logo

Gücün ve mutluluğun temeli sağlıktır.

Meslek hastalığı, çalışanın yaptığı işin niteliğine göre değişen ve tekrarlayan işin işleyiş şartları yüzünden kişinin yaşadığı sürekli veya geçici hastalık, sakatlık veya psikolojik durumunun bozulma halidir.

Yapılan mesleğin getirdiği zararlı etkenlerle insan vücudu etkilenip zarar görebilir. Bu hastalıklar normal hastalıklara göre iş yerinin koşulları veya yapılan işin niteliği ile ortaya çıkar. Meslek hastalığı tanısı ülkemizde sadece “SSK Meslek Hastalıkları Hastanesinde” konur.
Meslek hastalıklarından şu yöntemlerle korunabilir:

  • İş yerinde kullanılan sağlığa zararlı maddeler değiştirilebilir.
  • Sağlığa zararlı madde oluşturan, gürültü, ışın, kimyasal risk oluşturan iş çeşitlerinin ayrılması. Bu şekilde işçi daha az etkilenecektir.
  • İşin gereği yoğun toza maruz kalan çalışma ortamları ıslatılarak tozun dağılması sağlanır. 
  • Gerekli temizlikler rutin olarak yapılır. İş yerinin hijyeni sağlanır. Zararlı maddelerin toplandığı yerlerin bakımı ve temizliği yapılır. Ortam havalandırılır. 
  • Çeşitli analiz ve kontroller yapılıp tedbirlerin yeterliliği denetlenir.
  • Çalışanlar kendilerini kişisel koruma altına almalı, eldiven maske gibi gereçler kullanmalıdır.

Meslek Hastalığının Özellikleri

  • Meslek hastalığı kişinin yapmış olduğu işle ilişkilidir. İşin gerektirdiği zararlı etkilere maruz kalması sonucu zamanla veya birden oluşur. 
  • Uzun süre aynı ortam ve koşullarda çalışan kişilerde görülür. Kısa süreli olumsuz koşullara maruz kalan insanlar etkilenmez. Örneğin işitme kaybı yaşayan biri 2 yıldan fazladır gürültülü işte çalışıyordur.
  • Bazı hastalıklar geçici olarak görülse de genellikle sürekli hastalıklardır. 
  • Hastalık aynı meslek grubunda çalışanlarda sık görülür.
  • Gerekli tedbirler alınarak kişilerin hasta olması önlenebilir.
  • Bir tek etmene değil, birçok etmene bağlıdır. Kişinin yaşam tarzı da bunda etkendir.
  • Genel toplumda görülmeyen, belli meslek gruplarına özel hastalıklardır. 
  • Meslek hastalığı birden bire çıkabildiği gibi, uzun yıllar sonra da görülebilir. Kişinin yaptığı işe ne kadar maruz kaldığı ile ilişkilidir.
  • Sık olarak görülen bir hastalık olmamasına karşın, toplumsal yönden önemli olan hastalıktır. Yakalanma olasılığı bütün kurum çalışanlarına geçebilir.
  • Meslek hastalığı tanısı konulabilmesi için kesin kontrol ve ölçümlere ihtiyaç vardır.  
  • Çeşitli tarama ve testlerle tanı konur.
  • Yapılan işle ilgili yaşanabilecek hastalıklar ile ilgili çalışan bilgilendirmelidir. 
  • Hastalık sadece kişiyi değil, çevresini ve ailesini de etkiler.
  • Tanısının konulmaması veya geç konulması daha büyük sorunlara yol açar. Tedavi için geç kalınabilir.
  • Kişisel önlemler yeterli kalmayabilir. Hastalığın önlenmesi için kurumsal önlemler alınmalıdır.
  • Konulan tanı ile birlikte çalışana tazminat hesaplamayapılarak ve iş göremezlik ödemesi yapılır.

Meslek Hastalıkları Türleri

Bir hastalığın meslek hastalığı olarak kabul edilebilmesi için yapılan işle meslek arasında bir bağ olması beklenir.  Yapılan işin özelliğine ve işyeri faktörlerine göre türlere ayrılır. 

Fiziksel Nedenli Meslek Hastalıkları: İş yeri ortamında maruz kalınan fiziksel etkenlere bağlı olarak gelişen meslek hastalıklardır.

  • Gürültü ve sarsıntı ile oluşan işitme kayıpları
  • Tozlar
  • Sıcak ve soğuk ortamda çalışanlarda görülen hastalıklar
  • Düşük ve yüksek basınçta çalışmadan etkilenilen hastalıklar
  • Radyasyon (iyonize olan ve olmayan) etkisine bağlı gelişen hastalıklar

Kimyasal Nedenli Meslek Hastalıkları: İş yeri kaynaklı karşılaşılan ve sıklıkla görülen hastalıklara sebep olan en çok kimyasal maddelerdir.

  • Ağır metallerle (Kurşun, civa gibi) meydana gelen zehirlenmeler. 
  • Aromatik ve alifatik bileşikler
  • Gazlar

Tozların Neden Olduğu Hastalıklar: Genelde solunum yolu hastalıklarına yol açar. Tozlar akciğerde depolanır ve kronik solunum yolu hastalıklarına neden olur. Bazı durumlarda bu olay kansere kadar ilerleyebilir.

Psiko-Sosyal Kaynaklı Hastalıklar: Çok yoğun ve strese maruz kalan iş gruplarında görülür.

  • Depresyon
  • Manik-depressif Sendrom

Biyolojik Faktörlere Bağlı Hastalıklar: Tüberküloz, parazit hastalıkları, şarbon bu hastalıklara örnek verilebilir. Bakteri ve virüslerin etken olduğu bilinir.

  • Bakteriler
  • Virüsler

Ergonomik Faktörlere Bağlı Hastalıklar: İş yeri koşullarında sağlığa uygun olmayan şekilde çalışmak, ağırlık kaldırma, yük taşıma vs. birçok sağlık sorununa yol açar.

  • Botun fıtığı
  • Bel fıtığı
  • Omurilik disk kayması

Meslek Hastalığı Önlenebilir mi?

Meslek hastalığı gerekli tedbirler alındığında önlenebilir bir hastalıktır. Çalışanların yeterince bilgilendirilmesi ve işverenin duyarlılığı önemlidir. Riskli grupta çalışanlar için erken tanı ve tedavi de önemlidir. Meslek hastalıklarını önlemek için alınması gereken tedbirler şu şekildedir:

  • İş yeri içerisinde gerekli temizlik ve hijyen önlemleri alınmalı ve personelin bu kurallara uyması sağlanmalıdır. 
  • Çalışma yeri düzenli olarak havalandırılmalı.
  • Personele bu konuda sık sık eğitim verilmeli ve bilinçlendirmeli.
  • Personelin iş kıyafetleri ve günlük kıyafetleri ayrı olmalı ve bunlar kişisel dolaplarında muhafaza edilmeli.
  • İşin gerektirdiği her türlü ekipmanı personelin zorunlu olarak kullanması sağlanmalı.
  • İstirahat hali gerekli personele mutlaka izin verilmeli
  • İşveren sigortasız işçi çalıştırmamalı.
  • Sağlık durumu uygun olmayan personel ağır işlerde çalıştırılmamalı.
  • İşin niteliğine göre personel işe alınmadan önce, gerekli sağlık kontrolleri yapılmalı. Personel, “Ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilir’’ raporu almalıdır. 
  • Personele belli aralıklarla rutin olarak sağlık kontrolleri ve tahliller yapılmalı. 
  • İş yerinde işi yapmakla gerekli makine, teçhizat gibi aletlerin periyodik kontrolleri düzenli olarak yapılmalıdır.
  • Meslek hastalıkları hastanelerinin bu konudaki uyarılarını dikkate almalı, iş yeri hekiminin önerileri dinlenmelidir.

Çalışanların ve yöneticilerin  İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimi almaları da son derece önemlidir. Bu sayede çalışanlar meslek hastalığı hakkında detaylı bilgi alabilir ve haklarını öğrenebilirler.

Sık Görülen Meslek Hastalıkları Hangi Mesleklerde Ortaya Çıkıyor?

  • Madencilik ve dökümhane işçileri: Maden ve dökümhane gibi aşırı sıcak yerlerde çalışan kişilerde kalp damar hastalıklarına sık rastlanıyor. Sıcak çarpması kalp krizlerini tetikleyebilir. Çok soğuk ortamlar da kalp spazmlarına neden olabilir.
  • Polis, tezgahtarlık, öğretmenlik: Uzun süre ayakta kalması gereken meslek gruplarında varis sorunları görülür. Aynı zamanda yüksek sese de maruz kaldıkları için işitme kayıplarına da rastlanır.
  • Borsacı, polis, asker, yönetici, avukat, doktor, gazeteci, öğretmen: Bu meslek grubunda çalışan kişiler yoğun strese maruz kalırlar. Uzmanlara göre bu kişilerde anksiyete ve depresyon hastalıkları sıklıkla görülür. Yine strese bağlı olarak mide, bağırsak, gastrit, kolon hastalıkları da sıklıkla görülür.
  • Bankacılık, muhasebe, gazetecilik, sekreterlik: Bilgisayar başında sürekli uzun süre hareketsiz olarak çalışan meslek gruplarıdır. Boyun ve bel fıtıkları, el bileğindeki damarların sıkışması ile karpal tünel sendromu ve sinir sıkışması görülür.
  • Cerrahlar, tornacılar, inşaat mühendisleri, tenisçiler: Uzun süre ayakta duranlarda diz kireçlenmesi ve dizde sıvı kaybı sorunları olur. Aynı zamanda kolunu çok kullanan mesleklerde de tenisçi dirseği denen sorunlara da rastlanır. 
  • Futbolcular, ustalar: Sürekli bacaklarını kullanan kişilerde menüsküs yırtıkları ve dizlerde kıkırdak bozulmaları görülür.
  • Endüstriyel işlerde çalışanlar, matbaacılar, boyacılar: Meslek hastalığı içerisinde hayati tehlikeye sahip en ciddi meslek grubudur. Gaz, katran ve sağlığa zararlı kimyasallarla çok fazla içli dışlı oldukları için bu meslek türünde kanser hastalıklarına çok rastlanır. 

Şule Mikdan

Hızla gelişen bilim, teknoloji ve sanayileşme süreçleri beraberinde toplumsal değişmeleri de meydana getirmiştir. Her ülkenin yaşadığı sanayileşme süreci o ülkenin çalışma yaşamını iş sağlığı ve güvenliği konusunda büyük ölçüde etkilemektedir. İşveren ile işçi arasında oluşan çalışma yaşamı, yapılan işin verimliliği ve sürekliliği açısından incelendiğinde çalışanların sağlık ve güvenlik şartlarının sağlanması temel şart haline gelmiştir. Sağlık kavramı ülkelere göre farklılık gösterse de bu anlamda ortak bir tanım yapılmıştır. Dünya Sağlık Örgütüne göre sağlık “sadece hasta veya sakat olmama hali değil, fiziksel, sosyal ve ruhsal yönden iyi olma durumu” olarak tanımlanmıştır.

Sık karşılaşılan meslek hastalıkları da bu tanımın çalışma hayatı ile ilişkilendirilmiş boyutunu kapsamaktadır. Meslek gruplarında yapılan işe göre bazı hastalıkların görülme sıklığı oldukça fazladır. Örneğin, öğretmenlerin çok konuşmak zorunda kaldıkları için kronik faranjit hastalığına yakalanması. Çalışılan meslek grubuna göre çalışanların yakalandığı hastalıklar da değişmektedir. Örneğin, bir beyaz yaka çalışanı ile mavi yaka çalışanın sık sık yakalandığı hastalıklar değişiklik göstermektedir. Değişikliğin nedeni ise çalışma ortamı ve koşullarındaki farklılıktır.

Genel bilgiden sonra beyaz yaka meslek grubunun sık sık yakalandığı hastalıkları inceleyelim. Hangi meslek hastalıkları bu meslek grubunda daha fazla görülür öğrenelim. Ancak konuya hakim olabilmek için beyaz yaka nedir? Meslek hastalıkları ne demektir? vb. soruların cevaplarını verelim. Ardından da beyaz yaka meslek grubunun sık yakalandığı hastalıklar hakkında bilgi sahibi olalım.

Beyaz Yaka Nedir?

Mezun olduğunuzda veya iş yaşamına girdiğinizde sık duyduğunuz kavramların başında beyaz yaka ve mavi yaka kavramları gelmektedir. Aslında bu iki kavram bir işletme organizasyonu içerisinde çalışanların, organizasyonel kriterler doğrultusunda ayrılmasından doğmaktadır. Peki, bu ayrımdan yola çıkarak beyaz yaka kavramı nedir? Fiziksel güçten ziyade beyin gücü ile masa başı çalışanlara denir. Memurluktan yönetici pozisyonuna kadar geniş bir aralığı içine almaktadır. Beyaz yaka, el emeğine dayanmayan işlerde boy gösteren, idari, araştırma ve geliştirme gibi işlerde faaliyet gösteren meslek grubudur.

Beyaz yaka meslek grubu daha çok mühendislik, üretim yönetimi. kalite yönetimi, AR-GE, memurluk, satış ve pazarlama gibi pozisyonları barındırmaktadır. Bu meslek grubu teknoloji ile daha içli dışlıdır. Özellikle iletişim teknolojileri alanında daha fazla bu meslek grubundan bulunur. Genelde işlerini masa başından yürütürler. Mavi yaka meslek grubunda çalışan birine göre daha fazla beyin gücü kullanırlar. Peki, mavi yaka kavramı nedir? Beden gücüyle maaş karşılığı çalışan veya süreli ücret karşılığı çalışan işçilerin oluşturduğu meslek grubudur. El emeğine dayalı işlerde çalışan kişilerden oluşur.

Zihin gücüne kıyasla daha çok beden gücü ile çalışan mavi yaka, maaş ile ödeme alabileceği gibi saatlik veya yevmiye ile de ücretlendirilebilirler. Mavi yaka, işçi sınıfını temsil etmektedir. Mavi yaka ile beyaz yaka iş gücü noktasında ayrım yaşamaktadır. Mavi yaka ağırlıklı olarak zihinsel gücün yanında beden gücünü aktif olarak kullanmaktadır. Mavi yaka için çalışma ortamı fabrika, saha, endüstriyel alanlar vb. oluşturur. Mavi yaka genelde işlerini ayakta yaparken, beyaz yaka ise oturarak işlerini gerçekleştirmektedir.

Beyaz yaka meslek grubu içerisinde çalışan bir kişinin daha keskin kıyafet kuralları bulunur. Örneğin, takım elbise giymeli, düzenli tıraş olmalı vb. Mavi yaka kıyafet konusunda daha rahatlık gösterebilir. Bu iki meslek grubunu tanıdıktan sonra sık karşılaştıkları meslek hastalıkları hakkında daha iyi bilgi sahibi olabiliriz. Çalışma ortamındaki farklılıklar, çalışma koşulları, işlerindeki ayrım vb. nedenlerden dolayı sık karşılaştıkları meslek hastalıkları da birbirinden ayrı olmaktadır. Peki, beyaz yaka kişilerin yakalandığı meslek hastalıkları nelerdir? Bu konuyu daha iyi öğrenebilmek için önce meslek hastalıkları kavramını yakından tanımamız gerekmektedir.

Meslek Hatalıkları Nedir?

Bu kavram, çalışan bir bireyin çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple uğradığı geçici veya sürekli hastalık olarak tanımlanmaktadır. Aynı zamanda bu hastalık bedensel veya ruhsal olarak özürlülük hallerini de temsil etmektedir. Meslek hastalıklarının ortaya çıkma sebebi çalışma ortamı ve çalışma şeklinden kaynaklanmaktadır. Bu durum mavi yaka ve beyaz yaka arasında olan çalışma ortamı ve çalışma şekli farkını akla getirmektedir. Bu iki meslek grubunda karşılaşılan farklılıklar yakalandıkları hastalıkları da etkilemektedir.

Meslek hastalıkları, o meslekte çalışan kişilerde toplumdaki bireylere oranla daha sık görülen hastalıklar olarak tanımlanır. Meslek hastalıkları, önlenebilir hastalıklardır. Bu hastalıkların önlenmesi yasal bir yükümlülük taşımaktadır. Bu hastalıkların nedeni işyerindedir. Sigortalı olarak çalışan bir kişinin işinden dolayı meslek hastalığına yakalandığının SGK tarafından tespit edilmesi zorunludur. Bu hastalıklar etmenli ve belli hastalıklardır. Etken+İşyeri=Meslek Hastalığı formülünü verebiliriz. Bu hastalıklar meslekle spesifik ve güçlü bir ilişki gösterirler.

Ülkemizde ise meslek hastalıklarının listesi beş bölümde toplanarak hazırlanmıştır. Bu liste;

  • A Grubu: Kimyasal Maddelerle olan meslek hastalıklarıdır. 25 alt grupta 67 tane hastalıktan oluşur.
  • B Grubu: Mesleki Cilt hastalıklarını barındırır. 2 alt grupta hastalık barındırır.
  • C Grubu: Pnömokonyozlar hastalıklarını barındırır. 6 alt grup içerisinde 9 hastalığı içerir.
  • D Grubu: Mesleki Bulaşıcı Hastalıklardan oluşur. 4 alt grupta 30 hastalık barındırır.
  • E Grubu: Fiziksel etmenlerle olan Meslek Hastalıklarıdır. 7 alt grup içerisinde 12 hastalık barındırmaktadır.

Bu başlık altında da bilgi sahibi olduktan sonra beyaz yakaların karşılaştığı meslek hastalıklarını öğrenelim.

Beyaz Yakaların Sık Karşılaştığı Meslek Hastalıkları Nelerdir?

  • Bel Ağrısı: İster beyaz yaka olsun ister mavi yaka en çok karşılaşılan hastalıkların başında bel ağrısı gelmektedir. Yapılan araştırmalara göre her üç kişiden ikisinin yaşamının belirli bir döneminde bel ağrısı çektiği ortaya çıkmıştır. Belirtilen bu oran oldukça yüksek görülmektedir. Özellikle iş yaşamı içerisinde bel ağrısı yaratan nedenleri görmek gerekmektedir. Bu nedenler görüldüğü süre boyunca kendinizi bu nedenlerden koruyabilirsiniz. Bel ağrısı hastalığını önleyebilmek için çalışanların alacağı önlemlerin yanı sıra işverenlerin de önlemler alması gerekmektedir. Daha sağlıklı bir ortamın oluşması için ellerinden geleni yapmaları gerekir. Bel ağrısı bir kere rastlanıldığı zaman kolay kolay iyileşebilen bir hastalık değildir. Bir beyaz yakalı çalışan, işlerini genelde masa başında oturarak halleder. Bütün gün masa başında oturan, bilgisayarda işlerini oturarak halleden ve iletişimini yine masada oturarak sağlayan çalışanda bel ağrısı hastalığı oldukça sık görülür. Bel ağrısı yaşamasının nedeni illaki ağır bir yük taşıma veya yanlış hareketlerden kaynaklanmamaktadır. Bel ağrısı yaşamanın nedeni bütün gün hareketsiz kalmak, sürekli oturmak, yanlış bir hareket yapmak, ani kalkış yapmak, oturulan sandalyenin rahatlığı vb. nedenlerdir. Bu gibi nedenlere dikkat ederek bel ağrısı hastalığını en az seviyeye indirmeye çalışılması gerekir. Bel ağrısı yaşamamak için gerekli önlemleri alan ve sağlına dikkat eden bir çalışan hem kendisine hem de iş yerine daha fazla verimlilik sağlar.
  • Stres: Son yıllarda bürolarda yaşanan çalışmalar, mesai saatlerinin uzaması, başarı hedeflerinin yüksek tutulması, beklentinin büyümesi vb. etkenler stresi oldukça fazla arttırmaktadır. Stres altında çalışanlar mutsuz, huzursuz ve endişe içinde çalışmalarını sürdürmektedir. Stres altında çalışanların özgüven seviyeleri de ciddi anlamda azalmaktadır. Bu durumda kolay sinirlenmeye, dikkat bozukluğuna ve kolay yorulmaya neden olmaktadır. Bu durumda iş yerinde verimi önemli ölçüde azaltmaktadır. Yoğun bir tempo içerisinde çalışanlarda sık görülen ve kronik yorgunluk sendromu hastalıklarına dikkat edilmelidir. Şirketlerin stresi azaltma yönünde politikalar üretmesi gerekmektedir. Bu sayede hem çalışanlarının sağlığını hem de şirketlerini korumuş olacaklardır.
  • Mobbing: Mobbing kavramı bezdirmek olarak da adlandırılabilir. Bir grup insanın, bir grup insana veya bir kişiye karşı sosyal olarak bezdiricilik yapmasıdır. Mobbing kavramı psikolojik şiddet, zarar verme, taciz etme gibi kavramlarla da anılmaktadır. En çok beyaz yaka çalışanlarda olduğu söylenmektedir. Mavi yaka da görülme olasılığı fazladır. Bir grup veya kişiyi yıldırmaya çalışmak demektir. Mobbing iş yerinde uygulanan bir psikolojik terör olarak da adlandırılır. Rekabete dayalı ortamlarda görülme olasılığı daha fazladır. İş yerinde sürekli sözünüzün kesilmesi, yaptığınız işlerin olumsuz anlamda sürekli eleştirilmesi, telefonda tehdit edilme durumu mobbing olaylarına örnektir. İş yerinde sosyal ilişkilerinize yapılan saldırı, orada değilmişsiniz gibi davranılma durumu, diğer çalışanların sizinle iletişiminin kesilmesi vb. etkenlerde o ortamda mobbing olduğunun belirtileridir. Mobbing, işin akışına veya bir davranışa ilişkin anlaşmazlıklarla başlamaktadır. İlerleyen aşamada mobbing uygulayacak olan kişinin saldırgan davranışlarıyla devam eder. Buna benzer eylemlerin sürekliliği devam eder. Mobbing en sonunda kişinin kendi isteği ile işten ayrılmasına veya işine son verilmesi durumuyla bitmektedir. Bu konu günümüzde bireyleri her anlamda etkilemekte olup hukuk ve sosyoloji disiplinleri tarafından incelenmektedir. Mobbing, çalışanın benlik ve mesleki bütünlük duygusunun zedelenmesini sağlar. Çalışanın paranoya yaşamasını sağlar. Aynı zamanda kafa karışıklığı, huzursuzluk, korku, utanç ve endişe yaşamasına neden olur. Mobbing, uyku bozukluğu ve depresyon gibi istenmeyen olayların yaşanmasına neden olur. Ülkemizde de son zamanlarda oldukça sık karşılaşılan bir kavram haline gelmiştir.

Belirtilen durumların yanında bu meslek grubu, göz hastalıkları, gürültüye bağlı hastalıklar vb. hastalıklar ile karşılaşabilmektedir.

IIENSTITU

Kahvenin faydaları ve zararları nelerdir?

Hastalıklara yakalanma olasılığının azaltılması için sağlıklı ve dengeli beslenme oldukça önemli bir role sahiptir. Tüm besin gruplarından yeterli ve dengeli olarak içeren bir beslenme düzenine ek olarak antioksidan ve biyoaktif bileşenleri bol miktarda içeren bazı besin türlerinin diyete eklenmesi, sağlık açısından oldukça önemli faydaları da beraberinde getirebilir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilinenlerden bir tanesi de kahvedir. Sağlık üzerindeki olumlu etkileri uzun yıllardır bilinen kahve, sağlıklı bireyler için düzenli olarak tüketilmesi gereken değerli bir besin türüdür. 
Kahvenin faydaları
İçeriğinde yer alan yararlı bileşenler sayesinde ruhsal ve bilişsel fonksiyonlar başta olmak üzere genel olarak sağlık durumunu iyileştirmeye yardımcı olan kahve, pek çok hastalıktan korunmada da oldukça etkilidir. Zihni açması, uyanıklığı & enerji düzeyini arttırması ve zindelik sağlaması gibi etkileriyle bilinse de kahvenin faydaları bununla sınırlı değildir. Kahve, faydaları ve hastalıklar üzerindeki etkileri konusunda bilimsel araştırmalara sıklıkla konu olan besin türlerinden bir tanesidir. Hem ülkemizde hem de dünyada içecek olarak yaygın olarak tüketilen kahve, aynı zamanda cilt bakım ürünlerinde de sıklıkla kullanılan bir bitki türüdür. İşte kahvenin sağlık üzerindeki çok önemli faydalarından bazıları…
  • Enerji Düzeyini Arttırır ve Zekayı Güçlendirir

Kahvede bol miktarda bulunan kafein adlı bileşen, tüketimin ardından hızla kana karışarak beyine ulaşır. Burada üretilen ve uyku haline neden olan adenozin adlı nörotransmitteri inhibe ederek (bloklayarak) uyanıklığı arttırır, enerji düzeyini yükseltir. Bu sayede gün içerisinde hissedilen yorgunluğu önler. Aynı zamanda zihni açarak iş verimliliğini ve konsantrasyonu arttırır. Beyindeki bu etkisi sayesinde kahvenin aynı zamanda ruh halini, hafızayı, reaksiyon süresini ve genel anlamda bilişsel fonksiyonları iyileştirdiğini gösteren pek çok bilimsel çalışma mevcuttur.

  • Yağ Yakımını Hızlandırır

Kahve, fazla kilolarından kurtulmak isteyen kişilerin bu amaçlarına ulaşmasına yardımcı olabilecek oldukça değerli bir besin türüdür. Bunun nedeni metabolizma hızını önemli ölçüde arttırarak yağ yakımını hızlandırmasıdır. Vücutta bulunan yağların parçalanmasına ve ortaya çıkan serbest yağ asitlerinin enerji üretiminde kullanılabilmesine yardımcı olan kahve, bu olumlu etkilerine karşın sade olarak tüketildiğinde sıfıra yakın bir kalori içeriğine sahiptir. Bu nedenle zayıflama diyeti uygulayan sağlıklı bireyler, diyetlerini desteklemek ve kilo vermelerini hızlandırmak adına günde 2 fincan sade kahve tüketebilirler.

  • Fiziksel Performansı Arttırır

Kahvede bulunan kafein, epinefrin (adrenalin) hormonunun üretiminde önemli bir artışa neden olur. Bu hormon, korku ve heyecan durumlarında artan ve insan vücudunu yoğun fiziksel efora hazırlayan bir hormondur. Bu sayede kahve tüketiminin ardından fiziksel performansta önemli bir artış gözlenir. Yine aynı şekilde yağ yakımını hızlandırdığından vücudun antrenmanlar için ihtiyacı olan enerji düzeyinin arttırılmasına katkıda bulunur. Spor aktiviteleri veya fitness ile ilgilenen sağlıklı bireylerin spor salonlarına gitmeden yaklaşık yarım saat önceki süreçte sade kahve tüketmesinde fayda vardır.

  • Önemli Mikronutriyentler İçerir

Kahve, besin değeri yüksek olan ve değerli mikro besin ögeleri içeren bir içecektir. Bir fincan kahve; içerdiği riboflavin (B12 vitamini) ile günlük gereksinimin %11’ini, pantotenik asit (B5 vitamini) ile günlük gereksinimin %6’sını, mangan ve potasyum mineralleri ile günlük gereksinimin %3’ünü, manganez minerali ve niasin (B3 vitamini) ile günlük gereksinimin %2’sini karşılar. Bu nedenle sağlıklı olduğu kadar da besleyici olduğu söylenebilir.

  • Alzheimer, Parkinson ve Demans Hastalıklarına Karşı Korur

Alzheimer, Parkinson ve demans dünya genelindeki 65 yaş ve üzeri bireylerde sıklıkla görülen nörodejeneratif hastalıklardır. Bilinen kesin bir tedavisi olmayan bu hastalıklarda sağlıklı beslenme ve bazı besin türlerinin düzenli olarak tüketimi, diğer pek çok hastalık türüne oranla çok daha büyük önem kazanmaktadır. Nörodejeneratif hastalıkların önlenmesi konusunda oldukça etkili olduğu bilinen kahveyi düzenli olarak tüketenlerde Alzheimer hastalığının görülme olasılığının %65’e kadar azaltılabileceğini, Parkinson hastalığının görülme olasılığının ise %30-60 civarında azaltılabileceğini gösteren bilimsel araştırmalar mevcuttur. 

  • Kansere ve Kardiyovasküler Hastalıklara Karşı Koruma Sağlar

Kahve, antioksidan içeriği oldukça yüksek olan bir besindir. Yüksek antioksidan içeriği sayesinde düzenli olarak kahve tüketen bireylerde karaciğer kanseri ve kolorektal kanser türleri başta olmak üzere birçok kanser türüne yakalanma riskinin önemli ölçüde azaldığını gösteren bilimsel araştırmalar söz konusudur. Hücre yapısını koruyarak kontrolsüz çoğalmayı önleyen kahvenin, aynı zamanda diyabet ve kardiyovasküler hastalıklardan korunmaya yardımcı olarak yaşam süresini artırdığı da bilinmektedir

Türk kahvesinin faydaları

Ülkemiz topraklarında yetişmese de özel pişirme tekniği ile ülkemizden dünyaya yayılmış Türk kahvesi, lezzetinin yanı sıra sağlığa olan faydaları ile de oldukça popüler bir besin türüdür. Pişirme tekniği nedeniyle herhangi bir süzme veya filtreleme işlemine tabi tutulmayan türk kahvesi, diğer kahve türlerine oranla kahvenin faydalarından çok daha büyük oranda yararlanabilmenizi sağlar. Filtre kahve tüketiminde kahvenin bir kısmı filtrede kaldığından yararları açısından Türk kahvesine göre bir adım geridedir. Çözünür kahve türleri de birtakım fabrikasyon işlemlerine tabi tutulduğundan en sağlıklı ve doğal kahve türlerinden bir tanesinin Türk kahvesi olduğu söylenebilir. Günde 1-2 fincan kahve tüketimi, herhangi bir hastalığı bulunmayan ve ilaç kullanmayan bireyler için oldukça faydalıdır.

Kahvenin zararları

Kahve her ne kadar sağlıklı ve yararlı bir besin olsa da bazı hastalıkları bulunan veya ilaç kullanan kişiler için tüketimi, sağlıklı bireyler için ise aşırı tüketimi bazı olumsuzluklara yol açabilir. Özellikle tansiyon, kalp ritmi bozukluğu (aritmi), taşikardi ve diğer kalp hastalıkları olan bireylerde kahve tüketimi çarpıntıya yol açabilir. Bu olumsuzluk herhangi bir kalp hastalığı olmayan bireylerde de aşırı kahve tüketimi sonucunda görülebilir. Tansiyon hastalarında ise kahve tüketimi, kan basıncının yükselmesine neden olabilir. Tüm besinlerde olduğu gibi kahvenin tüketiminde de ölçülü olunmalıdır.

Günde 3 fincanın üzerinde kahve tüketiminin doğurganlığı olumsuz etkileyebildiği, 5 fincanın üzerinde kahve tüketiminin de kemik erimesine yol açabildiğini gösteren bilimsel çalışmalar mevcuttur. Yine aşırı kahve tüketimi uykusuzluk, gerginlik, sinirlilik ve hassasiyet gibi olumsuzluklara yol açabilir. Kansızlık sorunu bulunan kişilerde aşırı kahve tüketimi besinlerdeki demirin emilimini azalttığından kansızlığı şiddetlendirebilir. Bu bireylerin kahve tüketimi konusunda hekimine danışması, tükettiği zamanlarda ise bir fincan ile sınırlandırarak yemeklerden 45 dakika önce ve sonrasındaki sürece denk gelmemesine dikkat etmesi önerilmektedir.

Bunlara ek olarak kahvenin sade veya yalnızca süt eklenerek tüketilmesi önerilir. Kremalı, şekerli, şuruplu ve hazır süt tozları içeren kahvelerde yağ ve şeker içeriği çok yüksek olduğundan kahvenin bu şekilde tüketimi faydadan çok zarara neden olacaktır. Aynı zamanda diüretik olan kahve, idrar çıkışını arttırır. Bu etkisinden dolayı yeterli su tüketmeyen kişilerde sıvı kaybına (dehidratasyon), böbrek ve kalp hastalıkları olanlarda ise elektrolit dengesizliklerine yol açabilir.

Eğer siz de sağlığınıza önem veriyor ve beslenmenize dikkat ediyorsanız, beslenme planınıza kahve ekleyerek sağlığınızı güçlendirebilir, hastalıklardan korunabilirsiniz. 

Herhangi bir sağlık probleminiz yoksa günlük 1-2 fincan filtre kahve veya Türk kahvesi tüketebilirsiniz. Fakat herhangi bir sağlık sorununuz var ise veya herhangi bir sebeple ilaç kullanıyorsanız sizin için zararlı olabileceğini göz önünde bulundurarak kahve tüketmeye başlamadan önce mutlaka ve mutlaka hekiminize danışınız.

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Kötü kokuya maruz kalınca depresif, iyi kokuya maruz kalınca mutlu oluyoruz. Peki ya bir gün koku alamazsak? İşte o zaman hastalık belirtileri baş gösteriyor
Koku almak; tat almak başta olmak üzere hayattan zevk almak için gereken birçok güzelliğin ilk adımıdır. Yediğimiz yemekten zevk almak, bozulmuş bir gıdadan uzak durmak, birini ya da bir anı hatırlamak… Sayısız duygu; koku alma becerimizle doğru orantılı olarak gelişir. Koku almak ve kokuya bağlı duygu şekillenmeleri, araştırmacıların da dikkatini çekmiş ve kokuların ruhsal dünyamıza olan etkilerini araştırmışlar. Güzel kokuların duyduğunuz ağrının şiddeti üzerinde etkili olduğunu biliyor muydunuz? Yapılan bir araştırma, özellikle kadınların güzel kokular aldıklarında hissettikleri ağrının şiddetinde azalma yaşadıklarını gösterdi. Yani güzel kokuların mutlulukla bir ilgisi olduğu artık bilimsel bir gerçek. Durumun zıttı da ters bir etki yapıyor.Yani kötü kokulara maruz kaldığınızda ruh halinizde farklılıklar meydana geliyor.

KÖTÜ KOKU ETKİLİYOR
Konu üzerinde yapılan araştırmalar, uzun süre kötü kokuya maruz kalan kadınların ruhsal durumlarının kötüye gittiğini göstermiş. Kanadalı bir araştırma grubu, 20 kadın ve 20 erkek üzerinde bir deney yapmış her iki grup üyesinin elleri sıcak ve soğuk suya sokulmuş. Eş zamanlı olarak kokular koklatılmış. Güzel kokular kadınların ellerindeki yanma hissini çok daha az hissetmelerine sebep olmuş. Elleri sıcak sudayken sirke gibi rahatsız edici kokulara maruz bırakılan kadınlarda ise yanma hissi daha fazla hissedilmiş. Araştırma yeterince ilginç ancak elde edilen en ilginç netice, erkeklerin bu durumdan hiç etkilenmemiş olması. Yani erkekler elleri sıcak suyun içindeyken ne koklarlarsa koklasınlar duydukları ağrının şiddetinde hiçbir farklılık gözlemlenmemiş.

Kokuların hayatımızdaki yeri sandığımızdan daha önemli.

Birçoğumuz bir şeyler koklarken koklayabildiğimizi fark etmeyiz bile. Oysa durum tam tersi olduğunda, yani koklayamamaya başladığımızda bunu kesinlikle hisseder ve rahatsız oluruz. Toplum genelinde ihmal edilse de hayatı zorlaştırmaya başladığında hemen bir uzmana başvururuz. Durumun tespiti ise son derece kolay. Koku alma duyusunda meydana gelen kayıp, sadece 15 dakika süren ve son derece kolay yöntemlerle uygulanan bir test neticesinde ölçülebilir. Herkesin iyi bildiği sekiz farklı koku, farklı şişelere konuyor ve hastanın bu kokuları ayırt etmesi isteniyor. Ardından ikinci aşamaya geçiliyor ve bu kez kokulu ve kokusuz metaryellerin hasta tarafından ayırt edilmesi isteniyor. İki aşamalı bu test sonucunda koku kaybının varlığı ve derecesi ölçülüyor. Gerek görülmesi halinde tetkikler, tomografi veya MR ile devam ediyor. Koku kaybının sebebi belirlendiğinde ilgili tedaviye başlanıyor.

FONKSİYON KAYBOLUR
Koku alamadığınızı fark ettiğinizde aklınıza ilk olarak burun temelli solunum yolu problemleri gelir ve ilgili doktora başvurursunuz. Oysa son yıllarda yapılan araştırmalar, koku fonksiyon kaybının;
Alzheimer, Parkinson ve multiple skleroz gibi bazı nörolojik ve majör depresyon gibi psikolojik hastalıkların da habercisi olabileceğini gösteriyor.

Saydığım bu hastalıkların ilk bulgularından biri, koku fonksiyonunun kaybolmaya başlamasıdır. Elbette koku duyunuz azaldığında aklınıza gelmesi gereken ilk hastalıklar bunlar olmasına rağmen, sadece bu hastalıklar düşünülmemelidir. Alerjik nezle, burun polipleri, sinüzit, ileri evrede burun kemiği ve kıkırdak eğrilikleri, burun travmaları ve burun eti büyümeleri koku kaybının başlıca kaynaklarındandır.

ABD’nin Florida Üniversitesi McKnight Beyin Enstitüsü Koku ve Tat Merkezi’ndeki araştırmacılar; hastalığın erken dönemlerinde insanların sol burun deliğinden koku alamamasının Alzheimer’a yakalanma riskini artırdığını açıkladı. Fıstık ezmesi, mentol ve sabun kokusu, bu hastalığın erken teşhisinde kullanılıyor. Yapılan bir araştırmada bu üç koku, Alzhimer hastası kişilere 20 cm mesafeden koklatılmış ve teşhisli Alzhimer hastalarının, bu kokuları duymadıkları tespit edilmiş! Koku duyusunda azalma ya da kayıp, Alzhimer’ın erken belirtileri arasında ilk sırada yer alıyor.

PARKİNSON BELİRTİSİ OLABİLİR

Parkinson, beyinde hücre dejenerasyonu, yani hücre ölümü ve işlev kaybı gibi sebeplere bağlı gelişen ciddi bir nörolojik hastalıktır. Titreme, hareketlerde yavaşlama ve denge kaybı gibi belirtiler gösterir. Yapılan araştırmalar, koku almada azalmanın, Parkinson hastalığının erken teşhisinde önemli rol oynadığını gösterdi. Burnumuzda, beyne devamlı sinyal gönderen sensörler bulunur ve nörolojik bir hastalık olan Parkinson’un, koku alma duyusunu etkileyerek ortaya çıkması tesadüf değildir. Yüksek tansiyon, toplumumuzda sıklıkla görülen bir hastalık. Yapılan araştırmalar, birbirinden farklı çok sayıda sebebi olabilen yüksek tansiyon hastalığının, erken belirtilerinden birinin de koku alma duyusunda azalma olduğunu gösterdi.

Chicago’da bulunan Smell&Taste Research and Treatment Foundation’da (Kokutat araştırma ve tedavi merkezi) görevli Dr. Alan R. Hirsch, tat almanın yüzde 90’ının koku almaya bağlı olduğunu söylüyor. “Aşırı tuzlu yemek, yüksek tansiyon hastalığının sebepleri arasında yer alır. Bu hastaların tuzlu yemelerinin altında koku alamamaları yatıyor olabilir” diyen bilim adamları yaptıkları araştırmalar neticesinde, koku alma duyusunda meydana gelen azalmanın yüksek tansiyonun erken belirtilerinden olduğunu ortaya çıkardılar.

TAT ALMAK KOKUYLA ALAKALI
Diyabetve obezite, son yıllarda en sık görülen hastalıklar arasında yer alıyor. Obezitenin genetik faktörler, yanlış alışkanlıklar ve benzer sebepleri vardır. Tüm sebepler bir tarafa aşırı yemek yemek obeziteye sebep olan en önemli faktördür. Daha önce de bahsettiğim gibi tat almanın yüzde 90’ı kokuyla ilişkilidir. Eğer koku alma duyunuzda bir azalma söz konusuysa, yediklerinizden yeterli zevki alamaz ve dolayısıyla daha fazla yersiniz! Koku alma duyusundaki yeterlilik, dolaylı yoldan yediklerinizin miktarını da etkiliyor.

PROF. DR. HALİT YEREBAKAN

Koku alamamanızın nedeni bu hastalıklar olabilir

Koku alma bozukluğu sadece burun kaynaklı olmayabiliyor. Bazı önemli hastalıkların belirtileri arasında da koku alamama bulunuyor.
Belirtisi koku alamama olan hastalıklar

Sıcacık bir ekmeğin ya da hoş bir parfümün sizde uyandırdığı hissi sağlayan beş duyu organımızdan biridir burnumuz. Hayat kalitemiz açısından önemli bir role sahip olan burnumuz, aynı zamanda bir uyarıcıdır. Koku alma duyumuz sayesinde bozuk yiyecekleri ya da bir doğalgaz kaçağını anlıyoruz. Peki koku almanızda herhangi bir değişiklik olduğunda farkına varıyor musunuz? Koku alma sorunları denildiğinde şüphesiz ilk olarak akla burnumuzda ilgili problemler ve üst solunum yolu enfeksiyonları geliyor. Ancak koku alma bozukluğu bazen hiç düşünmediğiniz hastalıkların habercisi de olabiliyor.

Koku alamama depresyonun habercisi

Koku alma bozukluğu Alzheimer, Parkinson ile multiple skleroz gibi bazı nörolojik ve major depresyon gibi psikolojik hastalıkların da habercisi olabiliyor. Koku alma bozukluğu bu hastalıkların belirtileri tam yerleşmeden ilk olarak ortaya çıkan bulgu olabiliyor. Dolayısıyla koku fonksiyon kaybının koku testi ile erken tanınması, bu tür ciddi hastalıkların tanısının erken dönemde koyulmasını sağlayabiliyor. Koku alma bozukluğuyla ilgili bilinmesi gerekenler…

Neden koku alamayız?

Koku algısı kaybı, şüphe duyulan hastalıklarda tanıyı destekleyen ve bazı hastalıkları açıklamada kılavuzluk eden önemli bir belirtiyi oluşturuyor. Koku alma bozukluğuna yol açan nedenler arasında en sık olarak burun ve sinüs hastalıkları geliyor. Alerjik nezle, burun polipleri, sinüzit, ileri derecede burun kemiği ve kıkırdağı eğrilikleri, burun travmaları ile burun eti büyümeleri sık rastlanılan burun kaynaklı koku alma bozukluğu nedenlerini oluşturuyor. Üst solunum yolu viral enfeksiyonları ile kafa travmaları da en sık görülen koku alma bozukluğu etkenleri arasında yer alıyor. Bunların yanı sıra daha ender olarak hipotirodi ve diyabet gibi endokrin hastalıkları, toksik kimyasallara maruz kalmak, karaciğer yetmezliği ve tümörler de koku alma yetimizde sorunlar oluşturuyor.

Parkinson ve Alzheimer’ın belirtisi olabiliyor

Koku alma bozukluğu bazen de nörolojik ve psikolojik hastalıkların öncül belirtisi olabiliyor. Örneğin beynimizin Parkinson ile Alzhemier hastalıklarından etkilenen en önemli bölümlerinden biri, koku alma duyusundan sorumlu olan bölgedir. Dolayısıyla bu hastalıklarda ‘koku alma bozukluğu’ yakınmasının da görüldüğü ortaya konmuş. Hatta özellikle Parkinson hastalığında hareket bozuklukları gibi nörolojik belirtiler başlamadan önce koku almama yakınması başlayabiliyor ve erken teşhis için koku testinin yapılması öneriliyor. Koku duyusunun hafızamızla da ilgili yakından ilişkisi oluyor. Alzheimer’da ilk bulgulardan birini koku alma duyusunda azalma oluşturuyor. Bu nedenle unutkanlık şikayeti olan hastalara da koku testi yapılması öneriliyor.

‘Koku testi’ nedir?

Koku testi günlük hayatta sık olarak karşılaştığımız kokuların kişiye koklatılarak kokuların tanınma ve ayırt edilme oranlarının saptandığı bir testtir. Amaç; koku ayırt etme ve koku algılama seviyesinin saptanmasıdır. Koku algılanmasında kayıp olup olmadığı tespit edilir. Kayıp varsa bunun nedenini bulmak, hastalıklara erken teşhis koymak ve tedaviye olan yanıtı takip etmek hedeflenir.

Koku testi nasıl yapılıyor?

Koku kaybı veya azalması şikayeti ile gelen kişide yapılan koku testi yaklaşık 15 dakika sürüyor. Test materyalleri sabun ve bebe pudrası gibi maddelerden oluşuyor. İlk teste şişeler içerisinde yer alan 8 farklı koku kullanılarak kişinin kokuları ayırt etmesi isteniyor. İkinci testte ise kişinin kokusuz ve kokulu şişeleri ayırt etmesi söyleniyor ve bu test ile koku algılama eşiği hesaplanıyor. Bu iki testin sonucunda koku alma bozukluğu seviyesi tespit ediliyor. Koku alma bozukluğu saptanmasından sonra bunun olası nedenleri araştırılıyor. Gerek görülürse tomografi veya MR çekilerek koku alma bozukluğuna yol açabilecek burun, sinüsler ve beyinle ilgili hastalıkların incelenmesi yapılıyor. Ardından altta yatan etkene yönelik tedaviler uygulanıyor. Örneğin koku alma bozukluğu burun hava geçişine engel olan bir durumdan kaynaklanıyorsa; bu engelin kaldırılması için cerrahi yönteme başvuruluyor. Son yıllarda özellikle koku alma hissinin yeniden kazanılmasıyla ilgili koklama egzersizleri uygulamasında da ümit verici sonuçlar sağlanıyor.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. 

ACIBADEM HAYAT

Glutatyon Nedir? Tedavisi Nasıl Olur?

Glutatyon faydaları saymakla bitmeyen ve son derece güçlü olan bir antioksidandır. Bazı bitkilerde, hayvanlarda, mantar türlerinde ve bakterilerde bulunan bu madde vücudun hastalıklardan korunması için ihtiyaç duyulan en önemli moleküllerden biridir. İnsan vücudunda da salgılanan bu maddenin yaklaşık olarak % 10’u oksitlenmiş halde olur. Geri kalan % 90’lık bölümü ise aktif bir şekilde kan dolaşımı yardımı ile vücuda salınır.

Aktif glutatyon kısaca GSH olarak da adlandırılıyor. Bu moleküler maddenin % 70’in altına düşmesi ise bağışıklık sisteminin etkinliğini kaybetmeye başlaması anlamına gelir.  20 yaşından sonra her 10 yılda bir vücutta bu maddenin üretiminin % 10 seviyesinde azaldığı biliniyor. Vücutta bu maddenin azalmasına ise pek çok farklı faktör neden olabiliyor. Bu faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz:
  • Vücutta toksinlerin birikmesi
  • Yaşın ilerlemesi
  • Stres
  • Aşırı spor aktiviteleri
  • Tek yönlü ya da sağlıksız beslenme
  • Yorgunluk
  • Uykusuzluk
  • Bazı kronik rahatsızlıklar
  • UV radyasyonu
  • Röntgen ışınları
  • Elektromanyetik frekans yayan cihazlar (telefon, telsiz vs.)

Bu madde C ve E vitaminiyle birlikte katalaz ve peroksidaz gibi antioksidanlarla kombine şekilde çalışıyor. Alfa lipoik asit, koenzim Q10, selenyum ve magnezyumla da takım halinde çalışan ve etkisini gösteren bir moleküldür. Vücutta enerji üreten sistem mitokondriler oluyor ve mitokondriler çalışabilmek için de glutatyona gereksinim duyuyor. Dolayısıyla vücudun sağlıklı kalabilmesi, hastalıklardan korunması için mutlaka bu maddenin vücutta ideal seviyede bulunması gerekiyor.

Glutatyon İğnesi Nedir?

Öncelikle glutatyon maddesinin 3 önemli aminoasitten oluştuğunu belirtmek gerekiyor. Bunlar;

  • Glisin
  • Sistein
  • Glutamat

Bu madde elma, brokoli, kuşkonmaz, sarımsak, ıspanak ve greyfurtta bulunuyor. Ancak bu meyve ve sebzelerin zirai ilaçlar kullanılmadan, organik olarak üretilmiş olması gerekiyor. Günümüz koşullarında özellikle kent hayatında organik gıdalara ulaşmak her daim mümkün olmadığından devreye glutatyon takviyesi giriyor. Bu maddenin takviye olarak vücuda serum ya da enjeksiyon yöntemi ile iletilebiliyor. Özellikle kısırlık tedavisinde kullanılan iğne, infertilite durumunda yardımcı tedavi yöntemi olarak da tercih edilebiliyor.

Kısırlık tedavisinde tercih edilen glutatyon iğnesi sadece doğal yolla gebelik oluşması için vücudun hazırlanmasında değil, gebelik sürecinde de vücuda fayda sağlamaya devam ediyor. Örneğin hücre bölünmesinin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için bu maddenin vücutta belirli bir düzeyde olması gerekiyor. Dolayısıyla gebelikte anne adayı ya da bebeğin sağlığı ile ilgili karşılaşılabilecek problemlerin önlenmesinde de söz konusu maddenin önemi yadsınamaz.

Glutatyon Ne İşe Yarar?

Bilindiği gibi kadınlarda yaş ilerledikçe doğurganlık da azalıyor. Bunun nedeni bir yandan yumurta rezervinin azalması ve diğer yandan da yumurtalıkların yaşlanmasıdır. Yumurta hücresi sayısı belirli bir yaşa kadar milyonlarla ifade edilirken belirli bir yaşa gelindiğinde bu sayı 300 bin seviyelerine düşer. Kadınların 35 yaşına gelmesi durumunda yumurtalık yaşlanması hızlanır ve yumurtalık rezervleri de daha hızlı azalmaya başlar. Nihayetinde menopoz döneminde artık yumurta hücreleri tamamen tükenmiş olur. Bu noktada glutatyon anti aging etkisi ile fayda sağlıyor.

Vücudun yaşlanma sürecini yavaşlatan glutatyon adlı madde çevresel faktörlerin vücuda verdiği zararları da minimum seviyeye çekebiliyor. Kadınlarda sadece 35 yaş sonrasında değil, daha genç yaşlarda da bu maddenin doğurganlık üzerinde son derece olumlu katkıları oluyor. Örneğin yumurta kalitesinin bozulmasına neden olan toksinler, stres gibi faktörlerin etkilerini azaltabiliyor.

Aynı zamanda yumurta gençleştirme amacıyla da vücudun glutatyon takviyesine gereksinimi olabiliyor. Çeşitli çalışmalarda bu maddenin kısırlık tedavisinde olumlu etkilerinin olduğu gözlemlendi. Zira halen konuya dair geniş kapsamlı çalışmalar yapılmaya devam ediyor. Vücudun yenilenme sürecini başlatan ve rahim de dahil olmak üzere tüm iç organların toksinlerden temizlenmesine yardımcı olan bu madde, üreme sistemlerinin en önemli yardımcılarından biri olarak değerlendiriliyor.

Glutatyonun Faydaları Nelerdir?

Elbette glutatyon sadece anti aging etkisi ile önemli olan bir madde değil. Yumurtalık gençleştirme, yumurta rezervlerinin azalmasını yavaşlatma gibi önemli etkilerinin yanı sıra vücudun farklı sistemlerinde ve dokularında da pek çok faydada bulunuyor. Özellikle tam bir serbest radikal avcısı olması tüm yararları arasında en önemli olanlardan biridir. Vücudu kansere karşı koruyor. Çünkü serbest radikallerin elektron ihtiyacını karşılıyor ve bu sayede serbest radikallerin dokulara verdiği zararı da engellemiş oluyor.

Vücudun toksinlerden arınmasını sağlıyor olması da yine önem taşıyan faydalarından biridir. Adeta bir detoks uzmanı gibi vücudun toksin temizliği yapmasına yardımcı oluyor. Vücudun toksinlerden arınmasında en önemli organ karaciğerdir ve glutatyon da karaciğerin FAZ 2 detoks sürecine yardımcı oluyor. Bu sayede anti aging etkisi de güçleniyor. Vücutta biriken ağır metalleri temizliyor. Böylelikle oluşabilecek onlarca farklı hastalığın önüne geçiyor.

Tütün ürünlerinin çok ciddi bir serbest radikal üretici olduğunu unutmamak lazım. Bu noktada da devreye glutatyonun girdiğini ve tütün ürünlerinin ürettiği serbest radikalleri de tok ettiğini belirtebiliriz. Bu madde kas sisteminin de en önemli yardımcılarından biri oluyor. Zira glutatyon iğnesinin ardından kadınların kendilerini çok daha zinde hissetmeleri de bundan kaynaklanıyor. Vücuda takviye olarak bu maddenin salınımı sonrasında hastaların çok büyük bir bölümü daha enerjik olduklarını, sabahları daha dinç kalktıklarını ve gün içerisinde de çok daha fazla dinamik olabildiklerini dile getiriyor. İşte tüm bunların mimarı glutatyondur.

Glutatyon Eksikliği Sonucu Ne Olur?

Aslında insan vücudu doğal süreçte glutatyon üretimi yapıyor. Ancak yaşın ilerlemesi ile beraber üretim de azalıyor ve bununla birlikte çevre kirliliği ya da vücudu etkisi altına alan toksinler de üretimin azalmasına sebebiyet verebiliyor. Bu durumda vücudun serbest radikallere karşı direnci de azalıyor. Dolayısıyla serbest radikallerin vücudu tahrip etmeye başlıyor. Örneğin bu maddenin serbest radikalleri toplaması sayesinde karaciğer kendini yenileyebiliyor. Ancak serbest radikaller toplanmadığında karaciğer de yenilenme süreci zayıflıyor ya da duruyor.

Sonuç olarak glutatyon eksikliği vücudun pek çok farklı sistemi üzerinde olumsuz etkilerde bulunuyor. Bu maddenin eksikliğinin kısırlığa da neden olabildiğini unutmamak gerekiyor. Daha önce yapılan pek çok araştırma, glutatyonun sperm hücrelerinin hareketliliğine olumlu katkılarda bulunduğu anlaşıldı. Vücutta eksik olması durumunda da sperm hücrelerinin hareketliliği azalabiliyor ve çiftler çocuk sahibi olamıyor.

Kısırlığa Etkisi Nedir?

Vücutta serbest radikaller, pro-oksidanlar ve antioksidanlar arasında fizyolojik bir denge vardır. Bu denge vücudun tamamını etkiler ve dolayısıyla kadınlarda üreme sistemi de bu dengeden etkilenir. Antioksidanların azalması vücutta oksidatif bir stres gelişmesine neden olur ve bu fizyolojik stres de patolojik etkiler ile kendini gösterir. Söz konusu fizyolojik dengede glutatyon büyük önem taşıyor. Çünkü bu moleküler maddenin antioksidan etkisi yumurtalık hücrelerinin söz ettiğimiz oksidatif stresin olumsuz etkilerinden koruyor.

Vücudun tüm hücrelerinden üretilen glutatyon aynı zamanda kan dolaşımına da salınıyor. Pro-pksidanlara bağlanıyor ve bu sayede ortaya çıkabilecek hasarları da engellemiş oluyor. Vücudun bağışıklık sistemini güçlendirirken aynı zamanda sağlıklı bir hücre bölünmesi olmasını ve hücre çoğalmasını da destekliyor. Vücuda serum yoluyla ya da yavaş enjeksiyon yoluyla takviye yapılması, çeşitli faktörlere bağlı olarak azalan glutatyonun istenen seviyeye çekilmesini sağlayabiliyor.

OP. DR. TUĞRUL ABACIOĞLU

Oksitosin Hormonu Nedir? Nasıl Arttırılır?

Oksitosin hormonu vücutta hipofiz bezleri tarafından salgılanan ve sadece fizyolojik açıdan değil, psikolojik açıdan da çok büyük önem taşıyan hormonlardan biridir.

Toplumda ‘aşk hormonu’ olarak da bilinen bu hormon özellikle kadınlarda davranışları da etkileyebilme özelliğine sahip ve oldukça güçlü etkilerle kendini gösterebiliyor. Hipofiz bezlerinin oksitosin hormonunu olması gerekenden daha az salgılaması ise onlarca farklı soruna davetiye çıkarıyor. Aynı zamanda yaşam sevinciyle ilgili sıkıntılara da sebebiyet verebiliyor. Depresif bir ruh halinde olmak, anksiyete problemleri yaşamak, uykuya dalamamak, sürekli uyanmak bu sorunlardan sadece birkaçıdır.

Oksitosin (Aşk Hormonu) Ne İşe Yarar?

Halk arasında oksitosin hormonu neden aşk hormonu olarak adlandırılıyor sorusunun yanıtı aslında bu hormonun ne işe yaradığını da kısmen açıklıyor. Aşk, sadakat, mutluluk, sevgi, umut gibi duyguların en temel kaynağı aslında bu hormondur. Bazı araştırmalarda psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde umut vaat eden çeşitli sonuçlara ulaşılması, bu hormonun önemini bir kez daha ortaya koydu. Ruh hali ile ilgili etkileri daha çok konuşuluyor olsa da bu hormonun fizyolojik açıdan da son derece önemli faydalar sunduğunun bilinmesi gerekir.

Genel olarak oksitosin hormonu ne işe yarar sorusunu küçük bir liste halinde açıklayabiliriz:

  • Merkezi sinir sisteminde nörotransmitter görevini üstlenen bu hormon kan dolaşımının düzenlenmesinde de etkilidir.
  • Duygu durumunu dengeler ve farklı duygu durumlarında davranışların düzenlenmesinde de önem taşır.
  • Olumlu duyguların yaşanmasına yardımcı olur.
  • İltihap önleme özelliği bulunur ve bu özelliği vücuttaki yaraların iyileşme hızını da artırır.
  • Kortizol seviyesini düşürerek stresi azaltır.
  • Ağrı eşiğini yükseltir.
  • Sosyalleşmeyi sağlar, içe kapanık bir ruh haline girmeyi engeller.
  • Cinsel uyarılmayı artırır.
  • Empati kurmayı kolaylaştırır.

Hamilelikte Oksitosin Hormonu

Gebelik döneminde oksitosin hormonu önemini daha fazla belli edebiliyor. Örneğin doğum esnasında kadınların yaşadıkları şiddetli ağrıya dayanabiliyor olmalarının nedeni bu hormondur. Çünkü ağrı eşiğini yükseltebiliyor ve bu sayede doğum sancılarına katlanmayı kolaylaştırıyor. Hamilelik döneminde anne adayı ile bebek arasında bir bağ kurulmasını sağlayan da bu hormonun vücutta yarattığı etkilerdir. Hatta hormonun üreme noktasında da belirleyici faktörlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü cinsel ilişki esnasında da salgılanan bu hormon, döllenmeyi kolaylaştırıyor. Bu sayede gebe kalma olasılığını da artırıyor.

Yapılan araştırmalar doğum sancılarının başlamasında da oksitosin hormonu etkisini ortaya koydu. Söz konusu hormon doğum zamanında rahmin kasılmasına yardımcı oluyor. Doğum sonrasında, emzirme döneminde de sütün süt kanallarından geçerek meme ucuna ulaşmasında yine rol oynayan bir hormon olduğunu belirtebiliriz.

Oksitosin Hormonu Nasıl Arttırılır?

Öncelikle oksitosin hormonu dışarıdan takviye olarak alınabiliyor. Bununla birlikte içerisinde bu hormonun bulunduğu yiyeceklerin tüketilmesi de hormon seviyesini artırmanın yollarından biridir. Bazı yaşamsal faktörlerin de hormon seviyesini yükseltebildiğini belirtelim. Oksitosini artıran unsurlara şu örnekleri verebiliriz:

  • Sosyalleşmek ve insanlar ile iletişim kurmak bu hormonun atmasını sağlayabiliyor. Özellikle sohbet etmek hormon seviyesinin artışa geçmesini sağlıyor.
  • İyilik yapmak da oksitosini artırmanın yollarından biridir.
  • Cinsel ilişki ve orgazm söz konusu hormonun vücutta daha fazla salgılanmasını sağlıyor.
  • Kişinin keyif aldığı aktiviteler de bu listede yer alıyor. Özellikle müzik dinlemek ve müzik eşliğinde çeşitli aktivitelere katılmak da hipofiz bezlerinin daha fazla hormon salgılamasına neden oluyor.
  • Tempolu yürüyüşler, yoga ya da meditasyon gibi egzersizler de hormonu artırmanın bir yoludur.
  • Oksitosini artırmanın yollarından biri de evcil hayvan beslemektir.
  • Aşık olmak da bu listede yer alıyor. Aşık olmanın söz konusu hormonu artırdığı çeşitli araştırmalar ile de kanıtlandı.
  • Listede yer alan unsurlardan biri de hayal kurmaktır. Kişiyi mutlu edecek hayaller kurmak ya da güzel anıları hatırlamak da vücuttaki oksitosin hormonu seviyesini yükseltiyor.

Oksitosin Hormonu Gebe Kalmayı Kolaylaştırır mı?

Özellikle hamile kalma noktasında sorun yaşayanların yanıtını merak ettiği bu soruya yanıt ‘evet’ olmalıdır. Çünkü hipotalomusa ulaşan sinirsel uyarıların döl yatağına iletilmesi oksitosin hormonu sayesinde gerçekleşiyor. Bu sinirsel uyarılan döl yatağında kasılmayı meydana getiriyor ve erkek üreme hücrelerinin döl yatağına ulaşması da hızlanıyor. Sperm hücreleri kadın üreme hücrelerine daha kolay ulaşıyor.

Döl yatağında bulunan asitlerin sperm hücrelerinin aktifliğini ortadan kaldırdığını belirtmeliyiz. Ancak oksitosin hormonu bu geçişi hızlandırdığından sperm hücrelerinin zarar görme olasılığı da azalıyor. Bu sayede gebe kalma olasılığı da güçleniyor ancak elbette oksitosinin tek başına hamile kalmayı sağladığından ya da vücutta bu hormonun eksik olması durumunda hamilelik olasılığının da tamamen ortadan kalktığından söz edemeyiz.

Oksitosin Hormonunun Yan Etkileri Neler?

Vücutta tüm hormonlar belirli bir denge içerisinde olmalıdır. Nasıl ki hormonların ideal seviyeden az olması bazı sorunlara yol açıyorsa, fazla olması da çeşitli sıkıntılar doğurabiliyor. Dolayısıyla oksitosin hormonu da fazla alındığında ya da vücutta fazla salgılandığında bazı yan etkilerin ortaya çıkması da kaçınılmaz oluyor. Bu yan etkiler arasında en yaygın görülenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Rahimde aşırı kasılma olması
  • Vücutta ödem oluşması
  • Kan basıncının düşmesi
  • Ciltte döküntüler oluşması
  • Çarpıntı
  • Baş ağrısı
  • Bazı görme bozuklukları
  • Doğum sonrasında kanamada artış
  • Vücudun alerjik reaksiyon göstermesi
  • Mide bulantısı, kusma
  • Bazı konuşma bozuklukları
  • Halsizlik
  • Hafıza sorunları

Bu yan etkilerin genellikle vücut tarafından salgılanan oksitosin hormonu seviyesinin yükselmesi durumunda değil, dışarıdan destek olarak hormon alındığında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Herhangi bir nedenle dışarıdan oksitosinin destek olarak alınması durumunda, şayet bu yan etkiler ortaya çıkarsa mutlaka doktorunuza bilgi vermelisiniz.

Oksitosin Hormonu Eksikliği Nasıl Giderilir?

Vücutta oksitosin hormonu eksik olduğunda dışarıdan hormon desteği alınması mümkün olabilir. Oksitosinin tablet ya da sprey şeklinde hazırlanan formları hastaların kolaylıkla bu hormon takviyesinden faydalanmalarını sağlayabiliyor. Ancak hormon takviyesinin kesinlikle doktor kontrolünde alınması gerektiğini unutmamalısınız. Söz konusu hormonun takviye amacıyla kullanımı gebelik ya da kürtaj sonrası yaşanan kanama durumunda da tercih ediliyor. Kanamayı durdurmak amacıyla ampul şeklinde üretilmiş olan hormon ürünleri kullanılıyor.

Doğum zamanı geldiği halde sancının başlamaması durumunda ise bu hormon damar yolu ile vücuda verilebiliyor. Böylelikle doğumun başlaması sağlanıyor. Tablet formunda üretilen takviyeler ise genellikle depresyon ya da benzer psikolojik sıkıntılar yaşayan kişilerin kullandığı takviye ürünler oluyor. Takviye kullanmadan önce mutlaka test yapılması ve vücuttaki oksitosinin eksikliğinin tespit edilmesi gerekiyor. Bu nedenle doktorunuza danışmadan takviye hormon kullanımı girişiminde bulunmamalısınız.

OP. DR. TUĞRUL ABACIOĞLU

Oksitosin nedir? Ne işe yarar?

Toplumda “Aşk hormonu” ya da “Bağlılık hormonu” olarak da bilinen oksitosin; doğumdan emzirmeye, cinsellikten sosyal bağlanmaya kadar birçok fizyolojik ve psikolojik olayda önemli görevler üstleniyor. Oksitosin eksikliği özellikle kadınlarda zor doğum ve emzirme ile ilgili sorunların yanı sıra duygudurum bozuklukları gibi bazı psikiyatrik hastalıklara neden olabiliyor. Sadece doğum sürecinde doğuma yardımcı olmak veya doğum sonrası kanamaları önlemek amacıyla kullanım onayı bulunan oksitosin hormonunun farklı hastalıklarda kullanımı ile ilgili çalışmalar ise devam ediyor. Erkeklerde de bulunan oksitosin hormonunun cinsel çekim ve eşine bağlanma duygusunu artırdığı düşünülüyor.
Oksitosin nedir?
Oksitosin, hipotalamus tarafından üretilip hipofiz bezine gelen ve hipofiz bezinin arka bölümünden bazı uyarılar sonucu salgılanan protein yapıda bir hormondur. Beyinde kimyasal bir haberci görevi üstlenen oksitosin insan davranışlarının birçoğunda önemli bir role sahiptir.
Oksitosin ne işe yarar?
Oksitosin hormonunun hem fizyolojik hem de psikolojik etkileri bulunmaktadır. Bu hormonun üreme sistemi üzerinde, doğum ve doğum sonrası dönemde fizyolojik etkileri;  annelik içgüdüsü, bağlanma ve cinsellik konuları üzerinde ise psikolojik etkileri görülmektedir. Stres ile tetiklenen kortizol salınımını baskılayarak anksiyeteyi (kaygı bozukluğunu) azaltması ve güven duygusunu artırması söz konusudur. Bununla birlikte antiinflamatuar etkileri sebebiyle de yara iyileşmesinde rol aldığı ve ağrı kesici etki gösterdiği düşünülmektedir. 

Oksitosin hormonunun faydaları nelerdir?

Oksitosin hormonu, doğum esnasında doğum sürecini hızlandıran rahim kasılmalarını sağlayarak kolay bir doğum olmasını, doğum sonrasında ise memelerdeki süt kanallarının kasılmasını sağlayarak anne sütünün meme ucuna gelmesini sağlar. Bununla birlikte annelik içgüdüsünün oluşması ve anne bebek arasındaki bağın kurulmasında da etkili olduğu düşünülmektedir. Ayrıca cinsel uyarılma, güven, romantik bağlanma gibi birçok insan davranışında önemli bir role sahiptir.

Oksitosin eksikliği nasıl anlaşılır?

Oksitosin ve reseptörüne ait genlerin ekspresyonu, bazal oksitosin düzeyi, oksitosin reseptörlerinin duyarlılığı, sayısı, yerleşimi ve oksitosin sisteminin diğer sistemlerle etkileşimi kişiden kişiye değişmektedir. Bu nedenlerden ötürü kan oksitosin düzeyinin standardize edilmiş kesin bir referans aralığı yoktur. 

Oksitosin eksikliği neye yol açar?

Oksitosin eksikliği özellikle kadınlarda hem fizyolojik hem de psikiyatrik sorunlara yol açar. Doğum sırasında yetersiz rahim kasılmaları zor doğuma neden olabilir. Lohusalık döneminde ise emzirme ile ilgili problemler olabilir. Yine oksitosin eksikliğinde duygudurum bozuklukları ve bazı psikiyatrik hastalıklarda gelişebilir.

Oksitosin en çok ne zaman salgılanır?

Oksitosin hormonu en çok cinsel ilişki sırasında, orgazm sırasında, doğum eylemi başladığında ve emzirme döneminde salgılanır.

Oksitosin erkeklerde var mıdır?

Oksitosin hormonu erkeklerde bulunur. Erkeklerdeki işlevi kadınlardaki kadar net anlaşılmış olmasa da fertilite, duygudurum ve insan ilişkileri üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir.

Oksitosin hormonu nasıl artırılır?

Beyinde oksitosin salınımının ten teması, dokunma, güzel kokular ve müzik ile uyarıldığı bulunmuştur. Meditasyon, sanat terapisi, aroma terapi gibi alternatif terapilerin oksitosin salınımını artırarak etki gösteriyor olabileceği düşünülmüştür.

Oksitosin hormonunun etki süresi kaç dakikadır?

Doğal oksitosin hormunun plazma yarı ömrü 3-20 dakika arasındadır.

Oksitosin aşk hormonu mudur? Oksitosinin aşk üzerinde nasıl bir etkisi vardır?

Oksitosin hormonunun çiftler arasındaki bağlanmadaki rolünün anlaşılmasına hayvan deneyleri öncülük etmiştir. Bağlanmadaki rolünden dolayı “Aşk hormonu”  ya da “Bağlılık hormonu” olarak da adlandırılmaktadır.

Oksitosin ve cinsellik arasındaki nasıl bir ilişki vardır?

İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar oksitosinin sosyal davranışlarda görev aldığını ortaya koymuştur. Erkeklerde cinsel çekim ve eşine bağlanma duygusunu artırdığı düşünülmektedir.

Oksitosin hormonunun gebe kalmaya etkisi nasıldır?

Cinsel ilişki sırasında salgılanan oksitosin, rahimde ritmik kasılmalara yol açarak spermlerin rahim içinde hareketini kolaylaştırır ve gebelik şansını artırır.

Oksitosin seviyesi ilaç kullanımı ile artırılabilir mi?

Sentetik oksitosin, ilaç olarak kullanılabilir. Ancak oksitosin günümüzde sadece obstetrik (doğum ile ilişkili) durumlarda kullanılmak üzere onay almıştır. Yapılan çalışmaların sonuçları otizm başta olmak üzere birçok psikiyatrik bozuklukta ümit verici olmakla birlikte; gelecek çalışmalarda aydınlatılmayı bekleyen konular bulunmaktadır.

Oksitosin normal doğumu kolaylaştırır mı?

Doğum başladığında ve bebeğin başı rahim ağzına baskı yaptığında oksitosin hormonu salınımı uyarılır ve rahim kasılmalarının gücünü artırarak doğumu kolaylaştırır. Bununla birlikte ağrı eşiğini de yükselterek annenin doğum sancılarına dayanma gücünü arttırır.

Oksitosin eksikliği ile ilişkili hastalıklar nelerdir?

Başta otizm ve şizofreni olmak üzere birçok psikiyatrik hastalık patogenezinde ( gelişim mekanizmalarında) oksitosin sisteminin rolü olduğu düşünülmektedir.

Vücutta oksitosin üretimi nasıl kontrol edilir?

Vücutta oksitosin üretimi pozitif feedback (pozitif geribesleme) olarak adlandırılan sistem ile kontrol edilir. Örneğin doğum sırasında rahmin kasılması başladığında oksitosin salgılanır. Bu, daha fazla kasılmayı ve daha fazla oksitosinin salınmasını uyarır. Bu sayede kasılmaların şiddeti ve sıklığı artar. Süt atma refleksinde de olumlu bir geri bildirim vardır. Emzirme sırasında meme ucunun uyarılması, oksitosin üretiminin artmasına ve kana salgılanmasına neden olur, bu da sütün memeye bırakılmasını sağlar. Bebek emmeyi bırakana kadar pozitif geri besleme döngüsü devam eder. Doğum sırasında oksitosin üretimi de kendi kendini sınırlar; Bebek doğduktan sonra hormonun salınımı durdurulur.

Oksitosin hormonunu arttıran doğal gıdalar nelerdir?

Tüm yeşil yapraklı sebzeler, yumurta, süt ve süt ürünleri, kuruyemişler, zeytin, kırmızı biber, buğday, pirinç, çavdar, yulaf, avokado, elma, muz, çilek, nar oksitosin yönünden zengin besinlerdir.

Oksitosin takviyeleri (oksitosin sprey, oksitosin tablet) ne şekilde kullanılır?

Oksitosin, protein yapıda bir hormon olduğu için ağız yolu ile alındığında sindirim sisteminde parçalanacağından dolayı damar yolu, kas içi uygulama veya burun spreyi şeklinde kullanımları bulunmaktadır. Ancak günümüzde sadece obstetrik (doğum ile ilişkili) durumlarda kullanılmak üzere onaylanmıştır.

Gebelikte oksitosin hormonu kullanılabilir mi?

Doğum sırasında gerekli görülen hastalarda hekim kontrolünde doğum indüksiyonu (doğumun yapay olarak başlatılması) amacıyla ve doğum sonrası kanamalarını önlemek amacıyla kullanılabilir. 

Oksitosin hormonunun yan etkileri nelerdir?

Baş ağrısı, iştahsızlık, bulantı kusma, karın ağrısı, sersemlik hissi, bilinç kaybı, nöbetler ve yüksek dozlarda düşük kan sodyum düzeyi ile seyreden su zehirlenmesi tablosu görülebilir.

Oksitosin ve annelik arasında nasıl bir ilişki vardır?

Doğum: Doğum sürecinde rahmin kasılmaya başlaması ile doğumu başlatır. İlgili hormonların üretimini artırarak sürecin ilerlemesine yardımcı olur. Ayrıca doğumdan sonra rahmin eski boyutuna dönmesine katkı sağlar.

Emzirme: bebek annesinin memesini tuttuğunda oksitosin salınımını tetikler. Oksitosin de süt kanallarında kasılma sağlayarak anne sütünün bebeğin ağzına gelmesini sağlar.

Bağlanma: Oksitosinin anne-çocuk bağı üzerindeki etkilerine ilişkin insan ve hayvan çalışmalarında, annelerin (bebeği sık sık kontrol etmek, sevgi dolu dokunuş, bebekle konuşma ve şarkı söyleme gibi) sevgi dolu ebeveynlik davranışlarına girme olasılığının daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Hekim-hasta iletişimini nasıl sağlarız?

Hasta ile hekimi arasındaki güvene dayalı iletişimin önemi kuşkusuz çok fazla. Doktoruna aklına takılan her soruyu soran ve tatmin edici cevaplar alan hastalar tedaviye daha iyi uyum sağlıyor ve tedavide başarı şansı yükseliyor. 2015 yılında yapılan bir araştırma da bize bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Çalışmaya göre başarılı bir doktor-hasta ilişkisinin memnuniyeti arttırdığı, bilgi alışverişini güçlendirdiği ve tedaviye uyumu artırdığı görülüyor. Kısacası, iyi bir iletişim kuracağınız hekiminiz sağlık sonuçlarınızı sizi şaşırtacak şekilde değiştirebilir.
Tansiyon, diyabet gibi kronik hastalıklar tedavisi uzun süren ve düzeli kontrol gerektiren hastalıklardır. Bu nedenle tedavinin iyi anlaşılması, hayat tarzında yapılacak değişimlerin bilinmesi önemli. Aynı şekilde doktorun da hastasının hayat tarzını bilmesi onun yaptığı yanlışları anlayıp düzeltmesinde yardımcı olacak.
İYİ İLETİŞİM, SAĞLIK SEKTÖRÜ HATTA SAĞLIK EKONOMİSİ İÇİN ÖNEMLİ
Bazı kronik hastalıkların tanısını koymak bazen zaman alabiliyor. Birçok hastalıkta hastalar doğru teşhisi alıp, etkili bir tedaviye ulaşana kadar 4-5 doktora gitmiş olabiliyor. Bunun en önemli nedeni belki de hastaların ve doktorların zaman açısından çok kısıtlı süreye sahip olmaları. Ne yazık ki kalabalık nüfuslu yerlerde hasta başına düşen doktor sayısının yeterli olmaması, diğer bölge illerden de tedavi için büyük şehirlere gelinmesi gibi etkenler bu süreyi daha da azaltıyor. Ancak etkin iletişim aslında uzun vadede sağlık sektörü üstündeki ekonomik ve fiziksel yükü de azaltıyor.

HASTALAR EN ÇOK HANGİ DURUMLARDA SIKINTI YAŞIYOR?

Hastaların iyi iletişim kurmakta ve tedaviyi anlamakta sıkıntı yaşadığı bazı noktalar var.

– Eğer yaşamı tehdit edebilecek zor bir hastalık teşhisi aldıysa hastalar ilk etapta yaşadığı üzüntüyle birlikte şaşkınlık içine giriyor ve doktorun söylediği birçok şeyi anlamıyor hatta belki duymuyor. Bu nedenle hastanın sakinleşmesini beklemek ve onu rahatlatmak önemli.
– Hasta yaşlıysa, işitme ve görmede bazı engelleri varsa tedaviyi ya da teşhisi özenle anlatmak önemli.
– Travmatik beyin hasarı, Huntington hastalığı, demans, Alzheimer gibi bazı nörolojik hastalıklarda hastalar iletişim kurmakta zorlanabilir ya da unutabilir. Bu nedenle mümkünse yazılı olarak bazı materyaller hazırlayıp vermek gerekiyor.
– Hastalar, hastalıkları ile ilgili tıbbi bilgiye ve terimlere hakim değilse, hastalıkla ilgili hiçbir fikri yoksa sorması ve dikkat etmesi gereken noktaları da bilmiyor.

DOKTORUMUZLA NASIL İLETİŞİM KURMALIYIZ?

Sadece muayene esnasında değil öncesinde de doktora sorulacak soruları hazırlamak, bazı noktalara dikkat etmek önemli. Peki, hasta olarak doktordan doğru bilgiyi en iyi şekilde almak için neler yapmalısınız?

1- NEYE İHTİYACINIZ OLDUĞUNU ANLAYIN?

Öncelikle gideceğiniz doktoru seçerken neye ihtiyacınız olduğunu bilin. Mesela kronik bir hastalığınız varsa sizin için en doğru doktor evinize yakın, kolay ulaşabileceğiniz ve sizi tanıyacak bir hekimdir. Zamanla aile geçmişinizi, sizi hatta diğer aile bireylerini tanıması, yaşam koşullarınızı öğrenmesi size daha doğru tedavi sağlar. Ya da bir psikiyatriste gideceğinizi varsayalım. Belki karşı cinsten birine kendinizi daha rahat anlatabileceğinizi düşünüyorsunuzdur. Bunun gibi özellikleri gitmeden önce iyice düşünün ve buna uygun bir hekim araştırmasına girin.

2- NOTLAR ALIN

Doktorunuzun da yoğunlukları olduğunu ve zaman zaman kafasının karışabileceğini unutmayın. Gitmeden önce kafanızda hastalığınız ya da şikayetleriniz ile ilgili var olan soruları not edin ve sırayla sorun. Aynı şekilde eğer şüpheleriniz varsa bunları da doktorunuza belirtin. Ayrıca unutmayın ki insanın en birincil doktoru kendisidir. Belirtilerinizi, sorunlarınızın takibini yapmaya özen gösterin. Sürekli hastalık düşünüp panik atak olun demiyorum elbette ama çözümlenemeyen özel bir durum, birkaç şikayet varsa bunları dikkatle inceleyin.

3- DİKKATİNİ İSTEYİN

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ideal muayene süresi 20 dakika ancak ülkemizde bu süreyi yakalamak ne yazık ki şu an için mümkün görünmüyor. Şu anda birçok hekim 5-10 dakikalık muayene süresinin çoğunu bilgisayara gerekli bilgileri girmek için harcadığından dolayı hastayı dinlerken göz teması kuramıyor. Şikayetlerinizi anlatırken bu durum sizi tatmin etmiyorsa “Sadece birkaç dakikanızı alabilir miyim?” diyerek ricada bulunun. Hekiminiz buna karşılık verecektir.

4- PRATİK OLUN

Doktorunuza ne sormak istediğinizi önceden düşünün. 10’dan fazla soru ile bir randevuya gelmek pratikte uygulanabilir bir şey değil. Bunun yerine, ziyaretin ana nedenini belirleyin ve iki veya üç önemli soru sorun. Randevunun başında durumunuzu doktorunuza hatırlatabilirsiniz. Ayrıca doktorunuzla empati yapmaya çalışın. Yoğun ve kalabalık hastaneler doktorlar için çok fazla hasta yükü getirebiliyor. Bu nedenle soru sorarken “Biliyorum çok hasta var ama…” gibi cümlelerle sorarsanız anlayış gösterecektir. Soracağınız en önemli soruları da sona bırakmayın.

5- RANDEVULARA HAZIRLIKLI GİDİN

İyi bir doktor kadar iyi bir hasta olmak da tedavide önemli yer tutar. Bazen en iyi ilaç, en iyi ameliyat hastaya fayda etmezken, en zor hastaların iyileştiğini de görebiliyoruz. Bu nedenle sizin de iyi birer hasta olmanız önemli. Randevunuzdan en iyi şekilde yararlanmak istiyorsanız dediğim gibi sorularınızı önceden hazırlayın ve önem sırasına göre sıralayın. Bunun yanı sıra doktorunuza dürüst olun. Sağlık durumunuzla ilgili vereceğiniz ve sizin önemsiz gördüğünüz bazı bilgiler tedavi için bir anlam taşıyor olabilir. Kullandığınız ilaçları, ailesel hastalıklarınızı, beslenme düzeninizi doktorunuzla paylaşın. Ayrıca kullandığınız vitamin ve mineral takviyeleri de oldukça önemlidir. Bunlar da ilaç etkileşimine yol açabilir. Bu yüzden bu bilgileri hekiminize verin. Tedavilerde disiplin de önemli bir yer tutar. Düzenli ve aynı saatte ilaçları almak, düzenli uyumak, iyi beslenmek her zaman etkili sonuçlar verir. Bunlara dikkat edin ve ilaçlarınızı da reçete edildiği şekilde kullanmaya özen gösterin. Kafanız karıştığı takdirde ise doktorunuzun asistanını ya da aile hekiminizi aramak çözüm olabilir.

Prof. Dr. DERYA ULUDÜZ

Kırık kalp sendromu nedir?

Son yıllarda adı sıklıkla duyulan kırık kalp sendromu, vücut tarafından yoğun strese karşı verilen bir yanıttır. Kalp krizine benzer bulgularla kendini belli eden bu hastalığı, 1990 yılında Hiraru Sato keşfederek Takotsubo Kardiyomiyopatisi olarak adlandırmıştır. Bu isimlendirme, sendromun geliştiği esnada kalbin sol bölümünün Japon balıkçılarının kullandığı ahtapot avlama kabına benzemesinden gelmektedir. Kırık kalp sendromu ayrıca stres kardiyomiyopatisi ve apikal balon sendromu olarak da adlandırılır. Hastalık tıpkı bir kalp krizi gibi gelişir ve hasta kendini kriz geçiriyormuş gibi hisseder. Bu esnada hastaya ait EKG ölçümleri ve kan değerlerine ilişkin parametreler de kalp krizi bulgularına benzer. Aşırı stres altındaki bireylerde görülme olasılığı daha yüksek olan bu hastalık kalp durmasına kadar gidebilen ciddi sonuçlar doğurabilir.
Kırık kalp sendromu nedir?
Kırık kalp sendromu sevilen birinin ölümü, terk edilme veya ayrılık gibi ağır stres oluşturan durumların sonucunda ortaya çıkan geçici bir kalp hastalığıdır. Geçirilen şiddetli travmalar, ameliyatlar veya fiziksel hastalıklar da kırık kalp sendromunun ortaya çıkma ihtimalini artırabilir. Bu sendromun ortaya çıktığı kişilerde ani başlayan bir göğüs ağrısı ortaya çıkar ve hasta adeta kalp krizi geçiriyormuş gibi görünür. Kırık kalp sendromunun gelişiminde kalbin sol bölgesindeki pompalama işlevinde geçici bir bozukluk ortaya çıkar. Kalbin geri kalan kısmı ise normal düzeninde veya daha kuvvetli şekilde kasılmaya devam eder. Gelişim mekanizması tam olarak bilinmese de, bu sendromun kalbin stres hormonlarının seviyelerindeki dalgalamalara verdiği tepkiye bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülür.
Kalp krizi ile kırık kalp sendromu sıklıkla karıştırılsa da aslında aralarında önemli farklar vardır. Kalp krizlerine genellikle kalpte bulunan arterlerin kısmen ya da tamamen tıkanması neden olur. Oluşan bu tıkanıklığın nedeni kan yağlarının yüksek olmasına bağlı olarak gelişen ateroskleroz veya damar içinde oluşan pıhtılar olabilir. Kırık kalp sendromunda ise damarlarda herhangi bir tıkanıklık durumu söz konusu değildir ancak kalp damarlarında kan akışı yavaşlar.

Kırık kalp sendromu belirtileri nelerdir?

Kırık kalp sendromunda belirtiler kalp krizi ile hemen hemen aynıdır. Bu nedenle hastaneye başvurulduğu andan kişiye ait tetkiklerin incelenmesine kadar geçen süreçte kırık kalp sendromu kalp krizi ile karıştırılabilir. Hastalığın en önemli iki belirtisi göğüs ağrısı ve nefes darlığıdır. Göğüste hafif veya şiddetli uzun süreli bir ağrı, kalp krizi veya kırık kalp sendromunun belirtisi olabilir. Bu nedenle ciddiye alınmalı ve mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır. Çok hızlı ya da düzensiz kalp atışları, kişiyi derinden etkileyen ve ağır stres oluşturan bir olayın ardından yaşanan nefes darlığı gibi durumlarda vakit kaybedilmeksizin hastaneye gidilmelidir. Bunların haricinde kırık kalp sendromunu işaret eden diğer belirtiler şu şekilde sıralanabilir:

  • Sol kolda ve alt bölgesinde ağrı
  • Terleme
  • Kalpte sürekli sıkışma hissi
  • Yorgunluk, huzursuzluk ve stres
  • Vücut hareketlerinde kontrolsüzlük ve dengesizlik
  • Yalnızlık korkusu
  • Baş ağrısı
  • Konsantrasyon güçlüğü

Kırık kalp sendromu neden olur?

Kırık kalp sendromunun nedeni kesin olarak bilinmese de hastalığın gelişimini tetikleyen faktörler kalbin çalışma düzenine geçici de olsa zarar verebileceği bilinmektedir. Bu hormonun kalbe ne şekilde zarar verdiğine ilişkin mekanizma tam olarak aydınlatılamamış olsa da adrenalin hormonu seviyesini yükselten üzüntü, stres, kötü haber, heyecan gibi durumların kırık kalp sendromunun gelişiminde birincil neden olduğu bilinir. Bunun haricinde kırık kalp sendromunun ortaya çıkmasını tetikleyen diğer potansiyel nedenler şu şekilde sıralanabilir:

  • Sevilen bir kişinin beklenmeyen ölüm haberini alma
  • Korkutucu bir hastalık tanısı alma
  • Bir anda fazla miktarda para kazanmak veya kaybetme
  • Aile içi şiddet
  • Ayrılık, boşanma, aldatılma veya terk edilme
  • Geniş bir kitleye açıklama yapmak durumunda olma
  • İşin kaybedilmesi
  • Beklenmeyen sürprizler
  • Şiddetli bir tartışmanın içinde olma
  • Astım krizi
  • Hırsızlık olayları
  • Kaza ve travmalar
  • Geçirilen ciddi ameliyatlar
  • Depresyon ve diğer psikolojik hastalıklar
  • İleri yaş
  • Epilepsi hastalığı

Yukarıda belirtilen nedenlere ek olarak kandaki adrenalin seviyesini yükseltebilen bazı ilaçların kullanımı da kırık kalp sendromuna yakalanma riskini artırır. Astım krizlerinin ve alerjik reaksiyonların önlenmesi için kullanılan Epinefrin ilaçları, diyabet ve depresyon hastalarında sinirsel problemlerin önüne geçmek için kullanılan Duloxetin ve Venlafaksin, tiroid bezi yeterli miktarda çalışmayan hastaların tedavisinde kullanılan Levotiroksin ilaçları kandaki adrenalin seviyesini yükselterek kırık kalp sendromuna yakalanmayı kolaylaştırabilir. Bu nedenle bu ilaçları kullanan kişiler hastalığın belirtileri konusunda diğer bireylere oranla daha dikkatli olmalıdır.

Kırık kalp sendromu tanısı nasıl konulur?

Kırık kalp sendromu yaşayan hastalar acil servislere yukarıda belirtilen kalp krizi benzeri şikayetlerle başvurur. Bu hastalarda genellikle elektrokardiyografi (EKG) ve kan bulguları da kalp krizi ile örtüşür. Mümkünse hasta yakınlarından hastanın öyküsü alınmalıdır. Öncelikli müdahaleler yapıldıktan ve hastanın can güvenliği sağlandıktan sonra kalp damarlarına ilişkin uygulanan görüntüleme teknikleri incelenir. Bu aşamada kırık kalp sendromu geçiren hastalarda genellikle görüntüler normaldir, herhangi bir anormal durum teşhis edilmez. Fakat hastalığın kesin tanısı kalbin ultrasonografik olarak görüntülenmesini sağlayan ekokardiyografi sonuçlarına bakılarak koyulur. Hastalık nadir görülen bir durumdur, özellikle 40-50 yaş üzerinde ani bir stres yaşamış olan hastalarda bu sendromun varlığı düşünülerek gerekli incelemeler yapılmalıdır. Nadiren ölümcül olabilen kırık kalp sendromunda hastalarda genellikle uzun süreli etkiler görülmez ve yapılan müdahalelerin ardından hızla iyileşme gözlenir.

Kırık kalp sendromu tedavi yöntemleri nelerdir?

Akut koroner sendrom olarak adlandırılan kalp krizi tablosu ile hastanelere başvuran hastaların yaklaşık %1-2’sinin kırık kalp sendromu vakası olduğu tahmin edilir. Bu şekilde gelen hastalarda kan bulguları, EKG, ekokardiyografi ve anjiyografi incelemelerinden sonra kırık kalp sendromu teşhisi konulması durumunda tedavi genellikle destekleyici tedavi şeklinde olur. Hastanın durumuna göre değişebilmekle birlikte hekimler tarafından genellikle beta blokörler, ACE inhibitörleri ve diüretikler ile ilaç tedavisi uygulanalarak akut semptomlar giderilir ve sendromun tekrarlama ihtimaline karşı koruma sağlanır. Aterosklerozu bulunan hastalarda genellikle Aspirin benzeri bir kan sulandırıcı kullanımı önerilir. Hastalığa ilişkin uygulanması önerilen, tedavi gücü tam olarak kanıtlanmış uzun süreli bir tedavi planı mevcut değildir; fakat hastalığın az da olsa tekrarlayabilme olasılığı bulunduğundan beta blokörler belirli bir dozda sürekli olarak kullanılabilir. Bu şekilde kandaki adrenalin düzeylerinin kontrol altında tutulması sağlanabilir. Yine aynı ihtimale karşılık hastalar fiziksel ve duygusal stresten uzak durmaya yönelik önlemler almalıdır.

Akut tedavi sürecinde kalbin sistolik fonksiyonu ve ventrikül duvarı hareketine ilişkin bozukluklar, bir ile dört hafta aralığında tamamen düzelir. Kırık kalp sendromu hastalarında kalp yetmezliğinin görülme riski de daha yüksek olduğundan hastalar bu açıdan da değerlendirilmeli ve gerekli görüldüğünde kalp kasılmasını iyileştiren ajanlar kullanılmalıdır. Belirtiler tamamen ortadan kalktıktan sonra ise hastalar hekim tarafından önerilecek aralıklarla düzenli olarak sağlık kontrolünden geçirilmelidir.

Eğer siz de hayatınızın önceki bir döneminde kırık kalp sendromu geçirdiyseniz düzenli yaptırmanız gereken kontrollerinizi ihmal etmemeli, hastalığın belirtilerinden bazılarını yaşıyorsanız mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurarak muayene olmalısınız. Hekiminiz tarafından önerilecek tedavi ilkelerine özen göstererek kalp sağlığınızı koruyabilirsiniz.

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Mevsim geçişlerinde ortaya çıkan hava değişimi insanların psikolojisini olumsuz etkileyebiliyor. Bahar yorgunluğu sanılan durum ise depresyonun belirtileri olabiliyor. Basit önlemlerle durum kontrol altına alınabiliyor ancak belirtiler ortaya çıktığı anda mutlaka bir uzmandan destek alınması öneriliyor.

Bahar yorgunluğu ile depresyon karıştırılabiliyor

Bahar aylarında hava sıcaklığıyla birlikte nem oranlarının da değişmesi, özellikle yaz mevsiminden kış mevsimine geçiş dönemi olan sonbaharda havaların serinlenmeye başlaması ve sonbaharın belirtilerinin ortaya çıkması insan psikolojisi üzerinde olumsuz etki göstermektedir. Depresyona yatkın olan bireyler bu dönemden daha çok etkilenebilir. Toplumda bahar yorgunluğu olarak bilenen bazı olumsuz değişimlerin de aslında depresyonun belirtileri olabileceği unutulmamalıdır. Alınacak bazı önlemler ile bahar depresyonundan korunmak mümkündür.

Bu şikayetlere dikkat edin!

  1. Umutsuzluk, çökkünlük, suçluluk, değersizlik duyguları
  2. Üzgün ve boşlukta hissetme
  3. Halsizlik, enerji kaybı ya da günlük işlere karşı ilgide azalma, performansta düşüş
  4. Sinirlilik, kolayca ağlama, kaygı ve korkular
  5. Aşırı hareketlilik veya uyuşukluk
  6. İştah ve uyku düzeninde bozulma
  7. Konsantrasyonda azalma, unutkanlık ve karar vermekte güçlük
  8. Cinsel istekte azalma
  9. Uzun süreli, tedaviye yanıt vermeyen bedensel şikayetler ve ağrılar
  10. İntihar düşünceleri, intihar planı ya da girişimi

Bahar depresyonuna karşı yaşam biçiminizi düzenleyin

  • Düzenli uyku ile güne zinde başlayın

Düzenli bir uyku günün ritmini tutturmak, doğanın değişimine ayak uydurmak için önemlidir. Böylelikle vücudun biyolojisi düzene girmiş olur. Televizyondan, bilgisayar ve telefondan uzak sessiz bir odada kitap okumak uykuya dalmayı kolaylaştırır. Erken yatıp erken kalkmak ve her gün aynı saatte uyumak, yorgunluk ve stresi azaltacaktır.

  • Spora veya yürüyüşe vakit ayırın

Spor ya da açık havada her gün yarım saat yürüyüş yapmak mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin salınımını artırır. Serotonin, mutluluk, canlılık ve zindelik hissi veren özellikte bir hormondur. Eksikliğinde depresif, yorgun, sıkılgan bir ruh hali görülür. Spora veya yürüyüş yapmaya ekstra vakit ayıramıyorsanız, alışverişe, işe yürüyerek gidebilir ve asansör kullanmak yerine 2-3 katı yürüyerek çıkabilirsiniz.

  • Güneşten kaçmayın

Güneşe çıkmak kendinizi iyi hissetmenize yardımcı olur. Yetersiz güneş ışığı beyinde kimyasal maddelerin düzeylerini ve dağılımlarını bozabildiğinden bazı bireyler depresyona daha açık hale gelir. Bunun için güneş ışığında özellikle sabahları yarım saat kadar oturmak, mevsimsel geçişlerdeki depresyonu ve halsizliği önler. Güneşli havalarda dışarıda vakit geçirmek mevsimsel depresyonu hafifletmede etkilidir.

  • Bol su tüketin

Kafeinli içecekleri ve alkolü azaltmak, günde ortalama 2,5 litre su içmek, taze meyve suyu, bitki çayları tüketmek kaygı durumunu azaltır, çökkün duygu durumun iyileşmesine yardımcı olur.

  • Stresi azaltacak etkinliklerde bulunun

Bu dönemde mümkün olduğunca stresli ortamlardan uzak durulmasında fayda var. Stresli ve kaygılı ortamlar baharda değişen duygu durumunun depresyona çevirebilir. Açık ve yeşil alanlarda vakit geçirilebilir, yürüyüşlere çıkılabilir ve sevilen etkinliklerde bulunulabilir.

  • Sağlıklı beslenin ve kilo kontrolüne dikkat edin

Dengeli ve düzenli beslenmek, mevsime uygun sebze ve meyveler tüketmek hem ruh hem de beden sağlığına iyi gelir. İşlenmiş hazır gıdalardan uzak durmak, omega 3’ten zengin ceviz, semizotu, balık gibi besinler ile beslenmek, mevsimsel depresyonu önlemede veya yatıştırmada faydalı olur. Aşırı kilolu bireyler de bu dönemde dikkatli olmalıdır. Bu nedenle diyete dikkat etmeli ve gerekirse uzman desteği almalıdır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Ömrünüze bir 6 yıl eklemeye ne dersiniz?

Düzenli yürüyüş yapmak, hareketsizlik sonucu gelişen çok sayıda hastalık riskini azaltıyor.
Düzenli yürüyüş bu hastalıklara iyi geliyor

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verileri; dünya nüfusunun yüzde 23’ünün hareketsiz yaşam sürdüğüne ve bu durumun tüm can kaybı nedenleri arasında 4. sırada yer aldığına işaret ediyor. Bunun nedeni ise hareketsizliğin obezite, koroner kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon, metabolik sendrom, kemik erimesi, meme ile kalın bağırsak kanseri ve depresyon gibi hayatı tehdit eden sağlık problemlerine yol açabilmesi. Yürekleri ferahlatan tablo ise egzersizin, örneğin düzenli olarak yapılan yürüyüşün hareketsizlik sonucu gelişen çok sayıda hastalık riskini azaltması veya var olan bu hastalıkların belirtilerini hafifletmesi.
Yapılan araştırmalar, düzenli yürüyüş ve jogging yapan kişilerin hastalığa daha az yakalandıklarını ve bu egzersizi ömür boyu yaptıkları takdirde 6 yıla varan daha uzun yaşam sürelerine erişebildiklerini göstermiş. Etkili olabilmesi için haftanın 5 günü 30 dakika süreyle, tempolu biçimde yürünmesi gerekiyor. Yürüyüşün daha fazla yarar sağlaması için süresi ve temposu ilerleyen dönemde artırılabilir. Ancak öncesinde mutlaka bir hekime danışmak ve sağlık kontrolünden geçmek gerekiyor.

Yürüyüş ve kalp damar hastalıkları

Araştırmalar düzenli yürüyüşün, egzersizin miktarıyla doğru orantılı olarak artan şekilde tıkayıcı koroner kalp hastalığı, kalp krizi ve bunlarla ilişkili can kaybı riskini yüzde 20’den 35’e varan oranda azalttığını ortaya koydu. Yürüyüş ile kanda kalp damarlarında birikerek daralma ve tıkanmalara neden olan kötü huylu kolesterol LDL seviyesi düşüyor. Damar içerisindeki yağ parçacıklarını toplayıp karaciğere taşıyan iyi huylu kolesterol HDL seviyesi de yükseliyor. Bir diğer kan yağı olan trigliserid seviyesi yüksek olan kişilerde de düzelme oluyor. Koroner kalp hastalığı riskini artıran kolesterol yüksekliği dışında, kan basıncı (hipertansiyon) ve kan şekeri yüksekliği gibi hastalıklar da düzenli yürüyüşten olumlu yönde etkileniyor. Sonuç olarak, yürüyüş sayesinde damar sertliği riskinde azalma, kolesterol değerlerinde olumlu değişim, kan şekeri ve tansiyon değerlerinde düşme sağlanıyor. Tüm bu olumlu etkiler kalp damar hastalıklarına bağlı can kaybı riskini yüzde 35’lere varan oranda azalttı.

Diyabet

Hareketsiz yaşam ve kötü beslenme; insülin direnci ile kilo artışına yol açabiliyor, bunun sonucunda da genetik yatkınlığı olan kişilerde diyabet tablosu ortaya çıkabiliyor. Çağımızın yaygın bir hastalığı olan ve görülme sıklığı her geçen gün artan diyabet gelişimi de kalp ile beyin damar hastalıkları riskinde çok ciddi artışları beraberinde getiriyor. Düzenli olarak yürüyüş yapmak insülin direncini azaltarak ve fazla kilolardan kurtulmamızı sağlayarak diyabetin ortaya çıkma riskini azaltıyor.

Meme ve kalınbağırsak kanseri

Araştırmalar düzenli olarak günde 30-60 dakika süreyle yapılan yürüyüşün meme ve kalınbağırsak kanseri riskinde anlamlı olarak azalma sağladığına işaret ediyor. Öyle ki ömür boyu veya menopoz sonrasında düzenli olarak yürüyüş yapan kadınlarda meme kanseri riski yüzde 25 oranında azalabiliyor. Bu etki kilosu normal olan, doğum yapmış ve ailede meme kanseri öyküsü olmayan kadınlarda daha belirgin oluyor. Yapılan araştırmalar düzenli yapılan yürüyüşle kalın bağırsak kanseri riskinde de yüzde 24’e varan azalma olduğunu ortaya koydu. Yürüyüşün kalınbağırsak kanseri üzerindeki bu etkisini bağırsak hareketlerini artırması, bağışıklık sistemini güçlendirmesi, insülin ve benzeri hormonların salınımını azaltması, kilo almayı önlemesi ve serbest radikal adı verilen zararlı maddeleri etkisiz hale getiren sistemleri devreye sokması sayesinde sağladığı belirtiliyor.

İnme (felç)

Dünya nüfusunun yaşlanması, hipertansiyon, diyabet, kolesterol yüksekliği, sigara kullanımında artış ve hareketsiz yaşam gibi nedenlere bağlı olarak inme ve inmeyle ilişkili can kayıpları yüzde 24 gibi yüksek bir oranda artış göstermiş durumda. Hareketsiz yaşam; kan basıncı, kilo ve kolesterol artışı gibi mekanizmalarla tıkayıcı beyin damar hastalıkları gelişme riskini artırıyor. Araştırmalar düzenli yürüyüş yapan kişilerde inme riskinin azaldığına işaret ediyor.

Osteoporoz

Çağımızın önemli bir sorunu olan hareketsizlik kemik sağlığını da olumsuz yönde etkiliyor. Osteoporoz, yani kemik erimesi fiziksel olarak hareketsiz kişilerde daha fazla görülüyor. Kemik erimesi sonucunda sıklıkla ilerleyen yaşlarda kalça ekleminde ve omurgada hayatı tehdit eden kırıklar oluşabiliyor. Üstelik bu kırıkların tedavisi esnasında, uzun süreli hareketsizlik sonucu bacak damarlarında pıhtı oluşumu ve bu pıhtının yerinden kopup akciğer damarlarını tıkaması (pulmoner emboli) gibi hayatı tehdit eden komplikasyonlar da gelişebiliyor. Düzenli yapılan yürüyüş kemik metabolizmasını olumlu yönde etkiliyor ve kasları güçlendiriyor. Bu etkileri sayesinde de osteoporoz riskini düşürüyor.

Metabolik Sendrom

Kan şekerinde, kan yağlarında ve kan basıncında yükselme, kilo artışı ve göbek çevresinde artış ile kendini gösteren tablo “metabolik sendrom” olarak adlandırılıyor. Ülkemizde orta yaşta, özellikle de kadınlarda son yıllarda artarak yaygınlaşan metabolik sendrom genellikle diyabet, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği ve insülin direnciyle ilişkili olup kalp ve beyin damarlarında daralma ile tıkanmalara, bunun sonucunda da kalp krizi ve felce neden olabiliyor. Yapılan araştırmalarda düzenli yürüyüş ile bu sendromun geri döndürülebileceği ortaya konmuş.

Depresyon

Düzenli egzersiz, kendimizi iyi hissettiren hormonlar olan endorfinlerin salınımını sağlıyor. Vücudumuzda salgılanan endorfinler aracılığıyla hayattan zevk alma, dinginlik ve kendini iyi hissetmeyi kolaylaştırıyor. Düzenli olarak yapılınca kilo verme ve kas gerginliğinde artma sonucunda yürüyüş yapan kişi kendini daha formda ve sağlıklı hissediyor. Tüm bu olumlu etkiler sosyal hayata ve diğer insanlarla olan etkileşime de olumlu yansıyor. Bu sayede zihnimizden endişeleri ve olumsuz düşünceleri uzaklaştırmaya yardımcı oluyor. Depresyon ve endişe halinde düzelmeye katkıda bulunarak beden sağlığımızın yanında ruh sağlığımıza da fayda sağlıyor.

Prof. Dr. Burak Pamukçu

Cinsel isteksizlik, diğer ismleri ile “frijidite” veya “cinsel soğukluk sorunu” en az 6 ay süreyle cinsel haz kaybı, cinsel ilişki, fantezi ve tüm cinsel aktivitelerden uzaklaşma durumudur. Yani hem ileri düzeyde cinsel aktivitelerden uzaklaşma, hem de düşünce bazında cinselliğin akla dahi gelmemesi durumu söz konusudur. Kadınlarda ve erkeklerde hayatın belli döneminde görülen, yaşa bağlı görülme sıklığı artan, hem kişinin kendi psikolojisinde hem de partner ilişkilerinde sıkıntılara yol açan bir cinsel bozukluktur.

Cinsel İsteksizlik Probleminin Belirtileri

Cinsel isteksizlik belirtileri kişiden kişiye değişmektedir. Bu problemi yaşayan kadınlarda, çoğu zaman cinsel ilişki rahat bir şekilde gerçekleşmesine rağmen haz ve tatmin ile ilgili ciddi sıkıntılar mevcuttur. Kişi, cinsellikle ilgili her türlü aktivitelerden ve cinsel fantezilerden uzak yaşamaktadır. Hastaların bir kısmında uyarılma eksiliğine bağlı olarak ıslanma sorunu da mevcuttur. Vajinal kuruluk nedeni ile cinsel ilişkide ağrı, sık rastlanılan bir durumdur.

Cinsel isteksizlikte ilişki sırasında uyarılma, vajinada ıslanma ve orgazm olamamaktadır. İlişki sıklığı oldukça azdır veya hiç olmamaktadır. Ön sevişme, mastürbasyon, porno seyretme gibi cinsel aktivitelerden uzaklaşma mevcuttur. İleri düzeylerde kadın, eşinin kendisine dokunmasına dahi tahammül edememektedir. Çünkü ön sevişmenin ilişkiyle biteceğini bilmek ilişkilerden kaçınma sebebi olmaktadır. Uyarılmanın azlığına bağlı olarak vajinadaki ıslanma azlığı (vajinal kuruluk) mevcuttur.

Zaman içinde eşle birlikte yapılan cinsel aktiviteler (ön sevişme, oral ilişki, mastürbasyon gibi) bir “görev” haline dönüşmektedir. Kadınların bir kısmı eşlerini kaybetmemek için veya ihanete uğramamak için cinselliği istemedikleri halde kendilerini ilişkiye zorlarlar. Bir kısmı ise cinselliği tümden reddederler.

Cinsel Tiksinti nedir?

Cinsel isteksizlik sorununun bir üst boyutu ‘cinsel tiksinti bozukluğu’ dur. Cinsel tiksinti sorunu yaşayan kadınlarda cinsellikten tam bir kaçınma vardır. Cinsel ilişkiden tiksinme, penise bakamama, dokunamama, meniden iğrenme, ilişki sırasında öğürtü ve bazen kusma isteği sık rastlanılan belirtilerdir. Cinsel tiksinti bozukluğu genel olarak cinselliğe veya yalnızca eşe karşı oluşabilmektedir.

Cinsel İsteksizlik Türleri

  • Birincil Cinsel İsteksizlik: Cinsel isteğin ezelden beri hiç olmaması,
  • İkincil Cinsel İsteksizlik: Cinsel istek azalmasının sonradan gelişmesi,
  • Genel Cinsel İsteksizlik: Herkese karşı yaşanılan cinsel isteksizlik,
  • Durumsal Cinsel İsteksizlik: Belli bir eşe veya belli durumlarda ortaya çıkan cinsel isteksizlik.

Vajinismus ve Cinsel İsteksizlik Birbirinden Faklıdır!

Vajinismus ve cinsel isteksizlik (cinsel soğukluk) farklı kavramlardır. Vajinismus cinsel ilişki sırasında istem dışı kasılmalara bağlı olarak cinsel ilişkinin ya hiçbir şekilde gerçekleşememesi ya da oldukça zor ve ağrılı gerçekleşmesi problemidir. Vajinismusta genel olarak cinsel isteksizlik yoktur.

Hatta çiftlerin çoğunda cinsel birleşme olmaksızın kısıtlı şekilde (elle veya sürtünme yolu ile) cinsel tatmin yöntemlerine de başvurabilmektedirler. Vajinismus hastaları klitoris sürtünmesi ile orgazm dahi olabilirler. Vajinada ıslanma olmakta, ancak birleşme anı geldiğinde bu ıslaklık birden azalmaktadır.

Sorun tamamen birleşme anında ortaya çıkmaktadır. Ancak vajinismus hastalarında, zamanla cinsel haz eksikliği gelişebilir. Çünkü bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu oluşmaktadır. Yani her ilişki denemesinin başarısızlıkla sonuçlanacağını bilmek zamanla ilişkiden soğumaya, hiç cinsel ilişkiyi denememeye yol açabilmektedir. Böylelikle zaman içinde kadının kendisinde hatta partnerinde dahi cinsel haz problemi oluşabilmektedir.

Özetlemek gerekirse; 

Özetlemek gerekirse; Vajinismus sorunu yaşayan çiftlerin bir kısmında azalan cinsel ilişki sıklığına bağlı olarak ilişkiler anlamsız, gereksiz hale gelebilmektedir. Bu şekilde kadında ve erkekte zaman içinde cinsel isteksizlik (cinsel soğukluk) sorunu da ikincil olarak ortaya çıkabilmektedir. Vajinismusta önceden cinsel isteksizlik durumu olmamasına rağmen bu sorun da zaman içerisinde gelişebilir. Bu da cinsel problemin daha da büyümesine neden olacaktır.

Cinsel İsteksizlik Neden Olur? Sebepleri

Cinsel isteksizliğin çok farklı nedenleri vardır. Çoğunlukla sebepler psikolojiktir, ancak bazı organik (patolojik) durumlarda da cinsel isteksizlik olabilir. Özellikle cinsel ilişki sırasında ağrı yaşanması durumunda zaman içinde cinsel isteksizlik problemi ortaya çıkabilmektedir.

Cinsel ilişkide ağrı sebepleri genelde jinekolojik ve dış genitalyanın derisine bağlı dermatolojiktir. Bazı nedenler:

  • Vulvar vestibulitis (Provoke vestibulodini, vajina girişinde yoğun ağrı, yanma ile karakterizedir),
  • Vajinitler (Vajinal enfeksiyonlar),
  • Menopoza bağlı cilt incelmeleri (Menopozun Genito-Üriner Sendromu),
  • Lichen sclerosus, hiperplastik vulvar distrofi gibi dış genital bölgenin deri hastalıkları.

Diğer jinekolojik patolojiler: Rahmin ters duruşu, yumurtalık kistleri, miyomlar vs.

Cinsel İsteksizliğe Yol Açan Hastalıklar

Kronik (süreğen) hastalıkların pek çoğu cinsel isteksizliğe yol açabilmektedir. Efor kapasitesini düşüren kalp hastalıkları (kalp yetmezliği gibi),akciğer hastalıkları (KOAH, Astım vs),nörolojik hastalıklar (Multipl skleroz, nöropatiler),şeker hastalığı, damarsal problemler (ateroskleroz) ve romatizmal hastalıklar bu kronik hastalıklardan bazılarıdır. Ayrıca depresyon, anksiyete bozuklukları, şizofreni gibi psikiyatrik hastalıkların pek çoğunda da cinsel soğukluk gelişebilmektedir.

Bipolar bozuklukta dönem dönem ileri düzeyde cinsel isteksizlik, dönem dönem de artmış bir cinsel istek söz konusudur. Parkinson hastalarının kullandığı L-dopa ilacı (Madopar) ise cinsel istek ve dürtüleri arttırmaktadır.

Diğer taraftan kronik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların pek çoğu da cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir.

Kronik sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı da cinsel isteği olumsuz yönde etkilemektedir.

Hangi İlaçlar Cinsel İsteksizlik Yapar?

Kronik hastalıkların semptomatik tedavisinde kullanılan tüm ilaçlar cinsel istekte azalmaya neden olabilmektedir. Ancak cinsel isteği olumsuz yönde etkilediği bilinen en sık ilaçlar:

  • Antidepresanlar (beyin sıvısı içindeki “serotonin” düzeyini arttırarak kişiyi mutlu ederken, cinsel isteği azaltmaktadırlar),
  • Doğum kontrol hapları (cinsel istek, haz, uyarılma, libido ve orgazm üzerine negatif etkilidirler, ayrıca vajinal kuruluk da yaparak cinsel ilişkide ağrıya neden olabilmektedirler),
  • Psikiyatri ilaçları (depresyon haricinde kullanılan antipsikotik ilaçlar da cinsel dürtüyü ve isteği olumsuz yönde etkilemektedir).

Hangi Dönemlerde Cinsel Haz Azalır?

Kadınların hayatlarının farklı dönemlerinde cinsel haz azalmaktadır. Bu dönemler arasında:

  • Gebelik (özellikle gebeliğin ilk 3 ayı),
  • Emzirme dönemi (“Prolaktin” hormonunun yüksekliği negatif yönde etkiler),
  • Menopoz (Yumurtalıkların fonksiyonunun sona ermesi ile cinsel haz azalmaktadır. Kadınlarda ve erkeklerde cinsel dürtüyü başlatan “testosteron” homonu ve diğer androjenlerin azalması, “estrojen” hormon düzeyinin giderek düşmesi en sık sebeptir),
  • Yaşlılık (Zamanla ortaya çıkan bedensel rahatsızlıklar ve psikolojik sorunlar en büyük sebeptir).

Diğer taraftan bazı kadınlarda adet siklüsü sırasında da cinsel istekte değişimler izlenebilmektedir. Örneğin adet öncesi ve yumurtlama döneminde istek genelde belirgin şekilde artmaktadır.

Cinsel İsteksizliğe Neden Olan Psikolojik Sebepler

Cinsel isteksizlik çok farklı psikolojik sebepler sonucunda da oluşabilmektedir. En sık nedenleri arasında:

  • Çocukluk çağında cinselliğin çok ayıp, günah, ahlaksız olduğu ile ilgili bilgilerin verilmesi.
  • Cinselliğin hiçbir şekilde konuşulmaması, cinsel bilgilendirmenin aile veya çevre tarafından hiçbir şekilde yapılmaması.
  • Çocukluk döneminde veya ergenlikte yaşanılan cinsel travmalar (suiistimal, taciz, tecavüz, ensest gibi). Bu cinsel travmaların uzun süre devam etmesi veya çok erken yaşlarda yaşanması daha derin izler bırakmaktadır.
  • İlk cinsel deneyimin olumsuz olması: Erkek arkadaş ile yaşanılan olumsuz deneyimler, eskort tarafından yaşanılan travmalar.
  • Genetik olarak kişilik tipi: Cinselliğe açık olmama, gereksiz görme, cinselliği yok sayma.
  • Stres: Yoğun iş/okul hayatı, maddi sorunlar, çevresel diğer faktörler.

Hormonal Etkiler

Testosteron, estrojen, dopamin gibi hormonlar cinsellik üzerine pozitif etkilidirler. Diğer taraftan serotonin, prolaktin ve opioidler ise negatif etkidedirler. Sağlıklı bir bireyde beyin- omurilik sıvısı içindeki bu hormonlar bir terazinin iki kefesi gibi hep belli oranlarda, belli düzeylerde yer alırlar. Bir hormonun normalden fazla artışı cinsel istek üzerinde artış veya azalma sebebi olabilmektedir.

Cinsel İsteksizlik Tedavisi

Cinsel isteksizlik tedavisi bireye özeldir. Sorun organik (fiziksel) sebeplere bağlıysa öncelikle bu durumlar düzeltilmelidir. Kullanılan ilaçlara bağlı olarak gelişmişse bu ilaçlar değiştirilebilir veya dozları yeniden ayarlanabilir.

Primer (birincil) cinsel isteksizlik tedavisi için genelde en uygun yöntemler bilişsel davranışsal cinsel terapi yöntemleridir. Cinsel terapiler ortalama olarak 10-15 seans arası sürer. Cinsel tiksinti problemi yaşayanlarda bu tedavi süresi biraz daha uzun olabilir. Cinsel travması olan hastalarda, cinsel terapilere farklı yöntemler de eklenebilmektedir (hipnoterapi, akupunktur tedavisi, EMDR gibi). Gerekli durumlarda kadınlarda ve erkeklerde cinsel hazzı arttırıcı ilaç tedavileri, yaşam koşullarının değiştirilmesi ve beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi de yapılabilmektedir.

Çiftlerin yaklaşık yüzde 15’i kısırlık sorunları yaşamaktadır. Bu demektir ki, çiftler bir yıl veya daha uzun süreler düzenli ve korumasız cinsel ilişki yaşamış olsalar bile çocuk sahibi olamamaktadır. Erkeklerde kısırlık oranı bu çiftlerin yarısına tekabül etmektedir. Erkeklerde kısırlık, düşük sperm üretimi, düzensiz veya hareketsiz sperm hücreleri veya sperm taşıyan kanallarda tıkanma sonucunda meydana gelebilir. Sakatlıklar, hastalıklar, kronik sağlık problemleri, yaşam tarzı ve birçok diğer faktör de erkek kısırlığında rol oynayabilir. Çocuk sahibi olamamak stresli ve sinir bozucu bir durum olabilir fakat çok çeşitli erkek kısırlığı tedavisi bulunmaktadır.

Erkeklerde Kısırlık Belirtileri

Erkek kısırlığının ana belirtisi, çocuk sahibi olamamaktır. Bunun dışında belirgin işaret veya belirti bulunmayabilir. Bazı durumlarda, kısırlığın altında hormon dengesizliği veya sperm kanallarında blokaj gibi sebepler yatabilmektedir. Erkek kısırlığının işaretleri ve belirtileri aşağıdakileri içerebilir:

  • Çocuk sahibi olamamak
  • Cinsel fonksiyon bozuklukları (Örneğin, boşalmada güçlük veya iktidarsızlık)
  • Acı, şişme veya testis bölgesinde yumru
  • Kromozom veya hormonal bozukluk belirtisi olan, sakal – bıyıkta veya diğer vücut kıllarında azalma
  • Düşük sperm sayısına sahip olmak (Bir mililitre menide 15 milyondan az sperm hücresi, her boşalmada 39 milyondan az sperm hücresi)

Kısırlık için ne zaman doktora gitmelisiniz? Eğer aşağıdaki belirtiler bulunuyorsa, doktora gitmeniz gereklidir:

  • Bir yıl boyunca düzenli ve korunmasız cinsel ilişki sonucu çocuk sahibi olamamak
  • Boşalma problemleri, düşük cinsel performans veya diğer cinsel fonksiyon problemleri yaşandığında
  • Testislerde acı, rahatsızlık, şişlik veya yumru
  • Prostat, testis rahatsızlıkları veya cinsel problem geçmişi
  • Kasık, testis, penis veya skrotum ameliyatı

Erkeklerde Kısırlık Neden Olur?

Erkek üretkenliği karmaşık bir süreçtir. Eşinizi hamile bırakmak için aşağıdakileri gerçekleştirmeniz gereklidir:

  • Sağlıklı sperm üretmeniz gereklidir. Başlangıçta, sağlıklı bir ergenlik dönemi geçirerek, üreme organınızda normal büyüme ve gelişme gereklidir. Testislerden en az birinin düzgün biçimde gelişmesi ve testesteron ile diğer hormonların düzgün şekilde üretilmesiyle, vücudunuzda sperm üretiminin tetiklenmesi gereklidir.
  • Sperm hücreleri meniye taşınmalıdır. Testislerde üretilen sperm, meniye hassas tüpler ile taşınmalı ve başarılı şekilde penisin dışına boşaltılmalıdır.
  • Menide yeteri kadar sperm olmalıdır. Eğer meniniz içerisinde sperm sayısı az ise, sperm hücrelerinizin partnerinizin yumurtasını dölleme ihtimali azalacaktır. Düşük sperm sayısı, sperm hücre sayınızın, bir mililitre meni içerisinde 15 milyon sperm hücresinden veya boşalma başına 39 milyon sperm hücresinden daha az olması durumudur.
  • Sperm hücreleriniz düzgün şekle ve hareket kabiliyetine sahip olmalıdır. Eğer sperm hücrelerinizin hareketliliği (motilite) veya şekli (morfoloji) anormal ise, partnerinizin yumurtasına erişemeyerek döllemeyi gerçekleştiremeyecektir.

Neden olan medikal sebepler

Erkek üretkenliğini etkileyen problemler çeşitli sağlık problemleri ve tedavilere bağlı olabilir. Bu durumlar aşağıdaki gibidir :

  • Varikosel. Varikosel, testislerdeki toplar damarlarda meydana gelen şişmeye verilen isimdir. Bu durum, erkeklerde kısırlığın en sık rastlanan sebebidir. Bu durum testislerin normal olarak soğumasını engelleyerek, sperm sayısında ve hareketliliğinde azalmaya sebep olabilir.
  • Enfeksiyon. Bazı enfeksiyonlar, sperm üretimi ve sağlığını etkileyerek veya spermin geçiş noktalarını tıkayarak problemlere sebep olabilir. Bu enfeksiyonlar, bel soğukluğu ve klamidya gibi, prostat iltihabına sebep olabilecek cinsel yolla bulaşan hastalıklar olabileceği gibi, üreme ve boşaltım yollarında meydana gelen enfeksiyonlar da olabilir.
  • Boşalma problemleri. Geri boşalma, boşalma sırasında penis ucundan çıkması gereken meninin mesaneye girmesi ile ortaya çıkar. Prostat, üretra veya mesane cerrahisi ve diyabet gibi çeşitli sağlık problemleri geri boşalmaya sebep olabilir. Bunun yanı sıra, alfa blokerlar olarak bilinen kimi tansiyon ilaçları da buna sebep olabilmektedir. Omurilik sakatlığı gibi bazı problemler yaşayan erkekler sperm üretebilmelerine rağmen boşalma konusunda sorun yaşayabilirler.
  • Spermlere saldıran antikorlar. Anti-sperm antikorları, yanlışlıkla sperm hücrelerini saldırgan virüsler olarak belirleyerek, yok etmeye çalışan bağışıklık sistemi hücreleridir. Bu genellikle vazektomi operasyonu geçirmiş olan erkeklerde yaygındır.
  • Tümörler. Kanser ve iyi huylu tümörler, direk olarak erkek üreme organlarına veya üreme hormonlarının salgılandığı hipofiz bezi gibi bezlere direk olarak etki edebilir. Bu tümörlere yönelik cerrahi operasyonlar, radyasyon veya kemoterapi de erkek üremesine etki edebilir.
  • İnmemiş testis. Fetal gelişim esnasında, bir veya iki testis de, karından normal olarak testisleri taşıyan keseye (skrotum) inmemiş olabilir. Bu gibi durumlar yaşayan erkeklerde, üretkenliğin azalması çok daha sık rastlanmaktadır.
  • Hormon dengesizlikleri. Hipotalamus, hipofiz ve testisler, sperm oluşturmak için gerekli olan hormonları üretmektedir. Bu hormonların yanısıra, böbreküstü ve tiroid bezleri, sistemlerde meydana gelebilecek değişiklikler de sperm üretimini bozabilir.
  • Sperm kanal defektleri. Sperm taşıyan tüpler sakatlıklar veya hastalıklar sonucu hasar görebilir. Bazı erkekler, testislerin sperm depolayan kısımlarında (epididim) veya sperm taşıyan tüplerde (vas deferens) tıkanıklık ile doğarlar. Kistis fibros ve bunun gibi bazı kalıtsal problemler sebebiyle, erkek tamamen sperm kanalı olmadan doğmuş olabilir.
  • Kromozom kusurları. Klinefelter sendromu gibi kalıtsal hastalıklar, erkek üreme organının gelişmesine engel olabilir. (Bir erkeğin X ve Y kromozomları yerine iki X ve bir Y kromozomu ile doğması, erkeklik organında bozukluklara sebep olabilir) Bunun dışında, kistik fibroz, Kallmann sendromu, Young sendromu ve Kartagener sendromu da üretkenliğe etki edebilir.
  • Cinsel ilişkilerde yaşanan problemler. Cinsel ilişki sırasında ereksiyon problemi yaşamak (iktidarsızlık), prematür boşalma, acılı ilişki, anatomik bozukluklar, psikolojik veya ilişki sorunları cinsel problemler doğurabilmektedir.
  • Çölyak hastalığı. Glutene olan duyarlılık sebebiyle ortaya çıkan bir sindirim bozukluğu olan çölyak hastalığı, erkeklerde kısırlığa sebep olabilir. Glutensiz bir diyet uygulanması ile doğurganlık artırılabilir.
  • Bazı ilaçlar. Testesteron geri kazanma tedavisi, uzun süreli anabolik steroid kullanımı, kanser ilaçları (kemoterapi), bazı antifungal ilaçlar, bazı ülser ilaçları ve buna benzer pek çok ilaç, sperm üretimini bozarak, erkek doğurganlığını azaltabilir.

Sebep olan çevresel sebepler

Sıcaklık, toksinler ve kimyasallar gibi çeşitli ekstrem çevresel koşullar sperm üretimini ve fonksiyonunu etkileyebilir. Yaygın sebepler aşağıdakileri içermektedir:

  • Endüstriyal kimyasallar. Benzenlere, toluen, ksilen, herbisit, pestisit, organik çözücüler, kurşun boya içeren malzemelere uzun süre maruz kalınması düşük sperm sayısına sebep olabilir.
  • Ağır metallere maruz kalmak. Herhangi bir ağır metale uzun süre maruz kalmak doğurganlığı azaltabilir.
  • Radyasyon veya X-Ray. Radyasyona maruz kalmak sperm üretimini azaltabilir. Bu gibi durumlarda sperm üretiminin normale dönmesi yıllar sürebilir. Büyük dozda radyasyon alınması ise sperm üretimini kalıcı olarak düşürebilir.
  • Testislerin fazla ısınması. Saunaların veya sıcak banyoların sıklıkla kullanılması, geçici olarak sperm sayınızı azaltabilir. Uzun süre oturmak, sıkı giysiler giymek veya dizüstü bilgisayarınızı dizinizin üstünde uzun süre kullanmak skrotum bölgenizdeki ısıyı artırarak sperm üretimini düşürebilir. Sperm sayınıza etki etmeyecek bir iç çamaşırı giymeniz önerilmektedir.

Kısırlığa neden olabilecek çeşitli sebepler aşağıdaki gibi olabilir.

  • Yasadışı ilaç kullanımı. Kas gücü ve büyümeyi artırmak için alınan anabolik steroidler, testislerin sperm üretiminin azalmasına sebep olabilir. Uyuşturucu maddelerin alımı da sperm sayısını ve kalitesini düşürebilir.
  • Alkol. Alkol, testesteron seviyesini azaltarak sperm üretiminin düşmesine sebep olabilir.
  • İş. Uzun süreli bilgisayar veya monitör başında oturmak, uzun süreli masa başı işleri veya işten dolayı oluşabilecek stres kısırlık riskinizi artırabilir.
  • Tütün kullanımı. Sigara içen erkekler, içmeyenlere göre daha az sperm sayısına sahiptir.
  • Duygusal stres. Üretkenlik konusunda yaşadığınız stres de dahil olmak üzere, pek çok uzun süreli duygusal stres, sperm üretiminde gerekli olan hormonları etkileyebilir.
  • Kilo. Obezite, hormon değişiklikleri yaparak, erkek doğurganlığını azaltabilir.
  • Uzun süre bisiklet sürmek. Uzun süreli bisiklet kullanmak da testislerinizi azaltmak sureti ile doğurganlığı düşürebilecek olan muhtemel sebepler arasındadır.

Erkeklerde kısırlık riskine karşı bunlara dikkat

Aşağıda, bazı kısırlığa sebep olabilecek maddeler yer almaktadır:

  • Tütün kullanımı
  • Alkol kullanımı
  • İllegal ilaç kullanımı
  • Fazla kilolu olmak
  • Geçmişte veya şu anda enfeksiyon geçirmiş, geçiriyor olmak
  • Toksinlere maruz kalmış olmak
  • Testislerin fazla ısınması
  • Vazektomi veya vazektomi geri alma operasyonu geçirmiş olmak
  • Doğurganlık bozukluğu ile doğmak veya kalıtsal olarak bozukluğa sahip olmak
  • Tümör ve kronik hastalıklar gibi sağlık problemlerine sahip olmak
  • Radyasyon veya cerrahi operasyon gibi kanser tedavileri geçiriyor olmak
  • İlaç alınıyor olması
  • Uzun süreli bisiklet veya binicilik gibi aktiviteler yapmak (özellikle sert bir koltukta veya düzgün ayarlanmamış bir bisiklet üzerinde.)

Bazı durumların yan etkisi de kısırlığa yol açar

Kısırlık problemleri hem siz hem de partneriniz için stresli bir durum olabilir. Komplikasyonlar aşağıdakileri içerebilir:

  • Düşük sperm sayısı sebebiyle cerrahi operasyonlar veya diğer tedaviler
  • Vitro fertilizasyon gibi pahalı yardımcı üreme teknikleri
  • Stresten dolayı çocuk sahibi olamama
  • Artan prostat kanseri riski

Erkekler Kısırlık Tedavisine Nasıl Hazırlanmalı?

Aile doktorunuzla veya genel hekim ile başlamanız gereklidir. Kimi zaman, doktorunuz sizi bir kısırlık uzmanına yönlendirebilir. Tedavinize hazırlanmak için ve doktorunuzdan ne bekleyebileceğinize dair bazı bilgiler aşağıda yer almaktadır.

  • Randevu öncesi gerekliliklere dikkat edin. Randevu aldığınız zaman, bu süre içerisinde, örneğin ne sıklıkla boşalmanız gerektiği veya kullandığınız ilaçları bırakıp bırakmamanız gerekip gerekmediği konusunda doktorunuza danışmayı unutmayın.
  • Deneyimlediğiniz belirtileri not edin, bu belirtiler içerisinde, randevunuz ile alakalı gibi görünmeyenler olsa bile.
  • Temel kişisel bilgilerinizi yazın, bu bilgilere büyük stresleriniz veya son zamanlarda yaşadığınız değişiklikler de dahildir.
  • Aile geçmişinizde doğurganlık problemi olup olmadığını araştırın. Babanızda veya erkek kardeşinizde doğurganlık problemi olup olmadığını araştırmanız, düşük sperm sayısının sebepleri ile ilgili size ipuçları verebilir.
  • Aldığınız tüm ilaçların listesini çıkarın. Vitaminler ve gıda takviyeleri dahil.
  • Eşinizle birlikte gidin. Eğer düşük sperm sayısına sahip olduğunuz kesin olsa bile, eşiniz de hamileliğe engel olabilecek herhangi bir probleme karşı test yaptırmalıdır. Aynı zamanda, partnerinizi yanınızda götürmeniz, doktorun size tavsiyelerine daha rahat uymanızı ve aklınıza gelmeyen soruları hatırlamanızı sağlayabilir.
  • Doktorunuza soracağınız soruları not edin.

Doktorunuza soracağınız basit sorular aşağıdakileri içerebilir:

  • Düşük sperm sayısına sahip olduğum konusunda neden şüpheleniyorsunuz?
  • Yaygın nedenler dışında, hangi sebeplerden dolayı eşim ve ben çocuk sahibi olamıyor olabiliriz ?
  • Ne tarz testlere ihtiyacım var?
  • Eşim de testlere ihtiyaç duyacak mı?
  • Sperm sayımı artırmak için ne gibi tedaviler uygulanabilir? Siz hangisini önerirsiniz?
  • Uymam gereken herhangi bir tavsiye var mı?
  • Eve götürebileceğim herhangi bir basılı materyal veya broşür bulunuyor mu ? Önerdiğiniz internet siteleri var mı?

Erkeklerde Kısırlık Testleri ve Kısırlık Teşhisi

Çoğu kısır çift, birden fazla kısırlık sebebine sahip olabilir. Bu sebeple, her iki kişi de doktor kontrolünden geçmelidir. Doktorunuz, kısırlığın sebebini anlayabilmek için pek çok test uygulayabilir. Bazı durumlarda ise, kısırlığın sebebi tam olarak anlaşılamamaktadır. Kısırlık ile ilgili yapılan testler aşağıdaki şekilde olabilir:

  • Genel fiziksel testler ve medikal geçmiş. Bunlar, cinsel bölgenize ve doğurganlığınıza etki eden çeşitli kronik sağlık problemleri, hastalıklar, sakatlıklar veya cerrahi operasyonları içerebilir. Doktorunuz aynı zamanda cinsel alışkanlıklarınız ve cinsel gelişmeniz hakkında sorular da sorabilir.
  • Meni analizi. Meni analizi, genellikle doktorunuzun ofisinde, özel bir kaba boşalmanız ile yapılır. Meniniz, laboratuvar ortamında, sperm sayısına bakılması ve şekli (morfoloji) ve hareketleri (motilite) konusunda herhangi bir bozukluk olup olmadığını anlamak amacıyla test edilir. Laboratuvar aynı zamanda, meniniz içerisinde bulunabilecek enfeksiyonlara karşı da test edilecektir. Çoğu zaman, doğru sonuçlar elde edebilmek için pek çok farklı meni örneği alınabilir. Eğer sperm testleriniz normal ise, doktorunuz partnerinizin test yaptırmasını önerecektir.

Doktorunuz kısırlığın sebebini anlayabilmek için aşağıdaki kısırlık testleri yaptırmanızı da önerebilir:

  • Skrotal Ultrason. Bu testler, testisleri ve destekleyici yapıları incelemek için yüksek frekanslı ses dalgalarını kullanmaktadır.
  • Transrektal ultrason. Yağlanmış küçük bir değnek, prostatınızı ve meni taşıyan tüplerin (ejakülasyon kanalları ve seminal veziküller) tıkanıklığını kontrol etmek için rektum içerisine yerleştirilmektedir.
  • Hormon testleri. Doktorunuz, cinsel gelişim ve sperm üretiminde önemli rol oynayan hipofiz, hipotalamus ve testisler tarafından üretilen hormonların düzeyini belirlemek amacıyla bir kan testi yapmayı önerebilir.
  • Boşalma sonrası idrar tahlili. İdrarda sperm bulunması, boşalma sırasında, meninin penisinizden çıkmak yerine mesaneye doğru geri gittiğini gösterebilir (geri boşalma).
  • Genetik testler. Sperm yoğunluğunuzun çok düşük olması durumuna genetik koşullar sebep oluyor olabilir. Kan testi aracılığıyla, genetik anormali işareti olan Y kromozomları aranabilir. Genetik testler aynı zamanda, çeşitli sendrom ve problemleri de ortaya çıkararak farklı sorunları görmenizi sağlayabilir.
  • Testis biyopsisi. Bu test, testislerinizden iğne aracılığıyla örnek alınması yolu ile gerçekleştirilir. Bu test, kimi zaman meni örneğiniz içerisinde hiç sperm bulunmaması durumunda yapılır. Eğer test sonuçları sperm üretiminin normal olduğunu gösterirse, problem muhtemelen sperm aktarımı ile ilgili bir blokajdan kaynaklanmaktadır.
  • Anti-sperm antikor testleri. Bu test genellikle, bağışıklık sistemi hücrelerinizin (antikor) sperm hücrelerine saldırarak fonksiyonlarının bozulmasına sebep olup olmadığının anlaşılması için yapılır.
  • Özel sperm fonksiyonu testleri. Bu testlerde, spermlerin boşalma sonrasında ne kadar sağlıklı kaldığı ve bir yumurtalık hücresine ne kadar etki edebildiği konusunda bir dizi test uygulanır. Eğer düşük sperm sayısı problemi yaşıyorsanız, sağlıklı spermlere sahip olmak erkek üretkenliğinde önemli bir rol oynamaktadır.

Erkeklerde Kısırlık Tedavisi ve İlaçları Doktorunuz, çeşitli tedaviler ile doğurganlığınızı artırabilir. Sıklıkla, kısırlığın ana sebebi bulunamamaktadır. Eğer sebep bulunamazsa, doktorunuz işe yarayabilecek tedavileri size önerecektir. Çoğu kısırlık problemlerinde, kadın olan eşinizin de kontrol ve tedavi edilmesi gerekebilir. Bazı durumlarda, partnerinizin tedavi edilmesi, kısırlık probleminin ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Erkek kısırlığını çözebilecek tedaviler aşağıdakileri içerebilir:

  • Ameliyat. Örneğin, testis toplardamarlarında şişme yaşanması (varikosel) durumunda, ameliyat ile bu tüpler tamir edilebilir.
  • Enfeksiyon tedavisi. Üremeye etki eden enfeksiyonlar antibiyotikler aracılığıyla tedavi edilebilir fakat bu her zaman üretkenliği tekrar sağlayamayabilir.
  • Hormon tedavisi ve ilaçlar. Hormon veya ilaç alımı, hormon seviyelerindeki dengesizlikleri düzeltebilir. Bu tedavinin meni analizlerinizde tam anlamıyla etkisini gösterebilmesi için üç ile altı ay arasında bir süre beklemeniz gereklidir.
  • Yardımcı üretkenlik teknolojisi (ART). ART tedavisi, isteğiniz ve özel durumunuza göre, bir dönor yardımıyla, normal boşalma yolu ile veya cerrahi yollar ile sperm alınması yoluyla üretkenliği sağlar. Elde edilen sperm ise, kadının genital sistemine enjekte edilerek veya intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu yapılarak kullanılır.

Yaşam tarzı ve evde tedavi

Eşinizin hamile kalma şansınızı artırabilmek için evde uygulayabileceğiniz bazı adımlar bulunmaktadır:

  • Daha sık cinsellik. Ovülasyon döneminde, her gün cinsel ilişkiye girmek, partnerinizin hamile kalma şansını artıracaktır. Ancak, daha fazla boşalmanız sperm sayınızı azaltacaktır.
  • Doğurganlık ihtimali bulunduğunda ilişkiye girin. Bir kadının, regl dönemlerinin tam ortasında hamile kalma ihtimali çok daha fazladır. Uzmanlar, genel olarak ovülasyon döneminde, her iki günde bir cinsel ilişkiye girilmesini önermektedir.

Erkeklerde Kısırlık Sorunun Psikolojisiyle Başa Çıkma ve Destek Alma

Kısırlıkla başa çıkmak zor olabilir. Sebepleri bilinmeyen bir problem olduğu için, ne kadar süreceğini ve tedavinin işe yarayıp yaramayacağını bilemediğinizden dolayı, kısırlık problemlerinde çok ciddi duygusal sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Çiftin bu problemleri atlatmak amacıyla çeşitli planlar oluşturması yardımcı olabilir. Duygusal sorunlar için plan yapın Limitlerinizi belirleyin. Prosedürlerin sizin ve eşiniz için yaratacağı mali ve duygusal külfeti belirleyin ve ne kadar süre devam edeceğinize dair bir limit koyun. Kısırlık tedavileri genellikle pahalı ve sigorta kapsamına girmeyen tedavilerdir. Başarılı bir hamilelik, bir çok tedavi denemesi sonucunda ortaya çıkabilir. Bazı çiftler tedaviye fazla odaklandıkları için, hamilelik sağlanana kadar duygusal ve maddi olarak yıkıma uğramaktadırlar.

Tedavi sırasında duygusal stresi kontrol etmek

  • Stres azaltma teknikleri uygulayın. Yoga, meditasyon ve masaj terapisi gibi alternatifleri deneyin.
  • Danışmanlık hizmetlerine başvurmayı düşünün. Çeşitli terapiler aracılığıyla, gevşeme ve stres yönetimi eğitimi alabilirsiniz. Bu danışmanlık hizmetleri, sizi rahatlatarak, sperm kalitenizi artırmaya yardımcı olabilir.
  • Kendinizi ifade edin. Suçluluk veya kızgınlık gibi duygularınızı içinizde tutmak yerine dışarıya yansıtın.
  • Sevdikleriniz ile bağlantıda kalın. Eşiniz, aileniz ve arkadaşlarınız ile konuşmak faydalı olabilir. En iyi destek, sevdiklerinizden ve size yakın olan insanlardan gelecektir.

Erkeklerde Kısırlık Önleme

Pek çok erkek kısırlığı türü önlenemezdir. Ancak, bazı kısırlık sorunlarından aşağıdakileri uygulayarak uzak kalabilirsiniz:

  • Sigara içmeyin
  • Alkolü azaltın veya bırakın
  • İllegal ilaçlar kullanmayın
  • Sperm sayınıza etki edebilecek ilaçlar konusunda doktorunuzla konuşun
  • Kilo vermeye devam edin
  • Sıcaktan kaçının
  • Stresi azaltın
  • Zirai ilaçlardan, ağır metallerden ve diğer toksinlerden uzak durun.

Riskler kesin olmasa da, eğer bisiklet sporu ile uğraşıyorsanız, jel bir koltuk ve tam süspansiyonlu bir bisiklet kullanmayı düşünün. Ayrıca, çok uzun sürelerde dar kıyafetler giymemeniz kısırlığı önlemenizde yardımcı olabilir.

ACIBADEM SAĞLIK GRUBU

Herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanılmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen 1 yıl içinde gebe kalınamaması olarak tanımlanır. Evli çiftlerin yaklaşık %15’i bu sorun ile karşılaşmaktadır. İnfertilite, kadın veya erkek kaynaklı olabilmektedir. Erkeğe bağlı sebepler %30-40, kadına bağlı sebepler % 40-50, her ikisine bağlı sebepler %20 oranındadır. Ancak çiftlerin %10-15’inde hiçbir neden bulunamamaktadır. Bu son gruba ” açıklanamayan infertilite” adı verilmektedir.

Çocuk arzulayan genç çiftlerde 1 yılın sonunda çiftler değerlendirmeye alınarak gerekli tetkiklere başlanır. Ancak kadının yaşı 35’ten fazla ise, rahim, tüpler ve yumurtalıklara ait daha önce geçirilmiş hastalık, ameliyat vb. varsa, erkekte de üreme organlarına ait sorunlar yaşanmışsa 1 yıl beklenmeden tetkiklere başlanmalıdır.

İnfertilite (Kısırlık) Tedavisi Kişiye Özeldir.

Birçok çift tedavi amacıyla kliniğimize başvurduğu zaman tedaviye başlanması konusunda aceleci davranır. Bunda uzun süredir beklenen bebeğin gelmemesindeki sabırsızlık ve çevre baskısı önemli rol oynar. Tedaviye hemen başlamak yerine; süreci olumsuz etkileyebilecek tüm faktörler değerlendirilerek gerekli testler tamamlandıktan sonra başlamak en doğrusudur. Tedavinin ortasında ya da başarısız sonuç elde ettikten sonra “bu testleri de yapalım” demek çifte yapılan en büyük haksızlıktır. Çoğu zaman büyük bir stres ile karşımıza gelen çifti dinlemek, anlamak, geçirdiği süreçleri bilmek, yapılan tetkikleri değerlendirmek, en doğru başlangıçtır. İnfertilite tedavisi kişiye özel bir tedavidir. Herkese aynı tedavi verilemez.

Öncesinde olumsuz denemeler varsa bunlardan ders çıkarmak gerekir. Araştırmaya, çifte en az zarar verecek, en az yoracak en basit tetkiklerle başlanmalıdır. Araştırmada ilk ve en önemli aşama, çiftle aynı anda görüşüp, yeterli zaman verilerek, o zamana dek yapılanlar hakkında bilgi alınmasıdır. Çiftin önceden yaşadığı sağlık sorunları, hastalıklar, ailedeki sağlık problemleri, önceden gebelik yaşanıp yaşanmadığı, aldığı tedaviler, adet düzensizlikleri tanıda çok önemlidir. Bu bilgilerin ışığında kadın jinekolojik muayeneye alınır, ultrasonografi ile değerlendirilir. Vajina, rahim ağzı, rahim, yumurtalıklar değerlendirilirken tüpler (kanallar) değerlendirilemez. Bebek sahibi olma, erkek ve kadını birlikte ilgilendiren bir konu olduğu için erkekte sorun olup olmadığını araştırmak amacıyla sperm testi yaptırılmalıdır. Sperm örneği, embriyolog tarafından incelenerek, adet döneminin başlangıcında hormonal değerlendirme için kadından sabah aç karnına kan örneği alınır.

Adetin bitimine yakın kanalların değerlendirilmesi için HSG (kanal/rahim filmi) çekilir. Bu film, rahmin içyapısı ve kanallar hakkında bilgi verir. İşlem biraz ağrılıdır. Hastalar tarafından şiddetli bir adet sancısına benzetilir. Ağrı eşiği düşük olan hastaların anestezi altında bu filmi çektirmelerini öneririz. Anestezi ile filmi çektirmek isteyenlerin 6 saat öncesinden su dahil hiçbir şey yiyip içmemeleri gerekir. Bu testler infertilitede temel testlerdir. Tekrarlayan gebelik kayıpları olan, yumurtalık kapasitesi azalmış hastalarda ileri testler gerekebilir. Bu testler sırası ile;

Anne ve baba adayından genetik inceleme testleri

  • Kanın pıhtılaşma testleri
  • Bağışıklık sistemi testleri
  • Annedeki sistemik hastalıkların araştırılması
  • Gerekirse laparoskopi/histeroskopi adı verilen kamera yolu ile organların incelenmesi

Tüm bu testler sonucunda saptanan nedene göre tedavi kararı verilmelidir. Unutulmamalıdır ki bebek isteyen tüm çiftlerde tek çözüm tüp bebek tedavisi değildir. Tüp bebeğe gerek kalmadan sorunun saptanması ile sorun kendiliğinden çözülebilir. Aşılama, yumurta takibi gibi yöntemlerle de sonuç alınabilir. İnfertilite tedavisi kişiye özeldir. Hastayı iyi değerlendirmek, anlamak ve kişiye yönelik özel yaklaşım olumlu bir sonuç için şarttır.

Prof. Dr. Fazlı Demirtürk 

İnfertilite (kısırlık) evli bir çiftin bir yıl düzenli olarak cinsel hayatlarının olmasına rağmen herhangi bir şekilde gebelik oluşmamasıdır. Eğer bu süre içinde hasta düşük yapmışsa bu durum infertilite olarak adlandırılmaz. Her evli çiftin amacı bir süre sonra çocuk sahibi olmaktır. İnsanlar böylece ailelerinin daha büyüdüğünü ve işte o zaman tam anlamıyla bir aile olduklarını düşünürler.

Bir yıl sonunda çocuk sahibi olamayan çiftlerin oranı ne kadardır diye soracak olursak bu oran ülkemiz için %15 – %20’dir. Çocuk sahibi olamama oranları ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Önemli bir durum da bu oranın her geçen yıl biraz daha artmasıdır. Hepimizin bildiği gibi bu konuda bazı tedavilerin geliştirilmesi ve tüp bebek uygulanması bir anlamda insanların derdine çare olmaktadır.

Birkaç Ayda Gebelik Oluşmaması Her Zaman Kısırlığa İşaret Etmez. Önemli bir durum da çiftlerin birkaç ayda gebelik oluşmaması halinde kendilerini kısır olarak düşünmeleri ve strese girmeleridir. Stres de dolaylı yollardan gebeliğin oluşumunu engeller. Düzenli olarak cinsel ilişkileri olan bir çiftte bir ayda gebelik olma olasılığı %20, bir yılda ise %85 civarıdır.

Yaş Faktörü Önemli

Özellikle kadınlarda doğurganlık anne yaşı ile çok ilişkilidir. Kadınlarda doğurganlık 20-25 yaşında en fazladır. Yaş ilerledikçe bu oran azalır. Özellikle 40’lı yaşlardan sonra çocuk sahibi olmak çok zorlaşır. Erkeklerde de yaş önemlidir fakat ileri yaşlarda da çocuk sahibi olabilir ve çok büyük bir problem değildir. Çocuk olma olasılığını arttırmak için bir çiftin ortalama haftada 2-3 kez cinsel ilişkide bulunmalılar. Böylece hem spermlerin hareketliliği hem de döllenme kabiliyeti artar. Şunu da bilmek gerekir ; bir kadında yumurtanın geliştiği ve çatladığı dönemler sınırlıdır. 28 günde bir adet gören bir kadında 14.gün, 30 günde bir adet gören kadında ise 16.gün yumurta çatlar. Gebeliğin oluştuğu dönemler yumurtanın çatladığı dönemlerdir. Evli çiftlerin bu dönemde gün aşırı beraber olmaları önerilir.

Kadınlarda İnfertilite Nedenleri

  • Yumurta gelişimi yetersiz olması ya da olmaması: Aşırı fazla ve düşük kilolu olmak, stres, polikistik over sendromu gibi yumurta gelişimini önleyen durumlar
  • Sigara içilmesi: Hem doğal gebe kalmayı önler hem de oluşan gebeliğin düşükle sonlanmasına neden olur.
  • Tüplerde tıkanıklık: Özellikle endometriozis tüplerde tıkanıklığa neden olarak sperm ve yumurtanın bir araya gelmesini engeller.
  • Yumurtaların erken yaşlanması ve erken menopoz.
  • Myom, polip gibi rahim içi dokusuna baskı yapan durumlar.

Erkeklerde İnfertilite Nedenleri

  • Sperm oluşmaması, sayısının az olması
  • Spermlerin tüpler de akışını engelleyen tıkanıklıklar
  • Çevresel nedenler: önde gelen nedenler sigara ve alkol olmak üzere radyasyon, ilaçlar, aşırı sıcak ortamlar sperm üretimini ve hareketliliğini azaltır.

Op. Dr. Hasan KAYIM

Comments are closed.