanca haşmet, dehşet ve korkunçluğuyla; amentüm lehu kable en azene leküm. (Şûara/49) şimdi siz benden izin almadan iman ettiniz ha? le ukattı’anne eydiyeküm ve ercüleküm min hılafin bu muhalefetinizden dolayı, bu kopmanızdan dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve leusallibenneküm ecme’ıyn ve topunuzu asacağım demişti de –ki dediğini de yaptı zaten- yapacağını da biliyorlardı. Bu tehdit üzerine Hz. Musa’nın gözlerine gözlerini dikip de şimdi ne olacak bile demediler. Evet, ne dediler? inna ila Rabbina münkalibun. (Şûara/50). Olsun zaten rabbimize dönecek değil miyiz erinde gecinde, ne olacak ha bir gün önce ha bir gün sonra. Evet, pazarlıksız imanın tarihi örneklerini de Kur’an işte böyle anlatıyor. Rabbim bizlere pazarlıksız, garazsız, ivazsız, kendisi için kılınmış ve içine hiç şirk katılmamış, küfür katılmamış ve asla Allah’tan başkasına tanrılık yakıştırmak gibi bir kirin, pisliğin katılmadığı som ve saf bir iman lûfetsin inşaAllah. Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn. Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır. / Mustafa İslamoğlu

Burada diyn aslında değerler sistemi, hatta borçluluk bilinci. Hatırlayalım Maun suresinin ilk ayetinde Eraeytelleziy yükezzibü Bid diyn (Maun/1) i izah ederken dinin manasını açmıştık. Aslında borçluluk bilinciydi. Dindarlık Allah’a borçluluk bilinci. Yani değerler sistemi. Peki değerler sistemi olan insan pazarlık yapar mı? değerin pazarlığı olur mu? Bir değerin pazarlığını o değerin sahibi belirler fiyatını. Din gibi bir değerin sahibi Allah’tır. Dolayısıyla ben pazarlık yapamam diyor Allah resulü. Allah’ın dinine iman etmiş hiç kimse pazarlık yapamaz. Çünkü Allah’ın dininin fiyatını Allah belirler. Allah’tan başkasının hazinesinde de Allah’ın hazinesinde olan yoktur. Peki siz ne yapıyorsunuz? Siz fiyatlandırıyorsunuz. Benim değerlerim var, sizin fiyatlarınız var. Benimki eddiyn, sizinki diyn. Dolayısıyla ben pazarlığa gelmiyorum siz geliyorsunuz. Siz hemen düşüverdiniz. Putlarınızdan ödün veriverdiniz, hemen pazarlığa yanaştınız. Zaten sıkıntınız da burada, kendiniz nasılsanız karşınızdakini de öyle anlıyorsunuz, öyle zannediyorsunuz. Niye? Siz pazarlığa gelebilecek bir din uydurdunuz, çünkü kendi uydurduğunuz şey. Helvadan put yaparsanız olacağı bu. Ama herkesi kendiniz gibi zannediyorsunuz. Eddiyn e iman eden insanları da kendiniz gibi pazarlıklı zannetmeyin. Onlar Allah’a teslim oldular, hiç pazarlık yaparlar mı?

6. “Sizin din (anlayışınız) size, benim din (anlayışım) banadır!” (A.Hulusi) Leküm diynüküm ve liye diyn evet, sizin dininiz size, benim dinim bana. Burada ki “lâm” lamı istihkak derler buna. Eğer istihkak manası verirsek çeviriyi şöyle yapmam lazım. Sizin dininiz size layık, benim dinim bana layık. Veya sizin dininize siz müstahaksınız, benim dinime de ben müstahakım. Evet, temizler temiz içindir, pisler pis içindir. Adeta herkes layık olduğunu bulur dercesine “lâm” a istihkak manası verecek olursak eğer.

5. “Siz de benim kulluk ettiğime abidler (kullar) değilsiniz.” (A.Hulusi) Ve lâ entüm ‘âbidûne mâ a’bud ve zaten siz de benim kulluk etmiş olduğuma kul olacak değilsiniz. Dolayısıyla bu ne geçmişte böyle oldu, ne gelecekte de böyle olacak. Aslında burada harika bir nükte var biliyor musunuz; Şirk neydi? Hak batıl şirketi. Müşrikler kimdi? Allah’a iman eden Allah dışındakilere de tanrılık yakıştıran. Yani Allah’ı inkar etmiyorlar, iman ediyorlar. Bu ayetlerden yola çıkarak ne diyebiliriz? Hiçbir şirkte Allah’a iman kabul edilmez. Yani şirk varsa onun içinde %90 nında Allah’a iman olsa %10 da da Allah’tan rol çalıp bir başkasına tanrılık yakıştırılsa o %90 da iman etmemiş sayılıyor. Buradan bu çıkıyor. Yani siz aslında Allah’tan başkalarını Allah’a şirk koştuğunuz gün Allah’a iman etmeyi bıraktınız. Çünkü imanda pazarlık olmaz. İmanda %de olmaz. İmanda yüzdelikli iman yok ki, iman saf bir şey, som bir şey. Siz imanda yüzdelikli bir pazarlığa tabi tuttuğunuz günden itibaren Allah’ı inkar etmiş sayılıyorsunuz. Biz bunu anlıyoruz buradan.

4 – Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. (Elmalı) Ve lâ ene ‘abidün mâ ‘abedtüm zaten ben asla kul olmadım sizin geçmişte kul olduklarınıza, asla kul olmadım. Hz. Peygamberin geçmişinde şirke bulaşmadığının da en güzel delili, belgesidir bu. [Ek bilgi; “Tercümelerde genellikle gözden kaçırılan bir detay var. Ama çok önemli bir soruyu cevaplayan bir detaydır bu. ve ne olursa olsun gözden kaçırılmamalıdır. Ve lâ ene ‘abidün mâ ‘abedtüm ben TAPINMIYORDUM sizin tapındığınız şeylere. Bu Hz. Peygamberin peygamber olmadan önceki hayatıyla alakalı duruşunu ortaya koyuyor.Hani deniyor ki Hz. Peygamber, peygamber olmadan önce kavminin dini üzere idi diyorlar. Bunu şiddetle reddediyorum Öyleyse ona neden hanif deniyor? Hz. Muhammed kavminin dini üzere falan değil. Onun delillerinden biri budur. İkinci gelen Ve lâ entüm ‘âbidûne mâ a’bud siz de benim kulluk yaptığım varlığa kulluk YAPMIYORDUNUZ. Öyle ise şimdi; Leküm diynüküm ve liye diyn sizin dininiz size, benim yolum bana. Benim değerlerim bana, sizin değerleriniz size. Bu bir anlamda din özgürlüğü deklarasyonudur da aynı zamanda. Yani yer yüzünde herkesi iman ettirmek zorunda değildir mü’minler. Çünkü Kur’an ı kerimde mesela Yusuf/103 ayetinde Ve ma ekserunNasi velev haraste Bi mu’miniyn. Yusuf/103) insanların çoğunluğu sen ne kadar üzerine düşsen de iman edecek değildir diyor. (Mehmet Okuyan- Okudun mu)]

Müşriklerin teklifi çift zamanlıydı redde çift zamanlı geliyor aslında. Hatta Ebu Müslüm Isfahani’nin harika bir tahlili var. ayetlerde ki “mâ” larla ilgili. Burada ki; Lâ ‘abudu mâ ta’budun. Yine mâ ‘abudu yine mâ ‘abettüm, yine mâ ‘abudu. 4 tane mâ var ve bunları ikiye ayırıyor Ebu Müslim Isfahani, o cins kafa müfessirimiz. Ve ilk ikisiyle son ikisine farklı mana veriyor. Gerçekten çok dikkat çekici. 2 ve 3 te ki mâ lar elleziyle hükmünde, yani ismi mevsul, ilgi zamiri yeni dil bilgisi kurallarıyla. Mutlak varlık manasına geliyor. Yani Allah. Fakat 4 ve 5 tekiler mastar. Bilinçsiz ve körü körüne bir kulluğa delalet ediyor. Mastar, fiilin kendisine delalet ediyor bilinçsiz ve körü körüne kulluk. Yani ben öyle bir şeye kulluk ediyorum ki, öyle bir varlığa, Mutlak varlık. 2. ve 3. ayetlerde ki mâl ar. Benim kulluk ettiğim mutlak varlık. Fakat sizin kulluk ettikleriniz ise körü körüne bir kulluk, gözü kapalı bir kulluk. İşte buna delalet ediyor. Ve bu ayette gaybi bir ihbar da görüyoruz. Nedir bu? bu pazarlığı yapmak için gelen ekipten hiç biri ömürlerinin sonuna kadar iman etmiyorlar ve hepsi de müşrik olarak ölüyorlar. Bu çok ilginç. Demin saydığım isimlerin hepsi de müşrik olarak ölüyorlar.

3. “Siz de benim ibadet ettiğime abidler (ibadet eden kullar) değilsiniz.” (A.Hulusi) Ve lâ entüm ‘âbidûne mâ a’bud ve siz de benim kul olduğuma kulluk edecek değilsiniz. Kul olacak değil, kulluk edecek değilsiniz. Dikkat buyurun iki şeyi birbirinden ayırmaya çalışıyorum tam tercümeye yansıtmak için metni. Bu gerçekten zor bir şey. Ta’budu ve ‘abudu fiiller, bunlar fiil. ‘abidun ise fail, isim yani. Bu ikisini birbirinden ayırmak lazım tercüme yaparken. Dolayısıyla kul olmak ve kulluk etmek ayırımını işte bunun için dikkate değer buluyorum, bunun için önemli buluyorum. Yine 2 ve 3. ayetler ile 4 ve 5. ayetler aynı gibi dursa da tekrar değil. Aynı da değil zaten. Yani bu surede tekrar yok, tekrar savunucularını destekleyen bir şey yok surede farklı. 2. ve 3. ayetlerle 4 ve 5. ayetler farklı. 2 ve 3. ayetlerde lâ ile gelecek zaman fiksleniyor. Yani ben kulluk etmem derken etmeyeceğim, gelecek zaman 2 ve 3 te. Fakat 4. ayette ise ‘abedtüm; mazi geçmiş zaman. O zaman 2 çiftin de 2-3 ile 4-5. ayetlerin zamanı farklı ilkinde gelecek zamanda kulluk etmeyeceğini, yani şirke asla bulaşmayacağını ilan ediyor. 3 ve 4 le de geçmişte de hiç bulaşmamış olduğunu ilan ediyor. iki zamanı birden kapsıyor. Biri gelecek, öbürü geçmiş zamanı.

2 – Tapmam o taptıklarınıza. (Elmalı) Lâ a’budu mâ ta’budûn asla ama asla kul olacak değilim sizin kul olduğunuz şeylere.

Hz. İbrahim Allah’ı böyle tanıtıyor. Bu surede de Cenabı Hakk peygamberden bir kulluk tanıtımı yapmasını istiyor. Karşı taraftakinin durumu ne, benim durumum ne. Onu ortaya koymasını istiyor. Böylece bir tevhid öğretisi bu surenin merkez konusu olarak tespit edilmiş oluyor. (Mehmet Okuyan- Okudun mu)

Bu Kul yâ eyyühel kâfirun demek yani. Durum, pozisyon ortaya koyuyor. Sonra diyor ki Hz. İbrahim;

Feinnehüm adüvvün liy illâ Rabbel alemiyn. (Şuârâ/77) bu tapındığınız varlıklar benim düşmanımdır. Ancak benim dostluğum alemlerin rabbinedir. Şimdi Allah’ı anlatıyor diyor ki;

Elleziy halekaniy feHUve yehdiyn. (Şuârâ/78) O beni yaratan, bana doğru yolu gösterendir.

Velleziy HUve yut’ımüniy ve yeskıyn. (Şuârâ/79) beni doyuran, benim susuzluğumu giderendir.

Ve izâ merıdtu feHUve yeşfiyn. (Şuârâ/80) Hastalandığım zaman bana şifayı ihsan eden O’dur.

Velleziy yümiytüniy sümme yuhyiyn. Şuârâ/81) beni öldürecek sonra da diriltecek olan O’dur.

Velleziy at’meu en yağfire liy hatıy’etiy yevmeddiyn. (Şuârâ/82) mahşer günü hatamı bağışlamasını umduğum varlık ta O’dur.

Rabbi heb liy hükmen ve elhıkniy Bis salihıyn. (Şuârâ/83) rabbim bana güçlü bir muhakeme ihsan eyle. Beni salihler arasına koy.

Vec’al liy lisane sıdkın fiyl ahıriyn. (Şuârâ/84) beni benden sonrakilerin düzgün anacağı bir vesile eyle. Yani beni güzel sözlerle ansınlar.

Vec’alniy min veraseti cennetin na’ıym. (Şuârâ/85) beni nimet cennetlerine varis olanlardan eyle. Diye devam ediyor.

Hz. İbrahim’in tevhid manifestosu dediğimiz Şuârâ suresinde nefis bir açılımı vardır bu ayetlerin mutlaka hatırlanması gereklidir. 69. ayetten doğrudan bilgi 104. ayete kadar geliyor. Bir bölümü çok çarpıcı diyor ki rabbimiz;

Vetlü aleyhim nebee İbrahiym. (Şuârâ/69) sen şimdi onlara İbrahim’in haberini aktar, ya da İbrahim’in haberini gündem yap. Artık merkezinizde İbrahim’in haberi olsun.

İz kale liebiyhi ve kavmihi ma ta’budun. (Şuârâ/70) hani İbrahim babasına ve demişti ki, si,z neye kulluk yapıyorsunuz? Cevap veriyor;

Kalu na’budu asnamen fenezallü leha akifiyn. (Şuârâ/71) biz putlara tapıyoruz, biz putlara boyun eğmeye devam edeceğiz. Hz. İbrahim diyor ki;

Kale hel yesme’uneküm iz ted’un. Şuârâ/72) siz onlara dua ettiğiniz, yalvardığınız zaman sizi duyuyorlar mı?

Ev yenfeuneküm ev yedurrun. (Şuârâ/73) ya da size yarar veya zararları dokunuyor mu bunların? Cevap veriyorlar;

Kalu bel vecedna abaena kezâlike yef’alun. (Şuârâ/74) hayır, hayır, ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk. Diyor ki Hz. İbrahim;

Kale eferaeytüm ma küntüm ta’budun. (Şuârâ/75) hiç düşünüyor musunuz nelere tapındığınızı, hiç kafa yordunuz mu, neye tapıyorsunuz. Duymuyor, işitmiyor, yararı yok zararı yok. Atam öyle yaptı diye böyle yapılır mı?

Entüm ve abaükümül akdemun. (Şuârâ/76) hem siz, hem geçmiş atalarınız neye tapındığınızı hiç düşündünüz mü?

Ek bilgi; “Kafirun suresini her okuduğumda Hz. İbrahim’in bir tevhid deklarasyonu var Şuârâ suresinde o aklıma gelir. İnsanın ne durumda olduğunu bilmesi lazım, sizin ne durumda olduğunuzu da bilmeniz lazım ve sizin ona etraflı bilgi vermeniz lazım. Yani ben şimdi şöyleyim siz böylesiniz. Eskiden ben böyleydim siz öyleydiniz, öyleyse ne haliniz varsa görüne getirecek bir tebliğ biçimi var. Bu surede bir kararlılık öğretisi de vardır, ben böyleyim kardeşim. Sen şimdi beni böyle anla, ister kabul et istersen reddet ama ben buyum. Siz durumunuzu pozisyonunuzu açık dille ortaya koyacaksınız. Böylece inançların karışmamasını temin edeceksiniz. Yani nerede ayrışıyoruz, nerede birleşiyoruz bunun net çizgilerle ortaya koymak lazım. Yani bu sure mert ve net olmayı öğretiyor.

Kul, Kur’an da ilk de ki fiili. Ki Kur’an da bunun dışında 4 sure daha böyle başlar Kul HUvAllâhu Ehad. (İhlas/1) Felâk suresi Kul e’ûzü BiRabbil felak. (Felak/1) Nas suresi; Kul e’ûzü BirabbinNâs. (Nas/1) ve cin suresi; Kul ûhıye.. (Cin/1) Dolayısıyla 4 sure + 1= 5 sure Kur’an da Kul emir fiiliyle başlar. De ki; manasına gelir. Birincisi inşadır, çünkü emirdir. Bunun anlamı da şudur ben seni inşa ediyorum ey kul, Allah seni inşa ediyor, emir veriyor, bu emri tut. İkincisi o emir kuludur niye ona gidip de böyle pazarlıklar yapıyorsunuz manasını zımnen verir. Öyle değil mi Kul; onlara diyor ki De ki; Benim adıma de. Sen kendiliğinden demiyorsun ki. Bu vahyi, bu dini sen kendiliğinden tebliğ etmiyorsun ki, gelmişler seninle pazarlık yapıyorlar. Yapacaklarsa benimle yapsınlar. Zımnen bu var. De ki de Kul de bu var. Varsa itirazınız bana gelin diyor yani. Üçüncüsü sözün asli sahibi o değil midir? Allah’tır Onun için Kur’an a siz onun sözü gibi bakmayın, Kur’an Allah’ın sözüdür. Allah’tan aldığını iletmektedir sadece bu. İşte kul böyle zımni vurgulara sahiptir. El Kâfirun; Meful geldiği için Ya eyyühel Kafiriyn gelmiş. İsmi fail; küfrü hayat tarzı olursa ismi fail gelir. Fiil olarak gelebilirdi, ama fail olarak gelmiş çünkü küfrü hayat tarzı haline getirmişler. / Mustafa İslamoğlu Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir

1. De ki: “Ey hakikat bilgisini inkâr edenler!” (A.Hulusi) Kul yâ eyyühel kâfirun de ki siz ey kafirler. De ki siz ey küfrü hayat tarzı edinenler. De ki siz ey inkarı ahlâk haline getirenler. Kafirin ismi fail olmasından yola çıkarak bir fiil, failin ismi olması için onu hayat tarzı ve ahlâk tarzı haline getirmesi lazım. Onun için farklı versiyonlarıyla çevirdim. Ne kadar çevrilebilirse onların hepsini çeviriye yansıttım ki bu manalar da burada var olduğu bilinsin.

İlk tertiplerde maun suresi ile fil suresi arasına yerleştirilmiş. Konusu tevhid. Ana fikri bir cümle “imanda pazarlık yok.” İmanda pazarlık olmaz. Hatta tersi de geçerli pazarlık olan yerde iman olmaz. Eğer imanda pazarlık yapıyorsa biri, orada da iman olmaz. Onun için pazarlık olan yerde iman, imanda da pazarlık olmaz. Niye? İman pazarlıksız bir şey, Allah’a teslimiyet çünkü. Ya rabbi %95 teslim olsam olmaz mı? Olmaz, ona teslimiyet denmiyor ki İslam denilmesi için, Müslüman adını alması için, teslimiyet adını alması için pazarlıksız teslim olması, kayıtsız şartsız teslim olması lazım. %99 bile olmaz. Çünkü teslimiyetin özüne aykırı, teslimiyetin yapısına, mantığına aykırı. Teslimiyette pazarlık istisna tutulamaz. Ya rabbi sana teslim oldum ama şu, şu, şu hariç. Hayır Ya rabbi sana teslim oldum ama siyasi işlerime karışma, Ya rabbi sana teslim oldum ama ticaretime karışma. Bu teslimiyet değildir ki. Kayıtsız şartsız teslim olmaktır İslam’ın adı.

7. Hayrı da engellerler! (A.Hulusi) Ve yemne’ûnel mâ’ûn geriye döndü son ayet ve ta başa getirdi sözü, yine bağladı, birleştirdi. Ve onlar en küçük bir yardımı dahi engellerler. Yardımın en küçüğünü dahi engellerler. El mâ’ûn yardımın küçüğünü ifade eder. Yani küçük bir yardımı dahi engelleyen büyük yardımı yapar mı. Yani onlar yardım yapmak şöyle dursun, yardıma teşvik etmek şöyle dursun yapılan yardıma da mani olurlar. Aslında burada aktif iyi olmayınca insan iyi olarak kalmıyor, hatta kötü olarak ta kalmıyor aktif kötüye alçalıyor alçala alçala. Yani insan paylaşmayınca paylaşmamazlıkla kalmıyor, paylaşanlara da engel olmaya kalkıyor. Yani sonunda öyle bir noktaya geliyor. Buradan çıkan oraya geliyor. İşte bu dini yalanlayan kimse diyor. maun suresi bize bu kimseyi tarif ediyor. maun suresi hala yaşıyor, maun suresi tarihte kalmadı, ölü bir metin değil. Maun suresinin tarif ettiği tip aramızda ve bundan böyle de yaşamaya devam edecek ve maun suresi lafzı bir kez indi manası sonsuz kez inmeye devam edecek. Rabbim burada ki dini yalanlayan bu tiplerden olmaktan bizi muhafaza buyursun inşaAllah. {ve ahıru da’vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)} Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” diye şükretmek olacaktır.(Elmalı)} / Mustafa İslamoğlu Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir

6. Onlar gösteriş yapanların ta kendileridirler! (A.Hulusi) Elleziyne hüm yurâûn içini öldüren içini boşaltan ibadetin ne yapacaktır, dışına yatırım yapacaktır. İçinden yırttığını dışına yamayacaktır. İşte onlar hüm yurâûn gösteriş yapanlardır, gösteriş yapanların ta kendileridir. Yani ibadeti gösteriye dönüştürürler. İçini boşaltınca ibadetten geriye gösteri kalır. Sadece ritüel sadece..! dilim varmıyor ama ibadetin ruhu ölünce geriye jimnastiği kalır. Hüm yurâûn.

Mesela bu ibadetin namaz olduğunu düşünelim; Robotları kursanız içine bir yazılım koysanız nasıl tadili erkân üzere namaz kılarsa, bizimki de öyle kılar. Fakat işte o kadar, içi boştur, ruhu ölmüştür namazın. Yani ibadetler Allah’a gönderilmiş birer mektuba benzerdi ya, bu mektubun içi boş. Zarf var ama mektup yok. Yarın büyük günde ibadetlerin zarfları açıldığında zarf var fakat içi yok. Nerede kulum bunun içi? Bu namazın içi nerde? Namazın zarfı gelmiş fakat namaz yok, ruhu ölmüş. Evet, efendimizin ifadesiyle yanlarına yoruldukları kalır buyuruyor. Kur’an ın ifadesiyle namazı zayi edecekler, yitirecekler diyor. evet zayi etmektir bu Kur’an ın ifadesiyle zayi etmek. Edaus salâh; zayi etmek.

Yine bir başka ayeti kerime de; Len yenalAllâhe lühumüha ve lâ dimauha ve lâkin yenalühüt takva minküm. (Hac/37) Hac suresinin 36. ayeti yanlış hatırlamıyorsam (hayır 37 olacak) Kurban hakkında. Allah’a kestiğiniz kurbanların ne etleri ne kanları yükselir, sizin takvanızdır yükselen. Yani maksada gelin maksada. İbadetlerin amacını iyi gözetin, ibadetlerin içini boşaltmayın. İbadetin ruhunu öldürüp de cesedine yatırım yapmayın, burada bu söyleniyor. Onun için şimdi tam zamanı işte namaz hakkında ki o meşhur gerekçeli ayeti hatırlamanın. Namaz insanı tüm kötülüklerden ve günahlardan alıkoyar. innes Salâte tenha anil fahşai vel münker*ve lezikrullahi ekber (Ankebut/45) hele bir de namazın Allah kaygısı veren boyutu var ki o en büyüğüdür. İnsanı kötülüklerden ve fuhşiyattan, aşırılıklardan, kendini bilmezlikten, kendini kaybetmekten alıkoymuyorsa o nasıl namaz kılmak diyor. Bunu birleştirebiliriz, beraber düşünebiliriz. Elleziyne hüm ‘an Salâtihim sâhûn o kimseler ki kıldıkları namazdan gafildirler. Çok ince bir ayrıntı var burada ‘an edatı kullanılmış fi değil. Hum fiyhi salâtihim sâhûn deseydi eğer namazlarında yanılırlar ve unuturlar manası vermemiz lazımdı. Namazın içinde ki unutma ve yanılmaya delalet ederdi. Ama ‘an salâtihim diyor. Dolayısıyla bu namazın içinde ki bir unutmaya, yanılmaya, veya ibadetin içinde ki bir unutma ve yanılma değil. Ya ne? Bu aslında ibadetin maksadından koparılmasıdır. İbadetin amacından uzaklaştırılmasıdır. Yani ibadetin amacını unuturlar, ibadetin gayesini unuturlar. İbadet artık sadece ve sadece bir ritüel haline gelir.

5 – Namazlarından yanılmaktadırlar. (Elmalı) Elleziyne hüm ‘an Salâtihim sâhûn onlar, el musalliyn aslında müşriklerin salâtı burda. İkame edilmemiş ibadetin amacı ekımüs salâh neden ekame fiiliyle gelir? Çünkü amacı gerçekleşmemiş salâtın amacı ,işte ikamesi budur. Yani sosyal yükümlülüklerini yerine getirmeyen insan, rabbinin hakkını yerine getiriyorsa onu da yapmamış demektir. Tek kanatla kuş uçmaz demiştik ya. İşte burada o, ibadetin amacı söyleniyor. Ki Kur’an ibadetlerin amacı üzerinde çok durur. Mesela der ki; sadece dindarlık gösterisini reddeder Leysel birra en tüvellû vucûheküm kıbelel meşrikı vel mağrib. Bakara/177) yüzlerinizi doğuya ya da batıya dönmeniz Birr değildir, iyilik değildir. Yani dindarlık gösterisi değildir Allah’ın sizden istediği.

4. Vay haline o (adet diye) namaz kılanlara ki; (A.Hulusi) Feveylün lil musalliyn eğer bütün bunları yapmıyorsa, yetimi itip kakıyorsa, yoksulu doyurmuyor, doyurmaya gayret etmiyor, teşvik etmiyorsa Feveylün lil musalliyn yazıklar olsun böyle ibadet edenlere. Yani toplumsal sorumluluklarını yapmayan insan eğer ibadetini yaptığı ile övünüyorsa yazıklar olsun bu tipe diyor. Feveylün lil musalliyn eğer Musalliyn de ki salâtı şer’i namaz olarak -ki böyle çevrilmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum- alacak olursak o öyle düşünenlerin çevirdiği gibi çevirecek olursak yazıklar olsun namaz kılanlara.

Ve lâ yehuddu ‘alâ ta’âmil miskiyn ve miskini, yoksulu doyurmaya teşvik etmiyor. Yehuddu, hadda. Ya da yoksulu doyurma konusunda yeterli gayret sergilemiyor. Teşvik etmiyor, gayret etmiyor iki manaya da gelir. Hatırlayalım Ve yut’ımunetta’ame ‘alâ hubbiHİ miskiynen ve yetiymen ve esiyra. (İnsan/8) onlar ne yaparlar? Yemeyi, yiyeceği, taamı ona muhtaç olmalarına rağmen, alâ hubbihi, ona çok ihtiyaç duymalarına, onu sevmelerine diye çevirmiyorum, ona tam ihtiyaç duymalarına rağmen miskin ile yetim ile esir ile paylaşırlar, ona verirler.

[Ek bilgi; Çok enteresan Kur’an ı kerimde yetim ve yoksulla ilgilenmemek korkunç derecede bir mesai alıyor ayetlere baktığımız zaman. Cenabı Hakk demek istiyor ki yetimle ilgilenmeyen adam inancını sorgulasın. Eğer inanıyorsan yetimle ilgilenmek zorundasın. Yetimle ilgilenmiyorsan dini yalanlamakta olduğun hakikatiyle yüz tüzesin haberin olsun. Bunu Mekke müşrikleri üzerinden söylüyor ama aslında herkese söylüyor. Yetim kavramını sosyolojik bir kavram olarak Müslümanların gündemine getiriyor. O günkü Mekke müşriklerinin bir ahlaki düşüklüğü olarak merkeze alıyor, ama onun üzerinden herkese mesaj veriyor. Şimdi öyle ise Kur’an ı kerimin yetim kavramı ile ilgili neler söylediğine biraz daha yakından bakmak zorundayız. Duha suresinde Elem yecidke yetiymen fe âva. (Duha/6) oradan Feemmel yetiyme fela takher. (Duha/9) Önemine binaen yeniden işlememiz gerekiyor. Zihnimizde biz yetim kavramını biyolojik bir duruma indirgemişiz. anne babadan yoksunluk manasında. Ama savunmasız, korumasız kalan Kâbe’nin müdafaası manasında Kâbe’nin yetimliğinden bahsedebiliriz. Yani Kâbe bu manada yetim olarak algılanabilecektir Kur’an ın yetim mantığı tariflerine göre. Bu anlamda kadını, erkeği, kutsal mekanı, belki dinin hakikatlerin yetimliğinden bahsedebiliriz. Elbette yetim kelimesi literatürde yerleştiği haliyle anneden babadan birinden veya her ikisinden tabii ergenlik çağı öncesinde yoksun kalmaktır. Fakat bizim baktığımız gibi bakıldığında, mesela çocuğu olmayan anne ve babalar bence çocuk yetimidir. Yani çocuk yetimi olur, ana yetimi olur, baba yetimi olur, sevgi yetimi olur, şefkat yetimi olur, bilgi yetimi olur, ilgi yetimi olur yani aklınıza ne geliyorsa. Ben biraz şablonu daha iyi kavrayalım diye diyorum ki bir insanın sahip olması gerekmesine rağmen sahibi olamadığı değerlerden yoksunluğuna yetim denir. yani bu bunda olmalıdır, fakat o onda yoksa o o şeyin yetimidir. Ahlak yetimleri vardır, para yetimleri vardır, borçlu adam yetimdir yani. Sağlık yetimleri vardır sağlığını kaybetti adam. Sonra ille hasta demek zorunda değilsiniz onu tarif edecek kelime aslında hastadır ama sağlık yetimidir. (Mehmet Okuyan- Okudun mu programı)]

Fezâlikelleziy yeduul yetiym o tip, yani Allah’a borçluluk bilincini inkar eden, Allah’a borçlu olduğunu yalanlayan bu tipi gördün mü sen? Bak bu tipi sana tarif edeyim ben. Tarif edeyim tarifimden çıkar. Yani görmedinse bile, dünyanın neresinde yaşıyor olursan ol, hangi çağ ve hangi zamanda yaşıyor olursan ol tipin tarifinden yola çıkarak bu tipi bulabilirsin. İşte o tipin tarifi. Fezâlikelleziy yeduul yetiym bu tip yetimi itip kakıyor, yetimi horluyor, yetimi küçümsüyor. Yani yardım edeceği yerde, onunla paylaşacağı yerde, Allah’ın kendisini böyle imtihan etmediği için şükredip bunun bu şükrü de böyle eda edeceği yerde ne yapıyor? onu itip kakıyor, düşene bir daha vuruyor. Zayıfı eziyor yani. Burada zımnen söylenen bu, zayıfı eziyor. Zayıfı görünce güç ahlakı olmadığı için zayıfın üzerinde güç sergiliyor, güç kullanıyor. Niye? Onun zayıflığı kendisinin gücünü hatırlatıyor kendisine ve güç ahlakından yoksun olduğu için de kendisini ispatlamak için zayıfı ezme yoluna gidiyor. Bu ne derin bir ahlaksızlıktır.

İslam medeniyeti Yetimden çok şey çıkardı. Yetimden fatihler çıkardı. Musa Bin Nusayr gibi Afrika fatihi. Endülüs fatihi Tarık Bin Ziyad gibi. Anadolu fatihinin birkaç rivayet olsa da bunlardan en tutarlısı Antakya’lı gayri Müslim birinin yetimi olduğu söylenir. Evet, Abdullah el Battal, yetimden biz fatihler çıkarmışız. Yine yetimden müçtehitler çıkarmışız. Bakın İbn Abbas’ın cins kafa öğrencileri; İkrime bir yetimdir, Mücahit bir yetimdir, yine ilk müfessirlerden, ilk otoritelerden Dahhak bir yetimdir ve bunun gibi yetimler. Ata bir yetimdir. Evet, daha neler çıkardı yetimden İslam? Büyük müçtehitler, büyük alimler, büyük otoriteler çıkardı. Peki biz neler çıkarıyoruz yetimden? Sokak çocukları, tinerciler, kapkaççılar, gangsterler ve caniler, katiller, esrarkeşler, eroinmanlar çıkarıyor. Bu mu, İslam yetimden fatihler ve alimler, müçtehitler çıkarmışken bu günün modern toplumu olanca gelişmişlik iddialarına rağmen yetimden bunu çıkarıyor. Evet, işte İslam farkı, işte İslam’ın dizayn ettiği inşa ettiği hayat farkı bu aslında.

Adeta velisi olmayanın velisi Allah’tır diyor. Yetimin velisi Allah’tır diyen efendimizin hadisi işte bu ayetlere dayanıyor. Yetim ağlarsa gök sallanır işte bunun için. Yani sırrı kader. Madem Allah onun bakıcısını, velisini, babasını aldı, babasını kaybetmiş çocuktur aslında lügatta yetim. Madem onun babasını aldı sırrı kader gereği ve o bakımsız ortada kaldı, sizi onunla imtihan ediyor demektir. Onun velisi artık Allah’tır. Dolayısıyla sahip çıkacaksınız ey insanlar. Biz bunu, bu mesajı görüyoruz.

İslam yetimi korur. Bakınız daha savaş yok ortada. Onun için Kur’an da bahsedilen yetimlerin tamamını savaşla birebir irtibatlandırmak ta doğru olmaz. Feemmel yetiyme fela takher. (Duha/9) diyen ayet yetime kahretme. Veya yetime otoriter davranma, yetime karşı otorite sergileme en doğru ve beğendiğim çeviri bu, bunu tercih ettim mealimde de. Onun için yetime karşı otoriter davranma. Neden? Çünkü seni yetim olarak bulduk ve sana göz kulak olduk. Sen yetimdin, yetimlerin efendisi seçildin, alemlere rahmet oldun. O zaman sen de yetimi koru, gözet.

Yetiym; Istılahta kazananı ölmüş ve kendisi de kazanacak durumda olmayacak kadar küçük veya kimsesiz olan demek. Velisi ölmüş olan demek. Tek manasına gelir, yalnız manasına gelir. Aslında olumlu manada kullanıldığı da olur. Onun için dürriyetiym; Dünyada tek inci, biricik inci manasına gelir. Hatta yetim-i dehri, Arap dilinde çok kullanılan bir övgü ifadesidir. Çağının biriciği idi, çağının bir tanesiydi. Büyük alimler için, dahiler için kullanılan bir ifadedir, bir övgü ifadesidir. Ama yetiym tek geldiği zaman velisi yok, velisi olmayan, bakanı olmayan, bakanı çekeni olmayan. Özellikle küçük yaştakiler için kullanılır ama ıstılahta dul hanıma da yetiym denilebilir. Velisi ve bakanı olmayan kimseye de yetiym denilebilir.

2-) Fezâlikelleziy yeduul yetiym; İşte o, yetimi azarlayıp iter – kakar, (A.Hulusi)

Kelimenin kökü alacak verecekle ilgilidir. Boyun eğme, eğdirme kelimenin semantik dönüşümleri sırasında yolda kazandığı anlamlardır. Aslında taat, ınkıyad, zûl ve adâd manalarına da gelir. Adâd alışkanlığa boyun eğdiği için adâd dindir aslında, adetler gelenekler insan alışkanlığa boyun eğdiği için gelenekler din olarak, din gelenek manasına gelir. Yine din Inkıyad manasına gelir itaat yani. Neden? Çünkü boyun eğmektir. Yine din akide manasına gelir, inançla yargılanmaktan, çünkü akide kişiyi inançla yargılar, inandığı şeyle yargılar. İnandığı değerlerin bütününe akide denir. Onun için borç alacak verecek ilişkisi. Çünkü din kelimesinin türetildiği kök deyn dir borç manasına gelir. Din günü diyoruz ahirete. Neden? Borç ve alacak hesabı çıkarıldığı gündür. Yani Allah’ın kulun borcunu çıkardığı gündür. Kulun hesabını önüne döktüğü gündür. Hesap defterini açtığı gündür onun için din günü, deyn günü diyoruz. / Mustafa İslamoğlu Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir

Rahman, rahıym Allah adına. 1-) Eraeytelleziy yükezzibü Bid diyn; Gördün mü dinini (Sünnetullâh’ı) yalanlayan şu kimseyi? (A.Hulusi) 1 – Gördün mü o dîni tekzib edeni? (Elmalı) Eraeytelleziy yükezzibü Bid diyn dini yalanlayan kimseye baksana bir, görmez misin dini yalanlayan şu adamı. Gördün mü o adam dini yalanlıyor. Farklı farklı formlarla çevirebiliriz hepsi aynı kapıya çıkar. Elimizde ki metin bunların hepsine müsait. Ed diyn; Burada anahtar kavram, merkezi kavram. Zaten diyn ile ed diyn farklı. Diyn yani belirsiz geldiğinde her tür hayat tarzı, inanç sistemi anlamına gelir. Ama ed diyn olarak geldiğinde Allah katında bir tane inanç sistemi vardır. Bu inanç sistemi tüm peygamberlerin, tüm vahiylerin inanç sistemidir. Bu inanç sisteminin kurucusu Hz. Muhammed değildir birçoklarının yanlış zannettiği gibi. Bu inanç sisteminin müntesiplerinden biridir Hz. Muhammed S.A.V. Onun için İslam’ın kurucusu değildir Hz. Muhammed, İslam’ın peygamberidir, son peygamberidir ilk te değildir ve İslam’ın birçok peygamberi vardır, İslam; Ed diyn dir İnned Diyne ‘indAllâhil İslâm.. (A.İmran/19) Allah katında makbul din İslam’dır derken işte ed diyn bu dindir, yani Allah’ın razı olduğu din. Kim İslam’dan başka bir din getirirse felen yukbele minh A.İmran/85) ondan o kabul olunmayacaktır diyor rabbimiz. Onun için sizden din olarak İslam’dan razı oldum diyor. ve radıytü lekümül İslâme diyna. (Maide/3) din olarak sizin getirdiğiniz hayat tarzları içinde sadece İslam’dan, yani Allah’a tam teslimiyet dininden razı oldum buyuruyor. Bütün bu ayetler ışığında ed diyn; aslında İslam’ın ta kendisidir.

﴾1﴿ Gördün mü dini yalan sayanı? “Gördün mü?” sorusu, burada şaşılacak bir tutumdan söz edileceğine, dolayısıyla konunun önemli olduğuna dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Âyetteki din kelimesi, bilinen anlamı yanında “Allah’ın hükmü” veya “uhrevî yargı” mânasında da anlaşılabilir (bk. Taberî, XXX, 310). Ancak bunların birini inkâr eden diğerlerini de inkâr etmiş olacağı için sonuç değişmemektedir. / Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:696-697

[Ek bilgi; Nüzül sebebi; Maverdî, bu ayetin Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, bir yetimin vasîsi idi. Derken, bu yetim, Ebû Cehil’e, kendi malından bir şey istemek için, çıplak olarak gelmişti. Ama Ebû Cehil, onu kovmuş ve onun bu durumuna aldırmamıştı. Derken bu çocuk, ümitsizliğe kapılmış ve üzülmüştü. Bunun üzerine, Kureyş’in ileri gelenlerinden birisi ona, “Muhammed’e söyle, o senin için şefaatçi olur” dedi. Halbuki bunu söyleyen Kureyşlinin maksadı alay etmekti. Fakat, o yetim çocuk, bu sözün kendisine, alay için söylendiğini anlayamadı. Hz. Peygamber (s.a.s)’e geldi ve ondan bu hususta yardım istedi. Hz. Peygamber (s.a.s) ise, hiçbir muhtaç geriye çevirmezdi. Bu çocuğu alıp, Ebû Cehil’e gitti. Ebû Cehil, ona yer verdi; çocuğun malını da, çocuğa teslim etti. Bunun üzerine Kureyş, onu ayıplayarak, “Aşık oldun, sevdin, yer verdin!..” deyince, o, “Allah’a yemin ederim ki, sevmedim. Ne var ki, onun sağında ve solunda, dediğini yerine getirmem halinde bana vurup beni öldürecek olan bir mızrak gördüm…” dedi. İbn Abbas’tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, cimrilikle riyakarlığı birlikte yaşayan bir münafık hakkında nazil olmuştur. (F. Razi-Tefsir-i Kebir)] Mustafa İslamoğlu Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir

Sûrede, biri Allah’ın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini gösteriş için yapan riyakâr olmak üzere iki tip insan tasvir edilmektedir.

Bu nedenle, Tekâsür sûresinin son âyetindeki “nimetlerden hesaba çekilme”nin bütün insanlığa yönelik olduğunu, sorgulama işleminden sonra insanların hak ettikleri yere gönderileceğini belirtmek, Kur’ân’ın ruhuna ve bütünlüğüne uygun bir yorumdur. Eğer na‘îm kelimesini, Duhâ 93/11’deki gibi “Kur’ân” anlamındaki ni‘met kelimesinin çoğulu olarak alırsak, hesaba çekileceğimiz nimetlerin “Kur’ân’ın sunduğu bütün prensipler” olacağını da söyleyebiliriz. Nitekim Zuhruf 43/44’e göre, bu son ümmetin hesaba çekileceği asıl değer, onlar için şeref ve haysiyet olarak tanıtılan kitaplarıdır; yani Kur’ân’dır.

Bu âyetteki hitabın kimlere yönelik olduğu konusunda fikir ayrılığına düşülmüştür. Bazıları sûrenin genel konusunu gözönüne alarak, muhatabın nankörler veya cehennemlikler olduğunu ifade etmişlerdir. Bazıları ise, hesaba çekilmenin herkesi içereceği kanaatindedir. Bizce de buradaki hitap herkese yöneliktir. Yargılama işlemi, sorgulamadan sonra gerçekleşeceği için, nimetlerden hesaba çekilmek de bütün insanları kapsayacaktır. Bu anlamı destekler mahiyette pek çok rivayet vardır. Bunlardan birine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “İnsan, dört şeyden hesaba çekilmeden önce yerinden kımıldamaz: Ömrü, malı, gençliği ve davranışı”. Bu rivayette ele alınan dört husus, insanoğlunun hayatının bütün evrelerini ve bütün meşguliyetlerini en ince ayrıntısına kadar zaten kapsamakta, hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktadır. Hayatta sahip olunan bütün değerler “nimet” kavramına dâhildir. Yüce Allah, hayatın bütününü bir imtihan alanı ilan etmekte[Bakara 2/155], peygamber göndermesini müminlere büyük bir iyilik olarak sunmakta [Haşr 59/10], ölümü ve hayatı yaratmayı imtihana endekslemekte [Hûd 11/7; Mülk 67/2], insanı görebilen ve işitebilen bir varlık olarak şekillendirmeyi imtihan gerekçesine [İnsân 76/2] bağlamaktadır. Bu ve daha pek çok âyette konu edilen nimetler ve imtihan, elbette hesaba çekilmek içindir.

8. Nihâyet o gün (dünyadaki) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”

ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَق۪ينِۙ “Sonra (âhirette) onu çıplak gözle göreceksiniz/bizzat müşahede edeceksiniz.” Âyetteki عَيْنَ الْيَق۪ينِۙ ‘ayne’l-yakıın tamlaması “bizzat müşahade etmek, görmek” demektir. Bir önceki âyetteki ‘ılme’l-yakîn sonucu sahip olunan görme hali, olayın “gerçek anlamda bilinmesi ve dünyada görülmesi”yle ilgilidir; 7. âyetteki görme ise sümme edatıyla geldiği için daha sonra, yani âhirette gerçekleşecektir. Âyetteki ‘ayn kelimesi “göz” anlamına geldiği için, cümle “kesin olarak ve fiilen görmek” demektir. Buna göre, görülecek şey, âhiretteki “cehennem ateşi”dir. Bu âyetlerde ortaklaşa yer alan لَتَرَوُنَّ leteravünne fiili, 6. âyette dünyada yakılan acı, ızdırap, kan, gözyaşı, sıkıntı, felâket ve perişanlık ateşini; 7. âyetteki ise, yine bunların sebep olduğu âhiretteki cehennemi görmeyi ifade eder. Her iki anlamda da “görmek” vardır; sadece görülecek şeyler farklıdır. İşte, uğruna fedakârlıklar yapılan mal çoğaltma ve dünya tutkusunun sonucu budur. Yorumunu yaptığımız âyette sözü edilen “görmek”, elbette cehenneme girmek değildir; çünkü sorgulanma işlemi son âyette zikredilmektedir.

Hayatı dünyadan ibaret sayıp âhireti inkâr edenler, mahşerde bilgilendirilip sorgulandıktan, yargılandıktan ve haklarında kesin hüküm verildikten sonra cehennem ateşine atılacaklardır. Azgınlar yargılanırken kendilerine cehennem gösterilecektir. Bu durum, yargılamada da nasıl sıkıntıların yaşanacağını açıkça göstermektedir. Cehennemlik insanlar eğer dünyada ‘ılme’l-yakîn, yani gerçek bilgi ile hareket etselerdi, dünyada yaktıkları ateşi göreceklerdi; bunu yapmadılarsa bu defa ‘ayne’l-yakîn olarak âhirette kendi gözleriyle bizzat ateşi görmüş olacaklardır. Yargılama sonrasında ise ateşte yanarak, hakka’l-yakîn şeklinde olayın içerisinde bulunacaklardır. Yüce Allah bizleri bunlardan uzak eylesin.

Ekonomik yarışların dünyayı nasıl cehenneme çevirdiğini, bugün çok daha net olarak görüyoruz. Ortalık kan, şiddet, felâket ve ateşten geçilmiyor. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kapmak için kıyılan canların, yakılan ateşlerin ve cehennemi andıran görüntülerin haddi hesabı yoktur. Bu cinayetleri de en çok -sözüm ona- medenî olduğunu söyleyenler yapmaktadır. İnsanlık tarihinde belki de hiç bu kadar bir zulüm yaşanmamıştı. Yüce Allah işte bu âyetleriyle bütün insanları uyarmaktadır. Âyetlere böyle yorum getirilince, mesajların evrensele taşınması ve âyetlerin anlam olarak güncellenmesi mümkün olmaktadır. Bu yorum doğrultusunda ilk âyetlerdeki mesaj daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Mal biriktirme tutkusunun oyaladığı ve sonunda ölüme giden insanlar, neler yaptıklarına baksalardı veya davranışlarını kontrol edip akıl süzgecinden geçirselerdi, nasıl bir ateş yaktıklarını görebilirlerdi. Esasında, 3. âyette de vurgulandığı üzere, dünya hayatlarının ileri bir döneminde ya da ölümleri esnasında bu gerçeği fark edeceklerdir. Onlar için daha ileri bilgi ise, 4. âyette dile getirildiği üzere, âhirette söz konusu olacaktır. Ancak ister ölürken, isterse âhirette sahip olunacak bu tür bilgilerin insana hiçbir yararı olmayacaktır.

Bu tür insanlar, eğer sağlam bilgiyle gerçeğin takipçisi olsalardı, henüz bu dünyadayken, cehennemin gerçekleşeceğinin farkına varabilirlerdi. Başka bir ifadeyle, sağlam bilgiye ulaşabilselerdi, cehennemin varlığını hissedebilecekler ve adeta onu görmüş gibi bir tutuma girebileceklerdi. Buna göre âyetteki لَتَرَوُنَّ leteravünne fiili, “gerçeği görmek” şeklinde anlaşılmış olur. الْجَح۪يمَۙ el-cahîm kelimesi, Sâffât 37/97’de olduğu üzere “ateş” anlamına da alınabilir. Nitekim nâr kelimesi asıl olarak “cehennem” için kullanılsa da, zaman zaman dünyevî ateş anlamında kullanılmaktadır. el-Cennet kelimesi genellikle “müminlere vaad edilen nimet yurdu” anlamına gelse de, zaman zaman “dünyadaki herhangi bir bahçe” anlamında da kullanılmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte bu türden olmak üzere, yorumunu yaptığımız Tekâsür sûresindeki el-cahîm kelimesi de “âhiretteki cehennem” değil, dünyadaki ateştir. Bu tercihe göre, âyetlerin anlamı şöyledir: “Kesin bilgiye ulaşsaydınız, ateşi mutlaka görecektiniz.” Âyetteki لَتَرَوُنَّ leteravünne fiilinde iki tane anlam güçlendirici vardır: İlki fiilin başındaki lâm edatı, diğeri ise sonundaki şeddeli nûn harfidir. Bu iki katkı, söz konusu gerçeğin mutlak surette görüleceğini beyan etmeyi amaçlamaktadır.

Dünyayı Cehenneme Çevirme Yarışı: Yüce Allah, bu âyetlerde çok önemli bir sosyal ve ekonomik felâkete dikkat çekmektedir. Gerçek Bilgi Öngörü Sağlar: كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ لَتَرَوُنَّ الْجَح۪يمَۙ “Gerçek, sandığınız gibi değil! Eğer kesin bilgi ile gerçeği bilmiş olsaydınız, mutlaka ateşi görürdünüz.” Âyetteki تَعْلَمُونَ ta‘lemûne fiili “bilmek”, عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ ‘ılme’l-yakıın tamlaması “kesin bilgi”, تَرَوُنَّ terevünne fiili “görmek”, الْجَح۪يمَ el-cahıım kelimesi ise “cehennem, ateş” demektir. a) Sûrenin 5. âyetinde üçüncü defa kellâ edatı kullanılmakta ve edat “gerçekten, samimiyetle” anlamına gelmektedir. عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ ‘ılme’l-yakîn tamlaması “sağlam bilgi, şeksiz-şüphesiz bilgi” demektir. Bu durumda âyetin anlamı, “eğer sağlam, gerçek ve şeksiz-şüphesiz bir şekilde hakikati bilseydiniz, yani ona inansaydınız” demektir. Genellikle âlimlerimiz, bu cümledeki lev edatının cevabının gizli olduğu kanaatindedirler. Oysa bizce bu edatın cevabı bir sonraki cümledir. Söz konusu cümlede Yüce Allah “ateşi görürdünüz” buyurmaktadır. b) Buradaki لَتَرَوُنَّ الْجَح۪يمَۙ “Ateşin görülmesi” iki farklı şekilde anlaşılabilir. Âyetteki الْجَح۪يمَۙ el-cahîm kelimesi, Kur’ân’daki genel kullanımı doğrultusunda “cehennem” anlamına alınabilir. Bu durumda, onun “görülmesi”, fiilen dünya gözüyle ve dünyada gerçekleşmiş olamaz. Çokluk yarışına giren ve birbirlerine karşı bu yönleriyle övünen, oyalamanın sonucunda Hakk’ı unutanlar, hem bu dünyada hem de âhirette “gerçeğin farkına varacaklar”dır. 3. ve 4. âyetlerde bu durum dile getirilmektedir.

Sûrenin 3 ve 4. âyetlerinde aynı ifadeler iki kez yer almakta ve farklı amaçların söz konusu edildiği anlaşılmaktadır. Bu âyetlerdeki kellâ edatlarının ilkine, Esed’in de tercih ettiği gibi “ama, ancak”, ikincisine “ve bir kez daha” anlamı verilebilir. Elmalılı’ya göre ise her iki edata “hakikaten, gerçekten” anlamı da verilebilir. Bu iki tercihte de maksat, yapılan hataya karşılık, gerçeğin bir süre sonra farkına varılacağıdır. Müfessir Dahhâk’a göre, ilk âyette bileceği söylenenler kâfirler, ikincisinde ise müminlerdir. Bu durumda, âyette bir tekrar veya vurguya gerek yoktur; çünkü muhataplar farklı kişilerdir. Bu iki âyette hatırlatılan husus, çokluk yarışının ve övünme işleminin sonuçta yanlış olduğunun iki defa vurgulu şekilde bildirilmesidir. Bir anlayış eğer çok yanlış ise, ona yönelik uyarılar da benzer şekillerde güçlü ve vurgulu olarak getirilir. Maksat, dünya malıyla övünenlerin kınanması olarak kabul edilirse, bu durumda tehdidin ilki, dünyada başlarına gelebilecek bir sıkıntı, diğeri ise âhirette karşılaşacakları azap olarak anlaşılabilir. Âyetlerdeki سَوْفَ sevfe edatı “gelecek, uzak gelecek” anlamı verdiği için, ilkini “dünya”, diğerini “âhiret”e yönelik anlamlandırmakta bir sakınca yoktur. İnsanlar er veya geç, yaptıkları hataların yanlışlığını anlayacak ve yaptıklarının sonuçlarına katlanacaklardır. Âyette vurgulanan husus budur.

3. Hayır! (Bunun doğru olmadığını) ileride bileceksiniz! 4. Elbette ileride bileceksiniz! 

İnsanlar bu tür ziyaretlerde, bağışlanma ve istikamet için Yüce Allah’a dua ederler ve geçmişlerini böylece yâd etmeye çalışırlar. Öyle anlaşılıyor ki, kabir ziyaretlerinde asıl ve öncelikli amaç, ziyaret edenin öğüt alması ve âhireti hatırlamasıdır. Yoksa kabirdekilerden yardım almak kesinlikle söz konusu değildir.

Konuyla ilgili aktaracağımız rivayet de şudur: İbn Abbâs anlatıyor: Rasûlüllah (sav), Medine ehlinin mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek: “Esselâmü ‘aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiniz. Biz de arkadan geleceğiz” buyurdu. Bu ve benzer rivayetlerde yer alan selâm kelimesi, kanaatimizce “rahmet ve esenlik dilemek” anlamına gelmektedir. Böylece hem âyetin anlamı, hem de rivayetteki mesaj aynı noktada buluşturulmuş olur. Ölen Müslümanlar için dua ve istiğfarın yapılabileceğine dair pek çok rivayet, eserlerde yer almaktadır. Kabirleri ziyaretin, ölüden ziyade diriye, yani kabri ziyaret edene faydası olacaktır. Çünkü kabir ziyareti insana ölümü, âhireti, yargılanmayı, cennet veya cehennemi hatırlatır ve âhireti için ibret almayı sağlar. İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir. Kabir ziyareti, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Ziyaret, insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olur.

Daha sonraları, söz konusu tehlike ortadan kalkınca Hz. Peygamber bu yasağı kaldırmış ve “âhireti hatırlama vesileleri”nden saydığı mezar ziyaretini devam ettirmeleri için, uygulamayı özendirici ifadeler kullanmıştır. Rivayetteki “çünkü bu ziyaret, size âhireti hatırlatır” cümlesi, ziyaretin gerekçesini ortaya koymaktadır. Anlaşılan o ki, mezar ziyaretlerindeki asıl kazanç, ziyaret edenleredir; ölüler için de dua edilir ve elbette onların da bundan yararlandırılacağı Yüce Allah’tan beklenir. Kabir ziyaretinde, ölüleri bağışlasın diye Yüce Allah’a dua edilir; onlara selâm verilir, yani esenlikleri için niyazda bulunulur. Mezarlıklarda Fâtiha okunmasının sağlam bir referansı yoktur. Ancak, eğer Fâtiha okunursa, bu sayede ibadet edilip sevap kazanıldığı inancıyla, ölülerin bağışlanması için daha içten niyazlarda bulunulmalıdır. Sevap dağıtımı veya sevap transferi çok yanlış bir davranıştır. Yapılması gereken şey, ölülerin bağışlanması için dua yapmaktır. Kabir ziyaretiyle ilişkilendirilebilecek bir âyeti, ardından da çok meşhur bir rivayeti burada hatırlatmak gerekmektedir. “Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” İşte geçmiş ölülerimiz için yapmamız gereken en önemli şey, bu âyette de ifade edildiği gibi “dua”dır. Ayrıca namazlarda okuduğumuz rabbenâ duası da aynı mesajı vermektedir. Burada çok önemli bir husus daha bilinmelidir: Müşrikler ve imansız ölenler için, Yüce Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunulamaz. Çünkü Tevbe 9/113’te Yüce Allah bunu yasaklamaktadır.

Şimdilerde, kendileri bir şeyler yapmayıp atalarıyla veya onların eserleriyle övünenler de bu âyetin kınama mesajından paylarına düşeni almalıdırlar. Kabristanlıkların ziyaretinden söz eden bu âyeti izah ederken elbette “kabir ziyareti” konusuna da değinmek gerekmektedir. En başta şunu hatırlatalım: Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Sizi kabir ziyaretinden engellemiştim (onu size yasaklamıştım); artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz; çünkü bu ziyaret, size âhireti hatırlatır.” Önceleri insanların kabir ziyaretindeki aşırı tutumları, onlardan yardım dilemeleri veya ölülerle övünmeyi devam ettirmeleri, bu tür ziyaretlerden uzak durulmasını zorunlu kılmıştı.

حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ “Ta ki mezarlıkları ziyaret ettiniz.” Âyetteki زُرْتُمُ zurtüm fiili “ziyaret etmek, gitmek”, الْمَقَابِرَ el-mekaabir kelimesi ise “mezarlıklar” demektir.

a) Tercümeyi bu şekilde vermemizin nedeni şudur: Genellikle “kabirleri ziyaret ettiniz” tercümesine göre الْمَقَابِرَ el-mekaabir kelimesi “kabirler” anlamına alınmış olmaktadır. Oysa el-kabr kelimesinin çoğulu el-kubûr şeklindedir. el-Mekaabir ise el-makbera’nin çoğuludur. “Ta ki mezarlıkları ziyaret ettiniz” ifadesi, nüzul sebebinde de aktardığımız üzere, mezarlıklara gidip ölüleri saymak ve onların çokluğuyla övünmek anlamına gelebilir.

b) Bu âyetler şöyle de yorumlanabilir: “Çokluk ile övünmeniz sizi o kadar oyaladı ki, sonunda mezarlıklara gittiniz”, yani ölünceye kadar bu durumunuz devam etti. Sözünü ettiğimiz bu izah, âyetteki “kabirleri ziyaret”in mecaz olduğunu ortaya koyar. Bu anlamın doğal bir sonucu olarak tekâsür, yani çoklukla övünmenin ölünceye kadar devam etmesi, insanı Allah’a itaatten ve ibadetten de alıkoyması anlamına gelmektedir. Bu tercümede muhatap “ölüler” gibi görünse de, asıl maksat dirilerin böyle davranmamasını sağlamaktır.

Yüce Allah, yersiz şekilde övünmeyi, özellikle insanlara kendisinin verdiği çeşitli nimetlerle övünmelerini hoş karşılamadığını bildirmektedir. Tekâsür sûresinin ilk âyetinde dile getirilen övünmenin insanı oyalaması, onu mezarlıkları ziyarete ve ölüleri dahi saymaya kadar sürüklemesi sonucunu getirecektir. Bu durum, insanın iflası demektir. Prof. DrMehmet OKUYAN

İnsanlar mal veya çocuk bakımından ya da makam ve şan-şöhret bakımından birbirlerinden üstün gibi görünebilirler. Ancak, âyetten anlaşıldığına göre, bu tür üstünlüklerin insana hiçbir yararı yoktur; hatta insanın ziyanını artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’e göre, “İnsanların en üstünü, Allah’a karşı en duyarlı, yani takvaca en ileride olan”lardır. İnsanlar mala düşkünlükte birbirlerini geride bırakmayacak şekilde, yararsız bir yarış içine girmektedirler. İnsanın bu yönünü Hz. Peygamber şu şekilde ifade etmektedir: “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüyü ister… İnsanoğlunun karnını (gözünü) ancak toprak doldurur.” İşte hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, insanoğlunun mala düşkünlüğü ortadadır. Bu düşkünlük bir de sahip olunan geçici dünya malıyla övünmeye dönüşürse, işte o zaman durum daha sıkıntılı ve tehlikeli bir hal alır.

1-2. Çoğaltma hevesi sizi o kadar oyaladı ki, sonunda mezarlıkları dahi ziyaret ettiniz.” Tekâsür sûresinin ilk iki âyetinde yersiz bir tutkunun insanları ne hale getireceği bildirilmektedir. a) Mala Aşırı Düşkünlüğün Sonucu: Yüce Allah, dünya malına aşırı derecede düşkün olmanın sonucunun felaket getireceğini bildirmektedir. ı. Mal Biriktirme Tutkusu Felakettir. اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ  “Çoğaltma hevesi sizi oyaladı.” Âyetteki اَلْهٰي elhâ fiili “eğlemek, meşgul etmek, oyalamak”, التَّكَاثُرُ et-tekâsür kelimesi ise “çokluk kuruntusu, gururu, iddiası, mal, makam ve şan şöhret çokluğu ile övünmek” demektir.

Bu âyetlerin iniş sebebi olarak, şöyle bilgiler nakledilmektedir: Rivayete göre bu âyetler, Sehm ve Abd-i Menâf oğulları hakkında inmiştir. Onlar birbirlerine kalabalık olma konusunda övünürlermiş. Abd-i Menâf oğulları diğerlerine göre daha kalabalık imiş. Sehm oğulları ise onlara şöyle dermiş: “Bütün dirilerinizi, ölülerinizi bizimkilerle karşılaştırarak sayalım.” Sayım işlemi yapılınca Sehm oğulları daha kalabalık çıkmış, âyetler de işte bu olay üzerine inmiştir. Elbette bu nüzul sebebi hakkında fazlaca söylenecek bir şey yoktur; hem olay, hem de kullanılan uslüp âyetlere uygundur. Ancak âyeti bir tek nüzul sebebine indirgemek, âyetin mesajını sadece nüzul sebebiyle sınırlı tutmak doğru bir yaklaşım değildir. Önemli olan, burada verilmek istenen mesajdır.

Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı. ﴾1-2﴿ Hayır; ileride bileceksiniz!  ﴾3﴿ Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz! ﴾4﴿ Hayır, kesin olarak bir bilseniz… ﴾5﴿ Andolsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. ﴾6﴿ Yine andolsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz ﴾7﴿ Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz? ﴾8﴿

el-Ebter, ilk âyetteki el-kevserin karşıtı bir vurguya sahiptir. Bizce bu Kur’an’ın çift/zıt kutupluluk özelliğinin (mesânî) bir göstergesidir. el-Kevser “çok hayır” mânasını taşıdığı için, el-ebter de “hayrın kaynağından tümüyle kopup kesilen” mânası taşır. Betera: kata’a (kesip kopardı), el-ebter: el-maktu’ (kesilip kopmuş) demektir. Yani, geriye ondan hiçbir iz kalmadığı için “vardı ama yok oldu” demeye bile gerek duyulmayan bir kopuş. Ebter soyut ve mânevî değerler için kullanılır. Ebtere kelimenin sonradan kazandığı “soyu kesik” mânası verenler, müşriklerin Hz. Peygamber’in oğulları Kasım ve Abdullah’ın vefatının ardından “Onun soyu kesiktir” suçlamasından yola çıkarlar. Bu yoruma göre âyet bu suçlamayı kabul edip onu yapanlara iade etmiş olmaktadır. Oysa ki Kur’an’ın kendisi soy-sopla, evlat ve oğulla övünmeyi şiddetle kınar. Kur’an’a göre çocuksuzluk bir eksiklik değil bir imtihandır. Kaldı ki, bu sûrenin iniş nedeni olarak gösterilen Âs b. Vail’e mukabele ediliyorsa, bu mukabele gerçekleşmemiş demektir. Zira onun oğlu (Amr b. As), torunu Abdullah ve onun nesli yaşamıştır. Eğer ebter ile mânevî soyun kesikliğinin kastedildiği söylenecek olursa, iman gibi küfrün de hep varolacağı bedihi bir hakikattir. Kâfirler sadece dünyada var olmayacaklar, âhirette de (cehennemde) var olacaklardır. Yani küfrün ve kâfirin soyunun kesik olduğu şeklindeki bir anlayış da isabetli değildir. Ebter suçlamasının, Allah Rasulü’nün “kavminin yolundan ayrılıp kopmasını” ifade ettiğini söyleyenler de olmuştur. Fakat hakikat aşağıda söylendiği gibidir ve âyetin meali de buna göre verilmiştir. / MUSTAFA İSLAMOĞLU

Veya salâtın “destek” (87:15, not 15) ve nahrın “göğüs” anlamlarından yola çıkarak: “O halde desteğini Rabbine tahsis et ve (inkârcılara) göğüs ger”. Tercihimizde ıstılahi anlamlar esas alınmıştır. İnhar emrini Elh-i Beyt okulu namaza başlama tekbirinde elleri göğüs hizasına kaldırma olarak anlamıştır. Rükûdan doğrulurken elleri kaldırmak olarak da yorumlanmıştır. Lâmın delâlet ettiği gibi, burada namaz kılma ve kurban kesme emredilmemektedir. Vahyin ilk günlerinden beri zaten kılınmakta olan namazı ve Hz. İbrahim’den beri kesilmekte olan kurbanı Allah’a has kılma, O’na tahsis etme emredilmektedir. Bunun anlamı namazı “ikame etmek” kurbanı “vikâye edinmek”tir. Tevhid ve ihlasın gereği de budur. Söz akışı gereği “Bize” yerine “Rabbine” şeklinde gelmesi, kulun ubudiyetinin Rabbin rububiyyetine teşekkür makamında bir karşılık olduğunu ifade eder.

el-Kevser, “çok hayır” mânasına gelen câmid bir isimdir. Kural gereği câmid isimler müsemmasından başkasına delâlet etmezler. Şu halde bu kelimenin karşılığı İbn Abbas ve onu izleyenlerin de dediği gibi, Hz. Peygamber’e tahsis edilen nimetlerdir. Hz. Enes’ten gelen “havuz” hadisi kelimenin delâletiyle değil, yorumuyla alâkalı olarak anlaşılmalıdır. Kevseri, “Hz. Peygamber’in nesli, sahabesi, ümmeti, ümmetinin âlimleri, cennette bir ırmak, tevhid, İslâm, fazilet, “övülmüş makam”, şeriatının sadeliği, Kur’an’ın kolay anlaşılması, ona has bir “nûr” olarak yorumlayanlar da olmuştur. Tabatabâî yorumların 26’ya kadar çıktığını söyler (el-Mîzân). Allah Rasulü’ne verilen nimetlerin başında vahiy, nübüvvet ve hikmet gelir. Vahiy ve onun ayrılmaz bir parçası olan nübüvvet, bir başına “çok hayır”dır. Öte yandan, “kime doğru hüküm verme yeteneği (hikmet) bahşetmişse, doğrusu ona tarifsiz büyüklükte bir servet bahşedilmiştir” (2:269) âyeti hatırlanmalıdır. Gerisi, başta Duhâ, İnşirah ve Fetih olmak üzere birçok sûrede sayılan ve leke (“senin için” veya “sana has”) ifadesiyle tahsis edilen nimetlerdir. el-Kevserde mübalağa vurgusu mündemiçtir. Zımnen bu, Allah Rasulü’ne verilen vahyin ve risaletin etkisinin sadece onun ölümüne kadar değil, ölümünden sonra da artarak devam edeceği müjdesini içerir.

Kevser, Kur’an’ın en kısa sûresi olsa da, anlamı derindir. Konusu itibarıyla İnşirah ve Duhâ sûrelerinin hizasına konulabilir. Zira Kevser sûresi de adı geçenler gibi muhatabını motive eden bir muhtevaya sahiptir. Allah Rasulü’nün ümidini tahrik eder, kuvve-i mâneviyesini yükseltir. Âlemlere rahmet olana, vahiy ve nübüvvetin sadece “ağır bir sorumluluk” değil, aynı zamanda “büyük bir hayır” olduğunu hatırlatır [GERÇEK şu ki Biz, sana her hayrı cömertçe bahşettik:]. Bu hayırlı nimet sayesinde Abdulmuttalib’in yetimi “âlemlere rahmet” olmuştur. Ve bunu yapan da âlemlerin Rabbi Allah’tır. O halde, âlemlerin Rabbine şükür gerektir ve şükrün en büyüğü, ibadeti O’na tahsis etmektir. [O halde namazı da, kurbanı da yalnız Rabbine tahsis et!] Kevser-ebter karşıtlığı sûrenin anahtarıdır. Ona kin güdüp ondan nefret edenler olacaktır. Bunun anlamı, Allah’ın birçok hayır ve keremine mazhar olduğu için varlığı bütünüyle hayır olmuş birinden mahrum kalmaktır. Yani, el-ebter olup onunla alâkasını kesen ve ona düşman olan biri, gerçekte el-kevser’den kesilip ona düşman olmuş ve hayrın kaynağından mahrum kalmış biridir [Bir başka gerçek de şu ki; (hayırdan) tamamen kesilip kopmuştur senden nefret eden]. Allah’ım! Bizi hayrın kaynağından mahrum eyleme! Mustafa İslamoğlu

Kesret ismiyle geldiği için “çok hayır, bol ikram, nimet sağanağı” mânasına gelen adını ilk âyetinden alır. Tüm mushaf ve tefsirlerde bu isimle yer almış ve şöhret bulmuştur. Kur’an’da kelimenin kullanıldığı tek yer burasıdır. Sûre Mekke’de inmiştir. Hem konusu, hem üslubu bunu teyit eder. Başta Osman b. Affan, İbn Abbas ve Cabir b. Zeyd’inkiler olmak üzere bütün ilk tertiplerde sûre Mekkî olarak kayıtlıdır. Sûrenin Medenî olduğunu söyleyenler Enes hadisine (Müslim) dayanırlar. Sûrenin bunu desteklemeyen üslûp ve muhtevasına ilaveten, ilk tertip sahibi sahabilerin buna katılmamış olmaları dikkat çekicidir. Sûre İbn Abbas tertibinde Asr-Tekâsür, diğerlerinde ‘Âdiyât-Tekâsür arasına yerleştirilir. Çoğunluğun yaklaşımı daha isabetli görünmektedir. Mevcut yeri itibarıyla sûre peygamberliğin 2. yılının sonuna yerleştirilebilir. Sûrenin 3. âyeti Hz. Peygamber’e kin ve nefret besleyen bir zümrenin varlığına delâlet eder.

1. Biz sana çok hayır/Kevser’i verdik. / Bayraktar Bayraklı Meali 2. O halde Rabb’in için ibadet et ve zorlukları göğüsle. / Erhan Aktaş Meali 3. Şüphesiz ki asıl (hayırdan yana) soyu kesik olan, sana kin duyandır. / Mehmet Okuyan Meali

Allah’ın İnsanlarla İlgili Bilgisi
Sûrenin son âyetinde Yüce Allah, her şeyden haberdar olduğunu bildirerek gözdağı vermektedir. اِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَب۪يرٌ “Şüphesiz ki Rableri o gün, onlardan tamamıyla haberdardır.” Âyetteki خَب۪يرٌ habîr sıfatı “herşeyden haberdab olan” demektir. Yüce Allah, âhiretteki hesap sorma işleminde insanların dünyadaki işlerinden âhirette de bütünüyle haberdar olduğunu tekrar vurgulamakta, bu bilgiyle insanların, özellikle de nankörlerin Kıyâmet sonrası için inkârdan vazgeçmelerini istemektedir. Bu âyette Yüce Allah’ın diğer isim ve sıfatlarının değil de “Rabb” sıfatının kullanılmış olması ilginçtir. Nankör bile olsalar insanların Rabbi olduğunu, O’ndan başka sığınılacak bir yerlerinin bulunmadığını, zamanında O’na yönelmenin yarar sağlayacağını, bir anlamda tevbe kapısını kapatmadığını ifade etmektedir. Kendileri inkâr edip nankörlükte ısrar dahi etseler, Yüce Allah “Rabb” sıfatı gereği onlara nimet vermekte, hayat bahşetmekte, rızık takdir etmekte, mesaj göndermekte, haberdar kılmakta, zerreden kürreye varıncaya kadar, hayatın bütün imkânlarını adeta onlar için de seferber etmiş olmaktadır. Onlardan istenen ise Yaratanı tanıyıp O’na kulluk yapmalarıdır. ProfDrMehmet OKUYAN

Gönüllerdekiler Ortaya Dökülecektir. وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِۙ “Kalplerde gizlenenlerin ortaya döküleceğini (hiç düşünmez mi?)” Âyetteki حُصِّلَ hussıle fiili “tahsil edilmek, ortaya dökülmek”, الصُّدُورِ es-sudûr kelimesi ise “gönüller” demektir. Bu âyette önceki âyette de olduğu gibi “durumları nice olur?” anlamının gizli olduğu kabul edilebilir. Âyette yer alan “kalplerde gizlenenlerin ortaya dökülmesi” ifadesi, âhirette hiçbir şeyin gizli saklı kalamayacağını ve Allah’ın bilgisinin dışında başka bir alanın imkânsız olduğunu ortaya koymaktadır. Târık 86/9. âyette de ifade edildiği üzere, mahşerde bütün sırlar ortaya dökülecektir. İnsanlar daha hayattayken gözlerinin hain bakışlarını ve gönüllerinin içindekileri bilen [Mü’min 40/19] Yüce Allah’ın bu bilgisinin, âhirette de aynen devam edeceği Zilzâl 99/10. âyette beyan edilmektedir. Bu sayede insanların bu bilgiye göre hareket etmesi onlardan istenmekte, özellikle nankörlerin bu gerçeği görmezlikten gelmelerinin onlara bir kazanç sağlamayacağı hatırlatılmaktadır.

Kabirlerin Boşaltılıp Her Şeyin Ortaya Dökülmesi
Mala aşırı düşkünlük ve Allah’a karşı bilinçli şekilde yapılan nankörlük hatırlatıldıktan sonra, konu mahşerde yaşanacakların bildirilmesine getirilmektedir. Her İnsan Diriltilecektir.

اَفَلَا يَعْلَمُ اِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِۙ “(Bu insan), kabirlerde bulunanların diriltilip dışarı atılacağını hiç düşünmez mi?” Âyetteki بُعْثِرَ bu‘sira fiili “dışarı çıkartılmak, diriltilmek”, الْقُبُورِ el-kubûr kelimesi ise “kabirler” demektir.

a) Bu âyete “kabirdekiler diriltileceği zaman, (durumlarının ne olacağını) hiç düşünmez mi” şeklinde de anlam verilebilir. Bu durumda âyette kınayıcı anlamda gizli bir ما شأنهم mâ şe’nühüm “durumları ne olur?” sorusu var kabul edilir.

b) “Kabirlerden dışarı çıkartılacak varlıklar” nelerdir ki, burada men edatı değil de,  edatı getirilmiştir? Kıyâmet gününde kabirlerin içi dışına çıkacak, bir anlamda asıl muhataplar insanlar olsa da, yeryüzü nesnel veya fiziksel olarak çeşitli şekil değişiklikleri yaşayacaktır. [ İnfitâr 82/4] Yeryüzü ve gökler yeni bir hal alacak, [İbrâhim 14/48]fiziksel anlamda çeşitli alçalmalar ve yükselmeler yaşanacak [Vâkı‘a 56/3] ve yeryüzü ağırlıklarını çıkartacaktır. [Zilzâl 99/2] Durum böyle olunca, ‘Âdiyât 9. âyetteki edatın  şeklinde gelmesinin anlamı da ortaya çıkmış olmaktadır. Kâinatta bütünüyle bir değişim yaşanacağı için, hitabın herkesi içereceği gerçeği, başka bir şekilde daha insanlığın bilgisine sunulmuştur denebilir.

“9-10. (Bu insan), kabirlerde bulunanların diriltilip dışarı atılacağı (günü) ve kalplerde gizlenenlerin ortaya döküleceğini hiç düşünmez mi? 11. Şüphesiz ki Rableri o gün, onlardan tamamıyla haberdardır.” Sûrenin son üç âyetinde kabir sonrası mahşerde yaşanacak olaylara kısaca değinilmektedir. Bu arada Yüce Allah’ın erişilmez bilgisi de hatırlatılmaktadır.

Sûrenin bu üç âyetinde dile getirilen özellikler, her insanda aktif olarak bulunması zorunlu özellikler değildir. Bir insanın Rabbine karşı nankörlük yaparak Müslüman kalması mümkün olmadığı için, insanın hem nankör oluşu, hem bilinçli bir şekilde bunu yapması, hem de dünya malına aşırı düşkünlüğü, sûrenin ilk âyetlerinde işlenen “hak düşmanlarının özellikleri” olarak anlaşılmalıdır.

Mala Aşırı Derecede Düşkündür

وَاِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَد۪يدٌۜ “O, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür.” Âyetteki حُبِّ الْخَيْرِ hubbi’l-hayr ifadesi “mal sevgisi” demektir.

a) Bu âyetteki “dünya malına düşkünlük”, benzer şekilde dünya malının sonsuz olduğunu zanneden ve ona karşı aşırı düşkünlük gösteren nankör insanı nitelendirmektedir. Fecr 89/20 ve Hümeze 104/2-3. âyetler bunun delilidir. Bakara 2/180 ve Me‘âric 70/21. âyetlerden delil getirerek, buradaki الْخَيْرِ el-hayr kelimesinin “mal, eşya” anlamına geldiğini belirtmeliyiz.

b) Bir başka anlam olarak da şunu söyleyebiliriz: Âyetteki الْخَيْرِ el-hayr ve شَد۪يدٌ şedîd kelimeleri, mala düşkün olan cimri ve nankörlerin hayır konusunda problemli olduklarını, canlarının sıkıldığını, hayır teklifinden hoşlanmadıklarını bu tür tekliflerin kendilerine çok ağır geldiğini ifade etmiş olabilir. Bu farklı, ancak bağlama uygun olan anlam, genelde fazla taraftar bulamamıştır. “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır” sözünün ifade ettiği husus da, benzer şekilde dünya malına aşırı tutkunun çeşitli sıkıntılara sebebiyet vereceği gerçeğidir.

Her insan mutlak surette Rabbine karşı nankörlük yapar mı? İnsanlar, Allah’a karşı kulluk görevlerinde bilerek-bilmeyerek veya isteyerek-istemeyerek bazı eksiklikler yapabilirler, kabahatler işleyebilirler; bu nedenle af ve mağfiret dilerler. Bu durum, istisnasız bütün insanların Rabbe karşı “nankörlük”le nitelendirilmelerini gerektirmez. Nitekim peygamberler, sâlih insanlar veya çocuklar bu konuda gözönünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle الْاِنْسَانَ el-insân kelimesindeki el takısının “cins” için değil de, belirli bir grubu nitelendiren bir anlamda yorumlayan görüşü esas almaktayız. Konuyu öncesiyle birlikte ele alırsak, bu tercihin daha doğru olduğu görülecektir. Nankörlüğü Bilerek Yapar وَاِنَّهُ عَلٰى ذٰلِكَ لَشَه۪يدٌۚ “Şüphesiz buna kendisi de şahittir.” Âyetteki شَه۪يدٌ şehîd kelimesi “şahit olan, gören” demektir. Bu âyet, “nankörlük yapan insan”ı nitelendirmektedir ve buna göre âyet, söz konusu kişinin, yaptığının farkında olduğunu beyan etmektedir. Demek ki bu kişi, yaptığını bilinçli olarak yapar. Bu cümleye bazı âlimler, “Allah, insanın bu haline şahittir” şeklinde anlam vermişlerdir. Âyetteki hû zamiri her ne kadar bu anlam için de müsait olsa bile, nankör insanı nitelendiren iki âyet arasındaki zamiri, bu doğrultuda yani insana gidecek şekilde değerlendirmek daha doğru gözükmektedir.

Düşmanlık Sınır Tanımaz.. فَاَثَرْنَ بِه۪ نَقْعًاۙ فَوَسَطْنَ بِه۪ جَمْعًاۙ “Sırf bu sebeple onlar tozu dumana katıp toplumu derinden yaralarlar.” Âyetteki اَثَرْنَ بِه۪ نَقْعًاۙ  eserne bihî nak‘an ifadesi “tozu dumana katmak”, وَسَطْنَ بِه۪ جَمْعًاۙ vesatne bihî cema‘an ifadesi ise “toplumun ortasına dalmak, onu canecinden vurmak” demektir. İçlerindeki kin ve öfke ateşi, sabahlara kadar gece-gündüz süregelen kıskançlık nöbetleri, sırf bu nedenle ortalığı tozu dumana katarcasına karıştırmaları ve sonunda Müslümanların oluşturduğu küçücük toplumu canevinden vurma çabaları, işte bu âyetlerde hatırlatılmaktadır. Tarihin her döneminde olduğu gibi, bugün de, yarınlarda da hakka karşı düşmanlık yapanların bulunacağının haberi verilmektedir. Âyetlerin başındaki vâv edatları, “yemin” anlamında değerlendirilebileceği gibi, bu davranış sahiplerine Yüce Allah’ın şahit olduğu, onlardan habersiz olmadığı ve yaptıklarının yanlışlığı nedeniyle kendilerine yazık ettikleri anlamlarında da değerlendirilebilir. Bizim tercihimiz, onların kınanması şeklindeki anlamdır; amaç, benzer davranış sahiplerinin her zaman kınanacağı gerçeğinin hafızalara kazınmasıdır. Düşmanlık yapanlar yaptıklarının şahitliğiyle yüzleşecekler ve derin pişmanlıklar yaşayacaklardır. Eski dönemlerde yapılan atlı saldırganlıklardan günümüzdeki teknolojik saldırganlıklara, yazılan makale ve kitaplardan takınılan tavırlara, ifadelerdeki olumsuzluklardan bakışlardaki kin ve öfkeye kadar geniş bir alan, ‘Âdiyât sûresinin ilk grup âyetinin konusunu teşkil etmektedir. Prof.Dr Mehmet Okuyan

Şayet “bu âyetler Mekke’de indirilmiştir; maksat Medine’de yaşanacak başarılarla onları motive etmektir” denilirse, bu durumda da sûrenin 6. âyetinden itibaren devam eden bölümün buna izin vermediğini söylememiz gerekmektedir. İlgili âyetleri izahımızda da görüleceği gibi, orada nankör insan ve yaşayacağı akıbete dair bilgi verilmektedir. Durum böyle olunca, sûre bir bütün olarak düşünülmeli ve kelimelere daha önce verilmiş olan tek anlama sıkışmaktan uzak kalınmalıdır. الْعَادِيَاتِ el-‘Âdiyât kelimesi el-‘adüvvel-‘adâvet kökünden geldiği için, “düşmanlar” anlamındadır. Bu âyette de öncelikle, öfkesinden dolayı soluk soluğa kalmış, risâlete ve Kur’ân’a karşı düşmanlığı adeta zirveye çıkmış Mekkeli müşrikleri nitelendirilmektedir. Söz konusu kelimenin âyette isim olarak değil de sıfat olarak gelmesi, bu tür düşmanlıkları yapan herkesi içermesi nedeniyledir.

Sûrenin ilk beş âyetinde hakikat karşıtlarının anlaşılması zor tutumları üzerinde durulmaktadır. Sûrenin ilk bu bölümü, genellikle Müslümanların ileride yaşayacakları kahramanlıklarla ilişkilendirilerek izah edilmişse de burada farklı değerlendirmeler yapmanın gerekliliği kaçınılmazdır. Çünkü bu sûrenin Mekke döneminde indirildiğinde ve o dönem Müslümanlarının böyle bir askerî güce sahip olmadıklarında hemen hemen fikir birliği vardır. Hakikat Düşmanları Öfke Doludur. وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًاۙ فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًاۙ فَالْمُغ۪يرَاتِ صُبْحًاۙ “Öfkesinden dolayı soluk soluğa kalan düşmanlara, kalbindeki kin ateşini etrafındakilere püskürenlere, kin ve öfkeleriyle sabahlayanlara yazıklar olsun!” Âyetteki الْعَادِيَاتِ ضَبْحًاۙ  el‘âdiyâti dabh ifadesi “soluk soluğa kalarak düşmanlık yapanlar”, الْمُورِيَاتِ قَدْحًاۙ  el-mûriyâti kadh ifadesi “ateş püskürenler”, الْمُغ۪يرَاتِ صُبْحًا el-müğîrâti subh ifadesi ise “kin ve öfkeyle sabahlayanlar” demektir. a) الْعَادِيَاتِ el-‘Âdiyât kelimesi genellikle “besili, hızlı koşan atlar” anlamında değerlendirildiği için, bunun Mekke dönemi Müslümanlarına ait olması mümkün değildir. Bu nedenle âyetleri, indirildikleri dönemi de dikkate alarak izah etmek zorundayız.

1-3. Öfkesinden dolayı soluk soluğa kalan düşmanlara, kalbindeki kin ateşini etrafındakilere püskürenlere, kin ve öfkeleriyle sabahlayanlara yazıklar olsun! 4-5. Sırf bu sebeple onlar tozu dumana katıp toplumu derinden yaralarlar. ”Düşmanlık İnsana Neler Yaptırır? / Prof. Dr Mehmet Okuyan

Savaş sırasında düşman üzerine saldıran atlar tasvir edilmekte ve eski savaşların insandan sonra en önemli unsuru olması dolayısıyla atlar üzerine yemin edilmektedir. Yeminin amacı, böylesine yararları bulunan ve insanların en çok sevdiği mallardan olan atları onlara bağışlayanın Allah olduğuna işaret etmek, o günün insanının gözünde çok değerli olan bu varlıklar üzerine yemin ederek müteakip âyetlerdeki mesajın gerçekliğine ve önemine dikkat çekmektir. Kur’an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:672

1- Soluk soluğa koşanlara ant olsun,/ 2- Çarparak ateş çıkaranlara, / Erhan Aktaş Meali 3- Kin ve öfkeleriyle sabahlayanlara yazıklar olsun! 4- Onlar tozu dumana katıp bozgunculuk yaparlar 5- Toplumu derinden yaralarlar. 6- İnsan, Rabbine karşı çok nankördür. 7- Kendisi de buna şahittir. 8- Onun mala karşı tutku derecesinde sevgisi vardır. 9- Bilmez mi kabirlerde olanlar yeniden diriltilip dışarı atıldığı zaman! / Bayraktar Bayraklı Meali 10 – Ve göğüslerde olanlar açığa çıkarıldığı zaman, / Erhan Aktaş Meali 11 – Şüphesiz, Rableri o gün onların yaptıklarından haberdardır. / Bayraktar Bayraklı Meali

Görüldüğü gibi Asr sûresi en kısa sûrelerinden biri olmakla birlikte Kur’an-ı Kerîm’deki bütün dinî ve ahlâkî yükümlülüklerin, öğütlerin özü sayılmaya değer bir anlam zenginliğine sahiptir. Bu sebeple İmam Şâfiî’nin sûre hakkında, “Şayet Kur’an’da başka bir şey nâzil olmasaydı, şu pek kısa sûre bile insanlara yeterdi. Bu sûre Kur’an’ın bütün ilimlerini kucaklıyor” dediği nakledilmiştir (bk. İbn Kesîr, VIII, 499; Muhammed Eroğlu, “Asr Sûresi”, DİA, III, 502). Mehmet Âkif Ersoy’un deyişiyle Asr sûresi bize şunu anlatır:

“Hâlikin nâ-mütenâhî adı var en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh

Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”

(Safahât, İstanbul 1944, s. 419).

İkinci şıktaki “iyi işler”in içinde hakkı ve sabrı tavsiye etmek de vardır; fakat bunlar, hem bireyin erdemini ve hemcinslerine karşı sorumluluk bilincini yansıttığı hem de bireyi aşarak toplumsal yararlar doğurduğu için önemi dolayısıyla ayrıca zikredilmiştir (hak için bk. Bakara 2/42; sabır için bk. Kur’an Yolu, Bakara 2/45). Hakkı ve sabrı tavsiye buyruğunda, bu görevlere kişinin öncelikle kendisinin uyması gerektiği anlamının da bulunduğu kuşkusuzdur. Bu husus, her akıl ve iz‘an sahibi tarafından kolayca anlaşılıp benimsenecek kadar açık olduğu için âyette bunun özellikle belirtilmesine gerek görülmediği anlaşılmaktadır. Âyetteki hakkı ve sabrı tavsiye, eğitimin önemine ve mahiyetinin nasıl olması, amacının ne olması gerektiğine de ışık tutmaktadır. Çünkü her eğitim faaliyeti sonuçta bir tavsiye yani nasihat ve irşaddır. Doğru bir eğitim faaliyetinin amacı ise insanlara inançta, bilgide ve ahlâkta hakkı yani gerçeği ve doğruyu aktarmak; bunun yanında hayatın çeşitli şartları, maddî ve mânevî zorluklar, saptırıcı duygular, hata ve suç sebepleri karşısında da kişiye sabır ve dayanıklılık aşılamaktır. Hakkı ve sabrı tavsiye, toplumsal hayat ve birlikte yaşamanın getirdiği bütün ahlâkî görevleri içine alan geniş kapsamlı bir görevdir. Hakkın karşıtı bâtıldır; bâtıl ise inanç ve bilgide asılsızlık ve yanlışlığı, ahlâkta kötülüğü içine alan bir kavramdır. Ayrıca hak, adaletle de yakından ilişkilidir. Bu açıdan âyette insanların âdil olmaları ve adalet düzeninin, yani herkesin hakkına razı olduğu ve herkesin hakkının korunduğu bir toplumsal düzenin kurulmasına katkıda bulunmaları gerektiği de anlatılmaktadır. Sonuçta kul, sûrede sıralanan dört ilkeden iman ve sâlih amel sayesinde Allah’ın hakkını, hakkı ve sabrı tavsiye ile de kulların hakkını ödemiş olur. Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:682-684

Asr (asır) kelimesi isim olarak “mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, karn (80 veya 100 yıllık zaman dilimi), gece, sabah, akşam, ikindi vakti, ikindi namazı, bir neslin veya bir hükümdarın, bir peygamberin yaşadığı zaman dilimi, bir dinin yaşandığı dönem” gibi mânalarda kullanılır. Müfessirler burada zikredilen asr kelimesini ikindi vakti, ikindi namazı, mutlak zamanHz. Muhammed’in asrı ve âhir zaman gibi farklı şekillerde tefsir etmişlerdir. Bize göre bunlar içinde sûrenin içeriğine ve mesajına en uygun düşeni “mutlak zaman” anlamıdır. Buna göre sûrenin başında zamana yemin edilerek onun insan hayatındaki yerine ve önemine dikkat çekilmiştir. Çünkü zaman, kendisi zaman üstü olan Allah Teâlâ’nın yaratma, yönetme, yok etme, rızık verme, alçaltma, yüceltme gibi kendi varlığını ve sonsuz kudretini gösteren fiillerinin tecelli ettiği bir varlık şartı olması yanında, insan bakımından da hayatını içinde geçirdiği ve her türlü eylemlerini gerçekleştirebildiği bir imkân ve fırsatlar alanıdır. Yüce Allah böyle kıymetli bir gerçeklik ve imkân üzerine yemin ederek zamanın önemine dikkat çekmiş; onu iyi değerlendirmeyen insanın sonunun, 2. âyetteki deyimiyle “hüsran” (ziyan) olacağını hatırlatmıştır. Burada “ziyan”la âhiret azabı kastedilmiştir. Çünkü zamanı ve ömrü boşa geçirmiş insan için en büyük ziyan odur (bk. İbn Âşûr, XXX, 531). Sûrede bu ziyandan ancak şu dört özelliğe sahip olanların kurtulacağı ifade edilmiştir:

a) Samimi bir şekilde iman etmek (iman hakkında bk. Kur’an Yolu, Bakara 2/256; Nisâ 4/136-137);

b) Dünya ve âhiret için yararlı işler yapmak, yani din, akıl ve vicdanın emrettiklerini yerine getirmek, yasakladıklarından kaçınmak;

c) Hakkı tavsiye etmek;

d) Sabrı tavsiye etmek.

1- Asra yemin ederim ki, 2- İnsan gerçekten ziyandadır. 3- Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.

Mekke döneminde inmiştir. 3 âyettir. Asr, çağ, ikindi vakti, uzun zaman demektir. Mushaftaki sıralamada yüz üçüncü, iniş sırasına göre on üçüncü sûredir. İnşirah sûresinden sonra, Âdiyât sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Şevkânî, V, 579). Sûrede insanı ebedî hüsrandan kurtaracak yollar gösteril­mektedir.

Hz. Peygamber ve arkadaşları Mekke döneminde müşriklerin giderek türlü işkencelere kadar varan baskılarından acı çekiyorlardı. Bu durum hem peygamberi hem de müminleri üzüyordu. Yüce Allah resulünü ve müminleri teselli edip gönüllerini rahatlatmak için bu âyetleri indirerek sıkıntılardan sonra ferahlığın ve başarının geleceğini müjdelemiştir. Rivayete göre bu sûre inince Hz. Peygamber, 5 ve 6. âyetlerde güçlüğün yanında kolaylığın da bulunacağının iki defa zikredilmesini göz önüne alarak kendisine inananlara, “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir güçlük iki kolaylığa asla galip gelemez!” buyurmuştu (Muvatta’, “Cihâd”, 6; Taberî, XXX, 151). Oldukça muhtasar ve değişik şekillerde açıklanmaya elverişli olan “O halde önemli bir işi bitirince diğerine koyul” meâlindeki 7. âyetle ilgili olarak çok farklı yorumlar yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXX, 152; Râzî, XXXII, 7). Bize göre İbn Âşûr’un, âyeti herhangi bir özel iş ve ibadetle sınırlamadan, “Önemli işlerden birini tamamlayınca ardından başka bir işe yönel ki böylece bütün vakitlerini önemli işlerle değer­lendirmiş olasın” şeklindeki açıklaması isabetli görünmektedir (XXX, 416-417). Bu yoruma göre âyette Resûlullah’a ve onun şahsında müslümanlara bütün vakitlerini hayırlı ve yararlı faaliyetlerle değerlen­dirmeleri, ibadet, dua, tebliğ ve irşad gibi dinî faaliyetlerin de; çalışma, üretme, öğrenme-öğretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi dünyevî faaliyetlerin de hakkını vermeleri istenilmiştir. Son âyette ise kişinin, gerek çalışmasında gerekse ibadetinde yalnız Allah’a yönelmesi, her işini öncelikle O’nun rızasını gözeterek yapması, ne diliyorsa O’ndan dilemesi, ne istiyorsa O’ndan istemesi emredilmiştir. Kur’an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:643-644

Senin kalbini açıp genişletmedik mi?” diye çevirdiğimiz 1. âyetteki “şerh-i sadr” kavramını Râgıb el-İsfahânî, “kalbin ilâhî bir nur ile Allah tarafından bir huzur ve sükûnet, bir rahatlık ile genişletilmesi” şeklinde açıklamıştır (el-Müfredât, “şrh” md.). Hz. Peygamber’in kalbinin açılıp genişletilmesi ifadesini, Zümer sûresinin 22. âyeti de dikkate alındığında, onun beşerî idrak kapasitesinin vahiy ile arttırıldığına ve âzami seviyeye çıkarıldığına işaret olarak anlamak uygun olur. Müfessirler bunu, ona indirilen vahyi anlaması, koruması ve peygamberlik görevini yerine getirebilmesi için kendisine verilmiş olan zihin açıklığı, mâneviyat yüksekliği gibi mânalarla da açıklamışlardır. Bazı müfessirler ise Duhâ sûresinin devamı mahiyetinde olan bu âyetlerde, bir süre ara verilmiş olan vahyin yeniden başlamasıyla Hz. Peygamber’in mâneviyatının güçlendirildiğine değinildiği kanaatindedir. 2 ve 3. âyetlerde, Resûlullah’ın belini büktüğü bildirilen “yükün kaldırılması”ndan maksadın ne olduğu konusunda değişik açıklamalar yapılmıştır (bk. Râzî, XXXII, 4-5). Bize göre Allah’ın bir lütuf olarak onun omuzlarından kaldırdığı yük iki şekilde açıklanabilir: a) Arasında yaşadığı topluluğun inanç ve ahlâk yönünden içine düştüğü durumdan dolayı duyduğu ıstırabın, Allah’ın kendisini vahye mazhar kılıp kalbine ümit ve ferahlık vermesi suretiyle dindirilmesi veya hafifletilmesi; b) Tevhid inancını ve insan ilişkilerinde adalet, dürüstlük, merhamet, iyilikte yardımlaşma gibi erdemleri hâkim kılma mücadelesinde birçok ilâhî destek ve inayete mazhar kılınması.

2. Yükünü üzerinden atmadık mı? / Erhan Aktaş Meali

1. Biz senin için göğsünü açmadık mı? / Bayraktar Bayraklı Meali

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. İnşirah, açılmak, genişlemek demektir. Mushaftaki sıralamada doksan dördüncü, iniş sırasına göre on ikinci sûredir. Duhâ sûresinden sonra, Asr sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Sûrede Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e mânevî lütufları özetlenmekte, her güçlükle birlikte mutlaka bir kolaylığın olduğu bildirilerek Mekke’de putperestlerin baskısı yüzünden sıkıntı çeken Resûlullah ile müslümanlara teselli ve ümit verilmekte; onlardan Allah’a ibadet ve itaatlerini sürdürmeleri istenmektedir.

Câhiliye döneminde başlıca sosyal ve ahlâkî problemlerden biri de yetimlerin ve yoksulların durumu idi. Onların hakları gözetilmez, malları ellerinden alınır, kendilerine zulmedilirdi. Buna göre 9-10. âyetlerin ana hedefi Resûlullah’ın şahsında bütünüyle toplumun dikkatini bu iki temel ahlâkî ve sosyal problem üzerine çekmek ve bunları çözüme kavuşturmaktı. Bunun yanında, daha özel olarak Resûlullah’a mazhar olduğu anılan ihsanlar karşısında şükür mahiyetinde bazı görevleri hatırlatılmaktadır. Burada sıralanan görevlerin, 6-8. âyetlerde Hz. Peygamber’e bahşedildiği bildirilen ilâhî lütuflarla alâkalı olduğu görülmektedir. Buna göre Allah onu yetim iken korumuştur; o da yetimi incitmemeli, himaye etmelidir. Allah ona ne yapacağını bilmez iken yol göstermiştir; o da kendisine bir şeyler sorup aydınlanmak isteyeni geri çevirmemelidir. Allah onu yoksulken zengin kılmıştır; o da kendisinden yardım isteyeni azarlamamalı, gereken yardımı yapabildiği kadar yapmalıdır. Şükürle ilgili bu özel görevler örnek olarak sıralandıktan sonra sûre bu konuda “Rabbinin lütuflarını şükranla an” şeklindeki genel ve kuşatıcı bir buyrukla tamamlanmıştır. Bazı müfessirler buradaki “nimet” kelimesini “Kur’an, peygamberlik, bu sûrede Resûlullah’a lutfedildiği bildirilen şeyler” gibi değişik mânalarla açıklamışlarsa da bunu, Resûlullah’ın hayatı boyunca mazhar olduğu maddî ve mânevî bütün lütuflar, nimetler olarak anlamak sûrenin amacına ve âyetlerin akışına daha uygun düşmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in hayat hikâyesi onun eşsiz ahlâkını açıkça göstermektedir ve bu âyetlerde söz konusu edilen uyarılara onun herhangi bir davranışı sebep olmuş değildir. Kur’an’ın irşad ve eğitimde kullandığı üslûp gereği burada onun şahsında bütün insanlığa hitap edilmektedir. Kur’an Yolu Tefsiri  Cilt:5 Sayfa:639-640

Hz. Peygamber, annesi ona hamileyken babasını, altı yaşındayken de annesini kaybetmiş; önce dedesi Abdülmuttalib’in, onun ölümünden sonra da amcası Ebû Tâlib’in himayesinde yetişmiştir. Ebû Tâlib, yeğeninin peygamberliğini kabul ettiğini açıkça ilân etmemekle birlikte düşmanlarına karşı onu korumuştur. Fakat Ebû Tâlib ve Hz. Peygamber’in eşi Hatice vefat edince müşrikler ona karşı saldırılarını arttırmışlardı. Bu sûrede Allah, o güne kadar peygamberine verdiklerini hatırlatarak teselli etmiş, geleceğinin daha iyi olacağını da müjdelemiştir. “Seni yol bilmez halde bulup yol göstermedi mi?” diye çevirdiğimiz 7. âyeti bazı müfessirler, “Resûlullah küçükken Mekke vadilerinden birinde yolunu şaşırıp kaybolmuştu. Allah onun yolunu bulup dedesine gelmesini sağladı” şeklinde yorumlarken, bazıları da “Resûlullah amcası Ebû Tâlib’le birlikte Suriye’ye giderken yolda kaybolmuştu, Allah’ın yardımıyla amcasını buldu” demişlerdir (Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, VIII, 486, Beyrut 1983). Buna benzer başka yorumlar da olmakla birlikte bunlar âyetin amacına açıklık getirici nitelikte görünmemektedir. Bizim de katıldığımız müfessirlerin çoğunluğunun yorumuna göre ise bu âyette Hz. Muhammed’in peygamberlikten sonraki dönemiyle önceki dönemi arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır. Nitekim o peygamber olmadan önce de başta putperestlik olmak üzere kendi toplumunda hâkim olan inanç ve yaşayışın yanlışlığını, insanın varlık amacına yakışmadığını görüyor, bu gidişi asla beğenmiyordu; ama onların bundan nasıl kurtulacaklarını da bilmiyordu. Âyetteki deyimiyle bu konuda “yol bilmez bir halde” idi.

İşte yüce Allah Kur’an’ı göndererek onu bu durumdan kurtarıp yolunu aydınlattı; ona hem varacağı hedefi hem de o hedefe nasıl varacağını öğretti (Râzî, XXXI, 215-216; Elmalılı, VIII, 5900-5901). Hz. Peygamber Kureyş’in soylu bir ailesine mensup olmakla birlikte yetim ve himayeye muhtaç olarak büyümüştü; çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları yoksulluk içerisinde geçmiş, daha sonra gerek kendisinin ticarî faaliyetleri gerekse zengin bir tüccar olan Hz. Hatice ile evlenmesi ve eşinin tüm servetini onun yönetimine bırakması neticesinde fakirlikten kurtulmuştur. Ancak buradaki zenginleştirmeyi, Allah Teâlâ’nın resulüne gönderdiği vahiy ile onun ruh ve kalp dünyasını zenginleştirmesi, onu hem kendisini hem insanlığı aydınlatabilecek zenginlikte hakikatlere mazhar kılması şeklinde anlamak da mümkündür. Bazı müfessirlere göre 8. âyette, onun hayatındaki bu gelişme hatırlatılarak kendisine bu imkânları sağlayan Allah’ın ona darılmasının, kendisini terketmesinin söz konusu olamayacağı bildirilmiştir (bk. Muhammed Abduh, Tefsîru cüz’i ‘Amme, s. 112; Elmalılı, VIII, 5902).

İşin sonu” diye çevirdiğimiz âhiret ile “öncesi” diye çevirdiğimiz ûlâ kelimelerinin buradaki anlamları konusunda iki yorum yapılmıştır: a) Senin bundan sonraki hayatın bundan önceki hayatından daha güzel ve başarılı olacak, özellikle peygamberlik görevinin sonu başlangıcından daha verimli olacak, b) Ebedî olan âhirette cennetteki hayatın geçici olan dünya hayatından daha güzel olacak. Bize göre, –bu âyetlerin inmesine sebep olan putperestlerin, “Artık Muhammed’e vahiy gelmiyor; Allah onu unuttu” gibi sözler söyleyerek (Buhârî, “Tefsîr”, 93) Peygamber’in sonunun geldiğini, davasının fiyasko ile biteceğini ummaları karşısında– Allah Teâlâ, resulünün sonunun gelmesi şöyle dursun, bundan sonraki hayatının, peygamberlik faaliyetlerinin ruhanî tekâmülünün öncekinden daha verimli, daha başarılı olacağını müjdelemiştir. Kur’an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:638

Duhâ kelimesi “kuşluk” anlamına gelmekle birlikte çoğu müfessirler, 2. âyetteki “gece”nin alternatifi olarak burada bütünüyle gündüz vakti için kullanıldığı kanaatindedirler. İbn Âşûr’a göre ise kelime burada da kuşluk vaktini ifade etmekte olup, bununla, tıpkı kuşluk vakti güneş ışığının yeryüzünü bütünüyle kaplaması gibi vahiy ışığının da dünyaya inip aydınlatmaya başladığına imada bulunulmuştur. 2. âyetteki gece karanlığı da Hz. Peygamber’in bu vakitte evinde veya Kâbe çevresinde sesli olarak Kur’an’ı okuduğu, müşriklerin ise onu gizlice dinledikleri vakit olup bundan dolayı bu iki vakit üzerine yemin edilmiştir. Yeminin amacı putperestlerin artık Hz. Peygamber’e vahyin gelmez olduğu, Allah’ın onu terkettiği iddialarının gerçekle ilgisinin bulunmadığını kesin bir dille belirtmektir (XXX, 394-395) Kur’an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:638

Mushaftaki sıralamada doksan üçüncü, iniş sırasına göre on birinci sûredir. Fecr sûresinden sonra, İnşirâh sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Rivayete göre Fecr sûresinin inişinden sonra öncekine nisbetle daha kısa bir süre vahiy kesilmiş, müşrikler bu olayı kullanarak Hz. Peygamber’e, “Herhalde rabbin sana darıldı ve seni terketti” demişlerdi. Bu sözlerden dolayı Hz. Peygamber’in duyduğu üzüntü üzerine bu sûre inmiştir (Taberî, XXX, 148). Bizim iniş sıralamasında esas aldığımız bu rivayet dışında, Duhâ sûresinin iniş tarihine dair başka rivayetler de vardır: 1. İlk vahiyden (Alâk ve Müddessir sûrelerinin ilk âyetlerinden) sonra uzunca bir süre vahiy kesilmiş, tekrar başladığında ilk olarak Duhâ sûresi gelmiştir. 2. Necm sûresinde geçen “Cebrâil”i bütün azametiyle görme ve ona iyice yaklaşma” sonucu Hz. Peygamber’de oluşan heyecan ve sarsıntı yatışsın diye bir süre vahiy kesilmiş, sonra Duhâ sûresi gelmiştir (İbn Kesîr, VIII, 287-288, 445-446; Şevkânî, V, 378). Vahyin mâkul sebeplerle kesilip araya fâsılaların girmesi her seferinde muhaliflerin dedikodu yapmalarına vesile olmuş, Allah da bu sûreyi göndererek resulünü teselli etmiştir. Müşriklerin üzücü söz ve davranışlarına karşı bir teselli olmak üzere Hz. Peygamber’e, yüce Allah’ın himayesi sayesinde çocukluğundan itibaren nice güçlükleri aşarak bugünlere geldiği hatırlatılmakta ve kendisinin de yetime, yoksula iyi davranması emredilmektedir.

Comments are closed.