logo

Hakikat, kaderin imzasız mektubudur. 

İÇİNDEKİLER

AKŞEMSEDDİN

Akşemsettin, (1389/1390 Şam – 1459 Göynük) asıl adı ile Şeyh Muhammed Şemsettin Bin Hamza, 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır. 1389 yılında Şam’da doğmuştur. Daha sonra 7 yaşında babası Şerafeddin-i Hamza Şâmî ile çağımızda Samsun’a bağlı olan Kavak’a yerleşmişlerdir. Hacı Bayram Veli’nin müridi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocalarındandır. İstanbul’un manevi fatihi olarak da anılır. Saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘Akşeyh’ veya ‘Akşemseddin’ adlarıyla meşhur olmuştur. Bazı el yazmalarında soyu, Ebu Bekir’e kadar ulaşır. İskilip’te çocuklarından Nurulhuda’nın türbesi ile diğer yakınlarının mezarları vardır. Evlik köyünde yer alan tek bir çivi çakılmadan yapılan camiyi onun yaptırdığı yazılıdır. Akşemsettin Amasya’da medreselerden eğitim aldıktan sonra büyük üne kavuşmuştu.

Akşemsettin, küçük yaşlardan itibaren bilime ve sanata karşı ilgi duydu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’da müderris oldu. Medrese öğrenimini zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında tamamladıktan sonra seçkin bilginler arasında yerini aldı. Üstün zekası ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adadı. Başta İslami tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden oldu. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirdi.

Tıp alanında bulaşıcı hastalıklar üzerinde de önemli çalışmalar yaptı. Araştırmaları sonunda tıp ile ilgili Türkçe Maddet-ül Hayat ve Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât ve Risalet-ün nuriyye adlı Tasavvuf Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat’ta geçen Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zannetmek yanlıştır. Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer cümle ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya atmıştır. Tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişidir. Ve Mikrobiyolojinin babası sayılmaktadır. Bilimler olmak üzere yazdığı kitapları, bilinen eserleridir. Tıp ile ilgili Akşemsettin’in asıl ünü, büyük veli, Hacı Bayram Veli ile tanışmasından sonra başlamıştı. İlmi konulardaki önemli başarılardan sonra tasavvuf konusunda da ağırlığını göstermiş, daha sonra da II. Murat’ın emir ve isteğiyle Fatih Sultan Mehmet’in hocalığına tayin edilmişti. İstanbul’un fethi sırasında büyük yararlılıklar göstermiş, genç sultanı teşvik ederek zaferin kazanılmasında önemli katkılarda bulunmuştu. Fethin en önemli günlerinde Ebu Eyyub’el Ensari’nin kabrini bularak ordunun maneviyatını yükseltmişti. Dünya malına önem vermeyen Akşemsettin, Fatih Sultan Mehmet’in büyük saygı ve sevgisini kazanmıştı. Fatih Sultan Mehmet ile İstanbul’a girişleri daha sonra ünlü olacak bir hikâyeye dönüştü.

İstanbul’a giriş

Beyaz atına binmiş, ordusunun önünde giden Fatih Sultan Mehmet, yanında onu yetiştiren Akşemsettin, Molla Hüsrev ve Molla Gürani ile İstanbul’a giriyor. Türk Ordusunu karşılayan şehir halkı yol boyunca dizilmiş, ellerindeki çiçek demetlerini padişaha sunmak için yaklaşıyor. Şehir ahalisi, beyaz sakalıyla, ağır duruşuyla Akşemsettin’i padişah sanıp çiçekleri ona sunmaya çalışıyorlar. Akşemsettin atını geri çekip göz ucuyla Fatih’i göstererek: “Sultan Mehmet odur, çiçekleri ona veriniz”, demek istiyor. Fatih Sultan Mehmet, çiçeklerle kendisine doğru yürüyenlere hocası Akşemsettin’i göstererek: “Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama o, benim hocamdır”, diyor ve ilk İstanbul’a Akşemseddin giriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından(1464) yılında yaptırılmış olan türbesi Bolu ilinin, Göynük ilçesindedir. İstanbul’un fetih günü olan 29 Mayıs (mayısın son pazarı) tarihinde anma günleri düzenlenmektedir.

ESENLER – Akşemsettin Anadolu İmam Hatip Lisesi

EMÎR SULTAN

Buhara’da doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed’dir. Seyyid olduğu için “Emîr”, çömlekçilik yaparak geçimini sağladığı için “Külâl” unvanları verilen ve Emîr Külâl diye tanınan babası Seyyid Ali Buhara’nın tanınmış mutasavvıflarındandır. Seyyid Ali, Bahâeddin Nakşibend’in aynı unvanı taşıyan mürşidi Emîr Külâl ile karıştırılmamalıdır. Emîr Sultan’ın 770 (1368-69) yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir. Çocukluk yılları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte iyi bir tahsil gördüğü söylenebilir. Bizzat kendi ifadesine dayanılarak yazıldığı söylenen menâkıbnâmelerin birçoğuna ve onlara dayanan tarih ve biyografi kitaplarına göre soyu yedinci kuşakta on ikinci imam Muhammed el-Mehdî el-Muntazar’a ulaşır.

On yedi on sekiz yaşlarında iken babası vefat eden Şemseddin Muhammed, muhtemelen bir süre çömlekçilik yaptıktan sonra Seyyid Usûl, Seyyid Nâsır, Seyyid Ni‘metullah, Ali Dede, Baba Zâkir gibi mutasavvıflarla hacca gitmek üzere Buhara’dan ayrıldı. Birkaç yıl Medine’de kaldıktan sonra Bağdat’a uğrayarak tezkire müellifi Âşık Çelebi’nin ceddi Seyyid Muhammed en-Nattâ’nın misafiri oldu. Ardından onunla birlikte Anadolu’ya geçti. Karaman, Niğde, Hamîd-ili, Kütahya ve İnegöl yoluyla Bursa’ya gitti. Kafileye yol boyunca kandil şeklindeki bir nurun rehberlik ettiği, bu nurun söndüğü yere defnedileceğinin kendisine bildirildiği rivayet edilir. Bursa’ya Yıldırım Bayezid zamanında geldiği biliniyorsa da tarihi kesin olarak belli değildir. Menâkıbnâme müellifi Hüsâmeddin ile tarihçi Âlî, Niğbolu Muharebesi sırasında (798/1396) Bursa’da bulunduğu kesin olan Şemseddin Muhammed’in evlenmesinden bahsederken Yıldırım Bayezid’in bu sırada Eflak seferinde olduğunu söylerler ki bu takdirde 1394’ten önce Bursa’ya gelmiş olmalıdır. 

Bursa’da ilk olarak Pınarbaşı’na veya Gökdere civarındaki bir mağaraya ya da bir savmaaya yerleştiğine dair farklı rivayetler vardır. İlk ikamet yerinin türbesinin bulunduğu mahal olduğu da söylenir. Bursa’da şöhreti kısa zamanda yayılan Şemseddin Muhammed giderek şehrin en çok saygı gören şahsiyetlerinden biri haline gelir; Emîr Sultan veya Emîr Seyyid adlarıyla anılmaya, ulemâ ve meşâyih arasında da itibar görmeye başlar. Zâhir ilimleri sahasında kendisini imtihana çekmek isteyen Molla Fenârî, Molla Yegân, Alî-i Rûmî gibi âlimlerin onun mânevî gücü karşısında bir süre ağız açamadıkları ve onlarla giriştiği tartışmadan başarıyla çıktığı şeklindeki rivayetlerden onun bu âlimlerle yakın münasebeti olduğu anlaşılmaktadır.

Emîr Sultan’ın Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Hatun ile evlenmesi kaynaklarda farklı şekillerde anlatılmaktadır. Menâkıp kitaplarına göre Hundi Hatun rüyasında gördüğü mânevî işaretler üzerine, Rumeli taraflarında seferde bulunan babasının rızâsını almadan Emîr Sultan ile evlenmiş, dönüşte durumu öğrenen padişah gazaba gelerek kızıyla damadını öldürmek üzere Süleyman Paşa maiyetinde kırk kişilik bir kuvvet göndermiş, ancak Emîr Sultan’ın kerametiyle bunlar birer “kadîd” kesilmiştir. Bursa’nın Yıldırım semtindeki Kaditler Mezarlığı’nın adının bu olaydan kaynaklandığı rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Molla Fenârî Yıldırım’a, öldürülmesini emrettiği zatın peygamber soyundan bir kişi olduğunu, Anadolu’ya şimdiye kadar böyle değerli bir zatın ayak basmadığını, onun kayınpederi olmasının kendisi için büyük bir şeref vesilesi olduğunu, kendisini öldürmek için gönderdiği adamların bir anda kadîde dönüştüğünü belirten, kendisine bir daha tecavüz edilirse bütün şehrin helâk olacağını bildiren bir mektup göndermiştir.

Molla Fenârî gibi bazı büyüklerin de yardımıyla Emîr Sultan, Yıldırım Bayezid’in Timur tarafından gönderilen elçileri öldürtmesine engel oldu. Ankara Savaşı’nın ardından Bursa’nın Timur ordusu tarafından işgali sırasında Molla Fenârî ve İbnü’l-Cezerî ile birlikte Emîr Sultan da Kütahya’da bulunan Timur’un huzuruna götürüldü. Bir süre sonra serbest bırakılarak yine Molla Fenârî ile birlikte Bursa’ya döndü. II. Murad’ın, amcası Mustafa Çelebi’ye karşı sürdürdüğü mücadelede hükümdarın yanında yer aldı. Mustafa Çelebi büyük bir kuvvetle Bursa’ya yaklaşırken padişahın Emîr Sultan’a başvurup amcasına karşı yürüttüğü mücadelede onun sözlerinden cesaret aldığı, olaydan sonra kendisine daha çok bağlandığı, huzurunda diz çöküp oturduğu rivayet edilir.

II. Murad tarafından 1422’de yapılan İstanbul kuşatmasına Emîr Sultan da katıldı. Bu kuşatmanın tarihini yazan Bizans tarihçisi Ioannec Kananoc, Emîr Sultan’ın 500 kadar dervişiyle birlikte büyük bir debdebeyle padişahın ordugâhına geldiğini, hücum vakti olarak tayin ettiği 24 Ağustos Pazartesi günü öğleden bir saat sonra dervişlerinin başında at üstünde kılıç ve kalkanıyla surlara yaklaşıp kılıcını çekerek üç kere salladıktan sonra hücuma geçtiğini, bu işaret üzerine Türk ordusunun taarruza kalktığını anlatır.

Emîr Sultan’ın vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda 831, 832, 833 ve 837 yılları verilmekteyse de en kuvvetli ihtimal 833 (1429) tarihidir. Bursalı Ahmed Paşa’ya ait olduğu söylenen, “İntikāl-i Emîr Sultân’a / Oldu târîh intikāl-i Emîr” beytindeki “intikāl-i Emîr” terkibi 833 (1429) yılını vermektedir. Ancak bu beyit Ahmed Paşa’ya ait ise Emîr Sultan’ın vefatından oldukça sonra yazılmış olacağından 833 yılının kesin olarak Emîr Sultan’ın vefat tarihini gösterdiği söylenemez. Emîr Sultan’ın vefat tarihi hakkında bilgi vermeyen eski kaynaklar onun Bursa’da çıkan bir veba salgınında öldüğünü kaydetmekle yetinirler. Cenaze namazı o sırada Bursa’da bulunan Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kıldırılan Emîr Sultan bugün türbesinin bulunduğu yere defnedildi.

HÜSEYİN ALGÜL, NİHAT AZAMAT / İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

SOMUNCU BABA

Şeyh Hamîdüddin Aksarâyî adıyla da bilinir. Çağdaşı ve muhtemelen müridi Kemal Ümmî’nin bir mersiyesinden asıl adının Abdullah olduğu anlaşılan (Karabulut, s. 113) Şeyh Hamîdüddin kaynakların pek çoğunda Kayserili diye gösterilir (Lâmiî, s. 683; Mecdî, s. 74; İsmâil Hakkı Bursevî, s. 70; Harîrîzâde, I, vr. 172a). Abdurrahman el-Askerî ise Mir’âtü’l-ışk’ta (Erünsal, s. 204) Aksaray’da doğduğunu yazmaktadır. Atalarının Türkistan’dan geldiği rivayet edilir. Hamîdüddin Aksarâyî ilk tasavvufî eğitimini babası Şeyh Şemseddin Mûsâ’nın yanında aldıktan sonra Dımaşk’a giderek zâhirî ilimleri öğrendi. Lâmiî, onun Dımaşk’ta Bâyezîdiyye Hankahı’nda uzun yıllar bir şeyhe hizmet ettiğini, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhaniyetiyle terbiye edildiğini ve Üveysî olduğunu kaydeder.

Diğer kaynaklarda ise asıl şeyhinin Safeviyye tarikatının pîri Safiyyüddin Erdebîlî’nin torunu Alâeddin Erdebîlî (ö. 832/1429) olduğu vurgulanmaktadır. Bu kaynaklarda, Hamîdüddin’in Dımaşk’ta iken aradığı iç huzuru bir türlü bulamayıp mürşid aramak için yola çıktığı, Tebriz yakınlarındaki Hoy şehrinde yaşayan Şeyh Alâeddin Erdebîlî’nin yanına gittiği, zikir meclisine katıldığı ve ona intisap edip tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydettiği belirtilmektedir (a.g.e., s. 203; Sarı Abdullah Efendi, s. 227; Lâ‘lîzâde Abdülbâki, vr. 129b-130a).

Kemal Ümmî yukarıda zikredilen mersiyesinde Somuncu Baba’nın 815 (1412) yılında vefat ettiğini söyler. Bu bilgi doğru kabul edildiği takdirde onun şeyhi Alâeddin Erdebîlî’den on yedi yıl önce öldüğü sonucuna ulaşılmakta ve bu durumda Alâeddin Erdebîlî’nin değil, babası Sadreddin Erdebîlî’nin halifesi olma ihtimali kuvvet kazanmaktadır. Bununla birlikte Somuncu Baba’nın Alâeddin Erdebîlî’den hilâfet alması da mümkündür. İsmâil Hakkı Bursevî ise Alâeddin Erdebîlî’nin oğlu İbrâhim Erdebîlî’nin (ö. 851/1447) müridi olduğu kanaatindedir. Ancak kronolojik olarak bu çok zayıf bir ihtimaldir. Kaynakların Alâeddin Erdebîlî’yi bu kadar ön plana çıkarmış olmalarının sebebi Timur ile birlikte Anadolu’ya gelerek burada oldukça şöhret kazanmış olmasıdır.

Hamîdüddin Aksarâyî, Erdebil Tekkesi’nde seyrüsülûkünü tamamladıktan ve bir süre inzivâ hayatı yaşadıktan sonra şeyhinin emriyle Anadolu’ya dönüp Bursa’ya yerleşti. Sarı Abdullah Efendi, Alâeddin Erdebîlî’nin Somuncu Baba’ya hilâfet verip Anadolu’ya gönderirken yanındakilere, “Diyâr-ı Acem’de emanet olarak bulunan esrâr-ı ilâhiyye onunla birlikte diyâr-ı Rûm’a intikal etti” dediğini rivayet eder (Semerâtü’l-fuâd, s. 230). Kaynaklarda yer alan ifadelerden Somuncu Baba’nın Bursa’ya geldiği ilk yıllarda pek ön plana çıkmadığı ve kendini halktan gizlemeyi tercih ettiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde onun eşeğiyle ormandan odun getirip bu odunlarla ekmek pişirdiği ve ekmekleri sırtına yüklenerek sokak sokak dolaşıp “somunlar, müminler!” diyerek halka dağıttığı rivayet edilir (Lâmiî, s. 683; Mecdî, s. 75; Hoca Sâdeddin, II, 425; Sarı Abdullah Efendi, s. 231; Lâ‘lîzâde Abdülbâki, vr. 130b). Kendisine Etmekçi Koca veya Somuncu Baba lakabının verilmesi de bundan dolayıdır.

Somuncu Baba, bu şekilde halk içine karışıp melâmîmeşrep bir hayat sürmekte iken Ulucami’nin açılışı sırasında Emîr Sultan tarafından hükümdarla (Yıldırım Bayezid) tanıştırıldı. Kaynakların ifadesine göre, hükümdarın damadı olan Emîr Sultan kendisine yapılan hutbe okuma teklifini, “Gavs-ı a‘zam şu anda bu şehirdedir, onların mübarek varlığı varken halka nasihat ve hitap etmeyi bize teklif etmek münasip değildir” diyerek reddetmiş ve bu görevin Somuncu Baba’ya verilmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid, cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevini Somuncu Baba’ya tevcih edince o da mecburen hutbeye çıkmak zorunda kaldı, namazdan sonra verdiği vaazda Fâtiha sûresini yedi farklı şekilde tefsir ederek Molla Fenârî’nin karşılaşmış olduğu bir güçlüğü de halletti (Sarı Abdullah Efendi, s. 231; İsmâil Hakkı Bursevî, s. 71-72; Lâ‘lîzâde Abdülbâki, vr. 130b-131a; Harîrîzâde, I, vr. 172b). Somuncu Baba’nın başta padişah olmak üzere herkesi etkilediği, hatta bu olaydan sonra Molla Fenârî’nin kendisine mürid olduğu rivayet edilir (Lâmiî, s. 683; Sarı Abdullah Efendi, s. 232).

Bu olayın ardından sırrının açığa çıkması, halk ve iktidar nezdinde tanınan bir şahsiyet haline gelmesi, kendisine yönelik ilginin gitgide artması, halkın arasına karışıp sakin bir hayat sürmeyi daha çok tercih eden Somuncu Baba’yı bunalttı ve çareyi Bursa’dan ayrılmakta buldu. Abdurrahman el-Askerî, onun Bursa’dan ayrıldıktan sonra Adana’da Ceyhan ırmağının kenarında bulunan Sîs Kalesi’nin dağ tarafındaki bir köyde Nebî Sûfî adında birinin evine yerleştiğini, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin buraya gelip kendisini ziyaret ettiğini söyler (Erünsal, s. 202). Bazı kaynaklarda kendisinin doğrudan Aksaray’a gittiği belirtilmekteyse de (Lâmiî, s. 683) Askerî’nin görüşleri daha isabetli görünmektedir.

Nebî Sûfî’nin evinde bir süre kaldıktan sonra önce Dımaşk’a giden, buradan Mekke’ye geçerek haccını eda eden Somuncu Baba hac dönüşü tekrar Sîs’e geldi, yanına Nebî Sûfî’yi de alarak Aksaray’a gidip yerleşti (Erünsal, s. 203). Kaynaklarda yer alan ifadelerden, ömrünün geri kalan kısmını bu şehirde müridlerinin eğitimiyle meşgul olarak geçirdiği anlaşılmaktadır. Abdurrahman el-Askerî onun Aksaray’da vefat edip orada defnedildiğini söyler (a.g.e., s. 204). Sonraki dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda Somuncu Baba’nın asıl kabrinin Malatya’nın Darende ilçesinde bulunduğu konusunda farklı bazı görüşler öne sürülmüştür. Buna göre Somuncu Baba, adı geçen ilçenin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu Halil Taybî ile birlikte gömülüdür (Cengiz v.dğr., s. 7-17, 29-45; Akgündüz, s. 52-56). Bu görüşün kaynağı olarak Somuncu Baba’nın soyundan geldiği söylenen Osman Hulûsi Ateş’in aile arşivindeki bazı belgelerle geç dönemlere ait bazı arşiv belgeleri gösterilmektedir. Ancak Somuncu Baba’nın hayatını anlatan eski kaynaklarda böyle bir konudan bahsedilmemekte, gerek Şeyh Bedreddin menâkıbında yer alan bilgiler gerekse lakabının Aksarâyî olması onun hayatını Aksaray’da geçirdiğini ortaya koymaktadır.

Öte yandan Abdurrahman el-Askerî Mir’âtü’l-ışk’ta, “Mevlûdleri Aksaray’dır. Ravza-i mübarekeleri dahi şehir üzerinde olan kızıl tepenin üstündedir” diyerek (Erünsal, s. 204) onun Aksaray’da vefat ettiğini ve kabrinin burada bulunduğunu kesin biçimde belirtmektedir. Dönemin kaynaklarında yer alan ifadelerden Somuncu Baba’nın Yûsuf Hakîkî adında bir oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Babasının ölümünden sonra Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Yûsuf Hakîkî tasavvufa dair bazı eserler kaleme almıştır. Geç döneme ait arşiv kayıtlarında Halil Taybî isimli bir oğlunun daha varlığından söz edilmektedir. Darende’de yaşadığı anlaşılan Halil Taybî’nin hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır.

HAŞİM ŞAHİN

948’de (1541) Şereflikoçhisar’da doğdu. Çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’da ilk tahsiline başladı. Daha sonra İstanbul’a giderek Küçük Ayasofya Medresesi’ne girdi. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra hocası Nâzırzâde Ramazan Efendi’nin muîdi oldu. Talebelik ve muîdlik yıllarında bir yandan da Halvetiyye tarikatına mensup Küçük Ayasofya Camii şeyhi Nûreddinzâde Muslihuddin Efendi’nin sohbetlerine devam etti. Hocası Nâzırzâde Edirne Selimiye Medresesi’ne müderris, Mısır ve Şam’a kadı tayin edildiği yıllarda Hüdâyî’yi yanından ayırmadı. Hüdâyî Mısır’da hocasıyla beraber bulunduğu sıralarda Halvetiyye tarikatının Demirtaşiyye kolundan Kerîmüddin el-Halvetî’den “usûl-i esmâ” terbiyesi gördü. 1573’te Mısır’dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye Medresesi’ne müderris ve Câmi-i Atîk Mahkemesi’ne nâib tayin edildi. Hocası Nâzırzâde ise Bursa mevleviyetine getirildi. Bursa’ya gelişinin üçüncü yılında hocası vefat etti. Talebelik ve muîdlik yıllarından beri tasavvuf çevresiyle yakın teması bulunan Hüdâyî, hocasının ölümünün üzerinde bıraktığı derin tesir sebebiyle resmî görevlerinden ayrılarak daha önce vaaz ve sohbetlerine katıldığı Muhyiddin Üftâde’ye intisap etti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyrü sülûkünü tamamladı. Şeyh Üftâde kendisini memleketi Sivrihisar’a halife tayin etti. Burada ancak altı ay kadar kalabilen Hüdâyî, şeyhi Üftâde’yi ziyaret etmek için tekrar Bursa’ya döndü. 

Fakat bu arada şeyhi vefat edince Rumeli’ye gitti. Trakya ve Balkanlar’da bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a geldi. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle tayin edildiği Küçük Ayasofya Camii Tekkesi’nde sekiz yıl şeyhlik makamında bulundu. Bir yandan da Fâtih Camii’nde vâizlik yaptı, tefsir ve hadis okuttu. Daha sonra Üsküdar’da Hüdâyî Dergâhı’nın bulunduğu yeri 1589 yılında satın aldı. Dergâhın inşaatıyla daha yakından ilgilenmek için ikametgâhını Rum Mehmed Paşa Camii civarına nakletti. 1595’te dergâhın inşaatı tamamlandı. 1599 yılında Fâtih Camii vâizliğini bırakarak Üsküdar Mihrimah Sultan (İskele) Camii’nde perşembe günleri vaaz vermeye başladı. Sultan Ahmed Camii’nin açılışında (1616) ilk hutbeyi Aziz Mahmud Hüdâyî okudu ve her ayın ilk pazartesi günü burada vaaz etmeyi kabul etti. Üsküdar’da bulunduğu yıllarda Bulgurlu’da da bir çilehâne ile bir hamam yaptırdı. Çilehânenin bulunduğu yerdeki Bulgurlu köyü, Ilısuluk tarlaları ve Gaziler tepesinin bir kısmı I. Ahmed tarafından fermân-ı hümâyunla Aziz Mahmud Hüdâyî adına tescil edildi.

Kanûnî’nin, kızı Mihrimah Sultan’dan torunu Ayşe Sultan (ö. 1598) ile de evlendiği rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdâyî Safer 1038’de (Ekim 1628) vefat etti. Altısı kız olmak üzere on bir çocuğu oldu ve nesli, kızları Ümmügülsüm (ö. 1641), Zeyneb (ö. 1642) ve Fatma Zehrâ (ö. 1675) vasıtasıyla devam etti.

Hüdâyî, halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir halkası meydana getirdi. Devrin padişahlarıyla yakın ilgi kurmayı başardı. III. Murad, I. Ahmed ve II. Osman gibi padişahlara mektuplar yazdı, öğütler verdi. IV. Murad’a saltanat kılıcını kuşattı. Ferhad Paşa ile Tebriz Seferi’ne katıldı. Zaman zaman padişahların davetlisi olarak saraya gitti ve onlarla sohbetlerde bulundu. Evliya Çelebi, “yedi padişahın Hüdâyî’nin elini öptüğünü, 170.000 müride irâdet (el) verdiğini” belirtir. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin dergâhı her zümreden insanlarla dolup taştı. Devlet ricâlinden Sadrazam Kayserili Halil Paşa, Dilâver Paşa, ilmiyeden Hoca Sâdeddin Efendi, Sun‘ullah Efendi, Şeyhülislâm Hocazâde Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Şâhî Efendi, Sarı Abdullah Efendi, Nev‘îzâde Atâî, meşhur sûfî Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi ve benzerleri onun dergâhının müntesip veya müdavimleri arasındaydı. Vefat ettiğinde altmışa yakın halifesi bulunduğu rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdâyî, halifeleri ve yazdığı otuz kadar eseriyle Anadolu ve Balkanlar’daki dinî-tasavvufî hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş ve bu şekilde şöhreti günümüze kadar ulaşmıştır. Tekkesi, İstanbul’un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi olarak hizmet görmüş, bu dergâhtan pek çok ilim ve fikir adamı, şeyh ve mûsikişinas yetişmiştir.

HASAN KÂMİL YILMAZ

Hacı Bektaş Veli, Anadolu’daki Rum abdallarının (Abdalan-ı Rum) piri olarak bilinir. Yeniçeri ocağının kuruluşunda onun fikirlerinin büyük etkisi vardır. Bir yandan murşitlik (doğru yolu gösteren kılavuz) görevini sürdürürken diğer yandan düşmanınızın bile insan olduğunu unutmayın’ düşüncesini benimsemiştir.

Asıl adı Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan Hacı Bektaş-ı Veli, şair, mutasavvıf ve İslam filozofudur. Hacı Bektaş Veli’nin Alevi-Bektaşi anlayışı, Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Budapeşte ve Azerbaycan gibi bir çok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir.

Hacı Bektaş-I Veli’nin doğumu, ölümü, kim tarafından eğitildiği, Anadolu’ya tam olarak hangi tarihte geldiğine dair kesin bilgiler bulunmasa da güvenilir tarihi kaynaklara göre,  1209 yılında İran’ın Razavi Horasan Eyaleti’nde bulunan Nişabur şehrinde doğmuştur. Asıl adı Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır, takma adı ise Pir Hünkar’dır. Annesi Hatem Hatun, babası Seyyid İbrahim Sani’dir. 

Hacı Bektaş-ı Veli, hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te geçirmiştir. Eğitimi Lokman Perende’de başlamıştır ve Hoca Ahmed Yesevî öğretilerini takip etmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmet Yesevî’nin ya da onun halifesi Lokman Perende’nin müridi, Mevlâna ile Yunus Emre’nin çağdaşıdır.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin Haydarilik tarikatının bir mensubu olarak Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Ayrıca Sulucakarahöyük’teki toplumun içinde bir Türkmen şeyhi olarak yol göstericilik görevini sürdürdüğü bilinmektedir.Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’daki Müslüman ve gayrimüslim topluluklar arasında bir yakınlaşma ortamının doğmasına önemli katkılarda bulunmuştur.

Anadolu’da dinsel, ekonomik, askeri ve toplumsal bir kuruluş olan ve kendisinin de bağlı olduğu Ahilik ile büyük hizmetler yapmıştır. Sultan Orhan zamanında oluşturulan ‘Yeniçeri Ordusu’nun piri, üstadı ve manevi koruyucusu olarak bilinmektedir.

ESERLERİ

Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî Makalat – (Arapça) Kitâbu’l-Fevâid Şerh-i Besmele – Şathiyye – Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye

ÖLÜMÜ

Hacı Bektaş-ı Veli, 1271 yılında Sulucakarahöyük’te öldüğü bilinmektedir. Türbesi, Nevşehir İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.

HACI BEKTAŞ-I VELİ’NİN SÖZLERİ

– ‘Eline, diline, beline sahip ol.’

– ‘ Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.’

– ‘Kadınlarınızı okutunuz, kadınları okumayan millet yükselemez.’

– ‘Kanaatkâr olanlar, en büyük zenginliğe sahiptir.’

– ‘Murada ermek, sabır iledir.’

– ‘Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et.’

– ‘Özünde ve sözünde temiz olmayanların, imanı tam değildir.’

– ‘Sevgi ve acıma, insanlık; hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasfıdır.’

– ‘Mürüvvet hoş görme ve affetmektir.’

– ‘En büyük keramet çalışmaktır.’

– ‘Daima iyiyi, güzeli, doğruyu öğrenebilmek için okuyunuz, okutunuz.’

– ‘İslamın temeli güzel ahlakın; ahlakın özü bilgi; bilginin özü akıldır. 

– ‘Doğruluk dost kapısıdır.’

– ‘En yüce servet ilimdir.’

HACI BAYRÂM-ı VELÎ

Doğum adı Numan bin Ahmed olan Haci Bayram, II. Murad’ın bir fermanında sadece ilimle meşgul olabilmeleri için vergiden muaf tutulduklarını duyurduğu biliniyor. Hacı Bayram-ı Veli 1352 ile 1430 yılları arasında yaşamını sürdürmüştür. İşte, hayatı ve eserleri…

HACİ BAYRAM-I VELİ KİMDİR?

Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’nın Solfasol köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Koyunluca Ahmed’dir. Koyunluca Ahmed’in üç oğlunun en büyüğüdür. Hacı Bayram’ın doğum tarihi hakkında bilgiler kesin olmamakla birlikte 1352-53 / 753 olarak çeşitli kaynaklarda verilir. Hacı Bayram’ın asıl adı Numan’dır. Yanı sıra Hacı Paşa, Ahi Sultan, Kapıcıbaşı, Ahi Sultan ve Velî lakapları ile de tanınmıştır. Tahsil hayatına ilk önce köyü Solfasol’da başlamıştır. Hocası Şeyh İzzeddîn’den Arapçayı öğrenmiştir. Hacı Bayram’ın bir başka hocasının da Hallaç Mahmud Efendi olduğu söylenmektedir.). Hacı Bayram-ı Velî önce Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’de sonra Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed Medresesinde müderrislik yapmıştır. 

Somuncu Baba’nın Yûsuf Hakîkî adında bir oğlu olmasına rağmen “Hakikat-ı Muhammediyye nurundan ve sırr-ı velâyetten müteşekkil büyük emaneti oğluna değil, Hacı Bayram’a devretmiştir. Hacı Bayram’ın Şeyhi Hâmidüddîn-i Aksarayî ile birlikte geçen uzun hizmet, sohbet, murakabe ve taat yılları şeyhinin ölümüyle sona ermiştir. Hocası vefat ettikten sonra Ankara’ya dönmüştür. 

Hacı Bayram-ı Velî’nin hayatı Ankara’da son bulmuştur. Vasiyeti üzerine Hacı Bayram Velî’yi Akşemseddin yıkamış ve cenaze namazını kıldırmıştır.  Mezarı kendi inşa ettirdiği Hacı Bayram Camisi’nin kıble tarafındadır.

  • Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir.
  • Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz.
  • Emaneti koruyunuz. Zira din de size emanettir, beden de.
  • Helalinden kazanıp, ondan fakirlere cömertçe veriniz.
  • Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.
  • Hiçbir günâhı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur.
  • İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız.
  • Kibir bele bağlanan taş gibidir, onunla ne yüzülür, ne de uçulur.

ESERLERİ

Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî
Makalat – (Arapça)
Kitâbu’l-Fevâid
Şerh-i Besmele
Şathiyye
Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye

Comments are closed.