logo

Gücün ve mutluluğun temeli sağlıktır.

Beyin sağlığı için neler yapılmalı? Prof. Dr. Derya Uludüz anlattı

Prof. Dr. Oytun Erbaş Uzun ve Sağlıklı Yaşamın Sırlarını Verdi! – Yeşim Salkım İle Şeffaf Masa

Gençken Sağlığının Kıymetini Bil | Dr. Ender Saraç

Beslenme ve Depresyon İlişkisi | Dr. Ümit Aktaş

Sağlıklı bir beyin

Ayak Ağrısı

Cinsel isteksizlik

ERKEKLERDE KISIRLIK BELİRTİLERİ, NEDENLERİ

Glutatyon Ne İşe Yarar? / Göğüs Ağrısı Neden Olur?

İşitme kaybı Alzheimer riskini artırıyor

Kahvenin faydaları ve zararları nelerdir?

Kış Hastalıkları Kapınızı Çalmadan / Kış hastalıkları ve korunma yolları

KOKU ALMA DUYUSU

Meslek Hastalıkları 

Nefes darlığı

Oksitosin nedir? Ne işe yarar? / Ozon Tedavisi

Ömrünüze bir 6 yıl eklemeye ne dersiniz?

Strese Bağlı Egzamanın Belirtileri / Stresle Alzheimer’ı çağırmayın!

Beyin her ne kadar bizim için gizemli organ olsa da kendine göre bir biyolojik ritmi olduğunu ve gün içinde buna göre hareket ettiğini biliyoruz.

Biyolojik ritminiz uyku ve yeme zamanınızı düzenlemenin yanında ofiste, okulda, evde ve spor salonunda ne kadar iyi performans gösterdiğinizden de sorumludur.

Beyin İçin Mükemmel Bir Gün Planı

Beynin biyolojik saatine göre gününüzü planlamak, gün içi performansınızı artırırken beyin sağlığınızı da dengede tutar. İşte size beyninizin istediği bir tam gün planı:

Sabah saatleri

  • Sabahları neden çok esnediğinizi merak ettiniz mi? Bu beyninize oksijen akışını arttırır, beyninizi ve kaslarınızı uyandırmanın harika bir yoludur. Sabahları koşuşturmaya başlamadan önce 10-15 dakika kadar vücudunuzu esnetin. Gerilin, ayakuçlarınızda yükselin, ayakta iken eğilerek ayak parmaklarınıza dokunmaya çalışın. Yavaş hareketlerle, mini bir yoga döngüsü yapmak beyninize oksijen akışını geliştirecektir. Ayrıca, bu anı olumlu ve pozitif düşünme için kullanın, negatif düşünce ve endişeleri zihninizden uzaklaştırarak rahatlamaya ve gülümsemeye çalışın. Beyninizi, pozitif düşüncelerle çalıştırmaya başladığınızda, gün içinde stresle baş etmesi kolaylaşacaktır.
  • Uyandığınızda, hala sersemliğiniz devam ediyorsa, sarıldığınız ilk şey kahve ya da çay olmamalı. Vücudunuz tüm gece boyunca susuz kaldığı için acilen nemlenmeye ihtiyacı var. Bu yüzden uyanır uyanmaz hücrelerinizin canlanması ve çalışmaya başlaması için yapacağınız ilk şey büyük bir bardak su içmek olmalı. Eğer uyandığınızda yorgunluğunuzu kafein içeren çay, kahve gibi bir içecekle maskelemeye çalışırsanız, kafein idrar söktürücü gibi davranarak vücudunuzdan daha fazla su çeker ve hücrelerinize ihtiyacı olan canlılığı veremezsiniz. Su içmeyi sevmiyorsanız, içine limon veya zerdeçal ekleyebilirsiniz. Zerdeçal içerisindeki kurkumin maddesi ile hafıza işlevini ve konsantrasyonu iyileştirebilir. Limon ise sindiriminizi kolaylaştırır, metabolizmanızı hızlandırarak kalorileri daha kolay yakmanızı sağlar ve dahası bağırsaklarınızdaki “iyi” bakterilerin gelişmesine ve besin emiliminin kolaylaşmasına izin verir.
  • Sabahları özellikle de aç karnına egzersiz yapmak, depolanmış yağları yakmanın en iyi yoludur. Ama asla unutmayın bu egzersiz yürüyüş gibi hafif egzersizler olmalı. Zira kortizolünüz yüksek ve vücudu zorlamamak gerekir. Egzersizle birlikte salgılanan endorfin hormonları stresi azaltmak ve iyi ruh halini arttırmak için harikadır.
  • Güne başlamak için vücudunuza gerekli enerjiyi sağlamanız gerekiyor. Bu yüzden harika bir beyin dostu kahvaltıdan yararlanmalısınız. Yumurta, menemen, az yağlı süt ürünleri, yoğurt, kuruyemişler, tam tahıllılar, sebze ve meyveler güne başlama yiyecekleriniz olmalı. Hamur işleri, beyaz ekmek ve şekerli tahıllardan kaçının; bunları yedikten sonra zihinsel ve fiziksel olarak yeniden yorgun ve uykulu hissedersiniz. Kahvaltınızı her gün aynı saatte yemek sirkadiyen ritminizi ve sindiriminizi düzenlemenize yardımcı olur, beyninizi en yüksek performans için hazırlar. Kahvaltınız protein ağırlıklı olmalı, bu sayede günün geri kalanında kendinizi daha tok hissedersiniz ve hızlı bir enerji düşüklüğü yaşamazsınız. Eğer kahvaltı hazırlamaya vakit bulamıyorsanız, o zaman bir kase yoğurda fındık, ceviz gibi kuruyemiş ve mevsime göre meyveler koyarak oldukça besleyici bir kahvaltıyla güne başlayabilirsiniz.
  • Yapmanız gereken en stresli, zor, korkutucu veya sinir bozucu işi sabah ilk olarak yapın. Beyninizin en aktif olduğu saatler sabah 09.00 ile 11.30 arasıdır. Yüksek kortizol hormonu nedeniyle sabahki dikkat seviyeniz ve stresle baş etme beceriniz daha yüksektir. Çünkü doğal olarak sabahları yükselen kortizol, beyinde savaş ya da kaç tepkisine neden olur ve kan basıncını düzenleyerek, kan şekeri seviyesini yükselterek stresli olduğunuzda paniğe kapılmamanızı, bununla ilgili bir şeyler yapacak düşünce netliği ve enerjinizi dengede tutar. Önemli toplantılarınızı, sınavlarınızı ve buluşmalarınızı sabah saatlerine ayarlayın. Mesela işe 9’da başlıyorsanız, halledeceğiniz ilk iş, günün en zor ve stresli işi olsun.

Öğlen ve sonrası

  • Öğle yemeğinde tüm vitaminleri alabileceğiniz, aynı zamanda iyi mineral ve antioksidan kaynağı olan zeytinyağlı bir gökkuşağı salatanız olsun. Marul, havuç, domates, koyu yeşillikler… Salata ile doyamam diyorsanız yanında ızgara tavuk, hindi, fasulye, mercimek veya tam tahıllı ekmek tüketin.
  • Öğle yemeklerinden sonra kan şekeriniz yükselir ve bu bazen rehavete yol açabilir. Yemekten sonra açık havada az bir hava almak ve yürümek bile, canlanmanıza ve yeniden odaklanmanıza yardımcı olabilir. Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, park gibi yeşil çevrelerde yarım saat geçirmenin hafızayı geliştirdiğini ve dikkat süresini yüzde 20 artırdığını gösterdi. İster öğle yemeğinizi evden paketleyip parka götürün, ister öğle yemeğinden sonra yürüyüşe çıkın ama muhakkak biraz yeşil doğa ve güneş ışığından faydalananın. Bu, dikkat ve bilişsel işlevlerinizi arttırmakla birlikte, ruh halinizi iyileştirip stres seviyelerinizi azaltacaktır.
  • Hemen hemen herkes öğle ve akşam yemeği arasında bir atıştırmalığa ihtiyaç duyar. Bu yüzden çantanızda veya çekmecenizde sağlıklı atıştırmalıklar bulundurun. Meyve, yoğurt, kuruyemiş, çok ufak miktar bitter çikolata, kuruyemiş beyninizi aktif tutacak atıştırmalıklardır.
  • Sabahları odak noktanız en güçlü haldeyken, 12:00-16:00 arasında dikkatinizin dağılmasına daha yatkınsınız ancak bu, toplanıp eve gitmeniz gerektiği anlamına gelmez. Bir araştırma, bu saatlerde daha yaratıcı fikirler üretilebildiğini keşfetti. Bu yüzden, karar almaları sabaha bırakın ama fikir bulmayı öğleden sonraya. Verimli beyin fırtınaları toplantılarını bu saatlerde gerçekleştirebilirsiniz.
  • İşten ayrıldığınızda, işi gerçekten geride bırakın. İşten eve dönerken yol boyunca otobüs durağı, market gibi bir nokta belirleyin ve buradan geçtiğinizde artık işi düşünmeyeceğinize karar verin.

Akşam yemeğinde

  • Son öğününüzle yatma vaktiniz arasında birkaç saat bırakmak sizi sadece dinlendirici bir uykuya hazırlamakla kalmaz, kanserler için de riskinizi azaltabilir. International Journal of Cancer’da yayınlanan bir araştırma, gece geç saatlerde yenilen yemeklerin vücutta iltihaplanmaya neden olabildiğini, bunun da prostat ve meme kanserleriyle bağlantılı olabileceğini, yemek ve uyku arasında en az üç saat bırakmanın hastalık riskini azaltabileceğini söylüyor. Bu yüzden akşam yemeğini 19.00’dan geçe bırakmayın.
  • Araştırmalar, yemeğine çorba ile başlayan insanların genel olarak daha az yemek yediğini gösteriyor. Az yağlı et sulu, sebzeli bir çorba harikadır. Bunun yanında balık ve zeytinyağlılar gibi omega-3 bakımından zengin bir akşam yemeği hazırlayın. Beyni koruyan en önemli faktörlerden biri düzenli sosyal etkileşim. Sosyal ilişkilerine bağlı bir yaşam tarzı, Demans riskini azaltır.
  • Televizyon izlemeyi, akıllı telefonlarınızda vakit öldürmeyi bırakın. Mavi ekranlar, uyku kalitenizi bozar ve beyninizi stresle yükler. Ancak, teknolojiden uzak bir akşam geçirip entelektüel faaliyetler için harcadığınız her saatte yüzde 16 ve sosyalleşme için harcadığınız her saatte yüzde 18 oranında Alzheimer riskinizi azaltırsınız. Mesela, bu zamanı yeni bir hobi edinmek, sevdiğiniz bir dili öğrenmek gibi durumlar için kullanın. Yatmadan hemen önce öğrenilen bilgiler daha uzun süre saklanıyor, çünkü bu bilgiler, uyurken beyninizde pekiştirilir.
  • Her gece 7-8 saat uyumayı hedefleyin; yetersiz uyku, kilo alımı, diyabet ve yüksek tansiyonun yanı sıra ertesi gün daha yorgun, huysuz ve iştahlı olmanıza neden olur. Yatmadan kısa bir süre önce bir bardak daha su için, rahatlamak için ılık bir banyo yapabilir veya yatakta kitap okuyarak sakinleşebilirsiniz. Yatak odanızdaki sıcaklık en fazla 23° C olmalıdır. Odanızı olabildiğince karanlık yapmalısınız. Vücudu tamir eden derin gece uykusundan faydalanmak için en iyi yatağa gitme saati gece 10.30’dur.

Sağlıklı bir beyin

Beynimiz öğrenmeyi, sevmeyi ve davranışları yöneten organımızdır. Beyin gerektiği gibi çalışıyorsa tüm vücut da gerektiği gibi çalışıyor demektir aynı şekilde eğer beyinde bir problem varsa bu durum çok kısa bir sürede vücudunuza da yansıyacaktır. Beyniniz toplam vücut ağırlığınızın yalnızca %2’sini kapsadığı halde vücudunuza giren besinlerin en az %20’sini harcar. Aldığınız oksijenin %25’sini kullanır ve vücudunuzdaki kan akışının %25’i beyinden geçer. Bu kadar küçük bir organın böylesine aktif çalışmasını ve hemen her ürünü yüksek miktarlarda tüketmesini sağlayan içerisinde bulunan yaklaşık 100 milyar sinir hücresi ve aralarında oluşturdukları bağlantılardır. Bu kadar yüksek enerji ve kapasite ile çalışan beynimiz maalesef gün boyu yaşadığımız ortamdan gelen radyasyon, elektromanyetik dalgalar, hava kirliliği, zararlı kimyasallar yanı sıra besinlerden gelen toksinlere maruz kalır. Bu zararlı madde ve toksinlerin vücudumuza girdiğinde atılması gerekir. Aksi halde ciddi hastalıklara neden olurlar. Karaciğer, beyin ve lenf bezlerimiz vücudun tamamen temizlenmesinde temel rolü oynar. Ancak günümüzde her yer zararlı maddelerle dolu ve vücudumuz bunlardan kurtulmak için yorgun düşüyor ve zamanla hastalıklar başlıyor.

Unutkanlık, halsizlik, yorgunluk, tükenmişlik hali, baş ağrıları, tüm vücut ağrıları, konsantre olamama, isteksizlik mutsuzluk kaçınılmaz olur. Vücudumuzda zararlı maddeler iltihap süreçlerini başlatır ve organlara damarlara zarar vermeye başlar. Aslında tüm problem iltihap dediğimiz vücutta inflamasyon ortaya çıkması ve aşırı çalışıp enerjisi tükenen yakıt depolarımız mitokondrilerimizin çalışamaz hale gelmesidir.

Beynimiz; kimi zaman kalbimiz, böbreklerimiz, akciğerlerimiz ve karaciğerimizden daha hızlı yaşlanabilir. Uzmanlar bunu bilişsel rezerv teorisine dayandırmaktadır. Bilişsel rezerv, hayatımız boyunca yediğimiz sağlıklı yiyecekler, okuduğumuz kitaplar, edindiğimiz beceriler, yaptığımız fiziksel egzersizler gibi aktivitelerin toplamıdır ve gelecekte bizi beyin hastalıklarından korur. Rezervimiz ne kadar zenginse hafızamız ve beyin performansımız o kadar sağlıklı olur. “Beyni genç tutmanın formülü sağlıklı yaşamda gizli” ancak bu hayati organı erken yaşlandıran nedenleri sıralayalım.

Yanlış alışkanlıklar

Karbonhidrat, şeker, yağ ve hazır gıdalardan zengin, B1, B6, B12, D, folik asit gibi vitaminler veya demirden eksik beslenmek, egzersiz yapmamak, alkol-sigara kullanmak gibi hatalı alışkanlıklar beyinde zamanla hasara yol açıp erken yaşlanmasına neden olur.

Kronik hastalıklar

Kolesterol yüksekliği, kalp ritim ve kapak bozuklukları, yüksek kan basıncı (hipertansiyon) ve diyabet beyni yoran önemli hastalıklar arasında yer alır. İyi kontrol edilemeyen şeker ve kan basıncı düzeyleri, kalp ritmini etkileyen durumlar ve damar sertliğine (ateroskleroz) neden olabilen kolesterol yükseklikleri, beynin kanlanmasını bozarak yavaş veya ani gelişen beyin hasarına yol açabilir.

Obezite

Araştırmacılar, obez kişilerin beyninin anatomik olarak 10 yıl daha yaşlı göründüğünü buldu. Ayrıca, aşırı kilolularda normal kilolulara göre beyin dejenerasyonu çok daha fazladır. Bu da beyin dokusu kaybı, beynin işlevlerini görememesine neden olur.

Stres

Beyne stresten daha fazla zarar veren başka bir faktör yoktur. Stres bütün beyin işlevlerinde körelmeye neden olur ve beyni küçültür. Aynı zamanda kan beyin bariyerini aşındırarak, beyni enfeksiyonlara karşı savunmasız bırakır.

Uykusuzluk

Bilimsel araştırmalara göre uykusuzluk da beyni yaşlandıran en önemli etkenlerden biridir. Uyku, beyindeki hücreler arasında yeni bağlantılar kurulması, beynin kendini tamir etmesi, vücuttaki kronik stres cevabının frenlenmesi, öğrenilen bilgilerin kalıcı olarak depolanması için şart.

COVID-19

Araştırmalara göre Covid-19 enfeksiyonu düzeldikten aylar sonra dahi devam edebilen dikkat, bellek ve odaklanma bozukluğu tarzında bir çeşit ‘zihin bulanıklığı’na yol açmaktadır. Bu durum Covid-19’un beyni yaşlandırabileceği anlamına gelebilir. Dolayısıyla pandemi tedbirlerine dikkat etmek beyin sağlığı için de çok önemlidir.

Beyninizdeki bilgi akışı öyle hızlıdır ki bir araba ile kıyaslayacak olsak saatte 268 km hızla giden bir arabadan çok da bir farkı yoktur. Bu sebeple eğer beyin sağlığınızla ilgilenmez es geçerseniz beyniniz tam kapasite çalışamamaya ve günde ortalama 85.000 beyin hücresi kaybetmeye başlar. Bu da beyninizin gerekenden çok daha hızlı yaşlanması ve fonksiyon kaybetmesi anlamına gelir. BEYİNDER olarak beyin sağlığına ilişkin çok yönlü amaçlar doğrultusunda aktiviteler gerçekleştiriyoruz. Bir taraftan beynimizi hastalıklardan ve zarar verici durumlardan korumak yönünde bilgilendirme ve bilinç oluşturmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan beynimizi en yüksek “sağlıklılık” durumunda tutabilmekle ilgili konuları gündeme getirmeye çalışıyoruz. İşte yine bu yıl da Dünya Beyin gününde beyin sağlığınızla ilgili kötü giden döngüyü tersine çevirmek ve yaşlanma sürecini yavaşlatarak beyin sağlığımı en üst düzeyde tutabilmek için yapmamız gerekenleri sıraladık.

  1. Beyninizi sevin

Muhtemelen hiç birimiz gün içerisinde beynimiz ile ilgili bir şey düşünmüyoruz, bunun sebebi çok açık çünkü onu gözümüz ile göremiyoruz… Mesela kilo almaya başladığımızı aynaya baktığımızda anlayabiliyorken veya yüzümüzde kırışıklıkları gözle görebiliyor ve hemen bir çözüm arayabiliyorken konu beynimize geldiğinde sorunu gözle göremediğimizden fark etmemiz çok daha uzun zaman alabiliyor. İşte bu noktada beynimizle daha fazla alakadar olmak hatta bir anlamda onu sevmek ve özen göstermek kurtarıcı nitelikte olacaktır.

  1. Beyin depolarınızı güçlendirin

Hiç çevrenizdeki insanların aynı olaylara farklı tepkiler verdiklerini fark ettiniz mi? Mesela bir arkadaşınız ebeveynlerinden birini kaybettiğinde depresyona girip evden aylarca çıkamıyorken bir diğeri ne kadar üzülse de hayatına hızlıca devam edebiliyor. Ya da çok küçük bir kafa yaralanması bazı insanların hafızasını etkilerken bazılarının üzerinde hiçbir etki bırakmayabiliyor. Örneğin bazı insanlar işten çıkarılmak, boşanmak gibi olaylar yaşadığında yıkılırken kimisi hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyor. Bunun nedenini durup düşündüğümüzde dışarıdan bakarak bir cevap veremeyebiliriz.

Beyini incelendiğimizde beyin rezervleri kavramı karşımıza çıkıyor. Beyin rezervleri beynimizin karşımıza çıkan beklenmedik stres yüklü olaylarla başa çıkabilmek için güç aldığı yerdir. Bu sebeple beyin rezervlerimiz ne kadar güçlü ise karşımıza çıkan sorunlara karşı biz de o kadar güçlüyüz diyebiliyoruz. Aynı mantıkla beyin rezervlerimiz ne kadar güçsüzse biz de hayata karşı o kadar savunmasızız demektir.

Beyin rezervleri aslında birçok farklı şeyden etkilenebiliyor, örneğin 10 yaşında yataktan düşüp başınızı çarptıysanız veya ebeveynlerin baskısı ile sürekli stres altında yetiştirildiyseniz ya da genç yaşta çok fazla alkol tükettiyseniz beyin rezervleriniz günden güne azalır. Tam tersine herhangi bir kafa travması yaşamadıysanız, ilgili ve sevgi dolu ebeveynler tarafından yetiştirildiyseniz, sağlıklı beslendiyseniz ve alkol kullanımınızı kısıtladıysanız beyin rezervleriniz günden güne artacaktır.

Burada en önemli nokta beyin rezervlerinizi güçlendirmek için hiçbir zaman geç kalmış sayılmayışınız. Kaç yaşında olursanız olun, beyin rezervlerinizi güçlendirmek için harekete geçebilirsiniz.

  1. Beyninizi koruyun

Beynimiz oldukça yumuşak bir yapıya sahipken kafatasımız bir o kadar sert yapıdadır. Beyin sarsıntıları ve hatta en ufak kafa travmaları bile hayatınızı mahvedebilir. Bu nedenle beyninizi darbelere karşı korumak adına elinizden geleni yapmalısınız, emniyet kemerinizi mutlaka takmalı ve mümkün olduğunca temas sporlarından uzak durarak spor yaparken gerekli tüm önlemleri almalısınız.

  1. Beyninizi zehirlemeyin

Vücudunuza toksin yüklü ürünleri almaktan kaçının. Bu ürünler beyninizde toksin birikmesine sebep olabilir. Sigara ve alkol gibi beyinde uyuşturucu etki oluşturan ürünleri tüketmekten kaçının. Aşırı kafein tüketimi, kimyasal içerikli temizlik ürünlerinin kullanımı, kimyasal içerikli kişisel bakım ürünlerinin kullanımı ve aşırı ilaç tüketimi gibi çeşitli durumlar da beyinde toksin birikimine sebep olabilir.

  1. Hafızanızı koruyun

Genç yaşta oluşan hafıza problemlerini ciddiye almak önemli, bunu yaşlanmanın bir evresi olarak değerlendirmek büyük bir hata olacaktır. Hafızanızı olabilecek en yüksek kapasitede ve güçte tutmak hayati önem taşıyor. Hafızanızı güçlü tutmak için yapabileceğiniz en önemli şeylerden biri egzersiz çünkü fiziksel aktivite kan akışınızı hızlandırır ve bu durum Alzheimer, demans gibi hafıza problemleri olan insanların tetkiklerinde bakılan ilk şeydir. Eğer unutkanlık problemleriniz varsa ve tetkiklerde düşük kan akışı görülüyorsa bu Alzheimer’ın habercisi olabilir. Hafızanızı korumak için ayrıca bazı destek vitaminlerinden de faydalanabilirsiniz, hangi vitamini nasıl kullanacağınızı mutlaka bir doktora danışmalısınız.

  1. İyi uyuyun

Son dönemde uykusuzluk rahatsızlığı giderek yayılan ve çözümü de giderek zorlaşan bir hastalık haline gelmeye başladı. Uykusuzluk günlük yaşantıda hafıza problemlerine, ruh hali bozukluklarına ve konsantrasyon güçlüğüne sebep olabiliyor. Aslında uykusuzluğu yenmenin en doğru ve doğal yolu asıl sebebi tespit etmekten geçiyor diyebiliriz. Mesela eğer gün içerisinde aldığınız fazla miktarlardaki kafein uykusuzluğunuza sebep oluyorsa bunu tespit ettiğinizde çözüm çok kolay olacaktır. Ayrıca ilaç kullanmak yerine melatonin ve magnezyum gibi destek vitaminleri almak da uykusuzluğunuzu giderebilir.

  1. Sağlıklı beslenin

Beynimizin yakıtı vücudumuza aldığımız besinlerdir. İşte tam da bu sebeple sağlıklı beslenmek sağlıklı bir beyin ile eşleştiriliyor. Ne yiyeceğinize dikkat ederek ve basit karbonhidratlardan mümkün olduğunca uzak durarak oluşturacağınız bir beslenme düzeni sağlıklı bir beyine kavuşmak için atacağınız en önemli adımlardan biri olacaktır. Bol protein, düşük glisemik indeksli besinler, yüksek lif içerikli karbonhidratlar, sebze, meyve ve sağlıklı yağlarca zengin bir yeme düzeni oluşturmak ve tuz ve şekerden uzak durmak en doğru tercih olacaktır.

  1. Egzersiz yapın

Egzersiz, kan akışını düzenlediğinden ve hücrelerin sürekli olarak yenilenmesini sağladığından gençlik kaynağı olarak düşünülebilir. Bu kan akışı aynı zamanda öğrenme yeteneğini ve hafızayı güçlendirir ve yeni beyin hücrelerinin oluşumunu hızlandırır. Yapılan araştırmalar, egzersiz yapmanın ruh halini iyileştirdiğini, anksiyete ataklarını önlediğini ve hafıza rezervlerini güçlendirdiğini gösteriyor. Haftada 5 kez ve 35-40 dk süren egzersizler bahsettiğimiz bütün bu olumlu etkilerin oluşması için yeterli olacaktır. En basit ve en etkili egzersizlerden biri ise tempolu yürüyüştür diyebiliriz.

  1. Beyin jimnastiği yapın

Konu beyin sağlığımız olunca beyin jimnastiği de en az fiziksel egzersiz kadar gerekli ve önemlidir. Yeni bir şeyler öğrendiğinizde beyniniz de yeni hücrelerin oluşumunu sağlar ve oluşan bu hücreler diğer hücreler ile bağlantı kurarak beyninizin bir parçası haline gelirler. Bu etkiyi sağlayabilmek için denenebilecek en etkili şeylerden biri yeni bir dans türü öğrenmek olacaktır çünkü içerisinde hem öğrenme yeteneğini, hem koordinasyonu, hem müziği, hem de fiziksel egzersizi barındıran bir beyin jimnastiği olmuş olacaktır. Dans haricinde, bulmaca çözmek, bir enstrüman çalmayı öğrenmek veya yeni bir dil öğrenmeye çalışmak da etkili beyin jimnastiği yöntemlerindendir. Burada anahtar beynimizde egzersiz etkisi oluşturacak devamlı bir uğraş bulmak olacaktır.

  1. Hayatınızdaki güzel şeylere odaklanın

Yapılan bir çalışmada katılımcıların iki ayrı beyin tomogrofisi çekilmiş, ilkinde katılımcılara sevdiği şeyleri düşünmeleri, odaklanmaları söylenmiş, ikincide ise tam tersi nefret ettiği şeyleri düşünüp odaklanmaları söylenmiş. Sonuçlar geldiğinde İki tomografinin birbirinden inanılmaz derecede farklı olduğu görülmüş. Pozitif güzel şeylere odaklandıklarında hastaların sonuçlarında herhangi bir problem görülmüyorken negatif şeylere odaklandıklarında beynin yaratıcılık, öğrenme ve hayal etme gibi bölgelerde sıkıntılar gözlenmiş. Bu durum bizlere olumlu düşüncelerin beynimize ve devamında tüm vücudumuza iyi geldiğini gösteriyor. Buna örnek olarak meditasyon ve yogayı söyleyebiliriz.

  1. İnsanları sevin

Ailenizle ve arkadaşlarınızla vakit geçirmeniz sandığınızdan çok daha fazla etkili bir sosyal aktivite. Sosyal aktivite insanın olmazsa olmazlarından fakat bu durum bazı insanlarda ters etki oluşturabiliyor mesela sevmediğiniz, hoşlanmadığınız birinin yanında bulunmak onunla vakit geçirmek stres olmanıza sebep olabilir. Öncelikle hayatınıza pozitif bakmayı öğrenmeniz ve etrafınızdaki tüm negatif insanlardan uzaklaşmaya gayret edin. Çünkü çevrenizdeki insanlar sadece var olmaları ile bile size huzur değil stres veriyorsa bir yerlerde yanlış bir şeyler var demektir. Eğer bu negatif insanlardan uzaklaşırsanız gelişiminize katkı sağlayan, sizi seven, destekleyen ve size huzur veren insanlara odaklanabilir ve mutlu olabilirsiniz. Eğer çevrenizdeki insanların hayatınıza nasıl neşe kattığına, sizi nasıl mutlu ettiklerine ve sizin onlarla beraber olmaktan nasıl keyif aldığınıza odaklanır ve tüm dikkatinizi verirseniz oluşacak bu pozitif etkinin beyninizi nasıl etkilediğini ve nasıl gelişmeler kaydettiğinizi göreceksiniz.

Prof. Dr. Derya Uludüz

Boğaz Ağrısı Neden Olur? Boğaz Ağrısı Nasıl Geçer?

Boğaz ağrısı, boğaz mukozasında tahrişe bağlı olarak gelişen ve özellikle yutkunurken ağrı şeklinde kendini gösteren tıbbi bir durumdur. Boğazda kaşıntı hissi ile karakterize boğaz ağrısının en yaygın nedeni grip ve nezle gibi enfeksiyonlardır. Bakterilerin neden olduğu soğuk algınlıklarının tedavisinde antibiyotik kullanılırken virüslerin neden olduğu boğaz ağrısı genellikle kendiliğinden geçer.

Boğaz Ağrısı Neden Olur?

Boğaz ağrısına genellikle soğuk algınlığı, grip, kızamık ve suçiçeği gibi virüs kaynaklı enfeksiyonlar neden olur. Virüs kaynaklı enfeksiyonların belirtisi olan boğaz ağrısı herhangi bir tedaviye ihtiyaç duymaksızın kendi kendine geçebilir.2 Boğaz ağrısı nedenleri arasında aşağıdakiler de yer alır:

Soğuk Algınlığı, Grip ve Diğer Viral Enfeksiyonlar

Boğaz ağrısına genellikle nezle, grip, covid-19, tükürük yoluyla bulaşan mononükleoz, kızamık, suçiçeği, kabakulak gibi virüs kaynaklı enfeksiyonlar neden olur. Boyundaki tükürük bezlerinin şişmesi ile karakterize kabakulak hastalığında kulak ve boğaz ağrısı birlikte seyreder.

Bakteriyel Enfeksiyonlar

Bakteri kaynaklı ve özellikle A grubu streptococcus bakterinin neden olduğu bademcik enfeksiyonları, geniz akıntısı oluşturarak tek taraflı boğaz ağrısı meydana getirebilir. Çocuklarda boğaz ağrısı vakalarının neredeyse %20-30’u streptococcus bakterisinden kaynaklanır. Buna ek olarak bel soğukluğu ve klamidya gibi cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar da boğaz ağrısına yol açabilir.

Alerjiler

Bağışıklık sistemi; polen, çimen ve evcil hayvan tüyü gibi yabancı maddelere aşırı tepki verebilir ve salgıladığı özel kimyasallar burun tıkanıklığı, gözlerde sulanma, hapşırma ve boğaz tahrişi gibi semptomlara neden olabilir. Yabancı maddelerin vücuttan uzaklaştırılması için burun mukozasından aşırı mukus salgılanır ve mukus boğazın arka kısmına damlayabilir. Geniz akıntısı denilen bu durum boğazı tahriş ederek boğaz ağrısına yol açabilir.

Kuru Hava

Kuru hava, ağız içindeki ve boğazdaki nemi emerek ağızda ve boğazda kuruluk ile kaşıntı hissine neden olabilir. Isıtıcının çalıştığı kış aylarında boğazdaki nemin azalması boğazı tahriş ederek boğaz ağrısına yol açabilir.2

Duman, Kimyasallar ve Diğer Tahriş Edici Maddeler

Tütün dumanı, kirli hava, temizlik ürünlerindeki kimyasallar, oda spreyleri ve parfümdeki bileşenler gibi çevredeki pek çok kimyasal boğaz mukozasını tahriş ederek boğaz ağrısı ve öksürük gibi semptomlara neden olabilir.

Yaralanma

Boğaza yiyecek sıkışması, ses tellerinin aşırı kullanılması gibi bazı durumlara boğaz kaslarını zorlar ve boğazda ağrıya neden olabilir. Uzun süre bağırdığınızda, yüksek sesle konuştuğunuzda ya da uzun süre şarkı söylediğinizde boğaz ağrısı yaşama olasılığı artabilir.

Gastroözofageal Reflü Hastalığı (GERD)

Besinler mideye alındıktan sonra yemek borusu ile mide arasında yer alan kapakçık kapanır ve midedeki asitli ortam ile yemek borusu arasında bariyer oluşur. Bazı durumlarda mide ile yemek borusunu ayıran kapakçık da yaşanan problem nedeniyle mide asidi yemek borusuna kaçabilir. Asit, yemek borusunu ve boğaz mukozasını tahriş ederek sabahları boğaz ağrısı ve mide ekşimesi gibi semptomlara neden olabilir.

Tümör

Boğaz, ses telleri ya da dildeki bir tümör nadir görülse de boğaz ağrısına neden olabilir. Tümör nedeniyle gelişen boğaz ağrısı uzun sürer.2

Boğaz Ağrısı Belirtileri Nelerdir?

Boğaz ağrısı belirtileri ağrının nedenine göre farklılık gösterir. Buna göre boğazda ağrı belirtileri aşağıdakileri kapsayabilir:

  • Boğazda cızırtılı bir his,
  • Yutma ve konuşma güçlüğü,
  • Boyun veya çene bölgesinde yer alan lenf düğümlerinde şişme veya ağrı,
  • Bademciklerde şişme ve kızarıklık,
  • Ses kısılması ya da boğuk ses,
  • Ateş,
  • Burun akıntısı,
  • Hapşırma,
  • Öksürme.

Boğaz ağrısı her yaş grubunda görülse de özellikle 5-15 yaş arası çocuklar arasında daha yaygındır. Çocuklarda yukarıdaki belirtilere ek olarak aşağıdaki belirtiler gözlenebilir;

  • İştah azalması,
  • Sinirlilik,
  • Bademciklerde iltihaplanma,
  • Ağız içinde küçük kırmızı lekeler,
  • Baş ağrısı,
  • Mide bulantısı ve kusma,
  • Karın ağrısı.

Boğaz Ağrısı Nasıl Geçer?

Boğaz ağrısı, yaşam kalitesini olumsuz etkileyen ve altında ciddi bir sağlık sorunun olabileceği önemli bir durumdur. Peki, şiddetli boğaz ağrısı nasıl geçer? Boğaz ağrısının tedavisi ağrıya neden olan faktöre bağlıdır. “Boğaz ağrısına ne iyi gelir?” sorusunun cevabı için aşağıdaki önerileri dikkate alabilirsiniz:

Soğuk Algınlığı Tedavisi Uygulanabilir

Soğuk algınlığı nedeniyle boğazda ağrı söz konusu ise doktorunuz semptomların hafifletebilmek için reçetesiz ilaçlar önerebilir. Beslenmenize dikkat etmeniz ve diyetinize soğuk algınlığına iyi gelen yemekler boğaz ağrısının hafiflemesine yardımcı olabilir. Bakteri kaynaklı bir enfeksiyon söz konusu ise doktorunuz antibiyotik ilaçlar kullanmanızı önerebilir.

Alerji Önleyici İlaçlar Önerilebilir

Boğaz ağrısının kaynağı alerjiden kaynaklanan geniz akıntısı ise doktorunuz alerjen maddenin etkisini ortadan kaldıran antihistaminik ilaçlar kullanmanızı önerebilir.

Reflü Önleyici İlaçlar Verilebilir

Boğaz ağrısının nedeni reflü ise doktorunuz mide yanması ve boğaz ağrısına neden olan mide asidini azaltıcı antiasit ilaçlar önerebilir. Ayrıca yatmadan önce yemek yemekten kaçınmak gibi diyet önerilerinde bulunabilir.

Boğaz Ağrısının Hafifleten İlaçlar Kullanılabilir

Genellikle soğuk algınlığına bağlı boğaz ağrısı kendiliğinden birkaç günde geçer ancak boğaz ağrısını hafifletmek için doktorunuz uyuşturucu bir antiseptik ya da mentol, okaliptüs gibi boğazı nemlendiren ve soğutan boğaz spreyleri önerebilir. Ayrıca boğaz pastilleri, öksürük şurubu ve sıcak bitki çayları içmenizi önerebilir.

Ev Tedavileri Uygulanabilir

Boğaz ağrısını hafifletmek ve tahriş olan boğaz mukozasını yumuşatmak için bol su tüketilmesi önerilir. Ilık tuzlu su ile gargara yapmak ve sıcak bitki çayları tüketmek boğaz ağrısını hafifletebilir.

Boğaz Ağrısı Ne Kadar Sürede Geçer?

Boğaz ağrısı kaç günde geçer sorusunun cevabı ağrıya neden olan faktöre göre değişir. Yalnızca birkaç gün süren akut boğaz ağrıları olabildiği gibi altta yatan neden çözülene kadar geçmeyen boğaz ağrısı da yaşanabilir. Virüs kaynaklı boğaz ağrısı genellikle 3-10 gün içinde kendiliğinden geçer. Ancak bakteri ya da alerjiden kaynaklanan boğaz ağrılarının geçme süresi daha uzun olabilir. Buna ek olarak boğaz ağrısı tedavisi için kullanılan ilaçlar ve ev tedavileri de kaşınma ve yutma güçlüğü gibi semptomların hafiflemesini sağlayabilir, boğaz ağrısının daha kısa sürede geçmesine yardımcı olabilir.

Tükürük ile bulaşan virüs kaynaklı bir hastalık olan mononükleoz hastalığında boğaz ağrısının geçme süresi bir ayı bulabilir. Bakteriyel enfeksiyonların neden olduğu boğaz ağrısının tedavisi için antibiyotikler kullanılır. Antibiyotikler boğaz ağrısını bir iki günde geçirebilir. Ancak boğaz ağrısı geçse bile doktorun önerdiği süre boyunca antibiyotiklerin kullanımına devam etmek gerekir.

Cerrahi bir işlem sırasında entübasyon yapıldıysa kişide boğaz ağrısı gelişebilir. Entübasyon, ağızdan boğaz yoluyla takılan bir tüptür. Hastanın nefes almadığı durumlarda ventilatörle nefes almasını sağlar. Ameliyat sonrası yaşanan boğaz ağrısı genellikle birkaç gün içinde geçer. Ancak cerrahi işlemi takip eden bir hafta içinde boğaz ağrısı geçmez ise mutlaka doktora bildirmelisiniz.

Boğaz Ağrısını Olmamak İçin Dikkat Edilmesi Gerekenler Nelerdir?

Boğaz ağrısını önlemek her zaman mümkün olmayabilir. Ancak boğaz ağrısı yaşamamak için aşağıdaki önlemleri almak iyi bir fikir olabilir:

  • Boğaz ağrısına neden olan en önemli faktör virüs ve bakterilerdir. Virüs ve bakterileri vücudunuzdan uzak tutmak için kişisel hijyene dikkat etmeniz önemlidir. Ellerinizi yemekten önce; tuvalete girdikten, kirli yüzeylere dokunduktan ve hapşırdıktan ya da öksürdükten sonra yıkamaya dikkat edebilirsiniz.
  • Solunum yolu enfeksiyonu, boğaz ağrısı ve soğuk algınlığı olan kişilerle yakın temastan kaçınmalısınız.
  • Sigara içiyorsanız bırakın ve tütün ya da kimyasal dumanından uzak durmalısınız.

Boğaz Ağrısı En Çok Kimlerde Görülür?

Hemen herkes hayatında en az bir kez boğaz ağrısı ile karşı karşıya kalır. Ancak bazı kişiler boğaz ağrısı yaşama olasılığı daha yüksektir. Boğaz ağrısına yakalanma riski yüksek kiler şöyledir:

  • Çocukların bağışıklık sistemi henüz tam olarak gelişmediği için boğaz ağrısına neden olan patojen mikroorganizmalara karşı daha savunmasızdır.
  • Alerjik bünyeye sahip olan kişilerde boğaz ağrısı riski daha yüksektir.
  • Sigara içen ve sigara dumanına maruz kalan kişiler ile hava kirliliğinin yüksek olduğu bölgelerde yaşayanlarda boğaz ağrısı daha sık yaşanır.
  • Kişisel hijyene dikkat etmeyen kişilerin enfeksiyonlara yakalanma ve boğaz ağrısı yaşama riski daha yüksektir.
  • Okul, kreş gibi enfeksiyonlara yakalanma riskinin yüksek olduğu yerlerde boğaz ağrısına yakalanma riski artabilir.
  • Yüksek sesle konuşan, bağıran ya da uzun süre şarkı söyleyen kişilerin ses telleri gerilebilir ve boğaz ağrısı yaşama riski artabilir.2

Geçmeyen Boğaz Ağrısı Durumunda Hangi Bölüme Gidilmelidir?

Boğaz ağrısı birkaç gün içinde geçebilir. Ancak boğaz ağrısı 10 günden fazla sürerse ve yutkunma sırasında şiddetli ağrı, nefes almada zorluk ve cilt döküntüleri yaşanıyorsa hemen acil tıbbi müdahale gerekebilir. Sürekli boğaz ağrısı durumunda kulak burun boğaz doktoruna gidilebilir.

Boğaz Ağrısının Bitkisel Tedavisi Var mıdır?

Boğaz mukozasındaki tahrişten kaynaklanan boğaz ağrısı oldukça rahatsız edici olabilir. Tahriş boğazda şişmeye, yutkunma bozukluğuna ve şiddetli ağrıya yol açabilir. Boğaz ağrısı doğal çözüm için eski çağlardan beri bitkisel ürünler kullanılır. Bitkisel ürünlerin içerisindeki bazı bileşenler boğaz mukozasını kaplayarak tahrişi önleyebilir ve boğaz ağrısının hafiflemesine yardımcı olabilir. Aynı zamanda içerdikleri bazı bileşenlerin iltihap önleyici özelliği bulunur. “Boğaz ağrısı için ne iyi gelir?” sorusuna cevap olabilecek bitkisel çözümler aşağıdakileri kapsayabilir:

  • Hatmi bitkisi,
  • Adaçayı-ekinezya,
  • Elma sirkesi,
  • Bal,
  • Meyan kökü,
  • Limon suyu,
  • Zencefil,
  • Hindistan cevizi yağı,
  • Zerdeçal.

Yutkunurken Boğaz Ağrısı Neden Olur?

Yutkunurken boğaz ağrısı yaşamanın ana nedeni boğaz mukozasında meydana gelen tahrişten kaynaklanır. Boğaz mukozası bakteri ya da virüs kaynaklı enfeksiyonlar, sigara içme, alerjik reaksiyonlar, zorlanma, tümör ya da reflü gibi nedenlerden dolayı tahriş olabilir. Tahriş olan bölge de kuruluk ile kaşıntı ve yanma hissi meydana gelebilir. Tahriş olan boğaz mukozasında iltihaplanma gözlenebilir ve iltihap boğazın şişmesine neden olabilir. Ayrıca boğazdaki bu tahriş boğaz ağrısına yol açabilir. Boğaz ağrısı yutkunamama sorunu yaratabilir. Yutkunurken boğazda kaşıntı hissi ve yutma güçlüğü hafif olabileceği gibi nefes almada zorluk, balgam ya da tükürükte kan gibi ciddi semptomlarla birlikte de seyredebilir. Böyle bir durumda vakit kaybetmeden tıbbi yardım almak için en yakın sağlık kuruluşuna başvurmanız önemlidir.

Not: Bu metin tüketicileri konu özelinde objektif bir şekilde bilgilendirme amaçlı yazılmıştır.

UMKAIMUN

Uyuşma Sebepleri ve Çözümleri

Uykusuz gecelerin ardından yorgun bir bedenle uyanmak, belli bölgelerde hissedilen uyuşma ve karıncalanmalar… Kimi zaman öylesine hafif bir rahatsızlık gibi görünen bu durum aslında yaşam kalitesini düşüren önemli sağlık sorunlarına davetiye çıkarabilir. Peki vücudumuzdaki bu sinsi belirtiler ne gibi sebeplere bağlı olabilir? Yaygın şikayetlerden biri olan el uyuşma sebepleri nelerdir? Beyinde uyuşma sebepleri ve bu hissiyattan kurtulmak için neler yapılabilir? İşte sizlere sağlıklı bir yaşamın kapılarını aralayacak çözüm önerileri:

Uyuşma Nedenleri Nelerdir?

Bedende uyuşma genellikle sinir sistemi ile ilgili problemlerden kaynaklanan yaygın bir semptomdur. Uyuşma hissi çeşitli nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenler aşağıdaki gibidir:

  • İlaç yan etkileri: Bazı ilaçların kullanımı sonucu özellikle kemoterapi ilaçları ve antikonvülzanlar gibi bedende uyuşma hissedilebilir.
  • Karpal tünel sendromu: El bileğinden geçen median sinirin basınç altında kalması sonucu ellerde ve parmaklarda uyuşma meydana gelir.
  • Kompresyon nöropatisi: Uzun süre aynı pozisyonda kalmak veya dar giysiler giymek gibi nedenlerle sinirlerin sıkışması sonucu bedende uyuşma meydana gelebilir.
  • Multipl Skleroz: Sinir sistemi üzerindeki inflamatuar bir hastalık olan Multipl Skleroz sinir liflerinin zarar görmesine yol açarak bedende uyuşmaya sebep olabilir.
  • Nöropatiye yol açan diğer durumlar: Bulaşıcı hastalıklar, otoimmün hastalıklar ve toksik madde maruziyeti gibi faktörler de sinir sistemi üzerinde etkili olarak bedende uyuşmaya neden olabilir.
  • Polinöropati: Diyabet, alkol kullanımı ve B12 vitamini eksikliği gibi durumlar nedeniyle birden fazla sinirin hasar görmesi sonucu bedende uyuşma görülür.
  • Servikal radikülopati: Boyun omurları arasında bulunan disklerin fıtıklaşması sonucu oluşan bası nedeniyle omurilikten çıkan sinirler etkilenir ve uyuşma yaşanır.
  • Siringomiyeli: Omurilikte anormal yolların oluşması ve bu yolların genişlemesi sonucu sinir liflerine zarar vererek bedende uyuşma oluşabilir.

Uyuşma Vücudun Nerelerinde Yaşanır?

Uyuşma vücudun farklı bölgelerinde yaşanabilen yaygın bir semptomdur. Genellikle sinir sıkışması, basıncı veya hasarından kaynaklanır ve aşağıdaki bölgelerde meydana gelebilir:

  • El ve Parmaklar: Karpal tünel sendromu gibi durumlar nedeniyle el ve parmaklarda uyuşma hissedilebilir.
  • Ayak ve Parmaklar: Siyatik sinirin sıkışması veya periferik nöropati gibi rahatsızlıklar ayaklarda ve parmaklarda uyuşmaya yol açabilir.
  • Bacaklar: Bel fıtığı piriformis sendromu veya spinal stenoz gibi bacak uyuşma sebepleri nedeniyle bacaklarda uyuşma görülebilir.
  • Kollar ve Eller: Boyun fıtığı, torasik çıkış sendromu veya periferik sinir sıkışması gibi kolda uyuşma sebepleri nedeniyle kollar ve ellerde uyuşmaya sebep olabilir.
  • Yüz ve Baş: Trigeminal nevralji, yüz siniri felci veya migren atakları gibi yüzde uyuşma sebepleri sırasında yüz veya baş bölgesinde uyuşma hissi yaşanabilir.
  • Dilde Uyuşma: B12 vitamini eksikliği, oral alerjik reaksiyonlar veya aftöz ülserler dilde uyuşmaya neden olabilir.
  • Göğüs ve Karın Bölgesi: İnterkostal nevralji, kardiyak problemler veya mide sinirlerini etkileyen durumlar göğüs ve karın bölgesinde uyuşma hissi yaratabilir.

Uyuşma Durumunda Ne Zaman Bir Nöroloğa Başvurmalıdır?

Uyuşma durumunda bir nöroloğa başvurulması gereken zamanlar şunlardır:

  • Uyuşmanın sürekli hale gelmesi: Eğer uyuşma sık sık tekrarlanıyor ve uzun süre devam ediyorsa bu durum bir nörolojik problemin habercisi olabilir.
  • İlerleyici belirtiler: Uyuşma dışında güç kaybı, kas zayıflığı veya koordinasyon sorunları gibi ilerleyici belirtiler de varsa bir nöroloğa danışılması önemlidir.
  • Ağrılı uyuşma: Uyuşma ile beraber şiddetli ağrı da hissediliyorsa sinir hasarı veya başka bir nörolojik sorun söz konusu olabilir.
  • Baş dönmesi, denge kaybı veya görsel bozukluklar: Bu tür belirtiler uyuşma ile eşlik ediyorsa beyin fonksiyonlarını etkileyen ciddi bir durum olabilir ve derhal nörolojik değerlendirme yapılmalıdır.
  • Tek tarafta uyuşma: Vücudun sadece bir tarafında uyuşma yaşanıyorsa bu durum inme veya beyin tümörü gibi ciddi nörolojik hastalıkların işareti olabilir.
  • İdrar kaçırma veya bağırsak kontrolünü kaybetme: Uyuşma ile birlikte bu tür semptomlar görülüyorsa spinal sinirlerde veya merkezi sinir sisteminde sorunlar olabilir ve hemen nöroloğa başvurulmalıdır.
  • Kısa süreli bilinç kaybı: Eğer uyuşma sırasında kısa süreli bilinç kaybı yaşanıyorsa bu durum epilepsi gibi ciddi nörolojik hastalıkların belirtisi olabilir.

Uyuşma Şikayetinde Uygulanan Tanılama Yöntemleri Nelerdir?

Uyuşma şikayetinde uygulanan tanılama yöntemleri şunlardır:

  • Fiziksel muayene: Doktor hastanın genel sağlık durumunu değerlendirmek ve belirtilerin nedenini tespit etmek için fiziksel bir muayene gerçekleştirir.
  • Nörolojik muayene: Uyuşma şikâyeti olan hastaların sinir sistemi işlevlerini değerlendirmek amacıyla nörolojik bir muayene yapılır.
  • Kan testleri: B12 vitamini eksikliği, diyabet gibi bazı durumların uyuşmaya yol açabileceği için kan testleri ile bu ihtimaller araştırılır.
  • Elektromiyografi (EMG): Sinir iletim hızını ölçen ve kasların elektriksel aktivitesini kaydeden bu test sinir hasarı veya kas anormalliklerini teşhis etmeye yardımcı olur.
  • Sinir iletim çalışması (NCV): Bu test sinirlerin ne kadar hızlı elektrik sinyalleri ilettiğini ölçer ve böylece sinir fonksiyonlarında herhangi bir bozukluğu tespit edebilir.
  • Manyetik rezonans görüntüleme (MRG): MRG, dokular ve organlar hakkında detaylı görüntüler elde etmek için güçlü mıknatıslarla radyo dalgalarını tercih eder. Bu yöntem uyuşmanın nedenini belirlemek için sinirler, kaslar ve omurga gibi yapıları görüntüler.
  • Bilgisayarlı tomografi (BT): BT taraması vücudun kesit görüntülerini oluşturarak doktorların anormallikleri veya hasarı değerlendirmesine yardımcı olur.
  • Ultrasonografi: Ses dalgalarını kullanarak vücuttaki yapıları görüntüleyen bu test özellikle karpal tünel sendromu gibi periferik sinir hastalıklarının teşhisinde kullanılabilir.

Uyuşma Nasıl Tedavi Edilir?

Vücutta uyuşma sebepleri çeşitli nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan yaygın bir semptomdur. Uyuşmanın tedavisi altta yatan nedene bağlıdır. Aşağıda vücutta uyuşmayı tedavi etmenin bazı yöntemleri bulunmaktadır:

  • Uyuşmaya neden olan durumlar arasında sinir sıkışması, diyabetik nöropati ve B12 vitamini eksikliği bulunmaktadır. Bu durumlarda doktor reçeteli ilaçlar veya takviyeler önerebilir.
  • Sinir sıkışması veya kas-iskelet sorunlarından kaynaklanan uyuşma için fiziksel terapi uygulanabilir. Fizyoterapist kas gücünü ve esnekliği arttırmak için özel egzersizler ve germe teknikleri sunar.
  • Kan dolaşımını iyileştirmek ve sinir fonksiyonunu düzenlemek için masaj ve akupunktur terapileri de kullanılabilir.
  • Diyabet gibi kronik sağlık koşulları nedeniyle oluşan uyuşmayı kontrol altında tutmak için yaşam tarzı değişiklikleri önemlidir. 
  • Uyuşmaya sebep olan sinir sıkışması durumlarında cerrahi müdahale gerekebilir. Bu yöntem uyuşma ve ağrının giderilmesine yardımcı olmak için hasarlı sinirleri serbest bırakmayı amaçlar.

Bedende Uyuşma Nedenleri ve Çözümleri

Uyuşma genellikle vücudun belirli bölgelerinde his kaybı veya karıncalanma şeklinde ortaya çıkan yaygın bir rahatsızlıktır. Bu durum geçici olabileceği gibi bazen altta yatan ciddi sağlık sorunlarının belirtisi de olabilir. İşte bedende uyuşma nedenleri ve bu durumu hafifletmenin yolları:

  • Sinir sıkışması: Uzun süre aynı pozisyonda kalmak sinirlerin sıkışmasına ve uyuşmaya yol açabilir. Özellikle ayakta veya oturarak uzun süre hareketsiz kalmak bu duruma yol açabilir. Çözüm: Düzenli aralıklarla hareket etmek, germe egzersizleri yapmak ve ergonomik ofis ekipmanları kullanarak uygun pozisyonlarda çalışmak önemlidir.
  • Vitamin eksiklikleri: B12 vitamini eksikliği gibi bazı vitamin eksiklikleri sinir hasarına yol açarak uyuşmaya neden olabilir. Çözüm: Dengeli beslenme ile günlük vitamin ihtiyacını karşılamak ve doktor kontrolünde gerekirse takviye kullanmak önemlidir.
  • Diyabet: Kan şekerinin yüksek seviyede olması sinir hasarı riskini artırarak diyabetik nöropatiye ve uyuşmaya yol açabilir. Çözüm: Kan şekeri düzeylerini kontrol altında tutmak, düzenli egzersiz yapmak ve sağlıklı beslenme alışkanlıkları edinmek önemlidir.
  • Karpal tünel sendromu: Bilekte sinir sıkışması nedeniyle meydana gelen bu durum el ve parmaklarda uyuşma ve karıncalanmayla kendini gösterir. Çözüm: Ergonomik klavye ve mouse kullanarak bileği korumak, bileklik veya atel kullanmak, doktor tarafından önerilen ilaçlar ve egzersizlerle durumu iyileştirmek gerekir.
  • Multiple Skleroz: Bu hastalığın sebep olduğu sinir hasarı sonucunda vücutta çeşitli bölgelerde uyuşma meydana gelebilir. Çözüm: Uygun tedavi yöntemleri ile hastalığın ilerlemesini yavaşlatmak ve yaşam kalitesini artırmak mümkündür. Doktora danışarak en uygun tedavi planını belirlemekte fayda vardır.

Uyuşma hissi psikolojik olabilir mi?

Uyuşma hissinin psikolojik nedenlerle ortaya çıkması mümkündür. Bu durum anksiyete ve stres gibi faktörlerle bağlantılı olarak gelişebilir ve genellikle geçici bir süre için devam eder. Eğer uyuşma şikayetiniz devam ediyor ve yaşam kalitenizi etkiliyorsa bir uzmana başvurarak hem fiziksel hem de psikolojik açıdan uygun değerlendirmeleri ve tedavi yöntemlerini öğrenmeniz önemlidir.

Stresle Alzheimer’ı çağırmayın!

Stresin başınıza bela olduğu gerçek. Alzheimer hastalığının oluşmasında bile rol oynuyor. Alzheimer stresli kişilerde daha çok görülüyor.

Alzheimer nedenleri

Alzheimer, küçük unutkanlıkla başlar ve zamanla kişiyi tek başına hiçbir iş yapamaz hale getirir. Son yıllarda artan vaka sayısı da dikkat çekiyor. Alzheimer özellikle ileri yaşlarda ortaya çıkar. Yoğun ve stresli iş hayatı, yaşam süresinin uzaması ve genetik faktörler Alzheimer’ın artmasına yol açan etkenlerin başında gelir. Genellikle unutkanlıkla belirti veren Alzheimer için kendi savunmanızı geliştirebilirsiniz. Stresli bir iş hayatına dur deyin, sosyalleşin ve sağlıklı beslenin!

Alzheimer’ın tek belirtisi unutkanlık mı?

Alzheimer’da hafızayı kontrol eden nöronlar başta olmak üzere, beyindeki tüm nöronları etkileyen protein plakları gelişir. Bu plaklar nöronların yavaş yavaş ölümüne yol açarken, unutkanlıkla başlayan birçok sorunun yaşanmasına neden olur. Ancak her unutkanlık Alzheimer değildir. Bu hastalıkta yaşanan belli başlı sorunlar şöyle sıralanabilir: 

  • Kişide yürütücü işlevler bozulur. Yürütücü işlevler bozulduğunda kişi nasıl giyineceğini yemek yiyeceğini, yıkanacağını ve hatta yürüyeceğini unutur. Bu işlevler için yardıma ihtiyaç duyar.
  • Zaman-mekan algısı kaybolur. Kişi zamanı, günü, ayı, yılı takip edemez duruma gelir. Mekanı tanıyamaz ve nerede olduğunu bilemez.
  • Dil fonksiyonlarını kaybeder. Dil-konuşma becerisi geriler, sosyal iletişim zayıflar. Kelime hazinesi azalır. İlerleyen durumlarda anlamsız kelimeler-cümleler kurar ve zamanla hiç konuşamaz duruma gelir.

Yoğun iş temposu Alzheimer’ı tetikler

Yoğun stresli ve uzun çalışma saatlerine sahip işlerde çalışanlarda Alzheimer riskinin arttığı yapılan çalışmalar sonucunda tespit edilmiştir. Bu kişilerde strese bağlı primer bellek bozulmadan dikkat bozulur. Buna bağlı olarak da unutkanlık oldukça genç yaşta ortaya çıkar. Dikkat toparlanamayınca öğrenme güçlüğü ve bellekte problem varmış gibi hafıza kusurları yaşanır.

Strese teslim olmak yerine mücadele edin

Günümüzde çalışma hayatının stresinden kaçabilmek maalesef mümkün değil. Bu noktada yapılacak şey; stresle mücadeleyi öğrenmek ve bu şekilde dolu kafanızı biraz olsun boşaltmak. Bu da spor, manevi yönün geliştirilmesi ve sosyal dengenin kurulması ile mümkündür. Madde ile sürekli temas kişiyi yorar. Farkındalığı sağlamak için doğa ile temas etmek, doğa sporları yapmak ve güneşlenmek mutluluk veren hormonların salınımını arttırarak rahatlatır. Manevi yönün kişisel inançlar doğrultusunda geliştirilmesi ve iç dünya-dış dünya dengesinin sağlanması kişinin kendisini çok daha iyi hissetmesine neden olur. Kişilerle sohbet de duygusal rahatlama sağlar. Uzmanlar, arkadaşlarla dertleşmenin en iyi terapi şekillerinden biri olduğunu kabul edilir.

Alzheimer riskini azaltan 4 öneri

  • Kitap okuyun: Entelektüel düzeyin yükseltilmesi, beyinde zihinsel yedek kapasiteyi artırarak, Alzheimer’a karşı savunma oluşturur. Bunu sağlamak için kitap okuyabilir ve hobiler edinebilirsiniz. Risk, az eğitim almış kişilerde daha yüksektir.
  • Hazır gıdadan uzak durun: Sağlıklı beslenme zihin için gerekli glukoz, vitamin, antioksidan ve mineralleri sağlayarak hafızanın gelişimine katkıda bulunur. Katkı maddesi içeren hazır gıdaların tüketilmesi ise beyne zarar vererek Alzheimer riskini artırır.
  • Sosyalleşin: Sosyalleşme, insan-doğa ve hayvanlarla temas, insanların zihnini kullanma kapasitesini, dil becerisini ve farkındalığını artırarak Alzheimer’a karşı koruyucu etki sağlar.
  • Spor yapın: Sağlıklı yaşamın temel ilkelerinden biri şüphesiz spordur. Sportif bir yaşam Alzheimer riskini de azaltır. Spor sırasında stres hormonlarının hafıza üzerindeki olumsuz etkileri baskılanır, damar hastalıkları riski azalır ve toksik madde atılımı artar. Tüm bu etkenler Alzheimer riskini azaltır.

Renk, cisimler üzerinden yansıyan ışık dalgalarının göz sinirleri tarafından algılanıp beyne iletilmesi ile ortaya çıkan bir kavramdır. Renkleri adlandırırken yansıyan ışıkların dalga boyları göz önünde bulundurulur. Eğer bir cisim, üzerine toplanan tüm ışığı doğrudan geri yansıtır veya dağıtırsa insan gözü o cismi beyaz renkte görürken, üzerine gelen tüm ışık dalgalarını doğrudan emerek absorbe eden cisimler, beyin tarafından siyah renkte algılanır. Gözde bulunan bazı sinir hücrelerinin fonksiyon kaybı yaşaması sonucunda cisimlerin yansıttığı farklı dalga boylarındaki ışıklar, beyne doğru biçimde iletilemez ve renkli görme olayı gerçekleşmez. Renklerin algılanmasında meydana gelen bu bozukluklar renk körlüğü olarak adlandırılır.

Renk Körlüğü Nedir?

Bir cisim üzerinden yansıyan yeterli miktarda ışık dalgası göze değdiği an öncelikle retinaya temas eder ve burada iki farklı fotoreseptör tarafından işleme alınır. Çubuk ve koni hücreleri olarak da bilinen bu fotoreseptörler, farklı özellikleri ile görme olayını destekleyen son derece önemli yapılardır. Işığa karşı son derece hassas olan çubuk hücreleri, oldukça karanlık ortamlarda dahi görmeyi sağlar ancak renklere karşı herhangi bir duyarlılığa sahip değildir. Koni hücreleri ise ışığa karşı daha az duyarlıdır ancak özellikle gün ışığında cisimlerden yansıyan renklere karşı son derece hassas sinir hücrelerine sahiptir. Bulundurduğu pigment çeşidine göre sırasıyla kırmızıya, yeşile ve maviye duyarlı olmak üzere üç farklı koni hücresinden bahsedilebilir. Bu hücre gruplarında yer alan fotoreseptörler tarafından absorbe edilen ışık dalgaları, burada sinirsel iletiye dönüştürülerek nöronlar aracılığıyla beyne iletilir.

Renkli görme olayının doğru şekilde gerçekleşebilmesi için koni hücrelerinde bulunan üç farklı fotoreseptör tipinin de eksiksiz biçimde çalışması gerekir. Bu üç tip koni hücresinden bir veya birkaçının işleyişinde meydana gelen kusurlar, renklerin algılanmasında bozukluğa ve tıpta renk körlüğü olarak adlandırılan hastalığa neden olur. Dünya genelinde 180 milyon kişiyi etkilediği bilinen renk körlüğü, genellikle kusurlu olan fotoreseptör hücresine göre 3 farklı şekilde sınıflandırılır:

MONOKROMATİK RENK KÖRLÜĞÜ

Renk körlüğünün bu tipinde ışık dalgalarını algılayarak sinirsel iletilere dönüştüren 3 farklı koni hücresinin tamamında işlevsel bozukluk mevcuttur. Monokromatik renk körlüğü yaşayan kişiler renkleri yalnızca koyu ve açık renk şeklinde sınıflandırabilir ve diğer renkleri herhangi bir şekilde ayırt etmeleri mümkün değildir. Tüm renk körlüğü olguları içerisinde en az karşılaşılan monokromatik renk körlüğü tablosu, bazı kaynaklarda “renksiz tip” olarak da adlandırılır.

DİKROMATİK RENK KÖRLÜĞÜ

Koni hücrelerinden biri tamamen kusurlu iken diğer ikisinin normal işlevini yerine getirdiği renk körlüğü tipi, dikromatik renk körlüğü olarak adlandırılır. Hangi koni hücresinde kusur mevcut ise kişi o koni hücreleri tarafından absorbe edilen ışık dalgalarını ayırt edemez ve o rengi, renk körü olmayan diğer insanlardan daha farklı şekilde algılar. Mevcut kusur kırmızı rengi etkileyen fotoreseptör hücrelerinde ise dikromatik renk körlüğünün bu tipi, protanopia olarak adlandırılır. Kişi, kırmızıya yakın renkleri ayırt etmekte zorlanırken tamamen kırmızı renkli cisimleri ise daha farklı renklerde görür. Yeşil rengi emen fotoreseptörlerde ortaya çıkan herhangi bir kusur varlığında dikromatik renk körlüğü, deuteranopia olarak adlandırılır. Bu kusura sahip kişiler, yeşil rengi farklı tonlarda görür ve yeşile yakın tonlarda olan renk dalgalarını ayırt etmekte zorlanır. Dikromatik renk körlüğünde maviyi absorbe eden fotoreseptör hücrelerinde kusur meydana gelmesi ise tritanopia olarak adlandırılır ve yine aynı şekilde kişi, mavi rengi farklı tonlarda algılamak ile birlikte maviye yakın renk tonlarını ayırt etmekte güçlük yaşar.

ANORMAL TRİKROMATİK RENK KÖRLÜĞÜ

Renk körlüğünün bu tipinde üç farklı fotoreseptör türünden birinde o renge karşı duyarlılık kaybı görülür ve ilgili koni hücreleri kusurlu biçimde çalışır. Anormal trikromatik renk körlüğüne sahip kişiler, geniş renk spektrumunda bulunan küçük bir alanı ayırt etmekte zorlanır. Bu durum o rengin, renk körü olmayan bir kişiden daha farklı tonlarda algılanmasına neden olur. Renk körlüğünün bu tipi de kusurlu şekilde çalışan fotoreseptör hücresinin çeşidine göre 3 farklı şekilde adlandırılır. Anormal kusurlu işleyiş ve duyarlılık kaybı kırmızıyı algılayan fotoreseptörlerde ise bu durum protanopia anormal renk körlüğü olarak adlandırılır. Kişi kırmızı renk dalgalarını kırmızı olarak algılar ancak bu renge ait bazı tonları ayırt etmekte zorlanır. Yeşil rengi algılayan fotoreseptörlerde duyarlılık kaybı gelişmiş ise deuteranopia anormal renk körlüğü tablosu gelişir. Kişi, yeşil rengi yeşil olarak görürken bu renge ait farklı tonları ayırt etmekte güçlük yaşar. Mavi renk dalgalarını algılayan fotoreseptörlerde duyarlılık kaybı ile karakterize olan anormal trikromatik renk körlüğü tabloları ise tritanopia renk körlüğü olarak adlandırılır. Kişinin mavi rengi mavi olarak görürken bu renge ait diğer tonları büyük oranda karıştırmasına neden olur.

Renk Körlüğü Neden Olur?

Renk körlüğü, çekinik genlerle nesilden nesile aktarılan genetik bir hastalık çeşididir. En sık karşılaşılan kalıtsal bozukluklardan biri olan bu hastalık, X kromozomu aracılığı ile aktarıldığından dolayı erkeklerde kadınlara oranla yaklaşık 20 kat daha fazla görülür. Ancak renkli görme ile ilgili kusurların yalnızca genetik faktörlerden kaynaklı olarak ortaya çıkacağını söylemek doğru değildir. Son derece nadir olmakla birlikte ​​retinada travma ve hasara yol açan yaralanmalar, gözün yapısı ile ilişkili bazı hastalıklar, ciddi toksik özellikli maddeler ile yoğun temas ve bazı sistemik hastalıklar sonucunda, kişide renk körlüğü gibi çeşitli görme kusurları meydana gelebilir.

Renk Körlüğü Tedavisi

Renk körlüğü, büyük oranda kalıtsal temelli olarak meydana gelen bir görme bozukluğu olduğu için hastalığı kesin biçimde ortadan kaldıran herhangi bir tedavi seçeneği mevcut değildir. Ancak kromojen özellikli haploskopik filtrelerle kişinin görme bozukluğu yaşadığı ışık dalgalarına özel olarak renklendirilmiş göz içi lensler ve gözlükler tercih edilebilir. Renk körlüğü tanısı almış kişilerin günlük yaşam aktivitelerini ve trafik gibi alanlara uyumunu kolaylaştırmak için geliştirilmiş olan kromojen filtreli gözlük ve lensler %97 gibi yüksek başarı oranına sahip son derece önemli buluşlardan biridir.

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

Kulak Ağrısına Ne İyi Gelir? Kulak Ağrısı Neden Olur?

Kulak Ağrısı Neden Olur?

Kulak ağrısı nedenleri sıklıkla dış kulak ve orta kulak hastalıklarıdır. Kulak ağrısının birincil ve ikincil nedenlerini şöyle sıralayabiliriz…

  • Özellikle yaz aylarında görülen yüzücü kulağı dediğimiz kulağa su kaçma durumu sonrası kulağın nemli kalmasıyla oluşan dış kulak iltihapları, olumlu bir kulak ağrısı nedenidir. 
  • Bunun dışında kişilerin kulaklarındaki kiri temizlemeye çalışırken buradaki kiri oynatıp ileri doğru itmeleri ve kirin kanalda sıkışması da bir kulak ağrısı nedenidir. 
  • Yine orta kulak enfeksiyonları, özellikle akut orta kulak iltihapları çocukluk çağında daha sık görülmekle birlikte çok sık karşılaşılan kulak ağrısı nedenidir.
  • Sık uçak yolculuklarında, östaki tüpünün tıkanıklığına bağlı barotravma (basınç travması) yaşanabilir ve bu nedenle de kulak ağrıları ortaya çıkabilir. Östaki tüpü tıkalı olan hastalar veya burnu tıkalı, grip iken, nezle iken uçak yolculuğuna çıkmış hastalar, özellikle uçağın inişi esnasında çok ciddi bir kulak ağrı yaşadıklarını söylerler. 
  • Orta kulakta sıvı birikmesi bazen gül şeklinde bir kabarcık şeklinde kulak zarını dışa doğru bombeleştirerek çok şiddetli bir kulak ağrısı oluşturur. Bu durumda kulaktaki iltihabı hızlı bir şekilde boşaltıp hastanın kulak ağrısını kesmek gerekebilir. Bunlar genellikle sık karşılaşılan kulak kaynaklı ağrı nedenleridir.

Yansıyan Kulak Ağrısı Neden Olur?

  • Mesela bademcik iltihapları, boğazdaki iltihaplar özellikle yutkunma esnasında kulakta şiddetli bir ağrıya yol açar. Ve klinik bulgu olarak hiç bir iltihap olmamasına karşın kulak ağrısı olarak çıkabilir. 
  • Yine faranjitler, boğaz reflüleri özellikle mide asidinin yukarı doğru kaçması ve asitli yiyecekler sonrasındaki kulak ağrılarında mutlaka çok sık karşımıza çıkan neden de boğaz reflüsüdür.
  • Diş sıkma, çene eklem bozuklukları özellikle beyaz yakalılarda görülen strese bağlı kulak ağrısı nedenidir. Çoğunlukla yapılan kulak muayenelerinde kulakta her hangi bir enfeksiyon görülmez ama hastaların diş ve ağız muayeneleri yapıldığında çene eklemi bölgesinde hassasiyet ve dişlerinde travmaya bağlı bozulmalar tespit edilir. Bu yüzden kulak ağrılarında mutlaka çene eklemi kontrolü ve diş sıkmanın olup olmadığı öyküde sorgulanır. 
  • Nadiren de gırtlak kanserleri, baş boyun tümörleri aynı sinirden kök alması nedeniyle kulak ağrısı bulgusu yaratabilir. 

Bu nedenle kulak ağrısının nedeni mutlaka detaylı olarak araştırılmalı ve bir kulak ağrısı olduğunda hastanın sadece kulak bölgesinin muayenesi değil detaylı bir kulak, burun, boğaz ve baş boyun muayenesinin yapılması gerekir. Böylece gırtlak kanserine bağlı, baş boyun tümörüne bağlı kulak ağrıları da gözden kaçmaz.

Kulak Ağrısına Ne İyi Gelir?

  • Soğuk veya ılık kompres,
  • Ilık ısıtma yastığı,
  • Ağrı kesici hap  (Doktor tavsiyesi ile),
  • Ağrı kesici damla (Doktor tavsiyesi ile)
  • Sakız çiğneyin,
  • Başınızı yüksek tutarak uyuyun,
  • Boyun egzersizleri yapın.

Soğuk – Ilık Kompres

Temiz bir bez parçasını soğuk suyla ıslatın. Fazla suyunu sıktıktan sonra kulağınızın üzerinde bekletin. Bu yöntem işe yaramazsa bu kez bez parçasını ılık suyla ıslatıp sıkın ve kulağınızın üzerine koyun. İki yöntemden hangisi ağrıyı dindirmeye yaradıysa bu yöntemi uygulamaya devam edin. 

Isıtma yastığı

Ağrıyan kulağınızın üzerine fazla sıcak olmayan, ılık bir ısıtma yastığı koyun.

Ağrı Kesici kulak Damlası

Doktorunuzun onayını alarak eczanelerde satılan ağrı kesici kulak damlaları kulak ağrısına geçici bir süreliğine iyi gelebilir. Kulak zarınızda yırtık veya delik varsa bu damlaları kullanmamalısınız.

Ağrı kesici

Yaygın kullanılan ağrı kesici tabletler kulak ağrınıza iyi gelebilir. Ağrı kesici tablet seçimi için doktorunuza danışın.

Sakız Çiğneyin

Kulak ağrınızın nedeni hava basıncındaki değişiklikten kaynaklanıyorsa sakız çiğnemek sizi rahatlatabilir. Özellikle uçak yolculuklarında yaşadığınız kulak ağrısını bu yöntemle azaltabilirsiniz.

Yüksek Yastıkla Uyuyun

Kulağınızda sıvı birikmesi kaynaklı bir sorun varsa dik bir pozisyonda, mesela oturarak uyumak ağrınıza iyi gelebilir. Oturarak ya da yüksek yastıkla uyumak kulaktaki sıvının akmasını sağlar. 

Boyun Egzersizleri Yapın 

Boynunuzu döndürmek ve esnetmek, kulak kanalınızda biriken basıncı hafifletmeye yardımcı olabilir.

Kulak Ağrısı Nasıl Geçer?

Her kulak ağrısının sebebinin tedavisinde ayrı bir planlanma yapılır. Eğer kulak ağrısı nedeni dış kulak kaynaklı enfeksiyonsa mutlaka kulağa yönelik ağrı kesici damlalar, antibiyotik damlalar ve ilaç tedavileri yapılır. Gerekirse kulağa bu damlaların kanaldan rahat emilmesi için yerleştirilen özel süngerlerle pansuman uygulanır. Eğer kulakta sıkışmış bir kir varsa bunu endoskop ya da mikroskop eşliğinde kulaktan çıkarmak gerekir. Kulağın düzgün şartlarda uygun koşullarda temizlenmesi daha sonraki ikinci enfeksiyonlara yol açmaması açısından çok önemlidir. Dış kulak dışında orta kulakta iltihap, kulak zarı arkasında sıvı birikimi veya gül denilen bir baloncuk oluşuyorsa gerekli ilaç tedavilerinin yapılması hatta kimi zaman baloncuğun çizilerek içindeki iltihabın dışarı akıtılıp hastanın ağrısının kesilmesi gerekir.

Bununla beraber yansıyan bir ağrı varsa farklı çözümler uygulanır. Diş sıkma durumunda botoks uygulaması ya da hastanın gece kullanması için ağız apareyleri verilmesi kulak ağrısını geçirir. Eğer yansıyan ağrı boğaz enfeksiyonuysa bu durumda bademcik ve faranjit enfeksiyonlarını kontrol altına alacak antibiyotik tedavileri yapılır. Boğaz reflüsüne bağlı kulak ağrısı varsa o zaman hastaya mutlaka reflü diyeti verilir. Başını yüksek pozisyonda tutması ve reflü ilaçlarını kullanması önerilir. Bunun dışında baş boyun tümörüne, gırtlak kanserine bağlı bir kulak ağrısı varsa mutlaka ileri tetkikler yapılmalı daha sonra da tümörün tedavisi hedeflenmelidir.

Kulak Ağrısının Ardındaki Diğer Sorunlar

Kulakta basınç hissi, özellikle sistemik bir hastalığa bağlı tansiyon problemine bağlı olabilir. Her iki kulak birden ağrıyorsa ve buna bir uğultu eşlik ediyorsa mutlaka sistemik bir hastalık ekarte edilir. Aynı şekilde burun tıkanıklığı yapan tüm nedenler, kulakta bir basınç ve dolgunluk hissine, kimi zaman ağrıya yol açabilir. Boyun ağrıları ile birlikte yansıyan kulak ağrıları varsa mutlaka boyun fıtığı, boyun düzleşmesi, sırt kaslarının gerginliği ile ilgili olarak hasta detaylı şekilde incelenmelidir. Bölgeye yakın tümörler, tükürük bezi hastalıkları, tükürük bezleri taşları, tükürük bezleri apseleri incelenir. En önemli diğer nedenler ise bademcik ve faranjit enfeksiyonları, tonsilit ve faranjit durumu, diş sıkma problemleri, gırtlak kanseri ve baş boyun tümörleri olarak sıralanır.

Bebeklerde Kulak Ağrısı

Bebeklerin kulak ağrısı en sık bebekte huzursuzluk belirtisi verir. Bebeğin huzursuz olması, sürekli ağlaması, beslenmeyi sürdürememesi, çok sık uyanması, sürekli olarak çok şiddetli ağlamalarla uykudan kalkması, annenin emzirmekte güçlük çekmesi bir kulak ağrısı varlığına işaret eder. Bebeğin kulağı ile oynaması ise her zaman kulak ağrısı olduğu anlamına gelmez. Bebekler zaman zaman kendi vücudunu tanımak için kulaklarıyla, burunlarıyla oynayabilirler. Ama huzursuzluğu varsa ve sürekli kulağını çekiştiriyorsa o zaman mutlaka doktor tarafından değerlendirilmesi gerekir.

Bebeklerdeki boğaz reflüsü sık görülen bir kulak ağrısı kaynağıdır. Gece yatmadan sık besleme yapmak kulak ağrısını çok artırabilir. Bu nedenle özellikle geç saatte beslenme konusunda dikkat olunmalıdır. Eğer anne çocuğunu yanlış pozisyonda çok aşağıda tutarak emziriyorsa kulak ağrısının artmasına neden olur. Burun tıkanıklığı çocuklarda çok ciddi bir kulak ağrısı nedenidir. Bebeklerde östaki tüpü tam olarak çalışmadığı ve erişkinlere göre daha yatay pozisyonda bulunduğu için burundaki bir iltahap ya da enfeksiyon çok kolay bir şekilde kulağa geçip iltihap yaratabilir. Bu durum yeniden orta kulak iltihaplarına yol açabilir. O yüzden bebek ağızdan nefes alıp veriyorsa burun tıkanıklığının nedeninin bulunması için doktora götürülmesi gerekir. Yaygın yapılan bir diğer hata da ebeveynlerin kulağın dışında görülen kirleri temizlemeye çalışmak için kulak temizleme çubukları kullanmalarıdır. Çocukların kulakları evde temizlememeye çalışılmamalıdır. Sadece banyo sonrasında dış kısmını kibar bir şekilde kurulamak yeterlidir. Ama kulak temizleme çubukları daha sıkılaşmış bir kiri kanalın daha dar kısmına sokup bebeğin kulak ağrısını artırabilir. Bunun dışında dış kulak yolu iltihabına neden olmaması için bebekleri banyo yaparken kulaklarına su kaçırmamak gerekir.

Ağrı Kesiciye Rağmen Kulak Ağrısı Geçmiyorsa…

Kulak ağrısını rahatlatmak için evimizde olan ağrı kesici şurupları çocuğunuza verebilirsiniz. Yetişkinler de kendi kulak ağrıları için ağrı kesici ilaç alabilir. Eğer sorun geçmiyorsa mutlaka bir hekimin görmesi gerekir. Kulağa evde bulunan çeşitli kulak damlaları veya göz damlaları damlatmak yanlış bir davranıştır. Kulağa soğan ya da sarımsak suyu, zeytinyağı gibi yağların damlatılması kulaktaki enfeksiyonun şiddetini daha da artırabilir. Hatta bazı damlalar işitmeye ve denge merkezine zarar verebilir. Eğer ağrı kesici almanıza ve kulaktaki basınca karşı sakız çiğnemenize rağmen kulak ağrısı geçmiyorsa mutlaka bir hekime başvurmalısınız. 

Kulak Bakımında Sık Yapılan Hatalar

Banyo yaparken kulağa su tutmak, kulağı yıkamaya çalışmak ve kulaklarımızı kulak çöpü ile kulağımızdaki kiri almaya çalışmak en yaygın hatalardır. Kulağın yıkanmaya ihtiyacı yoktur. Kulaktaki kirler kulak tarafından dışarıya doğru atılır. Kullanılan kulak çöpleri ise bu kirleri dış kulak zarının zara daha yakın olan bölgesine itmekten başka bir işe yaramaz. O yüzden kulağımıza su tutmak, kulağımızın içini yıkamaya çalışmak, kulak temizleme çöpü kullanmak dış kulak hastalıklarına yol açan en önemli risk faktörleridir.

Kulaktan kan gelmesi kişileri çok endişelendiren bir durumdur. Kulaktan kan gelme durumu dış kulak yolundan kaynaklanıyor olabilir. Hasta kulağını karıştırırken tırnağı ile ya da elindeki bir cisimle dış kulak zarını çizebilir ve bu nedenle kulaktan kan gelebilir. Ya da orta kulakta kulak zarının taze delinmesine bağlı olarak zarın arka kısmından sıvı ile birlikte bir kanama olabilir. Dış kulak ve orta kulak kanamaları özellikle birbirlerinden ağrı ile ayırt edilir. Dış kulak yolu kanamalarında genellikle kulak bölgesine bastırıldığında bir hassasiyet görülür. Orta kulak kanamalarında böyle bir hassasiyet olmaz. Orta kulak kanamalarından sonra şeffaf, sarı veya koyu renkte bir iltihap akıntısı gelebilir. Eğer bu kanamalar dış ve orta kulak kanamaları değilse ve bir travma öyküsü varsa, bir beyin sıvısının kulaktan gelip gelmediği acil olarak kontrol edilmelidir.

Göğüs ağrısı, ciddi sorunları beraberinde getirecek önemli bir belirti olabilir. Göğüs ağrısı pek çok nedene dayanabileceği için ardındaki hastalığın kesin tanısı önem taşır.

Göğüs Ağrısı Nedenleri

Göğüs ağrısı, ciddi sorunları beraberinde getirecek önemli bir belirti olabilir.  Göğüs ağrısını boynunuzdan karnınızın üst kısmına kadar herhangi bir yerde hissedebilirsiniz. Göğüs ağrısı çekenler bu ağrıyı; keskin, sıcaklık hissi yaratan, ezici, boğucu, bıçak saplanır gibi bir ağrı olarak tanımlar.

Göğüs ağrısı pek çok nedene dayanabileceği için ardındaki hastalığın kesin tanısı önem taşır. Göğüs ağrısının önde gelen nedeni kalple ilgili nedenlerdir. Öte yandan göğüs ağrısına akciğerler, yemek borusu, kaslar, kaburgalar veya sinirlerdeki problemler de neden olabilir.

Göğüs Ağrısı Neden Olur?

Göğüs ağrısı nedenleri: 

  • Koroner arter hastalığı,
  • Kalp krizi (Miyokard enfarktüsü),
  • Kalp kası iltihabı,
  • Perikardit,
  • Hipertrofik kardiyomiyopati,
  • Mitral kapak prolapsusu,
  • Koroner arter diseksiyonu,
  • Akciğerlerin ve göğüs zarının iltihaplanması, (Plörit),
  • Pnömoni veya akciğer apsesi,
  • Akciğerde kan pıhtısı (Pulmoner emboli),
  • Pnömotoraks,
  • Pulmoner hipertansiyon,
  • Astım,
  • KOAH,
  • Gastroözofageal reflü hastalığı,
  • Özofagus kasılma bozuklukları,  
  • Özofagus aşırı duyarlılığı, 
  • Özofagus yırtılması veya perforasyonu, 
  • Peptik ülserler,
  • Hiatal herni,  
  • Pankreatit,
  • Safra kesesi sorunları,
  • Kemik, Kas veya Sinir Sorunları,
  • Kaburga sorunları, 
  • Zona hastalığı,
  • Anksiyete, panik atak nedenli psikolojik göğüs ağrısı.

Göğüs Ağrısı Nedenleri

Koroner Arter Hastalığı

Koroner arter hastalığı, kalbi besleyen kan damarlarında gelişir. Koroner arter hastalığında kalp kasına giden kan akışı ve oksijeni azaltan bir tıkanıklık gelişir ve anjina adı verilen bir ağrıya neden olur. Koroner arter hastalığı gelecekte kalp krizi geçirme ihtimalini beraberinde getirir. Koroner arter hastalığında yaşanan göğüs ağrısı, omuz, çene veya sırt bölgelerine yayılabilir. Ağrı, dinlenmeyle geçer.

Kalp Krizi (Miyokard enfarktüsü)

Kalp kan damarlarındaki kan akışı azalır ve kalp kası hücrelerinin ölümüne sebep olur. Kalp krizindeki göğüs ağrısı anjinadaki göğüs ağrısına benzese de, kalp krizi genellikle göğsün ortasında veya sol tarafında daha şiddetli, ezici bir ağrıdır ve istirahatle geçmez. Göğüs ağrısına terleme,  mide bulantısı, nefes darlığı veya şiddetli halsizlik eşlik edebilir.

Kalp Kası İltihabı

Kalp kası iltihabında göğüs ağrısının yanında ateş, yorgunluk, hızlı kalp atışı ve nefes darlığı görülebilir. Göğüs ağrısı iltihap kaynaklı olmasına rağmen belirtiler kalp krizine sırasında yaşanan belirtilere benzeyebilir.

Perikardit

Perikarditte kalbin etrafındaki kesede iltihap oluşur. Yaşanan göğüs ağrısı anjin ağrısı ile benzerlik gösterir. Üst boyun ve omuz kaslarında keskin, sabit bir ağrı yaşanır. Soluk alırken, besinleri yutarken, sırtüstü yatarken ağrı daha da artabilir. 

Hipertrofik Kardiyomiyopati

Genetik hastalık nedeniyle kalp kasında kalınlaşma yaşanır ve bu durum kalpteki kan akışında sorunlara neden olur. Yaşanan göğüs ağrısı ve nefes darlığı daha çok egzersiz sırasında görülür. Kalp kasının aşırı kalınlaştığı durumlarda kalp yetmezliği yaşanabilir. Göğüs ağrısına baş dönmesine, baş dönmesi, bayılma ve başka belirtiler görülebilir.

Mitral Kapak Prolapsusu

Bu sorunda, kalpteki bir kapakçık düzgün kapanmaz. Göğüs ağrısı, çarpıntı ve baş dönmesi gibi çeşitli belirtiler görülebilir. Sorun ileri bir boyutta değilse hiçbir belirti görülmeyebilir. 

Koroner Arter Diseksiyonu  

Nadir görülen koroner arter diseksiyonunda koroner arterde yırtık oluşur. Boyun, sırt veya karna kadar uzanan yırtılma veya yırtılma hissi ile birlikte ani, şiddetli bir ağrı görülebilir.

Plörit

Plörezi adıyla da anılan plöritte, akciğerler ve göğüs zarın iltihaplanır ya da tahriş oluşur. Soluk alırken, öksürürken veya hapşırırken keskin bir acı yaşanabilir. Yaygın görülen plörit nedenleri; bakteriyel ve viral enfeksiyonlar, pulmoner emboli ve pnömotorakstır. 

Pnömoni – Zatürre

Bu tip akciğer enfeksiyonlarında plöretik ve derin göğüs ağrısı yaşanabilir. Zatürre sıklıkla aniden ortaya çıkar ve ateş, titreme, öksürüğe yol açar.

Pulmoner Emboli

Kan pıhtısının akciğere yerleşmesiyle oluşur. Pulmoner emboli daha çok derin ven trombozu sonrası ya da ameliyat sonrası yaşanır. 

Pnömotoraks  

Çoğunlukla göğüs bölgesindeki yaralanmalar nedeniyle oluşur. Akciğerde çökmeler olur ve göğüs boşluğuna hava kaçar. 

Pulmoner Hipertansiyon

Akciğer atardamarlarında yüksek kan basıncı oluşur. Bu basınçtan daha çok kalbin sağ tarafı etkilenir.

Astım

Astımda, solunum yolları iltihaplanır. Nefes darlığı,  hırıltı, öksürük ve bazen de göğüs ağrısına yaşanır.

KOAH 

Hastalık, hem ciğerlerinize gaz ve hava getiren hava yollarını hem de oksijeni kan dolaşımınıza aktaran ve karbondioksiti uzaklaştıran küçük hava keselerini (alveoller) daraltıp hasar vererek hava akışını engeller.

Hiatal Herni

Yaygın yaşanan bir sorundur. Yemek sonrası midenin üst kısmı, göğsün alt kısmına doğru ilerler. Oluşan ağrı, yattığınızda daha da kötüleşme eğilimindedir.

Pankreatit

Göğsünüzün alt kısmında düz yattığınızda daha kötü, öne eğildiğinizde azalan bir ağrı yaşıyorsanız pankreatit sorununuz olabilir.

Kaburga Kırığı

Kırık kaburga, göğüs ağrısı nedenlerinden biridir. Ağrın derin alınan nefeslerde ya da öksürme sırasında yaşanan hareketlilik ile artabilir. 

Kas Gerginliği

Sert şekilde öksürmek, kaburgaların olduğu yerde bulunan kaslara ve tendonlara zarar vererek göğüs ağrısına neden olabilir. 

Zona 

Varisella zoster virüsünün neden olduğu zona, hastalığı göğüste ağrıya yol açabilir.

Psikolojik Göğüs Ağrısı

Yüksek anksiyete ve panik ataklar göğüs ağrısı hissine yol açabilir.

Bu Belirtilere Dikkat!

  • Göğüs kemiğinizin altında ani bir baskı, sıkışma, gerginlik veya ezilme hissi,
  • Çenenize, sol kolunuza veya sırtınıza yayılan göğüs ağrısı,
  • Özellikle uzun süre hareketsizlikten sonra nefes darlığıyla birlikte ani, keskin göğüs ağrısı,
  • Mide bulantısı, baş dönmesi, hızlı kalp atış hızı veya hızlı nefes alma, kafa karışıklığı veya aşırı terleme,
  • Çok düşük tansiyon veya çok düşük kalp atış hızı gibi sorunlar yaşıyorsanız acil tıbbi yardım almalısınız.

İşitme kaybı Alzheimer riskini artırıyor

İşitme kaybı kişileri sosyal yaşamdan uzaklaştırmanın yanı sıra unutkanlık, demans ve Alzheimer riskini artırma gibi sorunlara neden oluyor.

Beş duyumuzdan biri olan işitme, yüksek sesle müzik dinleme, enfeksiyonlar ve ileri yaş nedeniyle kayba uğrayabiliyor. İlerlemiş işitme kaybı, kişinin toplum içerisindeki yerini ve durumunu doğrudan etkiliyor. İleri yaşlarda daha çok karşılaşılan unutkanlık, demans ve Alzheimer gibi hastalıkların işitme kabı ile yakından ilişkisi bulunuyor.

İşitme kaybı Alzheimer’a böyle götürüyor!

İşitme kaybı en az 25 desibel olan kişilerde Alzheimer ve demans oranı daha yüksektir. İşitme kaybı ilerledikçe bu risk artıyor. İşitme kaybı olan kişiler, işitmesi iyi olan kişilere göre sesi anlayabilmek için daha fazla uğraş verdiklerinden, beyin gücünü diğer aktivitelere ayırmakta zorlanıyorlar. İşitmeye odaklanmaktan dolayı hatırlama ve farkındalık gibi özelliklerden uzaklaşıyorlar. İşitme kaybı nedeniyle kişinin içe kapanması ve sosyal hayattan elini çekmesi de Alzheimer’a yakalanma riskini yüzde 9 artırıyor. İşitme kaybı tedavisi ile her iki hastalık da geciktirilebiliyor.

İşitme kaybı neden olur?

Yüksek sesle müzik dinleme alışkanlığından ilerleyen yaşa hatta viral enfeksiyonlara dek birçok etken işitme kaybına yol açabiliyor. İşitme kayıpları; iletim tipi, iç kulak tipi ve her iki durumun bir arada olduğu mix tip şeklinde ortaya çıkıyor. Bu rahatsızlık açısından riskli grupları da gürültülü ortamda çalışan kişiler, bazı ilaçlarla kemoterapi görenler, menenjit geçiren çocuklar, aile öyküsünde işitme kaybı olanlar ile stres faktörünün yüksek olduğu Meniere hastalığı gibi tablolar oluşturuyor.

İşitme kaybı belirtileri

İşitme kaybı sıklıkla konuşmaları duymada zorluk, söylenenleri anlamada sıkıntı, arkasından seslenildiğinde cevap alamamak, televizyon sesini yükseltmek veya ekrana yaklaşmak, kalabalık ortamlarda duyma ve algılamada bozukluk ile erkek seslerini daha rahat algılarken, kadın ve çocuk sesinde zorlanma gibi belirtiler gösteriyor. İşitme sorunları özellikle çocuklarda ne kadar erken fark edilirse o kadar iyi tedavi edilebiliyor.

Nasıl duyuyoruz?

İşitme eylemi, kişiye çok sıradan gelse de aslında anlık gerçekleşen bir olaylar silsilesi sonucu oluyor. Kulak kepçesi, anten vazifesi görerek sesleri toplayıp dış kulak yoluna, ardından da kulak zarının üzerine iletiyor. Burada oluşan titreşimler çekiç, örs ve üzengi kemikleriyle iç kulağa aktarılıyor. İç kulaktaki sıvılarda oluşan dalgalarla bir piyanonun tuşları gibi sıralanan frekanslar uyarılarak ses duyulur hale geliyor. Orta kulaktaki kemikçikler, kulak zarına çarpan ses dalgalarını 22,3 kat artırarak iç kulağa ulaştırıyor, yani doğal bir işitme cihazı görevi görüyor. Doğuştan gelen işitme kayıpları, yenidoğan işitme testiyle tespit edilebiliyor.

İşitme kaybı testleri

Çocukların işitme sorunlarını fark etme konusunda ailelere önemli görevler düşüyor. Konuşmada gecikme, sesli uyarılara yanıt alamama, televizyon sesini fazla açma ve akademik başarıdaki düşüş, işitme kaybının sinyali olabiliyor. Ayrıca tarama testi dışında işitme sinirinden beyindeki merkeze kadar olan yolların elektriksel gücünü ölçen ve tanı koymaya yardımcı testler de bulunuyor. Böylece belirgin işitme kaybı olan çocuklar önceden tespit edilebiliyor.

ACIBADEM HAYAT

Nefes Darlığı Neden Olur? Nefes Darlığına Ne İyi Gelir?

Gün içerisinde yeteri kadar nefes alamadığınızı ya da bir anda nefessiz kaldığınızı hissediyorsanız bunun altında yatan nedenlerin araştırılması gerekir.

Nefes Darlığı Nedir?

Nefes darlığı; nefes alırken alınan havanın yetersiz gelmesi, nefes almada zorlanma ve bunlara ek olarak göğüste daralma-sıkışma hissi olarak tanımlanan bir sağlık sorunudur. Tıbbi adı dispne olan nefes darlığı pek çok nedenden kaynaklanabilir. Nefes darlığına; göğüste sıkışma, boğulma veya panik hissi eşlik edebilir. Bu şikayet her zaman olmayabilir, zaman zaman oluşabilir. Bazen de bu şikayet giderek kötüleşen bir tablo oluşturabilir. 

Nefes darlığı pek çok hastalığın belirtisi olarak görülebiliyor. Bu nedenle yeteri kadar nefes alamadığınızı hissediyorsanız mutlaka altında yatan sebebin araştırılması gerekiyor. Başta akciğer olmak üzere kalp, sindirim, böbrek hastalıklarının yanı sıra alerji ve aşırı kilo gibi faktörler nefes darlığı hissedilmesine yol açabiliyor. Nefes darlığı neden olur sorusunun yanıtı, akciğere ait nedenler ve akciğer dışı nedenler olarak gruplandırılıyor.

Nefes Darlığı Neden Olur?

Nefes darlığı nedenleri:

  • Astım,
  • KOAH,
  • Bronşit ve amfizem,
  • Akciğer kanseri,
  • Zatürre ve akciğerde su toplanması,
  • Kalp krizi,
  • Kalp yetmezliği,
  • Kalğ büyümesi, 
  • Kalp kapak hastalıkları,
  • Damar tıkanıklığı,
  • Kalp çarpıntısı,
  • Kansızlık,
  • Hipertiroidi,
  • Reflü,
  • Böbrek hastalıkları,
  • Aşırı kio,
  • Gebelik,
  • Skolyoz.

Astım

Akciğerin nefes alma yani yeteri kadar havayı içine alma kapasitesi azalabiliyor. Buna neden olan birçok hastalık bulunuyor. Ancak bunlardan en yaygın görüleni astımdır. Astım hastalığında hastaların hava yollarında sıklıkla aşırı hassasiyete bağlı kasılmalar ve daralmalar görülüyor. Bu kanaldan yeteri kadar hava, gereken zamanda geçemediği için hasta nefes darlığı hissediyor. Bazı astımlı kişilerde ise egzersiz yapınca bir atak oluşabiliyor. Astımlı hastaların alerji yapan etkenlerden uzak durması, özellikle bahar aylarında kıyafetlerini her gün değiştirmesi önem taşıyor.

KOAH (Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı)

Akciğerin yapısını bozan KOAH, akciğere yeterli havanın girmesini engelliyor. KOAH’a eşlik eden amfizemden ötürü akciğerlere hava girse bile havanın içindeki oksijen kan damarlarına yeteri kadar taşınamıyor. Dolayısıyla kişi oksijensiz kalıyor ve nefes darlığı hissediyor. KOAH’da oluşan nefes darlığı eforla birlikte artabiliyor. Akciğer ekspansiyonunu yani akciğerin açılabilmesini azaltan hastalıklarda, sıklıkla bu çeşit nefes darlığı olabiliyor. Günümüzde KOAH’ın artmasındaki neden sigara içimindeki artıştır. KOAH varsa mutlaka sigaranın bırakılması gerekiyor. Hava olayları da KOAH hastalarının semptomları üzerine etkili olabiliyor. Dağ havasında oksijen basıncı düşük olduğu için temiz hava ihtiyacını deniz kenarında gidermek daha sağlıklı olabiliyor. KOAH ve amfizem hastalarının 1.500 metreden yüksek yerlerde yaşamaları önerilmiyor.

Bronşit ve Amfizem

Sigaranın yanı sıra endüstrileşme, çevre kirliliği, fabrikada çalışma, akciğerin yapısını bozan partiküllere maruz kalma gibi nedenler de nefes darlığı yaratıyor. KOAH aslında temelde iki hastalığı barındırıyor: Kronik bronşit ve Amfizem. Bronşit kronik olduğu için geri dönüşümü olmayan bir hastalık olarak biliniyor. Sigaranın bırakılmasıyla birlikte şikayetler düzeliyor. Bazı fonksiyonlar geri dönmese de hastanın hayatını sorunsuz bir şekilde devam ettirmesi daha kolay oluyor. Amfizem ise akciğerin yapısının bozulmasıyla beraber aşırı hava birikimini akciğerde gösteriyor ve kısmen tedavi edilebiliyor.

Akciğer Kanseri

Nefes darlığının en ciddi nedenleri arasında yer alıyor. Hatta bu nefes darlıkları hastayı boğacak seviyede olabiliyor.

Zatürre ve Akciğerde Su Toplanması

Eski deyimiyle zatülcenp olan akciğer zarının iltihabı ve akciğerin içinde oksijenin geçişini azaltan zatürreler nefes darlığı şikayeti yaratabiliyor. 

Bunların dışında pulmoner emboli gibi akciğer damarlarıyla ilgili kan damaları bozukluklarında kişide nefes darlığı şikayeti olabiliyor. Histoplazmoz veya tüberküloz gibi akciğerleri ve solunum yollarını etkileyen enfeksiyonlar da bu sorunu yaratabilir.

Kalp Krizi

Göğüste sıkışma ve nefes darlığı kalp krizinin belirtilerinden biri olarak meydana gelir.

Kalp Yetmezliği

İleri yaşlardaki hasta grupları en çok kalp yetmezliği şikayetiyle doktora başvuruyorlar. Bir kişide kalp yetmezliği olduğu zaman kalp büyüyor, kalp kasının kuvveti azalıyor ve kan yeterince pompalanamıyor. Akciğerlerden yeterince kan dönüşü olmaması, iyi atılamayan kan nedeniyle akciğerlerde sıvı birikimi oluşuyor. Akciğer ödem yapıyor, bu da kişiyi solunum yetmezliğine ve solunum cihazına bağlanmaya götürebiliyor. Özellikle sırt üstü yatamama kalp yetmezliğinin çok önemli bir belirtisi olarak kabul ediliyor. Çünkü sırt üstü yatarken nefes darlığı kalbe binen yük arttığı için daha fazla yaşanıyor. Hatta bu durumun çok ileri safhalarında kişiler yatarak değil, yalnızca oturarak uyuyabiliyor.

Kalp Büyümesi

Hastalarda kalp büyümesinde nefes darlığı olabiliyor.

Kalp Kapak Hastalıkları

Kalp kapak hastalıkları doğuştan olabileceği gibi sonradan romatizmaya ya da ileriki yaşlarda kapakların kireçlenmesine bağlı olarak da gelişebiliyor. Bu da yine nefes darlığı yaratabiliyor.

Damar Tıkanıklığı

Damar tıkandığı zaman kalp kasını besleyen damarın iyi çalışmaması nedeniyle o bölgeye yeterince kan gidemez. Kan akışı iyi olmadığında o kalp kası, aynı kalp büyümesindeki gibi zayıflıyor ve kişi kolayca tıkanabiliyor. Kalp damarlarında problem olduğu zaman özellikle yaşlı hastalarda göğüs ağrısı yerine nefes darlığı şikayetleri olabiliyor. Yani nefes darlığı damar tıkanıklığını da işaret edebiliyor.

Kalp Çarpıntısı

Çarpıntı olduğu zaman nefes darlığı oluşuyor. Bunun nedeni ise; kalp çok hızlı çarptığı için fazla oksijene ihtiyaç duyuyor ve hızlı çalıştığında vücudun ihtiyacı olan kanı dolaştırabilmek için nabız hızlı yükselip, daha fazla nefes almak istiyor. Kapakta darlık oluşuyor veya kapak açılmıyor ya da bir taraftan diğer tarafa kaçak oluyor. Kalbin bir bölgesinden diğer bölgesine kan kaçıyor. Temelde de kalp kası iyi çalışmadığı zaman akciğerde su toplanıyor. Özellikle ritim bozukluğu varsa o çarpıntının etkisiyle nefes darlığı ortaya çıkabiliyor.

Kansızlık

Kansızlık halinde nefes darlığı görülüyor. Çünkü anemide oksijeni taşıyacak olan hemoglobin seviyesi düşüyor. Ne kadar hava alınırsa alınsın oksijen düştüğü için dokular hipoksik yani oksijensiz kalıyor ve kişide nefes darlığı hissi oluyor.

Hipertiroidi

Tiroit hastalıklarından hipotiroidide kişi nefes darlığı yaşayabiliyor. Kişinin tiroit hormonu yeteri kadar çalışmıyor olabileceği gibi, metabolizması da yavaş olabiliyor.

Reflü

Reflü nefes darlığına yol açıyor. Mide asidinin yemek borusunda yarattığı ani tahribat, yanma hissiyle beraber kimi zaman nefes darlığı hissine yol açabiliyor.

Üre Yüksekliği

Böbrek hastalıklarında özellikle üre yüksekse ya da böbrek iyi çalışmıyorsa nefes darlığı tablosu ortaya çıkabiliyor.

Obstrüksiyon 

Üst solunum yolunda obstrüksiyon varsa yani burundan iyi nefes alınamıyorsa bu sorun hissedilebiliyor.

Aşırı Kilo ve Gebelik

Aşırı kilo ve gebelik nefes darlığı nedenleri arasında yer alıyor. Karın içindeki basınç arttığı için nefes darlığı görülebiliyor.

Göğüs Deformitesi

Skolyoz gibi göğüs deformitelerinde, akciğerin kapasitesi iyi olmadığı için nefes darlığı yaşanıyor.

Akut Nefes Darlığı Neden Olur?

Aniden gelişen nefes darlıklarının nedenleri arasında şunlar bulunur:

  • Anafilaksi,
  • Astım,
  • Karbonmonoksit zehirlenmesi,
  • Kalbin etrafında aşırı sıvı birikmesi,
  • KOAH, 
  • Coronavirüs,
  • Kalp krizi
  • Kalp ritim bozukluğu,
  • Kalp yetmezliği,
  • Zatürre ve benzeri akciğer enfeksiyonları,
  • Pnömotoraks (Akciğerlerden hava kaçması)
  • Akciğer kökenli kan pıhtısı,
  • Ani kan kaybı
  • Solunum yolunda tıkanma.
     

Kalbe Bağlı Nefes Darlığı Belirtileri

Kalb bağlı nefes darlığında şu belirtiler görülür:

  • Nefes darlığı eforla ortaya çıkar,
  • Nefes darlığına göğüs ağrısı eşlik eder,
  • Çarpıntı yaşanır.

Bir kişide kalp yetmezliği olduğu zaman kalp büyüyor, kalp kasının kuvveti azalıyor ve kan yeterince pompalanamıyor. Akciğerlerden yeterince kan dönüşü olmadığını, iyi atılamayan kan nedeniyle akciğerlerde sıvı birikimi oluşuyor. Akciğer ödem yapıyor, bu da kişiyi solunum yetmezliğine ve solunum cihazına bağlanmaya götürebiliyor. Diğer nedense, damar tıkandığı zaman kalp kasını besleyen damarın iyi çalışmaması nedeniyle o bölgeye yeterince kan gitmemesi sonucu görülüyor. Kan akışı iyi olmadığında o kalp kası, aynı kalp büyümesindeki gibi zayıflıyor ve kişi kolayca tıkanabiliyor. Çarpıntı olduğu zaman nefes darlığı oluşmasınının nedeni ise: Kalp çok hızlı çarptığı için fazla oksijene ihtiyaç duyuyor ve hızlı çalıştığında vücudun ihtiyacı olan kanı dolaştırabilmek için nabız hızlı yükselip, daha fazla nefes almak istiyor. Kapakta darlık oluşuyor veya kapak açılmıyor ya da bir taraftan diğer tarafa kaçak oluyor. Kalbin bir bölgesinden diğer bölgesine kan kaçıyor. Temelde de kalp kası iyi çalışmadığı zaman akciğerde su toplanıyor.

Nefes Darlığı Belirtileri

  • Göğüste sıkışma hissi,
  • Aldığınız nefesin yetmemesi ve derin nefes almaya ihtiyaç duymanız,
  • Hızlı nefes alma,
  • Çarpıntı,
  • Nefes alıp verirken ses çıkması.

Nefes Darlığı Nasıl Geçer?

Kronik nefes darlığı sorununuz varsa bir dizi yaşam tarzı değişikliği ile kendinizi rahatlatabilirsiniz. Nefes darlığını geçirebilecek öneriler arasında şunlar bulunur:

  • Tütün ve tütün mamullerini tüketmeyin. Eğer KOAH’ınız varsa sigarayı bırakmak hastalığın ilerlemesini ve etkilerini azaltabilir. 
  • Kirli havadan, kimyasal ürünlerden, alerjenlerden, sigara içilen ortamlardan uzak durun.
  • Sıcak havalarda tedbirli olun.  Sıcak ve nemli havalarda dışarı çıkmamaya çalışın. Çok sıcak ve nemli ya da çok soğuk havada egzersiz yapmak, kronik akciğer sorunlarının yol açtığı nefes darlığını artırabilir.
  • Yüksek rakımlı yerlere gitmekten kaçının, gitmek durumundaysanız, vücudunuzun yüksek rakımlı yerlerdeki düşük oksijen seviyelerine alışması için kendinize zaman ayırın, yorucu aktivitelerden uzak durun.
  • Yukarıda saydığımız şartlar dışında doktorunuza danışarak düzenli egzersiz yapın. Bu sayede akciğer ve kalp eforunuz artar. 
  • Kiloluysanız egzersiz ve diyetle kilo vermek nefes darlığınız iyi gelebilir.
  • Kronik akciğer ya da kalp hastalığınız varsa ilaçlarınızı kullanmayı ihmal etmeyin.

Nefes Darlığına Ne İyi Gelir?

Nefes darlığna iyi gelen öneriler:

  • Sigara içiyorsanız bırakın.
  • Çevresel toksinlere ve alerjenlere maruz kalmamak için maske kullanın.
  • Altta yatan tıbbi sorun tedavisi için doktora başvurun.
  • Obezite gibi bir sorununuz varsa kilo verin.
  • Kalp problemleri için kolesterol seviyenizi ve kan basıncınızı kontrol altında tutun, düzenli sağlık kontrollerinizi ihmal etmeyin.
  • Belirtileri takip edin. Ani başlayan nefes darlığı durumunda acil tıbbi desteğe başvurun.

Nefes darlığı şikayetinin hangi nedenden kaynaklandığının bilinmesi önemli. Çoğunlukla astım, zatürre, KOAH ve psikolojik nedenlerle gelişen nefes darlığından teşhis edildikten sonra tedavi uzman doktor tarafından verilir. Nefes darlığı ciddi hastalıkların belirtisi olabildiği için önemsenmeli ve şikayet durumunda acilen doktora gidilmelidir.

Nefes Darlığı Psikolojik Olabilir mi?

Nefes darlığı, psikojenik dispnenin tipik bir belirtisidir. Anksiyete yaşayan hastalar daha çok nefes almak istiyor ancak alamıyor. Kişiler nefesinin yetmediğini düşünüyor. Bu tablo heyecan, sınav stresi, başaramama hissi, üzüntü gibi durumlarla ortaya çıkıyor. Panik atak nefes darlığı yaşanmasında büyük bir etkendir. Kişi atak geçirirken nefessiz kaldığını hisseder. Psikolojik nefes darlığı için Psikiyatri doktoruna bilgi vermek gerekiyor.

Nefes Darlığı İçin Hangi Doktora Gidilir?

Özellikle ani başlayan nefes darlığı sorununda mutlaka acil tıbbi yardım alınmalıdır. Kronikleşen nefes darlığı şikayetlerinde ise Göğüs Hastalıkları uzmanına gidilmelidir. Sorunun kalpten kaynaklı olması durumunda devreye Kardiyoloji uzmanı girer.

Öksürük ve Nefes Darlığı

Solunum yolu enfeksiyonları da dahil olmak üzere bazı sağlık sorunlarında öksürük ve nefes darlığı bir arada görülebilir. Enfeksiyon nedenli olmayan öksürük ve nefes darlığına astım ve KOAH da neden olabilir.

Kronik öksürüğün en yaygın üç nedeninden birini astım oluşturuyor. Nefes darlığı, hırıltılı solunum, göğüste sıkışma hissi gibi şikayetlerin de eklendiği kuru öksürüğün geceleri ve egzersiz sırasında arttığı gözleniyor.

Solunum yollarının hasarlanması nedeniyle solunumu zorlaştıran ilerleyici bir hastalık olan KOAH, kronikleşen öksürüğün en ciddi sorumlularından biri. Öksürük, yemek yerken ya da konuşurken dahi yaşanabiliyor. Özellikle sigara kullanan kişilerde öksürüğe, yorgunluk ve nefes darlığının eklenmesi durumunda KOAH’ın araştırılması gerekiyor.

Nefes Darlığı Tanısı Nasıl Konur?

Kalp hastalıklarıyla göğüs hastalıklarının ayrımını hasta yapamaz. Özellikle KOAH hastalarının nefes darlığıyla kalp yetmezliği hastalarının göğüs ağrısı birbirine karışabiliyor, bazen de ikisi birlikte olabiliyor. Çünkü KOAH çok fazla ilerlediğinde kalp yetmezliğine yol açabiliyor. Akciğerlerde çok fazla sıvı olduğu zaman hava yollarına baskı yapabiliyor. Nefes darlığı tanısı için solunum fonksiyon testi, akciğer röntgeni, tomografi, elektrokardiyografi, ekokardiyografi gibi birçok görüntüleme yönteminin yanı sıra kan tetkikleri de yapılabiliyor.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. İçeriklerde Acıbadem Sağlık Grubu’nun tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik bilgiler yer almamaktadır.

Hormonlar, vücuttaki farklı organ ve sistemlerin düzgün işlemesinden sorumlu salgılardır ve bu nedenle sağlıklı bir yaşam sürebilmek için hormon seviyelerinin dengede olması son derece önemlidir. Hormon salgılarındaki yetersizlik, aşırı fazlalık veya yanlış zamanlama gibi faktörlerin tamamı hormon bozukluğu olarak adlandırılır ve ilgili hormonun etkisine göre vücudun farklı bölgelerindeki fonksiyonların aksamasıyla sonuçlanır. Hem kadınları hem de erkekleri etkileyen hormon bozukluklarının tedavi edilebilmesi için en kısa sürede tanı alması gerekir.

Hormon Bozukluğu Nedir?

Vücutta farklı görevleri olan hormonlar çoğunlukla beyindeki hipofiz bezinin kontrolü altındadır. Vücut ısısının dengede tutulması, sağlıklı şekilde büyüme, uyku sırasında dinlenme, açlık tokluk hisleri, olumsuz hislerle baş etme, adet dengesi, ergenlik gibi pek çok hayati vücut fonksiyonu hormonlar tarafından sağlanır. Kimi zamanda beyin, hipofiz bezi veya çeşitli organlarda ortaya çıkan anomaliler vücuttaki hormon seviyelerini bozabilir. Bu durum ise hormon bozukluğu olarak adlandırılır ve çeşitli sağlık sorunlarına neden olur. Geç gelen ergenlik, vücutta aşırı tüylenme, adet düzensizliği, kısırlık gibi pek çok durum hormon salgılarındaki dengesizlik nedeniyle ortaya çıkar. Bu nedenle sağlıklı yaşam sürmek isteyen her bireyin hormon seviyelerini kontrol ettirmesi ve bozukluk durumlarına karşı zamanında önlem alması son derece önemlidir.

Hormon Bozukluğu Neden Olur?

Hormon bozuklukları pek çok farklı sebeple ortaya çıkabilir. Endokrin sistem bezleri tarafından üretilen hormonlar, kan dolaşımına katılarak ilgili doku ve organlara girer. Daha sonra girdiği doku ile organlara ilgili görevleri ne zaman, nasıl yapmaları gerektiği konusunda mesaj gönderir. Bu şekilde vücut fonksiyonları aksamadan devam eder. Ancak zaman zaman farklı nedenlere bağlı olarak endokrin bezleri etkilenebilir ve sonuç olarak farklı hormonların miktarında dengesizlik oluşabilir.

Vücuttaki başlıca endokrin bezleri; tiroid bezi, hipofiz bezi, hipotalamus, pankreas, paratiroid bezi, adrenal bezler, pineal bez ve gonad bezleridir. Hormon bozukluklarının en yaygın sebepleri ise hipotiroidizm, şeker hastalığı, hipogonadizm, yeme bozuklukları, tümörler, kullanılan ilaçlar, stres, kanser tedavileri veya travmalar olarak gösterilebilir.

Kadınlarda Hormon Bozukluğu Nedenleri

Kadınların erkeklere göre hormon bozukluğu ile karşılaşma riski daha yüksektir. Çünkü kadın vücudunda hormon dengesi düzenli olarak değişkenlik gösterir ve pek çok kadın farklı nedenlere bağlı olarak dönem dönem hormon dengesizliği sorunu ile karşılaşır. Bu sorun doğrudan kadınlık hormonları ile ilişkili olabileceği gibi kimi durumlarda tiroid hormonlarından da kaynaklanabilir. Genel olarak kadınlardaki hormon dengesizliğinin en büyük nedeni stres ve düzensiz beslenmedir. Kadınların regl, hamilelik, menopoz gibi farklı süreçlerden geçmesi de vücuttaki hormon dengelerinin bozulmasında rol oynar. Ek olarak aşırı yorucu fiziksel aktiviteler, doğum kontrol haplarının fazla kullanımı ve polikistik over sendromu gibi durumların tamamı kadınlardaki hormon bozuklukları nedenleri arasında sıralanabilir.

Hormon Bozukluğu Belirtileri Nelerdir?

Hormonlar vücuttaki farklı görevlerde rol oynadığından birbirinden farklı belirtilerle ortaya çıkar. Ayrıca hormon dengesizliğinden kaynaklanan belirtiler kadın ve erkeklerde farklı olabilir. Genel olarak kadın üreme sistemiyle ilgili hormonların dengesizliğinde şu tip belirtiler gözlenir:

  • Göğüs hassasiyeti
  • Geceleri terleme
  • Aşırı sıcaklama
  • Hızlı kilo alma veya verme
  • Vajinanın doğal formunu kaybederek kuruması
  • Adet düzensizliği veya acılı adet
  • Kemik erimesi
  • Klitoriste genişleme
  • Göz kuruluğu
  • Depresif ruh hali
  • Yoğun ishal veya şiddetli kabızlık
  • Konsantrasyon kaybı

Üreme sistemindeki hormon dengesizlikleri cinsel yaşam kalitesi, doğurganlık, vücut direnci ve genel psikoloji gibi birbirinden farklı fonksiyonu etkiler. Genel vücut sağlığının önemli bir parçası olan hormon seviyelerinde bozulmaların olması vücudun farklı noktalarını etkileyebilir. Bu nedenle sorunun ana kaynağını tespit etmek ve mevcut belirtilerin hangi hormona bağlı geliştiğini öğrenmek için düzenli hormon testlerinin yaptırılması gerekir.

Hormon Bozukluğu Nasıl Tedavi Edilir?

Hormon bozukluğu tedavisinde en önemli nokta, altta yatan nedeni saptamaktır. Genellikle altta yatan sorunu çözmek hormon bozukluğu sorununun da çözülmesini sağlar, bu nedenle tedavi için uzmana başvuran hasta öncelikle fiziksel muayene tabii tutulur. Daha sonra ise çeşitli kan testleri uygulanarak vücuttaki hormon seviyeleri kontrol edilir. Testler sonucu hormon bozukluğu teşhisi konan hastalarda etkilenen hormona bağlı olarak farklı tedavi yöntemleri uygulanır.

Genel olarak hormon bozukluğu tedavisinde herhangi bir yetersizlik söz konusu ise kişiye hormon takviyesi yapılır. Hormonun salgılanmasıyla görevli bezde tümör veya kist gibi sorunların olması halinde ise medikal veya cerrahi yöntemlere başvurulur. Son derece ciddi bir süreç olan hormon tedavisinde, uzman hekimin önerilerinin dinlenmesi tedavide büyük önem taşır. Bu nedenle tedavinin bütün adımları hekim tarafından planlanır ve düzenli hormon kontrolü ile kişideki fonksiyonların kontrol altına alınması sağlanır.

Prof. Dr. Abdullah Armağan

ÜROMER ÜROLOJİ MERKEZİ

Hastalıklarla en iyi mücadele şekli, daha hasta olmadan gerekli tedbirleri almak. Özellikle kış hastalıklarına karşı önlem almak son derece önemli. Peki, kış aylarıyla birlikte ortaya çıkan sağlık sorunlarının belirtileri neler ve ne tür önlemler alabiliriz?

Kış aylarında özellikle yaşlılar ve çocuklarda görülen sağlık sorunlarında belirgin bir artış gözleniyor. Alınabilecek son derece basit önlemlerle, sağlık problemlerinin önüne geçmek mümkün. Peki, kış aylarıyla birlikte ortaya çıkan sağlık sorunlarının belirtileri neler ve önlem olarak neler yapabiliriz?  

Vücut ısınızı koruyun  

Evlerin ısısının sağlanması ve korunması önem arz ediyor. Sıcak yiyecek ve içecekler tüketmek, ısı dengesinin sağlanması için yararlı olacaktır. Mümkün olduğu kadar aktif olmakta fayda var. Ayrıca dışarıda iken titreme hissediliyorsa, ısı kaybının habercisidir; hemen sıcak kapalı bir mekâna gitmek doğru olur. Cildiniz soğuk ve soluk bir hal aldıysa, kendinizi çok halsiz ve uykulu hissediyorsanız, yürümede zorluk ve nefes darlığı oluyorsa ve kalp hızınız çok azaldı ise vücut ısınız düşmeye başlamış olabilir. Hemen sıcak bir ortama geçilmesi sağlık açısından çok önemli. 

Ev sıcaklığı ne olmalı?  

Evde ve iş yerinde, gün içinde kullanılan tüm odaların ısıtılması gerekiyor. Evin ısısı, oturma odasında 21 derece ve evin diğer bölümlerinde en az 16 derece civarında olması uygun olur. Yatmadan önce yatak odası ısıtılmalı. Gece boyunca yatak odası ısısının 18 derecenin altına düşmemesine dikkat edilmeli. Ancak, ısınma yöntemleri oda havasını kurutarak rahatsızlıklara neden olabilir. Bu nedenle odanın nem oranını düzenleyecek uygun tedbirler alınmalı; kalorifer üzerine su dolu kaplar koymak gibi…  

Kışın beslenme  

Özellikle kış aylarında vücudumuzun ihtiyaç duyduğu besinleri almak önemini artırıyor. Zira hastalıklara karşı her daim hazır olmamız gereken bir dönem. Kahvaltıda lifli gıdaları tercih edilebilir. Böylece hem enerji hem de bol vitamin ve mineral desteği sağlanmış olur. Kahvaltılık gevrekler bu konuda mükemmel seçim olabilir, elbette şeker eklemediğiniz sürece. Sağlıklı bir diyetin; günde beş porsiyon meyve ve sebze içereni makbul. Her gün aynı şeyleri yemek yerine, vitamince zengin kış sebzelerinden olabildiğince faydalanmak gerekiyor. Özellikle kök sebzeler, karnabahar ve lahananın besleyici özellikleri çok fazla. Süt ve süt ürünleri protein, A ve B12 vitaminleri için önemli kaynaklar. Bunlar aynı zamanda kemik sağlığı için elzem olan kalsiyumu da içeriyor. Bu ürünlerden yağı azaltılmış olanları tercih etmekte fayda var. Kış aylarında güneşli gün sayısının azlığına bağlı olarak D vitamini sentezi de azalır. Bu nedenle süt, taze sıkılmış portakal suyu içmeyi ve balık yemeyi de unutmayın.  

Kış hastalıkları nelerdir? 

Üst solunum yolu enfeksiyonları  

Soğuğun vücut direncini düşürmesi, kapalı yerlerde uzun süre kalınması ve buraların iyi havalandırılmaması, sigara dumanı, yetersiz ve dengesiz beslenme kış aylarında üst solunum yolu enfeksiyonlarının hızlı yayılmasına neden oluyor. Özellikle yaşlılar için bu risk daha fazla önem arz ediyor. Doğru beslenme, vücut ısısını korumaya ve hijyen kurallarına dikkat etmek, doktor tavsiyesi dışında ilaç kullanmaktan kaçınmak gibi önlemler, üst solunum yolu enfeksiyonlarına karşı en güçlü silahlarımız.  

Kalp rahatsızlıkları  

Kalp krizleri kışın yaygın olarak görülüyor. Aşırı soğuk, kan basıncını ve dolayısıyla kalbin yükünü artırıyor. Kalp soğukta vücut ısısını korumak için daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Dışarı çıkarken sıkı giyinmek, şapka, atkı ve eldiven takmakta fayda var. Kar kürümek ve benzeri efor gerektiren aktiviteler, zaten soğukta üzerinde büyük bir yük bulunan kalbin daha da yorulmasına neden oluyor. Bu yüzden soğuk havalarda aşırı efor gerektiren işlerden uzak durmakta fayda var. Zorunluluk hallerinde koruyucu giysiler giymek ve kalbi fazla zorlamamak doğru olur.  

Nörovirüs 

Tüm mevsimlerde görülse de kışın daha yaygın olan nörovirüse karşı daha dikkatli olunmalı. Sindirim sistemini etkileyen viral bir hastalık; bulantı, kusma ve ishale neden oluyor. Korunmak için bol sıvı ve mineral almak gerekiyor.  

Artrit  

Sebebi kesin olarak bilinmese de bir çok artritli kişinin eklem ağrıları kışın daha fazla oluyor. Soğuk havanın eklem iltihabını artırdığına dair bir kanıt yok, ancak eklem ağrısı ve eklem sertliği gibi şikayetlerin böyle havalarda arttığı biliniyor. Günlük düzenli egzersiz, kişinin mental ve fiziksel durumunu güçlendiriyor. Eklem şikayetleri için özellikle yüzmenin çok yararlı etkileri oluyor.    

Cilt kuruluğu  

Kış aylarında yaşanan sorunlardan biri de cilt kuruluğu. Yine yaşlılarda daha yoğun problemlere neden olabiliyor. Kuruluk, bacaklarda daha fazla olmak üzere ellerin üzerinde, kollarda ve gövdede görülüyor. Kaşıntı ile birlikte, bu bölgelerde cilt kuru, kepekli ve çatlak bir görünüm alıyor. Nemlendirici kullanımı faydalı tedbirlerden biri olarak söylenebilir. Nemlendiricileri uygulamak için en uygun zaman ise banyo ya da duş sonrası cilt hafif nemli iken ve yatmadan önce.   

Aşırı kilo  

Kış aylarında aşırı kilo almamaya dikkat etmekte fayda var. Çünkü kilo almayı kolaylaştıran faktörler ortaya çıkıyor. En önemli faktör ise soğuk hava ve günlerin kısa olması nedeniyle fiziksel aktivite azlığı. Fazla dışarı çıkamayışın verdiği sıkıntı nedeniyle aşırı yemek yemeyi de buna eklemek gerek. Yazın ve sonbaharda devam edilen sportif faaliyetleri birden bırakmak kilo almayı kolaylaştırıyor. Beslenmeye dikkat etmek elbette en önemli konu. Ancak sporu bırakmamaya da bir o kadar dikkat etmeli. Çok soğuk olmayan ve rüzgarsız havalarda sıkı giyinmek kaydı ile yürüyüş yararlı olabilir. Bunun dışında evde ya da kulüplerde egzersiz, yoga ve dans gibi aktivitelerde de bulunabilirsiniz.  

Sıvı kaybı  

Kış aylarında çeşitli nedenlerle sıvı kayıpları yaşanabiliyor. Bu nedenle vücudun sıvısız kalmamasına dikkat etmek gerekiyor. En az günde 6-8 bardak sıvı alınmalı. Suya ilave olarak meyve suları, süt, çay gibi içecekler tüketmek faydalı oluyor. Kış boyunca sıcak içecekler tüketmek doğru olur ancak bazı sıcak içecekler yüksek kalori taşıyor. Sütlü ve şuruplu kahveler ve sıcak çikolata içerken önemli oranlarda kalori aldığınızı da unutmayın.

ANADOLU SAĞLIK MERKEZİ

Kış mevsiminde vücudumuz soğuk havaya uyum sağlamak için daha fazla enerji harcayıp, güçsüz düşebilir. Özellikle kış mevsiminde insandan insana kolay geçebilen bu hastalıklarda, mevsim dolayısıyla insanların neredeyse tüm gün kapalı mekanlarda bulunması nedeniyle de bulaşma riski oldukça yüksek!

D vitamini seviyenizi koruyun

Kışın genel olarak kanda D vitamini seviyeleri daha düşük bulunur. Enfeksiyonlara karşı korunmada da büyük rolü bulunan D vitamininin eksikliği grip, nezle gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, bazen de zatürree gibi akciğer enfeksiyonları artırabilmektedir. Hastalığın tutulduğu bölge ve tipine göre değişmekle beraber; genel olarak üst solunum yolu enfeksiyonu belirtileri; burun akıntısı, burun ve başta dolgunluk hissi, ateş, baş ağrısı, geniz akıntısı, öksürük, hapşırma, boğazda yanma-ağrı, bazen gözlerde sulanma, çapaklanma, kas ağrıları, halsizlik ve iştahsızlık olarak görülebilmektedir.

Doktorunuza danışmadan antibiyotik kullanmayın!

Enfeksiyonel hastalıkların tanısında en önemli nokta, viral enfeksiyonların bakteriyel enfeksiyonlardan ayırt edilmesidir. Virüslerin neden olduğu üst solunum yolu hastalıklarının tedavisinde, antibiyotiklerin yararı olmadığı gibi, solunum yollarındaki yararlı bakterileri baskılayarak daha çok zararlı olabilirler.

Bitki çaylarından destek alın

Kış ayı, üst solunum yolu hastalıklarının en çok görüldüğü ve bağışıklık sisteminin düştüğü bir mevsimdir. Vücudumuzu tehdit eden ve hastalıklara sebep olan bakteri ve virüslere karşı dayanıklılığı arttırmak gerekir. Kışla birlikte artan ve üst solunum yollarını etkileyen hastalıkların öksürük, balgam gibi belirtilerini hafifletmek için bazı bitki çaylarından yardım alınabilir. Sıcak bitki çayları hem boğazı yumuşatarak ciğerleri ve mide kaslarını zorlayan öksürüğü hafifletir, hem de balgam ile birlikte enfeksiyonun vücuttan daha hızlı atılmasını sağlar.

Hijyen kurallarına dikkat edin

Hastalığın bulaşmaması için öncelikli olarak hijyen kurallarına uyulması gerekiyor. Hasta olan kişilerden olabildiğince uzak durulmalıdır. Elle veya yanakla tokalaşmak yerine uzaktan selamlaşma her zaman olası riski azaltır.Elleri sık sık yıkamak gerekir. Özellikle çocuklara ellerini uygun sürede, su ve sabun kullanarak yıkamaları gerektiği öğretilmelidir. Hijyen koşullarının özellikle su ve gıdaların takibinin yapılması, gıda çalışanlarının portör taramalarının düzenli yapılması gerekir.

Bulunduğunuz ortamı mutlaka havalandırın

Kapalı ortamlarda pencere ve kapıları açarak ortamdaki nem miktarının artması için zaman zaman doğal havalandırma yapılmalıdır. Ofislerde çalışanlarda klimayı gün içersinde mümkün olduğunca az kullanmalıdır. Nem dengesini koruyucu klimalar tercih edebilir veya bulunduğunuz ortamda nemi sağlamak için, sürekli bir bardak su bulundurabilirsiniz. Ortamdaki nem oranı yüzde 40-60 arasında olmalıdır.

Sıvı tüketimini ihmal etmeyin

Vücut direncini artırmak için beslenme ve sıvı tüketimine özen gösterilmelidir. Günde yaklaşık olarak 2,5–3 litre su içilmelidir. Bol sebze ve meyve, A, C ve E vitaminlerinden zengin soğan, sarımsak, havuç, limon, portakal, mandalina, greyfurt, yeşil biber, marul ve salata bol bol tüketilmelidir. Bitkisel yağlar tercih edilmeli ve haftada en az bir kez balık yenilmelidir. Şekersiz bitki çayı ve en önemlisi de su tüketimi artırılmalıdır.

Her yıl düzenli olarak grip aşınızı olun.

Sigara ve alkolden uzak durulması gerekir. Her ikisi de vücudun sinsi düşmanıdır ve bağışıklık sistemini bozarlar. Enfeksiyonlara, alerjilere ve bazı kanserlere zemin hazırlarlar. Düzenli uyku, düzenli egzersiz ve kışın D vitamini takviyesi almak bağışıklık sistemini güçlü tutar.  Grip aşısı mutlaka olunmalıdır. Grip aşınızı her yıl enfeksiyonel hastalıklara karşı düzenli olarak yaptırın.

Prof. Dr. Tayfun Apuhan

HISAR HOSPITAL

Stres egzamaya zemin hazırlıyor!

En büyük organ olan cilt, psikolojik sorunlar nedeniyle de olumsuz yönde etkilenebilmektedir.

Egzama, cildin dış tabakasının iltihaplanmasıyla karakterize kronik bir cilt hastalığıdır. Kaşıntı, kızarıklık ve kuruluk gibi belirtilerle kendini gösterir. Egzamanın kesin nedeni bilinmemekle birlikte, genetik faktörler, alerjiler ve çevresel faktörler gibi çeşitli nedenlerin tetiklediği düşünülmektedir.

Strese Bağlı Egzamanın Belirtileri Nelerdir?

Strese bağlı egzamanın belirtileri kişiden kişiye değişebilir, ancak genellikle aşağıdaki belirtiler görülebilir;

Deride Kızarıklık: Strese bağlı egzama, genellikle deride kızarıklık şeklinde kendini gösterir.

Kaşıntı: Egzama, şiddetli kaşıntıya neden olabilir. Kaşındıkça deri tahriş edilebilir ve enfeksiyon riski artabilir.

Kuruluk: Derinin kuruması ve pullanması da yaygın bir belirti olabilir.

Kabarcıklar: Egzama bazen kabarcıkların oluşmasına yol açabilir.

Ciltte Sızıntı: Egzama hastalarında ciltte sızıntı veya akıntı meydana gelebilir.

Şişlik: İnflamasyon sonucu ciltte şişlikler oluşabilir.

Hassasiyet: Egzama olan bölgeler genellikle diğer tahriş edici faktörlere karşı daha hassas olabilir.

Deri Kalınlaşması: Kronikleşen egzama durumlarında, deri kalınlaşabilir.

Deri Soyulması: Egzama nedeniyle deri soyulabilir.

Strese bağlı egzamanın belirtileri kişiden kişiye değişebilir, bu nedenle herkes aynı semptomları yaşamayabilir. Egzama belirtileri görüldüğünde, bir dermatologdan profesyonel bir değerlendirme ve tedavi önerisi almak önemlidir.

Egzamadan kurtulmak mümkün olsa da, tamamen ortadan kaldırılması zordur. Ancak, belirtileri kontrol altına almak ve yaşam kalitesini iyileştirmek için çeşitli yöntemler kullanılabilir.

Egzamadan kurtulmak için yapılabilecek bazı şeyler şunlardır:

Tetikleyicileri belirlemek ve onlardan kaçınmak: Egzamayı tetikleyen faktörler, alerjenler, stres, sicak ve soğuk hava, tahriş edici maddeler ve belirli ilaçlar olabilir. Tetikleyicileri belirleyerek, belirtileri tetiklemekten kaçınılabilir.

Nemlendirici kullanmak: Egzama, cildin kurumasına neden olabilir. Nemlendirici kullanmak, cildin kurumasını önlemeye ve kaşıntıyı azaltmaya yardımcı olabilir.

Koruyucu kremler kullanmak: Koruyucu kremler, cildin tahriş olmasını önlemeye yardımcı olabilir.

İlaçlar kullanmak: Egzamanın şiddetli olduğu durumlarda, kortikosteroid kremler veya tabletler gibi ilaçlar kullanılabilir.

Egzama ile başa çıkmanın psikolojik boyutu da önemlidir. Stres, egzamayı tetikleyebilir ve belirtileri kötüleştirebilir. Stresi azaltmak için yoga, meditasyon veya gevşeme teknikleri gibi yöntemler kullanılabilir.

Egzama, yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilen bir hastalıktır. Ancak, doğru tedavi ve yöntemlerle belirtiler kontrol altına alınabilir ve yaşam kalitesi iyileştirilebilir.

Klinik Psikolog Hatice Börek

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Cep telefonu ile konuşurken dikkat edin!

Günlük yaşantımızın bir parçası haline gelen cep telefonlarının yaydığı elektromanyetik radyasyon olumsuz etkileriyle yaşam kalitesini bozabiliyor. Kısa dönemde uykusuzluk ve halsizlik gibi etkileri hissedilen elektromanyetik radyasyon, biyolojik yapıdan hormonlara ve DNA’ya kadar vücudumuzda pek çok değişikliğe yol açıyor. Özellikle cep telefonu gibi cihazların kullanımında mesafenin önemli olduğuna dikkat çeken uzmanlar, telefonda konuşurken cihazı 1 cm uzakta tutmanın radyasyonu – %20 oranda azalttığına dikkat çekti.

Üsküdar Üniversitesi Elektrik- Elektronik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Şeker, son zamanlarda sıkça gündemi meşgul eden elektromanyetik radyasyonun canlılar üzerinde oluşturduğu etkilere değindi.

Hay Kitap’tan da okuyucusuyla buluşan ‘5G Nesnelerin İnterneti ve Sağlığımız” isimli kitabında da konuları ayrıntılı bir şekilde ele alan Prof. Dr. Şeker, insanların çok sık maruz kaldığı cep telefonu radyasyonu hakkında bilgi vererek cep telefonundan alınan radyasyonu en aza indirecek önlemleri anlattı. 5G teknolojisinin hayatımıza girmesi ile meydana gelecek değişimlere dikkat çeken Şeker, 5G’nin sağlık açısından oluşturduğu sorunlar hakkında bilgi verdi.

“Elektromanyetik radyasyon ve elektromanyetik alan birbirinden farklıdır”

Elektromanyetik radyasyon ve elektromanyetik alan kavramlarının birbirinden farklı olduğunu belirten Prof. Dr. Selim Şeker, elektromanyetik radyasyonun bütün elektrik enerjisini kullanıp normal fonksiyonlarını icra ettiğini ve bu nedenle yüksek frekanslı cihazların radyasyon yaydığını, düşük frekanslı cihazların örneğin ev aletlerinin radyasyondan ziyade elektromanyetik alan yaydığını ifade etti

“İnsan DNA’sını etkiliyor”

Elektromanyetik radyasyonun canlılar üzerinde en belirgin etkilerinin 2004 yılında yayımlanan Refleks çalışması ile ortaya çıktığını ifade eden Şeker, bu çalışmanın sonucunda elektromanyetik radyasyonun çocuklarda ve yetişkinlerde birbirinden farklı etkilerin görüldüğüne dikkat çekti. Elektromanyetik radyasyonun kısa dönem etkileri uykusuzluk, halsizlik olarak görülürken uzun dönem etkilerinin insanın biyolojik yapısını, hormonal aktivitelerini ve insan genetiğini değiştirdiğini insanın DNA’sını etkileyerek zararlarının sonraki nesillerde dahi ortaya çıkabileceğini ifade etti.

Elektromanyetik radyasyon, beynin savunma mekanizmasını etkiliyor

Elektromanyetik radyasyon ve insan ruhunun birer enerji olduğunu ifade eden Prof. Dr. Selim Şeker, insanın bir günde harcadığı gücün 40 watt civarında olduğunu belirtti. Prof. Dr. Şeker, iki enerjinin birbiri ile etkileşimi sonucu elektromanyetik radyasyonun beyne etki ederek beynin savunma mekanizmasına zarar verdiğini ve beynin kısımlarını girip beyinde Alzheimer, Parkinson gibi hastalıklara neden olduğunu, standardın bin kat altındaki radyasyonların ise nöronların ölmesine sebep olduğunu ve bunun da insan yaşamını tehlikeye soktuğunu söyledi.

“Kullanım süresi ve mesafe radyasyonu etkiliyor”

Elektrikli cihazların yaydığı radyasyonların bazı ölçütlere göre değişiklik gösterdiğini ifade eden Prof. Dr. Şeker, 5 dakika kullandığımız saç kurutma makinasının yaydığı radyasyonu vücudun geri kalan zamanda atabildiğini belirterek çok sık kullanılan cep telefonlarının yaydığı radyasyonun etkilerinin vücuttan atılmasının zor olduğunu ifade etti.

Mesafeye dikkat

Elektrikli cihazlardan yayılan radyasyonun kullanım sıklığı dışında değişiklik gösterdiği diğer ölçütün ise mesafe olduğunu ifade eden Prof. Dr. Şeker, elektrikli aletlere ne kadar yakın olunursa o denli radyasyondan etkilenildiğini, telefonda konuşurken telefonu 1 cm uzakta tutmanın radyasyonu – %20 oranda azalttığına dikkat çekti.

Cep telefonları sigaradan bile daha zararlı

Elektrikli cihazların en tehlikelisinin cep telefonu olduğunu belirten Şeker, herkesin sigara içmediğini ama herkesin telefon kullandığını bu nedenle cep telefonlarının sigaradan bile daha zararlı olduğunu ifade etti. Cep telefonlarının yaptığı hasarın hücreler üzerinde ve kalıcı olduğunu belirten Şeker, bu zararı telafi edebilmek için vücuda fırsat vermediğimizi bu durumun kalıcı hasarlara neden olduğunu ifade etti.

Cep telefonları kanser yapan cihazlar listesinde

Dünya Sağlık Örgütü tarafından evlerde kullanılan elektrikli cihazların kanser yapma ihtimali olduğuna dair listeye alındığını belirten Şeker, cep telefonlarının ise 2011’de listeye alındığını ifade etti. Prof. Dr. Selim Şeker, 1993’te cep telefonu firmalarının isteği üzerine yapılan araştırma bulgularında dahi cep telefonunun kansere neden olduğu saptandığını ancak 6 sene süren araştırmanın sonuçlarının cep telefonu firmalarınca yayımlanmasının engellendiğini ifade etti.

Cep telefonu kullanırken dikkat edilmesi gerekenler

Cep telefonu kullanırken radyasyonun kulağımızdan içeri girip beyne ulaştığını ifade eden Şeker, kafatasının radyasyonu engellemediğini belirterek cep telefonundan yayılan radyasyonun etkisinin azaltılması için önerilerde bulundu. Cep telefonunun aradığınız kişiye ulaşabilmesi için yüksek dozda güç yaydığını belirten Şeker, bundan korunmak için karşı tarafın cevap vermesinden sonra kulağımıza götürmemiz gerektiğini aynı zamanda, kulaklık kullanmanın hoparlörde konuşmanın radyasyonu azalttığını ifade etti. Telefonu gün içerisinde sıkça kullanmak yerine kısa mesaj göndermenin radyasyon etkisini azalttığını belirten Şeker, uyuduğumuz yerde cep telefonunun bulundurmamız gerektiğinin altını çizdi.

5G teknolojisi nedir?

5G teriminin kablosuz teknoloji için kullanıldığını ifade eden Prof. Dr. Şeker,5G’nin daha hızlı ve daha yüksek yayılım kapasitesi sağladığını belirterek 5G teknolojisinin çevremizde bulunan mikrodalga ve milimetrik dalga radyasyonlarını aşırı derecede artıracağını ifade etti. 5G teknolojisinin Türkiye’de çalışabilmesi için birkaç milyon baz istasyonu kurulması gerektiğini belirten Şeker, bunun da her 3 metre ile 10 metre arasında baz istasyonu ile karşılaşma anlamına geldiğini ifade etti.

5G teknolojisi beraberinde sağlık sorunlarını da getiriyor

5G teknolojisinin kullanımı ile doğada elektrosisin artacağını belirten Şeker, 5G’nin getirdiği radyasyondan dolayı doğal ekosistemi ve hatta atmosferi olumsuz etkileyeceğini ifade etti. İnsan vücudunun daha önce hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı türden bir radyasyona maruz kalacağını ifade eden Şeker, bunun sonucunda oluşabilecek sağlık sorunlarına dikkat çekti. 5G’nin hücre büyümesi ve organlara etki ederek kanserlerin artmasına neden olacağına, bağışıklık sisteminde, kalp ve dolaşım sisteminde, biyolojik işlevlerde kaçınılmaz olarak etki edeceğine değinen Şeker, ayrıca ısısal etkilerin göz yüzeyinde ve gözde hasar oluşturmanın yanı sıra deriyi de etkilediğini ifade etti.

Şeker, dünyanın pek çok yerinde, evlerin yakınında baz istasyonu yapmak yerine fiber optik kabloların döşenmesi gerektiğini belirtti. Fiber optik kablolamanın daha hızlı, emniyetli ve yüksek kapasiteli olduğunun altını çizen Şeker, iletişim şirketlerinin daha çok kar elde etmek istemelerinden dolayı fiber optik yerine kablosuz mobil telefon üyeliğini tercih ettiğini ifade etti.

Sayfa içeriğinde yer alan bilgiler yalnızca bilgilendirme amaçlıdır. İlgili sayfada tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren öğeler yer almamaktadır. Tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

NP İSTANBUL HASTANESİ

Günümüzde pek çok hastalığın tedavisinde destek olarak yararlanılan ozon tedavisi vücut direncini artırmaktadır. Enfeksiyondan cilt hastalıklarına, diyabetten hepatite kadar farklı hastalıkların tedavisinde kullanılabilen ozon, çeşitli yöntemlerle uygulamaktadır. Önemli bir yardımcı tedavi olan ozon terapisinin yan etkilerinin ise yok denecek kadar az olması da bu yöntemin uygulanmasında önemli etkenlerden biridir.

Ozon Tedavisi Nedir?

Ozon terapisi olarak da bilinen ozon tedavisi; çeşitli hastalıkların tedavisine destek olmak amacıyla hastaların dolaşım sistemlerine ozon ve oksijen karışımı uygulanması işlemidir. Oksijenin kararsız bir formu olan ozon (O3), atmosferde bulunan renksiz ve kokulu bir gazdır. Oksitleme özelliğinin yüksek olması sayesinde mikroorganizmaları ve toksinleri yok ederek günümüzde sterilizasyon ve filtreleme işlemlerinde kullanılan ozon gazından tamamlayıcı tedavi yöntemi olarak da faydalanılmaktadır.

Ozon Tedavisi Ne İçin Kullanılır?

Pek çok hastalığın tedavisinde yararlanılan ozonun ne için ve nasıl uygulandığı araştırma konusu olmuştur. Bu nedenle çoğu hasta ozon tedavisi ne işe yarar şeklinde araştırma yapmaktadır. Bu tedavi özellikle bağışıklık sistemini etkileyen hastalıkların tedavilerinde etkili olmaktadır. Hücre yenilenmesini hızlandırmak, kan şekerini düşürmek, oksijen azlığını gidermek gibi pek çok görev üstlenen ozon tedavisinden farklı hastalıklar için faydalanılabilmektedir.

Ozon tedavisinin uygulandığı hastalıklar şunlardır:

  • Kanser,
  • Bel fıtığı,
  • Diyabet,
  • Periodontit ve diş hastalıkları,
  • Anti-aging,
  • Kronik yaralar,
  • Kronik yorgunluk,
  • İskemik hastalıklar,
  • Bakteri ve mantar enfeksiyonları,
  • Astım ve KOAH gibi solunum yolu hastalıkları,
  • Behçet hastalığı gibi otoimmun hastalıklar,
  • Migren,
  • Romatizmal hastalıklar,
  • Dolaşım sistemi bozuklukları,
  • Göz hastalıkları,
  • Alzheimer ve demans gibi geriatrik hastalıklar,
  • AIDS,
  • Sedef gibi cilt hastalıkları,
  • Fibromiyalji ve diğer kas ağrıları.

Ozon terapisi, bağışıklık sistemi üzerinde etkili olması nedeniyle kanser tedavisine ek olarak sıklıkla uygulanmaktadır. Tedavinin, metabolizmayı uyararak ve hücrelere oksijen takviyesi yaparak kanserli hücrelerin yok olmasına yardımcı olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, radyoterapi ve kemoterapi gibi yardımcı tedavilerin etkisini artırdığı da düşünülse de bununla ilgili bilimsel bir veri bulunmamaktadır.

Solunum ve dolaşım sistemi hastalıklarının tedavisinde de yararlanılan ozon terapisi; diyabet, astım, KOAH hastaları üzerinde olumlu etkiler yaratmaktadır. Diyabetin özellikle ayak bölgesinde neden olduğu uyuşma ve ağrı gibi semptomların azaltılması ve dolaşım bozukluklarının tedavi edilmesinde uygulanmaktadır. Kandaki oksijen seviyesini artırması ve hastaların nefes almasını kolaylaştırmasıyla da solunum yolu hastalıkları üzerinde etkili olmaktadır.

Yara ve enfeksiyon hastalıklarının da tedavisinde kullanılan ozon, mikrop ve bakterilerin üremesine engel olarak dokuların iyileşmesini hızlandırmaktadır. Özellikle kronik ve iyileşmeyen diyabet ve yatak yaraları, varis ve yumuşak dokuda görülen enfeksiyon ve yaralanmalarda etkili sonuçlar alınmaktadır.

Ozon Tedavisinin Avantajları Nelerdir?

Farklı hastalıklar için tamamlayıcı tedavi olarak ozon tedavisi yaptıranlar pek çok fayda sağlamaktadır. Hücre ve dokulardaki oksijen seviyesini artırmaya dayanan bu tedavi yöntemi bağışık sistemini güçlendirmesi ve kan dolaşımını hızlandırması sayesinde destekleyici tedavi olarak uygulanmaktadır. Bağışıklığın güçlenmesi özellikle enfeksiyon hastalıklarına karşı koruma sağlamaktadır. Aynı zamanda tansiyonu ve hormonları dengelemekte, kas ve eklem ağrılarını azaltmakta, beyin fonksiyonlarının daha iyi çalışmasını sağlamaktadır.

Ozon Tedavisi Nasıl Yapılır?

Ozon tedavisinin sıklığı ve dozu; hastalığın seyri, hastanın yaşı ve durumu gibi farklı parametreler göz önünde bulundurularak belirlenmektedir. Tek başına kullanılmayan ve belli oranlarda oksijenle karıştırılarak uygulanan ozonun hava ile temas etmemesi de önemli noktalardan biridir. Karışımda en fazla %5 oranında bulunan ozon, aynı zamanda hastalara doğrudan damar yolu ile uygulanmamaktadır.

Günümüzde kabul gören ve farklı tekniklerle uygulanan iki farklı ozon tedavi yöntemi bulunmaktadır:

Sistemik

Sistemik uygulamalardan biri olan majör yöntem günümüzde en sık tercih edilen ozon tedavi yöntemlerinden biridir. Hastalardan 50 cc-200 cc arasında kan alınarak ortalama 10 dakika boyunca ozon ve oksijen karışımıyla birleştirilmekte ve bu yeni karışım hastaya damar yolu ile geri verilmektedir. Majör yöntemde uygulama dozu ve seans sayısına karar verirken hastalığın ne olduğu ve hastanın yaşı gibi faktörlere dikkat edilmektedir.

Rektal ve vajinal insüflasyon ise majör yöntemin alternatifi olarak uygulanmaktadır. Diyabet ya da kanser gibi damar yolunun açılamadığı hastalarda uygun dozda ozon ve oksijen karışımı anüs ya da vajinadan verilmektedir. Bu yöntemin avantajları arasında karaciğer ve bağırsaklarla ilgili hastalıklarda doğrudan etki etmesi de bulunmaktadır.

Lokal

Lokal uygulamalar hastalığa göre uygun dozda hazırlanan ozon ve oksijen karışımının damar yerine eklemler, kas, tendon, cilt üzerine ya da vücut boşluklarına uygulanmasına dayanmaktadır. En sık tercih edilen lokal uygulamaların başında aşılama olarak da bilinen minör yöntem gelmektedir. Hastalardan 2 cc-5 cc arasında kan alınarak ozon ve oksijen karışımıyla birleştirilmekte ve bu yeni karışım kas dokusuna uygulamaktadır.

Lokal uygulamalardan biri olan torbalama ise enfekte ve kapanmayan yaralar ve ülser tedavisinde kullanılmaktadır. Lezyonun bulunduğu deri özel bir torba ile çevrelenmekte ve bu bölgeye ozon gazı uygulanmaktadır. Topikal yöntemde ise ozon ve oksijen karışımı ya da ozonlu su veya yağ doğrudan deri üzerine uygulanmaktadır. Zayıflama, detoks ve selülit programlarında da kullanılan lokal uygulamalardan biri de sauna yöntemidir. Hastaların kafa kısımları dışında kalan vücut bölümleri özel bir kabin içine yerleştirilmekte ve ozon/oksijen karışımı nemli deri üzerine doğrudan uygulanmaktadır. Kozmetik uygulamalardan biri olan sauna yönteminde seanslar yaklaşık 20 dakika sürmektedir.

Ozon Tedavisi Etkisini Ne Zaman Gösterir?

Hastalığın türüne bağlı olarak dozu ayarlanan ozonun sürekli bir etkisi yoktur. Çoğu hastada haftada 2 defa ve toplamda 10 seans uygulanan ozon tedavisi bu sürenin sonunda etkisini gösterse de doktorun da tavsiyesiyle belirli dönemlerde tek seans şeklinde tekrar uygulanmaktadır.

Ozon Tedavisi Kaç Seans Sürer?

Seans sayısı hastalığın türüne ve hastaların durumuna göre belirlenmektedir. Bu anlamda hastaların yaşı ve kilosu, kullandığı ilaçlar; hastalığın ise süresi ve evresi göz önünde bulundurulmaktadır. Bununla birlikte tedavi ortalama 10 seansta bitmektedir. Bazı hastalıklarda ise seanslar uzayabilmektedir. Örneğin, bel fıtığı ozon tedavisi ortalama 12-14 seans sürmektedir.

Ozon tedavisi fiyatları da seans sayısıyla birlikte merak edilen noktalardan biridir. Tedavi fiyatları seans sayısına ve uygulanan doza göre değişiklik göstermektedir.

Ozon Tedavisinin (Zararı) Yan Etkisi var mı?

Her tıbbi müdahalenin bir yan etkisi vardır. Her uygulamanın örneğin kan almanın bile iğne batırırken ağrı veya kanama gibi yan etkileri vardır. Tüm dünyada yaygın olarak uzun süreden beri uygulanan doğal tedavi metodu olan Ozon tedavisinin bahsedilen yan etkileri çok azdır.

Yan Etkiler: Ozonun kendisinden kaynaklanan belirgin bir yan etki yoktur. Nadiren geçici ve kısa süreli uygulama sonrası tansiyon düşüklüğü olabilmektedir. Yanlış uygulama tekniği ve hatalı doz seçimine bağlı nadiren olumsuzluklar görülebilir.

Ozon Tedavisi Kimlere Uygulanabilir?

Glikoz 6 fosfat dehidrogenaz enzim eksikliği ya da favizmde; lösemi ve hemofili gibi hastalıklarda; ozon alerjisi bulunanlarda; yeni kalp krizi geçirenlerde; hamilelerde; kontrol edilemeyen hipertiroidide; kardiyovasküler hastalıklarda ozon tedavisi uygulanmamaktadır. Bu hastaların dışında uygun olan hastalara doktor kontrolünde ozon terapisi uygundur.

Uzm. Dr. Nurten Korkmaz / Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon

MEDICANA SAĞLIK GRUBU

Romatoid artrit eklemleri hedef alıyor

İltihaplı bir romatizma hastalığı olan romatoid artrit, önce eklem zarını sonra eklemin tüm bölgelerini etkiler. Zamanında tedavi edilmediğinde eklemlerde şekil bozuklukları oluşturur.

Romatoid artrit nedir?

Romatoid artrit (RA), eklemlerde iki taraflı ağrı, şişme ve eklem tutukluğu ile belirti veren, özellikle el ve ayak eklemlerini tutan, sadece bu eklemlerde kalmayıp, kalça, diz ve omuz gibi eklemleri de tutabilen iltihaplı eklem romatizmalarından biridir. Romatoid artritin nasıl oluştuğu bilinmez. Ancak “HLA-B27” genini taşıyanların, hastalığa yakalanma riski fazladır. Sadece genetik yatkınlığı olan kişilerde bu hastalığın ortaya çıktığı düşünülür. Genetik yatkınlığın mevcut olması, hiçbir zaman için hastalık görülecek anlamına gelmez, sadece hastalığın gelişme riskinin arttığını ifade eder.

Romatoid artrit belirtisi: Mikropsuz iltihap

Romatoid artrit, eklemlerde sinovia adı verilen eklem zarının inflamasyonu (mikropsuz iltihap) ile başlar. Hastalıkta duyulan ağrının ana nedeni, sinovial dokunun iltihaplanması ile salınan kimyasal maddelerin sinir uçlarını uyarması ve eklem kapsülünün gerilmesidir. Başlangıçta etkilenen sinovia daha sonraki dönemlerde hastalık kontrol altına alınmaz ise eklem kıkırdağını, bağlarını ve dolayısı ile eklemi de etkiler. Eklemlerde kalıcı şekil bozuklukları yapabilir. Bu nedenle romatoid artrite erken müdahale etmek çok önemlidir. Ancak hastalığı bulunan her kişi için tanı ve tedavi süreci aynı olmayabilir. Bazı kişilerde çok hızlı ve şiddetli ilerlerken, bazı kişilerde de aksine yavaş ve hafif ilerleyebilir. Her yaşta görülebilen bir hastalık olmasına rağmen genelde 20-50 yaş arasında başlar. Ancak çocukluk yaşında veya ileri yaşlarda da görülebilir. Kadınlarda görülme sıklığı erkeklerden fazladır.

İltihaplı romatizmanın belirtileri

Türkiye’deki iltihaplı romatizma hastalarının yüzde 80’i HLA-B27 geni taşırken, Orta-Kuzey Avrupa’daki hastaların yüzde 95-99’u bu geni taşır. Bu nedenle aile öyküsü çok önemlidir. Birinci derece akrabanızda iltihaplı romatizma varsa, bu hastalığın sizde de görülme oranı yüzde 20’dir. Hatta ikinci derece akrabanızda bulunması bile, sizin için risk faktörü oluşturur. Belirtileri ise şunlardır:

  • Üç aydan uzun süren istirahatteyken gelişen bel ve kalça ağrıları
  • Ağrılarda hareketle azalıp artma olmaması
  • Ağrı kesicinin ağrıları azaltması ya da geçirmesi
  • Boyun bel hareketlerinde ve her nefes alıp verişte göğüs kafesinde ağrı ve kısıtlılık

Yukarıdaki belirtileri olan kişilerin romatoloji uzmanına başvurması önerilir.

Romatoid artrit nasıl teşhis edilir?

Romatoid artrit tanısı için hastalığa özel ve kesin bir test yoktur. Ancak kişinin şikayetleri, klinik bulguları, radyolojik tetkikleri ve kan tahlilleri sonucunda tanı konulabilir.

  • Kan tahlilleri: Hastalık bulunan kişilerin büyük bir kısmında kansızlık, romatoid faktörü (RF) mevcuttur. Hastalığın alevli olduğu dönemlerde kişilerde eritrosit, sedimentasyon ve C reaktif protein yüksekliği saptanır. Kan testi sonucunda RF varlığı bu kişilerde çok büyük ölçüde pozitif olmakla beraber, RF’nin bulunduğu her kişide de romatoid artrit olmayabilir.
  • Radyoloji: Romatoid artrit tanısında problemli eklem, çoğunlukla el ve ayak grafileri tanı koymaya yardımcıdır. Ancak hastalığın yeni başladığı, belirgin eklem tutulumunun olmadığı dönemlerde manyetik rezonans görüntüleme (MR) veya ultrasonografi direkt röntgene göre tanıda daha yardımcıdır.

Romatoid artrit tedavisi

Başlangıç döneminde eklem zarını sonrasında da eklemle ilgili tüm yapıları baskılayan romatoid artrit hastalığının tedavisinde, erken tanı koymak ve etkin tedavi yapmak çok önemlidir. Bu nedenle erken ve yeteri kadar etkin ilaç tedavisi, hastalığın tedavisinde temeldir. Romatoid artrit tedavisinde amaç; hastalığın mevcut atağını baskılamak ve sonrasında da atak oluşumunu önlemektir. Romatoid artrit tedavisinde ilaç tedavisinin dışında, hasta ve hasta yakınlarını eğitmek, gerekli dönemlerde yardımcı cihazlar kullanmak, egzersiz yapmak, psikolojik destek almak, gerekli hastalara yardımcı cihaz kullanımı da tedaviye dahildir. Tedavilerde genel olarak geçerli ana kural tedavinin hastaya göre yönetilmesi ve yönlendirilmesi gerektiğidir. Kişiye hastalık hakkında bilgiler verilmesi bu açıdan da çok önemlidir. Kişiye verilen bilgilerde, hastalığın oluşum nedenleri, hastalığın gelişimi ve neden olabildiği sorunlar, mevcut ilaç seçenekleri ve bunların etkileşimi mutlaka anlatılmalıdır.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. İçeriklerde Acıbadem Sağlık Grubu’nun tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik bilgiler yer almamaktadır.

ACI BADEM HAYAT

Halk arasında iltihaplı eklem romatizması olarak bilinen romatoit artrit, daha çok el ve ayaklarda bulunan küçük eklemleri karşılıklı olarak tutuyor. Romatoid artrit, küçük eklemlerin dışında; diz, kalça ve omuz gibi büyük eklemlerde de tutuluma neden olabiliyor. Dünyada en sık görülen sistemik kronik iltihaplı bir eklem romatizması olan romatoid artritten kaynaklanan ağrılar ve hareket kısıtlılıkları, hastaların iş ve sosyal yaşamını olumsuz etkiliyor. Genellikle el ve el bileğindeki küçük eklemlerdeki tutulmalar ile kendisini belli eden romatoid artrit, tedavi edilmediği takdirde eklemlerde kalıcı sakatlıklara neden olabiliyor. Romatoid artrit rahatsızlığı, günümüzdeki tıbbi gelişmeler sayesinde erken tanı ve tedavi uygulamalarıyla kontrol altına alınabiliyor. 

ROMATOİD ARTRİT (İLTİHAPLI ROMATİZMA) HASTALIĞI NEDİR?

Romatoid artrit, genellikle el ve ayaklarda bulunan küçük eklemleri karşılıklı olarak tutan, sistemik kronik iltihaplı bir eklem romatizmasıdır. Dünyada en sık görülen iltihaplı eklem romatizmalarının başında gelen romatoid artrit, küçük eklemlerin dışında diz, kalça ve omuz gibi büyük eklemlerde de görülmektedir. Romatoid artrit, hastanın bağışıklık sisteminin eklem içini döşeyen ‘’sinovyum’’ adı verilen dokuya saldırmasıyla ortaya çıkmaktadır. Hastalık kaynaklı oluşan iltihap; eklemlerde ağrı, şişlik ve hareket kısıtlılığına yol açmaktadır. Romatoid artrit hastalığının tedavi edilmemesi, uzun dönemde hastanın eklemlerinde kalıcı hasarlara yol açabilmektedir. Bu nedenle hastalığın tanısının erken dönemde konulması ve uygun şekilde tedavi edilmesi büyük önem taşımaktadır.

ROMATOİD ARTRİT HASTALIĞININ BELİRTİLERİ NELERDİR?

Romatoid artrit belirtileri kişiden kişiye farklılık gösterebilmektedir. Tutulumun yaygınlığı, başlangıç yaşı, eşlik eden diğer hastalıklar, klinik bulgular ve seyir üzerinde etkili olabilmektedir. Romatoid artrit hastalığının en önemli belirtileri şunlardır:

  • Romatoid artrit hastalığında sıklıkla çok sayıda küçük ve bazen büyük eklemlerde simetrik tutulum gözlenir.
  • En sık el ve ayak parmak eklemleri, el ve ayak bilek eklemlerinin tutulumu görülmektedir.
  • Dirsek, omuz, kalça ve diz eklemleri gibi büyük eklemler de azalan sıklıkta tutulum görülmektedir.
  • Hastalığın etkilediği eklemlerde ağrı, hareket kısıtlılığı, şişme, sıcaklık artışı ve bazen kızarıklık görülebilir.
  • Sabah tutukluğu adı verilen, hastanın sabah uyandıktan sonra eklemlerini hareket ettirmede veya belli bir süre hareketsiz kaldığı durumları takiben yaşadığı kısıtlılık-tutukluk hali gözlenir. Bu durum çoğunlukla bir saati bulabilir, bazen öğleye kadar sürdüğünü söyleyen hastalar da bulunmaktadır.
  • Romatoid artrit; halsizlik, yorgunluk, iştah kaybı ve bazı hastalarda ateş gibi genel semptomlara yol açabilmektedir.

ROMATOİD ARTRİT HASTALIĞINDA RİSK FAKTÖRLERİ NELERDİR?

  • Romatoid artrit hastalığında, bağışıklık sisteminin hastanın dokularına reaksiyon göstererek saldırmasının altında yatan nedenler halen araştırılmaya devam etmektedir. Ancak belirli genetik yatkınlıklar, kişilere ait özellikler ile birlikte çevresel faktörlerin hastalığın gelişiminde etkili olabileceği düşünülmektedir. Romatoid artrit her yaşta görülmekle birlikte, yaş arttıkça  görülme riskinde de artış gözlenmektedir. Kadınlarda hastalık gelişme olasılığı erkeklere göre 2-3 kat daha fazladır. Bu durum cinsiyet ve kadın hormonlarının hastalık gelişimi üzerinde etkili olabileceğini düşündürmektedir.
  • Yapılan tıbbi çalışmalar, sigara içmenin bir kişide romatoid artrit görülme riskini artırdığını ve hastalığı daha da kötüleştirebileceğini göstermiştir. Özellikle belirli sınıf genleri taşıyan hastalarda sigara içmenin, riski önemli oranda artırabildiği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle romatoid artrit hastalarının sigarayı bir an önce bırakmaları tavsiye edilmektedir. Ayrıca anneleri sigara içen ve bu nedenle erken yaşta sigaraya maruz kalmış çocukların yetişkin yaş döneminde romatoid artrit geliştirme risklerinin normal kişilere göre iki kat daha fazla olduğu bildirilmiştir.
  • Aşırı kilo da romatoid artrit gelişimini artırabilmektedir. Bu hastalığın ortaya çıkmasında obezitenin rolünü inceleyen araştırmalar, bir kişi ne kadar fazla kiloluysa, romatoid artrit geliştirme riskinin de o kadar yüksek olduğunu ortaya koymuştur.
  • Hiç doğum yapmamış kadınlarda da romatoid artrit hastalığı riski daha yüksektir.  

ROMATOİD ARTRİT HASTALIĞI NASIL TEŞHİS EDİLİR?

Romatoid artrit hastalığını belirtileri ile başvuran kişilerin tanısı, fizik muayene doğrultusunda istenecek uygun laboratuvar testleri (örn: RF, Anti CCP) ile görüntü yöntemlerinin (röntgen, ultrasonografi ya da MR) birlikte değerlendirilmesi sonucu konulmaktadır. İltihaplı romatizmal hastalıkların bulguları benzerlikler gösterebileceğinden, romatoid artrit tanısını netleştirmek için bu konuda deneyimli uzman hekimlere veya tercihen romatologlara başvurulması en doğru yaklaşım olacaktır.

ROMATOİD ARTRİT HASTALIĞI NASIL TEDAVİ EDİLİR?

Romatoid artrit hastalığının erken dönemde tanınması ve uygun tedaviye mümkün olabilen en erken sürede başlanılması; tedavi başarısında, hasta memnuniyetinin sağlanmasında ve oluşabilecek muhtemel komplikasyonların önlenmesinde en önemli etkendir.

  • Romatoid artrit tedavisinde son yıllarda önemli ölçüde gelişmeler olmakla birlikte, her hastanın tedavisinin birey bazında değerlendirilerek yönetilmesi en doğru yaklaşım olarak kabul edilmektedir. Kişinin yaşam tarzı değişiklikleri, sigara gibi alışkanlıklarını terk etmesi, uygun diyet ile birlikte fazla kilolarını vermesi ve tavsiye edilen egzersizlerini düzenli yapması ilaç tedavileri kadar önem taşımaktadır.
  • Romatoid artrit hastalığının ilaç tedavisi genellikle hastalığı yavaşlatan, semptomları kontrol altına alan ve eklem deformitesini önleyen, hastalığı modifiye edici antiromatizmal ilaçlar (DMARD’lar) olarak adlandırılan ilaçların kullanımını içerir. Bu tedaviler ile istenen yanıtın elde edilemediği hastalarda bir sonraki aşamada biyolojik tedavi alternatifleri kullanılabilmektedir. Tedavinin seyri ve etkinlik değerlendirmesinin 3 ayı geçmeyen belirli sürelerde tekrarlanması ve istenen hedeflerin sağlanamadığı hastalarda, tedavinin bir üst basamak seçenek ile düzenlenmesi planlanmalıdır.
  • Romatoid artrit hastalığının çoğunlukla başlangıç tedavisinde ve bazı hastalarda daha uzun süreli kortizon tedavisi kullanımına ihtiyaç duyulabilmektedir. Her hastada mümkün olabilecek en düşük dozda ve sürede kortizon tedavisini kullanarak bırakabilmek hedeflenmelidir. Ağrı kontrolü amacıyla çeşitli ağrı kesiciler ve antiinflamatuvar ilaçlar da kullanılmaktadır.
  • Romatoid artrit hastalığının kesin bir tedavisi olmamakla birlikte, hastalığın erken dönemde tanınarak gerekli tedavilere uygun şekilde başlanması ve yakın takip, hastalıkta remisyon adı verilen ve hastalığın kontrol altına alındığı, uyku dönemi olarak tarif edilebilecek bir başarı elde edilmesini mümkün kılabilmektedir. Tedavide hekim ile hastanın yakın irtibatı ve kontrollerin uygun aralıklar ile aksatılmadan sürdürülmesi ve araya giren yeni bulguların hızlıca değerlendirilmesi tedavi başarısını artıran önemli faktörler arasında kabul edilmektedir.
  • Romatoid artrit hastalığında rehabilitasyonun amacı;  kullanılmakta olan ilaç tedavilerine destek sağlayacak şekilde hastanın ağrılarını azaltmak, eklemlerin hareket açıklığını korumak ve kasların zayıflaması olarak adlandırılan kas atrofisini engellemektir. Önemli olan, hastalarda kalıcı hasarlar gelişmeden, multidisipliner bir yaklaşım ile gereken tedavi yöntemlerini uygulayabilmektir.
  • Romatoid artrit hastalığında fizik tedavi ve rehabilitasyon da önemlidir. Fizik tedavi ve rehabilitasyon tedavileri arasında hareket kısıtlaması yani immobilizasyon, kişiye yönelik postür (duruş) düzenlemesi, gerektiği durumlarda atelleme işlemi ile eklem üzerine binen yükün azaltılması, soğuk-sıcak su uygulamaları ve iyileştirici egzersizler bulunmaktadır. Bu uygulamalar çeşitli yardımcı cihazlar kullanılarak da yapılabilmektedir. Rehabilitasyon planlanması kişilere göre çeşitli farklılıklar içermektedir. Bu yönüyle tedavi seçenekleri belirlenirken hastanın klinik durumu, yakınmaları ve beklentileri de dikkate alınmalıdır. Ayrıca kişinin günlük yaşamını hastalığı açısından daha konforlu bir şekilde sürdürebilmesi için gereken bir dizi düzenlenme de rehabilitasyon sürecinde öğretilebilmektir. Hastaya günlük görevlerini yerine getirirken eklemlere daha az yüklenilmesini sağlayacak yeni yolların gösterilmesi veya bir iş yaparken seçilecek yardımcı ekipmanların belirlenmesi bu konu ile ilgili verilebilecek birkaç örnek arasında sayılabilir.
  • Romatoid artrit hastalığında cerrahi tedavilerin temel amacı, ağrının giderilmesi ve fonksiyonda iyileşmenin sağlanmasıdır. Günümüzde bazı hastalarda tanısal amaçlı cerrahi biyopsi operasyonlarına da ihtiyaç duyulabilmekle birlikte, romatoid artrit hastalığnının cerrahi tedavi gereksinimi, genel olarak eklem harabiyetinin ve başarısız tıbbi tedavinin dolaylı bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Güncel tedavi yaklaşımı; hastalarda uygun ilaç ve tedavi yöntemleri ile kalıcı hasar ve kısıtlılıkların engellenerek olası cerrahi müdahalelerin önlenmesini içermektedir. Genellikle konservatif yöntemlerin başarılı olmadığı durumlarda cerrahi tedavilere başvurulmaktadır. Cerrahi yaklaşım yöntemleri arasında önleyici veya tedavi amaçlı artroskopi ve sinovektomi, tedavi amaçlı rezeksiyon artroplastisi, artrodez veya total eklem replasmanı (değişimi) sayılabilir. Ortopedik girişimlerin temel amacı, romatoid artrit hastaların işlev ve yaşam kalitesini olabildiğince artırabilmektir. Total kalça ve diz replasmanı romatoid artrit hastalarında büyük eklemler için en sık yapılan ameliyatlardır. Bunun dışında el bileği, ayak veya ayak bileği gibi eklemlere artrodez denilen eklemi dondurma ve belli bir pozisyonda sabitleme ameliyatları da bazı hastalarda uygulanabilmektedir. Bu işlem, atel ve ilaç tedavisi ile engellenemeyen inatçı eklem ağrısını gidermek için yapılabilmektedir.

ROMATOİD ARTRİT HASTALIĞI HAKKINDA SIK SORULAN SORULAR 

Romatoid artrit hastalığının evreleri nelerdir?

Romatoid artrit hastalığının gelişimi -kişisel farklılıklar göstermekle birlikte- bazı evreler içermektedir. Hastaların birçoğu bu evrelerde oluşan eklem ve bedensel değişimleri fark eder. Tüm hastaların bu evreleri yaşaması beklenmediği gibi, her aşamada uygulanacak tedavi yöntemleri de bazı farklılıklar içermektedir.  Romatoid artrit tedavisinin ana hedefi; hastalık aktivitesinin kontrol altına alınarak, oluşabilecek kalıcı hasarların en aza indirilmesi olarak belirlenmiştir.

  • Erken evre romatoid artrit: Romatoid artrit hastaları bu evrede eklem ağrısı, şişlik veya hareketlerde zorlanma hisseder. Hastalarda belli bir süre devam eden sabah tutukluğu da sıklıkla eşlik eder. Bu aşamada, eklemin içinde iltihap vardır. Buna bağlı olarak eklemde şişme fark edilebilir. Ancak kemiklerde herhangi bir hasar gözlenmez. 
  • Orta evre romatoid artrit: İltihabın eklem kıkırdağına zarar vermeye başladığı dönemdir. Ağrı, şişlik gibi semptomların yanı sıra kıkırdak dokusunda gelişen hasara bağlı olarak eklem hareketlerinde kısıtlılık ve hareket kaybı görülebilir. Buna bağlı olarak eklemlerdeki hareket açıklığı sınırlı hale gelebilir.
  • İleri evre romatoid artrit: Bu evrede hasar sadece kıkırdakta değil, aynı zamanda kemiklerde de gelişmektedir. Bu dönemde çok daha fazla ağrı ve şişlik görülebilir. Kemiklerde erozyon adı verilen kalıcı hasarlar sıklıkla eşlik eder. Bazı hastalarda şekil bozuklukları, kas zayıflığı ve hareket kaybı gelişebilir.
  • Son evre romatoid artrit:  Romatoid artrit hastalığının son evresi olarak adlandırılan bu dönemde eklemde iltihaptan çok hastalığın yol açtığı kalıcı hasarlar ön plandadır. Bu dönemde hastalarda halen devam eden ağrı, şişlik ve hareket kaybı gözlenebilir. Genellikle kas gücünde azalma olur. Eklemlerde gelişen hasara bağlı şekil bozukluklarının yanı sıra kemiklerin birbirine kaynaşması olarak tanımlayabileceğimiz ve eklem fonksiyonunun ortadan kalktığı füzyon gelişimi görülebilir.

Romatoid hastalığın seyrinde semptomların belirgin şekilde azalma gösterdiği düşük hastalık aktivitesi veya remisyon olarak adlandırılan dönemler de görülebileceği gibi, çok yoğun ağrı ve klinik bulgular ile kötüleşen ve alevlenme olarak adlandırılan evreleri de gözlenebilmektedir.

Romatoid artritin dokulara nasıl zarar vermektedir?

Romatoid artrit hastalığında bağışıklık sisteminin yol açtığı iltihap, esas olarak eklemleri hedeflemektedir. Bu saldırı sonucu ortaya çıkan iltihap sinovyumun kalınlaşmasına ve salınan bazı enzim ve sitokinler aracılığı ile hem kıkırdak hem de kemik dokusunda kayıplara ve hasara yol açmaktadır. Bu doku hasarı, uzun süreli veya kronik ağrıya, zaman içinde eklem etrafında bulunan tendon ve bağların da etkilenmesi sonucu eklemin doğal şekil ve yapısında bozulmalara ve eklem hareketlerinde kısıtlılıklara neden olabilmektedir. Romatoid artrit, eklem dışında; akciğerler, göz ve kalp gibi diğer sistemleri etkileyerek sorunlara yol açabilmektedir. Bu nedenle hastalığın uygun tedavisi eklemlerin yanı sıra hayati organ sistemlerinde gelişebilecek sıkıntıları önlemek açısından da önem taşımaktadır.

Romatoid artrit hastalığı genetik bir hastalık mıdır?

Romatoid artrit hastalığı kalıtsal bir hastalık olmamakla birlikte, kişinin taşıdığı bazı genetik özellikler hastalığın gelişme riskini artırabilmektedir. Yapılan çalışmalar bu riski artıran bir dizi genetik göstergeyi ortaya koymuştur. Bağışıklık sistemi, kronik inflamasyon ve özellikle romatoid artrit ile ilişkili olduğu saptanan bu genetik göstergeleri taşımak mutlak anlamda romatoid artrit gelişeceği anlamı taşımamaktadır. Hatta bu genetik özelliklere sahip olmayan bazı hastalarda da romatoid artrit geliştiği bilinmektedir. Bu durum, genetik yatkınlığı olan bazı kişilerde hormonal ve çevresel faktörlerin de etkisi ile romatoid artrit hastalığının ortaya çıkabileceğini düşündürmektedir. Bununla birlikte, yakın bir akrabasında romatoid artrit hastalığı olan kişilerde romatoid artrit hastalığının görülme olasılığının daha yüksek olduğu da bilinmektedir.

Romatoid artrit hastaları nelere dikkat etmelidir?

Romatoid artrit hastalığı tanısı konulan hastaların tedavi konusunda bilinçli olmalarının yanı sıra, kronik bir hastalığa sahip olmaları nedeniyle sabırlı olmaları da gerekmektedir. Hastalık takiplerinin düzenli ve uygun aralıklar ile yapılması, tedavilerin aksatılmadan sürdürülmesi çok önem taşımaktadır. Romatoid artrit hastalarına günlük hayatlarında ve yaşam biçimlerinde bazı değişikliklere gitmeleri tavsiye edilmektedir. Düzenli fiziksel aktivite yapılması hastalık ile mücadelede sağlayacağı faydaların yanında kalp hastalığı, diyabet ve depresyon gibi diğer hastalıkların gelişme riskini de azaltabilmektedir. Bu nedenle ideal olarak, yetişkinlerin haftada beş gün, günde 30 dakika yürüyüş, yüzme veya bisiklete binme gibi orta düzeyde fiziksel aktiviteler yaparak aktif kalmaları önerilmektedir. Hastaların fazla kilolardan korunarak obezite ile mücadele etmeleri, uygun diyet yaparak sağlıklı beslenmeleri, sigarayı kesin bir şekilde bırakmaları da önemle tavsiye edilmektedir.

Romatoid artrit hastaları gebelik döneminde hangi önlemleri almalıdır?

Romatoid artrit hastalığı olan kadınların gebe kalmadan önce gerekli danışmanlık hizmetlerini almaları ve mümkünse hastalığın kontrol altına alındığı bir dönemde gebe kalmayı planlamaları önerilmektedir. Hastalık tedavisinde kullanılan bazı ilaçların gebelikte kullanılmalarının kesinlikle yasak olduğu dikkate alındığında, gebelik öncesi ilaç tedavisinin gözden geçirilerek uygun tedavi planının belirlenmesi ve olası risklerin değerlendirilmesi oldukça önem taşımaktadır. Hamilelikten önce ve hamilelik sırasında düşük hastalık aktivitesini sürdürmek, başarılı ve sorunsuz bir gebelik süreci istenen romatoid artrit hastalarında en önemli tedavi hedefleri arasında bulunmaktadır. Yapılan gözlemsel çalışmalarda romatoid artrit hastalığının seyrinin gebelikte sıklıkla değişiklik gösterdiği saptanmıştır. Romatoid artrit hastası gebe kadınların yaklaşık %50’sinde düşük hastalık aktivitesi bulunurken, üçüncü trimesterde %20-40 hastada hastalığın sessiz seyrettiği remisyonun sağlanabildiği; bununla birlikte, hamilelik sırasında yaklaşık %20 hastada romatoid artrit aktivitesinde belirgin artışa yol açan alevlenmelerin gelişebildiği bildirilmiştir. Ayrıca bazı hasta serilerinde doğum sonrası hastalık alevlenme oranının %45’leri bulabildiği gözlenmiştir. Tüm bu bilgiler ışığında, sağlıklı bir gebelik planlaması için romatoid artrit hastalarının gebelik öncesi dönemden başlayarak gebelik sırasında ve gebelik sonrası süreçte yakın takip edilmeleri oldukça önem taşımaktadır.

Romatoid artrit hastalığının tedavisinde bitkisel ilaçlar başarılı sonuç verir mi?

Romatoid artrit hastalığının tedavisinde etkinliği ispatlanmış ve günlük pratiğe girmiş bir bitkisel tedavisi henüz bulunmamaktadır. Ancak ümit vadeden ve halen devam etmekte olan çok sayıda bitkisel içerikli ilaç araştırmaları bulunmaktadır. Bu nedenle bitkisel tedavilerin güncel tedavi protokollerinde yerini alabilmesi için, etkinlik ve güvenlilik ile ilgili süreçlerin tamamlanması beklenmektedir. Romatoid artrit hastalığı tanısından sonra temel etkili ilaç tedavileri alırken beraberinde henüz etkisi kanıtlanmamış, içeriği bilinmeyen bitkisel ilaçların tedaviye eklenmesi, hasta sağlığı açısından önemli sorunlara yol açabilecektir. Bu bitkisel tedavilerin mevcut ilaç tedavisine bağlı yan etkileri artırabileceği ve hatta zehirlenmelere yol açabileceği akılda tutulmalıdır.

Romatoid artrit hastaları nasıl beslenmeli?

Romatoid artrit hastaları için önerilen en uygun beslenme şekli doymuş yağ içeriği düşük Akdeniz diyeti olarak kabul edilmektedir. Akdeniz diyeti; taze sebze ve meyvenin bol kullanıldığı, daha sağlıklı olan balık ve tavuk eti gibi beyaz etin daha sık tüketildiği, kızartma ve ağır yemeklerin olmadığı, kalp ve damar sağlığını da koruyan bir beslenme şeklidir. Akdeniz diyeti tarzı beslenmenin, hastalığın semptomlarını iyileştirmede ve iltihabı baskılamada yardımcı olduğu bildirilmiştir. Hastalığın yol açtığı kronik iltihabi süreç hastalarda kilo kaybını, kas yıkımı ve buna bağlı protein ihtiyacını artırabilir. Bu nedenle hastaların yeterli enerji, protein ve kalsiyum gereksinimlerini almaları da çok önemlidir. D vitamini kas, iskelet ve bağışıklık sistemi için çok önemli bir vitamindir.

Romatoid artrit hastalarında D vitamini eksikliğinin iltihaplı romatizma hastalığının sebeplerinden biri olabileceğine ya da hastalık ataklarını tetikleyebileceğine dair görüşler bulunmaktadır. Bu nedenle iltihaplı romatizma hastalarının güneşten olabildiğince faydalanmaları ve D vitamini düzeyleri düşük olan hastaların hekimlerine danışarak uygun D vitamini takviyesi kullanmaları önerilmektedir. Omega 3, folik asit ve curcumin (zerdeçal) içeren besin ya da ürünler, romatizma hastalıkları için önerilen ek gıda takviyeleri arasında yer almaktadır.

Bunun yanı sıra romatoid artrit hastalarının kızarmış et ve et dışı diğer kızarmış ürünlerden, şeker ve rafine karbonhidratlardan, koruyucu ve lezzet artırıcılardan, gluten ve alkol tüketiminden mümkün olduğunca kaçınmaları veya bunları çok az tüketmeleri tavsiye edilmektedir.

Romatoid artrit hastalığı çocuklarda görülür mü?

Çocuklarda juvenil idyopatik artrit (eski adı ile juvenil başlangıçlı romatoid artrit) en sık görülen iltihaplı eklem hastalığıdır. Tutulan eklem sayısına ve eşlik eden ateş, döküntü gibi sistemik semptomlara bağlı olarak tanımlanan formları bulunmaktadır. Poliartiküler formu erişkinlerde görülen romatoid artrit ile benzer kabul edilmektedir. Eklemlerde ağrı, şişlik, hareket kısıtlılığı ve kızarıklık gibi semptomlar gelişebilmektedir. Sistemik tutulumlu hastalık tipinde eklem dışında iç organlara ait tutulumlar görülebilmektedir. Oligoartiküler formunda ise üveit (gözün üvea bölgesinin iltihabı) gelişebilmektedir. Tüm hastalarda gerekli incelemelerin en erken sürede yapılarak tedaviye başlanması tedavi başarısı açısından önem taşımaktadır.

Romatoid artrit hastaları genel olarak ve özellikle Covid-19 salgını döneminde nelere dikkat etmelidirler?

Günümüzde pandemiye yol açan salgın hastalıklar da dikkate alındığında romatoid artrit hastalarının hijyen kurallarına uygun şekilde yaşamaları, diş temizliği başta olmak üzere öz bakımlarına dikkat etmeleri, sağlıklarını tehdit edebilecek ortamlardan ve yaşam biçiminden uzak durmaları önerilmektedir.

Özellikle Covid-19 salgını da yaşanan bu dönemde mümkün olduğunca kalabalık ve kapalı alanlarda bulunmamaları, zorunlu hallerde maske ve mesafe kuralına dikkat ederek en kısa sürede işlerini tamamlamaları enfeksiyona yakalanma riskini azaltacaktır. Bu dönemde doktor kontrollerinin düzenli yapılması ve kullanılan ilaçların hastanın sağlık durumuna göre güncellenmesi çok önem taşımaktadır. Tüm bu önlem ve tavsiyelerin romatoid artrit hastalığının tedavisinde başarıyı artırarak daha sağlıklı ve mutlu bir yaşam kalitesi sunacağı unutulmamalıdır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

Romatoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Sait Burak Erer

MEMORIAL

Topuk dikeni, topuk kemiği ile taban çukuru arasında oluşan kemik benzeri kalsiyum birikintisidir. Sıklıkla topuğun önünde başlar ve daha sonra ayağın diğer kısımlarını etkiler. Genellikle yaklaşık 0,5 cm boyundadır. Bu yüzden her zaman çıplak gözle görülmez. Tıp literatüründe osteofit olarak isimlendirilen topuk dikeni tanısı bazen zor olabilir. Sıklıkla kas ve bağ dokusunda görülen uzun süreli gerginliğin sonucudur. Sert yüzeylerde yürümek, koşmak veya zıplamaktan kaynaklanan tekrarlayıcı stres, topuk dikeninin yaygın bir nedenidir. Topuğun ön kısmında ağrı, şişlik, ısı artışı gibi iltihap belirtileri görülür. Bununla birlikte her zaman ağrıya neden olmaz ve her topuk ağrısı topuk dikeni kaynaklı değildir. İltihap giderici ilaçlar, ortezler ve yeniden yaralanmayı önleyen önlemler ile tedavi edilir.

Topuk Dikeni Nedir? 

Topuk dikeni, topuk kemiğinde gelişen sivri uçlu kemik büyümeleridir. Kalkaneus olarak adlandırılan topuk kemiğinin altında kalsiyum birikintilerinin oluşturduğu yapılardır. Röntgen filminde, topuk dikeni 1 – 1,5 cm kadar çıkıntı şekilde görülebilir.  Röntgende görünür kanıt olmadığında durum bazen “topuk dikeni sendromu” olarak isimlendirilebilir.

Topuk dikeni altta yatan bir sağlık sorununa bağlı olarak gelişebileceği gibi bağımsız olarak da görülebilir. Topuğun önünde ayak kemerinin hemen altında ya da topuğun arkasında bulunabilir. Topuğun arkasında gelişen topuk dikeni sıklıkla aşil tendonunun iltihaplanması ile ilişkilendirilir. Aşil tendiniti olarak bilinen bu iltihabi durumda ayağın ön kısmına basınç uygulanması hassasiyet ve topuk ağrısında artışa neden olur. Topuğun ön kısmında görülen topuk dikeni ise sıklıkla plantar fasiit ile ilişkilidir. Plantar fasiit, ayağın altından geçen ve topuk kemiğini ayak parmaklarına bağlayarak plantar fasya adı verilen fibröz bağ dokusunun ağrılı bir iltihabıdır.

Topuk Dikeni Neden Olur? 

Topuk mahmuzları, topuk kemiğinin alt kısmında birkaç ay boyunca kalsiyum birikmesi meydana gelince oluşur.  Yumuşak doku tendonları, kaslar veya plantar fasyanın kronik olarak gerilmesi ve tekrar tekrar yırtılması sonucu oluşan lokal iltihabi süreç, kalsiyum birikmesinin yaygın bir nedenidir. Plantar fasya topuk kemiğini ayak parmaklarına bağlayan bağ dokusu şerididir. Topuk dikeni, özellikle uzun koşu ve atlama yapan sporcular arasında yaygındır.

Topuk dikeni için risk faktörleri şunları içerir:

  • Topuk kemiğine, bağlara ve topuk yakınındaki sinirlere aşırı stres uygulayan yürüyüş anormallikleri
  • Özellikle sert yüzeylerde tempolu yürüyüş veya koşu
  • Uyumsuz veya kötü giyilmiş ayakkabılar, özellikle uygun kemer desteği olmayanlar
  • Aşırı kilo ve obezite

Plantar fasiit ile ilişkili diğer risk faktörleri şunlardır:

  • İlerleyen yaş, plantar fasyanın esnekliğini azaltır ve topuğu koruyan yağ yastığını incelterek riskte artışa neden olur.
  • Kadınlarda daha sıktır.
  • Topuğa darbe almak ya da ayak burkulması gibi nedenlerle ayakta yumuşak doku hasarı topuk dikenine yol açabilir.
  • Şeker hastalığı
  • Günün çoğunu ayakta geçirmek
  • Sık sık ve kısa süreli, aşırı fiziksel aktiviteler yapmak
  • Düz tabanlık veya yüksek ayak kemerine sahip olmak

Topuk dikenine neden olabilecek bazı tıbbi durumlar da vardır. Bu durumlar şunları kapsar:

  • Reaktif artrit (Reiter hastalığı)
  • Ankilozan spondilit
  • Diffüz idiopatik iskelet hiperostozu
  • Plantar fasiit
  • Aşil tendiniti

Topuk Dikeni Belirtileri Nelerdir? 

Topuk dikeni sıklıkla herhangi bir belirti vermez. En sık görülen şikâyetler aralıklı veya kronik ağrıdır. Özellikle topuk dikeninin oluşum noktasında iltihaplanma meydana gelirse özellikle yürürken ya da koşarken ağrı görülebilir. Genel olarak, ağrının nedeni topuk dikeni değil, bununla ilişkili olan yumuşak doku yaralanmasıdır.

Birçok insan, topuk dikeni ve plantar fasiitte görülen ağrıları sabah ilk ayağa kalktıklarında ayak tabanlarına bıçak saplanması veya iğne batması şeklinde tarif eder. Ağrı daha sonra rahatsız edici bir acıya dönüşür. Genellikle uzun süre oturduktan sonra ayağa kalkıldığında keskin ağrı geri döner. Topuk dikeninde görülen diğer belirtiler şunları içerebilir:

  • Topuk önünde inflamasyon ve şişlik
  • Etkilenen bölgede ve çevresinde ısı artışı
  • Topuk altında küçük, çıplak gözle görülebilen kemik benzeri çıkıntı
  • Çıplak ayakla yürümeyi zorlaştıran topuk altındaki hassasiyet

Topuk Dikeni Nasıl Anlaşılır? 

Topuk dikeni olduğu düşünülen belirti ve şikâyetlerle sahip bireylerde tanı için ayak röntgeni çekilebilir. Kemik çıkıntının röntgen filminde görülmesi, topuk dikeni varlığından emin olmanın tek yoludur. Bazı insanlarda hiçbir belirti görülmediği için, topuk dikeni sadece başka bir nedenden dolayı röntgen çekilmesiyle keşfedilir.

Topuk Dikeni Tedavisi Nasıl Yapılır? 

Topuk dikeni tedavisinde amaç ayağa binen basıncı azaltmak, ağrı ve iltihabı kontrol altına almak, doku iyileşmesini teşvik etmek ve yumuşak dokuların esnekliğini artırmaktır. Topuk dikeni için yapılan tedaviler şunları içerebilir:

  • İstirahat. Bol miktarda istirahat ayağa uygulanan baskıyı azaltarak etkilenen bölgedeki iltihabi durum ve ilişkili ağrı ve şişliğin azaltılmasına yardımcı olabilir.
  • Buz tatbiki. Buz tatbiki iltihabı baskılayarak ağrı ve şişliği azaltmaya yardımcı olabilir.
  • Ortez kullanımı. Bu amaçla kullanılan halka şeklindeki tabanlıklar topuktaki baskıyı almak için ayakkabının içine yerleştirilerek kullanılır.
  • Gece ateli ve alçıları
  • Germe egzersizleri
  • Fizik tedavi
  • Darbe emici spor ayakkabı giymek. Ayaktaki yumuşak dokulara uygulanan basıncı hafifletmeye ve ağrıyı azaltmaya yardımcı olabilir.
  • Antienflamatuar ilaçlar. İltihabi süreci baskılayarak şişliği azaltmaya yardımcı olur.
  • Ekstrakorporeal şok dalgası tedavisi (ESWT). Yüksek enerjili ses dalgaları ilgili bölgeye yönlendirilerek plantar fasyadaki hasarın iyileşmesi teşvik edilir.
  • Proloterapi. Hasarlı yumuşak dokuya dekstroz gibi tahriş edici bir ajan enjekte edilerek iyileşme süreci uyarılır.
  • PRP. Kişinin kendi kanından elde edilen doğal bir madde topuk bölgesine enjekte edilir. Bu uygulama doku iyileşmesini hızlandırır.
  • Akupunktur, Vücudun belirli bölgelerine batırılan steril iğneler ya da lazer ışınları vücudun iyileşme ve tamir mekanizmalarını uyarır.
  • Steroid enjeksiyonları. Etkilenen bölgedeki şişliği ve ağrıları azaltır.  Antienflamatuar ilaçların yeterli olmaması durumunda kullanılan daha güçlü ilaçlardır.
  • Ameliyat. Nadir durumlarda, topuk dikenini çıkarmak için ameliyat gerekebilir.  Çoğu olguda diğer tedaviler yeterlidir ve ameliyata gerek kalmaz.

Topuk dikeni iltihaplı bir artrit türü nedeniyle gelişmişse, altta yatan durumun tedavisi ile şikâyetler gerileyebilir.

Topuk Dikeni İlacı 

Topuk dikeni için geliştirilmiş özel bir ilaç yoktur. Tedavide kullanılan ilaçlar iltihabi süreci baskılayarak ve doku iyileşmesini hızlandırarak şikâyetleri kontrol altına almaya yardım eder. Bu amaçla kullanılan ilaçlar şunları içerir:

  1. Ağrı kesici ve iltihap giderici ilaçlar: İbuprofen, naproxen gibi ilaçlar doktor kontrolünde ağız yoluyla alınabilir.
  2. Krem, merhem ve jeller: İltihap giderici ve ağrı kesici krem, jel ya da merhemler faydalı olabilir.
  3. Steroid enjeksiyonları: Diğer tedaviler ile yaramazsa ameliyat düşünülmeden önce hasta bölgeye steroid enjeksiyonları denenir.

Topuk Dikeni Ameliyatı

Hastaların %90’ından fazlası cerrahi olmayan tedavilerle iyileşir. Diğer tedaviler 9 ila 12 aylık sürenin sonunda şikâyetleri tedavi edemezse, ağrıyı hafifletmek ve hareket kabiliyetini iyileştirmek için ameliyat gerekebilir. Cerrahi teknikler şunları içerir:

  • Plantar fasyasının serbest bırakılması
  • Topuk dikeninin çıkarılması

Ameliyat için uygun adayları belirlemek için ameliyat öncesi muayene ve testler yapılır. Ameliyat sonrası ise istirahat, buz tatbiki, ayağın yükseltilmesi gibi doktorun talimatlarına uyulması gerekir. Bazı durumlarda, hastaların ameliyat sonrası bandaj, atel, atma, cerrahi ayakkabı, koltuk değneği veya baston kullanması gerekebilir. Topuk dikeni ameliyatının olası komplikasyonları arasında sinir ağrısı, tekrarlayan topuk ağrısı, alada kalıcı uyuşukluk, enfeksiyon ve skar adı verilen sert yara izi bulunur. Ek olarak, plantar fasya serbestleştirilme işlemi sonrası ayak krampları, stres kırıkları ve tendinit riski vardır.

Topuk Dikeni Egzersizleri 

Topuk dikeni ayak ve baldırdaki kas ve bağların kısa olması nedeniyle kronik gerilmeye maruz kalmalarının bir sonucudur. Bu nedenle bölgede bulunan yumuşak dokuların uzaması ve esnemesine yardımcı olacak egzersizler şikâyetlerin azaltılmasında etkilidir. Bu nedenle topuk dikeni tedavisine yardımcı olması için düzenli olarak ayak ve baldır germe egzersizleri yapılabilir. Bu amaçla yapılabilecek bazı egzersizler şunlardır:

  • Plantar fasya ve baldırların gerilmesi: Ayak tabanı yere paralel olacak şekilde ayak parmakları ile bir basamak ya da bankın üzerinde durulur. Boşlukta kalan ayak topuğu gerginlik hissedene kadar aşağı indirilir. Bu pozisyonda birkaç saniye bekleyip topuk tekrar yukarı kaldırılır. Bu hareket birkaç kez tekrarlanır.
  • Plantar fasya ve baldırların gerilmesi: Bacaklar önde uzanmış olarak yere veya yatağa oturulur. Ayak parmakları etrafına havlu sarılır ve havlunun uçlarından gerginlik hissedene kadar kendine doğru çekilir.
  • Plantar fasyasının gerilmesi: Bir sandalyeye oturulur ve ilgili baldır diğer bacak üstüne çapraz şekilde yerleştirilir. Ardından ayağın parmakları aynı taraftaki elle tutulur kendine doğru çekilir. Oldukça etkili bir egzersizdir.
  • Baldır kaslarının gerilmesi: Bir duvar veya direğe yaslanılır. Bir bacak arkada bırakılarak vücut yükü diğer bacağa verilir. Ardından, arka bacakta bir gerilme hissedene kadar öne doğru eğilinir.

Topuk Dikeni Nasıl Geçer? 

Topuk dikeni tedavisi için uygulanabilen çeşitli doğal tedavi seçenekleri vardır. Bunlardan bazıları şu şekilde sıralanabilir:

  • Epsom tuzu banyosu. Epsom tuzu magnezyum sülfat içeren ve doğal olarak oluşan şifalı bir tuzdur. Topuk dikeni için suya biraz Epsom tuzu serpilir ve ayaklar içine daldırılır. Ayaklar suyun içindeyken topuklara hafifçe masaj yapılabilir.
  • Esansiyel yağlarla masaj. Biberiye veya lavanta gibi saf esansiyel yağlar antiinflamatuar özelliklerinden dolayı ağrıyı azaltabilir.
  • Elma sirkesi. Elma sirkesinin kemikten fazla kalsiyumu çıkardığı ve rahatlama sağladığı bilinir. Birkaç damla elma sirkesi içeren ılık suya ayaklar batırılır ya da birkaç dakika boyunca topuk etrafına sirke ile ıslatılmış havlu sarılır.
  • Karbonat. Yarım çay kaşığı karbonat ile 1 çay kaşığı su karıştırarak bir macun hazırlanır ve topuğa masaj yaparak uygulanır.

Op. Dr. Uğur Kıran Ortopedi ve Travmatoloji

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Ayak bölgesinde görülen ağrılar genelde fiziksel rahatsızlıklardır ve genelde ayak yapısına uygun olmayan ayakkabı kullanımı, uzun süre ayakta kalma, uzun yürüyüş ya da koşular yapma, çarpma, burkulma ve travmalar ağrının sebebi olabilir. Ayakta en sık rastlanan ağrılar ayak bileği, ayak baş parmağı, ayak tabanı ve topuk bölgesinde görülür. Bazende bu ağrılar artrit gibi sağlık problemlerinin belirtisi de olabilir.

Ayak Ağrısı Neden Olur?

Ayak ağrısı çok yaygın bir sorundur. Çoğu insan hayatlarının bir döneminde benzer bir sorunla karşı karşıya kalabilir. Ağrı, kronik ve uzun süreli veya akut, ani ve kısa süreli olabilir. Ayak tek bir uzuv gibi görünse de çeşitli parçalardan oluşur ve ağrının nedeni her parça için farklı olabilir. Ayakta oluşan ağrıların nedenleri şunlardır:

  • Ayak yapısına uygun olmayan ayakkabı kullanımı
  • Uzun süre ayakta kalma
  • Uzun süreli yürüyüş veya koşular
  • Burkulma veya zorlanma
  • Topuk dikeni
  • Yaşlanma
  • Çekiç parmak
  • Morton nöroması
  • Periferik nöropati
  • Düztaban
  • Kırık veya çıkık oluşması: Kırık veya çıkıklar şiddetli ayak ağrısının sebepleri arasındadır.
  • Aşil tendonu kopması
  • Sinir hasarı
  • Ayak ülserleri
  • Kıymık veya diken gibi nesnelerin batması
  • Arter tıkanması
  • Nasır
  • Gut hastalığı
  • Plantar fasiit
  • Diyabetik ayak
  • Ödem
  • Artrit
  • Tırnak batması

Ayak Bileği Ağrısı ve Nedenleri

Ayak bileği ağrısı, genellikle eklem veya alt bacağı topuğa bağlayan aşil tendonu da dahil olmak üzere ayak bileğinin herhangi bir noktasını etkileyen ağrılar olarak ifade edilebilir. Kas iskelet sisteminin bir parçası olan ayak bileği, vücudu taşımaya yardımcı olan noktalardan biridir ve aslında ayakta durmamızı, dengede kalmamızı ve hareket edebilmemizi sağlarlar. En yaygın nedenleri arasında tendon ve kas zedelenmesi, yüksek topuklu veya ayak yapısına uygun olmayan ayakkabı kullanımı, burkulma, aşırı kullanım ve artrit gibi romatizmal veya kas-iskelet sistemi hastalıklarının yer aldığı ayak bileği ağrısının diğer nedenleri şöyledir:

  • Ayak kırılması
  • Gut hastalığı
  • Lupus
  • Kireçlenme
  • Artrit
  • Ayak bileği burkulması
  • Tendinit (tahriş olmuş, iltihaplı tendonlar)
  • Düztabanlık
  • Enfeksiyonlar

Ayak Baş Parmağı Ağrısı ve Nedenleri

Başparmakta ağrının yaygın nedeni başparmak yamulması sonucu hareket kısıtlılığı (halluks rigidus) oluşmasıdır. Yanlış ayakkabı kullanımı, gut, periferik nöropati, parmakta kemik çıkıntısı(bunyon), ayak parmağı deformiteleri, tırnak batmaları, ayak parmağı yaralanmaları, burkulma ve kırılmalar başparmağı ağrısına neden olur. Bunlar zamanla ayak başparmağında sert parmak durumunun ortaya çıkmasının risk faktörleri arasında yer alırlar.

Ayrıca gut hastalığı, diyabet gibi diğer tıbbi sebepler diğer risk faktörleri arasında yer alırken, siğil ve nasırda ayak başparmağında ağrının diğer nedenleri arasında yer almaktadır.

Halluks rigidus, ayak başparmağı kökündeki eklemde görülen, ayak tarak kemiği ile parmak arasındaki eklemde ağrı ve hareket kısıtlılığı oluşmasıdır.

Ayak parmağı ağrısına eşlik eden belirtiler:

  • Parmakta deformite
  • Yanma hissi
  • Uyuşma
  • Siğil
  • Şişlik oluşması
  • Kızarıklık
  • Diğer eklemlerde ağrı

Ayak Altında ve Ayak Tabanında Ağrı Neden Olur?

Ayağın altında hissedilen ağrıya daha çok koşma, çok sıkı ayakkabı kullanma, egzersizler, plantar fasiit veya morton nöroması gibi bir durum neden olmaktadır. Sert veya çatlamış cilt veya siğil de ve hatta bazı kişilerde ayağın alt kısmına ekstra baskı uygulayan ayak şekline sahip olmakta ayakaltında ki ağrının nedenleri arasında yer alır.

Plantar fasiit ayağın alt kısmında topuğa yakın noktada bıçak saplanır gibi bir ağrıya neden olabilir. Düztaban veya yüksek kemerli bir ayağa sahip olmak, fazla kilolu olmak, sert yüzey üstünde fazla yürümek, yalınayak yürümek ve hamilelik, topuk kemiğinden ayak kemerine ve ayak parmak tabanına uzanan doku bandına zarar verebilen ve sonucunda plantar faasit’e neden olan yaygın sebeplerdendir.

Ayak çukuru veya ayak altında ki ağrı için uygulayabileceğiniz bazı yöntemler ise ayakaltı ağrısına iyi gelir:

  • Ayağı dinlendirmek
  • 2-3 saat aralıklarla ayak altına 20 dakika süre ile buz kompresi uygulamak
  • Alçak topuklu, yumuşak tabanlı ayakkabılar kullanmak
  • Fazla kiloluysanız kilo vermek
  • Düzenli ve hafif egzersizler ile ayağı güçlendirmeye çalışmak

Ayak Üstünde Ağrı Neden Olur?

Ayağın üst kısmında oluşan ağrı yaygın olarak koşma, tekme atma veya zıplamayı içeren aşırı kullanıma sebep olan egzersizler, iltihaplanma, yaralanma, kemik zedelenmesi ve topuk dikeni nedeniyle oluşmaktadır. Yine ayak bölgesinde oluşan ağrıların sebepleri arasında yer alan çok sıkı ayakkabılar giymek ve gut gibi bazı durumlar da yine ayaküstünde oluşan ağrının sebepleri arasında yer alabilir.

Sol Ayak ve Sağ Ayak Ağrısı Neden Olur?

Sol ve sağ ayak bölgesinde ki ağrının yaygın nedenleri arasında artrit, kırık, gut, tendinit ve plantar fasiit yer alır. Kişinin yaşı ilerledikçe ve eklemler kullanıma bağlı aşındıkça ayaklarda sol veya sağ ya da her iki ayakta ağrı ortaya çıkabilir. Fazla kilolu olmak da ayaklarınıza ekstra baskı uygular ve bu da ağrıya neden olabilir. Diğer yandan her zaman bir uzvu diğerinden daha baskın bir şekilde kullanma eğilimine sahip oluruz. Sağlak ya da solak olmak, koşu veya yürüyüş gibi aktivitelerde birine daha fazla baskı uygulamaya neden olur ve bu da sol ya da sağ ayakta oluşan ağrının nedenleri arasında yer alır.

Ayak Ağrısı Risk Faktörleri Nelerdir?

Ayak ağrısının nedenleri, en sık görülen ağrı türlerine ve bölgelere göre sınıflandırılabilir.

  • Ayak ağrısı sorununa; çeşitli hastalıklar, deformiteler, biyomekanik durumlar, uygun olmayan ayakkabı seçimi veya çeşitli yaralanmalar neden olabilir.
  • Bunun yanı sıra, enfeksiyonlar, virüsler, mantarlar ve bakteriler de ağrı yapabilir.
  • Ayak tabanlarındaki siğiller virüslerden kaynaklanır ve iltihaplanma ve ağrıya neden olabilir.
  • Ayak mantarı da ayaklarda iltihaplanma ve ağrıya yol açan nedenler arasında yer alır.
  • Batık ayak tırnakları, ayak ağrısının nedenlerinden biridir. Tırnağın kenarı deriye battığında batık bir ayak tırnağı oluşur. Bu ağrıya neden olur ve sıklıkla enfeksiyona yol açar.
  • Ayrıca diyabet hastaları, zayıflamış bağışıklık sistemleri nedeniyle enfeksiyonlara karşı daha hassastır. Ayak ağrısı, ciltte ve iç yapılarda hasar, tekrarlayan küçük travmalar ve basınç yüklerinden de kaynaklanabilir.
  • Mikro travma, çok sert ya da çok yumuşak yüzeylerde yürümekten veya aktiviteye özgü olmayan, zayıf yastıklama özelliğine sahip yanlış ayakkabıların seçilmesinden dolayı olabilir. Çok dar veya yüksek topuklu ayakkabılar giymek ön ayakta ağrıya yol açabilir. Gün içinde uzun süre dar ve sıkı ayakkabı giymek ayak sağlığını bozar.
  • Spor yapmaya uygun olmayan ayakkabılar aktivite esnasında ayak ağrısına yol açan faktörler arasında yer alır.
  • Bunun yanı sıra, bacak ve ayaktaki damar sertlikleri ve dolaşım bozuklukları da ayakta ağrıya neden olabilir. Bu ayak ağrısı özellikle güç sonrasında ortaya çıkar.

Ayak Ağrısı Nasıl Oluşur?

Ayak, alt ekstremite hareketinin temelidir. Bu, yürürken veya koşarken verimli emilim ve itme sağlayan karmaşık bir sistemdir. Ayak ağrısı, ayağın iç yapılarının etkileşimi veya ayağın dış etkilerle etkileşimi ile ilgili bir sorunu gösterir. Ağrının ana ipuçları, nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı, nerede olduğu ve ona neyin sebep olabileceğidir.

Ayak ağrısı oluştuğunda, vücut ağrıyı gidermek için hareket ederek veya işlevini değiştirerek tepki verir. Ayak ağrısının birçok nedeni olabilir. Ayak ağrısı olan bir kişiye teşhis konulurken pek çok bilgi toplanır. Semptomatik bir kişiyi teşhis ederken, tıbbi geçmiş, yaş, biyomekanik değerlendirme (düz taban, yüksek taban, topuk valgus, kalkaneal valgus vb.), antrenman geçmişi, antrenman zemin kalitesi, radyoloji ve uygunsa MRI (manyetik rezonans görüntüleme), kan testleri (romatoloji testleri – CRP, ESR, kan sayımı vb.) ve EMG kullanılabilir. Doğru tedavi doğru teşhisle başlar, bu nedenle doktorlar önce doğru teşhise odaklanmalıdır.

Ayak Ağrısı Nasıl Teşhis Edilir?

Tedavi planlanırken ayak ağrısı sorununun doğru değerlendirilmesi ve teşhisi çok önemlidir. İyi bir klinik gözlem, tıbbi öykü ve fizik muayene bulguları ayak ağrısı sorununu teşhis etmede en önemli adımlardır. Bundan edinilen bilgilere göre yardımcı yöntemler kullanılabilir. Teşhis yöntemlerinden bir diğeri yürüme analizidir. Ayakta özellikle topuk dikeni, metatarsalji, kompresyon yaralanmaları, tendinit, bağ gerilmesi gibi mekanik problemlerin olduğu her durumda yapılmalıdır. Basınç sensörleri ile donatılmış bir platform üzerinde gerçekleştirilir. Bu sayede tabanın basınç haritaları görüntülenir ve böylece mekanik arızalar ortaya çıkarılır. 

Röntgen yöntemi, topuk dikenlerini ve kireçlenmeleri teşhis etmek için kullanılır. Ayağın kaslarını, tendonlarını ve bağlarını görüntülemek için tanı amaçlı MRI kullanılır. Bununla birlikte, özellikle iltihaplı romatizmal hastalıkların teşhisinde kan testleri yapılır.

Ayak Ağrısına Ne İyi Gelir? Nasıl Geçer?

Altında herhangi bir tıbbi öykünün yatmadığı ve sağlık sorunun bulunmadığı durumlarda ayak ağrısını evde geçirmek için uygulanabilecek, ayak ağrısına iyi gelecek bazı doğal yöntemler vardır. İşte evde uyguladığınızda ayak bileği, ayak baş parmağı gibi ayak bölgesinde ki ağrıları geçirmeye yardımcı yöntemler:

  • Şişlik ve/veya ağrıyı azaltmak için buz kompresi uygulayın
  • Elastik bir bandaj ile ayağı sarın
  • Ağrıyan ayağı yüksekte tutun
  • Ağrı geçene kadar aktiviteleri sınırlayarak ayağınızı dinlendirin
  • Masaj uygulayın
  • Ayak yapısına daha uyumlu ve mümkünse konforlu tabanlığa sahip ayakkabı kullanın
  • Sürtünme ve tahrişi engellemek için ayakkabı pedi kullanın
  • Ayak bileği ağrıları için gece yatarken ayağı sabitlemeye yardımcı atel veya ortez takın
  • Akapunktur uygulatın
  • Reçetesiz ağrı kesicilerden kullanın

Ayak Ağrısına İyi Gelen Doğal Yöntemler

Yine evde uygulayabileceğiniz bazı bitkisel çözümler ile ayak ağrısını hafifletmek mümkündür:

  • Epsom tuzu ile ayak banyosu: İltihap önleyici ve yatıştırıcı özelliği bulunur. Yarım bardak epsom tuzunu, suya döküp iyice karıştırdıktan sonra ayaklarınızı 10-15 dakika kadar bu solüsyonun içerisinde bekletin
  • Ballı zencefil çayı: Ağrı kesici ve antiinflamatur özellikleri bulunan zencefili balla karıştırarak hazırlayacağınız çayı tüketebilirsiniz. Bu ağrı ve iltihaplanma ile mücadeleye yardımcı olur.
  • Sıcak veya soğuk kompres: Sıcak su kan dolaşımını iyileştirmeye yardımcı olurken, soğuk su ise ağrı olan bölgeyi uyuşturmaya yardımcı olup, iltihabı azaltabilir. Sıcak suyu ağrı olan bölgeye 10 dakika uyguladıktan sonra, buz kompresini de 10 dakika süre ile yapın. Bunu günde 2-3 defa tekrar edebilirsiniz.
  • Vitamin takviyesi: Vitamin eksikliği de ağrı ve halsizliğin nedenleri arasındadır. Vitamin ve mineral desteğini beslenme düzeninize dahil etmelisiniz. Balık, et, yumurta, süt ürünleri, portakal gibi özellikle D ve B vitamini içeren besinleri tüketmeye özen gösterin.
  • Susam, hindistan cevizi ile  masaj: Antiinflamatuar etkiler gösteren susam yağı ile ağrı olan bölgeye uygulayacağınız hafif masajlar ağrıyı dindirmeye yardımcı olur. Hindistan cevizi yağı da analjezik ve antimikrobiyal özellikler taşıdığı için ayak ağrısını dindirmeye yardımcıdır.
  • Nane yağı: Ayak ağrısı, şişlik ve kızarıklığı önlemeye yardımcı olabilecek antiinflamatuar özelliklere sahip olan nane yağı ile hazırlanan su da ayaklarınızı bekletebilirsiniz. 10-12 damla nane yağını sıcak suya damlatıp, 10 dakika kadar suyun içinde bekletebilirsiniz ve bunu günde 1 kere uygulayabilirsiniz.

Ayak Ağrısı Nasıl Önlenir?

  • Ayağa tam oturan ve destekleyici ayakkabılar kullanın
  • Dar burunlu ve yüksek topuklu ayakkabılar giymekten kaçının
  • Egzersiz yaparken ısınma ve soğutmayı ihmal etmeyin
  • Kilo vermeye çalışın
  • Ayakları güçlendirmek ve ağrıdan kaçınmak için doğru egzersizleri uygulayın

Ayak Ağrısı Nasıl Tedavi Edilir?

Ayak ağrısı tedavisi, ağrının nedenine bağlı olarak planlanır. Tedavi yöntemleri ilaç, kuvvet, germe, fizik tedavi, immobilizasyon ve ameliyatı içerir. Bu tedavilerden bazıları hasta tarafından kendi kendine uygulanabilir. Ancak bunlar başarısız olursa, gözetim altında profesyonel destek ve ileri tedavi aranmalıdır. Ayaklarınızda ilk rahatsızlık veya ağrı hissettiğinizde, tedavi dinlenme, soğutma, sıkıştırma ve yükselme ile başlayabilir.

  • Ağrı kesiciler ayrıca rahatsızlık ve ağrıyı gidermek için de kullanılabilir. Dinlenme, dokunun iyileşmesini sağlar ve etkilenen bölgeye daha fazla baskı yapılmasını önler.
  • Ayaklarınıza ağırlık vermekte zorlanıyorsanız koltuk değneği kullanabilirsiniz. Ayak bileği ve ayak destekleri olarak temin edilebilir. Etkilenen bölgeye dinlenme, rahatlık ve destek sağlarlar. Etkilenen dokunun şişmesini önlemeye yardımcı olur.
  • Ağrılı bölgedeki aşırı şişlik, etkilenen bölgedeki sinir liflerini sıkıştırarak ağrıyı artırır. Ağrıyan bölgeye buz uygulamak ağrıyı biraz dindirerek, şişliği azaltır. Ayaklardaki ağrı ve şişlik sorunu ile mücadele için çeşitli ilaç çözümleri de kullanılabilir. Bu durumda uzman bir hekim tarafında muayene edilmek ve gerekirse uygun ilaç tedavisi yöntemine başlamak gerekir.
  • Ayaklarınızın altındaki zeminde donmuş bir su şişesini yuvarlamak plantar fasiitin hafifletilmesine yardımcı olabilir.
  • Destekleyici ayakkabılar giymek ve çıplak ayakla yürümekten kaçınmak önerilir. Ayak ağrısının şiddeti ve nedeni belirlendikten sonra, bir dizi düzeltici ve düzeltici eylem başlatılabilir.
  • Kırık söz konusu ise atel ya da alçı ile sabitlenebilir
  • Ayak ağrısını azaltmak, iyileşmeyi desteklemek ve bölgeye kan akışını arttırmak için ultrason, çeşitli elektrik stimülasyonu ve manuel terapi gibi yöntemler kullanılabilir.
  • Ayağın alçıya alınmasından kaynaklanan ayak hareketsizliği yeterli dinlenmeyi sağlayabilir, ancak uzun süreli hareketsizlik kas zayıflığına ve eklem sertliğine yol açabilir. Bu nedenle sürekli devam eden bir rahatsızlık mevcut ise konunun uzmanı bir hekime görünmede fayda vardır. Hekim muayenesi sonrası medikal tedaviye başlanabilir.

Ayak Ağrısı ile İlgili Sık Sorulan Sorular

Gece ya da dinlenirken ortaya çıkan ayak bileği ağrısı neden olur? 

Geceleri ya da dinlenirken ağrılar ortaya çıkabilir ancak nadiren çok rahatsız edici noktaya ulaşırlar. Geceleri oluşan ayak ağrılarının yaygın nedenleri arasında hareketsizlik, kasların aşırı zorlanması, uygun olmayan ayakkabı veya sert yüzeye basılması, susuzluk, besin eksikliği, aşırı alkol alımı, gebelik, periferik arter hastalığı ve kullanılan ilaçlar yer almaktadır.

Ayak ağrısı hangi hastalıkların belirtisidir?

Ayakta oluşan ağrılar periferik arter hastalığı, artrit, diyabet ve damar hastalıklarının belirtisi olabilir. Kalp ya da şeker hastalıkları da ayaklarda şişmeye ve dolayısı ile ağrıya neden olabilir.

Ayak ağrıları için hangi doktora veya tıbbi birime görünülmelidir?

Ayak ağrılarının altında yatan sebebin öğrenilebilmesi için ortopedi ve travmatoloji bölümü doktorlarına görünülmelidir.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Meslek hastalığı, çalışanın yaptığı işin niteliğine göre değişen ve tekrarlayan işin işleyiş şartları yüzünden kişinin yaşadığı sürekli veya geçici hastalık, sakatlık veya psikolojik durumunun bozulma halidir.

Yapılan mesleğin getirdiği zararlı etkenlerle insan vücudu etkilenip zarar görebilir. Bu hastalıklar normal hastalıklara göre iş yerinin koşulları veya yapılan işin niteliği ile ortaya çıkar. Meslek hastalığı tanısı ülkemizde sadece “SSK Meslek Hastalıkları Hastanesinde” konur.
Meslek hastalıklarından şu yöntemlerle korunabilir:

  • İş yerinde kullanılan sağlığa zararlı maddeler değiştirilebilir.
  • Sağlığa zararlı madde oluşturan, gürültü, ışın, kimyasal risk oluşturan iş çeşitlerinin ayrılması. Bu şekilde işçi daha az etkilenecektir.
  • İşin gereği yoğun toza maruz kalan çalışma ortamları ıslatılarak tozun dağılması sağlanır. 
  • Gerekli temizlikler rutin olarak yapılır. İş yerinin hijyeni sağlanır. Zararlı maddelerin toplandığı yerlerin bakımı ve temizliği yapılır. Ortam havalandırılır. 
  • Çeşitli analiz ve kontroller yapılıp tedbirlerin yeterliliği denetlenir.
  • Çalışanlar kendilerini kişisel koruma altına almalı, eldiven maske gibi gereçler kullanmalıdır.

Meslek Hastalığının Özellikleri

  • Meslek hastalığı kişinin yapmış olduğu işle ilişkilidir. İşin gerektirdiği zararlı etkilere maruz kalması sonucu zamanla veya birden oluşur. 
  • Uzun süre aynı ortam ve koşullarda çalışan kişilerde görülür. Kısa süreli olumsuz koşullara maruz kalan insanlar etkilenmez. Örneğin işitme kaybı yaşayan biri 2 yıldan fazladır gürültülü işte çalışıyordur.
  • Bazı hastalıklar geçici olarak görülse de genellikle sürekli hastalıklardır. 
  • Hastalık aynı meslek grubunda çalışanlarda sık görülür.
  • Gerekli tedbirler alınarak kişilerin hasta olması önlenebilir.
  • Bir tek etmene değil, birçok etmene bağlıdır. Kişinin yaşam tarzı da bunda etkendir.
  • Genel toplumda görülmeyen, belli meslek gruplarına özel hastalıklardır. 
  • Meslek hastalığı birden bire çıkabildiği gibi, uzun yıllar sonra da görülebilir. Kişinin yaptığı işe ne kadar maruz kaldığı ile ilişkilidir.
  • Sık olarak görülen bir hastalık olmamasına karşın, toplumsal yönden önemli olan hastalıktır. Yakalanma olasılığı bütün kurum çalışanlarına geçebilir.
  • Meslek hastalığı tanısı konulabilmesi için kesin kontrol ve ölçümlere ihtiyaç vardır.  
  • Çeşitli tarama ve testlerle tanı konur.
  • Yapılan işle ilgili yaşanabilecek hastalıklar ile ilgili çalışan bilgilendirmelidir. 
  • Hastalık sadece kişiyi değil, çevresini ve ailesini de etkiler.
  • Tanısının konulmaması veya geç konulması daha büyük sorunlara yol açar. Tedavi için geç kalınabilir.
  • Kişisel önlemler yeterli kalmayabilir. Hastalığın önlenmesi için kurumsal önlemler alınmalıdır.
  • Konulan tanı ile birlikte çalışana tazminat hesaplamayapılarak ve iş göremezlik ödemesi yapılır.

Meslek Hastalıkları Türleri

Bir hastalığın meslek hastalığı olarak kabul edilebilmesi için yapılan işle meslek arasında bir bağ olması beklenir.  Yapılan işin özelliğine ve işyeri faktörlerine göre türlere ayrılır. 

Fiziksel Nedenli Meslek Hastalıkları: İş yeri ortamında maruz kalınan fiziksel etkenlere bağlı olarak gelişen meslek hastalıklardır.

  • Gürültü ve sarsıntı ile oluşan işitme kayıpları
  • Tozlar
  • Sıcak ve soğuk ortamda çalışanlarda görülen hastalıklar
  • Düşük ve yüksek basınçta çalışmadan etkilenilen hastalıklar
  • Radyasyon (iyonize olan ve olmayan) etkisine bağlı gelişen hastalıklar

Kimyasal Nedenli Meslek Hastalıkları: İş yeri kaynaklı karşılaşılan ve sıklıkla görülen hastalıklara sebep olan en çok kimyasal maddelerdir.

  • Ağır metallerle (Kurşun, civa gibi) meydana gelen zehirlenmeler. 
  • Aromatik ve alifatik bileşikler
  • Gazlar

Tozların Neden Olduğu Hastalıklar: Genelde solunum yolu hastalıklarına yol açar. Tozlar akciğerde depolanır ve kronik solunum yolu hastalıklarına neden olur. Bazı durumlarda bu olay kansere kadar ilerleyebilir.

Psiko-Sosyal Kaynaklı Hastalıklar: Çok yoğun ve strese maruz kalan iş gruplarında görülür.

  • Depresyon
  • Manik-depressif Sendrom

Biyolojik Faktörlere Bağlı Hastalıklar: Tüberküloz, parazit hastalıkları, şarbon bu hastalıklara örnek verilebilir. Bakteri ve virüslerin etken olduğu bilinir.

  • Bakteriler
  • Virüsler

Ergonomik Faktörlere Bağlı Hastalıklar: İş yeri koşullarında sağlığa uygun olmayan şekilde çalışmak, ağırlık kaldırma, yük taşıma vs. birçok sağlık sorununa yol açar.

  • Botun fıtığı
  • Bel fıtığı
  • Omurilik disk kayması

Meslek Hastalığı Önlenebilir mi?

Meslek hastalığı gerekli tedbirler alındığında önlenebilir bir hastalıktır. Çalışanların yeterince bilgilendirilmesi ve işverenin duyarlılığı önemlidir. Riskli grupta çalışanlar için erken tanı ve tedavi de önemlidir. Meslek hastalıklarını önlemek için alınması gereken tedbirler şu şekildedir:

  • İş yeri içerisinde gerekli temizlik ve hijyen önlemleri alınmalı ve personelin bu kurallara uyması sağlanmalıdır. 
  • Çalışma yeri düzenli olarak havalandırılmalı.
  • Personele bu konuda sık sık eğitim verilmeli ve bilinçlendirmeli.
  • Personelin iş kıyafetleri ve günlük kıyafetleri ayrı olmalı ve bunlar kişisel dolaplarında muhafaza edilmeli.
  • İşin gerektirdiği her türlü ekipmanı personelin zorunlu olarak kullanması sağlanmalı.
  • İstirahat hali gerekli personele mutlaka izin verilmeli
  • İşveren sigortasız işçi çalıştırmamalı.
  • Sağlık durumu uygun olmayan personel ağır işlerde çalıştırılmamalı.
  • İşin niteliğine göre personel işe alınmadan önce, gerekli sağlık kontrolleri yapılmalı. Personel, “Ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilir’’ raporu almalıdır. 
  • Personele belli aralıklarla rutin olarak sağlık kontrolleri ve tahliller yapılmalı. 
  • İş yerinde işi yapmakla gerekli makine, teçhizat gibi aletlerin periyodik kontrolleri düzenli olarak yapılmalıdır.
  • Meslek hastalıkları hastanelerinin bu konudaki uyarılarını dikkate almalı, iş yeri hekiminin önerileri dinlenmelidir.

Çalışanların ve yöneticilerin  İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimi almaları da son derece önemlidir. Bu sayede çalışanlar meslek hastalığı hakkında detaylı bilgi alabilir ve haklarını öğrenebilirler.

Sık Görülen Meslek Hastalıkları Hangi Mesleklerde Ortaya Çıkıyor?

  • Madencilik ve dökümhane işçileri: Maden ve dökümhane gibi aşırı sıcak yerlerde çalışan kişilerde kalp damar hastalıklarına sık rastlanıyor. Sıcak çarpması kalp krizlerini tetikleyebilir. Çok soğuk ortamlar da kalp spazmlarına neden olabilir.
  • Polis, tezgahtarlık, öğretmenlik: Uzun süre ayakta kalması gereken meslek gruplarında varis sorunları görülür. Aynı zamanda yüksek sese de maruz kaldıkları için işitme kayıplarına da rastlanır.
  • Borsacı, polis, asker, yönetici, avukat, doktor, gazeteci, öğretmen: Bu meslek grubunda çalışan kişiler yoğun strese maruz kalırlar. Uzmanlara göre bu kişilerde anksiyete ve depresyon hastalıkları sıklıkla görülür. Yine strese bağlı olarak mide, bağırsak, gastrit, kolon hastalıkları da sıklıkla görülür.
  • Bankacılık, muhasebe, gazetecilik, sekreterlik: Bilgisayar başında sürekli uzun süre hareketsiz olarak çalışan meslek gruplarıdır. Boyun ve bel fıtıkları, el bileğindeki damarların sıkışması ile karpal tünel sendromu ve sinir sıkışması görülür.
  • Cerrahlar, tornacılar, inşaat mühendisleri, tenisçiler: Uzun süre ayakta duranlarda diz kireçlenmesi ve dizde sıvı kaybı sorunları olur. Aynı zamanda kolunu çok kullanan mesleklerde de tenisçi dirseği denen sorunlara da rastlanır. 
  • Futbolcular, ustalar: Sürekli bacaklarını kullanan kişilerde menüsküs yırtıkları ve dizlerde kıkırdak bozulmaları görülür.
  • Endüstriyel işlerde çalışanlar, matbaacılar, boyacılar: Meslek hastalığı içerisinde hayati tehlikeye sahip en ciddi meslek grubudur. Gaz, katran ve sağlığa zararlı kimyasallarla çok fazla içli dışlı oldukları için bu meslek türünde kanser hastalıklarına çok rastlanır. 

Şule Mikdan

Hızla gelişen bilim, teknoloji ve sanayileşme süreçleri beraberinde toplumsal değişmeleri de meydana getirmiştir. Her ülkenin yaşadığı sanayileşme süreci o ülkenin çalışma yaşamını iş sağlığı ve güvenliği konusunda büyük ölçüde etkilemektedir. İşveren ile işçi arasında oluşan çalışma yaşamı, yapılan işin verimliliği ve sürekliliği açısından incelendiğinde çalışanların sağlık ve güvenlik şartlarının sağlanması temel şart haline gelmiştir. Sağlık kavramı ülkelere göre farklılık gösterse de bu anlamda ortak bir tanım yapılmıştır. Dünya Sağlık Örgütüne göre sağlık “sadece hasta veya sakat olmama hali değil, fiziksel, sosyal ve ruhsal yönden iyi olma durumu” olarak tanımlanmıştır.

Sık karşılaşılan meslek hastalıkları da bu tanımın çalışma hayatı ile ilişkilendirilmiş boyutunu kapsamaktadır. Meslek gruplarında yapılan işe göre bazı hastalıkların görülme sıklığı oldukça fazladır. Örneğin, öğretmenlerin çok konuşmak zorunda kaldıkları için kronik faranjit hastalığına yakalanması. Çalışılan meslek grubuna göre çalışanların yakalandığı hastalıklar da değişmektedir. Örneğin, bir beyaz yaka çalışanı ile mavi yaka çalışanın sık sık yakalandığı hastalıklar değişiklik göstermektedir. Değişikliğin nedeni ise çalışma ortamı ve koşullarındaki farklılıktır.

Genel bilgiden sonra beyaz yaka meslek grubunun sık sık yakalandığı hastalıkları inceleyelim. Hangi meslek hastalıkları bu meslek grubunda daha fazla görülür öğrenelim. Ancak konuya hakim olabilmek için beyaz yaka nedir? Meslek hastalıkları ne demektir? vb. soruların cevaplarını verelim. Ardından da beyaz yaka meslek grubunun sık yakalandığı hastalıklar hakkında bilgi sahibi olalım.

Beyaz Yaka Nedir?

Mezun olduğunuzda veya iş yaşamına girdiğinizde sık duyduğunuz kavramların başında beyaz yaka ve mavi yaka kavramları gelmektedir. Aslında bu iki kavram bir işletme organizasyonu içerisinde çalışanların, organizasyonel kriterler doğrultusunda ayrılmasından doğmaktadır. Peki, bu ayrımdan yola çıkarak beyaz yaka kavramı nedir? Fiziksel güçten ziyade beyin gücü ile masa başı çalışanlara denir. Memurluktan yönetici pozisyonuna kadar geniş bir aralığı içine almaktadır. Beyaz yaka, el emeğine dayanmayan işlerde boy gösteren, idari, araştırma ve geliştirme gibi işlerde faaliyet gösteren meslek grubudur.

Beyaz yaka meslek grubu daha çok mühendislik, üretim yönetimi. kalite yönetimi, AR-GE, memurluk, satış ve pazarlama gibi pozisyonları barındırmaktadır. Bu meslek grubu teknoloji ile daha içli dışlıdır. Özellikle iletişim teknolojileri alanında daha fazla bu meslek grubundan bulunur. Genelde işlerini masa başından yürütürler. Mavi yaka meslek grubunda çalışan birine göre daha fazla beyin gücü kullanırlar. Peki, mavi yaka kavramı nedir? Beden gücüyle maaş karşılığı çalışan veya süreli ücret karşılığı çalışan işçilerin oluşturduğu meslek grubudur. El emeğine dayalı işlerde çalışan kişilerden oluşur.

Zihin gücüne kıyasla daha çok beden gücü ile çalışan mavi yaka, maaş ile ödeme alabileceği gibi saatlik veya yevmiye ile de ücretlendirilebilirler. Mavi yaka, işçi sınıfını temsil etmektedir. Mavi yaka ile beyaz yaka iş gücü noktasında ayrım yaşamaktadır. Mavi yaka ağırlıklı olarak zihinsel gücün yanında beden gücünü aktif olarak kullanmaktadır. Mavi yaka için çalışma ortamı fabrika, saha, endüstriyel alanlar vb. oluşturur. Mavi yaka genelde işlerini ayakta yaparken, beyaz yaka ise oturarak işlerini gerçekleştirmektedir.

Beyaz yaka meslek grubu içerisinde çalışan bir kişinin daha keskin kıyafet kuralları bulunur. Örneğin, takım elbise giymeli, düzenli tıraş olmalı vb. Mavi yaka kıyafet konusunda daha rahatlık gösterebilir. Bu iki meslek grubunu tanıdıktan sonra sık karşılaştıkları meslek hastalıkları hakkında daha iyi bilgi sahibi olabiliriz. Çalışma ortamındaki farklılıklar, çalışma koşulları, işlerindeki ayrım vb. nedenlerden dolayı sık karşılaştıkları meslek hastalıkları da birbirinden ayrı olmaktadır. Peki, beyaz yaka kişilerin yakalandığı meslek hastalıkları nelerdir? Bu konuyu daha iyi öğrenebilmek için önce meslek hastalıkları kavramını yakından tanımamız gerekmektedir.

Meslek Hatalıkları Nedir?

Bu kavram, çalışan bir bireyin çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple uğradığı geçici veya sürekli hastalık olarak tanımlanmaktadır. Aynı zamanda bu hastalık bedensel veya ruhsal olarak özürlülük hallerini de temsil etmektedir. Meslek hastalıklarının ortaya çıkma sebebi çalışma ortamı ve çalışma şeklinden kaynaklanmaktadır. Bu durum mavi yaka ve beyaz yaka arasında olan çalışma ortamı ve çalışma şekli farkını akla getirmektedir. Bu iki meslek grubunda karşılaşılan farklılıklar yakalandıkları hastalıkları da etkilemektedir.

Meslek hastalıkları, o meslekte çalışan kişilerde toplumdaki bireylere oranla daha sık görülen hastalıklar olarak tanımlanır. Meslek hastalıkları, önlenebilir hastalıklardır. Bu hastalıkların önlenmesi yasal bir yükümlülük taşımaktadır. Bu hastalıkların nedeni işyerindedir. Sigortalı olarak çalışan bir kişinin işinden dolayı meslek hastalığına yakalandığının SGK tarafından tespit edilmesi zorunludur. Bu hastalıklar etmenli ve belli hastalıklardır. Etken+İşyeri=Meslek Hastalığı formülünü verebiliriz. Bu hastalıklar meslekle spesifik ve güçlü bir ilişki gösterirler.

Ülkemizde ise meslek hastalıklarının listesi beş bölümde toplanarak hazırlanmıştır. Bu liste;

  • A Grubu: Kimyasal Maddelerle olan meslek hastalıklarıdır. 25 alt grupta 67 tane hastalıktan oluşur.
  • B Grubu: Mesleki Cilt hastalıklarını barındırır. 2 alt grupta hastalık barındırır.
  • C Grubu: Pnömokonyozlar hastalıklarını barındırır. 6 alt grup içerisinde 9 hastalığı içerir.
  • D Grubu: Mesleki Bulaşıcı Hastalıklardan oluşur. 4 alt grupta 30 hastalık barındırır.
  • E Grubu: Fiziksel etmenlerle olan Meslek Hastalıklarıdır. 7 alt grup içerisinde 12 hastalık barındırmaktadır.

Bu başlık altında da bilgi sahibi olduktan sonra beyaz yakaların karşılaştığı meslek hastalıklarını öğrenelim.

Beyaz Yakaların Sık Karşılaştığı Meslek Hastalıkları Nelerdir?

  • Bel Ağrısı: İster beyaz yaka olsun ister mavi yaka en çok karşılaşılan hastalıkların başında bel ağrısı gelmektedir. Yapılan araştırmalara göre her üç kişiden ikisinin yaşamının belirli bir döneminde bel ağrısı çektiği ortaya çıkmıştır. Belirtilen bu oran oldukça yüksek görülmektedir. Özellikle iş yaşamı içerisinde bel ağrısı yaratan nedenleri görmek gerekmektedir. Bu nedenler görüldüğü süre boyunca kendinizi bu nedenlerden koruyabilirsiniz. Bel ağrısı hastalığını önleyebilmek için çalışanların alacağı önlemlerin yanı sıra işverenlerin de önlemler alması gerekmektedir. Daha sağlıklı bir ortamın oluşması için ellerinden geleni yapmaları gerekir. Bel ağrısı bir kere rastlanıldığı zaman kolay kolay iyileşebilen bir hastalık değildir. Bir beyaz yakalı çalışan, işlerini genelde masa başında oturarak halleder. Bütün gün masa başında oturan, bilgisayarda işlerini oturarak halleden ve iletişimini yine masada oturarak sağlayan çalışanda bel ağrısı hastalığı oldukça sık görülür. Bel ağrısı yaşamasının nedeni illaki ağır bir yük taşıma veya yanlış hareketlerden kaynaklanmamaktadır. Bel ağrısı yaşamanın nedeni bütün gün hareketsiz kalmak, sürekli oturmak, yanlış bir hareket yapmak, ani kalkış yapmak, oturulan sandalyenin rahatlığı vb. nedenlerdir. Bu gibi nedenlere dikkat ederek bel ağrısı hastalığını en az seviyeye indirmeye çalışılması gerekir. Bel ağrısı yaşamamak için gerekli önlemleri alan ve sağlına dikkat eden bir çalışan hem kendisine hem de iş yerine daha fazla verimlilik sağlar.
  • Stres: Son yıllarda bürolarda yaşanan çalışmalar, mesai saatlerinin uzaması, başarı hedeflerinin yüksek tutulması, beklentinin büyümesi vb. etkenler stresi oldukça fazla arttırmaktadır. Stres altında çalışanlar mutsuz, huzursuz ve endişe içinde çalışmalarını sürdürmektedir. Stres altında çalışanların özgüven seviyeleri de ciddi anlamda azalmaktadır. Bu durumda kolay sinirlenmeye, dikkat bozukluğuna ve kolay yorulmaya neden olmaktadır. Bu durumda iş yerinde verimi önemli ölçüde azaltmaktadır. Yoğun bir tempo içerisinde çalışanlarda sık görülen ve kronik yorgunluk sendromu hastalıklarına dikkat edilmelidir. Şirketlerin stresi azaltma yönünde politikalar üretmesi gerekmektedir. Bu sayede hem çalışanlarının sağlığını hem de şirketlerini korumuş olacaklardır.
  • Mobbing: Mobbing kavramı bezdirmek olarak da adlandırılabilir. Bir grup insanın, bir grup insana veya bir kişiye karşı sosyal olarak bezdiricilik yapmasıdır. Mobbing kavramı psikolojik şiddet, zarar verme, taciz etme gibi kavramlarla da anılmaktadır. En çok beyaz yaka çalışanlarda olduğu söylenmektedir. Mavi yaka da görülme olasılığı fazladır. Bir grup veya kişiyi yıldırmaya çalışmak demektir. Mobbing iş yerinde uygulanan bir psikolojik terör olarak da adlandırılır. Rekabete dayalı ortamlarda görülme olasılığı daha fazladır. İş yerinde sürekli sözünüzün kesilmesi, yaptığınız işlerin olumsuz anlamda sürekli eleştirilmesi, telefonda tehdit edilme durumu mobbing olaylarına örnektir. İş yerinde sosyal ilişkilerinize yapılan saldırı, orada değilmişsiniz gibi davranılma durumu, diğer çalışanların sizinle iletişiminin kesilmesi vb. etkenlerde o ortamda mobbing olduğunun belirtileridir. Mobbing, işin akışına veya bir davranışa ilişkin anlaşmazlıklarla başlamaktadır. İlerleyen aşamada mobbing uygulayacak olan kişinin saldırgan davranışlarıyla devam eder. Buna benzer eylemlerin sürekliliği devam eder. Mobbing en sonunda kişinin kendi isteği ile işten ayrılmasına veya işine son verilmesi durumuyla bitmektedir. Bu konu günümüzde bireyleri her anlamda etkilemekte olup hukuk ve sosyoloji disiplinleri tarafından incelenmektedir. Mobbing, çalışanın benlik ve mesleki bütünlük duygusunun zedelenmesini sağlar. Çalışanın paranoya yaşamasını sağlar. Aynı zamanda kafa karışıklığı, huzursuzluk, korku, utanç ve endişe yaşamasına neden olur. Mobbing, uyku bozukluğu ve depresyon gibi istenmeyen olayların yaşanmasına neden olur. Ülkemizde de son zamanlarda oldukça sık karşılaşılan bir kavram haline gelmiştir.

Belirtilen durumların yanında bu meslek grubu, göz hastalıkları, gürültüye bağlı hastalıklar vb. hastalıklar ile karşılaşabilmektedir.

IIENSTITU

Kahvenin faydaları ve zararları nelerdir?

Hastalıklara yakalanma olasılığının azaltılması için sağlıklı ve dengeli beslenme oldukça önemli bir role sahiptir. Tüm besin gruplarından yeterli ve dengeli olarak içeren bir beslenme düzenine ek olarak antioksidan ve biyoaktif bileşenleri bol miktarda içeren bazı besin türlerinin diyete eklenmesi, sağlık açısından oldukça önemli faydaları da beraberinde getirebilir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilinenlerden bir tanesi de kahvedir. Sağlık üzerindeki olumlu etkileri uzun yıllardır bilinen kahve, sağlıklı bireyler için düzenli olarak tüketilmesi gereken değerli bir besin türüdür. 
Kahvenin faydaları
İçeriğinde yer alan yararlı bileşenler sayesinde ruhsal ve bilişsel fonksiyonlar başta olmak üzere genel olarak sağlık durumunu iyileştirmeye yardımcı olan kahve, pek çok hastalıktan korunmada da oldukça etkilidir. Zihni açması, uyanıklığı & enerji düzeyini arttırması ve zindelik sağlaması gibi etkileriyle bilinse de kahvenin faydaları bununla sınırlı değildir. Kahve, faydaları ve hastalıklar üzerindeki etkileri konusunda bilimsel araştırmalara sıklıkla konu olan besin türlerinden bir tanesidir. Hem ülkemizde hem de dünyada içecek olarak yaygın olarak tüketilen kahve, aynı zamanda cilt bakım ürünlerinde de sıklıkla kullanılan bir bitki türüdür. İşte kahvenin sağlık üzerindeki çok önemli faydalarından bazıları…
  • Enerji Düzeyini Arttırır ve Zekayı Güçlendirir

Kahvede bol miktarda bulunan kafein adlı bileşen, tüketimin ardından hızla kana karışarak beyine ulaşır. Burada üretilen ve uyku haline neden olan adenozin adlı nörotransmitteri inhibe ederek (bloklayarak) uyanıklığı arttırır, enerji düzeyini yükseltir. Bu sayede gün içerisinde hissedilen yorgunluğu önler. Aynı zamanda zihni açarak iş verimliliğini ve konsantrasyonu arttırır. Beyindeki bu etkisi sayesinde kahvenin aynı zamanda ruh halini, hafızayı, reaksiyon süresini ve genel anlamda bilişsel fonksiyonları iyileştirdiğini gösteren pek çok bilimsel çalışma mevcuttur.

  • Yağ Yakımını Hızlandırır

Kahve, fazla kilolarından kurtulmak isteyen kişilerin bu amaçlarına ulaşmasına yardımcı olabilecek oldukça değerli bir besin türüdür. Bunun nedeni metabolizma hızını önemli ölçüde arttırarak yağ yakımını hızlandırmasıdır. Vücutta bulunan yağların parçalanmasına ve ortaya çıkan serbest yağ asitlerinin enerji üretiminde kullanılabilmesine yardımcı olan kahve, bu olumlu etkilerine karşın sade olarak tüketildiğinde sıfıra yakın bir kalori içeriğine sahiptir. Bu nedenle zayıflama diyeti uygulayan sağlıklı bireyler, diyetlerini desteklemek ve kilo vermelerini hızlandırmak adına günde 2 fincan sade kahve tüketebilirler.

  • Fiziksel Performansı Arttırır

Kahvede bulunan kafein, epinefrin (adrenalin) hormonunun üretiminde önemli bir artışa neden olur. Bu hormon, korku ve heyecan durumlarında artan ve insan vücudunu yoğun fiziksel efora hazırlayan bir hormondur. Bu sayede kahve tüketiminin ardından fiziksel performansta önemli bir artış gözlenir. Yine aynı şekilde yağ yakımını hızlandırdığından vücudun antrenmanlar için ihtiyacı olan enerji düzeyinin arttırılmasına katkıda bulunur. Spor aktiviteleri veya fitness ile ilgilenen sağlıklı bireylerin spor salonlarına gitmeden yaklaşık yarım saat önceki süreçte sade kahve tüketmesinde fayda vardır.

  • Önemli Mikronutriyentler İçerir

Kahve, besin değeri yüksek olan ve değerli mikro besin ögeleri içeren bir içecektir. Bir fincan kahve; içerdiği riboflavin (B12 vitamini) ile günlük gereksinimin %11’ini, pantotenik asit (B5 vitamini) ile günlük gereksinimin %6’sını, mangan ve potasyum mineralleri ile günlük gereksinimin %3’ünü, manganez minerali ve niasin (B3 vitamini) ile günlük gereksinimin %2’sini karşılar. Bu nedenle sağlıklı olduğu kadar da besleyici olduğu söylenebilir.

  • Alzheimer, Parkinson ve Demans Hastalıklarına Karşı Korur

Alzheimer, Parkinson ve demans dünya genelindeki 65 yaş ve üzeri bireylerde sıklıkla görülen nörodejeneratif hastalıklardır. Bilinen kesin bir tedavisi olmayan bu hastalıklarda sağlıklı beslenme ve bazı besin türlerinin düzenli olarak tüketimi, diğer pek çok hastalık türüne oranla çok daha büyük önem kazanmaktadır. Nörodejeneratif hastalıkların önlenmesi konusunda oldukça etkili olduğu bilinen kahveyi düzenli olarak tüketenlerde Alzheimer hastalığının görülme olasılığının %65’e kadar azaltılabileceğini, Parkinson hastalığının görülme olasılığının ise %30-60 civarında azaltılabileceğini gösteren bilimsel araştırmalar mevcuttur. 

  • Kansere ve Kardiyovasküler Hastalıklara Karşı Koruma Sağlar

Kahve, antioksidan içeriği oldukça yüksek olan bir besindir. Yüksek antioksidan içeriği sayesinde düzenli olarak kahve tüketen bireylerde karaciğer kanseri ve kolorektal kanser türleri başta olmak üzere birçok kanser türüne yakalanma riskinin önemli ölçüde azaldığını gösteren bilimsel araştırmalar söz konusudur. Hücre yapısını koruyarak kontrolsüz çoğalmayı önleyen kahvenin, aynı zamanda diyabet ve kardiyovasküler hastalıklardan korunmaya yardımcı olarak yaşam süresini artırdığı da bilinmektedir

Türk kahvesinin faydaları

Ülkemiz topraklarında yetişmese de özel pişirme tekniği ile ülkemizden dünyaya yayılmış Türk kahvesi, lezzetinin yanı sıra sağlığa olan faydaları ile de oldukça popüler bir besin türüdür. Pişirme tekniği nedeniyle herhangi bir süzme veya filtreleme işlemine tabi tutulmayan türk kahvesi, diğer kahve türlerine oranla kahvenin faydalarından çok daha büyük oranda yararlanabilmenizi sağlar. Filtre kahve tüketiminde kahvenin bir kısmı filtrede kaldığından yararları açısından Türk kahvesine göre bir adım geridedir. Çözünür kahve türleri de birtakım fabrikasyon işlemlerine tabi tutulduğundan en sağlıklı ve doğal kahve türlerinden bir tanesinin Türk kahvesi olduğu söylenebilir. Günde 1-2 fincan kahve tüketimi, herhangi bir hastalığı bulunmayan ve ilaç kullanmayan bireyler için oldukça faydalıdır.

Kahvenin zararları

Kahve her ne kadar sağlıklı ve yararlı bir besin olsa da bazı hastalıkları bulunan veya ilaç kullanan kişiler için tüketimi, sağlıklı bireyler için ise aşırı tüketimi bazı olumsuzluklara yol açabilir. Özellikle tansiyon, kalp ritmi bozukluğu (aritmi), taşikardi ve diğer kalp hastalıkları olan bireylerde kahve tüketimi çarpıntıya yol açabilir. Bu olumsuzluk herhangi bir kalp hastalığı olmayan bireylerde de aşırı kahve tüketimi sonucunda görülebilir. Tansiyon hastalarında ise kahve tüketimi, kan basıncının yükselmesine neden olabilir. Tüm besinlerde olduğu gibi kahvenin tüketiminde de ölçülü olunmalıdır.

Günde 3 fincanın üzerinde kahve tüketiminin doğurganlığı olumsuz etkileyebildiği, 5 fincanın üzerinde kahve tüketiminin de kemik erimesine yol açabildiğini gösteren bilimsel çalışmalar mevcuttur. Yine aşırı kahve tüketimi uykusuzluk, gerginlik, sinirlilik ve hassasiyet gibi olumsuzluklara yol açabilir. Kansızlık sorunu bulunan kişilerde aşırı kahve tüketimi besinlerdeki demirin emilimini azalttığından kansızlığı şiddetlendirebilir. Bu bireylerin kahve tüketimi konusunda hekimine danışması, tükettiği zamanlarda ise bir fincan ile sınırlandırarak yemeklerden 45 dakika önce ve sonrasındaki sürece denk gelmemesine dikkat etmesi önerilmektedir.

Bunlara ek olarak kahvenin sade veya yalnızca süt eklenerek tüketilmesi önerilir. Kremalı, şekerli, şuruplu ve hazır süt tozları içeren kahvelerde yağ ve şeker içeriği çok yüksek olduğundan kahvenin bu şekilde tüketimi faydadan çok zarara neden olacaktır. Aynı zamanda diüretik olan kahve, idrar çıkışını arttırır. Bu etkisinden dolayı yeterli su tüketmeyen kişilerde sıvı kaybına (dehidratasyon), böbrek ve kalp hastalıkları olanlarda ise elektrolit dengesizliklerine yol açabilir.

Eğer siz de sağlığınıza önem veriyor ve beslenmenize dikkat ediyorsanız, beslenme planınıza kahve ekleyerek sağlığınızı güçlendirebilir, hastalıklardan korunabilirsiniz. 

Herhangi bir sağlık probleminiz yoksa günlük 1-2 fincan filtre kahve veya Türk kahvesi tüketebilirsiniz. Fakat herhangi bir sağlık sorununuz var ise veya herhangi bir sebeple ilaç kullanıyorsanız sizin için zararlı olabileceğini göz önünde bulundurarak kahve tüketmeye başlamadan önce mutlaka ve mutlaka hekiminize danışınız.

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Kötü kokuya maruz kalınca depresif, iyi kokuya maruz kalınca mutlu oluyoruz. Peki ya bir gün koku alamazsak? İşte o zaman hastalık belirtileri baş gösteriyor
Koku almak; tat almak başta olmak üzere hayattan zevk almak için gereken birçok güzelliğin ilk adımıdır. Yediğimiz yemekten zevk almak, bozulmuş bir gıdadan uzak durmak, birini ya da bir anı hatırlamak… Sayısız duygu; koku alma becerimizle doğru orantılı olarak gelişir. Koku almak ve kokuya bağlı duygu şekillenmeleri, araştırmacıların da dikkatini çekmiş ve kokuların ruhsal dünyamıza olan etkilerini araştırmışlar. Güzel kokuların duyduğunuz ağrının şiddeti üzerinde etkili olduğunu biliyor muydunuz? Yapılan bir araştırma, özellikle kadınların güzel kokular aldıklarında hissettikleri ağrının şiddetinde azalma yaşadıklarını gösterdi. Yani güzel kokuların mutlulukla bir ilgisi olduğu artık bilimsel bir gerçek. Durumun zıttı da ters bir etki yapıyor.Yani kötü kokulara maruz kaldığınızda ruh halinizde farklılıklar meydana geliyor.

KÖTÜ KOKU ETKİLİYOR
Konu üzerinde yapılan araştırmalar, uzun süre kötü kokuya maruz kalan kadınların ruhsal durumlarının kötüye gittiğini göstermiş. Kanadalı bir araştırma grubu, 20 kadın ve 20 erkek üzerinde bir deney yapmış her iki grup üyesinin elleri sıcak ve soğuk suya sokulmuş. Eş zamanlı olarak kokular koklatılmış. Güzel kokular kadınların ellerindeki yanma hissini çok daha az hissetmelerine sebep olmuş. Elleri sıcak sudayken sirke gibi rahatsız edici kokulara maruz bırakılan kadınlarda ise yanma hissi daha fazla hissedilmiş. Araştırma yeterince ilginç ancak elde edilen en ilginç netice, erkeklerin bu durumdan hiç etkilenmemiş olması. Yani erkekler elleri sıcak suyun içindeyken ne koklarlarsa koklasınlar duydukları ağrının şiddetinde hiçbir farklılık gözlemlenmemiş.

Kokuların hayatımızdaki yeri sandığımızdan daha önemli.

Birçoğumuz bir şeyler koklarken koklayabildiğimizi fark etmeyiz bile. Oysa durum tam tersi olduğunda, yani koklayamamaya başladığımızda bunu kesinlikle hisseder ve rahatsız oluruz. Toplum genelinde ihmal edilse de hayatı zorlaştırmaya başladığında hemen bir uzmana başvururuz. Durumun tespiti ise son derece kolay. Koku alma duyusunda meydana gelen kayıp, sadece 15 dakika süren ve son derece kolay yöntemlerle uygulanan bir test neticesinde ölçülebilir. Herkesin iyi bildiği sekiz farklı koku, farklı şişelere konuyor ve hastanın bu kokuları ayırt etmesi isteniyor. Ardından ikinci aşamaya geçiliyor ve bu kez kokulu ve kokusuz metaryellerin hasta tarafından ayırt edilmesi isteniyor. İki aşamalı bu test sonucunda koku kaybının varlığı ve derecesi ölçülüyor. Gerek görülmesi halinde tetkikler, tomografi veya MR ile devam ediyor. Koku kaybının sebebi belirlendiğinde ilgili tedaviye başlanıyor.

FONKSİYON KAYBOLUR
Koku alamadığınızı fark ettiğinizde aklınıza ilk olarak burun temelli solunum yolu problemleri gelir ve ilgili doktora başvurursunuz. Oysa son yıllarda yapılan araştırmalar, koku fonksiyon kaybının;
Alzheimer, Parkinson ve multiple skleroz gibi bazı nörolojik ve majör depresyon gibi psikolojik hastalıkların da habercisi olabileceğini gösteriyor.

Saydığım bu hastalıkların ilk bulgularından biri, koku fonksiyonunun kaybolmaya başlamasıdır. Elbette koku duyunuz azaldığında aklınıza gelmesi gereken ilk hastalıklar bunlar olmasına rağmen, sadece bu hastalıklar düşünülmemelidir. Alerjik nezle, burun polipleri, sinüzit, ileri evrede burun kemiği ve kıkırdak eğrilikleri, burun travmaları ve burun eti büyümeleri koku kaybının başlıca kaynaklarındandır.

ABD’nin Florida Üniversitesi McKnight Beyin Enstitüsü Koku ve Tat Merkezi’ndeki araştırmacılar; hastalığın erken dönemlerinde insanların sol burun deliğinden koku alamamasının Alzheimer’a yakalanma riskini artırdığını açıkladı. Fıstık ezmesi, mentol ve sabun kokusu, bu hastalığın erken teşhisinde kullanılıyor. Yapılan bir araştırmada bu üç koku, Alzhimer hastası kişilere 20 cm mesafeden koklatılmış ve teşhisli Alzhimer hastalarının, bu kokuları duymadıkları tespit edilmiş! Koku duyusunda azalma ya da kayıp, Alzhimer’ın erken belirtileri arasında ilk sırada yer alıyor.

PARKİNSON BELİRTİSİ OLABİLİR

Parkinson, beyinde hücre dejenerasyonu, yani hücre ölümü ve işlev kaybı gibi sebeplere bağlı gelişen ciddi bir nörolojik hastalıktır. Titreme, hareketlerde yavaşlama ve denge kaybı gibi belirtiler gösterir. Yapılan araştırmalar, koku almada azalmanın, Parkinson hastalığının erken teşhisinde önemli rol oynadığını gösterdi. Burnumuzda, beyne devamlı sinyal gönderen sensörler bulunur ve nörolojik bir hastalık olan Parkinson’un, koku alma duyusunu etkileyerek ortaya çıkması tesadüf değildir. Yüksek tansiyon, toplumumuzda sıklıkla görülen bir hastalık. Yapılan araştırmalar, birbirinden farklı çok sayıda sebebi olabilen yüksek tansiyon hastalığının, erken belirtilerinden birinin de koku alma duyusunda azalma olduğunu gösterdi.

Chicago’da bulunan Smell&Taste Research and Treatment Foundation’da (Kokutat araştırma ve tedavi merkezi) görevli Dr. Alan R. Hirsch, tat almanın yüzde 90’ının koku almaya bağlı olduğunu söylüyor. “Aşırı tuzlu yemek, yüksek tansiyon hastalığının sebepleri arasında yer alır. Bu hastaların tuzlu yemelerinin altında koku alamamaları yatıyor olabilir” diyen bilim adamları yaptıkları araştırmalar neticesinde, koku alma duyusunda meydana gelen azalmanın yüksek tansiyonun erken belirtilerinden olduğunu ortaya çıkardılar.

TAT ALMAK KOKUYLA ALAKALI
Diyabetve obezite, son yıllarda en sık görülen hastalıklar arasında yer alıyor. Obezitenin genetik faktörler, yanlış alışkanlıklar ve benzer sebepleri vardır. Tüm sebepler bir tarafa aşırı yemek yemek obeziteye sebep olan en önemli faktördür. Daha önce de bahsettiğim gibi tat almanın yüzde 90’ı kokuyla ilişkilidir. Eğer koku alma duyunuzda bir azalma söz konusuysa, yediklerinizden yeterli zevki alamaz ve dolayısıyla daha fazla yersiniz! Koku alma duyusundaki yeterlilik, dolaylı yoldan yediklerinizin miktarını da etkiliyor.

PROF. DR. HALİT YEREBAKAN

Koku alamamanızın nedeni bu hastalıklar olabilir

Koku alma bozukluğu sadece burun kaynaklı olmayabiliyor. Bazı önemli hastalıkların belirtileri arasında da koku alamama bulunuyor.
Belirtisi koku alamama olan hastalıklar

Sıcacık bir ekmeğin ya da hoş bir parfümün sizde uyandırdığı hissi sağlayan beş duyu organımızdan biridir burnumuz. Hayat kalitemiz açısından önemli bir role sahip olan burnumuz, aynı zamanda bir uyarıcıdır. Koku alma duyumuz sayesinde bozuk yiyecekleri ya da bir doğalgaz kaçağını anlıyoruz. Peki koku almanızda herhangi bir değişiklik olduğunda farkına varıyor musunuz? Koku alma sorunları denildiğinde şüphesiz ilk olarak akla burnumuzda ilgili problemler ve üst solunum yolu enfeksiyonları geliyor. Ancak koku alma bozukluğu bazen hiç düşünmediğiniz hastalıkların habercisi de olabiliyor.

Koku alamama depresyonun habercisi

Koku alma bozukluğu Alzheimer, Parkinson ile multiple skleroz gibi bazı nörolojik ve major depresyon gibi psikolojik hastalıkların da habercisi olabiliyor. Koku alma bozukluğu bu hastalıkların belirtileri tam yerleşmeden ilk olarak ortaya çıkan bulgu olabiliyor. Dolayısıyla koku fonksiyon kaybının koku testi ile erken tanınması, bu tür ciddi hastalıkların tanısının erken dönemde koyulmasını sağlayabiliyor. Koku alma bozukluğuyla ilgili bilinmesi gerekenler…

Neden koku alamayız?

Koku algısı kaybı, şüphe duyulan hastalıklarda tanıyı destekleyen ve bazı hastalıkları açıklamada kılavuzluk eden önemli bir belirtiyi oluşturuyor. Koku alma bozukluğuna yol açan nedenler arasında en sık olarak burun ve sinüs hastalıkları geliyor. Alerjik nezle, burun polipleri, sinüzit, ileri derecede burun kemiği ve kıkırdağı eğrilikleri, burun travmaları ile burun eti büyümeleri sık rastlanılan burun kaynaklı koku alma bozukluğu nedenlerini oluşturuyor. Üst solunum yolu viral enfeksiyonları ile kafa travmaları da en sık görülen koku alma bozukluğu etkenleri arasında yer alıyor. Bunların yanı sıra daha ender olarak hipotirodi ve diyabet gibi endokrin hastalıkları, toksik kimyasallara maruz kalmak, karaciğer yetmezliği ve tümörler de koku alma yetimizde sorunlar oluşturuyor.

Parkinson ve Alzheimer’ın belirtisi olabiliyor

Koku alma bozukluğu bazen de nörolojik ve psikolojik hastalıkların öncül belirtisi olabiliyor. Örneğin beynimizin Parkinson ile Alzhemier hastalıklarından etkilenen en önemli bölümlerinden biri, koku alma duyusundan sorumlu olan bölgedir. Dolayısıyla bu hastalıklarda ‘koku alma bozukluğu’ yakınmasının da görüldüğü ortaya konmuş. Hatta özellikle Parkinson hastalığında hareket bozuklukları gibi nörolojik belirtiler başlamadan önce koku almama yakınması başlayabiliyor ve erken teşhis için koku testinin yapılması öneriliyor. Koku duyusunun hafızamızla da ilgili yakından ilişkisi oluyor. Alzheimer’da ilk bulgulardan birini koku alma duyusunda azalma oluşturuyor. Bu nedenle unutkanlık şikayeti olan hastalara da koku testi yapılması öneriliyor.

‘Koku testi’ nedir?

Koku testi günlük hayatta sık olarak karşılaştığımız kokuların kişiye koklatılarak kokuların tanınma ve ayırt edilme oranlarının saptandığı bir testtir. Amaç; koku ayırt etme ve koku algılama seviyesinin saptanmasıdır. Koku algılanmasında kayıp olup olmadığı tespit edilir. Kayıp varsa bunun nedenini bulmak, hastalıklara erken teşhis koymak ve tedaviye olan yanıtı takip etmek hedeflenir.

Koku testi nasıl yapılıyor?

Koku kaybı veya azalması şikayeti ile gelen kişide yapılan koku testi yaklaşık 15 dakika sürüyor. Test materyalleri sabun ve bebe pudrası gibi maddelerden oluşuyor. İlk teste şişeler içerisinde yer alan 8 farklı koku kullanılarak kişinin kokuları ayırt etmesi isteniyor. İkinci testte ise kişinin kokusuz ve kokulu şişeleri ayırt etmesi söyleniyor ve bu test ile koku algılama eşiği hesaplanıyor. Bu iki testin sonucunda koku alma bozukluğu seviyesi tespit ediliyor. Koku alma bozukluğu saptanmasından sonra bunun olası nedenleri araştırılıyor. Gerek görülürse tomografi veya MR çekilerek koku alma bozukluğuna yol açabilecek burun, sinüsler ve beyinle ilgili hastalıkların incelenmesi yapılıyor. Ardından altta yatan etkene yönelik tedaviler uygulanıyor. Örneğin koku alma bozukluğu burun hava geçişine engel olan bir durumdan kaynaklanıyorsa; bu engelin kaldırılması için cerrahi yönteme başvuruluyor. Son yıllarda özellikle koku alma hissinin yeniden kazanılmasıyla ilgili koklama egzersizleri uygulamasında da ümit verici sonuçlar sağlanıyor.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. 

ACIBADEM HAYAT

Glutatyon Nedir? Tedavisi Nasıl Olur?

Glutatyon faydaları saymakla bitmeyen ve son derece güçlü olan bir antioksidandır. Bazı bitkilerde, hayvanlarda, mantar türlerinde ve bakterilerde bulunan bu madde vücudun hastalıklardan korunması için ihtiyaç duyulan en önemli moleküllerden biridir. İnsan vücudunda da salgılanan bu maddenin yaklaşık olarak % 10’u oksitlenmiş halde olur. Geri kalan % 90’lık bölümü ise aktif bir şekilde kan dolaşımı yardımı ile vücuda salınır.

Aktif glutatyon kısaca GSH olarak da adlandırılıyor. Bu moleküler maddenin % 70’in altına düşmesi ise bağışıklık sisteminin etkinliğini kaybetmeye başlaması anlamına gelir.  20 yaşından sonra her 10 yılda bir vücutta bu maddenin üretiminin % 10 seviyesinde azaldığı biliniyor. Vücutta bu maddenin azalmasına ise pek çok farklı faktör neden olabiliyor. Bu faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz:
  • Vücutta toksinlerin birikmesi
  • Yaşın ilerlemesi
  • Stres
  • Aşırı spor aktiviteleri
  • Tek yönlü ya da sağlıksız beslenme
  • Yorgunluk
  • Uykusuzluk
  • Bazı kronik rahatsızlıklar
  • UV radyasyonu
  • Röntgen ışınları
  • Elektromanyetik frekans yayan cihazlar (telefon, telsiz vs.)

Bu madde C ve E vitaminiyle birlikte katalaz ve peroksidaz gibi antioksidanlarla kombine şekilde çalışıyor. Alfa lipoik asit, koenzim Q10, selenyum ve magnezyumla da takım halinde çalışan ve etkisini gösteren bir moleküldür. Vücutta enerji üreten sistem mitokondriler oluyor ve mitokondriler çalışabilmek için de glutatyona gereksinim duyuyor. Dolayısıyla vücudun sağlıklı kalabilmesi, hastalıklardan korunması için mutlaka bu maddenin vücutta ideal seviyede bulunması gerekiyor.

Glutatyon İğnesi Nedir?

Öncelikle glutatyon maddesinin 3 önemli aminoasitten oluştuğunu belirtmek gerekiyor. Bunlar;

  • Glisin
  • Sistein
  • Glutamat

Bu madde elma, brokoli, kuşkonmaz, sarımsak, ıspanak ve greyfurtta bulunuyor. Ancak bu meyve ve sebzelerin zirai ilaçlar kullanılmadan, organik olarak üretilmiş olması gerekiyor. Günümüz koşullarında özellikle kent hayatında organik gıdalara ulaşmak her daim mümkün olmadığından devreye glutatyon takviyesi giriyor. Bu maddenin takviye olarak vücuda serum ya da enjeksiyon yöntemi ile iletilebiliyor. Özellikle kısırlık tedavisinde kullanılan iğne, infertilite durumunda yardımcı tedavi yöntemi olarak da tercih edilebiliyor.

Kısırlık tedavisinde tercih edilen glutatyon iğnesi sadece doğal yolla gebelik oluşması için vücudun hazırlanmasında değil, gebelik sürecinde de vücuda fayda sağlamaya devam ediyor. Örneğin hücre bölünmesinin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için bu maddenin vücutta belirli bir düzeyde olması gerekiyor. Dolayısıyla gebelikte anne adayı ya da bebeğin sağlığı ile ilgili karşılaşılabilecek problemlerin önlenmesinde de söz konusu maddenin önemi yadsınamaz.

Glutatyon Ne İşe Yarar?

Bilindiği gibi kadınlarda yaş ilerledikçe doğurganlık da azalıyor. Bunun nedeni bir yandan yumurta rezervinin azalması ve diğer yandan da yumurtalıkların yaşlanmasıdır. Yumurta hücresi sayısı belirli bir yaşa kadar milyonlarla ifade edilirken belirli bir yaşa gelindiğinde bu sayı 300 bin seviyelerine düşer. Kadınların 35 yaşına gelmesi durumunda yumurtalık yaşlanması hızlanır ve yumurtalık rezervleri de daha hızlı azalmaya başlar. Nihayetinde menopoz döneminde artık yumurta hücreleri tamamen tükenmiş olur. Bu noktada glutatyon anti aging etkisi ile fayda sağlıyor.

Vücudun yaşlanma sürecini yavaşlatan glutatyon adlı madde çevresel faktörlerin vücuda verdiği zararları da minimum seviyeye çekebiliyor. Kadınlarda sadece 35 yaş sonrasında değil, daha genç yaşlarda da bu maddenin doğurganlık üzerinde son derece olumlu katkıları oluyor. Örneğin yumurta kalitesinin bozulmasına neden olan toksinler, stres gibi faktörlerin etkilerini azaltabiliyor.

Aynı zamanda yumurta gençleştirme amacıyla da vücudun glutatyon takviyesine gereksinimi olabiliyor. Çeşitli çalışmalarda bu maddenin kısırlık tedavisinde olumlu etkilerinin olduğu gözlemlendi. Zira halen konuya dair geniş kapsamlı çalışmalar yapılmaya devam ediyor. Vücudun yenilenme sürecini başlatan ve rahim de dahil olmak üzere tüm iç organların toksinlerden temizlenmesine yardımcı olan bu madde, üreme sistemlerinin en önemli yardımcılarından biri olarak değerlendiriliyor.

Glutatyonun Faydaları Nelerdir?

Elbette glutatyon sadece anti aging etkisi ile önemli olan bir madde değil. Yumurtalık gençleştirme, yumurta rezervlerinin azalmasını yavaşlatma gibi önemli etkilerinin yanı sıra vücudun farklı sistemlerinde ve dokularında da pek çok faydada bulunuyor. Özellikle tam bir serbest radikal avcısı olması tüm yararları arasında en önemli olanlardan biridir. Vücudu kansere karşı koruyor. Çünkü serbest radikallerin elektron ihtiyacını karşılıyor ve bu sayede serbest radikallerin dokulara verdiği zararı da engellemiş oluyor.

Vücudun toksinlerden arınmasını sağlıyor olması da yine önem taşıyan faydalarından biridir. Adeta bir detoks uzmanı gibi vücudun toksin temizliği yapmasına yardımcı oluyor. Vücudun toksinlerden arınmasında en önemli organ karaciğerdir ve glutatyon da karaciğerin FAZ 2 detoks sürecine yardımcı oluyor. Bu sayede anti aging etkisi de güçleniyor. Vücutta biriken ağır metalleri temizliyor. Böylelikle oluşabilecek onlarca farklı hastalığın önüne geçiyor.

Tütün ürünlerinin çok ciddi bir serbest radikal üretici olduğunu unutmamak lazım. Bu noktada da devreye glutatyonun girdiğini ve tütün ürünlerinin ürettiği serbest radikalleri de tok ettiğini belirtebiliriz. Bu madde kas sisteminin de en önemli yardımcılarından biri oluyor. Zira glutatyon iğnesinin ardından kadınların kendilerini çok daha zinde hissetmeleri de bundan kaynaklanıyor. Vücuda takviye olarak bu maddenin salınımı sonrasında hastaların çok büyük bir bölümü daha enerjik olduklarını, sabahları daha dinç kalktıklarını ve gün içerisinde de çok daha fazla dinamik olabildiklerini dile getiriyor. İşte tüm bunların mimarı glutatyondur.

Glutatyon Eksikliği Sonucu Ne Olur?

Aslında insan vücudu doğal süreçte glutatyon üretimi yapıyor. Ancak yaşın ilerlemesi ile beraber üretim de azalıyor ve bununla birlikte çevre kirliliği ya da vücudu etkisi altına alan toksinler de üretimin azalmasına sebebiyet verebiliyor. Bu durumda vücudun serbest radikallere karşı direnci de azalıyor. Dolayısıyla serbest radikallerin vücudu tahrip etmeye başlıyor. Örneğin bu maddenin serbest radikalleri toplaması sayesinde karaciğer kendini yenileyebiliyor. Ancak serbest radikaller toplanmadığında karaciğer de yenilenme süreci zayıflıyor ya da duruyor.

Sonuç olarak glutatyon eksikliği vücudun pek çok farklı sistemi üzerinde olumsuz etkilerde bulunuyor. Bu maddenin eksikliğinin kısırlığa da neden olabildiğini unutmamak gerekiyor. Daha önce yapılan pek çok araştırma, glutatyonun sperm hücrelerinin hareketliliğine olumlu katkılarda bulunduğu anlaşıldı. Vücutta eksik olması durumunda da sperm hücrelerinin hareketliliği azalabiliyor ve çiftler çocuk sahibi olamıyor.

Kısırlığa Etkisi Nedir?

Vücutta serbest radikaller, pro-oksidanlar ve antioksidanlar arasında fizyolojik bir denge vardır. Bu denge vücudun tamamını etkiler ve dolayısıyla kadınlarda üreme sistemi de bu dengeden etkilenir. Antioksidanların azalması vücutta oksidatif bir stres gelişmesine neden olur ve bu fizyolojik stres de patolojik etkiler ile kendini gösterir. Söz konusu fizyolojik dengede glutatyon büyük önem taşıyor. Çünkü bu moleküler maddenin antioksidan etkisi yumurtalık hücrelerinin söz ettiğimiz oksidatif stresin olumsuz etkilerinden koruyor.

Vücudun tüm hücrelerinden üretilen glutatyon aynı zamanda kan dolaşımına da salınıyor. Pro-pksidanlara bağlanıyor ve bu sayede ortaya çıkabilecek hasarları da engellemiş oluyor. Vücudun bağışıklık sistemini güçlendirirken aynı zamanda sağlıklı bir hücre bölünmesi olmasını ve hücre çoğalmasını da destekliyor. Vücuda serum yoluyla ya da yavaş enjeksiyon yoluyla takviye yapılması, çeşitli faktörlere bağlı olarak azalan glutatyonun istenen seviyeye çekilmesini sağlayabiliyor.

OP. DR. TUĞRUL ABACIOĞLU

Oksitosin Hormonu Nedir? Nasıl Arttırılır?

Oksitosin hormonu vücutta hipofiz bezleri tarafından salgılanan ve sadece fizyolojik açıdan değil, psikolojik açıdan da çok büyük önem taşıyan hormonlardan biridir.

Toplumda ‘aşk hormonu’ olarak da bilinen bu hormon özellikle kadınlarda davranışları da etkileyebilme özelliğine sahip ve oldukça güçlü etkilerle kendini gösterebiliyor. Hipofiz bezlerinin oksitosin hormonunu olması gerekenden daha az salgılaması ise onlarca farklı soruna davetiye çıkarıyor. Aynı zamanda yaşam sevinciyle ilgili sıkıntılara da sebebiyet verebiliyor. Depresif bir ruh halinde olmak, anksiyete problemleri yaşamak, uykuya dalamamak, sürekli uyanmak bu sorunlardan sadece birkaçıdır.

Oksitosin (Aşk Hormonu) Ne İşe Yarar?

Halk arasında oksitosin hormonu neden aşk hormonu olarak adlandırılıyor sorusunun yanıtı aslında bu hormonun ne işe yaradığını da kısmen açıklıyor. Aşk, sadakat, mutluluk, sevgi, umut gibi duyguların en temel kaynağı aslında bu hormondur. Bazı araştırmalarda psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde umut vaat eden çeşitli sonuçlara ulaşılması, bu hormonun önemini bir kez daha ortaya koydu. Ruh hali ile ilgili etkileri daha çok konuşuluyor olsa da bu hormonun fizyolojik açıdan da son derece önemli faydalar sunduğunun bilinmesi gerekir.

Genel olarak oksitosin hormonu ne işe yarar sorusunu küçük bir liste halinde açıklayabiliriz:

  • Merkezi sinir sisteminde nörotransmitter görevini üstlenen bu hormon kan dolaşımının düzenlenmesinde de etkilidir.
  • Duygu durumunu dengeler ve farklı duygu durumlarında davranışların düzenlenmesinde de önem taşır.
  • Olumlu duyguların yaşanmasına yardımcı olur.
  • İltihap önleme özelliği bulunur ve bu özelliği vücuttaki yaraların iyileşme hızını da artırır.
  • Kortizol seviyesini düşürerek stresi azaltır.
  • Ağrı eşiğini yükseltir.
  • Sosyalleşmeyi sağlar, içe kapanık bir ruh haline girmeyi engeller.
  • Cinsel uyarılmayı artırır.
  • Empati kurmayı kolaylaştırır.

Hamilelikte Oksitosin Hormonu

Gebelik döneminde oksitosin hormonu önemini daha fazla belli edebiliyor. Örneğin doğum esnasında kadınların yaşadıkları şiddetli ağrıya dayanabiliyor olmalarının nedeni bu hormondur. Çünkü ağrı eşiğini yükseltebiliyor ve bu sayede doğum sancılarına katlanmayı kolaylaştırıyor. Hamilelik döneminde anne adayı ile bebek arasında bir bağ kurulmasını sağlayan da bu hormonun vücutta yarattığı etkilerdir. Hatta hormonun üreme noktasında da belirleyici faktörlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü cinsel ilişki esnasında da salgılanan bu hormon, döllenmeyi kolaylaştırıyor. Bu sayede gebe kalma olasılığını da artırıyor.

Yapılan araştırmalar doğum sancılarının başlamasında da oksitosin hormonu etkisini ortaya koydu. Söz konusu hormon doğum zamanında rahmin kasılmasına yardımcı oluyor. Doğum sonrasında, emzirme döneminde de sütün süt kanallarından geçerek meme ucuna ulaşmasında yine rol oynayan bir hormon olduğunu belirtebiliriz.

Oksitosin Hormonu Nasıl Arttırılır?

Öncelikle oksitosin hormonu dışarıdan takviye olarak alınabiliyor. Bununla birlikte içerisinde bu hormonun bulunduğu yiyeceklerin tüketilmesi de hormon seviyesini artırmanın yollarından biridir. Bazı yaşamsal faktörlerin de hormon seviyesini yükseltebildiğini belirtelim. Oksitosini artıran unsurlara şu örnekleri verebiliriz:

  • Sosyalleşmek ve insanlar ile iletişim kurmak bu hormonun atmasını sağlayabiliyor. Özellikle sohbet etmek hormon seviyesinin artışa geçmesini sağlıyor.
  • İyilik yapmak da oksitosini artırmanın yollarından biridir.
  • Cinsel ilişki ve orgazm söz konusu hormonun vücutta daha fazla salgılanmasını sağlıyor.
  • Kişinin keyif aldığı aktiviteler de bu listede yer alıyor. Özellikle müzik dinlemek ve müzik eşliğinde çeşitli aktivitelere katılmak da hipofiz bezlerinin daha fazla hormon salgılamasına neden oluyor.
  • Tempolu yürüyüşler, yoga ya da meditasyon gibi egzersizler de hormonu artırmanın bir yoludur.
  • Oksitosini artırmanın yollarından biri de evcil hayvan beslemektir.
  • Aşık olmak da bu listede yer alıyor. Aşık olmanın söz konusu hormonu artırdığı çeşitli araştırmalar ile de kanıtlandı.
  • Listede yer alan unsurlardan biri de hayal kurmaktır. Kişiyi mutlu edecek hayaller kurmak ya da güzel anıları hatırlamak da vücuttaki oksitosin hormonu seviyesini yükseltiyor.

Oksitosin Hormonu Gebe Kalmayı Kolaylaştırır mı?

Özellikle hamile kalma noktasında sorun yaşayanların yanıtını merak ettiği bu soruya yanıt ‘evet’ olmalıdır. Çünkü hipotalomusa ulaşan sinirsel uyarıların döl yatağına iletilmesi oksitosin hormonu sayesinde gerçekleşiyor. Bu sinirsel uyarılan döl yatağında kasılmayı meydana getiriyor ve erkek üreme hücrelerinin döl yatağına ulaşması da hızlanıyor. Sperm hücreleri kadın üreme hücrelerine daha kolay ulaşıyor.

Döl yatağında bulunan asitlerin sperm hücrelerinin aktifliğini ortadan kaldırdığını belirtmeliyiz. Ancak oksitosin hormonu bu geçişi hızlandırdığından sperm hücrelerinin zarar görme olasılığı da azalıyor. Bu sayede gebe kalma olasılığı da güçleniyor ancak elbette oksitosinin tek başına hamile kalmayı sağladığından ya da vücutta bu hormonun eksik olması durumunda hamilelik olasılığının da tamamen ortadan kalktığından söz edemeyiz.

Oksitosin Hormonunun Yan Etkileri Neler?

Vücutta tüm hormonlar belirli bir denge içerisinde olmalıdır. Nasıl ki hormonların ideal seviyeden az olması bazı sorunlara yol açıyorsa, fazla olması da çeşitli sıkıntılar doğurabiliyor. Dolayısıyla oksitosin hormonu da fazla alındığında ya da vücutta fazla salgılandığında bazı yan etkilerin ortaya çıkması da kaçınılmaz oluyor. Bu yan etkiler arasında en yaygın görülenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Rahimde aşırı kasılma olması
  • Vücutta ödem oluşması
  • Kan basıncının düşmesi
  • Ciltte döküntüler oluşması
  • Çarpıntı
  • Baş ağrısı
  • Bazı görme bozuklukları
  • Doğum sonrasında kanamada artış
  • Vücudun alerjik reaksiyon göstermesi
  • Mide bulantısı, kusma
  • Bazı konuşma bozuklukları
  • Halsizlik
  • Hafıza sorunları

Bu yan etkilerin genellikle vücut tarafından salgılanan oksitosin hormonu seviyesinin yükselmesi durumunda değil, dışarıdan destek olarak hormon alındığında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Herhangi bir nedenle dışarıdan oksitosinin destek olarak alınması durumunda, şayet bu yan etkiler ortaya çıkarsa mutlaka doktorunuza bilgi vermelisiniz.

Oksitosin Hormonu Eksikliği Nasıl Giderilir?

Vücutta oksitosin hormonu eksik olduğunda dışarıdan hormon desteği alınması mümkün olabilir. Oksitosinin tablet ya da sprey şeklinde hazırlanan formları hastaların kolaylıkla bu hormon takviyesinden faydalanmalarını sağlayabiliyor. Ancak hormon takviyesinin kesinlikle doktor kontrolünde alınması gerektiğini unutmamalısınız. Söz konusu hormonun takviye amacıyla kullanımı gebelik ya da kürtaj sonrası yaşanan kanama durumunda da tercih ediliyor. Kanamayı durdurmak amacıyla ampul şeklinde üretilmiş olan hormon ürünleri kullanılıyor.

Doğum zamanı geldiği halde sancının başlamaması durumunda ise bu hormon damar yolu ile vücuda verilebiliyor. Böylelikle doğumun başlaması sağlanıyor. Tablet formunda üretilen takviyeler ise genellikle depresyon ya da benzer psikolojik sıkıntılar yaşayan kişilerin kullandığı takviye ürünler oluyor. Takviye kullanmadan önce mutlaka test yapılması ve vücuttaki oksitosinin eksikliğinin tespit edilmesi gerekiyor. Bu nedenle doktorunuza danışmadan takviye hormon kullanımı girişiminde bulunmamalısınız.

OP. DR. TUĞRUL ABACIOĞLU

Oksitosin nedir? Ne işe yarar?

Toplumda “Aşk hormonu” ya da “Bağlılık hormonu” olarak da bilinen oksitosin; doğumdan emzirmeye, cinsellikten sosyal bağlanmaya kadar birçok fizyolojik ve psikolojik olayda önemli görevler üstleniyor. Oksitosin eksikliği özellikle kadınlarda zor doğum ve emzirme ile ilgili sorunların yanı sıra duygudurum bozuklukları gibi bazı psikiyatrik hastalıklara neden olabiliyor. Sadece doğum sürecinde doğuma yardımcı olmak veya doğum sonrası kanamaları önlemek amacıyla kullanım onayı bulunan oksitosin hormonunun farklı hastalıklarda kullanımı ile ilgili çalışmalar ise devam ediyor. Erkeklerde de bulunan oksitosin hormonunun cinsel çekim ve eşine bağlanma duygusunu artırdığı düşünülüyor.
Oksitosin nedir?
Oksitosin, hipotalamus tarafından üretilip hipofiz bezine gelen ve hipofiz bezinin arka bölümünden bazı uyarılar sonucu salgılanan protein yapıda bir hormondur. Beyinde kimyasal bir haberci görevi üstlenen oksitosin insan davranışlarının birçoğunda önemli bir role sahiptir.
Oksitosin ne işe yarar?
Oksitosin hormonunun hem fizyolojik hem de psikolojik etkileri bulunmaktadır. Bu hormonun üreme sistemi üzerinde, doğum ve doğum sonrası dönemde fizyolojik etkileri;  annelik içgüdüsü, bağlanma ve cinsellik konuları üzerinde ise psikolojik etkileri görülmektedir. Stres ile tetiklenen kortizol salınımını baskılayarak anksiyeteyi (kaygı bozukluğunu) azaltması ve güven duygusunu artırması söz konusudur. Bununla birlikte antiinflamatuar etkileri sebebiyle de yara iyileşmesinde rol aldığı ve ağrı kesici etki gösterdiği düşünülmektedir. 

Oksitosin hormonunun faydaları nelerdir?

Oksitosin hormonu, doğum esnasında doğum sürecini hızlandıran rahim kasılmalarını sağlayarak kolay bir doğum olmasını, doğum sonrasında ise memelerdeki süt kanallarının kasılmasını sağlayarak anne sütünün meme ucuna gelmesini sağlar. Bununla birlikte annelik içgüdüsünün oluşması ve anne bebek arasındaki bağın kurulmasında da etkili olduğu düşünülmektedir. Ayrıca cinsel uyarılma, güven, romantik bağlanma gibi birçok insan davranışında önemli bir role sahiptir.

Oksitosin eksikliği nasıl anlaşılır?

Oksitosin ve reseptörüne ait genlerin ekspresyonu, bazal oksitosin düzeyi, oksitosin reseptörlerinin duyarlılığı, sayısı, yerleşimi ve oksitosin sisteminin diğer sistemlerle etkileşimi kişiden kişiye değişmektedir. Bu nedenlerden ötürü kan oksitosin düzeyinin standardize edilmiş kesin bir referans aralığı yoktur. 

Oksitosin eksikliği neye yol açar?

Oksitosin eksikliği özellikle kadınlarda hem fizyolojik hem de psikiyatrik sorunlara yol açar. Doğum sırasında yetersiz rahim kasılmaları zor doğuma neden olabilir. Lohusalık döneminde ise emzirme ile ilgili problemler olabilir. Yine oksitosin eksikliğinde duygudurum bozuklukları ve bazı psikiyatrik hastalıklarda gelişebilir.

Oksitosin en çok ne zaman salgılanır?

Oksitosin hormonu en çok cinsel ilişki sırasında, orgazm sırasında, doğum eylemi başladığında ve emzirme döneminde salgılanır.

Oksitosin erkeklerde var mıdır?

Oksitosin hormonu erkeklerde bulunur. Erkeklerdeki işlevi kadınlardaki kadar net anlaşılmış olmasa da fertilite, duygudurum ve insan ilişkileri üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir.

Oksitosin hormonu nasıl artırılır?

Beyinde oksitosin salınımının ten teması, dokunma, güzel kokular ve müzik ile uyarıldığı bulunmuştur. Meditasyon, sanat terapisi, aroma terapi gibi alternatif terapilerin oksitosin salınımını artırarak etki gösteriyor olabileceği düşünülmüştür.

Oksitosin hormonunun etki süresi kaç dakikadır?

Doğal oksitosin hormunun plazma yarı ömrü 3-20 dakika arasındadır.

Oksitosin aşk hormonu mudur? Oksitosinin aşk üzerinde nasıl bir etkisi vardır?

Oksitosin hormonunun çiftler arasındaki bağlanmadaki rolünün anlaşılmasına hayvan deneyleri öncülük etmiştir. Bağlanmadaki rolünden dolayı “Aşk hormonu”  ya da “Bağlılık hormonu” olarak da adlandırılmaktadır.

Oksitosin ve cinsellik arasındaki nasıl bir ilişki vardır?

İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar oksitosinin sosyal davranışlarda görev aldığını ortaya koymuştur. Erkeklerde cinsel çekim ve eşine bağlanma duygusunu artırdığı düşünülmektedir.

Oksitosin hormonunun gebe kalmaya etkisi nasıldır?

Cinsel ilişki sırasında salgılanan oksitosin, rahimde ritmik kasılmalara yol açarak spermlerin rahim içinde hareketini kolaylaştırır ve gebelik şansını artırır.

Oksitosin seviyesi ilaç kullanımı ile artırılabilir mi?

Sentetik oksitosin, ilaç olarak kullanılabilir. Ancak oksitosin günümüzde sadece obstetrik (doğum ile ilişkili) durumlarda kullanılmak üzere onay almıştır. Yapılan çalışmaların sonuçları otizm başta olmak üzere birçok psikiyatrik bozuklukta ümit verici olmakla birlikte; gelecek çalışmalarda aydınlatılmayı bekleyen konular bulunmaktadır.

Oksitosin normal doğumu kolaylaştırır mı?

Doğum başladığında ve bebeğin başı rahim ağzına baskı yaptığında oksitosin hormonu salınımı uyarılır ve rahim kasılmalarının gücünü artırarak doğumu kolaylaştırır. Bununla birlikte ağrı eşiğini de yükselterek annenin doğum sancılarına dayanma gücünü arttırır.

Oksitosin eksikliği ile ilişkili hastalıklar nelerdir?

Başta otizm ve şizofreni olmak üzere birçok psikiyatrik hastalık patogenezinde ( gelişim mekanizmalarında) oksitosin sisteminin rolü olduğu düşünülmektedir.

Vücutta oksitosin üretimi nasıl kontrol edilir?

Vücutta oksitosin üretimi pozitif feedback (pozitif geribesleme) olarak adlandırılan sistem ile kontrol edilir. Örneğin doğum sırasında rahmin kasılması başladığında oksitosin salgılanır. Bu, daha fazla kasılmayı ve daha fazla oksitosinin salınmasını uyarır. Bu sayede kasılmaların şiddeti ve sıklığı artar. Süt atma refleksinde de olumlu bir geri bildirim vardır. Emzirme sırasında meme ucunun uyarılması, oksitosin üretiminin artmasına ve kana salgılanmasına neden olur, bu da sütün memeye bırakılmasını sağlar. Bebek emmeyi bırakana kadar pozitif geri besleme döngüsü devam eder. Doğum sırasında oksitosin üretimi de kendi kendini sınırlar; Bebek doğduktan sonra hormonun salınımı durdurulur.

Oksitosin hormonunu arttıran doğal gıdalar nelerdir?

Tüm yeşil yapraklı sebzeler, yumurta, süt ve süt ürünleri, kuruyemişler, zeytin, kırmızı biber, buğday, pirinç, çavdar, yulaf, avokado, elma, muz, çilek, nar oksitosin yönünden zengin besinlerdir.

Oksitosin takviyeleri (oksitosin sprey, oksitosin tablet) ne şekilde kullanılır?

Oksitosin, protein yapıda bir hormon olduğu için ağız yolu ile alındığında sindirim sisteminde parçalanacağından dolayı damar yolu, kas içi uygulama veya burun spreyi şeklinde kullanımları bulunmaktadır. Ancak günümüzde sadece obstetrik (doğum ile ilişkili) durumlarda kullanılmak üzere onaylanmıştır.

Gebelikte oksitosin hormonu kullanılabilir mi?

Doğum sırasında gerekli görülen hastalarda hekim kontrolünde doğum indüksiyonu (doğumun yapay olarak başlatılması) amacıyla ve doğum sonrası kanamalarını önlemek amacıyla kullanılabilir. 

Oksitosin hormonunun yan etkileri nelerdir?

Baş ağrısı, iştahsızlık, bulantı kusma, karın ağrısı, sersemlik hissi, bilinç kaybı, nöbetler ve yüksek dozlarda düşük kan sodyum düzeyi ile seyreden su zehirlenmesi tablosu görülebilir.

Oksitosin ve annelik arasında nasıl bir ilişki vardır?

Doğum: Doğum sürecinde rahmin kasılmaya başlaması ile doğumu başlatır. İlgili hormonların üretimini artırarak sürecin ilerlemesine yardımcı olur. Ayrıca doğumdan sonra rahmin eski boyutuna dönmesine katkı sağlar.

Emzirme: bebek annesinin memesini tuttuğunda oksitosin salınımını tetikler. Oksitosin de süt kanallarında kasılma sağlayarak anne sütünün bebeğin ağzına gelmesini sağlar.

Bağlanma: Oksitosinin anne-çocuk bağı üzerindeki etkilerine ilişkin insan ve hayvan çalışmalarında, annelerin (bebeği sık sık kontrol etmek, sevgi dolu dokunuş, bebekle konuşma ve şarkı söyleme gibi) sevgi dolu ebeveynlik davranışlarına girme olasılığının daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Hekim-hasta iletişimini nasıl sağlarız?

Hasta ile hekimi arasındaki güvene dayalı iletişimin önemi kuşkusuz çok fazla. Doktoruna aklına takılan her soruyu soran ve tatmin edici cevaplar alan hastalar tedaviye daha iyi uyum sağlıyor ve tedavide başarı şansı yükseliyor. 2015 yılında yapılan bir araştırma da bize bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Çalışmaya göre başarılı bir doktor-hasta ilişkisinin memnuniyeti arttırdığı, bilgi alışverişini güçlendirdiği ve tedaviye uyumu artırdığı görülüyor. Kısacası, iyi bir iletişim kuracağınız hekiminiz sağlık sonuçlarınızı sizi şaşırtacak şekilde değiştirebilir.
Tansiyon, diyabet gibi kronik hastalıklar tedavisi uzun süren ve düzeli kontrol gerektiren hastalıklardır. Bu nedenle tedavinin iyi anlaşılması, hayat tarzında yapılacak değişimlerin bilinmesi önemli. Aynı şekilde doktorun da hastasının hayat tarzını bilmesi onun yaptığı yanlışları anlayıp düzeltmesinde yardımcı olacak.
İYİ İLETİŞİM, SAĞLIK SEKTÖRÜ HATTA SAĞLIK EKONOMİSİ İÇİN ÖNEMLİ
Bazı kronik hastalıkların tanısını koymak bazen zaman alabiliyor. Birçok hastalıkta hastalar doğru teşhisi alıp, etkili bir tedaviye ulaşana kadar 4-5 doktora gitmiş olabiliyor. Bunun en önemli nedeni belki de hastaların ve doktorların zaman açısından çok kısıtlı süreye sahip olmaları. Ne yazık ki kalabalık nüfuslu yerlerde hasta başına düşen doktor sayısının yeterli olmaması, diğer bölge illerden de tedavi için büyük şehirlere gelinmesi gibi etkenler bu süreyi daha da azaltıyor. Ancak etkin iletişim aslında uzun vadede sağlık sektörü üstündeki ekonomik ve fiziksel yükü de azaltıyor.

HASTALAR EN ÇOK HANGİ DURUMLARDA SIKINTI YAŞIYOR?

Hastaların iyi iletişim kurmakta ve tedaviyi anlamakta sıkıntı yaşadığı bazı noktalar var.

– Eğer yaşamı tehdit edebilecek zor bir hastalık teşhisi aldıysa hastalar ilk etapta yaşadığı üzüntüyle birlikte şaşkınlık içine giriyor ve doktorun söylediği birçok şeyi anlamıyor hatta belki duymuyor. Bu nedenle hastanın sakinleşmesini beklemek ve onu rahatlatmak önemli.
– Hasta yaşlıysa, işitme ve görmede bazı engelleri varsa tedaviyi ya da teşhisi özenle anlatmak önemli.
– Travmatik beyin hasarı, Huntington hastalığı, demans, Alzheimer gibi bazı nörolojik hastalıklarda hastalar iletişim kurmakta zorlanabilir ya da unutabilir. Bu nedenle mümkünse yazılı olarak bazı materyaller hazırlayıp vermek gerekiyor.
– Hastalar, hastalıkları ile ilgili tıbbi bilgiye ve terimlere hakim değilse, hastalıkla ilgili hiçbir fikri yoksa sorması ve dikkat etmesi gereken noktaları da bilmiyor.

DOKTORUMUZLA NASIL İLETİŞİM KURMALIYIZ?

Sadece muayene esnasında değil öncesinde de doktora sorulacak soruları hazırlamak, bazı noktalara dikkat etmek önemli. Peki, hasta olarak doktordan doğru bilgiyi en iyi şekilde almak için neler yapmalısınız?

1- NEYE İHTİYACINIZ OLDUĞUNU ANLAYIN?

Öncelikle gideceğiniz doktoru seçerken neye ihtiyacınız olduğunu bilin. Mesela kronik bir hastalığınız varsa sizin için en doğru doktor evinize yakın, kolay ulaşabileceğiniz ve sizi tanıyacak bir hekimdir. Zamanla aile geçmişinizi, sizi hatta diğer aile bireylerini tanıması, yaşam koşullarınızı öğrenmesi size daha doğru tedavi sağlar. Ya da bir psikiyatriste gideceğinizi varsayalım. Belki karşı cinsten birine kendinizi daha rahat anlatabileceğinizi düşünüyorsunuzdur. Bunun gibi özellikleri gitmeden önce iyice düşünün ve buna uygun bir hekim araştırmasına girin.

2- NOTLAR ALIN

Doktorunuzun da yoğunlukları olduğunu ve zaman zaman kafasının karışabileceğini unutmayın. Gitmeden önce kafanızda hastalığınız ya da şikayetleriniz ile ilgili var olan soruları not edin ve sırayla sorun. Aynı şekilde eğer şüpheleriniz varsa bunları da doktorunuza belirtin. Ayrıca unutmayın ki insanın en birincil doktoru kendisidir. Belirtilerinizi, sorunlarınızın takibini yapmaya özen gösterin. Sürekli hastalık düşünüp panik atak olun demiyorum elbette ama çözümlenemeyen özel bir durum, birkaç şikayet varsa bunları dikkatle inceleyin.

3- DİKKATİNİ İSTEYİN

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ideal muayene süresi 20 dakika ancak ülkemizde bu süreyi yakalamak ne yazık ki şu an için mümkün görünmüyor. Şu anda birçok hekim 5-10 dakikalık muayene süresinin çoğunu bilgisayara gerekli bilgileri girmek için harcadığından dolayı hastayı dinlerken göz teması kuramıyor. Şikayetlerinizi anlatırken bu durum sizi tatmin etmiyorsa “Sadece birkaç dakikanızı alabilir miyim?” diyerek ricada bulunun. Hekiminiz buna karşılık verecektir.

4- PRATİK OLUN

Doktorunuza ne sormak istediğinizi önceden düşünün. 10’dan fazla soru ile bir randevuya gelmek pratikte uygulanabilir bir şey değil. Bunun yerine, ziyaretin ana nedenini belirleyin ve iki veya üç önemli soru sorun. Randevunun başında durumunuzu doktorunuza hatırlatabilirsiniz. Ayrıca doktorunuzla empati yapmaya çalışın. Yoğun ve kalabalık hastaneler doktorlar için çok fazla hasta yükü getirebiliyor. Bu nedenle soru sorarken “Biliyorum çok hasta var ama…” gibi cümlelerle sorarsanız anlayış gösterecektir. Soracağınız en önemli soruları da sona bırakmayın.

5- RANDEVULARA HAZIRLIKLI GİDİN

İyi bir doktor kadar iyi bir hasta olmak da tedavide önemli yer tutar. Bazen en iyi ilaç, en iyi ameliyat hastaya fayda etmezken, en zor hastaların iyileştiğini de görebiliyoruz. Bu nedenle sizin de iyi birer hasta olmanız önemli. Randevunuzdan en iyi şekilde yararlanmak istiyorsanız dediğim gibi sorularınızı önceden hazırlayın ve önem sırasına göre sıralayın. Bunun yanı sıra doktorunuza dürüst olun. Sağlık durumunuzla ilgili vereceğiniz ve sizin önemsiz gördüğünüz bazı bilgiler tedavi için bir anlam taşıyor olabilir. Kullandığınız ilaçları, ailesel hastalıklarınızı, beslenme düzeninizi doktorunuzla paylaşın. Ayrıca kullandığınız vitamin ve mineral takviyeleri de oldukça önemlidir. Bunlar da ilaç etkileşimine yol açabilir. Bu yüzden bu bilgileri hekiminize verin. Tedavilerde disiplin de önemli bir yer tutar. Düzenli ve aynı saatte ilaçları almak, düzenli uyumak, iyi beslenmek her zaman etkili sonuçlar verir. Bunlara dikkat edin ve ilaçlarınızı da reçete edildiği şekilde kullanmaya özen gösterin. Kafanız karıştığı takdirde ise doktorunuzun asistanını ya da aile hekiminizi aramak çözüm olabilir.

Prof. Dr. DERYA ULUDÜZ

Kırık kalp sendromu nedir?

Son yıllarda adı sıklıkla duyulan kırık kalp sendromu, vücut tarafından yoğun strese karşı verilen bir yanıttır. Kalp krizine benzer bulgularla kendini belli eden bu hastalığı, 1990 yılında Hiraru Sato keşfederek Takotsubo Kardiyomiyopatisi olarak adlandırmıştır. Bu isimlendirme, sendromun geliştiği esnada kalbin sol bölümünün Japon balıkçılarının kullandığı ahtapot avlama kabına benzemesinden gelmektedir. Kırık kalp sendromu ayrıca stres kardiyomiyopatisi ve apikal balon sendromu olarak da adlandırılır. Hastalık tıpkı bir kalp krizi gibi gelişir ve hasta kendini kriz geçiriyormuş gibi hisseder. Bu esnada hastaya ait EKG ölçümleri ve kan değerlerine ilişkin parametreler de kalp krizi bulgularına benzer. Aşırı stres altındaki bireylerde görülme olasılığı daha yüksek olan bu hastalık kalp durmasına kadar gidebilen ciddi sonuçlar doğurabilir.
Kırık kalp sendromu nedir?
Kırık kalp sendromu sevilen birinin ölümü, terk edilme veya ayrılık gibi ağır stres oluşturan durumların sonucunda ortaya çıkan geçici bir kalp hastalığıdır. Geçirilen şiddetli travmalar, ameliyatlar veya fiziksel hastalıklar da kırık kalp sendromunun ortaya çıkma ihtimalini artırabilir. Bu sendromun ortaya çıktığı kişilerde ani başlayan bir göğüs ağrısı ortaya çıkar ve hasta adeta kalp krizi geçiriyormuş gibi görünür. Kırık kalp sendromunun gelişiminde kalbin sol bölgesindeki pompalama işlevinde geçici bir bozukluk ortaya çıkar. Kalbin geri kalan kısmı ise normal düzeninde veya daha kuvvetli şekilde kasılmaya devam eder. Gelişim mekanizması tam olarak bilinmese de, bu sendromun kalbin stres hormonlarının seviyelerindeki dalgalamalara verdiği tepkiye bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülür.
Kalp krizi ile kırık kalp sendromu sıklıkla karıştırılsa da aslında aralarında önemli farklar vardır. Kalp krizlerine genellikle kalpte bulunan arterlerin kısmen ya da tamamen tıkanması neden olur. Oluşan bu tıkanıklığın nedeni kan yağlarının yüksek olmasına bağlı olarak gelişen ateroskleroz veya damar içinde oluşan pıhtılar olabilir. Kırık kalp sendromunda ise damarlarda herhangi bir tıkanıklık durumu söz konusu değildir ancak kalp damarlarında kan akışı yavaşlar.

Kırık kalp sendromu belirtileri nelerdir?

Kırık kalp sendromunda belirtiler kalp krizi ile hemen hemen aynıdır. Bu nedenle hastaneye başvurulduğu andan kişiye ait tetkiklerin incelenmesine kadar geçen süreçte kırık kalp sendromu kalp krizi ile karıştırılabilir. Hastalığın en önemli iki belirtisi göğüs ağrısı ve nefes darlığıdır. Göğüste hafif veya şiddetli uzun süreli bir ağrı, kalp krizi veya kırık kalp sendromunun belirtisi olabilir. Bu nedenle ciddiye alınmalı ve mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır. Çok hızlı ya da düzensiz kalp atışları, kişiyi derinden etkileyen ve ağır stres oluşturan bir olayın ardından yaşanan nefes darlığı gibi durumlarda vakit kaybedilmeksizin hastaneye gidilmelidir. Bunların haricinde kırık kalp sendromunu işaret eden diğer belirtiler şu şekilde sıralanabilir:

  • Sol kolda ve alt bölgesinde ağrı
  • Terleme
  • Kalpte sürekli sıkışma hissi
  • Yorgunluk, huzursuzluk ve stres
  • Vücut hareketlerinde kontrolsüzlük ve dengesizlik
  • Yalnızlık korkusu
  • Baş ağrısı
  • Konsantrasyon güçlüğü

Kırık kalp sendromu neden olur?

Kırık kalp sendromunun nedeni kesin olarak bilinmese de hastalığın gelişimini tetikleyen faktörler kalbin çalışma düzenine geçici de olsa zarar verebileceği bilinmektedir. Bu hormonun kalbe ne şekilde zarar verdiğine ilişkin mekanizma tam olarak aydınlatılamamış olsa da adrenalin hormonu seviyesini yükselten üzüntü, stres, kötü haber, heyecan gibi durumların kırık kalp sendromunun gelişiminde birincil neden olduğu bilinir. Bunun haricinde kırık kalp sendromunun ortaya çıkmasını tetikleyen diğer potansiyel nedenler şu şekilde sıralanabilir:

  • Sevilen bir kişinin beklenmeyen ölüm haberini alma
  • Korkutucu bir hastalık tanısı alma
  • Bir anda fazla miktarda para kazanmak veya kaybetme
  • Aile içi şiddet
  • Ayrılık, boşanma, aldatılma veya terk edilme
  • Geniş bir kitleye açıklama yapmak durumunda olma
  • İşin kaybedilmesi
  • Beklenmeyen sürprizler
  • Şiddetli bir tartışmanın içinde olma
  • Astım krizi
  • Hırsızlık olayları
  • Kaza ve travmalar
  • Geçirilen ciddi ameliyatlar
  • Depresyon ve diğer psikolojik hastalıklar
  • İleri yaş
  • Epilepsi hastalığı

Yukarıda belirtilen nedenlere ek olarak kandaki adrenalin seviyesini yükseltebilen bazı ilaçların kullanımı da kırık kalp sendromuna yakalanma riskini artırır. Astım krizlerinin ve alerjik reaksiyonların önlenmesi için kullanılan Epinefrin ilaçları, diyabet ve depresyon hastalarında sinirsel problemlerin önüne geçmek için kullanılan Duloxetin ve Venlafaksin, tiroid bezi yeterli miktarda çalışmayan hastaların tedavisinde kullanılan Levotiroksin ilaçları kandaki adrenalin seviyesini yükselterek kırık kalp sendromuna yakalanmayı kolaylaştırabilir. Bu nedenle bu ilaçları kullanan kişiler hastalığın belirtileri konusunda diğer bireylere oranla daha dikkatli olmalıdır.

Kırık kalp sendromu tanısı nasıl konulur?

Kırık kalp sendromu yaşayan hastalar acil servislere yukarıda belirtilen kalp krizi benzeri şikayetlerle başvurur. Bu hastalarda genellikle elektrokardiyografi (EKG) ve kan bulguları da kalp krizi ile örtüşür. Mümkünse hasta yakınlarından hastanın öyküsü alınmalıdır. Öncelikli müdahaleler yapıldıktan ve hastanın can güvenliği sağlandıktan sonra kalp damarlarına ilişkin uygulanan görüntüleme teknikleri incelenir. Bu aşamada kırık kalp sendromu geçiren hastalarda genellikle görüntüler normaldir, herhangi bir anormal durum teşhis edilmez. Fakat hastalığın kesin tanısı kalbin ultrasonografik olarak görüntülenmesini sağlayan ekokardiyografi sonuçlarına bakılarak koyulur. Hastalık nadir görülen bir durumdur, özellikle 40-50 yaş üzerinde ani bir stres yaşamış olan hastalarda bu sendromun varlığı düşünülerek gerekli incelemeler yapılmalıdır. Nadiren ölümcül olabilen kırık kalp sendromunda hastalarda genellikle uzun süreli etkiler görülmez ve yapılan müdahalelerin ardından hızla iyileşme gözlenir.

Kırık kalp sendromu tedavi yöntemleri nelerdir?

Akut koroner sendrom olarak adlandırılan kalp krizi tablosu ile hastanelere başvuran hastaların yaklaşık %1-2’sinin kırık kalp sendromu vakası olduğu tahmin edilir. Bu şekilde gelen hastalarda kan bulguları, EKG, ekokardiyografi ve anjiyografi incelemelerinden sonra kırık kalp sendromu teşhisi konulması durumunda tedavi genellikle destekleyici tedavi şeklinde olur. Hastanın durumuna göre değişebilmekle birlikte hekimler tarafından genellikle beta blokörler, ACE inhibitörleri ve diüretikler ile ilaç tedavisi uygulanalarak akut semptomlar giderilir ve sendromun tekrarlama ihtimaline karşı koruma sağlanır. Aterosklerozu bulunan hastalarda genellikle Aspirin benzeri bir kan sulandırıcı kullanımı önerilir. Hastalığa ilişkin uygulanması önerilen, tedavi gücü tam olarak kanıtlanmış uzun süreli bir tedavi planı mevcut değildir; fakat hastalığın az da olsa tekrarlayabilme olasılığı bulunduğundan beta blokörler belirli bir dozda sürekli olarak kullanılabilir. Bu şekilde kandaki adrenalin düzeylerinin kontrol altında tutulması sağlanabilir. Yine aynı ihtimale karşılık hastalar fiziksel ve duygusal stresten uzak durmaya yönelik önlemler almalıdır.

Akut tedavi sürecinde kalbin sistolik fonksiyonu ve ventrikül duvarı hareketine ilişkin bozukluklar, bir ile dört hafta aralığında tamamen düzelir. Kırık kalp sendromu hastalarında kalp yetmezliğinin görülme riski de daha yüksek olduğundan hastalar bu açıdan da değerlendirilmeli ve gerekli görüldüğünde kalp kasılmasını iyileştiren ajanlar kullanılmalıdır. Belirtiler tamamen ortadan kalktıktan sonra ise hastalar hekim tarafından önerilecek aralıklarla düzenli olarak sağlık kontrolünden geçirilmelidir.

Eğer siz de hayatınızın önceki bir döneminde kırık kalp sendromu geçirdiyseniz düzenli yaptırmanız gereken kontrollerinizi ihmal etmemeli, hastalığın belirtilerinden bazılarını yaşıyorsanız mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurarak muayene olmalısınız. Hekiminiz tarafından önerilecek tedavi ilkelerine özen göstererek kalp sağlığınızı koruyabilirsiniz.

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Mevsim geçişlerinde ortaya çıkan hava değişimi insanların psikolojisini olumsuz etkileyebiliyor. Bahar yorgunluğu sanılan durum ise depresyonun belirtileri olabiliyor. Basit önlemlerle durum kontrol altına alınabiliyor ancak belirtiler ortaya çıktığı anda mutlaka bir uzmandan destek alınması öneriliyor.

Bahar yorgunluğu ile depresyon karıştırılabiliyor

Bahar aylarında hava sıcaklığıyla birlikte nem oranlarının da değişmesi, özellikle yaz mevsiminden kış mevsimine geçiş dönemi olan sonbaharda havaların serinlenmeye başlaması ve sonbaharın belirtilerinin ortaya çıkması insan psikolojisi üzerinde olumsuz etki göstermektedir. Depresyona yatkın olan bireyler bu dönemden daha çok etkilenebilir. Toplumda bahar yorgunluğu olarak bilenen bazı olumsuz değişimlerin de aslında depresyonun belirtileri olabileceği unutulmamalıdır. Alınacak bazı önlemler ile bahar depresyonundan korunmak mümkündür.

Bu şikayetlere dikkat edin!

  1. Umutsuzluk, çökkünlük, suçluluk, değersizlik duyguları
  2. Üzgün ve boşlukta hissetme
  3. Halsizlik, enerji kaybı ya da günlük işlere karşı ilgide azalma, performansta düşüş
  4. Sinirlilik, kolayca ağlama, kaygı ve korkular
  5. Aşırı hareketlilik veya uyuşukluk
  6. İştah ve uyku düzeninde bozulma
  7. Konsantrasyonda azalma, unutkanlık ve karar vermekte güçlük
  8. Cinsel istekte azalma
  9. Uzun süreli, tedaviye yanıt vermeyen bedensel şikayetler ve ağrılar
  10. İntihar düşünceleri, intihar planı ya da girişimi

Bahar depresyonuna karşı yaşam biçiminizi düzenleyin

  • Düzenli uyku ile güne zinde başlayın

Düzenli bir uyku günün ritmini tutturmak, doğanın değişimine ayak uydurmak için önemlidir. Böylelikle vücudun biyolojisi düzene girmiş olur. Televizyondan, bilgisayar ve telefondan uzak sessiz bir odada kitap okumak uykuya dalmayı kolaylaştırır. Erken yatıp erken kalkmak ve her gün aynı saatte uyumak, yorgunluk ve stresi azaltacaktır.

  • Spora veya yürüyüşe vakit ayırın

Spor ya da açık havada her gün yarım saat yürüyüş yapmak mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin salınımını artırır. Serotonin, mutluluk, canlılık ve zindelik hissi veren özellikte bir hormondur. Eksikliğinde depresif, yorgun, sıkılgan bir ruh hali görülür. Spora veya yürüyüş yapmaya ekstra vakit ayıramıyorsanız, alışverişe, işe yürüyerek gidebilir ve asansör kullanmak yerine 2-3 katı yürüyerek çıkabilirsiniz.

  • Güneşten kaçmayın

Güneşe çıkmak kendinizi iyi hissetmenize yardımcı olur. Yetersiz güneş ışığı beyinde kimyasal maddelerin düzeylerini ve dağılımlarını bozabildiğinden bazı bireyler depresyona daha açık hale gelir. Bunun için güneş ışığında özellikle sabahları yarım saat kadar oturmak, mevsimsel geçişlerdeki depresyonu ve halsizliği önler. Güneşli havalarda dışarıda vakit geçirmek mevsimsel depresyonu hafifletmede etkilidir.

  • Bol su tüketin

Kafeinli içecekleri ve alkolü azaltmak, günde ortalama 2,5 litre su içmek, taze meyve suyu, bitki çayları tüketmek kaygı durumunu azaltır, çökkün duygu durumun iyileşmesine yardımcı olur.

  • Stresi azaltacak etkinliklerde bulunun

Bu dönemde mümkün olduğunca stresli ortamlardan uzak durulmasında fayda var. Stresli ve kaygılı ortamlar baharda değişen duygu durumunun depresyona çevirebilir. Açık ve yeşil alanlarda vakit geçirilebilir, yürüyüşlere çıkılabilir ve sevilen etkinliklerde bulunulabilir.

  • Sağlıklı beslenin ve kilo kontrolüne dikkat edin

Dengeli ve düzenli beslenmek, mevsime uygun sebze ve meyveler tüketmek hem ruh hem de beden sağlığına iyi gelir. İşlenmiş hazır gıdalardan uzak durmak, omega 3’ten zengin ceviz, semizotu, balık gibi besinler ile beslenmek, mevsimsel depresyonu önlemede veya yatıştırmada faydalı olur. Aşırı kilolu bireyler de bu dönemde dikkatli olmalıdır. Bu nedenle diyete dikkat etmeli ve gerekirse uzman desteği almalıdır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Ömrünüze bir 6 yıl eklemeye ne dersiniz?

Düzenli yürüyüş yapmak, hareketsizlik sonucu gelişen çok sayıda hastalık riskini azaltıyor.
Düzenli yürüyüş bu hastalıklara iyi geliyor

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verileri; dünya nüfusunun yüzde 23’ünün hareketsiz yaşam sürdüğüne ve bu durumun tüm can kaybı nedenleri arasında 4. sırada yer aldığına işaret ediyor. Bunun nedeni ise hareketsizliğin obezite, koroner kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon, metabolik sendrom, kemik erimesi, meme ile kalın bağırsak kanseri ve depresyon gibi hayatı tehdit eden sağlık problemlerine yol açabilmesi. Yürekleri ferahlatan tablo ise egzersizin, örneğin düzenli olarak yapılan yürüyüşün hareketsizlik sonucu gelişen çok sayıda hastalık riskini azaltması veya var olan bu hastalıkların belirtilerini hafifletmesi.
Yapılan araştırmalar, düzenli yürüyüş ve jogging yapan kişilerin hastalığa daha az yakalandıklarını ve bu egzersizi ömür boyu yaptıkları takdirde 6 yıla varan daha uzun yaşam sürelerine erişebildiklerini göstermiş. Etkili olabilmesi için haftanın 5 günü 30 dakika süreyle, tempolu biçimde yürünmesi gerekiyor. Yürüyüşün daha fazla yarar sağlaması için süresi ve temposu ilerleyen dönemde artırılabilir. Ancak öncesinde mutlaka bir hekime danışmak ve sağlık kontrolünden geçmek gerekiyor.

Yürüyüş ve kalp damar hastalıkları

Araştırmalar düzenli yürüyüşün, egzersizin miktarıyla doğru orantılı olarak artan şekilde tıkayıcı koroner kalp hastalığı, kalp krizi ve bunlarla ilişkili can kaybı riskini yüzde 20’den 35’e varan oranda azalttığını ortaya koydu. Yürüyüş ile kanda kalp damarlarında birikerek daralma ve tıkanmalara neden olan kötü huylu kolesterol LDL seviyesi düşüyor. Damar içerisindeki yağ parçacıklarını toplayıp karaciğere taşıyan iyi huylu kolesterol HDL seviyesi de yükseliyor. Bir diğer kan yağı olan trigliserid seviyesi yüksek olan kişilerde de düzelme oluyor. Koroner kalp hastalığı riskini artıran kolesterol yüksekliği dışında, kan basıncı (hipertansiyon) ve kan şekeri yüksekliği gibi hastalıklar da düzenli yürüyüşten olumlu yönde etkileniyor. Sonuç olarak, yürüyüş sayesinde damar sertliği riskinde azalma, kolesterol değerlerinde olumlu değişim, kan şekeri ve tansiyon değerlerinde düşme sağlanıyor. Tüm bu olumlu etkiler kalp damar hastalıklarına bağlı can kaybı riskini yüzde 35’lere varan oranda azalttı.

Diyabet

Hareketsiz yaşam ve kötü beslenme; insülin direnci ile kilo artışına yol açabiliyor, bunun sonucunda da genetik yatkınlığı olan kişilerde diyabet tablosu ortaya çıkabiliyor. Çağımızın yaygın bir hastalığı olan ve görülme sıklığı her geçen gün artan diyabet gelişimi de kalp ile beyin damar hastalıkları riskinde çok ciddi artışları beraberinde getiriyor. Düzenli olarak yürüyüş yapmak insülin direncini azaltarak ve fazla kilolardan kurtulmamızı sağlayarak diyabetin ortaya çıkma riskini azaltıyor.

Meme ve kalınbağırsak kanseri

Araştırmalar düzenli olarak günde 30-60 dakika süreyle yapılan yürüyüşün meme ve kalınbağırsak kanseri riskinde anlamlı olarak azalma sağladığına işaret ediyor. Öyle ki ömür boyu veya menopoz sonrasında düzenli olarak yürüyüş yapan kadınlarda meme kanseri riski yüzde 25 oranında azalabiliyor. Bu etki kilosu normal olan, doğum yapmış ve ailede meme kanseri öyküsü olmayan kadınlarda daha belirgin oluyor. Yapılan araştırmalar düzenli yapılan yürüyüşle kalın bağırsak kanseri riskinde de yüzde 24’e varan azalma olduğunu ortaya koydu. Yürüyüşün kalınbağırsak kanseri üzerindeki bu etkisini bağırsak hareketlerini artırması, bağışıklık sistemini güçlendirmesi, insülin ve benzeri hormonların salınımını azaltması, kilo almayı önlemesi ve serbest radikal adı verilen zararlı maddeleri etkisiz hale getiren sistemleri devreye sokması sayesinde sağladığı belirtiliyor.

İnme (felç)

Dünya nüfusunun yaşlanması, hipertansiyon, diyabet, kolesterol yüksekliği, sigara kullanımında artış ve hareketsiz yaşam gibi nedenlere bağlı olarak inme ve inmeyle ilişkili can kayıpları yüzde 24 gibi yüksek bir oranda artış göstermiş durumda. Hareketsiz yaşam; kan basıncı, kilo ve kolesterol artışı gibi mekanizmalarla tıkayıcı beyin damar hastalıkları gelişme riskini artırıyor. Araştırmalar düzenli yürüyüş yapan kişilerde inme riskinin azaldığına işaret ediyor.

Osteoporoz

Çağımızın önemli bir sorunu olan hareketsizlik kemik sağlığını da olumsuz yönde etkiliyor. Osteoporoz, yani kemik erimesi fiziksel olarak hareketsiz kişilerde daha fazla görülüyor. Kemik erimesi sonucunda sıklıkla ilerleyen yaşlarda kalça ekleminde ve omurgada hayatı tehdit eden kırıklar oluşabiliyor. Üstelik bu kırıkların tedavisi esnasında, uzun süreli hareketsizlik sonucu bacak damarlarında pıhtı oluşumu ve bu pıhtının yerinden kopup akciğer damarlarını tıkaması (pulmoner emboli) gibi hayatı tehdit eden komplikasyonlar da gelişebiliyor. Düzenli yapılan yürüyüş kemik metabolizmasını olumlu yönde etkiliyor ve kasları güçlendiriyor. Bu etkileri sayesinde de osteoporoz riskini düşürüyor.

Metabolik Sendrom

Kan şekerinde, kan yağlarında ve kan basıncında yükselme, kilo artışı ve göbek çevresinde artış ile kendini gösteren tablo “metabolik sendrom” olarak adlandırılıyor. Ülkemizde orta yaşta, özellikle de kadınlarda son yıllarda artarak yaygınlaşan metabolik sendrom genellikle diyabet, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği ve insülin direnciyle ilişkili olup kalp ve beyin damarlarında daralma ile tıkanmalara, bunun sonucunda da kalp krizi ve felce neden olabiliyor. Yapılan araştırmalarda düzenli yürüyüş ile bu sendromun geri döndürülebileceği ortaya konmuş.

Depresyon

Düzenli egzersiz, kendimizi iyi hissettiren hormonlar olan endorfinlerin salınımını sağlıyor. Vücudumuzda salgılanan endorfinler aracılığıyla hayattan zevk alma, dinginlik ve kendini iyi hissetmeyi kolaylaştırıyor. Düzenli olarak yapılınca kilo verme ve kas gerginliğinde artma sonucunda yürüyüş yapan kişi kendini daha formda ve sağlıklı hissediyor. Tüm bu olumlu etkiler sosyal hayata ve diğer insanlarla olan etkileşime de olumlu yansıyor. Bu sayede zihnimizden endişeleri ve olumsuz düşünceleri uzaklaştırmaya yardımcı oluyor. Depresyon ve endişe halinde düzelmeye katkıda bulunarak beden sağlığımızın yanında ruh sağlığımıza da fayda sağlıyor.

Prof. Dr. Burak Pamukçu

Cinsel isteksizlik, diğer ismleri ile “frijidite” veya “cinsel soğukluk sorunu” en az 6 ay süreyle cinsel haz kaybı, cinsel ilişki, fantezi ve tüm cinsel aktivitelerden uzaklaşma durumudur. Yani hem ileri düzeyde cinsel aktivitelerden uzaklaşma, hem de düşünce bazında cinselliğin akla dahi gelmemesi durumu söz konusudur. Kadınlarda ve erkeklerde hayatın belli döneminde görülen, yaşa bağlı görülme sıklığı artan, hem kişinin kendi psikolojisinde hem de partner ilişkilerinde sıkıntılara yol açan bir cinsel bozukluktur.

Cinsel İsteksizlik Probleminin Belirtileri

Cinsel isteksizlik belirtileri kişiden kişiye değişmektedir. Bu problemi yaşayan kadınlarda, çoğu zaman cinsel ilişki rahat bir şekilde gerçekleşmesine rağmen haz ve tatmin ile ilgili ciddi sıkıntılar mevcuttur. Kişi, cinsellikle ilgili her türlü aktivitelerden ve cinsel fantezilerden uzak yaşamaktadır. Hastaların bir kısmında uyarılma eksiliğine bağlı olarak ıslanma sorunu da mevcuttur. Vajinal kuruluk nedeni ile cinsel ilişkide ağrı, sık rastlanılan bir durumdur.

Cinsel isteksizlikte ilişki sırasında uyarılma, vajinada ıslanma ve orgazm olamamaktadır. İlişki sıklığı oldukça azdır veya hiç olmamaktadır. Ön sevişme, mastürbasyon, porno seyretme gibi cinsel aktivitelerden uzaklaşma mevcuttur. İleri düzeylerde kadın, eşinin kendisine dokunmasına dahi tahammül edememektedir. Çünkü ön sevişmenin ilişkiyle biteceğini bilmek ilişkilerden kaçınma sebebi olmaktadır. Uyarılmanın azlığına bağlı olarak vajinadaki ıslanma azlığı (vajinal kuruluk) mevcuttur.

Zaman içinde eşle birlikte yapılan cinsel aktiviteler (ön sevişme, oral ilişki, mastürbasyon gibi) bir “görev” haline dönüşmektedir. Kadınların bir kısmı eşlerini kaybetmemek için veya ihanete uğramamak için cinselliği istemedikleri halde kendilerini ilişkiye zorlarlar. Bir kısmı ise cinselliği tümden reddederler.

Cinsel Tiksinti nedir?

Cinsel isteksizlik sorununun bir üst boyutu ‘cinsel tiksinti bozukluğu’ dur. Cinsel tiksinti sorunu yaşayan kadınlarda cinsellikten tam bir kaçınma vardır. Cinsel ilişkiden tiksinme, penise bakamama, dokunamama, meniden iğrenme, ilişki sırasında öğürtü ve bazen kusma isteği sık rastlanılan belirtilerdir. Cinsel tiksinti bozukluğu genel olarak cinselliğe veya yalnızca eşe karşı oluşabilmektedir.

Cinsel İsteksizlik Türleri

  • Birincil Cinsel İsteksizlik: Cinsel isteğin ezelden beri hiç olmaması,
  • İkincil Cinsel İsteksizlik: Cinsel istek azalmasının sonradan gelişmesi,
  • Genel Cinsel İsteksizlik: Herkese karşı yaşanılan cinsel isteksizlik,
  • Durumsal Cinsel İsteksizlik: Belli bir eşe veya belli durumlarda ortaya çıkan cinsel isteksizlik.

Vajinismus ve Cinsel İsteksizlik Birbirinden Faklıdır!

Vajinismus ve cinsel isteksizlik (cinsel soğukluk) farklı kavramlardır. Vajinismus cinsel ilişki sırasında istem dışı kasılmalara bağlı olarak cinsel ilişkinin ya hiçbir şekilde gerçekleşememesi ya da oldukça zor ve ağrılı gerçekleşmesi problemidir. Vajinismusta genel olarak cinsel isteksizlik yoktur.

Hatta çiftlerin çoğunda cinsel birleşme olmaksızın kısıtlı şekilde (elle veya sürtünme yolu ile) cinsel tatmin yöntemlerine de başvurabilmektedirler. Vajinismus hastaları klitoris sürtünmesi ile orgazm dahi olabilirler. Vajinada ıslanma olmakta, ancak birleşme anı geldiğinde bu ıslaklık birden azalmaktadır.

Sorun tamamen birleşme anında ortaya çıkmaktadır. Ancak vajinismus hastalarında, zamanla cinsel haz eksikliği gelişebilir. Çünkü bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu oluşmaktadır. Yani her ilişki denemesinin başarısızlıkla sonuçlanacağını bilmek zamanla ilişkiden soğumaya, hiç cinsel ilişkiyi denememeye yol açabilmektedir. Böylelikle zaman içinde kadının kendisinde hatta partnerinde dahi cinsel haz problemi oluşabilmektedir.

Özetlemek gerekirse; 

Özetlemek gerekirse; Vajinismus sorunu yaşayan çiftlerin bir kısmında azalan cinsel ilişki sıklığına bağlı olarak ilişkiler anlamsız, gereksiz hale gelebilmektedir. Bu şekilde kadında ve erkekte zaman içinde cinsel isteksizlik (cinsel soğukluk) sorunu da ikincil olarak ortaya çıkabilmektedir. Vajinismusta önceden cinsel isteksizlik durumu olmamasına rağmen bu sorun da zaman içerisinde gelişebilir. Bu da cinsel problemin daha da büyümesine neden olacaktır.

Cinsel İsteksizlik Neden Olur? Sebepleri

Cinsel isteksizliğin çok farklı nedenleri vardır. Çoğunlukla sebepler psikolojiktir, ancak bazı organik (patolojik) durumlarda da cinsel isteksizlik olabilir. Özellikle cinsel ilişki sırasında ağrı yaşanması durumunda zaman içinde cinsel isteksizlik problemi ortaya çıkabilmektedir.

Cinsel ilişkide ağrı sebepleri genelde jinekolojik ve dış genitalyanın derisine bağlı dermatolojiktir. Bazı nedenler:

  • Vulvar vestibulitis (Provoke vestibulodini, vajina girişinde yoğun ağrı, yanma ile karakterizedir),
  • Vajinitler (Vajinal enfeksiyonlar),
  • Menopoza bağlı cilt incelmeleri (Menopozun Genito-Üriner Sendromu),
  • Lichen sclerosus, hiperplastik vulvar distrofi gibi dış genital bölgenin deri hastalıkları.

Diğer jinekolojik patolojiler: Rahmin ters duruşu, yumurtalık kistleri, miyomlar vs.

Cinsel İsteksizliğe Yol Açan Hastalıklar

Kronik (süreğen) hastalıkların pek çoğu cinsel isteksizliğe yol açabilmektedir. Efor kapasitesini düşüren kalp hastalıkları (kalp yetmezliği gibi),akciğer hastalıkları (KOAH, Astım vs),nörolojik hastalıklar (Multipl skleroz, nöropatiler),şeker hastalığı, damarsal problemler (ateroskleroz) ve romatizmal hastalıklar bu kronik hastalıklardan bazılarıdır. Ayrıca depresyon, anksiyete bozuklukları, şizofreni gibi psikiyatrik hastalıkların pek çoğunda da cinsel soğukluk gelişebilmektedir.

Bipolar bozuklukta dönem dönem ileri düzeyde cinsel isteksizlik, dönem dönem de artmış bir cinsel istek söz konusudur. Parkinson hastalarının kullandığı L-dopa ilacı (Madopar) ise cinsel istek ve dürtüleri arttırmaktadır.

Diğer taraftan kronik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların pek çoğu da cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir.

Kronik sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı da cinsel isteği olumsuz yönde etkilemektedir.

Hangi İlaçlar Cinsel İsteksizlik Yapar?

Kronik hastalıkların semptomatik tedavisinde kullanılan tüm ilaçlar cinsel istekte azalmaya neden olabilmektedir. Ancak cinsel isteği olumsuz yönde etkilediği bilinen en sık ilaçlar:

  • Antidepresanlar (beyin sıvısı içindeki “serotonin” düzeyini arttırarak kişiyi mutlu ederken, cinsel isteği azaltmaktadırlar),
  • Doğum kontrol hapları (cinsel istek, haz, uyarılma, libido ve orgazm üzerine negatif etkilidirler, ayrıca vajinal kuruluk da yaparak cinsel ilişkide ağrıya neden olabilmektedirler),
  • Psikiyatri ilaçları (depresyon haricinde kullanılan antipsikotik ilaçlar da cinsel dürtüyü ve isteği olumsuz yönde etkilemektedir).

Hangi Dönemlerde Cinsel Haz Azalır?

Kadınların hayatlarının farklı dönemlerinde cinsel haz azalmaktadır. Bu dönemler arasında:

  • Gebelik (özellikle gebeliğin ilk 3 ayı),
  • Emzirme dönemi (“Prolaktin” hormonunun yüksekliği negatif yönde etkiler),
  • Menopoz (Yumurtalıkların fonksiyonunun sona ermesi ile cinsel haz azalmaktadır. Kadınlarda ve erkeklerde cinsel dürtüyü başlatan “testosteron” homonu ve diğer androjenlerin azalması, “estrojen” hormon düzeyinin giderek düşmesi en sık sebeptir),
  • Yaşlılık (Zamanla ortaya çıkan bedensel rahatsızlıklar ve psikolojik sorunlar en büyük sebeptir).

Diğer taraftan bazı kadınlarda adet siklüsü sırasında da cinsel istekte değişimler izlenebilmektedir. Örneğin adet öncesi ve yumurtlama döneminde istek genelde belirgin şekilde artmaktadır.

Cinsel İsteksizliğe Neden Olan Psikolojik Sebepler

Cinsel isteksizlik çok farklı psikolojik sebepler sonucunda da oluşabilmektedir. En sık nedenleri arasında:

  • Çocukluk çağında cinselliğin çok ayıp, günah, ahlaksız olduğu ile ilgili bilgilerin verilmesi.
  • Cinselliğin hiçbir şekilde konuşulmaması, cinsel bilgilendirmenin aile veya çevre tarafından hiçbir şekilde yapılmaması.
  • Çocukluk döneminde veya ergenlikte yaşanılan cinsel travmalar (suiistimal, taciz, tecavüz, ensest gibi). Bu cinsel travmaların uzun süre devam etmesi veya çok erken yaşlarda yaşanması daha derin izler bırakmaktadır.
  • İlk cinsel deneyimin olumsuz olması: Erkek arkadaş ile yaşanılan olumsuz deneyimler, eskort tarafından yaşanılan travmalar.
  • Genetik olarak kişilik tipi: Cinselliğe açık olmama, gereksiz görme, cinselliği yok sayma.
  • Stres: Yoğun iş/okul hayatı, maddi sorunlar, çevresel diğer faktörler.

Hormonal Etkiler

Testosteron, estrojen, dopamin gibi hormonlar cinsellik üzerine pozitif etkilidirler. Diğer taraftan serotonin, prolaktin ve opioidler ise negatif etkidedirler. Sağlıklı bir bireyde beyin- omurilik sıvısı içindeki bu hormonlar bir terazinin iki kefesi gibi hep belli oranlarda, belli düzeylerde yer alırlar. Bir hormonun normalden fazla artışı cinsel istek üzerinde artış veya azalma sebebi olabilmektedir.

Cinsel İsteksizlik Tedavisi

Cinsel isteksizlik tedavisi bireye özeldir. Sorun organik (fiziksel) sebeplere bağlıysa öncelikle bu durumlar düzeltilmelidir. Kullanılan ilaçlara bağlı olarak gelişmişse bu ilaçlar değiştirilebilir veya dozları yeniden ayarlanabilir.

Primer (birincil) cinsel isteksizlik tedavisi için genelde en uygun yöntemler bilişsel davranışsal cinsel terapi yöntemleridir. Cinsel terapiler ortalama olarak 10-15 seans arası sürer. Cinsel tiksinti problemi yaşayanlarda bu tedavi süresi biraz daha uzun olabilir. Cinsel travması olan hastalarda, cinsel terapilere farklı yöntemler de eklenebilmektedir (hipnoterapi, akupunktur tedavisi, EMDR gibi). Gerekli durumlarda kadınlarda ve erkeklerde cinsel hazzı arttırıcı ilaç tedavileri, yaşam koşullarının değiştirilmesi ve beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi de yapılabilmektedir.

Çiftlerin yaklaşık yüzde 15’i kısırlık sorunları yaşamaktadır. Bu demektir ki, çiftler bir yıl veya daha uzun süreler düzenli ve korumasız cinsel ilişki yaşamış olsalar bile çocuk sahibi olamamaktadır. Erkeklerde kısırlık oranı bu çiftlerin yarısına tekabül etmektedir. Erkeklerde kısırlık, düşük sperm üretimi, düzensiz veya hareketsiz sperm hücreleri veya sperm taşıyan kanallarda tıkanma sonucunda meydana gelebilir. Sakatlıklar, hastalıklar, kronik sağlık problemleri, yaşam tarzı ve birçok diğer faktör de erkek kısırlığında rol oynayabilir. Çocuk sahibi olamamak stresli ve sinir bozucu bir durum olabilir fakat çok çeşitli erkek kısırlığı tedavisi bulunmaktadır.

Erkeklerde Kısırlık Belirtileri

Erkek kısırlığının ana belirtisi, çocuk sahibi olamamaktır. Bunun dışında belirgin işaret veya belirti bulunmayabilir. Bazı durumlarda, kısırlığın altında hormon dengesizliği veya sperm kanallarında blokaj gibi sebepler yatabilmektedir. Erkek kısırlığının işaretleri ve belirtileri aşağıdakileri içerebilir:

  • Çocuk sahibi olamamak
  • Cinsel fonksiyon bozuklukları (Örneğin, boşalmada güçlük veya iktidarsızlık)
  • Acı, şişme veya testis bölgesinde yumru
  • Kromozom veya hormonal bozukluk belirtisi olan, sakal – bıyıkta veya diğer vücut kıllarında azalma
  • Düşük sperm sayısına sahip olmak (Bir mililitre menide 15 milyondan az sperm hücresi, her boşalmada 39 milyondan az sperm hücresi)

Kısırlık için ne zaman doktora gitmelisiniz? Eğer aşağıdaki belirtiler bulunuyorsa, doktora gitmeniz gereklidir:

  • Bir yıl boyunca düzenli ve korunmasız cinsel ilişki sonucu çocuk sahibi olamamak
  • Boşalma problemleri, düşük cinsel performans veya diğer cinsel fonksiyon problemleri yaşandığında
  • Testislerde acı, rahatsızlık, şişlik veya yumru
  • Prostat, testis rahatsızlıkları veya cinsel problem geçmişi
  • Kasık, testis, penis veya skrotum ameliyatı

Erkeklerde Kısırlık Neden Olur?

Erkek üretkenliği karmaşık bir süreçtir. Eşinizi hamile bırakmak için aşağıdakileri gerçekleştirmeniz gereklidir:

  • Sağlıklı sperm üretmeniz gereklidir. Başlangıçta, sağlıklı bir ergenlik dönemi geçirerek, üreme organınızda normal büyüme ve gelişme gereklidir. Testislerden en az birinin düzgün biçimde gelişmesi ve testesteron ile diğer hormonların düzgün şekilde üretilmesiyle, vücudunuzda sperm üretiminin tetiklenmesi gereklidir.
  • Sperm hücreleri meniye taşınmalıdır. Testislerde üretilen sperm, meniye hassas tüpler ile taşınmalı ve başarılı şekilde penisin dışına boşaltılmalıdır.
  • Menide yeteri kadar sperm olmalıdır. Eğer meniniz içerisinde sperm sayısı az ise, sperm hücrelerinizin partnerinizin yumurtasını dölleme ihtimali azalacaktır. Düşük sperm sayısı, sperm hücre sayınızın, bir mililitre meni içerisinde 15 milyon sperm hücresinden veya boşalma başına 39 milyon sperm hücresinden daha az olması durumudur.
  • Sperm hücreleriniz düzgün şekle ve hareket kabiliyetine sahip olmalıdır. Eğer sperm hücrelerinizin hareketliliği (motilite) veya şekli (morfoloji) anormal ise, partnerinizin yumurtasına erişemeyerek döllemeyi gerçekleştiremeyecektir.

Neden olan medikal sebepler

Erkek üretkenliğini etkileyen problemler çeşitli sağlık problemleri ve tedavilere bağlı olabilir. Bu durumlar aşağıdaki gibidir :

  • Varikosel. Varikosel, testislerdeki toplar damarlarda meydana gelen şişmeye verilen isimdir. Bu durum, erkeklerde kısırlığın en sık rastlanan sebebidir. Bu durum testislerin normal olarak soğumasını engelleyerek, sperm sayısında ve hareketliliğinde azalmaya sebep olabilir.
  • Enfeksiyon. Bazı enfeksiyonlar, sperm üretimi ve sağlığını etkileyerek veya spermin geçiş noktalarını tıkayarak problemlere sebep olabilir. Bu enfeksiyonlar, bel soğukluğu ve klamidya gibi, prostat iltihabına sebep olabilecek cinsel yolla bulaşan hastalıklar olabileceği gibi, üreme ve boşaltım yollarında meydana gelen enfeksiyonlar da olabilir.
  • Boşalma problemleri. Geri boşalma, boşalma sırasında penis ucundan çıkması gereken meninin mesaneye girmesi ile ortaya çıkar. Prostat, üretra veya mesane cerrahisi ve diyabet gibi çeşitli sağlık problemleri geri boşalmaya sebep olabilir. Bunun yanı sıra, alfa blokerlar olarak bilinen kimi tansiyon ilaçları da buna sebep olabilmektedir. Omurilik sakatlığı gibi bazı problemler yaşayan erkekler sperm üretebilmelerine rağmen boşalma konusunda sorun yaşayabilirler.
  • Spermlere saldıran antikorlar. Anti-sperm antikorları, yanlışlıkla sperm hücrelerini saldırgan virüsler olarak belirleyerek, yok etmeye çalışan bağışıklık sistemi hücreleridir. Bu genellikle vazektomi operasyonu geçirmiş olan erkeklerde yaygındır.
  • Tümörler. Kanser ve iyi huylu tümörler, direk olarak erkek üreme organlarına veya üreme hormonlarının salgılandığı hipofiz bezi gibi bezlere direk olarak etki edebilir. Bu tümörlere yönelik cerrahi operasyonlar, radyasyon veya kemoterapi de erkek üremesine etki edebilir.
  • İnmemiş testis. Fetal gelişim esnasında, bir veya iki testis de, karından normal olarak testisleri taşıyan keseye (skrotum) inmemiş olabilir. Bu gibi durumlar yaşayan erkeklerde, üretkenliğin azalması çok daha sık rastlanmaktadır.
  • Hormon dengesizlikleri. Hipotalamus, hipofiz ve testisler, sperm oluşturmak için gerekli olan hormonları üretmektedir. Bu hormonların yanısıra, böbreküstü ve tiroid bezleri, sistemlerde meydana gelebilecek değişiklikler de sperm üretimini bozabilir.
  • Sperm kanal defektleri. Sperm taşıyan tüpler sakatlıklar veya hastalıklar sonucu hasar görebilir. Bazı erkekler, testislerin sperm depolayan kısımlarında (epididim) veya sperm taşıyan tüplerde (vas deferens) tıkanıklık ile doğarlar. Kistis fibros ve bunun gibi bazı kalıtsal problemler sebebiyle, erkek tamamen sperm kanalı olmadan doğmuş olabilir.
  • Kromozom kusurları. Klinefelter sendromu gibi kalıtsal hastalıklar, erkek üreme organının gelişmesine engel olabilir. (Bir erkeğin X ve Y kromozomları yerine iki X ve bir Y kromozomu ile doğması, erkeklik organında bozukluklara sebep olabilir) Bunun dışında, kistik fibroz, Kallmann sendromu, Young sendromu ve Kartagener sendromu da üretkenliğe etki edebilir.
  • Cinsel ilişkilerde yaşanan problemler. Cinsel ilişki sırasında ereksiyon problemi yaşamak (iktidarsızlık), prematür boşalma, acılı ilişki, anatomik bozukluklar, psikolojik veya ilişki sorunları cinsel problemler doğurabilmektedir.
  • Çölyak hastalığı. Glutene olan duyarlılık sebebiyle ortaya çıkan bir sindirim bozukluğu olan çölyak hastalığı, erkeklerde kısırlığa sebep olabilir. Glutensiz bir diyet uygulanması ile doğurganlık artırılabilir.
  • Bazı ilaçlar. Testesteron geri kazanma tedavisi, uzun süreli anabolik steroid kullanımı, kanser ilaçları (kemoterapi), bazı antifungal ilaçlar, bazı ülser ilaçları ve buna benzer pek çok ilaç, sperm üretimini bozarak, erkek doğurganlığını azaltabilir.

Sebep olan çevresel sebepler

Sıcaklık, toksinler ve kimyasallar gibi çeşitli ekstrem çevresel koşullar sperm üretimini ve fonksiyonunu etkileyebilir. Yaygın sebepler aşağıdakileri içermektedir:

  • Endüstriyal kimyasallar. Benzenlere, toluen, ksilen, herbisit, pestisit, organik çözücüler, kurşun boya içeren malzemelere uzun süre maruz kalınması düşük sperm sayısına sebep olabilir.
  • Ağır metallere maruz kalmak. Herhangi bir ağır metale uzun süre maruz kalmak doğurganlığı azaltabilir.
  • Radyasyon veya X-Ray. Radyasyona maruz kalmak sperm üretimini azaltabilir. Bu gibi durumlarda sperm üretiminin normale dönmesi yıllar sürebilir. Büyük dozda radyasyon alınması ise sperm üretimini kalıcı olarak düşürebilir.
  • Testislerin fazla ısınması. Saunaların veya sıcak banyoların sıklıkla kullanılması, geçici olarak sperm sayınızı azaltabilir. Uzun süre oturmak, sıkı giysiler giymek veya dizüstü bilgisayarınızı dizinizin üstünde uzun süre kullanmak skrotum bölgenizdeki ısıyı artırarak sperm üretimini düşürebilir. Sperm sayınıza etki etmeyecek bir iç çamaşırı giymeniz önerilmektedir.

Kısırlığa neden olabilecek çeşitli sebepler aşağıdaki gibi olabilir.

  • Yasadışı ilaç kullanımı. Kas gücü ve büyümeyi artırmak için alınan anabolik steroidler, testislerin sperm üretiminin azalmasına sebep olabilir. Uyuşturucu maddelerin alımı da sperm sayısını ve kalitesini düşürebilir.
  • Alkol. Alkol, testesteron seviyesini azaltarak sperm üretiminin düşmesine sebep olabilir.
  • İş. Uzun süreli bilgisayar veya monitör başında oturmak, uzun süreli masa başı işleri veya işten dolayı oluşabilecek stres kısırlık riskinizi artırabilir.
  • Tütün kullanımı. Sigara içen erkekler, içmeyenlere göre daha az sperm sayısına sahiptir.
  • Duygusal stres. Üretkenlik konusunda yaşadığınız stres de dahil olmak üzere, pek çok uzun süreli duygusal stres, sperm üretiminde gerekli olan hormonları etkileyebilir.
  • Kilo. Obezite, hormon değişiklikleri yaparak, erkek doğurganlığını azaltabilir.
  • Uzun süre bisiklet sürmek. Uzun süreli bisiklet kullanmak da testislerinizi azaltmak sureti ile doğurganlığı düşürebilecek olan muhtemel sebepler arasındadır.

Erkeklerde kısırlık riskine karşı bunlara dikkat

Aşağıda, bazı kısırlığa sebep olabilecek maddeler yer almaktadır:

  • Tütün kullanımı
  • Alkol kullanımı
  • İllegal ilaç kullanımı
  • Fazla kilolu olmak
  • Geçmişte veya şu anda enfeksiyon geçirmiş, geçiriyor olmak
  • Toksinlere maruz kalmış olmak
  • Testislerin fazla ısınması
  • Vazektomi veya vazektomi geri alma operasyonu geçirmiş olmak
  • Doğurganlık bozukluğu ile doğmak veya kalıtsal olarak bozukluğa sahip olmak
  • Tümör ve kronik hastalıklar gibi sağlık problemlerine sahip olmak
  • Radyasyon veya cerrahi operasyon gibi kanser tedavileri geçiriyor olmak
  • İlaç alınıyor olması
  • Uzun süreli bisiklet veya binicilik gibi aktiviteler yapmak (özellikle sert bir koltukta veya düzgün ayarlanmamış bir bisiklet üzerinde.)

Bazı durumların yan etkisi de kısırlığa yol açar

Kısırlık problemleri hem siz hem de partneriniz için stresli bir durum olabilir. Komplikasyonlar aşağıdakileri içerebilir:

  • Düşük sperm sayısı sebebiyle cerrahi operasyonlar veya diğer tedaviler
  • Vitro fertilizasyon gibi pahalı yardımcı üreme teknikleri
  • Stresten dolayı çocuk sahibi olamama
  • Artan prostat kanseri riski

Erkekler Kısırlık Tedavisine Nasıl Hazırlanmalı?

Aile doktorunuzla veya genel hekim ile başlamanız gereklidir. Kimi zaman, doktorunuz sizi bir kısırlık uzmanına yönlendirebilir. Tedavinize hazırlanmak için ve doktorunuzdan ne bekleyebileceğinize dair bazı bilgiler aşağıda yer almaktadır.

  • Randevu öncesi gerekliliklere dikkat edin. Randevu aldığınız zaman, bu süre içerisinde, örneğin ne sıklıkla boşalmanız gerektiği veya kullandığınız ilaçları bırakıp bırakmamanız gerekip gerekmediği konusunda doktorunuza danışmayı unutmayın.
  • Deneyimlediğiniz belirtileri not edin, bu belirtiler içerisinde, randevunuz ile alakalı gibi görünmeyenler olsa bile.
  • Temel kişisel bilgilerinizi yazın, bu bilgilere büyük stresleriniz veya son zamanlarda yaşadığınız değişiklikler de dahildir.
  • Aile geçmişinizde doğurganlık problemi olup olmadığını araştırın. Babanızda veya erkek kardeşinizde doğurganlık problemi olup olmadığını araştırmanız, düşük sperm sayısının sebepleri ile ilgili size ipuçları verebilir.
  • Aldığınız tüm ilaçların listesini çıkarın. Vitaminler ve gıda takviyeleri dahil.
  • Eşinizle birlikte gidin. Eğer düşük sperm sayısına sahip olduğunuz kesin olsa bile, eşiniz de hamileliğe engel olabilecek herhangi bir probleme karşı test yaptırmalıdır. Aynı zamanda, partnerinizi yanınızda götürmeniz, doktorun size tavsiyelerine daha rahat uymanızı ve aklınıza gelmeyen soruları hatırlamanızı sağlayabilir.
  • Doktorunuza soracağınız soruları not edin.

Doktorunuza soracağınız basit sorular aşağıdakileri içerebilir:

  • Düşük sperm sayısına sahip olduğum konusunda neden şüpheleniyorsunuz?
  • Yaygın nedenler dışında, hangi sebeplerden dolayı eşim ve ben çocuk sahibi olamıyor olabiliriz ?
  • Ne tarz testlere ihtiyacım var?
  • Eşim de testlere ihtiyaç duyacak mı?
  • Sperm sayımı artırmak için ne gibi tedaviler uygulanabilir? Siz hangisini önerirsiniz?
  • Uymam gereken herhangi bir tavsiye var mı?
  • Eve götürebileceğim herhangi bir basılı materyal veya broşür bulunuyor mu ? Önerdiğiniz internet siteleri var mı?

Erkeklerde Kısırlık Testleri ve Kısırlık Teşhisi

Çoğu kısır çift, birden fazla kısırlık sebebine sahip olabilir. Bu sebeple, her iki kişi de doktor kontrolünden geçmelidir. Doktorunuz, kısırlığın sebebini anlayabilmek için pek çok test uygulayabilir. Bazı durumlarda ise, kısırlığın sebebi tam olarak anlaşılamamaktadır. Kısırlık ile ilgili yapılan testler aşağıdaki şekilde olabilir:

  • Genel fiziksel testler ve medikal geçmiş. Bunlar, cinsel bölgenize ve doğurganlığınıza etki eden çeşitli kronik sağlık problemleri, hastalıklar, sakatlıklar veya cerrahi operasyonları içerebilir. Doktorunuz aynı zamanda cinsel alışkanlıklarınız ve cinsel gelişmeniz hakkında sorular da sorabilir.
  • Meni analizi. Meni analizi, genellikle doktorunuzun ofisinde, özel bir kaba boşalmanız ile yapılır. Meniniz, laboratuvar ortamında, sperm sayısına bakılması ve şekli (morfoloji) ve hareketleri (motilite) konusunda herhangi bir bozukluk olup olmadığını anlamak amacıyla test edilir. Laboratuvar aynı zamanda, meniniz içerisinde bulunabilecek enfeksiyonlara karşı da test edilecektir. Çoğu zaman, doğru sonuçlar elde edebilmek için pek çok farklı meni örneği alınabilir. Eğer sperm testleriniz normal ise, doktorunuz partnerinizin test yaptırmasını önerecektir.

Doktorunuz kısırlığın sebebini anlayabilmek için aşağıdaki kısırlık testleri yaptırmanızı da önerebilir:

  • Skrotal Ultrason. Bu testler, testisleri ve destekleyici yapıları incelemek için yüksek frekanslı ses dalgalarını kullanmaktadır.
  • Transrektal ultrason. Yağlanmış küçük bir değnek, prostatınızı ve meni taşıyan tüplerin (ejakülasyon kanalları ve seminal veziküller) tıkanıklığını kontrol etmek için rektum içerisine yerleştirilmektedir.
  • Hormon testleri. Doktorunuz, cinsel gelişim ve sperm üretiminde önemli rol oynayan hipofiz, hipotalamus ve testisler tarafından üretilen hormonların düzeyini belirlemek amacıyla bir kan testi yapmayı önerebilir.
  • Boşalma sonrası idrar tahlili. İdrarda sperm bulunması, boşalma sırasında, meninin penisinizden çıkmak yerine mesaneye doğru geri gittiğini gösterebilir (geri boşalma).
  • Genetik testler. Sperm yoğunluğunuzun çok düşük olması durumuna genetik koşullar sebep oluyor olabilir. Kan testi aracılığıyla, genetik anormali işareti olan Y kromozomları aranabilir. Genetik testler aynı zamanda, çeşitli sendrom ve problemleri de ortaya çıkararak farklı sorunları görmenizi sağlayabilir.
  • Testis biyopsisi. Bu test, testislerinizden iğne aracılığıyla örnek alınması yolu ile gerçekleştirilir. Bu test, kimi zaman meni örneğiniz içerisinde hiç sperm bulunmaması durumunda yapılır. Eğer test sonuçları sperm üretiminin normal olduğunu gösterirse, problem muhtemelen sperm aktarımı ile ilgili bir blokajdan kaynaklanmaktadır.
  • Anti-sperm antikor testleri. Bu test genellikle, bağışıklık sistemi hücrelerinizin (antikor) sperm hücrelerine saldırarak fonksiyonlarının bozulmasına sebep olup olmadığının anlaşılması için yapılır.
  • Özel sperm fonksiyonu testleri. Bu testlerde, spermlerin boşalma sonrasında ne kadar sağlıklı kaldığı ve bir yumurtalık hücresine ne kadar etki edebildiği konusunda bir dizi test uygulanır. Eğer düşük sperm sayısı problemi yaşıyorsanız, sağlıklı spermlere sahip olmak erkek üretkenliğinde önemli bir rol oynamaktadır.

Erkeklerde Kısırlık Tedavisi ve İlaçları Doktorunuz, çeşitli tedaviler ile doğurganlığınızı artırabilir. Sıklıkla, kısırlığın ana sebebi bulunamamaktadır. Eğer sebep bulunamazsa, doktorunuz işe yarayabilecek tedavileri size önerecektir. Çoğu kısırlık problemlerinde, kadın olan eşinizin de kontrol ve tedavi edilmesi gerekebilir. Bazı durumlarda, partnerinizin tedavi edilmesi, kısırlık probleminin ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Erkek kısırlığını çözebilecek tedaviler aşağıdakileri içerebilir:

  • Ameliyat. Örneğin, testis toplardamarlarında şişme yaşanması (varikosel) durumunda, ameliyat ile bu tüpler tamir edilebilir.
  • Enfeksiyon tedavisi. Üremeye etki eden enfeksiyonlar antibiyotikler aracılığıyla tedavi edilebilir fakat bu her zaman üretkenliği tekrar sağlayamayabilir.
  • Hormon tedavisi ve ilaçlar. Hormon veya ilaç alımı, hormon seviyelerindeki dengesizlikleri düzeltebilir. Bu tedavinin meni analizlerinizde tam anlamıyla etkisini gösterebilmesi için üç ile altı ay arasında bir süre beklemeniz gereklidir.
  • Yardımcı üretkenlik teknolojisi (ART). ART tedavisi, isteğiniz ve özel durumunuza göre, bir dönor yardımıyla, normal boşalma yolu ile veya cerrahi yollar ile sperm alınması yoluyla üretkenliği sağlar. Elde edilen sperm ise, kadının genital sistemine enjekte edilerek veya intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu yapılarak kullanılır.

Yaşam tarzı ve evde tedavi

Eşinizin hamile kalma şansınızı artırabilmek için evde uygulayabileceğiniz bazı adımlar bulunmaktadır:

  • Daha sık cinsellik. Ovülasyon döneminde, her gün cinsel ilişkiye girmek, partnerinizin hamile kalma şansını artıracaktır. Ancak, daha fazla boşalmanız sperm sayınızı azaltacaktır.
  • Doğurganlık ihtimali bulunduğunda ilişkiye girin. Bir kadının, regl dönemlerinin tam ortasında hamile kalma ihtimali çok daha fazladır. Uzmanlar, genel olarak ovülasyon döneminde, her iki günde bir cinsel ilişkiye girilmesini önermektedir.

Erkeklerde Kısırlık Sorunun Psikolojisiyle Başa Çıkma ve Destek Alma

Kısırlıkla başa çıkmak zor olabilir. Sebepleri bilinmeyen bir problem olduğu için, ne kadar süreceğini ve tedavinin işe yarayıp yaramayacağını bilemediğinizden dolayı, kısırlık problemlerinde çok ciddi duygusal sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Çiftin bu problemleri atlatmak amacıyla çeşitli planlar oluşturması yardımcı olabilir. Duygusal sorunlar için plan yapın Limitlerinizi belirleyin. Prosedürlerin sizin ve eşiniz için yaratacağı mali ve duygusal külfeti belirleyin ve ne kadar süre devam edeceğinize dair bir limit koyun. Kısırlık tedavileri genellikle pahalı ve sigorta kapsamına girmeyen tedavilerdir. Başarılı bir hamilelik, bir çok tedavi denemesi sonucunda ortaya çıkabilir. Bazı çiftler tedaviye fazla odaklandıkları için, hamilelik sağlanana kadar duygusal ve maddi olarak yıkıma uğramaktadırlar.

Tedavi sırasında duygusal stresi kontrol etmek

  • Stres azaltma teknikleri uygulayın. Yoga, meditasyon ve masaj terapisi gibi alternatifleri deneyin.
  • Danışmanlık hizmetlerine başvurmayı düşünün. Çeşitli terapiler aracılığıyla, gevşeme ve stres yönetimi eğitimi alabilirsiniz. Bu danışmanlık hizmetleri, sizi rahatlatarak, sperm kalitenizi artırmaya yardımcı olabilir.
  • Kendinizi ifade edin. Suçluluk veya kızgınlık gibi duygularınızı içinizde tutmak yerine dışarıya yansıtın.
  • Sevdikleriniz ile bağlantıda kalın. Eşiniz, aileniz ve arkadaşlarınız ile konuşmak faydalı olabilir. En iyi destek, sevdiklerinizden ve size yakın olan insanlardan gelecektir.

Erkeklerde Kısırlık Önleme

Pek çok erkek kısırlığı türü önlenemezdir. Ancak, bazı kısırlık sorunlarından aşağıdakileri uygulayarak uzak kalabilirsiniz:

  • Sigara içmeyin
  • Alkolü azaltın veya bırakın
  • İllegal ilaçlar kullanmayın
  • Sperm sayınıza etki edebilecek ilaçlar konusunda doktorunuzla konuşun
  • Kilo vermeye devam edin
  • Sıcaktan kaçının
  • Stresi azaltın
  • Zirai ilaçlardan, ağır metallerden ve diğer toksinlerden uzak durun.

Riskler kesin olmasa da, eğer bisiklet sporu ile uğraşıyorsanız, jel bir koltuk ve tam süspansiyonlu bir bisiklet kullanmayı düşünün. Ayrıca, çok uzun sürelerde dar kıyafetler giymemeniz kısırlığı önlemenizde yardımcı olabilir.

ACIBADEM SAĞLIK GRUBU

Herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanılmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen 1 yıl içinde gebe kalınamaması olarak tanımlanır. Evli çiftlerin yaklaşık %15’i bu sorun ile karşılaşmaktadır. İnfertilite, kadın veya erkek kaynaklı olabilmektedir. Erkeğe bağlı sebepler %30-40, kadına bağlı sebepler % 40-50, her ikisine bağlı sebepler %20 oranındadır. Ancak çiftlerin %10-15’inde hiçbir neden bulunamamaktadır. Bu son gruba ” açıklanamayan infertilite” adı verilmektedir.

Çocuk arzulayan genç çiftlerde 1 yılın sonunda çiftler değerlendirmeye alınarak gerekli tetkiklere başlanır. Ancak kadının yaşı 35’ten fazla ise, rahim, tüpler ve yumurtalıklara ait daha önce geçirilmiş hastalık, ameliyat vb. varsa, erkekte de üreme organlarına ait sorunlar yaşanmışsa 1 yıl beklenmeden tetkiklere başlanmalıdır.

İnfertilite (Kısırlık) Tedavisi Kişiye Özeldir.

Birçok çift tedavi amacıyla kliniğimize başvurduğu zaman tedaviye başlanması konusunda aceleci davranır. Bunda uzun süredir beklenen bebeğin gelmemesindeki sabırsızlık ve çevre baskısı önemli rol oynar. Tedaviye hemen başlamak yerine; süreci olumsuz etkileyebilecek tüm faktörler değerlendirilerek gerekli testler tamamlandıktan sonra başlamak en doğrusudur. Tedavinin ortasında ya da başarısız sonuç elde ettikten sonra “bu testleri de yapalım” demek çifte yapılan en büyük haksızlıktır. Çoğu zaman büyük bir stres ile karşımıza gelen çifti dinlemek, anlamak, geçirdiği süreçleri bilmek, yapılan tetkikleri değerlendirmek, en doğru başlangıçtır. İnfertilite tedavisi kişiye özel bir tedavidir. Herkese aynı tedavi verilemez.

Öncesinde olumsuz denemeler varsa bunlardan ders çıkarmak gerekir. Araştırmaya, çifte en az zarar verecek, en az yoracak en basit tetkiklerle başlanmalıdır. Araştırmada ilk ve en önemli aşama, çiftle aynı anda görüşüp, yeterli zaman verilerek, o zamana dek yapılanlar hakkında bilgi alınmasıdır. Çiftin önceden yaşadığı sağlık sorunları, hastalıklar, ailedeki sağlık problemleri, önceden gebelik yaşanıp yaşanmadığı, aldığı tedaviler, adet düzensizlikleri tanıda çok önemlidir. Bu bilgilerin ışığında kadın jinekolojik muayeneye alınır, ultrasonografi ile değerlendirilir. Vajina, rahim ağzı, rahim, yumurtalıklar değerlendirilirken tüpler (kanallar) değerlendirilemez. Bebek sahibi olma, erkek ve kadını birlikte ilgilendiren bir konu olduğu için erkekte sorun olup olmadığını araştırmak amacıyla sperm testi yaptırılmalıdır. Sperm örneği, embriyolog tarafından incelenerek, adet döneminin başlangıcında hormonal değerlendirme için kadından sabah aç karnına kan örneği alınır.

Adetin bitimine yakın kanalların değerlendirilmesi için HSG (kanal/rahim filmi) çekilir. Bu film, rahmin içyapısı ve kanallar hakkında bilgi verir. İşlem biraz ağrılıdır. Hastalar tarafından şiddetli bir adet sancısına benzetilir. Ağrı eşiği düşük olan hastaların anestezi altında bu filmi çektirmelerini öneririz. Anestezi ile filmi çektirmek isteyenlerin 6 saat öncesinden su dahil hiçbir şey yiyip içmemeleri gerekir. Bu testler infertilitede temel testlerdir. Tekrarlayan gebelik kayıpları olan, yumurtalık kapasitesi azalmış hastalarda ileri testler gerekebilir. Bu testler sırası ile;

Anne ve baba adayından genetik inceleme testleri

  • Kanın pıhtılaşma testleri
  • Bağışıklık sistemi testleri
  • Annedeki sistemik hastalıkların araştırılması
  • Gerekirse laparoskopi/histeroskopi adı verilen kamera yolu ile organların incelenmesi

Tüm bu testler sonucunda saptanan nedene göre tedavi kararı verilmelidir. Unutulmamalıdır ki bebek isteyen tüm çiftlerde tek çözüm tüp bebek tedavisi değildir. Tüp bebeğe gerek kalmadan sorunun saptanması ile sorun kendiliğinden çözülebilir. Aşılama, yumurta takibi gibi yöntemlerle de sonuç alınabilir. İnfertilite tedavisi kişiye özeldir. Hastayı iyi değerlendirmek, anlamak ve kişiye yönelik özel yaklaşım olumlu bir sonuç için şarttır.

Prof. Dr. Fazlı Demirtürk 

İnfertilite (kısırlık) evli bir çiftin bir yıl düzenli olarak cinsel hayatlarının olmasına rağmen herhangi bir şekilde gebelik oluşmamasıdır. Eğer bu süre içinde hasta düşük yapmışsa bu durum infertilite olarak adlandırılmaz. Her evli çiftin amacı bir süre sonra çocuk sahibi olmaktır. İnsanlar böylece ailelerinin daha büyüdüğünü ve işte o zaman tam anlamıyla bir aile olduklarını düşünürler.

Bir yıl sonunda çocuk sahibi olamayan çiftlerin oranı ne kadardır diye soracak olursak bu oran ülkemiz için %15 – %20’dir. Çocuk sahibi olamama oranları ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Önemli bir durum da bu oranın her geçen yıl biraz daha artmasıdır. Hepimizin bildiği gibi bu konuda bazı tedavilerin geliştirilmesi ve tüp bebek uygulanması bir anlamda insanların derdine çare olmaktadır.

Birkaç Ayda Gebelik Oluşmaması Her Zaman Kısırlığa İşaret Etmez. Önemli bir durum da çiftlerin birkaç ayda gebelik oluşmaması halinde kendilerini kısır olarak düşünmeleri ve strese girmeleridir. Stres de dolaylı yollardan gebeliğin oluşumunu engeller. Düzenli olarak cinsel ilişkileri olan bir çiftte bir ayda gebelik olma olasılığı %20, bir yılda ise %85 civarıdır.

Yaş Faktörü Önemli

Özellikle kadınlarda doğurganlık anne yaşı ile çok ilişkilidir. Kadınlarda doğurganlık 20-25 yaşında en fazladır. Yaş ilerledikçe bu oran azalır. Özellikle 40’lı yaşlardan sonra çocuk sahibi olmak çok zorlaşır. Erkeklerde de yaş önemlidir fakat ileri yaşlarda da çocuk sahibi olabilir ve çok büyük bir problem değildir. Çocuk olma olasılığını arttırmak için bir çiftin ortalama haftada 2-3 kez cinsel ilişkide bulunmalılar. Böylece hem spermlerin hareketliliği hem de döllenme kabiliyeti artar. Şunu da bilmek gerekir ; bir kadında yumurtanın geliştiği ve çatladığı dönemler sınırlıdır. 28 günde bir adet gören bir kadında 14.gün, 30 günde bir adet gören kadında ise 16.gün yumurta çatlar. Gebeliğin oluştuğu dönemler yumurtanın çatladığı dönemlerdir. Evli çiftlerin bu dönemde gün aşırı beraber olmaları önerilir.

Kadınlarda İnfertilite Nedenleri

  • Yumurta gelişimi yetersiz olması ya da olmaması: Aşırı fazla ve düşük kilolu olmak, stres, polikistik over sendromu gibi yumurta gelişimini önleyen durumlar
  • Sigara içilmesi: Hem doğal gebe kalmayı önler hem de oluşan gebeliğin düşükle sonlanmasına neden olur.
  • Tüplerde tıkanıklık: Özellikle endometriozis tüplerde tıkanıklığa neden olarak sperm ve yumurtanın bir araya gelmesini engeller.
  • Yumurtaların erken yaşlanması ve erken menopoz.
  • Myom, polip gibi rahim içi dokusuna baskı yapan durumlar.

Erkeklerde İnfertilite Nedenleri

  • Sperm oluşmaması, sayısının az olması
  • Spermlerin tüpler de akışını engelleyen tıkanıklıklar
  • Çevresel nedenler: önde gelen nedenler sigara ve alkol olmak üzere radyasyon, ilaçlar, aşırı sıcak ortamlar sperm üretimini ve hareketliliğini azaltır.

Op. Dr. Hasan KAYIM

Comments are closed.