logo

Facebook

SEÇTİKLERİM

Amedeo Minghi – Il Meglio Di [ALBUM COMPLETO] / 05.07.2022

Bulgaristan Göçmenleri için kadınlarının güzelliğinden çok, içinden geçilen zorlu ve çetin tarihin hiç de uzak olmayışı gözardı etmeyi/edilmeyi mümkün kılmıyor. Acı, umut, özlem,ayrılıkları barındıran bu sürecin tarih sahnesinde yer alışı da bir hayli çetin. Bu tarih sahnesinin ilk sayfası II. Dünya Savaşı’nın ardından Balkanlar’da ilerleyen Sovyet Ordusu’nun da yardımıyla Georgi Dimitrov önderliğinde Sosyalist rejime geçilmesiyle açıldı. Bu rejime geçilirken Dimitrov kürsüden halka aynen şöyle seslendi:

“Ülkemizde artık emek bir namus, onur ve kahramanlık davası olmalıdır. Yeni Bulgaristan’da her birimizin yeri adına ve kökenine, konuştuklarına, kendisi hakkında ne düşünüldüğüne değil de başlıca emeğine, halkının ekonomik kültürel ve toplumsal ilerleyişine yaptığı yardıma bakılarak belirlenecektir.”

1947 yılında hiç sebep yokken Türk azınlığı ileri gelenleri kalburüstü aydınları toptan tutuklanmaya başlandı. Türk öğretmenlerinin, Türk din adamlarının, Türk esnaf ve sanatkârlarının ve hatta okul çocuklarının sistematik ve sürekli toplantılara çağrılması, kurslardan geçirilmeleri, bunlara Komünizm doktrininin aşılanmaya çalışılması, Türklerin endişelerini her geçen gün daha da arttırmaktaydı. 1950 yılına gelindiğinde ilk göç dalgası cereyan etti.

Aynı yıl içerisinde Türkiye’de de bir iktidar değişikliği olmuş demokrasi yolunda yeni adımlar atılmaya başlanmıştı. Bulgar Hükümeti Türkleri göçe zorlarken bu yeni durumu da hesaba katmıştı. Böylelikle hem yeni hükümeti zor duruma sokmak hem Türk ekonomisini ağır bir yükün altında bırakmak amaçlanıyordu. Bunların dışında Türklerin Türkiye’ye göçe zorlanmasını bir başka ve daha önemli bir sebebi de Bulgaristan kendi iç bünyesinde eritemediği Türk azınlığından böylelikle kurtulmuş olacaktır.

Bulgaristan Türkleri göç izni için Bulgar makamlarına başvurup pasaport isterken aynı zamanda Türkiye’ye dilekçe gönderiyorlardı. Artık Bulgaristan Türkleri için yeni bir göç dalgası resmiliğini göstermişti.

1950-1951 yılındaki bu göç dalgası kış şartlarında başladığından oldukça güç şartlarda cereyan etmiştir. Bulgaristan’dan çıkarılan Türk göçmenleri Türkiye’ye çok perişan ve bitkin bir halde sığınmışlardır. 1950-1951 yılındaki Bulgaristan’dan gelen 154 bini aşkın göçmen arasında yapılan bir anket bu konusunda ilginç sonuçlar çıkarmıştır: Bulgaristan’ın çeşitli yörelerinden gelmiş olan 9446 aile reisinin anket sorularına verdiği cevaplara göre, göçmenlerin % 11.1 kendi arzularıyla göç etmiş, % 85.3 Bulgaristan’da yaşamanın imkansız olduğu için göç ettiklerini söylemişlerdir. Bulgarların göçe zorladıkları kimseler % 3 oranındadır. Demek oluyor ki göçmenlerin % 85.3’ü Bulgar rejiminden kaçmıştır. Ankete cevap veren aile reislerinden % 24 ü Bulgarlardan şahsen kötü muamele görmediklerini söylemişlerdir. Geri kalan % 74 kadarı ise şahsen kötü muamele görmüştür. Şöyle ki % 8 i Bulgarlardan dayak yemiş % 4.3 ü Bulgar makamlarında hapsedilmiş ve sürgüne gönderilmiş, % 62 si ise çeşitli kanunsuz ve haksız fiillere ve hareketlere maruz kalmıştır.

HABER

Gülümsemek seni mutlu eder, bu sadece bilinen bir şey değil. Beynin yüz ifadelerini “istediğini” ve ardından uygun hormonları salgıladığını artık biliyoruz. Gülümseme beyne “İyiyim” der. Ve sonra buna göre davranır. Bu yüzden mümkün olduğunca sık gülümsemeyi alışkanlık haline getirin.

Bazen içsel huzursuzluk, hareket etme dürtüsünün bir ifadesidir. Özellikle günlük hayatta çok az hareket ediyorsanız, fiziksel bir dengeden yoksun olabilirsiniz. Bu nedenle düzenli olarak egzersiz yaptığınızdan emin olun, örneğin öğle tatilinde hızlı bir yürüyüşe çıkın. Tek başına bu önlem, huzursuzluğunuzu önemli ölçüde azaltabilir. / 28.08.2022

Ana fikir, beş duyumuzla elde ettiğimiz tüm bilgiyi kabule hazır olmadığımızdır. Daha sonra erişmek üzere bilgiyi işleme, düzenleme, analiz etme ve bütünleştirme; oldukça yavaş ve yorucu bir iştir. Bu süreç, zihinsel kaynaklarımızı tüketebilir. Yani zihin, bu kısayolları kullanarak çok çalışmaktan kendini kurtarmış olur. Beynimizin kullandığı stratejilerden biridir bu ve muhakeme ya da deneme yanılma yöntemleri kadar gerçektir.

Ne var ki, çoğu zaman mükemmel bir makine olan beynimiz, kusurlara da sahiptir ve hatalar yapar. Bazı hatalar fazla güvenden, bazı hatalar ise güven eksikliğinden kaynaklanır. Algıya yönelik olanlar gibi (mesela renk, uzaklık, hız veya derinlik ile ilgili şeyleri karıştırmak) fark edebildiğimiz hataların aksine, bir türlü kavrayamadığımız başka hatalar da yaparız. Bunları göremez, hissedemeyiz; dolayısıyla, düzeltemeyiz.

Sezgisel önyargılar (zihinsel kısa yollar şeklinde de bilinir) günlük işlevlerimizi gerçekleştirebilmemiz için kesinlikle gereklidir ama aynı zamanda yanlış olma potansiyeline de sahiptir.

İnsanlar neden bu kadar batıl inançlı? Neden somut kanıtları göz ardı edip imkansıza takılıyorlar? Yıldız fallarına neden bu kadar inanıyorlar? İnsan beyni; uyarıcıları, deneyimleri, tecrübeleri, duyguları ve muhakemeyi hem yaratır hem de kabul eder. Yıllar geçtikçe beyin, günlük hayatımızın psikolojik gerçekliğini geliştirdiğimiz sağlam bir temel oluşturur. Genel olarak, mesleki ve kişisel yaşamımızda bizi doğru yola yönlendirmek için bu anlayış temeline dayanırız.

Ne var ki, çoğu zaman mükemmel bir makine olan beynimiz, kusurlara da sahiptir ve hatalar yapar. Bazı hatalar fazla güvenden, bazı hatalar ise güven eksikliğinden kaynaklanır. Algıya yönelik olanlar gibi (mesela renk, uzaklık, hız veya derinlik ile ilgili şeyleri karıştırmak) fark edebildiğimiz hataların aksine, bir türlü kavrayamadığımız başka hatalar da yaparız. Bunları göremez, hissedemeyiz; dolayısıyla, düzeltemeyiz.

Önyargılar esasen belli bir tarafı tutmaktır. Gerçeği aldatıcı, çarpık ve yanlış bir şekilde yorumlamak demektir. Bu gerçekliği kendi zihnimizde yaratırız ve mantıklı olduğuna inanırız. Bunu yaparken belli bir bilgiye dayanır, diğer bilgileri ise gözardı ederiz.

Sezgisel önyargılar (zihinsel kısa yollar şeklinde de bilinir) günlük işlevlerimizi gerçekleştirebilmemiz için kesinlikle gereklidir ama aynı zamanda yanlış olma potansiyeline de sahiptir.

Beynimiz için tutarlı bir hikaye gerçek bir hikayeden iyidir.

Karmaşık düşünce, çaba gerektirir ve iki yoldan birini seçmeniz gerektiğinde beynimiz genelde kolay olanı seçecektir. Zihinsel çaba enerji harcamak anlamına gelir ve beyin tutumlu davranma anlamına gelir.

Beynimiz anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı bile yine de onu anlayamayacak kadar aptal olurduk.

Mutluluğu kendi içinde bulmak zordur; fakat onu başka bir yerde bulmaksa imkansızdır.

Yüzünüz üzerindeyken yüklenen her fotoğrafla, Facebook’un uğursuzca adlandırılmış DeepFace teknolojisi sizi% 97,35 doğrulukla tanımlayabilir. Deepface % 85 doğruluk oranına sahip FBI’nın yüz tanıma teknolojisinden daha iyi gerçekleştirir.

Facebook’un kullandığı teknoloji, yüz tanıma özelliğini etiketlediğiniz resimlere dayandırıyor. Teknolojinin arkasındaki araştırma grubuna göre, 120 milyon parametre kimin yüzünün kim olduğunu belirlemek.

Bir Android telefonunuz varsa, Facebook, yazılım geliştirici Dylan McKay’ın indirilen arşivinde bulduğu gibi, tüm gelen ve giden çağrılarınızı ve SMS mesajlarınızı saklar. Facebook’a yüklediğiniz tüm fotoğraflar ayrı albümlerinde görüntülenebilir, yorumlarla ve meta verilerle tamamlanabilir.

Arşivin belki de en eğlenceli kısmı, iletişim bilgilerinizi içeren tüm reklamverenleri, sitedeyken tıkladığınız reklamları ve Facebook’un en çok ilginizi çektiğini düşündüğü konuları listeleyen reklam bölümüdür. Facebook’ta veya üzerinde Facebook çerezleri bulunan bir web sitesinde beğendiğiniz, paylaştığınız veya tıkladığınız her şey, hangi reklamları tıklayacağınız konusunda daha iyi bir fikir edinmek için kullanılır.

Facebook, şirketlere ve devlet aktörlerine hedef pazarını seçebilecekleri iki milyar güçlü bir kullanıcı grubu sağlayarak para kazanmayı başardı. Kullanıcılarından veri toplamak Facebook’un iş modelinin temel taşıdır ve yakında herhangi bir zamanda durması olası değildir.

2004 yılından bu yana hayatımızda olan Facebook, başarı anlamında zirveye ulaşmış bir sosyal ağ olsa da, büyümeye devam ediyor ve aktif üye sayısını her geçen gün arttırıyor. Facebook hesabı olan kullanıcılar, yakın çevrelerinden sosyal ağa üye olmayan kişileri birkaç gerekçe göstererek üye olmaya teşvik ediyor. Ancak bu gerekçeler ne olursa olsun, uzmanlar internet kullanıcılarını Facebook’un zararları hakkında dikkatli olmaya davet ediyor.

Arkadaş Sayınızı Arttırırken, Aynı Sayıda Düşman Kazandırıyor. Kullanıcılar, Facebook yüzünden çok fazla yanlış anlaşılma yaşandığını belirtiyorlar. Örneğin; Arkadaşlarınız için bir fotoğraf yüklediniz ve bir arkadaşınızı etiketlemeyi unuttunuz. Farkında olmadan yaptığınız bu davranış, arkadaşınız tarafından yanlış anlaşılabilir ve arkadaşlığınız zarar görebilir.

SÖZ

Bir arkadaşınızın, lise yıllarındaki ergen halinizle çekilen bir fotoğrafınızı paylaştığını ve sizi etiketlediğini düşünün. Bu komik bir fotoğraf olsa bile, şu anki ortamınızdaki insanların görmesi sizi utandırabilir.

Arkadaşlar arasında yüz yüze söyleyemediği birçok şeyi Facebook üzerinden rahatça paylaşan tanıdıklar görebilirsiniz. Bu paylaşımlar arasında sizi rahatsız edebilecek şeyler de görürsünüz. Örneğin; Sevdiğiniz bir tanıdığınız sizin mesleğiniz hakkında hayal kırıklığına uğrayacağınız bir eleştiri paylaşabilir. Siz de kendini tutamayıp bu paylaşımın altına yorum yapabilirsiniz. Tartışmanın hangi boyuta gelebileceğini bir düşünün?

Mobil cihazınız sayesinde her yere taşıyabildiğiniz Facebook’a bir günde ne kadar zaman ayırdığınızı bir düşünün. 1 saat mi? 2 saat mi? Peki, bu zamanı Facebook’a harcamasaydınız neler yapabilirdiniz? Evet, bu zamanı daha üretken ve daha eğlenceli bir şey yapmak için kullanabilirsiniz.

Gerçek Hayatın Önüne Geçiyor. Facebook’ta, kendi sanal çiftliğinize sahip olmanıza, ürünler yetiştirmenize veya hayvanları eğitmenize izin veren uygulamalar var. Bu uygulamalar, insanların kendi çiftliklerini diğerlerinden daha havalı hale getirmek için gerçek para harcamasına neden olabilecek kadar bağımlılık yapıyor. Sanal dünyada kendi dükkanını işletmek, evcil hayvan beslemek ya da sanal arkadaşlar edinmek kulağa hoş gelse de, birçok kişide bağımlılık haline gelen bu uygulamalar gerçek hayatın önüne geçebiliyor. Sonuç olarak bütün bunlar insanların gerçek sosyal hayatlarına zaman ayırmamalarına neden oluyor.

İyi şeyler inandığında, daha iyi şeyler sabrettiğinde ve en iyi şeyler hiç vazgeçmediğinde gelir.

HABER

Neden insanlar adalet arayışını kamera önünde gerçekleştirir?

İnsanların adalet arayışlarını kamera önünde gerçekleştirme arzusu, düşüncesi, isteği, mecbur kalışı (!) vb. birçok ifadenin kendince gerekçeleri illa ki vardır. Ancak burada TV ekranlarında bulunuyor olmanın kişiye nasıl bir haz verdiğini bilmek kolay olmasa gerek! Köşesinde hayatı kıyısından yaşayan birilerinin bir anda herhangi suç ya da çirkin bir eylemle de olsa, programlar için aranan, vazgeçilmez olan birtakım işlere girişmesi hazzın TV ekranlarında vücuda gelmiş bir başka ifade biçimi olsa gerek!.. Kamera önünde itiraf etme, eğer ceza-i işlem gerektiren bir suç değilse, bir tür arınma seramonisi olarak da değerlendirilebilir. Ama tüm yaşantısında arınmak gibi bir eylemin kendisine yabancı olduğu birinin bunu kamera önünde yapmaktan bir haz duyuyor olma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Prof. Dr. Ali Büyükaslan

Hiçbir filtre mekanizması olmaksızın kötülüklerin TV ekranından ifşası iletişim bilimleri açısından seyircide özellikle çocuklarda nasıl etkilere yol açar?

Kötülükler ifşa edildikçe çoğalır. Bu noktada, ifşanın icraya dönüştüğüne de tanıklık ederiz. Bugün acı olarak tattığımız meyveler dün ektiğimiz acı tohumların ürünüdür ve bu tohumların sulanmasına kitle iletişim araçları maalesef bazı programlar ve bazı formatlardaki yayınlarıyla aracılık etmişlerdir.

Kitle iletişim araçları hemen her platformda etkisini hissettirmeye başladığı andan itibaren izleyicisine, dinleyicisine ulaştığı her anda kamusal sorumluluk beklentilerinin ötesinde içerik üretmeye başlamıştır. Bu öncelikler her medya kuruluşunun kendi anlayış ve duruşuyla şekillenmektedir. Reality show ya da başka biçimlerde kendini gösterse de ticari bir yapılanmanın gereği olarak medya kuruluşları izleyicide karşılığı olduğunu düşündükleri sürece toplumsal dönüşümün oldukça hızlı ve negatif bir yönde seyretmesini çok dikkate almıyorlar. Toplumsal zararın aşikâr olduğu bir konuda “Seyirci istiyor” türünden gerekçeler ortaya konulmamalıdır.

Toplumun şiddetin artmasından yakınıyoruz ancak şiddet pornografisi yapılan programlar da gündemin ilk maddesi. Bu kısır döngüden nasıl kurtulabiliriz? Neyi önceleyeceğimize iyi karar vermeliyiz. İçerik üreticilerinin toplumsal beklentilere cevap vermek yerine toplumsal beklenti oluşturmak ve beklentileri yönetmek düşüncesiyle hareket etmeleri içinde yaşadıkları toplumdan kopuk olduklarını ya da toplumu hiç tanımadıklarını gösterir. Konuya, ister içerik üreticisi isterse içerik tüketicisi olarak yaklaşalım, toplumsal sorumluluğun göz ardı edildiği bir yayıncılık anlayışı sorunludur. Kendi aralarında hayatın olağan akışı dışında bir davranış sergileyen kişilerin yaşam biçimlerini hayatın zorunlu bir gerçeğiymişçesine dillendiren programların sorun çözme temelli olmaktan daha çok izlenme kaygısıyla hareket ettiği düşüncesindeyim. Sorumluluk, o hissi taşıyanların onun gereğini yerine getirmesiyle anlam kazanır. Aksi takdirde sorumlu yayıncılık mottosuyla yayın yapanların, şiddeti ortadan kaldırmaya çalışırken şiddetin tanıtımını yapar hale gelerek her türlü çatışmanın kaynağında yer alma ihtimali olacağı unutulmamalıdır.

Bu tür TV programları suçu ve suçluyu öne çıkararak toplumdaki güven algısını köreltiyor, medya okur yazarlığı eğitimi olmayan insanlar, meşhur suçlular ve showman suçlular yüzünden bir anlamda suça teşvik ediliyor. Araç masumdur ama aracı amacı dışında kullanmak, medya ve televizyonun imgebilim anlamında bilinç altına hangi mesajları gönderdiğini bilmek önemli. TV’ye çıkan bir potansiyel suçlunun ve kötü karakterin sosyal medyada fenomene ve mizah ürününe dönüşmesi dejenerasyonu en iyi şekilde ortaya koyuyor. Bir süre sonra bu tür programlar suç öğretmeye ve aile kurumunu çökertmeye kadar gidiyor. Son dönemde Türkiye’de medya önünde yaşanan bazı rezil durumlar geç gelen adalet duygusu gibi bir algı oluşturuyor. Ekranlarda bir jüri oluşturuluyor ve hüküm veriyorlar. Hukuk herkese lâzım ve mizah, eğlence ve en önemlisi rating konusu olmayacak kadar önemlidir. Suçluların bulunduğu yer TV stüdyoları değil adalet saraylarıdır.

Sosyal medyada özellikle gençlerin yaşadığı hayal kırıklığı, bu tür programların toplum üstündeki etkisi bize bir gerçeği işaret ediyor; toplum önünde suçların ve suçluların ortaya konulması maalesef fayda vermiyor. İnsanlar bir süre sonra mahkeme ve savcı yerine adalet için TV programlarına koşmaya başlıyorsa işte orada sorun vardır. Bu tür programlar bir dizi etik sorunu da beraberinde getiriyor. RTÜK böylesi programlara ve içeriğine direkt müdahale etmeli, programdaki uzmanlara ve stüdyodaki izleyicilere kadar kurallar koymalı denetlemelidir. Said Ercan

Reality showlar Türkiye’de ilk dönemlerde -ki yaklaşık 20 yıl öncesinden bahsediyorum- topluma, o güne kadar bilmedikleri, farkında olmadıkları şeyleri gösterme açısından kısmen faydalı olmuştu. Ancak zamanla amaç bilgilendirme/öğretme olmaktan çıktı ve bu programların ilk ve tek hedefi daha fazla rating almak oldu. Bu da hızlı bir bozulmayı beraberinde getirdi. Rating mıknatısı dediğimiz şiddet ve cinsellik içerikli konular ön plana çıkarıldı. Zaten çirkin olan olay ve hikâyeler, hiç bir mahremiyet sınırı gözetilmeksizin ortaya dökülmeye başlandı. Sonunda geldiğimiz noktada duyduğumuz cinayet, tecavüz, vahşet içerikli haberler bizi şaşırtmıyor. Dahası, bu korkunç olaylar benzer bir durumda tekrarlanmak üzere toplumun bilinçaltında yer ediniyor. Kartopu gibi büyüyen ve tekrarlanan olaylar da bu durumun gerçekliğinin acı bir göstergesi.

Medyanın polis ve adliyenin alanına girmesinde iki temel neden görüyorum. Birincisi, bu konuların yüksek rating karşılığı olması, ikincisi de polisin ve adliyenin yetersiz kalması. Zamanında aydınlatılamamış olaylar bir şekilde ekrana taşınıyor. TV programları sözkonusu olduğunda iyi niyetten değil reklamdan/paradan söz etmek daha doğru olur bence. Nihayetinde TV’ler hayır kurumları değil ticari kuruluşlardır. Rating kaygısı etik değerlerin önüne geçiyor. İçerik kalitesinin değil ertesi gün rating raporlarına yansıyan rakamların önemsendiği bir dünyadan bahsediyoruz. O dünya için de seviyenin çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Hatta patronların, yayınlanan programların içeriği ve o programlarda ele alınan konular hakkında yeterince bilgi sahibi olmaması bile ihtimal dahilinde. Gönül ister ki RTÜK’e gerek kalmadan otokontrol devreye girsin, toplumun ruh sağlığı gözetilsin ama rating şehveti, diğer kanal ve programları geride bırakmanın hazzı da bir tür manevi körlüğe yol açıyor anlaşılan. SEMANUR SÖNMEZ

Aslında sesini duyuramayan sıradan insanların özel hayatlarını kamusallaştıran bu programlar, bir nevi kurtarıcı rolü üstlenmiş ve adalet dağıtmayı kendine görev edinmiştir. Kimi zaman canlı yayında bir suçun itiraf ettirilişine, olay mahallinden canlı bağlantıyla bir delil bulunuşuna ya da bir telefon bağlantısıyla kayıp bir kişinin ortaya çıkışına şahitlik ederiz. Bir nevi suç ve suçlu avına dönüşen bu programlarda söylem olarak sürekli devletin kolluk kuvvetleri ve yargı mekanizmasına vurgu yapılırken, eylem olarak belli başlı devlet aygıtlarının temsilcisi gibi davranıldığını görürüz. Peki bu Reality Show’lar sıradan insanların polis adliye vakalarından derlenmiş dramlarını gözler önüne sererken; mağdurun yanında olup, suçlunun açığa çıkmasını sağlayarak bir kamu yararı sağlıyor mu?

Her şeyden önce tacizin, tecavüzün, ensest ilişkilerin, çocuk istismarının, şiddetin ve işkencenin aleni bir şekilde konuşulduğu, üstüne dakikalarca yorum yapıldığı bu programlar gündüz kuşağında ve tam da çocukların evde olduğu saatlerde yayınlanıyor. Bir yarışma programında kazananı açıklarmış gibi heyecan ve atraksiyon yaratılarak açıklanan DNA sonuçları havada uçuşurken ekranda kopan gümbürtü muhtemelen evdeki çocuğun da ilgisini çekiyordur. Ya da akla hayale gelmeyen işkence yöntemlerinin tane tane anlatıldığı, türlü rezilliklerin itiraf edildiği, üzerine uzman görüşlerinin alındığı, ilk duyduğumuzda kanımızı donduran ama zamanla eşimizle, dostumuzla üzerine yorum yapar hale geldiğimiz o korkunç olaylar… Bütün bunlar kötülükten ders alınmasına mı yoksa kötülüğün sıradanlaşmasına mı hizmet ediyorlar dersiniz.

KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLAŞMASI: 90’lı yıllarda özel televizyonların da yayına girmesiyle birlikte televizyon kanalları bol ratingli bir tür keşfetti: reality show. “Gerçeklik gösterisi” anlamına gelen bu televizyon türü, gerçeğin izlenimini yaratarak ya da gerçeği aracısız izleyiciye sunma iddiasıyla ortaya çıkmış ve daha ilk örneklerinden itibaren kendisine alıcı bulmakta hiç zorlanmamıştı. Gazetelerin üçüncü sayfalarında görmeye alıştığımız polis-adliye haberleri canlı canlı ekrana gelirken, filmlere taş çıkartacak nitelikteki olayların bir “dizi” halinde yayınlanması izler kitleyi hemencecik sarmıştı.

Eli kanlı katiller, tecavüzcüler, çocuk istismarcıları, sapıklar, işkenceye uğramış kadınlar ve çocuklar, türlü türlü aile dramları, reality show adı altında oturma odalarımızdan hayatlarımıza böylece sızdı. En korkuncu da bu programların gücünü ve meşruiyetini “gerçekliğinden” almasıydı. Nitekim son yıllarda popülerlik kazanan evlilik programlarının kurmacası ya da “sahteliği” ortaya çıkmaya başlayınca, bu “rezilliğin” daha fazla devam edemeyeceğine kanaat getirildi ve onlar da yerini daha fazla dehşet içeren polisiye reality showlara bıraktı. HATİCE KÜBRA ÖZDEMİR

Son yıllarda iç karartıcı olay veya durumlar karşısında hayret ve tepki göstermek için söylenen bir kalıp var; “Biz hangi ara bu kadar kötü insanlar olduk?” Doğrusu biraz kolaycı, üzerine çok düşünülmemiş bir söz bu. İnsan bütün hallerinin toplamıdır. Dünya, şiddeti ilk defa bu dönemde görmüyor. Fakat şiddetten rating ile şöhret ve para kazanmanın türlü yolu var. O yüzden şahit olduğumuz şiddetin insanın potansiyeli sebebiyle eski olduğunu, ama günümüzde bunu medya eliyle yaygın ve türlü şekilde “olağan”a çevirmek üzere bulunduğumuzu düşünüyorum. Çünkü; “İzleniyor!” Yani, satıyor. Bunu medyaya sürenlerin bir savunma cümlesi olduğu için kullanıyorum. İlgi çektiği doğrudur da, kendimize açtığımız yaraların farkında mıyız? Bir arabadayız, tekerden biri medya, biri seyirci, biri sermaye, biri devlet. Mesuliyet kimde? Veya devrilince “Ama şu teker daha hatalıydı” dememin ne anlamı var? Tabii kültür-sanat içeriği üreten bir medya mensubu olarak kendime bakıyorum. Olmaması gerekeni söylüyorum, yerine ne koyabilirim diye bir arayışım da var. Diyelim ki, insanî olanı estetik ve yumuşak bir formda güncele taşıyıp, etkisini çoğaltmaya çalışarak yapabiliriz bunu. Yani alternatif üreterek. Buna da kararlılık, ciddiyet ve ahlak lazım. Sanatın insanileştiren damarına kriz anında ağrı kesici muamelesi yapmadan, gerçekten ihtiyacımızı fark ederek, uzun, sahici, tutarlı bir yola çıkmamız gerekiyor. Tabii şahsi olarak hazırım da, diğer paydaşlar ne durumda diye sormadan edemiyorum. Açıkçası zaman zaman yalnız hissettiğim doğrudur. ZEYNEP TÜRKOĞLU

Temel sorulardan biri şudur, bu ekrana taşıdığın şeyi ailenden biri yaşıyor olsaydı onu da yayınlar mıydın? Kem-küm etmekten başka cevabı yok bunun. “Kendi ailemden biri trafik kazası geçirse önce resmini çeker, sonra yardım çağırırım! Mesleğim bunu gerektirir!” safsatasına inanmıyorum. Ben önce insanım, sonra gazeteciyim kardeşim. İşimiz haber vermek. Ama bunun elbette ahlaki sınırı olmalı. Özel televizyonculuğun başladığı yıllardan 2000’li yılların ortasına kadar kan, kavga, gözyaşı, cinayet, kaza, intihar görüntülerini çıplak vaziyette yayınladık.

Oysa bizden önce bu işi yapan Batı televizyonları yayınlamıyordu. Bunun toplumdaki negatif yansıması biliniyordu. Biz bunu sonradan öğrendik. 2000’lerden itibaren de –henüz RTÜK sınır getirmemişken bile- bu çizgiye dikkat ettik. Bir yayıncı ve yönetici olarak bu ahlak çerçevesinde ajanstan aldığım görüntünün tamamını seyirciye seyrettiremem. Beni denetleyen bir RTÜK var ama aynı zamanda beni denetleyen toplumun ahlak kuralları da var. Müge Anlı’nın programı sadece kendi hassasiyetleri bakımından değil, RTÜK’ün getirdiği sınırla, birçok etik kurala dikkat edilerek yapılan bir program. Aksi durumun cezası var. Temelde kolaycılık gibi görünse de ortada bir mal ve onun da alıcısı varsa, devlete düşen bunu regule etmektir. Bu da yapılıyor. Ama benim tarzım değil. Televizyonun karşısına on ila yetmiş yaş aralığında herhangi biri oturabilir. Bildiğim şu; bunları ne kadar detaylı ve planlı anlatırsanız, birilerinin kafasında bir ışık yanmasına sebep olmuş olabilirsiniz. MURAT ÇİÇEK

Comments are closed.