logo

Hayatınızın mutluluğu düşüncelerinizin kalitesine bağlıdır.

Üçüncü Yol | Dr. Mehmet Dinç

İÇİNDEKİLER

2024

Kendinizle ilgili hoşlanmadığınız şeyler aslında güvensizlikten ve kendinizi olduğunuz gibi kabul edememekten kaynaklanabilir.

Kusurlarınızı kabul etmek, ama nasıl? İnsanlara kendileriyle ilgili neyi sevmediklerini sorarsanız, çoğu nasıl cevap vereceğini bilemez. “Çok var, hangisini söyleyeyim.” der. Kibirli ve kendine aşırı güvenen diğer kişiler ise, sahip olmadıklarını ve kendilerini oldukları gibi kabul ettiklerini söyleyeceklerdir. Fakat bu insanlar muhtemelen yalan söylüyor. Sonuçta, neredeyse herkesin kendisiyle ilgili sevmediği ve saklamaya çalıştığı bir şeyi vardır. İnsanlar diğer yönlerinin yanı sıra utangaçlığı, güvensizliği ve beğenilmeme korkusunu gizler.

Fakat ilginç olansa, insanların kendilerinde anormal bir durum olmadığı halde, bazı kişisel özelliklerini kusur olarak belirtmesidir. Örneğin, kemerli burun bir kusur değil, fiziksel bir özelliktir. Fazladan birkaç kilo, yüzünüzdeki çiller, kısa boy ya da erkeklerin kelleşmesi kusur olarak düşünülmemelidir. Bu olumsuz benlik algısının arkasında güvensizlik ve kabullenme yatar. Gerçek kusurlar nadiren görülür. Sorumsuzluk, tembellik, bencillik ve gurur, değişmek ve gelişmek için eğitimli bir duyarlılık gerektiren özelliklerdir.

Kusurlarınızı kabul etmek: Anahtar noktalar nelerdir?

Herkesin kusurları ve erdemleri vardır. İnsan olmanın güzel tarafı, tüm bu karşıt elementlerin onu kusurlu ve eşsiz yapan bir kombinasyonundan oluşmasıdır. Belki sizin kusurlarınızdan biri huysuz olmanızdır. Öte yandan zamanla güçlü özelliklerinizin ve sabırsız olduğunuzun ve bunları nasıl kontrol edeceğinizin farkında olmayı öğrenebilirsiniz. Ya da belki çok fazla konuşma eğilimindesiniz ve diyaloglarda neredeyse kimsenin bir şey söylemesine izin vermiyorsunuz. Bir kez daha, onu fark etmeniz ve sorumluluğunu almanız, bunu yönetmeyi mümkün kılar. Bu sizi tanımlayan şeylerden biridir ve muhtemelen de böyle olmanızın nedenidir. Ancak, bu kötü biri olduğunuz anlamına gelmez.

Kusurlarınızı kabul etmek yolunda çok temel bir ilk adım vardır. Kendinizde sevmediğiniz şeyin gerçekten bir kusur olup olmadığını bilmeniz gerek.

Normal nitelikleri ve özellikleri patolojik hale getirmek

Kendimizle ilgili kişiliğimizin veya fiziksel görünüşümüzün bir parçası olan şeyleri patolojik hale getirmek çok insancadır. Biraz utangaç, güvensiz, gergin veya sabırsız olmak gibi gerçekten sıradan şeyler kendi başlarına kusur değildir. Bunlar sadece kim olduğunuzun bir parçasını oluşturan özelliklerdir.

Aynı şey fiziksel özellikleriniz için de geçerlidir. Kilo, boy ve cilt problemleri kusur değildir. Fiziksel engeller, kusur değildir.

O halde gerçek kusur nedir? Kusur, kendinize ve başkalarına zarar verebilecek olumsuz bir tutum olacaktır. Bunun örnekleri kıskançlık, açgözlülük, kibir, karamsarlık, hoşgörüsüzlük ve narsisizm olabilir. Gördüğünüz gibi, bu özellikler erdemlerle nadiren dengelenen davranışları ve tutumları içerir. Herhangi bir durumu, konuşmayı, ilişkiyi veya durumu istikrarsızlaştırma eğilimindedirler.

Kendinizi kabullenmek, daha öz güvenli olmak için anahtardır

Kusurlarınızı kabul etmek istiyorsanız (bu gerçekten kusur değil, güvensizliğinizin bir sonucudur) kendi kendinizi kabul etmeye çalışın. Fazla kilolu olmanın, utangaç olmanın veya biraz kekemeliğin kusur olduğunu düşünüyorsanız, yapmanız gereken ilk şey kişisel gelişiminiz üzerinde çalışmaktır. Kendinizi kabul etmek sonuçta öz saygıdan daha güçlü bir şeydir. Neden mi? Çünkü öz saygı tamamen pozitif öz imaja bağlıdır. Diğer insanların size söylediği ve kendinizle ilgili düşünceleriniz ise bu psikolojik kası besler. Diğer yandan kendinizi kabul etmek herhangi bir dış teşvik gerektirmez.

Buna ek olarak akılcı duygusal davranış terapisinin yaratıcısı Albert Ellis, yaklaşımının temel taşı olarak kendini kabul etmeyi kurdu. Dedi ki, “Ama her zaman – evet, her zaman – kendinizi, kişiliğinizi, varlığınızı, iyi performans gösterip göstermediğiniz ve başkalarının sizi ve davranışlarınızı onaylayıp onaylamadığını kabul ediyor ve bunlara saygı duyuyorsunuz“. Eğer bu alanı güçlendirmeyi öğrenirseniz şu an kusur olduğunu düşündüğünüz her şeye bakışınızı değiştireceksiniz.

Kusurlarımı nasıl kabul edebilirim?

Agresif iletişim, sabırsızlık, kıskançlık diğer bakış açılarını anlayamama… en zor kusurlarınızı, diğer insanlarla ilişkilerinizde sorunlara neden olanları kabul etmek istiyorsanız, en önemli şey onları nasıl tanımlayacağınızı bilmektir. Çoğu insan, bu açıkça olumsuz nitelikleri görecek ve sorumluluk alacak alçakgönüllülüğe sahip değildir. Ancak, onları bir kez tanımladığınızda, sonraki adım basitçe “onları kabul etmek” değildir. Bu gerçek kusurlara alan ve kalıcılık vermek istemezsiniz. Bunun yerine yapmak istediğiniz şey onları dönüştürmek.

Dönüşüm eylemi genellikle her birinin arkasında neler olduğunu bilmeyi gerektirir. Örneğin, kıskançlık ve haset, düşük öz saygıyı gizleme eğiliminden gelir. Agresif iletişim, zayıf duygusal yönetimin ve sosyal beceri eksikliğinin bir tezahürüdür. Sonuç olarak, bu kusurları dönüştürmenin en iyi yolu genellikle terapidir.

Psikolog Valeria Sabater

Esenlik Kavramı: Bütünsel Sağlık ve Beden-Ruh Dengesi

Esenlik kavramı, sağlığa dair ilginç bir yaklaşımdır. Esenliğe ulaşmanın amacı, farklı noktaları göz önüne alarak yaşam kalitesini arttırmak, fiziksel veya zihinsel hastalıkları önlemektir. Beslenme, beden, duygular, ilişkiler ve çevreniz buna dâhildir. Dolayısıyla, yükselişte olan ve hakkında bilgi edinmeye değer bir sağlık konseptidir.

Yaşadığınız şehirde bir sağlık merkezi görmüşsünüzdür. Burada spa, spor salonu ve rahatlamanız için alanlar sunulmaktadır. Pek çok oteller zincirinin de maddi amaçlarla ve müşteri sayılarını artırmak için bu terimi kullandığına şüphe yok. Ne var ki şunu belirtmemiz gerek: kimi zaman bu yaklaşımın esas amacı unutulmaktadır. 50 yıl önce kurulan bu kavram günümüzde hiç olmadığı kadar yanlış anlaşılıyor.

“Esenlik olmadan, hayat, hayat değildir. Sadece bir çaresizlik ve acı hâlidir.”

– Francois Rabelais

Bu hiç de yeni bir fikir değil. Esenlik konusundaki bu bütünsel yaklaşım, İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden birkaç yıl sonra ortaya çıkmıştır. Sosyal ve ekonomik model azar azar gelişmiş ve bununla birlikte başka ihtiyaçlar da ortaya çıkmıştır. Bunlar kişisel gelişim, özgürlük ve seçim yapabilmek, kendimizi fiziksel ve duygusal olarak geliştirme imkânını içerir. Büyüleyici ve belirleyici bir an olmuştur bu. Böylece psikoloji, bilimsel modelinin diğer olasılıklara açılması gerektiğinin farkına vardı. Bu nedenle, esenlik kavramı birçok profesyonelin ruhsal hastalıkların tedavisine odaklanmak yerine insanlara mutlu olmayı öğrenmek için kullanabilecekleri mekanizma, kaynak ve stratejileri sağlamaya karar vermelerine katkıda bulundu. Psikoloji böylece insanların esenlik ve sağlıklarına, kendilerini gerçekleştirmeye yatırım yapmasına odaklandı.

Esenlik hareketinin öncüsü ve yaratıcısı, doktor ve biyostatist Halbert L. Dun’dı. 1950’ler boyunca Dun, konferansları ve kitapları sayesinde popülerliğini artırdı. Mesajı açık ve çok ilham vericiydi. “İnsanların daha bilinçli bir dünyada, potansiyellerinden sonuna kadar yararlanarak yaşaması gerekiyor.”

Sağlıklı yaşamı anlamanın 7 anahtarı

Otel zincirleri veya sağlık merkezlerinin hafta sonları için sundukları sağlık hizmetlerinden söz ettik. Bu merkezler bazen bu bütünsel sağlık hareketin asıl amacına dair yanlış anlaşılmış bir fikri bize gösteriyor. Sağlık ve esenlik, sadece tatilde denenmesi gereken bir şey değildir. Günlük hayatınıza entegre etmeniz gereken bir yaşam tarzıdır. Bu yüzden giderek artan sayıda terapistin, potansiyelimizi en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen bu strateji konusunda eğitim alması beklenmektedir. Bunun kolay bir iş olmadığını belirtmek gerek. Bu irade, azim, tam bilinç ve karar alma becerisi gerektiren son derece aktif bir süreçtir.

Öte yandan, üzerinde düşünmeye değer bir nokta var. Esenlik “tamamlayıcı tıp” olarak bilinen bir alana entegre edilmiştir. “Tamamlayıcı” kelimesinde ısrar ediyoruz çünkü bu strateji sıradan tıbbın “alternatifi” değildir. Zaten tıbbın yerine geçmek gibi bir amacı da yoktur. Çoğumuz kendimizi keyifsiz hissettiğimizde, biraz başımız ağrıdığında ya da hastalandığımızda doktora gidiyoruz. İşte Esenlik hareketinin amacı bu gibi durumları ve belli hastalıklarla bozuklukların ortaya çıkmasını önlemek. Mesela, size düzenli beslenmenin, spor yapmanın veya duygusal dünyanıza özen göstermenin önemini hatırlatarak bunu başarıyor. Dolayısıyla, bireye daha sağlıklı ve mutlu yaşam koşulları yaratmayı öğreten yeni bir “zihin-beden” esenliği kavramıyla karşı karşıyayız. Böylelikle, birey potansiyelinin en üst seviyesine ulaşma ve daha güçlü bir sağlık elde etme kapasitesine sahip olacaktır.

1. Fiziksel esenlik

Fiziksel esenliği nasıl tanımlarsınız? Hiç kuşkusuz akla ilk gelen “hastalıktan uzak olmak”tır. Ancak Esenlik’e ulaşmak için bunun ötesine geçmek gerekir. Çünkü sağlıklı olmak, herhangi bir rahatsızlıktan uzak olmakla sınırlı değildir, “iyi hissetmek” ile ilgilidir.

  • Örneğin; artrit, artroz veya deri tüberkülozundan muzdarip, insanları düşünün. Bildiğimiz gibi bunlar kronik hastalıklardır. Dolayısıyla, bu tür durumlarda Esenlik hissine ulaşmaktaki ana amaç, yaşam kalitesini olabildiğince iyileştirmektir.
  • Fiziksel esenliğinize günlük olarak yatırım yapmak için tütün gibi sağlıksız alışkanlıkları bir kenara bırakmalı, tıbbi muayeneleri yaptırmalı ve stres seviyenizi azaltmalısınız. Ayrıca sizin için uygun olan beslenme şeklini ve hangi tür fiziksel egzersizden en fazla yararlanabileceğinizi de keşfetmeniz gerek.

2. Duygusal esenlik

Bu durumda, Esenlik eğitimi almış bir terapist size kendi duygularınızı tanımak için uygun stratejileri ve teknikleri öğretecektir. Bunları yönetmenize ve böylece kendi refahınıza daha fazla ve daha iyi yatırım yapmanıza yardımcı olacaktır.

3. Entelektüel esenlik

Zihninizi yeni fikirlere, kavramlara, perspektiflere ve yeteneklere açma yeteneği, kendini gerçekleştirme ve mutluluğun anahtarıdır. Aktif, meraklı ve her şeyden önemlisi, sizi çevreleyen her şeye açık olmak, yaşam kalitenizi iyileştirmenin harika bir yoludur.

4. Sosyal esenlik

Size bir soru soralım. Sosyal çevrenizdeki insanlar, gerçekten ihtiyacınız olanı size sağlıyor mu? Zaman zaman, belirli sosyal dinamiklere öyle alışmış olursunuz ki, bunların sizi nasıl etkilediğini fark etmezsiniz. Bunların neden olduğu stresi ve bu etkinin biriktirdiği mutsuzluğun farkında değilsinizdir.

Bunun farkında olmak ve yanınızda tutmak istediğiniz insanları dikkatlice seçmek, Esenlik kavramının bir başka temel ve tanımlayıcı mekanizmasıdır.

5. Çevresel esenlik

Bu nokta çok iyi bilinmiyor. En azından, çoğu zaman göz ardı ediliyor. Çevresel esenlik, kendi sorumluluğunuzu  doğa dengesi içinde tanıma yeteneğinizi ifade eder. Bu, kendinizi şehrin kirli havasından uzak tutmak ya da bir ormanın ortasında yaşamakla sınırlamak anlamına gelmez. Burada sözünü ettiğimiz şey, çevresel farkındalıktır. Ana fikir, her birimizin küçük günlük hareketlerinin gerçek sonuçlara yol açıyor olmasıdır.

Esenlik kavramı aynı zamanda bize organik olarak yetiştirilen yiyecekleri seçmeyi, evinizi ve şehrinizi daha çevre dostu hale getirmeyi, gezegen nasıl bakacağınızı, geri dönüşüm yapmayı, plastiklerin etkisini nasıl azaltacağınızı vb. şeyleri de öğretir.

6. Mesleki esenlik

İşinizden memnun ve iş yerinizde mutlu musunuz? Gününüzün büyük bir kısmını işgal eden bu aktiviteden memnun musunuz? Bildiğiniz gibi iş sorumluluklarınız, yaşamınızın ve zamanınızın büyük bir bölümünü kapsar. Esasen, stres ve kaygı kaynaklarınızın en yoğun olduğu yer burasıdır. Dolayısıyla, bu konu üzerinde düşünmeniz çok önemlidir. Esenlik ayrıca bu alanı geliştirmeyi amaçlamaktadır. Kişisel ve işle ilgili alanlarınız arasında gerçek bir uyum sağlamak için yeteneklerinizi, önemli hedeflerinizi ve arzularınızı keşfetmenizi ister.

7. Manevi esenlik

Esenlik kavramı için manevi gelişim de önemli bir adımdır. Hayatınızın değerlerinizle uyumlu olduğu iç huzur ortamını geliştirme ihtiyacından kaynaklanır. Her sabah yatağınızdan kalkıp güç, umut ve iyimserlik toplamanız için sizi teşvik eden bir amacınız olmalıdır.

Sonuç olarak, şüphesiz çok somut bir felsefe türünü bir araya getiren bir dizi uygulamadan söz ediyoruz. Halbert L. Dun’un zamanında tasarladığı ve kişisel sorumluluğumuza her şeyden fazla önem atfeden anlayışın ta kendisidir bu. Bizler duygulardan, akıldan, bedenden, ilişkilerimizden ve içinde yaşadığımız çevreden oluşan bir bütünüz. Bu özelliklerin hepsi, her bilim alanının daha geniş ve kapsamlı bir şekilde ele almaya başlaması gereken tek bir birimi oluşturur. Bilimin ve tabi ki bizlerin üzerinde düşünmesi gereken bir birim.

Bu nedenle, kendimize biraz daha iyi bakmak için zaman ayıralım ve irade gösterelim. Bazen farkında bile olmadan ihmal ettiğimiz ya da gözden kaçırdığımız bütün bu alanlara dikkat edelim.

Psikolog Valeria Sabater

Kendi Bedeninizde Yaşamayı Öğrenin

Beynimizi iç organlarımızın çoğuna bağlayan vagus sinirindeki liflerin % 80’i merkeze bağlıdır. Başka bir deyişle, bu lifler vücudumuzun dış kısmı boyunca beynimize kadar uzanır. Bu, etkinleştirme sistemimizi nefes ve hareket yoluyla eğitebileceğimiz ve doğrudan kontrol edebileceğimiz anlamına gelir. Bedeni bu şekilde eğitmek Çin ve Hindistan’da yıllardır temel bir öge olmuştur. Doğu ve alternatif tıp araştırmaları, refahınızı daha doğal bir şekilde geliştirmenin yollarını buldu. Ne yazık ki kültürümüz buna karşı bütünsel olarak hala şüpheci…

Kendini bulmak için vücut üzerinde çalışmak

Hepimiz nefes almayı biliyoruz. Fakat sakinleşmeyi ve nefes almayı yavaşlatmayı öğrenmek başka bir konudur. Ayrıca bu, birçok insan için ruh sağlığını yeniden kazanmak açısından önemlidir. Bilinçli olarak derin ve yavaş nefesler alıp verdiğinizde, bedeninize PNS’sini (parasempatik sinir sistemi) duraklatmasını söylüyorsunuz.

Örneğin, travma ve terk edilme hislerinin etkileri üzerinde çalışırken, duygusal düzenleme yapmak sonuçlarda büyük bir fark yaratabilir. Bunun bir yolu, solunum kontrolüdür. Solunumunuza ne kadar odaklanırsanız, o kadar çok fayda elde edersiniz.Nefesin başlangıcına ve sonuna dikkat etmek önemlidir. Biri bittiğinde, diğerine başlamadan önce biraz bekleyin. Vücudunuzdan gelen ve giden havayı fark ederseniz, bu “hayati doğal hareketi” daha iyi anlayacaksınız.

Beden ve zihne yoga yoluyla uyum kazandırmak

Yoga Hindistan’dan gelen geleneksel bir disiplindir. “Fiziksel ve zihinsel refah birliği” anlamına geliyor. Bu kelimenin ayrıca Hinduizm, Budizm ve Jainizm’deki meditasyon uygulamaları ile bağlantısı var. Bazı yoga türleri, en derin ve en unutulan noktalarınıza bağlanmanıza yardımcı olabilir. Yoga sadece bir egzersiz formundan ya da bir rahatlama tekniğinden daha fazlasıdır. İşte ana faydaları:

  • Bilincinizi geliştirmek. Yoga direnç gösterdiğiniz konular ve korkularınızla birlikte potansiyel ve doğal yeteneklerinizin farkına varmanıza yardımcı olur.
  • İçsel barış. Sakinleştirici etkisi sayesinde, hayatınızı sakin ve güvenli bir şekilde geçirmenize yardımcı olur.
  • Kendi yaşamında bulunma yeteneğini geliştirmek. Acıyı hafifletir, stresi azaltır, nefes almayı iyileştirir…
  • Sağlığınızı iyileştirmek. Yoganın sağlığa yararlarının uzun bir listesi var. Örneğin, kardiyovasküler eğitim, kilo yönetimi, nefes alma, esneklik vb. için mükemmeldir.

Ulusal Sağlık Enstitüsü (NIH) tarafından yapılan bir araştırma, yoga uygulamanın onuncu haftasında TSSB (travma sonrası stres bozukluğu) semptomlarının azaldığını gösterdi. Buna en iyi yanıt veren hastalar, diğer tedavilerde başarılı olamadı.

“Vücudunuzu saygılı ve duyarlı bir şekilde dinlediğinizde, kendi zihninizi nesnel olarak gözlemlemeyi ve iç dünyanızın gerçekliğini kabul etmeyi öğrendiğinizde; işte yogadan en fazla faydalandığınız zaman budur.”

Sağlığınızı iyileştirebilecek hareket türleri

Japonya ve Kore’deki bazı kültürler, hareket bilincini ve şimdiki anı geliştirmeye odaklanır. Bunlar travmalı kişilerin sorun yaşamaya meyilli olduğu şeylerdir. Aikido, judo, taekwondo, jujitsu ve capoeira (Brezilya) gibi dövüş sanatları bu durumlarda yardımcı olabilir. Bunların fiziksel hareketlilik, nefes alma ve meditasyon gibi ortak yönleri vardır. Yoga, taichi, Çin’de gigong yapmak ya da Afrika’dan ritmik davul çalmak da kendini tanıma yoluyla daha iyi olunabileceği fikrini destekliyor. Jon Kabat-Zinn beden ve akıl arasındaki iletişimi güçlendirme üzerine yapılan tedavilerin öncüsüdür. 1979’da, insanların öz farkındalıklarını arttırmalarına yardımcı olmak amacıyla Stres Azaltma Kliniği’ni kurmuştur.

“Olman gerekenden daha az olduğun korkusuyla, kendini kendinden daha fazla yapmaya çalışmaktan vazgeçersen, olduğun kişi çok daha hafif, daha mutlu ve birlikte yaşamak açısından daha kolay olacaktır.”

– Jon Kabat-Zinn

Bedensel hislerinize dikkat vermek, duygularınızın en yüksek ve en düşük değerlerini tanımanıza yardımcı olabilir. Bunları tanıdığınızda, kontrol altına almanız daha kolay olacaktır. Kişisel farkındalığı uygulamak, sempatik sinir sisteminizi sakinleştirir. Aynı zamanda “kavga et ya da kaç tepkisi” olasılığını da azaltır. Bu, bedensel farkındalığın engellenen duyguları ya da dürtüleri salmaya yardımcı olduğu anlamına gelir.

Duyusal dünyanız sizden önce ortaya çıkar

Kendi teninizde güvende hissetmiyorsanız, tamamen iyileşemezsiniz. Fiziksel gerginliğin açığa çıkarılması, sorunlu duygularınızı da gidermeye yardımcı olacaktır. Hareket, daha derin nefes almanıza ve bu gerginliklerin vücudunuzu terk etmesine yardımcı olur. Bu, istismara uğramış çocuklar, TSSB’li askerler, cinsel istismar mağdurları, mülteciler, vb. için de işe yarayan bir yöntemdir. Bu kişilerin hikayeleri, ifade terapilerinin ne kadar etkili olabileceğinin bir kanıtıdır.

Yeni terapi tedavilerine destek sadece kanıtlanmış olan şeyler için gelir. 1928’de Alexander Fleming’in penisilin’in antibiyotik özelliklerinin keşfetmesiyle, 1965’de nasıl çalıştığını tam olarak anlamamız arasında neredeyse kırk yıl geçti.

Psikolog Beatriz Caballero

Kadın ve yaşamdaki rolleri; üzerinde yeniden düşünmeye ve sorgulamaya değer belki…

Dünyadaki en akıllı canlı varlık olan insan türünün, iki cinsinden biri olarak var olan kadın; ilk kadından bu güne kadar zihinsel, ruhsal ve sosyal önemli değişimler geçirmiş ve günümüz dünyasında farklı yaşam rollerini üstlenen bir varlık haline gelmiştir.

Öncelikle kadının temel rollerine bakarsak, bunlar; doğurganlık başta olmak üzere ‘cinsel rolü’ ve dünyaya getirdiği çocuğunu koruma, besleme ve bakımını içeren ‘annelik rolü’dür. Bu temel roller aynı zamanda kadının içgüdüsel olarak sahip olduğu rolleridir, yani sonradan öğrenmeyle veya tercih edilerek alınan roller değildir. Bu rolleri üstlenmeyen veya yadsıyan, reddeden kadında fiziksel ve ruhsal sorunlar yaşanma olasılığı çok yüksektir. Yani anlaşılacağı üzere kadının doğal içgüdüsel yönelimle sahip olduğu rolleri vardır ve bu rollerin gerçekleşmemesi kadında sorunlara yol açar.

Bu temel rollerin üzerine eklenmiş olanlar ise; ‘eş rolü’, sonra eş ve çocuktan oluşan ailenin barındığı mekanın, bakım ve işlerini (ev işleri dediğimiz işler) içeren ‘ev kadını rolü’, sonra da bizim sosyo-kültürel yapımız ve benzeri toplumlardaki ‘gelin rolü’dür. Bu roller de içgüdüsel olmasa da evlenen her kadın için hemen hemen kaçınılmaz rollerdir. Ancak bunlarla da bitmiyor tabi. Günümüz kadını artık iyi bir eğitim almak, istediği bir mesleğe sahip olmak veya ilgi ve becerisi olan herhangi bir alanda çalışmak, iş yaşamının içinde olmak istiyor, yani ‘çalışan kadın rolü’ yukarıdakilere ekleniyor. Bu rol sadece kadının istemesiyle değil tabi, bazen zorunluluklar nedeniyle de üstlenilebilen bir rol.

Tüm bu rollerin dışında bir de sosyal roller var; komşuluk rolü, bir dernek, vakıf, cemaat veya farklı bir toplumsal oluşumun dahilinde alınan roller vs. Bunlar da çoğunlukla bir zorunluluk olmayan, tercihe ve ilgilere bağlı olarak üstlenilen rolleri kadının. Kadının rollerini kısaca özetlemiş olduk. Her kadın tabi ki bu rollerin hepsini üstlenmiyor; farklı tercihlere, farklı önceliklere, farklı düzeylere ve farklı rollere sahipler.

Bu bağlamda ifade etmek istediğim aslında şu; her kadın üstlendiği bu rolleri yeterli düzeyde gerçekleştiremiyor veya bir rolüne gereğinden fazla önem verirken bir diğerini aksatıyor. Fazlaca üstlendiği rollerin getirdiği görevlerin baskısı bazen kadını tüketiyor. Yanlış öncelikler, yanlış seçimler mutsuzluk da getirebiliyor. Bu roller içinde herkes istediği rolü veya rolleri almakta serbest. Ancak bunu yaparken bazı ölçütlerin hesaba katılması gerek. Bunlardan en önemlisi bizi mutlu edip etmeyeceği. Sonuçta hepimiz içgüdüsel olarak mutlu olma isteği ve eğilimi taşıyorsak, eylemlerimizin de bu yönde olması gerekir.

Örneğin, kariyer rolü üstlenen ve bu nedenle örneğin annelik rolünü aksatan bir kadının uzun vadede mutlu olma olasılığı artıyor mu azalıyor mu? Bana göre azalıyor. Çünkü bugün psikologlar olarak biliyoruz ki; özellikle anne sevgi, ilgi ve yakınlığından yoksun kalan insanlar mutsuz ve verimsiz oluyorlar, hatta bir çoğu depresyon başta olmak üzere bir çok psikolojik sorunla karşı karşıya kalabiliyor. Ayrıca çocuğuna yeterli sevgi, ilgi, zaman verememesi annenin kendisini de ruhsal olarak olumsuz etkiliyor.

Çalışan veya kariyer peşinde koşan herkes için aynı şeyi söyleyemem tabi, ama annelik rolünü aksatmadan, önceliğin bu olması gerektiğini bilerek rollerini dengeleyen kadınların kendileri de çocukları da daha mutlu ve uyumlu olmaya adaylar. Bu söylediklerimden kadının çalışmasına, iş ve sosyal hayat içinde olmasına karşı olduğum gibi bir anlam çıkmaz umarım. Burada vurgulamak istediğim şu ki; kadın temel rollerini yeterince umursamaz, bunları hakkı ve layıkıyla üstlenmez ve diğer rollere bunlardan daha fazla önem ve çaba gösterirse bu mutsuzluk getirebilecektir.

Çevremde ve mesleğim dolayısıyla tanıdığım bir çok insanın ne yazık ki bu tür öncelik hatası yaptığını görüyorum. Sonra da bu yüzden çıkan sorunlarla uğraşıp duruyorlar. Yaşamdan istediklerimizi daha geniş bir perspektiften bakarak yeniden ele alabilmeliyiz. Bizi ve ailemizi gerçekte neyin mutlu edeceğini yeniden görmeye çalışmalıyız.

Ve bir kadın üstlenmek istediği tüm rollerini yeniden sağlıklı bir öncelik sırasına koyarak ele almalı ve ona göre rollerini almalıdır. Gerektiğinde bir rolünden hiç düşünmeden vazgeçebilmeli veya erteleyebilmelidir. En önemlisi temel rolleri başta olmak üzere üstleneceği rolleri elinden gelen en iyi biçimde gerçekleştirebilmelidir.

Bir çok kadının bu yönde kendini revize ederek, içinde oldukları olası rol karmaşasını ortadan kaldırabilmelerini ve böylece cinsiyet kimliklerini daha da güçlü ve verimli hale getirebilmelerini umuyorum. Naçizane bir çağrı ve bir umut sadece..

Uzman Psikolog Bülent Korkmaz / Kadın Rolleri

Duygularımızı saklarken, aslında onlara ne yaptığımızı biliyor muyuz?!..

Duygularımız, yaşadığımız içsel ve dışsal olay ve durumlar karşısında oluşan ruhsal tepkilerimizdir. Örneğin; sevinmek, öfkelenmek, mutlu olmak, aşık olmak, nefret etmek, üzülmek, kıskanmak, korkmak, kaygılanmak, sıkılmak, neşelenmek ve bunun gibi bir çok duyguyu farklı sıklık ve düzeylerde yaşarız. İstisnasız hepimiz bu duygulanım sistemine doğal olarak sahibiz.

Yani tüm insanların kaçınılmaz olarak yaşadıkları ortak bir olgu duygular.

Ancak duyguların ifade edilmesi, yansıtılması aşamasında ise insanlar birbirleriyle önemli ölçüde farklılıklar göstermektedirler. Herkes duygularını aynı oranda dışarı vurmuyor; kimi insan tüm duygusal yaşantısını paylaşmayı ve ifade etmeyi seçerken, kimi bunu daha az yapıyor ve kimi insanlar da neredeyse duygularını hiç dışarı vurmamayı seçiyor. Yada bu bir çoğu için bir seçim de değil; bunu yapamıyor. İşte o zaman ‘duyguların tutsaklığı’ başlıyor. Öfkelerimiz, korkularımız, nefretlerimiz, kaygılarımız yada sevinçlerimiz, mutluluklarımız, aşklarımız.. gizli kalıyor, ortaya çıkamıyorlar ve biz onları engelliyor, hapsediyoruz. Bu duygularımız belleğimizde bir süre sonra silikleşiyor ve bazen siliniyorlar. Ama bizi asla tam olarak terk etmiyor, yok olmuyorlar. Belleğimizden uzaklaşsalar da ruhsal yapımızın daha derinliğinde varlıklarını sürdürüyorlar ve dışarı çıkabilmek için bekliyor ve fırsat kolluyorlar. Biz izin vermedikçe daha da gerginleşiyorlar ve negatifleşmeye başlıyorlar. Bu tutsaklığı hak etmediklerini biliyorlar ve özgür olmak istiyorlar. Bazen farklı ve dolaylı yollardan dışarı sızma fırsatları buluyorlar ama bu gerilimlerini tam olarak sona erdiremiyor. Zaman içinde negatif bir enerjiye dönüşüyorlar ve işte en kötüsü orada başlıyor; adeta kaynayan bir zehre dönüşüp içten içe bizi zehirlemeye başlıyorlar. Biz bu zehirlenmenin sonucunu bir ruhsal bozukluk veya bazen fiziksel bir hastalık olarak yaşıyoruz, asıl nedenini anlayamadan. Duygular tutsaklıklarına isyan ediyor ve ilk tutsak oldukları andan daha güçlü ve agresif bir biçimde kurtulmaya, özgür olmaya çalışıyorlar, bazen yakıp yıkarak.

Bunu anlamalıyız, duygularımızın sesine kulak vermeliyiz. Onları dışa vurmayışımızın nedeni ne olursa olsun; ister kendine güvensizlik, ister pasif kişilik yapımız, ister dışa vurmaktan korkmamız, ister davranış alışkanlığı vs. ne olursa olsun bu engeli aşmaya çalışmalı ve duygularımızı içimizde tutmaktan, onları tutsak etmekten vazgeçmeliyiz. Onlar bizi daha doğru anlatacak olan ve ruhumuzun özgün ürünleri; dürüstçe ve cesurca ifade edilmek üzere bekliyorlar. Asıl yerde, asıl zamanda ve asıl kişilere, olduğu gibi ifade edilmek istiyorlar. Ertelenmeye, bekletilmeye yada engellenmeye fazla tahammülleri yok, oluştukları anda dışarı çıkmak istiyorlar. Var oluşumuzun en önemli unsurlarından biri olan duygularımızı içimizde tutmaya çalışmak hem var oluşumuza, hem de ruhumuzun doğasına karşı durmak anlamına gelmiyor mu? Öyleyse duygularımızı tutsak etmeyelim ve olabildiğince dışa vuralım onları, dürüstçe ve cesurca.

Uzman Psikolog Bülent Korkmaz / Duyguların Tutsaklığı

Boşanma, bireylerin alıştıkları hayat düzeninden koparak yeni bir düzene geçmeleri anlamına gelmektedir. Bazı bireyler boşanma sonrası yeni düzene çabuk adapte olurken, bazı bireyler zorlanmakta ve bu süreci aşmakta sorunlar yaşamaktadır. Bireylerin boşanma süreci sırasında veya boşanmanın ardından zorlanması, mutsuzluk, üzüntü, umutsuzluk, öfke gibi duygular yaşaması oldukça normaldir. Ancak hissedilen olumsuz duyguların ve zorlukların yoğun olarak yaşanması, bireylerin yeni hayatlarına adapte olmasını zorlaştırmakta ve yaşam kalitesini düşürmektedir.

Boşanan çiftlerin çocuklarının olması, boşanma depresyonu yaşamaları ihtimalini arttırmaktadır. Çocuğun sorumluklarının paylaşılması, velayetin kimde kalacağı gibi sorunlar bireylerin duygusal olarak daha fazla zorlanmalarına ve boşanma depresyonu yaşanmasına yol açan nedenler arasında yer almaktadır.

Boşanma sonrası depresyon hem kadınlarda hem de erkeklerde görülebilen bir psikolojik durumdur. Boşanma depresyonu, kadınlar da genellikle mutsuzluk, umutsuzluk, özgüven kaybı gibi belirtilerle ortaya çıkarken, erkeklerde öfke kontrol sorunları, çabuk sinirlenme, ani ilgi kaybı gibi belirtilerle ortaya çıkmaktadır.

Boşanma Sonrası Depresyonunun Nedenleri Nelerdir?

Boşanma sonrası depresyon, boşanma sürecinde yaşanan sorunlar, bireylerin yeni hayatlarına adapte olmakta güçlük çekmesi veya boşanmayı inkâr etmesi sonucunda ortaya çıkan bir psikolojik sorundur. Boşanma depresyonu, her bireyde farklı nedenler dolayısıyla görülen bir olgudur. Boşanma depresyonunun nedenlerinden biri eşlerden birinin boşanmak istememesidir. Karşı tarafın boşanmak istemesine rağmen evliliğini bitirmek isteyemeyen, boşanmak istemeyen kişilerde bu duruma bağlı olarak mutsuzluk, umutsuzluk, uyku ve yeme problemleri gibi depresyon belirtileri görülmektedir.

Boşanma depresyonu, bireylerin evlilik sürecinin ardından bireylerin yeni yaşam düzenine adapte olamaması nedeniyle ortaya çıkabilmektedir. Yeni bir eve taşınmak, ortak arkadaşlarla görüşmeyi kesmek, varsa çocuk ile tek başına ilgilenmek, yalnız bir birey olarak yeni bir düzen kurmak bazen bireylere duygusal olarak ağır gelebilmektedir.

Boşanma depresyonu, eşlerden birinin diğer eşten boşanma sürecinde duygusal, fiziksel, sözlü olarak şiddet görmesi durumunda da açığa çıkabilmektedir. Boşanmak istemeyen, mal paylaşımı veya velayet konusunda zorluk çıkaran eş tarafından rahatsız edilen, tehdit alan bireylerde boşanma aşamasında depresyon görülmektedir.

Boşanma Sonrası Depresyonunun Belirtileri Nelerdir?

Boşanma sonrası depresyonu, boşanma sürecinde ve süreci bitiminin ardından birçok belirti ile kendini göstermektedir. Boşanma depresyonunun belirtileri aşağıda listelenmiştir.

  • Mutsuzluk
  • Huzursuzluk
  • Umutsuzluk
  • Öfke kontrol problemi
  • Çabuk sinirlenmek
  • Konsantrasyon sorunu
  • Karar vermekte zorlanma
  • Suçluluk
  • Sevilen, yapmaktan hoşlanılan şeylere karşı ani ilgi kaybı
  • Uyku problemleri (çok uyuma, hiç uyuyamama, gece terörü gibi)
  • Yeme problemleri (çok yemek veya hiç yemek yememek gibi)
  • Yeme problemlerine bağlı kilo almak veya kilo vermek
  • Özgüven kaybı
  • Madde ve alkol bağımlılığı
  • İntihar düşünceleri (İleri düzey depresyonda görülür.)

Boşanma depresyonu belirtileri, boşanma esnasında ve boşanma sürecinin ardından hemen veya birkaç ay sonrada ortaya çıkabilmektedir. Boşanma depresyonunun ortaya çıkması bireyler veya yaşanan olaylara bağlı olarak değişmektedir. Ancak bu her bireyin boşanma depresyonu yaşayacağı anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte boşanma depresyonu belirtileri hafif veya şiddetli bir şekilde kendini gösterebilmektedir. Boşanma sonrası depresyon teşhisinin konulması için belirtilerin birkaç tanesinin 2 haftadan uzun bir süredir görülüyor olması gerekmektedir.

Boşanma Sonrası Depresyonun Tedavisi Var Mıdır?

Boşanma sonrası depresyon tedavisi olan bir psikolojik problemdir. Boşanma depresyonunun tedavisi, depresyon konusunda uzman terapistler tarafından uygulanmaktadır. Bireylerin arkadaşları, ailesi ile yapacağı görüşmeler ve sohbetler tedavi olarak nitelendirilmemektedir. Boşanma depresyonun doğru bir şekilde tedavi edilememesi durumunda bireylerin hayatı olumsuz olarak etkilenmekte ve yaşam kalitesi düşmektedir.

Boşanma sonrası depresyonunda bireysel davranışçı terapinin etkili bir yöntem olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte psikiyatristin uygun görmesi durumunda ilaç tedavisi de boşanma depresyonu tedavisinde kullanılan yöntemlerden biridir.

Psikoterapi Atölyesi 

Cep telefonuna bakmadan yaşamak sizin için zor mu?

Cep telefonuna bakmadan yaşamak bu kadar mı zor? Cep telefonuna bakmadan yaşamak sizin için zor mu? Telefonsuz ne kadar durabilirsiniz? Neden sürekli cep telefonuna bakma ihtiyacı duyuyoruz?

Son 24 saat içinde, hatta şöyle soralım, son bir saat içinde kaç kere cep telefonunuzu alıp, yeni ne olmuş diye baktınız? Akıllı telefonlar yaşamımızın ayrılmaz birer parçası haline geldi ama telefona bakma alışkanlıkları ya da bağımlılığı ülkeden ülkeye farklılıklar gösteriyor. Son araştırmalara göre Avrupa genelinde insanlar gün içinde ortalama 48 kere telefonlarını kontrol ediyor. Bu sayı Türkiye de 78’e kadar çıkıyor. Yani ortalama 13 dakikada bir telefonlarımıza bakıyoruz.

İngiltere’de de son araştırmalara göre cep telefonu bağımlılığı Türkiye ile başat bir düzeyde. İnsanlar ortalama 12 dakikada bir telefonlarına uzanıyor.

Neden sürekli cep telefonuna bakma ihtiyacı duyuyoruz?

Telefonlarımız, kendi tercihlerimizle oluşturduğumuz içerik ve seçeneklerle dolu. Bu bakımdan onlarla ilişkimiz, radyo ya da televizyonla ilişkimizden farklı. Bunan da ötesinde yer yer tamamen alışkanlıkla ya da can sıkıntısından telefona baktığınız da olabiliyor. Cep telefonu yazılımlarını hazırlayanlar, sizin ara sıra sıkılınca telefona yönelmenizi beklemiyor, sık sık dikkatinizi çekecek yöntemler kullanıyor. Örneğin bildirimlerle size sürekli yeni bir şeyler olduğu, bir şey kaçırmakta olduğunuz duygusu aşılanıyor

Bu uyarılara direnmek çok güç.

‘Değişken oranlı düzen’ tekniği: Kumar bağımlılığı

Telefonlarımızdaki uygulamaların ve sosyal medya platformlarının en çok bağımlılık yaratan yönü ise muhtemelen sık sık kumarhaneler ve oyun makinalarında kullanılan ve ‘değişken oranlı düzen’ denilen psikolojik bir teknik. Örneğin bir kumar makinası kullandığınızda, başlat düğmesine her basışta büyük ödülü, küçük bir miktarı kazanma ya da hiç bir şey kazanamama ihtimalleriniz var. Bu da sizi “belki bu defa kazanırım” düşüncesiyle bir daha oynamaya yöneltebiliyor. Devam ederseniz bir aşamada ödüle mutlaka ulaşabileceğiniz düşüncesiyle sürdürüyorsunuz.

Bu teknik telefon uygulamalarında da kullanılıyor. Örneğin Instagram’da, Twitter’da ya da Facebook’ta neler olduğuna bakıyorsunuz, fakat karşınıza ne çıkacağını bilmediğiniz için cazip bir şeye rastlama, ya da kendi yaptığınız bir sosyal medya paylaşımına çok sayıda ‘beğen’ alma ihtimali, sık sık bakma isteğinizi güçlendiriyor.

‘Beğen’ aldığımızda beynimizde neler oluyor?

Ödül mahiyetindeki şeyler, örneğin yeni bir takipçi, yeni bir beğen, paylaşımımıza gelen yorumlar ya da yeniden paylaşımlar beynimizde heyecan yaratarak dopamin adındaki kimyasal maddenin salgılanmasına yol açıyor. Dopamin, yani insan beyninin ödül niteliğindeki şeylere verdiği kimyasal tepki, “mutluluk hissi” veriyor. Mutluluk hissettiğimiz için de bunu sağlayan fiili sürdürme isteğimiz büyüyor.

Tıpkı egzersizden sonra, başka bir insanla fiziksel yakınlık nedeniyle, lezzetli bir şey yediğimizde, zevkli bir muhabbet ortamında ya da bolca güldüğümüzde olduğu gibi, olumlu sosyal medya etkileşimleri de dopamin salgısını artırabiliyor.

Dolayısıyla dopamin yükselmesi arzusu ve ihtimali bir tür bağımlılık yaratarak tekrar tekrar telefonlarımıza bakmamızı, ve iyi bir şey olup olmadığını çek etmemizi teşvik ediyor. Tabi ki telefona erişim imkanları da önemli ama bunu veri sayarsak belki de en çok bu bağımlılık döngüsü yüzünden 13 dakikada bir telefonlarımıza bakıyoruz.

Döngüyü nasıl kırabiliriz?

Gerçek hayatla bağımızı artırıp sanal dünyaya bağımlılık döngüsünü kırmanın ilk adımı, telefondaki bütün uyarıları kapatmak. Böylece sürekli yeni mesajlar ile aklımızın çelinmesini bir ölçüde engelleyebiliriz. Ondan sonraki adım ise telefonu göremeyeceğimiz ya da kolay erişemeyeceğimiz bir yere, başka bir odaya ya da bir çekmeceye koymak olabilir. Bu, özellikle de belli bir konuya odaklanarak çalışmanız, dikkatinizi toplamanız gereken durumlarda gerçekten çok faydalı bir yöntem olabilir.

Son olarak dopamin salgısına yol açan egzersiz ya da müzik dinlemek gibi başka faaliyetlere yönelme fırsatları yaratmak denenebilir.

ZEYNEP GÜÇLÜCAN

Dinlemek iletişim kabiliyetlerinin belki de en önemlisi. Neden kabiliyet diyorum? Çünkü kabiliyetler öğrenilebilir, geliştirilebilir. Televizyon programlarında birbirini dinlemeyen konuklar…

Herkesin bir ağızdan konuşup kimsenin kimseyi doğru dürüst dinlemediği aile, arkadaş… meclisleri. İşi dinlemek olan bizim gibi terapistler için gerçekten katlanılması zor ortamlar… Zira başkalarının lafını kesmeye alışkın değiliz. Odaklanmadan yarı kulakla dinleyemiyoruz da…

İlişki terapisinde en sık yapılan şikayetlerden biri “eşim beni dinlemiyor.” Her ne kadar giderek insanların anlaşılmaktan ziyade, beğenilme isteklerinin arttığını gözlemlesem de, hala birçoğumuz için anlaşılmak çok önemli. Dinleme kabiliyeti elbette terapistler için de önemli bir kabiliyet. Terapistler dinlerken farklı kulaklarla dinliyor: Muhtemel travmalar, danışanın duyguları, düşünceleri, psikoterapiden beklentileri, hedefleri…

Bu yazıda üzerinde durmak istediğim konu ise daha çok günlük ilişkilerde insanları düzgün bir şekilde dinlememizi engelleyen, önümüze sıklıkla çıkan 10 engel. Bunları nasıl fark edebilir ve üstesinden gelebiliriz?

1. Kendi söyleyeceklerimizi düşünmek

Okul sıralarından kazandığımız bir alışkanlık belki de. Kendimize sıra gelince nasıl soruyu çözeceğimizi düşünmekten, diğer öğrencilerin çalışmalarını göz ardı ederiz. Bu bazen öğretmenler tarafından da pekiştirilir. Sırası gelen öğrencinin çok hızlı bir şekilde davranması beklenebilir. Düşünmek için vakit verilmeyebilir. İleri yaşlarda bana soru sorulduğunda, “ya saçmalarsam,” “ya insanlar benim salak olduğumu düşünürse” gibi endişeler konuşmayı performansa dönüştürebilir. Kendimize odaklanmaktan karşımızdakini dinleyemeyiz.

Bir şey rica edebilir miyim? Bir şey konuşabilir miyiz? Bir dakika bakar mısın?

Bu sözcükleri duymak bile bazen kaygı düzeyimizin yükselmesi için yeterli olur. Daha  bizden bir şey rica edilmeye başladığında nasıl itiraz edebileceğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Bazen bu santraç oyunu gibi tüm bir konuşma akışını kafada düşünmek şeklinde de olabilir. Böyle dersem, böyle cevap verir, ben de böyle cevap veririm.

2. Filtreleme / Seçici dinleme

Yalnızca bazı noktalara odaklanarak dinlemektir. Örneğin, kızma, üzülme gibi tepkilerini test edebiliriz karşımızdaki kişinin. Bir gencin ebeveynlerinden bir şey istemeden önce onların ruh halini ölçmeye çalıştığını düşünün. Odaklandığı şey keyifliler mi? Acaba bu konuyu açmak için doğru zaman mı olabilir. Bu durumda söylediklerinin içeriğinden ziyade ebeveynlerinin duygu durumuna odaklanabilir. Söylediklerinin çoğunu algılamayabilir.

İnsanlar dinlenildiklerini hissettikleri anda iyileşmeye başlarlar.

Kendi söyleyeceklerimizi düşünmekle alakalı olabilir. Kendi sıramız geldiğinde kullanabileceğimiz bir argüman yakalamaya çalışmakdan karşımızdaki kişiye tümüyle odaklanamayız. Yalnızca duymaya hazır olduklarımızı duyuyor olabiliriz. Örneğin; tutkulu aşk yaşanan tahminen ilk iki yıl süren ilişkide karşımızdakinin bize uygun olmadığını gösteren özelliklerini pek duymayız. Kendimiz hakkında söylenen eleştirileri de filtreliyor olabiliriz. Partnerimizin yakınmalarını duymamak gibi. Sıklıkla evlilik terapisi sürecinde bir eş “bıktım artık” derken, diğeri “hiç bu konuda bir şey dediğini hatırlamıyorum” diyebiliyor.

3. Niyet okuma 

Bazılarımız hafiye gibi, karşımızdakinin söylediklerini anlamaya çalışmak yerine mimiklerinden, duruşundan, konuşmasının tonundan konuşmanın altında yattığına inandıkları anlamlar çıkarmaya çalışır.

– Kıyafetim olmuş mu?

* İkisi de aynı görünüyor?

– Sana zaten bir şey yakışmaz mı diyorsun?

4. Yargılama

Yeni bilgiler de edinsek, eski kalıplarımıza soktuğumuzda yeni bir şey öğrenmemiş oluruz. Birisi hakkında olumsuz yargılarımız varsa, bu yargılara örnek bulmak için dinleyebiliriz. Farklı kalıplara (yalancı, palavracı, narsist…) sokmuş olabiliriz kişiyi. Değişik etiketler yapıştırmış olabiliriz. Bu pencerelerden baktığımızda da bize söylenenleri duyamayız.

“Gene başladı palavra sıkmaya…”

5. Hayal kurma

Herkesin dikkati dağılabilir. Hele de multitasking yaşamaya alışmış bireyler. Başkasını dinlerken aklımıza başka şeyler gelebilir. Hoşlanmadığınız konular da olabilir. Cep telefonları ve sosyal medya ile giderek azalan dikkat süremizi göz önüne alırsak bu anlaşılabilir. Bazen de başkalarını dinlerken geçirdiğimiz vakti kaybedilmiş vakit olarak görebiliriz. O sırada bir şeylerle meşgul olmayı tercih ederiz. Ama bunlar çok sık oluyorsa, konuşma partnerimizden soğuduğumuz, kontakt kurmaktan ya da bu konuyla yüzleşmekten çekindiğimizi de gösteriyor olabilir.

6. Nasihat verme

Karşımızdaki daha sözünü bitirmeden hemen akıl vermeye çalışmaktır. Örneğin, eve gelen eş işinde yaşadığı güçlüklerden bahsetmeye başlar başlamaz, üniversiteye geri dönmesi gerektiği ve akademik kariyer araması gerektiğini tavsiye etmek gibi. Eşin istediği yalnızca işte yaşadığı zorluklarla ilgili sempatidir. Duygusal çöpünü dökerek rahatlamaktır oysaki.

Bu duruma sanıyorum kadınlar daha fazla maruz kalıyorlar. Erkekler kendilerince olayı çözmeye gayret ediyorlar. Konu sonrasında “bir şey yapmak istemiyorsan bu konuda neden konuşuyorsun?” “Ya çözmek için bir şey yap, ya da bana dert yanma” diyerek kızabilirler.

Birinin önyargı ile bakmayarak, sizin yerinize sorumluluk almaya ve bir kalıba sokmaya çalışmayarak sizi gerçekten dinlemesi gibisi yoktur. Carl Rogers

Nasihat verme alışkanlığının bir nedeni de vakit kaybetmek istemememiz, zamandan tasarruf etmeye çalışmamız. Bunu sıklıkla öğrenci eğitim ilişkilerinde gözlemliyorum. Öğrenciler henüz sormak istedikleri soruları belirli başlıklarda kısaca toparlayamadıkları için sözlerini bitirmeden ne yapmaları gerektiğini söyleyebiliyor eğitmenleri.

7. Tartışma

Bazen konuşma dili yalnızca tartışmaya dönüşür. Kişiler taraf alır. Sürekli kendini savunma, ithamda bulunma ve tartışmadır iletişim. Konu ne olursa olsun dinamik budur. Bireyin dinleme kabiliyeti henüz çok az gelişmemiş de olabilir. Ya da ilişki böyle bir boyuta gelmiş olabilir.

8. Haklı olmalıyım

Haksız olabileceğimizi kabul etmekte güçlük çektiğimiz için meydana gelir. Bu nedenle yalan söyleme, bahane bulma, yapılan eleştiriyi geriye püskürtme cihetine gireriz.

9. Topu taca atmak

Konu çok kişiselleşmeye başlayınca şakaya vurma ya da hafife alarak başka bir konuya geçmektir. Sigarayı bırakmanız gerektiği söylenince… bu kadar stresle başka türlü baş edilmez deyip savuşturmak gibi.

10. Yatıştırmak

Tansiyon yükselmesin diye çok çabuk ve fazlaca ötesini berisini düşünmeden karşı tarafa katılmaktır. Tam olarak karşıdakinin isteklerini anlamadığımız için yanlış da yapabiliriz. Karşımızdakinin müziğimizin sesinden şikayetçi olduğunu düşünün. Ev arkadaşımız “müzik” der demez, “afedersin hemen kısıyorum” diyebiliriz. Oysa ki arkadaşımız bizden kulaklık takmamızı istiyor olabilir. Ya da müziği değiştirmemizi.

Yukarıda sıraladığım engellerin birçoğunu siz de fark etmişsinizdir başkalarında. Kendimizde fark etmemiz korkarım daha güç olabiliyor. Geçmişe dönük olarak içgörü kazanmış olabiliriz. Önemli olan sanıyorum yaşarken fark edebilmek ve davranışımızı değiştirebilmek.


PSİKOLOG TUBA AYDIN

Mutluluk kavramı oldukça göreceli bir kavram. Eski çağ filozoflarından günümüze değin çok farklı alanlardan uzmanlar mutluluk nedir sorusuna cevap aramıştır.

1) Mutluluk Nedir? Mutluluk tanımı

İki türlü mutluluk tanımı yapılmaktadır.

  1. Hedonik mutluluk.
  2. Psikolojik mutluluk. Yalnızca hedonik mutluluğu elde etmek bireyi mutlu kılmaz. 

Mutluluk nihai amaçtır.

Başka bir şeyi elde etmek için istenmez. Yani bir insan neden okula gitmek ister. İş bulmak için. Peki neden iş bulmak ister. Para kazanmak için. Para kazanmayı neden arzular. Ailesini geçindirebilmek için… Nihayetinde tüm bunları istemesinin nedeni mutlu olabilmek içindir.

Bir çoğumuzun düşündüğünün aksine, mutluluk bize olan bir şey değildir. Bizim gerçekleştirdiğimiz bir şeydir… – Mihaly Csikszentmihalyi

Mutluluk negatif duyguların olmaması değildir. 

Mutluluk hem negatif hem pozitif tüm duyguları dolu dolu yaşamaktır. 7/24 mutlu olamaz insan. Sürekli olarak mutlu olması, gülmesi, neşe içinde olması söz konusu değildir. Negatif duygularımıza karşı duyarsızlaşamayız. Kendimizi iyi tanımamız oldukça önemli. Kırılganlıklarımızı kabul ederek onlarla barışık olmak bizi daha mutlu kılar.

Mutluluk başarı değildir.

Mutluluk nedir sorusuna birçok insan büyük çabalardan sonra elde edilen başarı anındaki duygu olarak cevap verir. Oysaki yapılan birçok araştırma başarı elde eden insanların başarısızlık yaşayanlardan daha fazla mutlu olmadığını gösteriyor. Başarı her zaman mutluluk getirmiyor. Fakat mutluluk başarı getirebilir. Mutluyken insan daha fazla şey öğrenebilir. Yüksek bir motivasyonla işine devam edebilir.

Sevinçli bir yaşam tariften kopyalanması mümkün olmayan kişisel bir yaratıcılıktır. – Mihaly Csikszentmihalyi

Mutluluk tek beden değildir.

Herkesin mutluluk kaynakları birbirinden farklıdır. Bunlardan bazıları şunlar olabilir; doğa, aileyle vakit geçirmek, spor yapmak, iş, müzik… Bireyler kendi mutluluk kaynaklarını kendileri keşfetmeli.

Elbette herkesin mutluluk kaynakları birbirinden farklıdır. Fakat yol gösterici olabilecek aşağıdaki formül sıklıkla dile getirilir.

MUTLULUK = Genetik %50 + Yaşam Koşulları %10 + Amaçlı Etkinlikler %40 Mutluluk = Beklentiler / Gerçeklik

Kimler daha mutludur?

Genetik faktörler %50

Maalesef mutluluğumuz tamamiyle bizim elimizde değil. Mutluluk yüzde elli oranında genetik faktörlere dayanıyor. Farklı ikiz çalışmalarıyla bu oranlar ortaya konulmuştur.

Demografik nedenler %10

Yaşadığımız yer, cinsiyetimiz, eğitim ve maddi durumumuz gibi faktörler mutluluk oranını %10 oranında belirler. Maalesef birçok insan demografik faktörleri değiştirmeye çabalar. Oysaki bunların çoğu elimizde değildir. Ayrıca mutluluk düzeyimiz üzerinde de yüksek bir etkiye sahip değiller.

Cinsiyet. Birçok araştırma kadınlar ve erkekler arasında mutluluk düzeyleri açısından kayda değer bir farklılık ortaya koymamıştır. Fakat depresyon gibi psikolojik hastalıklar kadınlarda daha fazla görülmektedir. Bunun fizyolojik ve toplumsal etkileri bulunmaktadır.

Medeni hali. Yapılan araştırmalar tutarlı bir biçimde evli insanların mutluluk düzeylerinin daha yüksek olduğunu göstermektedir. Fakat bu oran çok yüksek değildir. Evli insanlara yaşamı sürdürme amacı verebilir eş ve çocuklar. Yalnızlık ise birçok psikolojik hastalıklara davetiye çıkarabilmektedir. Elbette kötü giden bir evlilik de bireyin mutluluk seviyesini düşürebilmektedir.

Boşanan kadınların, boşanan erkeklerden daha düşük seviyede mutlu oldukları ortaya konmuştur. Bunda boşanmış kadınların sosyo-ekonomik düzeyleri rol oynamaktadır.

Amaçlı davranışlar %40

  • İyimser olmak, olumlu düşünme, şükran duyma (olumlu olanları fark etmek), affetmek, spor yapmak, kültürel ve sanatsal etkinliklere katılmak…gibi olumlu duygu ve davranışlar.
  • Yapılabilecek olan amaçlı davranışlardan birisi de şükran günlükleridir. Birey haftada üç defa hayatında şükran duyduğu şeyleri not eder. Bunlar oldukça küçük şeyler olabilir. Örneğin; çok şükür arkadaşım telefon etti, karnım doydu…

İnsan devamlı mutlu olabilir mi?

7/24 mutlu olabilmek söz konusu değildir. Aynı günün içerisinde de bireyin mutluluk seviyesi inip çıkabilir. İnsanların en mutlu olduğu vakitlerden birisi sabah uyandığı vakitlerdir. Birey umut dolu olarak uyanabilir. Mutluluk düzeyimizin dalgalanması normal bir süreçtir. Bunun psikolojik olduğu kadar fizyolojik nedenleri de bulunur. Örneğin; yemek yedikten sonra kendimizi daha mutlu hissederiz.

Para mutluluk getirir mi?

Bu soru özellikle ülkelerin mutluluk düzeyleri karşılaştırılırken gündeme gelir. Büyük ölçüde kişi başına düşen geliri yüksek olan ülkelerin mutluluk düzeyi de yüksek görülmektedir. Örneğin, İskandinav ülkeleri mutluluk düzeyleri en yüksek olan ülkelerdir.

Fakat kimi ülkeler bu eğilimin dışında duruyor. Örneğin; Japonya’nın kişi başına düşen geliri Çin’den kat ve kat yüksek olmasına rağmen mutluluk düzeyleri hemen hemen eşittir. Geliri oldukça düşük olan Meksika gibi Güney Amerika ülkelerinin ise mutluluk düzeyleri daha yüksektir.

Yakından yapılan incelemeler şu sonuçları ortaya koyuyor. Temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra elde edilen gelir bireyin mutluluk düzeyini çok fazla etkilemiyor. Eğer kişi barınma ve yaşamını idame ettirecek gıdayı elde etmekte güçlük çekiyorsa, mutlu olmasını beklemek çok gerçekçi olmaz. Fakat zenginlerin daha da zenginleşmesi mutluluk düzeyleri üzerinde pek etki yaratmıyor.

Örneğin; piyangodan büyük ikramiye kazananlar başlangıçta büyük bir mutlu olsalar da çok kısa sürede hedonik adaptasyon yaşarlar. Yani önceki iyi oluş düzeylerine geri dönerler. Hatta paranın yaşattığı stres ve sosyal baskılar nedeniyle birey eskisine oranla daha bile mutsuz olabiliyor.

Öyleyse mutluluk düzeyini etkileyen diğer veriler nelerdir? Dünya Mutluluk Veri Bankası (World Database of Happiness) şu faktörleri ortaya koyuyor.

  1. Milli gelir
  2. Vatandaşlık hakları
  3. Özgürlük (ekonomik, politik, bireysel)
  4. Eşitlik (kadın / erkek, gelir)
  5. Toplumsal çeşitlilik (göçmenler, tolerans)
  6. Eğitim

Mutluluk ve psikolojik iyi oluş: Kişinin iyi ve kaliteli bir yaşam sürüp sürmediğini belirleyen kriterler tespit edilmiştir.

Fiziksel / biyolojik iyi oluş: Sağlıklı olmak sadece hasta olmamak değildir. Değer üretebilmek ve sosyal ilişkilerimizin iyi olması da önemlidir.

Sosyal iyilik hali

  • Topluma kendini ait hissetme
  • Güvende hissetme
  • Değer kazanma
  • Sosyal ilişkilerin iyi olması
  • Sarılmak
  • Evcil hayvan besleyerek onlarla iletişim içinde bulunmak da mutluluk düzeyini artırır.

Psikolojik / Duygusal iyi oluş

Ruh sağlığımızın genel olarak nasıl olduğu önemli. Birey sürekli kaygılı, evhamlı, depresif olabilir ya da mutlu olabilir.

Maddi / Finansal iyi oluş

Günlük ihtiyaçlarımızı karşılayabilmemiz, iş güvenimizin olması iyi oluşumuzu etkiler.

Manevi iyi oluş

Bu herhangi bir dine inanmak ve bu dinin gereği olan ritüelleri ve ibadetleri yerine getirerek karşılanabilir. Veyahut da hayatta anlam ve amaç bulmakla da ilgili olabilir. Yaşamda anlam ve amaç bulmak insan psikolojisi üzerinde derin bir etki yaratır.

Çevresel iyilik hali

Doğadan kopmamak, çevreyi korumak, diğer canlılara da yaşam hakkı tanımak …

Yapılan araştırmalar düzenli yürüyüş yapmanın hafif düzeyde depresyonu olan bireylerde anti-depresanlar ve psikoterapi kadar etkili olduğunu gösteriyor.

Entellektüel iyi oluş

  • Meraklı olmak
  • Yeni bir şeyler öğrenmek
  • Yeni yerler görmek
  • Kitap okumak
  • Kendimize her gün bir şeyler katmak

Kariyer iyi oluş

  • Üretken olmak, çalışmak
  • Ortaya koyduğumuz ürünlerden gurur duyabilmek

Psikolojik ihtiyaçlarımızı gidermek

İletişim ihtiyacı

Barınma, beslenme gibi fiziksel ihtiyaçlarımızın dışında psikolojik ihtiyaçlarımız da bulunmaktadır. Psikolojik ihtiyaçlarımızın en önde geleni ilişki ihtiyacıdır. İnsanlarla derin, doyurucu ve sağlıklı iletişim içinde olmak bizim için bir ihtiyaç.

Güven. İnsanlara olan güvenimizi kaybettiğimizde umudumuzu da büyük ölçüde yitiriyoruz. Oysaki mutlu olmak bir anlamda umutlu olmaktır. Mutluluk düzeyi yüksek olan İskandinav ülkelerinde insanların birbirine olan güveninin de yüksek olduğu görülmüştür.

İki temel ilişki tarzımız bulunuyor; besleyici ve zehirleyici ilişkiler. Besleyici ilişki tarzına sahip insanlarla birlikte vakit geçirdiğimizde motivasyonumuzu artırır, bizi duygusal ve sosyal olarak beslerler. Yanlarından mutluluk düzeyimizi artırmış olarak ayrılırız.

Birey doyurucu bir ilişki içerisinde iken yaşanılan bir ihlal sonrasında büyük bir güven kaybı yaşanabilir. Bu durumda pozitif psikolojinin başlıca konularından biri olan affedicilik gündeme gelebilir. Affetmek hayata uygulaması en zor, kimi zaman ise imkansız olan erdemlerden bir tanesidir.

Psikolog Tuba Aydın

Hayat topyekün

Koca bir muamma şu gelecek! Yoksa meçhul mü demeli? Daha sözün başında; ısmarlamacı bir toplum olduğumuz söylense ne dersiniz?

Çokça itiraz edileceğini sanmıyorum. Ekmek ısmarlarız, sebze-meyve, şeker…her şey. Aklınıza gelebilecek her somut varlığın bir şekilde birilerine ısmarlandığını görürsünüz, duyarsınız. Bu kadarla kalır mı? Hayır! Soyut ısmarlamalar da yapılır. Evlenmek için kız ısmarlanır, görücü gönderilirpek çok kıza. Çocuklar için eğitim biçimi, meslek, torun… Kısacası hayat bile ısmarlarız. Ismarlama yaşadığımızdan olsa gerek hiç yadırgamayız ısmarlama duyguları, ısmarlama düşünceleri… Yani ısmarlama hayatı.

Hayat topyekün ısmarlama ise, gelecek neden ısmarlama olmasın ki? Hem gelecek dene demek? Geçmiş-gelecek ısmarlama kurgudan başka nedir? Peki ya şimdi! ‘Şimdi’ yok zaten. Şimdi’nin yeri yok hayatımızda. Oysa asıl olan şimdi. Zaman, ancak şimdi içinde algılanabilir çünkü. Sadece algılamak mı? Ya yaşamak! Şimdi’de yaşanan değil midir asıl yaşantı. Lütfen dikkat: Zamanı idrak etmekten bahsediyorum, yoksa günü gün etmek hedonizminden değil kesinlikle.

İşte, geçmişe takılıp kalanlar ya da boyuna gelecek ısmarlayanlardır şimdi’nin idrakinde olamayanlar. Bu ısmarlama, kimileyin narsizm aşamasına kadar varır. “Bencillik, insanın istediği gibi yaşaması değil;başkalarının kendisinin istediği gibi yaşamasını beklemesidir.” der Oscar Wilde. Tastamam narsistik bir yaklaşım demek ki gelecek ısmarlamak. Lâkin öylesine sinmiş ki varlığımıza, çoğumuz farkında değiliz bu durumun. Hatta kalıtsal bir hal almış. Öyle ki insanlar, kendilerine ısmarlayıp da gerçekleştiremedikleri yaşantıyı başkalarının şahsında (çoğu kere çocuklarıyla) yaşamaya gayret sarf etmekte. Böylece ‘gelecek’ yanı sıra bir de geleceğin narsistik kişileri de ısmarlanmış oluyor. Böylesi bir yaşam tarzında sen’e hiç mi hiç yer yoktur. Aksine ben’in sınırlarının olabildiğince genişletildiğine şahit oluruz. Hem de  bir başkasının benlik sınırına kadar. O da yok sayılan bir sınırdır zaten. Zira önemsenen, sınır değil merkezdir. O merkez ise ‘ben’dir.

Ben merkezli/bencil yaşantıda tıpkı ‘yapma’ odaklı (ben/özne  —–şey/nesne) yaşantıda olduğu gibi ilişki yoktur. İlişkinin olmadığı yerde iletişim de yoktur. Çünkü noktasaldır olup biten. Öyle ki; bu beraberlikte, ben ile sen arasında yaşanan ‘birlikte varolma’ ya odaklı özneler arası (ben/özne — sen/özne) döngüsel yaşantıyı aramak muhaldir. Döngüsellik yoksa ya çizgisellik vardır ya da noktasallık. Oysa hayat, ne çizgiseldir ne noktasal.

Ben – sen ilişkisi paylaşmaya dayanır; yaşamın paylaşılmasına. Ben, hem kendini yaşar hem de ötekini aynı anda. Birbirine katışan ama  birbirine kilitlenmeyen ben’ler arası bir ilişkidir bu. Birlikte şekillenme, birlikte olgunlaşma ve nihayetinde bütünleşme; yani ‘olma’ hali. Oysa ben – şey ilişkisi ben ile nesne arasında yaşanır. Ben’in şey’e kilitlendiği paylaşımsız bir sahiplenmedir bu. Ben’ler dünyasındaki gerçeklik değil, nesneler dünyasındaki sanallıktır asıl görüntü. Sahip olmak dürtüsünün kışkırttığı yapan(lık) hali kişiyi sen’e daha bir yabancılaştırır. Sen’e yabancılaştıkça kendi ben’ine de yabancılaşır insan. Böylelikle çizgisel de olsa yaşanan devinim hızla durağanlaşır ve gitgide sabitlenerek noktalaşır.

Kendine yabancılaştığı oranda ısmarlamacı hali belirginleşen insan, zamanla kendi gerçeğini göremez olur. Fakat kendinde göremediği gerçeğini başkalarında görmek ister. Aslında yanılsamadan başka bir şey değildir bu; üstelik başkalarının da kendilerine aitgerçeklerinin olacağını görmezden gelme pahasına yaşanan bir yanılsama. Sanır ki, her şey kendisinde  başlamakta ve kendisinde bitmektedir. Her şey kendisine aittir. İşte bu yaklaşımdır insanı ısmarlamacı yapan, aşkla şevkle gelecek ısmarlatan.

Son söz: Esas olan şimdi’nin yaşanmasıdır; geleceği şimdileştirmeden ama. Şimdi ısmarlanamaz çünkü.

MEHMET SOLAK

Bilinçli Farkındalık Nedir?

Yaşamımız, deneyimlerimiz ve deneyimlerimizin üzerimizde bıraktığı etkilerin bütünüdür. Ancak, deneyimlerimizin bizi nasıl etkilediğini çoğu zaman gözardı etme eğilimindeyizdir. İyi bir meslek edinmek, lüks bir arabaya sahip olmak, başarılı bir öğrenci olmak… Tüm bunlar bizi nasıl etkiler? Örneğin; kimi öğrenci için sınavdan ortalama bir puan almak tatmin ediciyken, başka bir öğrenci için bir sınavdan tam puan almak, bir sonraki sınavda da bu başarıyı sürdürememe ihtimali sebebiyle kaygı uyandırıcı olabilir. Özetle; yaşamımızdaki varoluş biçimimiz, deneyimlerimizi nasıl algıladığımız ile bağlantılıdır. Bu yüzden; aynı dünyadaki bireyler olarak, temelde benzer şeyleri deneyimler gibi görünsek de, farklı yaşamları deneyimleriz. İşte bilinçli farkındalık kavramı, bu noktada kendini gösterir. Şimdiki anda, içinde bulunduğumuz ortamı ve şartları derinlemesine irdeleme fırsatı bulduğumuzda şu sorular ortaya çıkar: Karşımıza çıkan durumları nasıl algılıyoruz ve algıladığımız bu durumlar bizi ne şekilde etkiliyor?

Bilinçli farkındalık şimdiki an içerisinde gerçekleşenlere odaklanmayı ve bunun sonucunda fark edilenleri kabul etmeyi içerir. Bilinçli farkındalığın iki boyutu vardır:

  1. Algılamak
  2. Algılananı kabul etmek

Bilinçli farkındalığın algılama boyutu dikkat vermeyi gerektirir. Deneyimlediğimiz durumlara tam bir dikkat veremediğimizde, olanı görmemiz zorlaşır. Aynı zamanda bir duruma dikkat verebilmemiz için, ona tüm önyargılarımızdan arınarak bakabilmemiz de gerekir. Aksi halde, olanlara objektif bir açıdan bakmamız mümkün olamayabilir, daha da ilerisi önyargılarımız nedeniyle, kendimize içinde bulunduğumuz anın/ durumun belirli kısımlarına bakma fırsatı dahi veremeyebiliriz. Örneğin; öfke, üzüntü gibi olumsuz duygularımızı bastırma veya yok sayma eğilimine sahip olabiliriz. Bu noktada; deneyimlediğimiz durumları yargılamadan, şefkatle kabul edebilmek gerekir. Bu sayede geçmiş ve gelecekten bağımsız bir şekilde ‘anda olmayı’ deneyimleyebiliriz. Kendi içimize döndüğümüzde, şimdimizde ‘mutlu’, ‘öfkeli’ veya ‘korkmuş’ hissedebiliriz. Gerçekten nasıl olduğumuza bakabildiğimiz ve o anda gördüklerimizi kabul edip akışa bırakabildiğimizde biriktirmeyiz, öfkemizi de mutluluğumuzu da biriktirmez ve geçiciliği kabul ederiz. Bilinçli farkındalığı deneyimlemek için, önce dikkat verir, verdiğimiz dikkat sonucu algıladıklarımızı şefkatle ve yargısızca kabul ederiz.

Bilinçli farkındalık; yalnızca iç dünyamıza değil, çevremizde olup biten deneyimleyebildiğimiz tüm durumlara derinlemesine ve şefkatli bir kabul ile bakmayı içerir. Bilinçli farkındalık büyük resme bakabilmektir. ‘Yalnızca olana’ bakabildiğimizde; baktığımız yerde ‘her şeyi’ görürüz. Örneğin; elimizdeki kuru üzüm tanesine derinlemesine baktığımızda; o üzümü eken çiftçiyi, üzümün dalındaki asma yapraklarını, üzümün henüz dalında yeni çıktığı halini, lezzetinin ekşiden tatlıya evrilişini, dalından toplanma aşamasını, arabalara yüklenip bize doğru yola çıkışını, asmanın ekilip büyüdüğü toprağı, onu sulayan yağmuru, bulutu, güneşi aslında evreni görürüz.

Kuru Üzüm Egzersizi

Bir şey yerken gerçekten yediğimiz şeyin tadını çıkarıyor muyuz?
Yoksa kafamız başka düşüncelerle meşgul olduğu için gıdanın bize sunduğu lezzeti kaçırıyor muyuz?

  • Şimdi tüm dikkatimizi bu kuru üzümü yemeye vereceğiz, sadece bu kuru üzümü yemeye konsantre olacağız.
  • Hareketsiziz, başka bir aktivite yaparken (örneğin araba kullanırken, yürürken) yemiyoruz.
  • Odaklanın ve yavaşlayın.
  • Üzümü ağzımıza atmadan önce parmaklarımızın arasında bir inceleyelim.
  • Üzümü incelerken bilinçli olarak nefes alıp verin ve üzüm hakkında neler hissettiğinizi anlamaya çalışın.
  • Üzüm ne renk, şekli ne, yüzeyi nasıl, dokusu yumuşak mı, kokusu nasıl?
  • Şimdi üzümü ağzımıza atalım ve çiğnemeye başlayalım.
  • Bunu yaparken nefes alıp vermeye devam edelim.
  • Ağzımda yarattığı his ne, tadı nasıl?
  • Çiğnerken günlük çaba ve sorumluluklardan uzaklaşıyoruz, sadece ağzımızdaki üzümleyiz.
  • En az 20 kez üzümü çiğneyin.
  • Bir üzüm tanesini çiğneyip yutmanın, sizin için nasıl bir his olduğunu anlamaya çalışın.

Psk. Yağmur Damla Demir

Nefes egzersizleri, kendini iyi hissetmenin en verimli yollarından biri. Günlük yaşamın stresi, büyük şehirlerde yaşamanın neden olduğu yorgunluk, zorlayıcı hayat koşulları kişinin kendini kötü hissetmesine neden olabilir. Bu durum süreklilik kazandığında ise kişide psikolojik ve hatta fiziksel sorunlar görülmeye başlayabilir. Böyle bir duruma karşın alınacak uzman desteği çok önemli olmakla birlikte kişinin kendini rahatlatmayı öğrenmesi de en az bu destek kadar önemlidir. Evde rahatlıkla uygulanabilecek nefes egzersizleri kişinin kendini rahatlatmak için yapabileceklerinin başında gelir. 

Özellikle psikolojik hastalıkların semptomlarını azaltmada ve sakinleşmede oldukça etkili bir yöntem olan nefes egzersizlerinin uygulaması da oldukça basittir. Elbette sorununuzun nefes egzersizleriyle çözülemeyecek noktaya geldiğini düşünüyor, bir türlü stresten ve kendinizi kötü hissetmekten kurtulamıyorsanız bir uzman desteği almanız gerekir.

Doğru Nefes Nasıl Alınır?

Doğru nefes almayı, insan dünyaya geldiği ilk anda en doğal şekilde biliyor. Bebekler nefes alırken ya da ağlarken nefeslerini hep doğru bir şekilde kullanırlar. Hatta doğru nefes aldıkları ve seslerini doğru kullanabildikleri için bebekler çığlık çığlığa ağladıklarında bile seslerinin kısıldığına rastlamak mümkün değildir.

Ancak ilerleyen yaşla birlikte insan bu özelliğini kaybetmeye başlar. Fakında bile olmadan bebekken doğru kullanılan nefes, ilerleyen yaşlarda göğüs yani akciğerden alınan nefes haline gelir. Akciğerlere alınan nefes, göğüs kafesinin şiştiği ve omuzların yukarı kalktığı hissedilir. Bu nefesin kaburga kemiklerinin altında midenin üzerinde arkada sırtımıza kadar uzanan ince bir bölge olan diyafram adalesine doğru gönderilmesi gerekir. Yani doğru nefes alındığından göğüs bölgesinin değil bu bölgenin şişmesi gerekir. 

Diyaframdan alınan nefes, uzun süreli olarak tutulabilir. Nefesin önce aşağıda diyafram bölgesine alınıp sonra azar azar verilmesinin öğrenilmesi gerekir. Doğru nefes almak hayat kalitesini önemli ölçüde etkiler.

Nefes Egzersizlerinin Faydaları Nelerdir?

Nefes egzersizlerinin psikolojik ve fiziksel sağlığa birçok etkisi vardır. Özellikle psikolojik rahatsızlıkların semptomları üzerinde etkili olduğu bilinen nefes egzersizleri kaygı bozukluğu ve depresyon yaşayan kişilere tavsiye edilir. Kaygı bozukluğuna bağlı olarak ortaya çıkabilecek panik atak esnasından da sıklıkla kullanılır ve kişinin önemli ölçüde rahatlamasını sağlar. 

Psikolojik hastalıklar üzerindeki önemli etkisinin dışında nefes egzersizlerinin sağlığa olan faydaları şu şekilde sıralanabilir;

  • Astım hastalarına iyi gelir,
  • Kan akışını düzenler,
  • Kişinin duruşunu düzeltir,
  • Daha enerjik hissedilmesini sağlar,
  • Kalp ritmini düzenler,
  • Sindirimi iyileştirir,
  • Vücuttaki kas dengesini geliştirir,
  • Uyku düzenini sağlar,
  • Dikkat dağınıklığına iyi gelir.

Nefes Egzersizleri Nasıl Yapılır?

Nefes egzersizleri özel bir alan ya da ekipman gerektirmez, her an her yerde kolaylıkla uygulanabilir. Önemli olan tek şey kendinizi rahat hissettiğiniz ve dikkatinizi dağıtacak şeylerin bir ortamda olmaktır. Böyle bir alanda nefes egzersizlerini kolayca uygulayabilir ve gevşeyebilirsiniz.

Egzersiz sırasında nefes alıp verirken yavaş olmaya ve derin nefes almaya özen göstermeniz gerekir. Vücudunuzun dik durması da size kolaylık sağlayacaktır. Dikkat etmeniz gereken diğer noktalar ise şu şekildedir;

  • Her şeyden önce doğru alanı bulun. Koltuk, yatağınız ya da balkonda bir köşe en rahat ettiğiniz noktada daha çok verim alırsınız.
  • Kendini rahat bırakın ve bunu zorunluluk olarak görmeyin.
  • Günde birkaç kez tekrarlayın.
  • Kendinizi rahat hissettiğiniz kıyafetleri tercih edin.
  • Zamanlamasını kendinizi göre ayarlayın.

Sakinleştirici Nefes Egzersizleri

Uyarıcı Nefes

Yogada kullanılan nefes alma tekniklerinden uyarlanan uyarıcı nefeste amaç hayat enerjisini yükseltmek ve farkındalığı artırmaktır. Örneğin, panik atak anında bu nefes tekniğini uygulayarak panik atağınızı kontrol altına alabilirsiniz. Uyarıcı nefes egzersizini yapmak için;

  • Burnunuzdan derin nefes alıp verin. Ağzınız rahat bir şekilde kapalı olsun. Nefes almanızla vermeniz eşit ve mümkün olduğunca kısa olmalı.
  • Saniyede 3 kez nefes alıp vermeyi deneyin. Bu nefes alışverişi hızlı bir diyafram hareketine sebep olur. Her 3 nefes alışverişinizden sonra normal nefes alın.
  • İlk denemenizde 15 saniyeden fazla yapmayın. Uyarıcı nefes pratiği yaparak süreyi 5 saniye uzatabilir ve 1 dakikaya kadar çıkabilirsiniz.
  • Uyarıcı nefes egzersizini doğru bir şekilde yaptığınız takdirde farkındalığınız arttığını görebilir, daha canlı ve enerjik hissedebilirsiniz.

Rahatlatıcı Nefes (4-7-8 Egzersizi)

Rahatlatıcı nefes egzersizi en kolay nefes egzersizidir. Herhangi bir ekipman gerektirmez ve istediğiniz her yerde istediğiniz zaman yapabilirsiniz. Aynı zamanda sinir sistemi için doğal bir yatıştırıcıdır. Bu özelliğiyle depresyon hastaları için çok sık tercih edilen bir nefes egzersizi olmuştur. Fakat bu egzersizi ilk defa yapacaksanız, öğrenmenin ilk aşamasında sırtınızı dik tutmanızı tavsiye ediyoruz. Egzersize başlarken;

  • Dilinizi üst dişlerinizin arkasına yerleştirin. Egzersiz boyunca diliniz orada kalmalı.
  • Ağzınızdan vızıltı sesi çıkararak nefes verin.
  • Ağzınızı kapatın. İçinizden 4’e kadar sayarak burnunuzdan nefes alın.
  • 7 saniye boyunca nefesinizi tutun.
  • 8’e kadar sayarak ağzınızdan vızıltı sesi çıkararak nefesinizi verin.
  • İşte bu 4-7-8 döngüsüdür. İlk döngüyü tamamladınız. 3 kez daha bu egzersizi yaparak 4’e tamamlayın.

Unutmayın, bu egzersizde nefesi burnunuzdan sessizce alırken ağzınızdan ses çıkararak vermelisiniz. Her gün iki kez tekrar ederek pratiğe başlayabilirsiniz. Fakat çok sık yapmamalısınız. İlk ayda tek seferde 4 egzersizi geçmemelisiniz. Zamanla sayıyı artırabilirsiniz.

Nefes Sayma 

Oldukça kolay olan nefes sayma egzersizinde saymaya odaklanarak nefes alışverişi gerçekleştirilir. Uygulanması şu şekildedir:

Rahat bir yere dik bir şekilde oturun. Başınız öne hafifçe eğik olsun.

  • Gözlerinizi kapayın.
  • Birkaç derin nefes alın, verin.
  • Ardından nefesinize müdahale etmeyin, bırakın vücudunuz kendi kendine halletsin.
  • Nefesiniz daha yavaş ve sessiz olacaktır ama ritmi ve derinliği farklı olacaktır.
  • Egzersize başlarken nefes verirken ‘1’ diye sayarak başlayın.
  • Diğer nefes verişinizde ‘2’ diye devam edin, 5’e kadar gelin.
  • Yeni bir döngü yaratmak için ‘1’ diyerek tekrar başlayın.
  • Sayarken her bir döngüde 5’in üstüne çıkmayın ve sadece nefesinizi verirken sayın. 8,12, hatta 19’a çıktığınızı fark ettiğinizde dikkatinizin kaybolduğunu göreceksiniz.
  • Bu egzersizi 10 dakika boyunca yapmaya çalışın.

Nefes Görselleştirme 

Nefes verdiğinizde havanın burnunuza girdiğini, oradan tüm vücudunuza yayıldığını ve geri dışarı çıktığını hayal edin. Havanın tüm kaslarınızdan, ayak parmaklarınıza kadar her yere ulaştığını nefesinizi vermeden önce düşünün. Nefesinize odaklanmak parasempatik sisteminizi aktifleştirir, sakinleştirir ve uykuya hazırlanırken kalp atışlarını yavaşlatır.

Diyafram Nefesi 

Diyaframdan alınan nefes fiziksel olarak gevşeklik sağlar ve zihni dinlendirir. Diyafram nefesi özellikle anksiyete için oldukça faydalıdır. Bu egzersize başlarken;

  • Yere sırt üstü uzanın ve bacaklarınızı rahatça açın. Ayak parmaklarınız dışarı baksın.
  • Kollarınızı bedeninizin yanına uzatın. Avuçlarınız dışarı baksın ve parmaklarınız dışarı baksın.
  • Bir elinizi göğüs kafesinin altına, diğer elinizi de göğsünüzün üzerine getirin.
  • Nefes alın. Dikkatiniz nefesinizde olsun.
  • Nefes alırken göğüs kafesinin altı şişiyorsa, diyaframla nefes alıyorsunuz demektir.
  • 5 kez derin nefes alın. 3’e kadar sayarak nefesinizi verin.
  • Ellerinizin nefesinizle birlikte yükselişine ve alçalışına odaklanın.

Bu egzersizlerin psikolojinizi rahatlatacağından emin olabilirsiniz. Doğru nefes alma teknikleri ve egzersizleri vücudunuzdaki gerginliği azaltarak psikolojik olarak kendinizi daha enerjik ve sağlıklı hissetmenizi sağlayacaktır. 

Psikolog Eren Artun Ergül

İç huzur, adından da anlaşılacağı gibi, dış koşullarınıza veya başınıza gelenlere bağlı değildir. Aslında bu, hayata nasıl bakmaya karar verdiğinize bağlı. İç huzur sahibi olmak, bugünlerde ütopik bir istek gibi görünüyor. Gerçekten de, bu kadar çok iş, aile ve kişisel sorumlulukla nasıl sakin kalabilirsiniz? Sosyal olarak sizden istenen statüye ve başarıya ulaşmak ve tüm yükümlülüklerinizi yerine getirmek için gün içinde yeterli zaman yoktur.

Ancak, önceliklerinizi yeniden düzenlerseniz ne olur? Gerçekten hak edene değer vermeye başlasanız: Sağlığınıza, huzurunuza, sevdiklerinizle birlikteliğinize ve küçük şeylerdeki mutluluğa. Adından da anlaşılacağı gibi, iç huzur dış dünyadan ve içinde bulunduğunuz koşullardan bağımsız, kişisel olarak benimsemeyi seçtiğiniz tutumdan gelen bir şeydir. Hayatı yaşarken takmayı seçtiğiniz gözlükler, onu görme şeklinizi tanımlar. Bu nedenle, stres ve kaygıdan muzdarip birçok insandan biriyseniz ve bu gerçeği değiştirmek istiyorsanız, işe kendinizi değiştirerek başlayın.

İç huzur için yedi adım

1. Endişelenmeyi bırakın

Yapmanız gereken en önemli değişikliklerden biri, endişeyi hayatınızdan çıkarmaktır. Endişelenmek, bazen kaçınılmaz olsa da, aslında işe yaramaz. Bir konu üzerinde tekrar tekrar durmak, sizi yalnızca çıkmaza sokar ve endişenizi artıran aynı zihinsel yolculuğu çıkmak anlamsızdır. Odağınızı değiştirin ve endişelenmek yerine dikkatlice düşünün. Olumsuz bir durumla karşılaştığınızda, dikkatlice analiz edin. Ardından, bir çözüm olup olmadığına ve bu konuda bir şeyler yapıp yapamayacağınıza karar verin. Yapabiliyorsanız, devam edin ve harekete geçin. Sevmediğiniz şeyi değiştirmek için harekete geçmek sizin işiniz. Öte yandan, bir çözümünüz yoksa yine de harekete geçmelisiniz. Ancak bu sefer zihninizi kontrol etmek için harekete geçmelisiniz. Sonsuz bir endişe ve ruminasyon döngüsüne girmenize izin vermeyin. Gelen gerçekliği kabul etmeye odaklanın, akışta kalın, ondan bir şeyler öğrenin ve devam edin.

2. Nefes alın

Fiziksel durumunuz ile zihinsel durumunuz arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu nedenle, endişe sizi bunalttığında, oturun ve nefes alın. Yavaş, derin, diyafragmatik nefesler alın ve hemen fiziksel olarak rahatlamış hissetmeye başlayacaksınız. Ardından, zihinsel gerginliğinizin de nasıl azaldığını göreceksiniz. Yine de, bu kaynağı sadece bir acil durum önlemi olarak kullanmamalısınız. Aslında gerçekten iç huzuru yakalamak istiyorsanız derin nefes almayı bir alışkanlık haline getirin. Düzgün nefes almaya her gün en az iki on dakika ayırın. Çok geçmeden, genel kaygı düzeyinizin önemli ölçüde düştüğünü fark edeceksiniz.

3. Olumlu düşünün

Daha önce de belirttiğimiz gibi, dünyaya hangi gözlükten bakmak istediğinizi dikkatlice seçmek çok önemlidir. Şikayetler, mağduriyet ve güçsüzlükle ilgilenirseniz, yalnızca hüsrana uğramış ve çaresiz hissedeceksiniz. Bunun nedeni, zihninizi problemler, zorluklar ve sınırlamalar gibi sizi çevreleyen olumsuz her şeyi aramaya, bulmaya ve tespit etmeye alışmış olmanızdır. Etrafınızın zorluklarla çevrili olduğunu düşünüyorsanız, mutlu olamaz ve kendinizi huzurlu hissedemezsiniz.

Hayatın her fırsatını, kaynağını ve olumlu yönünü belirlemek için beyninizi kolayca eğitebilirsiniz. Bunu bilinçli olarak yaparak başlayın. Sahip olduğunuz tüm iyi şeylerin her gün farkında olmak ve onlar için minnettar olmak için çaba gösterin. Zamanla bu fonksiyon otomatik hale gelecek ve ne kadar şanslı olduğunuzu bir anda anlayacaksınız.

4. Hareket etmeye devam edin

Sakinlik ve rahatlama durumuna ulaşmak için hareket etmeniz gerektiğini düşünmek mantıksız olabilir. Ancak, gerçekten öyle. Düzenli olarak egzersiz yapmak sadece fiziksel sağlığınıza fayda sağlamakla kalmaz, aynı zamanda zihinsel sağlığınızı da iyileştirir. Zihninizi arındırmanıza, endişelerinizden sıyrılmanıza ve güven ve öz saygı kazanmanıza yardımcı olur.

5. İyi uykular

Dinlenmenizin hem nicelik hem de nitelik olarak yeterli olmasına dikkat edin. Anksiyetenin en yaygın belirtilerinden biri uykusuzluk veya uykuya dalma güçlüğüdür. Ayrıca, genel bir uyku eksikliği sadece durumu daha da kötüleştirir. Bu nedenle, yatmadan önce endişelerinizi bir kenara bırakmaya dair kesin bir karar alın. Yatmadan önce son bir saatinizi kafanızı dağıtacak rahatlatıcı ve keyifli bir aktiviteye ayırın. Sonuçta, bugün artık kafanızı meşgul eden konular için hiçbir şey yapamazsınız ama yarın onlarla ilgilenebilirsiniz. Şimdilik uykunuza öncelik verin.

6. Şimdiki zamanda yaşayın

Şimdiki zamanda yaşamak, yalnızca burada ve şimdi olanlara dikkat etmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, şu anda olanlarla uyum içinde olmak ve zihniniz ve hayal gücünüz dışında her şeyin basitçe var olmadığının farkında olmak anlamına gelir. Kendinizi şimdide yaşamak için eğitmeyi başarırsanız, ne geçmişin hayaletleri ne de geleceğin korkuları iç huzurunuza eziyet edemeyecektir. Bunu yapmanın bir yolu meditasyon veya farkındalıktır. Bir şans verin!

7. Kendiniz olun

Bu ifadenin oldukça yıpranmış bir klişeyle sınırlandığını biliyoruz. Aslında, kendiniz olmayı öğrenmek bir meydan okumadır, ancak refahınızı garanti eden temellerden birini temsil eder. Çoğu zaman fikirlerinizi, arzularınızı, zevklerinizi ifade etmekten korktuğunuzu ve uyum sağlamak için bir maske takma eğiliminde olduğunuzu fark edebilirsiniz. Ancak, uzun vadede bu iç huzurunuzu bozar. Bu nedenle ideal olanı, kendinizle bağlantı kurmayı ve başkalarının ne dediğini umursamadan hayatınızı yaşamayı öğrenmenizdir. Bu sayede özlediğiniz iç huzura kavuşabileceksiniz.

Hayatınızda sizi mutlu eden hiçbir şey yoksa, belki de sizi yeniden parlatacak şeyi kendi içinizde aramanın zamanı gelmiştir. Bazen yolunuzu kaybedersiniz ve sizi mutlu edecek, devam etmenize yardımcı olacak bir şey bulmanız zorlaşır. Belki eşiniz sizi mutsuz ediyor, işinizi sevmiyorsunuz ya da hayatınızı görme ya da yaşama şeklinizi değiştirmek istiyorsunuz. Ancak, kendinizi sıkışmış hissediyorsunuz, ilerleyemiyorsunuz. Günlük hayatın kaosu, yaptığınız şeyin gerçekten yapmak istediğiniz şey olup olmadığını düşünmekten sizi alıkoyuyor. Ayrıca hiçbir şeyin sizi neden mutlu etmediğini düşünmenizi de engeller. Ayrıca, tüm günlük aktiviteleriniz sizi çok önemli olan başka bir şeyden uzaklaştırır: kendinizden.

“Hayat yalnızlık, sefalet ve ıstırapla dolu – ve her şey çok erken bitti.”

-Wody Allen-

Devam etmenize yardımcı olacak beş ipucu

İyileşmek, kim olduğunuzu bilmek ve gideceğiniz yerin sizi mutlu edeceğinden emin olmak için zaman zaman biraz sağlıklı bencillik gerekir. Ayrıca, buranın başkalarının sizin için seçtiği değil, sizin seçtiğiniz yer olduğunu netleştirmek için. Sıkışmış hissettiğinizde ilerlemek için yapabileceğiniz birçok şey var. En önemlisi duygularınız, hisleriniz ve arzularınız üzerinde derinlemesine düşünmektir.

1. Ne istediğinizi düşünün

Ne istiyorsunuz? Sizi ne heyecanlandırıyor? Başkalarının sizin için düşündüklerinden etkilenmenize izin vermeyin. Ne istediğinizi ve sizi neyin mutlu ettiğini düşünmelisiniz. Hepimizin gerçekleştirmekten korktuğumuz hayalleri ve arzuları var ama hayat kısa ve gerçekten özlemini çektiğiniz şeye doğru yürümenin zamanı geldi.

2. Mutlu olmak için hareket edin

Düşünmek yetmez. Ayrıca sizi hayalinize götürebilecek her şeyi yapmaya başlamalısınız. Örneğin, her zaman bir oyuncu olmak istediyseniz, bir tiyatro kursuna kaydolarak başlayın, tiyatro veya sinema ile ilgili etkinliklere gidin ve sizinle aynı ilgi alanlarına sahip insanlarla etkileşime geçin. Böylece sizi mutlu eden şeylerden keyif almaya başlayacaksınız.

“Bir dakika içinde tavrımı değiştirebilirim ve o dakika içinde bütün günü değiştirebilirim.”

-Spencer Johnson-

3. Hayatınızın hızını yavaşlatın

Her şeyi bir anda yapmaya çalışmaktan vazgeçin. Ara verin. Neyin acil olduğunu ve neyin bekleyebileceğini düşünün. İster ay ışığında yürümek, ister arkadaşlarınızla veya ailenizle bir yemeğin tadını çıkarmak, ister partnerinizle akşam yemeği yemek olsun, kendinize zaman ayırmak, en sevdiğiniz şeyin tadını çıkarmak için zaman bulun. Kendiniz için bir an bulmak her zaman mümkündür.

4. Ne hissettiğinizi takdir edin

Duygularınız önemlidir. Kendinize, hayatınızın şu anda size nasıl hissettirdiğini sorun. Bunun neresini sevmiyorsunuz? Üzgün hissediyorsanız, değişiklik yapmaya başlamanın zamanı geldi. Kendinizle başlayın. Giyinme şeklinizi veya saçınızı tarama şeklinizi değiştirin. Yürüme şeklinizi, insanlarla ilişki kurma şeklinizi değiştirin. Kaybedecek bir şeyiniz yok. Bu sadece yeni bir şey deneyeceğiniz ve hatta eğleneceğiniz anlamına gelir. Ağlamanız gerekiyorsa, yapın. Kimin baktığı önemli değil. Hüznünüzü bırakın. Tutmayın. Gözyaşlarının endişelerinizi ve sizi mutlu etmeyen her şeyi yok etmesine izin verin. Aslına bakarsanız, gözyaşlarınızı daha sonra güzel bir gülümsemeyle değiştirebilmek istiyorsanız, ağlamak gereklidir.

5. Başkalarının varlığından keyif alın

Kendinizi izole etmek ve başkalarıyla etkileşime girmemek sizi uzaklaştırır ve üzüntünüzün daha da derinlerine batar. Sarılmalara, öpücüklere, okşamalara, cesaretlendirici sözlere ve teselliye ihtiyacınız var. Aslında, diğer insanlarla birlikte olmanız ve onların neşesinin ve bulaşıcı gülümsemelerinin tadını çıkarmanız gerekir. Ancak, belki de kimseyi görmek istemiyorsunuzdur. Yine de, böyle hissettiğinizde, dışarı çıkıp eğlenmek için en iyi zaman budur, çünkü hiçbir beklentiniz yoktur.

Korkmasaydınız ne yapardınız?

Kendinize bu soruyu her gün sormalısınız. O zaman sizi  korkutan şeyleri bir kenara koyabileceksiniz. Unutmayın, işleri yapmanın birçok yolu vardır ve bunları kendinizi rahat hissettiğiniz şekilde yapmak önemlidir. Korkunuzun üstesinden gelmek ve risk almak, korkunuzun tamamen üstesinden gelinebileceğini fark etmenizi sağlayabilir. Ayrıca kendiniz tarafından oluşturulur.

Başarılı olsanız da olmasanız da, konfor alanınızdan çıkmak ve riskli bir şey yapmak, size yaşama sevincini tattıracak ve varlığınızın tadını çıkarmaya değer olduğunu gösterecektir.

“Yapılana kadar her zaman imkansız görünür.”

-Nelson Mandela- 

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Başkalarına saygı duymak için önce kendinize saygı duymalısınız. Ayrıca aktif dinlemeyi de öğrenmeniz gerekir. Çok az etik, sosyal ve hatta ahlaki değer, başkalarına saygı duymayı öğrenmek kadar önemlidir. Ancak, saygının kazanılması gerektiğini savunanların az olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Sanki saygı dokunulmaz bir hakmış gibi savunuyorlar ve hepimiz dünyaya ona sahip olarak geliyoruz.

Nitekim saygı, mutlu bir yaşam için en güçlü bileşendir. Çünkü kendilerine ve başkalarına saygı duymayı öğrenenler daha dolu, daha empatik ve anlamlı bir birlikte yaşamayı şekillendirebilirler. Ancak, ünlü Fransız romancı, filozof ve gazeteci Albert Camus’un dediği gibi, korkuya dayalı saygının aşırı derecede bol olduğu bir toplum türü yarattık.

Gücü olana saygı duyarız çünkü o bizden üstündür ve onlara karşı gelmenin sonuçlarından korkarız. Bu gerçek, diğerlerine ek olarak , fiil saygısını yeterince bağlayamadığımız anlamına gelir.

İlişkilerimizi etkileyen, mesafeler oluşturan ve özgün bir saygı kültürü oluşturmayı zorlaştıran hatalar, duygusal yazım hataları yaparız. Ancak saygıyı kolaylaştırmak ve bu önemli sosyal ve psikolojik boyutu sıfırdan inşa etmeyi öğrenmek, kendimizi eğitmemizi gerektirir. Her şeyden önce kendimizi dinlemeyi öğrenmek için eğitmeliyiz.

“Hiçbir şeye saygı duymuyorsan, zeki olmak büyük bir başarı değildir.”

-Johann Wolfgang von Goethe-

Başkalarına saygı duymak, dinlemeyi öğrenmek demektir

Genellikle saygı duyulması gereken iki unsur olduğu söylenir. Birincisi, diğerine değer verdiğiniz ve görünürlük sağladığınız an, ikincisi ise karşılık verdikleri andır. Ancak, daha az önemli olmayan üçüncü bir öğe eklemeliyiz. Bu kendine saygıdır. Başkalarına değer vermek için kendinize değer vermenin gerekli olduğunu anlamayı içerir. Pozitif psikoloji araştırmalarının öncülerinden Martin Seligman bu konuda ilginç bir uyarı veriyor. Benlik saygısı, refahınızın anahtarıdır ve ayrıca sosyal ilişkilerinizi kolaylaştırır. Kendiniz hakkında iyi hissettiğinizde ve kendinize saygı duyduğunuzda, başkalarıyla daha başarılı bir şekilde etkileşime girersiniz. Bununla birlikte, çok yüksek benlik saygısı, narsisizme ve başkalarının haklarını aşma eğiliminin ortaya çıktığı bir benliğin yüceltilmesine yol açar.

Psikolog ve Zürih Üniversitesi’nde profesör olan Guy Bodenmann, bu fikre başka bir unsur ekliyor. 2018’de yapılan ilginç bir çalışmada, kendisi ve meslektaşları, başkalarına saygı duymanın temel taşının nasıl dinleyeceğini bilmek olduğuna dikkat çekti. Ayrıca, aktif dinleme becerisi genellikle sağlıklı benlik saygısına ve ayarlanmış empati düzeyine sahip bir kişi tarafından gerçekleştirilir.

Anlamak için dinleyin çünkü anlamak saygı duymak demektir

Anlamak için dinlemek ve cevap vermemek, iletişim için mükemmel bir formüldür. Ne yazık ki, gerçekte, arzu edilenden çok daha az sıklıkta olur. Bununla birlikte, başkalarına nasıl saygı duyulacağını bilme yetkinliği her zaman tedavi ve iletişim ile başlar. Aslında, herhangi bir sağlıklı ilişkinin temelidir.

Aşağıdakilerden herhangi biri olursa, diğer kişinin size saygı duymadığı anlamına gelir.

  • Sizi dinlemiyorlar.
  • Size ilgi göstermiyorlar.
  • Esnek olmayan bir tutum sergiliyorlar. Örneğin, akıl yürütmenize dikkat etmezler ve konuşmadan önce bir engel oluştururlar.
  • Sizi dinlerler ama buna göre hareket etmezler ve ne söylediğinizi ve neye ihtiyacınız olduğunu dikkate almazlar.

Saygı, diğerinin bireyselliğini kabul etmek anlamına gelir.

Çocuğunuza saygı duymayı öğrettiğinizde, genellikle kendinizi ona yapmaması gereken şeyleri söylemekle sınırlarsınız. Örneğin, vurmamalı, başkalarından bir şey almamalı, bağırmamalı, itmemeli vb. Bu, çocuğunuzun zihninde “ Bunu yapma” ve “ Yapma ” gibi yasakların fazla olduğu anlamına gelebilir. En uygun şey, ne yapılması gerektiğini, saygının nelerden oluştuğunu ve nasıl uygulandığını gerçekten erken belirlemek olacaktır.

  • Saygı, diğerine görünürlük vermek ve herkesin farklı, benzersiz ve istisnai olduğunu anlamak anlamına gelir. Gerçekten de, farklılıkları kabul etmek, refahın anahtarıdır.
  • Saygı, nasıl iletişim kuracağını bilmektir. Bunu yapmak için, bir çocuğun mümkün olan en kısa sürede dinlemeyi, gözlemlemeyi ve karşısındaki kişiyle sabırla ve empatik bir şekilde bağlantı kurmayı öğrenmesi gerekir.

Her şey oldukça basit ve açık görünüyor. Bununla birlikte, yetişkin dünyamızda, her ne pahasına olursa olsun haklı olmaya çalışan ve anlamadan konuşan birçok kişi var. Bu insanlar saygı duymak için önce kendilerine saygı duyulmasını isterler. Ya da sadece kendilerine saygı duyarlar ve kendilerini diğerlerinden üstün görürler, haklarını, özsaygılarını ve itibarlarını ihlal ederler. Söylemeye gerek yok, bu tür davranışlardan ne pahasına olursa olsun kaçınılmalıdır. Ayrıca, her zaman saygı kültürünün esenlik ve mutluluğun temeli olduğunu unutmayın.

Psikolog Valeria Sabater

Hepimizin biraz daha entelektüel alçakgönüllülüğe ihtiyacı var. Bununla, bazı şeyleri algılamamızı sınırlayan ve her zaman farkında olmadığımız duygusal önyargıların, inançların ve esnek olmayan şemaların çoğunu devre dışı bırakabiliriz. Genellikle haklı olmak istersiniz. Bazen yaklaşımınızın net bir temeli vardır ve bu nedenle fikirlerinizi saygıyla savunmaya tamamen hakkınız vardır. Bununla birlikte, diğer durumlarda, gerçekçil akıl yürütme ile bilmeden bile kendinizi kaptırabilirsiniz. Bu, arzularınızın, korkularınızın ve ihtiyaçlarınızın argümanlarınıza hakim olduğu duygusal bir önyargıdır.

İnanmak istediğinize inanma eğiliminiz var. Bu son derece yaygın bir davranış türüdür. Örneğin, ciddi bir suç işlemesine rağmen hayranları tarafından hala savunulan bir ünlüyü ele alalım. Veya belirli bir spor takımının taraftarları, ihlal açık olmasına rağmen hakem tarafından belirtilen bir hatayı inkar etmekte ısrar edebilirler. Bu gibi durumlar yaşanma eğilimindedir, çünkü bir insan olarak duygularınızın yanı sıra inançlarınız, tutkularınız ve tutumlarınız tarafından da etkilenirsiniz. Sonuç olarak, yaptığınız, ifade ettiğiniz veya düşündüğünüz her şey, nesnelliğinizi bozan türden önyargı ve peşin hükümlerden arınmış değildir.

Ancak, tüm bu psikolojik karmaşıklık olmasaydı her birimiz nasıl olurduk?

Gerçekçil akıl yürütme

Twitter ve diğer sosyal medya dünyasını dolduran influencerlar ve (bilgili veya bilgisiz) insanlar tarafından beslenen bir toplumda yaşıyoruz. Bu nedenle hiçbir dayanağı ve mantığı olmayan bilgilerin geçerli kabul edilmesi son derece kolaydır. Bilimin aksini kanıtlamaya çalışması önemli değil. Kuralları koyan, beğeniler ve retweet edilmektir . Ayrıca, bilgi üzerinde düşünmekten çok uzak olan dürtüsel davranış, kaynağın güvenilirliği ile değil, duygu tarafından sürüklenmesine izin verir. İlginçtir ki, Max Planck bizi 20. yüzyılın ortalarında bu konuda uyarmıştı.

Bu ünlü Alman fizikçi ve matematikçi, bilimsel gerçeğin her zaman galip gelmediğine dikkat çekti. İnsanları bir şeyin kanıtına ışık tutarak ikna etmeye çalışmanın çoğu zaman faydasız olduğunu. Çünkü insan zihninde her zaman güvensizlik, korku ve hatta gurur gibi katı inançlar ve duygular inşa eden engeller vardır. Bunlar, en bariz mantığa karşı bile bir barikat görevi görür. Örneğin, düz dünyacılar ve aşı karşıtı hareketi ele alalım. Gerçekçil akıl yürütme bize her zaman gördüklerimizi, bize söylenenleri ve başımıza gelenleri filtrelediğimizi söyler. Yine de, gerçekleri nadiren kendimiz incelerizHadi daha yakından bakalım.

Benim bakış açımla çelişme

Çok az duygusal önyargı, psikolojik mimarinizde motive olmuş akıl yürütme kadar derinlerde bulunur. Örneğin, sevmediğiniz birinin doğru veya takdir edilmeye değer bir şey söylediğini veya yaptığını fark ettiğinizde, bunu şüpheyle karşılarsınız. Dahası, kendinize  “Karşılığında bir şey istiyorlar” dersiniz.

Veya kendi ideolojinize karşı olan bir siyasi parti, herkes için faydalı olan bir yasayı teşvik etmeye karar verirse, bazı nüansları görecek ve şüphe duyacaksınız.  Onları hayatım boyunca eleştirdim. Nasıl olur da iyi bir şey yapabilirler?” Aslında, kendi fikirlerinizin herhangi bir çelişkisine nadiren müsamaha gösteriyorsunuz.

Kural olarak, her şey siyah ve beyazdır ve onlara verdiğiniz anlama göre ayarlanmalıdır. Bu yaklaşımı benimsemek size zaman kazandırır. Ancak bu psikolojik bir tembelliktir ve başka bir bakış açısına sahip olmak için zihninizi açmanıza engel olur. Kaliforniya Üniversitesi’nde Dr. David López tarafından yürütülen araştırma da aynı şeyi gösteriyor. Aldığınız bilgiler inançlarınızla tutarlı olduğunda, zevk ve belirli bir memnuniyet yaşarsınız. Öte yandan, bir şey sizinle çeliştiğinde, engeller oluşturan türden bir şüphecilik duyarsınız.

Gerçekçil akıl yürütmenin arkasında ne var?

Tüm tutumlarınız, seçimleriniz ve görüşleriniz tamamen nesneldir. Ayrıca, kendi argümanlarınızı insanların önünde, onların mutlak gerçekler olduğuna inanarak savunmanız da yaygındır. Bu tamamen normaldir. Ne de olsa beyniniz, çevreniz tarafından bilinçsizce aşılanmış olduğunuz her deneyim, yorum, bilişsel önyargı yoluyla inşa edilmiştir.

Gerçekçil akıl yürütmenin arkasındaki nedenler

Gerçekçil akıl yürütmenin daha fazla farkına varmak için, arkasında ne olduğunu bilmeniz gerekir. Ancak o zaman devre dışı bırakabilirsiniz.

  • Belirli boyutlarla sahip olduğunuz duygusal bağ. Neredeyse her zaman, savunduğunuz her şey, tanımlamanız gereken temel bir duygusal alt tabakaya sahiptir.
  • İnançlarınız sizi tanımlar ve kimliğinizi oluşturur. Örneğin, cinsiyetçi ve ataerkil davranışların oldukça yoğun olduğu bir ortamda eğitim almış olsaydınız (ve bunları içselleştirmiş, geçerli kabul etmiş olsaydınız), cinsiyet eşitliğine inanmanız son derece zor olurdu. Ayrıca bir kadını güçlü bir konumda görmek size ters düşer ve sizi rahatsız eder.
  • Kendi sosyal gruplarınız sizi şekillendirir. Gerçekten de bu ‘mikro dünyalar’ sizi belirliyor. Neredeyse farkına varmadan, fikir ve düşünce kalıplarını üstlenirsiniz, üzerinde düşünmeden onları doğal kabul edersiniz.
  • Bilişsel uyumsuzluktan kaçının. Zihniniz, inançlarınızla çelişen bilgileri sevmez. Bu nedenle, başka bakış açılarını anlamak ve hatta kendi bakış açınızı güncellemek için bu verileri analiz etmek ve yansıtmak yerine, ona karşı çıkıyorsunuz. Kendi gerçeklerinize meydan okuyan şey, içinizde bilişsel uyumsuzluk yaratır. Bu, kendi vizyonunuza bağlı kalmaya devam ettiğiniz anlamına gelir. Aslında, konumunuzu korumak için imkansızı savunduğunuz gerçekçil akıl yürütmeyi uygularsınız.

Sonuç olarak, bu tür bir önyargı, açık ve esnek bir zihniyetten yararlanmanın önemini göstermektedir. Kendinizi görelileştirmenize ve entelektüel alçakgönüllülüğü uygulamanıza izin verirseniz, yalnızca bir arada yaşama durumunuzu iyileştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kendinizi geliştirecek ve daha nazik ve şefkatli olacaksınız.

Psikolog Valeria Sabater

Bir çift için sağlıklı aşkın 7 ana direği vardır: saygı, güven, dürüstlük, destek, eşitlik, kişisel kimlik ve iyi bir iletişim. Bir çiftin sağlıklı bir aşk yaşayabilmesi için karşılıklı olması gerekir. Sevmek ve sevilmek aynı derecede, her zaman karşılıklı değer vererek olmalıdır. Walter Riso ve Jorge Bucay gibi yazarlar, çiftlerin birbirilerine gösterdikleri ilgi ve şefkat içeren davranışlarına karşı minnetlerini göstermesinin büyük öneminden bahsediyor. Birbirilerinin kıymetini bilmeleri sağlıklı bir aşk yaratmalarına, yaşamalarına ve bu aşkın tadını çıkarmalarına yardımcı olacaktır.

“Aşkın bir tanımı: o kişi sırf var olduğu için mutlu olmak.”

– Walter Riso

Doğru kişiyi bulmak ve o kişinin de bizim doğru kişi olduğumuzu düşünmesi bazen imkansız bir hedefmiş gibi gelir. Bu yüzden başımıza geldiği zaman da olağanüstü bir heyecana kapılırız. Bu öyle bir heyecandır ki hayattaki ufak tefek sinir bozucu şeyler artık daha önemsiz gelmeye başlar. Bütün bunlar böylesine bir şansın yanında çok küçük kalır.

Bir diğer yandan, ilişkinin ilk evrelerinde dünyayı toz pembe görmek de oldukça yaygın bir durumdur. Bu kadar harika bir renk tonu, bizi kör edebileceği ve ilişkinin olması gerektiği gibi sağlıklı olmadığını görmemize engel olabileceği için tehlikelidir. Bu yüzden, aşkın en başından sağlıklı olması çok önemlidir.

“Sevdiğiniz kişi için ölmek zorunda değilsiniz, sadece birlikte eğlenmek için yaşayın.”

– Jorge Bucay

Sorumluluk Almak

Her ilişkide sorumluluklar vardır. İki kişi arasında yürümeyen bir şeyler varsa bu her ikisinin de problemidir ve her ikisi de çözümün parçalarını oluşturur. Elbette sorumlulukları her zaman eşit derecede olmayabilir.

Bu durumda, yaşanan her şeyin sorumlusunun kendimiz olduğunu düşünmek ya da hiçbir hata kabul etmemek söz konusu olamaz. Bu konu aslında daha çok, iki tarafın da birbirilerine olan bağında kurabileceği dengeyle ilgilidir. Yani akıllı bir çift, sorumluluklarını kendi güçlü yanlarını öne çıkaracak şekilde nasıl paylaşacağını bilecektir. 

Sorumlulukları paylaşmaktaki temel rolü ise iletişim oynar. Özellikle de bağlılık sözü vermek ya da anlaşmaya varmak söz konusu olduğunda. En sonunda, sorumluluk alma vakti geldiğinde dikkat edilmesi gereken önemli bir diğer nokta ise yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı gerçekçi bir şekilde belirlemektir. Belki de ona çok pahalı bir hediye alamıyoruzdur ama kendi elimizle de bir hediye hazırlayabiliriz. Belki de sevgilimizi iş yerinden alamıyoruzdur fakat onu işe bırakabiliriz.

Çeşitli alt süreçleri olan devamlı bir büyüme sürecinden bahsediyoruz. Bu, çiftler ancak sağlıklı bir aşk yaşıyorsa gerçekleşecek bir süreçtir. Ayrıca bu, ilişkiyi şekillendiren tarafların bireysel olarak da büyüdüğü bir süreç olmalıdır.

“Her zaman ‘seni seviyorum’a verilecek en güzel cevabın “ve ben de senin sevgini hissedebiliyorum’ olduğunu düşünmüşümdür.”

– Jorge Bucay

Sonradan Öğrenilen Davranış

İlişki başlamadan önce, başladıktan sonra ve ilişki esnasında partnerimizin nasıl biri olması gerektiği hakkında hepimizin bir fikri vardır. Tıpkı arkadaşlarımızın ve ailemizin de nasıl olması gerektiği hakkında bir beklentimiz olduğu gibi. Üstelik çoğumuz, bir partnerimiz olduğunda onu “idealize edilmiş hali”yle karşılaştırma ve bu idealle örtüşmesi için elimizden geleni yapma eğilimi gösteririz.

Bu yüzden de o kişinin bizi sinir eden tavır, görüş ya da davranışlarını ideal partner ile gerçek partnerimiz arasındaki fark oluşturur. Öyleyse, ilişkinin yürümesi için elimizdeki kutunun içindekileri bi noktaya kadar kabul etmemiz gerekir. Bazı konularda uzlaşabileceğimiz gibi diğerlerinde ya kabullenmek ya da yeni bir partner bulmak durumda kalırız. İki tarafın da paylaştıkları gerçeklikte tahammül edebileceklerinin sınırlarını belirlemesi, sağlıklı bir aşkın temelini oluşturacaktır. Diğer yandan, partnerini manipüle etme hatasına düşmeden akıllıca değişiklikler yapabilmek de çiftin aynı yolda beraber büyümesine yardımcı olacaktır. 

Bu yüzden, sofradan tabağını kaldırmamak ya da diğer ev işlerine dahil olmamak gibi sonradan öğrenilen davranışlar söz konusu olduğunda, partnerimizle karşılıklı konuşarak bu davranışını değiştirmesini isteyebilir, ya da bu konu hakkında hiçbir şey yapmamaya karar vererek kabullenmeyi seçebiliriz. Ya da konu onun kişiliğinin bir parçasıyla ilgiliyse, örneğin, partnerimiz bizden daha çekingense, onu olduğu gibi kabul etmeliyiz.  Asla kabul etmememiz gereken zaman, o kişinin davranışları değerlerimize bir bütün olarak ters düştüğü zaman olmalıdır. Şiddet görmek ya da hakarete uğramak gibi hiçbir ilişki türünde olmaması gereken davranışlardan bahsediyoruz.

Sağlıklı aşk nicelikten çok nitelikle ilgilidir. Çok sevmek iyi sevmek anlamına gelmez. İyi sevmek saygı, güven, dürüstlük, karşılıklı destek, almak ve vermek arasında dengeyi ayarlayabilmek, tarafların ayrı ayrı kişiliklerini koruyabilmesi ve iyi bir iletişim gerektirir.

Sağlıklı Aşkın Temelini Üzerine Kuracağımız 7 Ana Direk

“Size problemler değil,
cevaplar veren bir aşka tutunun.
Korku değil, emniyet veren.
Şüphe değil, güven veren”

– Paulo Coelho

Özetle, sağlıklı bir çiftin ilişkisi karşılıklı olarak almaya ve vermeye dayanır:

1. Saygı

Saygı o kişiyi olduğu gibi görebilmek ve kabul edebilmektir. Onun benzersizliğinin farkında olmaktır. Onun kendi tutkularına göre önündeki yolu istediği doğrultuda nasıl gideceğini ve bu yolun bizim planlarımızla ne kadar uyuştuğunu görmek istemektir.

2. Güven

Bir çiftte güven, partnerimizin yaptığı ve söylediği her şeyin doğruluğunu sorgulamak zorunda hissetmemektir. O kişiyle birlikte iyi anlar kadar kötü anlar da paylaşabileceğimize olan inançtır.

3. Dürüstlük

Hissettiklerimiz konusunda kendimize olduğu kadar partnerimize de dürüst olmak çok önemlidir. Kendi içimizde olanları değerlendirmeden etkili bir değişim mümkün olmaz. Bu da demek oluyor ki kendi tercihlerimizin, arzularımızın, hayallerimizin, umutlarımızın ve beklentilerimizin makul olduğundan ve partnerimizin haklarını hiçe saymadığından emin olmalıyız.

4. Destek

İlişkide karşılıklı destek çok önemlidir. Destek olmak, bir yandan kendi ihtiyaçlarımızı partnerimizin ihtiyaçlarından ayırabilmek, diğer yandan da onun kişisel ve profesyonel anlamda kendini geliştirmesine izin vermektir.

“Gerçek aşk, o kişinin olmak istediği insan olabilmesine yardım etme isteğimizin önüne geçemiyormuşuz gibi hissetmekten başka bir şey değildir.”

– Jorge Bucay

5. Eşitlik (almak ve vermek arasındaki denge)

Çiftlerden her iki taraf da bu ilişkide bir sorumluluğa sahiptir ve ilişkiye aynı itinayı göstermelidir. Karşılıklı alışveriş adil ve sağlıklı bir aşkın temelini oluşturur. Sevgimizi verdiğimiz zaman sevgi görmeyi bekleriz çünkü duygusal ilişkiler bu karşılıklı sevgi alışverişinden beslenir. Bu açgözlülükten değil, karşılıklı olarak gösterilen cömertlikten gelir: tarafları daha çok yakınlaştırır.

“Romantik aşkın karşılığında hiçbir şey beklemeden sevmek olduğu fikri itaatkar insanların uydurduğu bir şeydir: eğer verirseniz almak da istersiniz. Bu gayet normaldir, buna karşılıklı alışveriş denir.”

– Walter Riso

6. Kişisel Kimlik

Çiftlerin aralarında kendi bireysel kimliklerini korumaları çok önemlidir. Her iki tarafın da kendi kişiliğini ve onu o yapan her yönünü koruyabilmesi gerekir. Bunun yolu, t arafların kendi seçtikleri bu ilişkide kendine olan sevgisini koruyabildiği bireyselliğine sorumlu bir şekilde sadık kalmasıdır. O kişiye olduğu kadar kendimize de değer vermektir. Ancak bu şekilde kendimizi tamamlanmış hissedebiliriz.

“Aşık olmak tesadüfleri sevmektir ve sevmek de farklılıklara aşık olmaktır.”

– Jorge Bucay

aşık çift

7. İyi bir iletişim

İletişim her ilişkinin anahtarıdır. Sağlıklı bir aşk yaratmaya çalıştığımız romantik bir ilişkide iletişimi mutlaka iyi tutmak gerekir. Ancak bunu karşılıklı uzlaşma ve memnuniyetle yapmalısınız. Çift olmak, beraber kararlar alabilen fakat her zaman aynı fikri paylaşmayan iki insan arasında kurulan bir ilişkidir. Anlaşmaya varabilmenin şartı sakin bir şekilde ve güven çerçevesinde konuşmaktır.

Bu yedi ana direk çiftin geleceğini garantileyecektir diyemeyiz. Ancak kesin olan bir şey var ki o da birbirlerine olan aşklarını daha sağlıklı, olgun, eğlenceli ve ikisi için de gelişim ve ilham kaynağı olacak bir şekilde yaşayabilecekleridir. Onlara göz kulak olmaktan daha iyi ne olabilir?

Psikolog Cristina Calle Guisado

İstek ve iyimserliğe ihtiyacımız olduğu zaman kulak vermemiz gereken pozitif enerji sağlayıcı sözler var. Sonunda bazen olumlu düşünüp aklımızdaki tüm olumsuz düşünceleri bir kenara atmak hayatımızın gidişatını değiştirmeye yeter. “Pozitif enerji” sözünün son zamanlarda moda olduğunu ve bunun bir şekilde alıştığımız psikoloji anlayışından uzak olduğunu biliyoruz.  Ancak bunu kişisel gelişim adına uyguladığımızda duygusal ve hatta psikolojik anlamda iyileşmemize katkı sağladığını görebiliriz.

Pozitif enerji dendiği zaman aklımıza neşe, motivasyon, mutluluk, iyilik ve daha buna benzer bir dolu şey gelir. Bu kesinlikle harika ve kulağa ilginç gelse de Avustralyalı psikiyatrist Wilhelm Reich bunu bazı şekillerde çoktan açıklamış. Ona göre, insanın “orgon enerjisi” dediği bir şeyi vardır. Bu, yaşamsal ve yaratıcı bir destek, deneyimlerin memnuniyetini ve zevkini bize ulaştıran bir şey. 20. yüzyılın başında formüle edilen teorisi, zamanın bilim çevrelerini ikna etmedi. Bununla birlikte, bir anlamda, hepimizin günlük yaşantımızda uygulayacağı pozitif destekle yapacak çok şeyi var.

Bunu başarmamıza yardımcı olabilecek bazı alıntılara bakalım.

Pozitiflik ve bu duygusal durumdan gelen enerji hakkında anladığımız ilk şey, dışarıda olmamasıdır. Bu yenilenme ve coşkulu güç, eğer alıcı değilsek, bizi yönlendiremez. Dahası, endişelerimize, gerginlik ve kaygılarımızla meşgul olan günlük yaşamımız boyunca hareket edersek onu bile algılamayacağız. Belli bir enerjinin bize ulaşmasını sağlamak için öncelikle kendimizi olumsuzluklardan boşaltmalıyız. Ancak o zaman yeni girişe izin vereceğiz, bu da değişim yaratabilir…

Bu hedefe ulaşmanın bazı yollarını bulmak yani pozitif enerjiye ulaşmayı başarmak için edilmiş sözlere birlikte bakalım.

1. İradeni harekete geçir

“Buhardan, elektrikten ve nükleerden daha kuvvetli bir güç var: irade.”

– Albert Einstein

İrade psikolojisi, kendimize güvendiğimiz sürece istediğimiz şeyin mümkün olduğunu hatırlatır. Albert Einstein bunu biliyordu ve bize fizik dünyasında, duyguların, acının, kalbin gücünün ve kararlı bir zihnin yönlendirdiği boyun eğmeyen irade dolu öyküleriyle bize gösterdi.

2. Umudunu yitirme

“İyimserlik başarıya giden yoldaki inançtır. Hiçbir şey umut ve güven olmadan olmaz.”

– Helen Keller

Bu, yirminci yüzyılın en önemli ve ilham verici figürlerinden biri tarafından söylenen olumlu enerjiyi geri kazanmanın en iyi alıntılarından biridir. Helen Keller, 19 aylıkken işitme ve görme yetisini kaybeden bir yazar ve politik aktivistti. Farklı olmak onun cesaretini ve durumunun üzerine çıkma yeteneğini zayıflatmadı.

3. Karanlık günler sonsuza kadar sürmez

“En karanlık günün sabahında bile güneş doğar.”

– Victor Hugo

Her karanlık gecenin bir sabahı ve aydınlığı vardır. En kötü fırtınalar bile diner ve sonunda gökkuşağı bize gülümser. Her zorluk son bulur ve sonunda daha iyi bir seçenek karşımıza çıkar. Zor zamanların sonsuza kadar sürmediğini bilin.

4. İçinde potansiyel var

“Başarının nasıl hissettirdiğini merak ediyorsan bu yolculuktan keyif almalısın. Yağmurun gökkuşağı getirdiği gibi zorlukla dolu yolculuklar da başarıyı getirir.”

– Paulo Coelho

Bazen günlerce bir şey yapmadan yatar ve içimizdeki potansiyelin farkında bile olmayız. Bazen çevre ya da aile yüzünden kendimiz ve dünya için yapabileceklerimizi tetikleyen o kıvılcımı bir türlü ortaya çıkaramayız.

Bütün negatifliklerden arının ve kendinizi bunlardan kurtarın. İçinizdeki potansiyeli ortaya çıkarın.

5. Odaklanın

“Zihnini değiştirirsen hayatını değiştirebilirsin.”

– William James

Bu güzel sözlerden bize bırakanlardan biri de filozof, psikolog ve ünlü yazar Henry James’in kardeşi olan William James. Öncelikle sorumluluğun bizde olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu nedenle bir şeyi değiştirmek istiyorsanız önce kendi zihninizden başlamalısınız.

6. Hayatınızın anlamı olsun

“Evrendeki harikalar onları alabildiğimiz ölçüde var. Vizyonumuzun keskinliği ne kadar gördüğümüzle değil ne kadar hissettiğimizle ilgilidir.”

– Helen Keller

Hayatı, kendimizi ve evreni anlamak için Helen Keller’a yine döndük. Çevremizdekilere ne kadar anlam verirsek o kadar hayatta kalırız. Nasıl mı?  Çünkü hayata anlam verenin motivasyonu, amacı ve hayalleri vardır…

7. Tutumun önemlidir

“Yetenek değil tutumdur konumunu belirleyen.”

– Zig Zaglar

Bu, popüler bir motivasyon konuşmacısı Zig Ziglar tarafından dile getirilen pozitif enerjiyi kurtarmak için en iyi alıntılardan biri. Bunu bir an için düşünün, gerçekten bize büyüklük veren, bizi başkalarından ayıran ve kendimize saygı duymamızı sağlayan şey, bizim yeteneklerimiz değil, bizim tutumumuzdur. Tutumlar, insanın en güçlü silahı, bizi en iyi şekilde başarıya götürecek olanlardır.

8. Hayat değişimdir

“İyi bir hayat süreçtir, durağan değil.”

– Carl Rogers

Carl Rogers, Abraham Maslow’la birlikte, psikolojiye en ilginç yaklaşımlardan birini getirdi: hümanizm. Bu teori, zaman içinde sessiz bir devrim olarak görülüyordu; insanlarda ilk defa, istedikleri şeyi elde etmek için kapasitelerini ve içsel potansiyelini gören dinamizmle dolu bir güç olarak.

Bu yüzden hepimiz bu sürece başlayabiliriz, çünkü yaşam sadece değişikliklere uyum sağlamakla ilgili değildir, çoğu zaman kendimizi yaratmamız gerekir.

9. Yaşamaya cüret edin

Güçlü bir notla bitirelim. Pozitif enerjiyi iyileştirmek için 19. Yüzyıldan Danimarkalı filozof  Søren Kierkegaard’ın tavsiyelerine bakalım. Hayat varoluş, özgünlük, deneyim ve algıdır.

Hayat okunacak bir kitap değildir. Kendi kendinize dans ettiğiniz, açık ve duyarlı olduğunuz boş bir odadır. İşte özgün pozitif enerji burada yatar.

“Senin ne yaptığın dışında, odak noktam her şeyi bilmek değil ne yaptığımı bilmek olmalıdır. Bir amaç bulmak için anahtar tanrı benim ne için ne biçmiş olursa olsun bana göre doğru olanı bulmaktır, uğrunda yaşamak ve ölmek isteyeceğim.”

– Søren Kierkegaard

Psikolog Valeria Sabater

Üremeyle ilgili birçok bilimsel gelişme yaşansa da, değişmeyen şey annesiz ve babasız bir bebeğin dünyaya gelemeyişidir. Ailesi ona bakabilirse ancak bir bebek hayatta kalabilir. Bu tablo, aile içindeki rolleri belirler ve yenidoğanın psikolojik gelişiminde oldukça önemlidir.

Aile, organize bir sistemdir ve toplumun çekirdeğidir. Bir başka deyişle, kuralları, değerleri ve belli davranış özellikleri olan bir topluluktur. Aile içinde hiyerarşik bir düzen, ve bu düzenin içinde de roller bulunur. Aile içindeki roller son derece önemlidir ve bu rollerin toplumda farklı yansımaları bulunur.

Aile üyelerinin toplumun geri kalanıyla ilişki kurma şekli, birbirleriyle olan ilişkilerini de belirler. Her aile kendine ait belli kurallara, farklı “doğru” ve “yanlış” tanımlamalarına sahiptir. Aile üyeleri fikirlerini genelde eylemleriyle gösterir. Her aile üyesinin ne yapması gerektiğiyle ilgili belirli bir görüş bulunur. İşte aile içindeki roller bu şekilde tanımlanır.

Rollerin tanımı ve aile içindeki işleyişi, aile üyelerinin ruhsal sağlığı için oldukça önemlidir. Net ve sağlıklı bağlar oluşturmak için adeta zorunludur. Ancak günümüzde bunu başarmak o kadar da kolay değil. Bunun sonucunda ise hiyerarşinin, otorite figürlerinin ve sınırların net olmadığı bir tablo karşımıza çıkıyor. Aile rolleri içinde en temel ve önemli rol karı kocaya aittir. Karı koca rolü, zaman içinde kafa karıştırıcı bir hale gelebilir. Söz konusu çift, bu rolleri meydana getirir; cinsellik, aile kararları, eşler arasındaki duygusal bağ gibi çocukların dahil olmadığı alanları kapsar.

Aile içindeki temel roller

Aile rolleri içinde en temel ve önemli rol karı kocaya aittir. Karı koca rolü, zaman içinde kafa karıştırıcı bir hale gelebilir. Söz konusu çift, bu rolleri meydana getirir; cinsellik, aile kararları, eşler arasındaki duygusal bağ gibi çocukların dahil olmadığı alanları kapsar.

Sonrasında ise anne ve baba rolleri karşımıza çıkar. Bu rollerin tanımı, daha çok kültürel ortama bağlı olarak değişkenlik gösterir. Ancak her kültürde ortak olan özellikler şunlardır:

  • Annelik, temel olarak duygusallıkla ilişkilendirilir. Anneliğin işlevi, çocuğa koruma ve destek sağlamaktır.
  • Babalık rolü ise bu ikisinin arasında durur. Anne ve çocuğun arasındaki sınırı genişletir ve izin verilen şeyleri belirler.

Ailedeki diğer roller ise kardeşlik ve evlat rolüdür. İlki, kardeşler arasındaki bağa işaret eder ve grup üyelerinin birbiriyle yardımlaşmasını amaçlar. İkincisi ise, çocukların ebeveynleriyle kurdukları bağla ilgilidir; hiyerarşiye saygı ve otoritenin içselleştirilmesi açısından önemlidir.

Karı koca rolleriyle ilgili problemler

Şu ana kadar ailedeki rolleri teorik olarak açıkladık. Ancak gerçek hayatta bu roller her zaman bu şekilde karşımıza çıkmıyor. Eğer ebeveynler kendi rollerinden çıkarsa ve çocuklarıyla olan sınırlarını kaybederlerse, bu durumun sonuçları ciddi olabilir. Genelde, anne baba arasındaki problemlere şahit olan çocuklar suçlu ve endişeli hisseder. Bu durumun sonuçlarının ne kadar ciddi olacağı, problemin yoğunluğuna bağlıdır. Her durumda anne veya baba, dışa yansıyan problemler nedeniyle otoritelerinin bir bölümünü kaybeder.

Çocuklar, anne babalarını cinsel aktivitede bulunurken görmemelidir. Bu deneyim onlar için son derece karmaşık olabilir. Çocuğun yaşına ve cinsel anlamda ne kadar bilgili olduğuna bağlı olarak, bu durum onu korkutabilir veya üzebilir. Bu durumun sonuçları çeşitlidir; ancak çoğu zaman çocuğun normal gelişimine müdahale edilmiş olur.

Anne ve baba rolleri

Aile birimindeki en önemli rol anne ve babaya aittir. Önce çift, sonra da ebeveyn görevini üstlenirler. Tüm roller aslında birbiriyle ilişki içindedir. İdeal anne rolü, çocuğuyla ilgilenen, ona sevgi ve hassasiyet gösteren, duygusal destek sunan “besleyici annedir”. Ancak bazı anneler, çocuklarını sevgi objesine dünüştürebilir. Babayı göz ardı eder veya küçümser, çocukları ile sahiplenici ve fazla korumacı bağlar kurar. Ayrıca, çocukları ile hiçbir bağ kuramayan anneler de vardır. Her iki durumun duygusal etkileri benzer şekilde yıkıcıdır.

Baba figürü veya babalık rolü, genellikle kabul edilebilir davranış kurallarını belirler. Baba, anne ve çocuk arasındaki simbiyoz ilişkiyi düzenleyen üçüncü figürdür. Böylece çocuğu, yalnızca annenin evreniyle sınırlı olmaktan “kurtarmış” olur. Bugünlerde toplum babanın rolünü daha az değerli görüyor. Babanın olmayışı veya rolünü zayıf bir biçimde oynaması, çocukla olan sınırını belirlemesinde zorluklar yaşamasına neden olabilir. Bu tür babaların çocukları genellikle sınırlarını bilemez.

Psikolog Elena Sanz

Beyin ve Müzik – En sevdiğiniz bir şarkıyı dinleyin. Size neyi nasıl hissettirdiğini, seslerin taşıdığı sel gibi hatıralarınızın zihninizde nasıl tınladığını hayal edin. Müzik, duyguları ve hatıraları harekete geçirme becerisiyle bilinir. Ayrıca, terapilerde iyileştirme, öğretme, öğrenme, ifade etme, kutlama, bağ kurma ve çok daha fazlası için bir dizi kullanım alanına sahiptir.

Bir araç olarak farklı amaçlarla kullanılsa da müzik, bilişsel yeteneklerimizi değiştirme potansiyeline sahip özellikler taşımaktadır. Ne yazık ki, Mozart sonatlarını dinlemek sizi daha akıllı yapmaz, ancak müzik dinlemenin ruh halinizi değiştirme yeteneği vardır. Bir enstrüman çalmak, beynimizin belirli bölgelerinin nasıl göründüğünü etkiliyor. Araştırmalar bize, müzisyenlerin beyinlerinin motor, işitsel ve görsel-uzamsal bölgelerle ilgili alanlarda yıllarca süren uygulama nedeniyle yapısal olarak farklı olduğunu; müzisyenlerin de müzisyen olmayanlara göre yürütücü işlev testlerinde daha yüksek performans gösterdiklerini söylüyor.

Yürütücü İşlev Nedir?

Beyin ve Müzik – Yürütme işlevlerimiz, dikkat dağıtıcı şeyleri engellerken dikkat etmemize, bilgiyi hafızamızda tutmamıza ve bilgiyi düzenlememize, farklı bakış açıları arasında geçiş yapmamıza, problem çözmemize ve duygularımızı düzenlememize yardımcı olmak için birlikte çalışır.

Yürütücü işlevlerin üç ana bölümü vardır:

1-) Çalışma belleği

2-) Bilişsel esneklik

3-) Engelleyici kontrol

Bu süreçler, yaşadığımız dünyada zihinsel gezinmemize yardımcı olur ve bilgiyi verimli bir şekilde işlemek için de oldukça önemlidir.

Bir Müzik Aleti Çalmak Bilişsel İşlevi Geliştirir.

Bir enstrüman çalmanın bilişsel işlevleri geliştirdiğine inanılıyor. Çünkü sürekli alıştırma yapmak bilişsel bölgelerin yoğun bir şekilde çalışmasını ve böylelikle güçlenmesini sağlıyor. Müzik alanında yapılmış birçok çalışma, müzik eğitiminin bilişsel işlevlerdeki farklılıklarla ilişkili olup olmadığını belirlemek için kesitsel modelde araştırmalar yapmışlardır. Bu nedenle, bir enstrüman çalmanın yürütücü işlev alanlarını geliştirdiğinden veya bireylerin bir enstrüman çalma olasılığını artıran yürütme işlevlerinde önceden var olan farklılıklar olup olmadığına kesin olarak karar vermek zordur.

Sonuç olarak, müzik eğitiminin bilişsel işlevlerde önemli ölçüde farklılıklara neden olup olmadığına dair bir dizi bulgu ve tartışma olduğu bilinmektedir.

Müzik eğitiminin yararlı olup olmadığını görebilmemiz için en ideal deney tasarımı müzisyen olmayan insanları rastgele iki gruba ayırarak bir grubun müzik eğitimi almasını sağlarken, diğer gruba bunu uygulamamak olur. Bu tasarım, eğitimden önce ve eğitim devam ederken birkaç yıl arayla, yürütücü işlev testlerindeki performansları grup içi ve gruplar arasında karşılaştırmamıza olanak tanır. Böyle uzamsal çalışmanın bir örneği geçtiğimiz sürede Dr. Assal Habibi ve meslektaşları tarafından Los Angeles’ta gerçekleştirildi.

Venezuela Örneği

Venezuela’da hayata geçirilen El Sistema adlı programı örnek alarak bir gençlik orkestrası kurdular. Çalışmalarında orkestraya katılan çocukları, spor yapan çocukların yanı sıra hiçbir aktivitede bulunmayan çocuklarla karşılaştırdılar. İki yıl boyunca müzik, spor veya okul sonrası programına katılmadıktan sonra, müzik grubundaki çocukların işitme becerilerinde çok daha iyi performans gösterdiklerini ve spora katılan veya sonrasında yoğun olmayan çocuklara kıyasla işitsel bölgelerde beyinle ilgili değişiklikleri gözlemlediklerini buldular.

Ayrıca, müzik veya spor eğitimi olmayan çocuklara kıyasla müzik eğitimi alan çocuklarda yürütme işlevini ölçen bir görev sırasında daha güçlü nöron aktivasyonu gözlemlediler.

Beyindeki işitsel alanların kullanımının ötesinde müzik ve spor grubu arasında büyük farklar bulamamış olsalar da, bu çalışma, işitsel bölgelerdeki bu farklılıkların önceden var olan herhangi bir farklılıktan ziyade, müzik eğitiminden kaynaklandığına dair kanıt sağlıyor. Bu halen devam eden bir çalışma olduğu için 4 yıllık bir eğitimin getireceği sonuçlar bizlere şaşırtıcı bilgiler verebilir.

Müzik Eğitimi Okul Başarısını Artırır mı?

Beyin ve müzik açısından uzun lafın kısa cevabı şudur: Araştırmalar genellikle “evet” diyor. Birçok çalışma, müzik dersleri ile akademik performans arasında pozitif bir ilişki bulsa da, bunun kesin nedeni hala tartışılmaktadır. Bazı araştırmalar, gelişmiş akademik başarıyı, müzik eğitiminin bir sonucu olarak yürütme işlevi becerilerindeki gelişmelere bağlamaktadır.

Müzik ve akademik başarı üzerine yapılan diğer araştırmalar, müzikle ilgilenmenin benlik saygısı, motivasyon ve stresle başa çıkma becerisini artırmada oynadığı önemi vurgulamaktadır. Bazen öğrenmek sinir bozucu ve zor olabilir. Öğrencilere bir enstrüman çalmak veya koro gibi bir müzik grubuna katılma fırsatı sağlamak öz saygılarını, motivasyonlarını ve stresle başa çıkma yeteneklerini olumlu yönde etkileyebiliyorsa, bu genel olarak öğrencilerin akademik öğrenmelerine de destek olabilir.

Her Şey Bir Enstrüman Kullanmakla İlgili Değildir.

Beyin ve Müzik – Herkesin bir enstrümanı olmayabilir. Her gün uzun saatler boyunca yoğun bir şekilde pratik yapma zamanı yoktur. Öyleyse başka ne yapılabilir? Dr. Vesa Putkinen ve meslektaşları korelasyonel bir çalışma yaptı. Çocukların şarkı söylemek gibi evlerinde gerçekleştirebilecekleri, profesyonel olmayan müzik aktiviteleri ile dikkat ve ayırt etme gibi işitsel yetenekleri arasındaki ilişkiyi anlamak için korelasyonel bir çalışma yürüttüler.

Çocukların evde müzikle ilgili aktivitelere harcadıkları zaman arttıkça, deneyler sırasında değişik sesler yüzünden dikkatlerinin dağılma ihtimalinin azaldığını gördüler.

Bu sonuçlar üzerine, Dr. Vesa Putkinen ve meslektaşları çocukluğun erken dönemlerinde profesyonel olmasa da müzikle ilgilenmenin önemli işitsel fonksiyonların gelişmesi için yararlı olabileceğini öne sürdüler. Sınıflar bazen, özellikle çok fazla gürültü olduğunda, dikkat dağıtıcı unsurlarla dolu olabilir. Bu tür işitsel çeldiricileri erken yaşta engelleme yeteneğine sahip olmak, öğrencilerin ders sırasında sözlü talimatlara daha iyi odaklanmalarına yardımcı olabilir ve bu da okul performanslarını etkileyebilir. Dr. Sylvain Moreno ve meslektaşları, enstrümanlar kullanarak değil, okul öncesi çocuklar için tasarlanmış etkileşimli bilgisayarlı bir eğitim programı kullanarak bir çalışma yaptılar. Öğrenciler ya esas olarak dinleme etkinliklerinden oluşan bir müzik müfredatına ya da görsel-uzamsal becerileri vurgulayan bir görsel sanatlar müfredatına katıldılar. Müzik grubundaki öğrencilerin görsel sanatlar grubundaki öğrencilere kıyasla sözel yetenek ve yürütme işlevi konusunda daha iyi başarı gösterdiklerini buldular. Sözel yetenek ve yönetici işlevlerin her ikisinin de akademik başarı için önemli olduğu gösterilmiştir.

Araştırmacılar, müziğin öğrencilerin performansını neden iyileştirdiği konusunda bir fikir birliğine varmamış olsalar da, hiçbir araştırma müzikle ilgilenmenin önemli ölçüde zararlı olduğunu bulamamıştır. Öyleyse, seçtiğiniz enstrümanı şarkı söylemeye ve pratik yapmaya devam edin ve komşularınız gürültüyü azaltmanızı söylediğinde, onlara yürütme işlevlerinizi uyguladığınızı, özgüveninizi artırdığınızı bildirin ve onlardan şarkı söyleyerek size katılmalarını isteyin.

Hepsi Bu mu?

Tabii ki değil! Müzik, bilişsel gelişimimiz için önemli olan diğer becerileri geliştirmemize yardımcı olabilir. Koro, orkestra veya grup gibi müzik gruplarına katılmak arkadaşlıklar yaratabilir. Çocukların sosyal becerilerini geliştirmelerine yardımcı olabilir ve aidiyet duygusuna yol açabilir. Gruplar halinde çalışmak, takım çalışmasını, işbirliğini ve başkalarının duygularını ve tepkilerini tanımayı öğrenirken onlara uygun şekilde cevap vermeyi içerir.

Müzikle ilişki kurmak, aynı zamanda gelişmiş öz düzenleme ve duygusal farkındalıkta artış ile ilişkilendirilmiştir.

Konser salonları, belirli bir sanatçıya veya müzik türüne olan ortak ilgileri nedeniyle bir araya gelen ve bağlanan adanmış hayranlarla sürekli olarak dolup taşmaktadır. Birçok kültür için müzik, sosyal toplantıların merkezi bir parçasıdır. Genel olarak, müzik insanları birçok farklı şekilde bir araya getirme gücüne sahiptir ve genel bilişsel gelişimimiz için faydalıdır.

Beyin ve Müzik ilişkisi konusunda araştırmacılar sadece müziğin yüzeyini ve müziğin insan bilişini nasıl etkilediğini araladılar. Bundan 10 yıl sonra ne keşfedeceğimizi kim bilebilir?

Bestami Çiftçi

  • Dingle, GA, Hodges, J. ve Kunde, A. (2016). Müzik Dinlemeyi Kullanarak Duygu Düzenleme Programında Ayarlanmış: Eğitim Ortamlarında Ergenler İçin Etkinlik. Psikolojide Sınırlar, 7, 859.
  • Gaser, C. ve Schlaug, G. (2003). Beyin Yapıları Müzisyenler ve Müzisyen Olmayanlar Arasında Farklılık Gösterir The Journal of Neuroscience, 23 (27), 9240–9245.
  • Habibi, A., Damasio, A., Ilari, B., Elliott Sachs, M. ve Damasio, H. (2018). Müzik eğitimi ve çocuk gelişimi: boylamsal bir çalışmadan son bulguların gözden geçirilmesi: Müzik eğitimi ve çocuk gelişimi: bir inceleme. New York Bilimler Akademisi Yıllıkları, 1423 (1), 73–81.
  • Hallam, S. (2010). Müziğin gücü: Çocukların ve gençlerin entelektüel, sosyal ve kişisel gelişimine etkisi. Uluslararası Müzik Eğitimi Dergisi, 28 (3), 269–289.
  • Kokotsaki, D. ve Hallam, S. (2011). Müzik dışı üniversite öğrencileri için katılımcı müzik yapmanın algılanan faydaları: müzik öğrencileriyle bir karşılaştırma. Müzik Eğitimi Araştırması, 13 (2), 149–172.
  • Moreno, S., Bialystok, E., Barac, R., Schellenberg, EG, Cepeda, NJ ve Chau, T. (2011). Kısa Süreli Müzik Eğitimi Sözel Zekayı ve Yürütme İşlevini Geliştirir. Psychological Science, 22 (11), 1425–1433.
  • Pietschnig, J., Voracek, M. ve Formann, AK (2010). Mozart etkisi – Shmozart etkisi: Bir meta-analiz. İstihbarat, 38 (3), 314–323.
  • Putkinen, V., Tervaniemi, M. ve Huotilainen, M. (2013). Gayri resmi müzik aktiviteleri, 2-3 yaşındaki çocuklarda işitsel ayrımcılık ve dikkat ile bağlantılıdır: olayla ilgili potansiyel bir çalışma. European Journal of Neuroscience, 37 (4), 654-661.
  • Wetter, OE, Koerner, F. ve Schwaninger, A. (2009). Müzik eğitimi okul performansını iyileştirir mi? Öğretim Bilimi, 37 (4), 365–374.
  • Winsler, A., Ducenne, L. ve Koury, A. (2011). Kişinin Kendi Kendini Yönetme Yolu: Erken Müzik ve Hareket Müfredatının Rolü ve Özel Konuşmanın Rolü. Erken Eğitim ve Gelişim, 22 (2), 274–304.

Neredeyse her sesi duyarlar, her hareketi fark ederler ve her insanın yüzündeki ifadeyi işlerler. Bu da, kamusal alanda yürümenin bile onların duyularına saldırı olabileceği anlamına gelir…”. Andre Solo

Yüksek hassasiyet, bir kişiye birden fazla güç kazandırır. Bunlardan biri öz bakım kapasitesidir. Aslında, kendileri ve başkalarıyla nasıl bağlantı kuracaklarını biliyorlar. Ayrıca, gürültüyle dolu bir dünyada nasıl rahatlayacaklarını biliyorlar. Son derece hassas olan insanlar çok özel kişiliklere sahiptir. Günümüzde bu psikolojik özelliği tanımlamamıza ve anlamamıza yardımcı olacak araştırma ve çalışmalarımız var. Aslında, bu tür insanların empatik ve düşünceli olduklarını biliyoruz. Ek olarak, bunun onlar için stresli ve hatta acı verici olduğunu kanıtlayan birçok uyaran vardır.

Herkes gibi çok hassas insanların da zayıf ve güçlü yanları vardır. Bununla birlikte, Elaine N. Aron’un 1996’da The Highly Sensitive Person adlı kitabını yayınlamasından bu yana yüksek hassasiyet konusunun giderek daha popüler hale gelmesine rağmen, günümüzde hala kabul görme eğiliminde olan bazı yanlış fikirler var. Örneğin, çok hassas insanlar mutlaka içe dönük değildir. Ayrıca, sadece kadınlarda değil, erkeklerde de yaygındır. Duyarlılıkları kırılganlıkla eş anlamlı değildir. Gerçekten de, çoğu durumda, çoğu zaman farkında bile olmadıkları güçlü yanlarını barındırırlar.

Son derece hassas insanların güçlü yönleri

Psikolojik bir güç, bir erdemi, bir yeteneği ve zorluklarla yüzleşmek için belirli bir yeteneği tanımlar. Bu boyutun fiziksel dirençle ilgisi yoktur. Ayrıca, bir kişiliğin, kişiye kendi imajını veren ve zenginleştiren yönlerini, çeşitli unsurlarını tanımlar. Karakter özelliklerinin 2004 yılında psikologlar Christopher Peterson ve Martin Seligman tarafından tanımlandığını belirtmek gerekir. Araştırmalarıyla ünlü Character Strengths and Virtues: A Handbook and Classification isimli kitabı yaratmayı başardılar. Günümüzde bu eser, insan potansiyelini anlamak için bir referans noktası görevi görmektedir.

1. Özgünlük, ne görüyorsanız onu alırsınız

Son derece hassas insanların güçlü yönlerinden biri de özgünlükleridir. Aslında, nasıl rol yapacaklarını bilmiyorlar ve kesinlikle yalan söylemeyi bir seçenek olarak düşünmezler. Ancak aldatmaya başvurmaktan aciz oldukları gibi , zamanlarını, emeklerini ve iradelerini değerlerine uymayan uygulamalara da harcayamazlar. Bu, ilkelerine, ilgi alanlarına veya kişisel kurallarına uygun olmayan işleri sürdürmelerini zorlaştırır. Kendilerini bu tür işlerde bulurlarsa, genellikle stres ve kaygı yaşarlar ve zihinsel olarak bunalmış hissederler.

2. Perspektif: duygusal ve sosyal zeka

Perspektif, Seligman ve Peterson’ın bilişsel güçler olarak tanımladıkları kategoriye girer. İnsan bağlantısı ve anlayışına yönelik zihinsel bir yaklaşımdan oluşur. Son derece hassas insanlar, başkalarının sosyal ve duygusal gerçekleriyle uyum içinde olan yetenekli kişiliklerdir.

Sadece empatileri onları tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda diğerlerinin ihtiyaçlarını anlama ve her türlü adaletsizliğe karşı gerçek bir endişe duyma ile karakterize edilir. Çok geniş bir yaklaşıma (perspektif) sahiptirler. Bu onların aslında kendilerinden çıkmalarını ve çevreleriyle temas kurmalarını kolaylaştırır.

Bu insanlar duygusal açıdan başkalarının gerçeklerinden etkilenmiş hissedebilirler. Aynı zamanda bilişsel bir yön tarafından da vurgulanırlar, bu onların endişesi, ilgisi ve insanı yansıtma ve anlama ihtiyaçlarıdır.

3. Son derece hassas insanların güçlü yönleri: özen ve öz bakım

Son derece hassas insanların güçlü yönlerinden biri, özen ve öz bakımdır. Melbourne Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, şu boyutlarda çok değerli becerilere sahipler:

  • Hayatları boyunca değerli tutumlar geliştiren insanlardır. Yalnızlıktan, doğayla bağlantıdan ve tefekkür uygulamalarından hoşlanırlar. Bu alanlar, iç refahlarını destekler. Aslında, bu dinamikler, duygularını düzenlemelerine ve genellikle kaosla dolu buldukları bir dünyada denge bulmalarına olanak tanır.
  • Şefkat ve öz-şefkat uygularlar. Bu, ilerlemek için hayati anlamlar ve amaçlar bulma yeteneklerini tanımlar. Ayrıca, başkalarına yardım etmenin, yol göstermenin ve değerli desteklerini sunmanın anahtarı olan olumlu yönleri ve umudu aktarırlar.

4. Yansıma, her şeyin nedenini anlama ihtiyacı

Son derece hassas insanlar dünyadaki yerlerini anlama çabasındadır. Bu, bazılarını kazanacakları ve bazılarını kaybedecekleri yol boyunca birçok anlaşmazlık ve savaşla birlikte başarmaları uzun zaman alabilir. Bununla birlikte, çoğu, nasıl olduklarını ve günlük yaşamda ve başkalarıyla ilişkilerinde nasıl işlev görebileceklerini anlarlar.

Bunu, değerli yansıma ve iç gözlem kapasiteleri sayesinde başarırlar. Bu, her zaman olan şeylerin nedenini anlayabilecekleri anlamına gelir.

5. Yaratıcılık, duygusal duyarlılığın dehası

Bu, son derece hassas insanların kendilerinin de tanıdıkları güçlü yönlerinden biridir. Aslında, çoğu zaman tüm güçlü yönlerinin farkına varmasalar da, yaratıcılıklarını kabul ederler. Zihni özgürleştiren tüm bu tür uygulamalarda psikolojik sığınak buldukları için olabilir.

Müzik, çizim, el sanatlarından zevk alırlar. Nitekim, kendilerini özgür ve doyumlu hissedebilmeleri için duyarlılıklarının bu tür ortamlara ihtiyacı vardır.

6. Tevazu, basit kalplerin yansıması

Duyarlılığı yüksek kişiler sadelikleri ve alçakgönüllülükleriyle öne çıkarlar. Nasıl olduklarını, sınırlarını, zayıflıklarını ve eksikliklerini bilirler. Kendilerine dair sahip oldukları bu kesin vizyon, onların her zaman kesinlik içinde, abartılı olmadan, rol yapmaya gerek duymadan ve abartmadan hareket etmelerini sağlar.

Rekabet etmeyi ya da kimsenin üstünde ya da önünde olmayı sevmezler. Bu, rekabetçiliğe dayalı agresif çalışma senaryolarına iyi uyum sağlayamadıkları anlamına gelir. Ayrıca, dikkate değer erdemlere sahip olmalarına rağmen, onlardan her zaman yararlanmazlar. Aslında, yeteneklerini en aza indirmeyi ve dikkati kendilerinden çekmeyi tercih ederler.

7. Aşırı duyarlı insanların güçlü yönlerinden biri olan aşk

Aşk aynı zamanda psikolojik bir güçtür. Kendini başkalarına nasıl vereceğini bilme, ilişkilere bakma ve bu duygunun temellerinin ne olduğunu anlama yeteneğidir. Bu sadece duygusal ilişkilerle ilgili değildir. Aşk, son derece hassas insanların güçlü yönlerinden biriyse, bu boyutun nelerden oluştuğunu anlama konusundaki bilgeliklerinden dolayıdır. Sevmek, taciz etmeden şefkat göstermek ve başkalarının alanlarına ve ihtiyaçlarına saygı duymak anlamına gelir. Sevginin karşılıklılığa, duygusal iletişime ve şiddet içermeyen iletişime dayandığını bilmektir.

Son derece hassas insanlar tüm bu yönlerle ilgilenirler. Ancak ne yazık ki her zaman verdiklerini alamıyorlar. Buna rağmen yine de vazgeçmiyorlar. İlkelerine, varoluş biçimlerine sadıktırlar. Çok hassas olmayı seçmediler, bu sadece kim olduklarının bir parçası. Dahası, hayatı, ilişkileri ve kendi varoluşlarını anlama biçimleridir…

Psikolog Valeria Sabater

Birçok insan duygularını ifade etmekte zorlanır. Kimileri bu hususta, duygu ve düşüncelerini oldukça açık bir şekilde ifade edebilirken, diğerlerinin yeterince paylaşımcı olduğunu söyleyemeyiz. Duygularınızı doğru ve ölçülü bir biçimde nasıl ifade edebileceğinizi öğrenmek; kişisel, sosyal ve mesleki yaşamınızda size son derece yardımcı olacaktır. Duygularınızı bastırmak veya kontrol altında tutmak için hala öğretilmekte olan birçok yöntem ve teknik vardır. Ancak, bu yaklaşımın gerçekten etkili olmadığı da kanıtlanmıştır. Duygularımız ve hislerimiz kendiliğinden meydana gelen, otomatik tepkilerdir ve bu tepkilerin yaşanması ve ifade edilmesi de gayet normal ve gereklidir.

Duygularınızı engellemenin ve bastırmanın olumsuz psikolojik sonuçlar doğurabileceği bilimsel olarak ispatlanmıştır. Kabullenme ve bağlılık gibi modern tedavi yöntemleri ve konsantrasyon eğitimi gibi diğer yaklaşımlar, duygularınızı kabul etmenize ve onlara nasıl yaklaşmanız gerektiğini anlamanıza yardımcı olabilir. Duygularınız da sizin bir parçanızdır ve tabii ki de ilgiye muhtaçtır. Örneğin, eğer duygusal olarak çok fazla bir biçimde kaygılı biri iseniz, bu kaygılı durumdan kaçınabilmek adına bazı şeyler yapabilir ve belli bir şekilde davranabilirsiniz. Bunun nedeni, bu kaygılı durum ile nasıl başa çıkacağınızı ve bu duyguyu nasıl ifade edeceğinizi bilememeniz olabilir.

Bu duygularınızı baskı altında tutma eğilimi, kalp atışında hızlanma, aşırı terleme, titreme veya solunum problemleri gibi fiziksel problemlere neden olabilir. Duygularınızı ifade edemediğiniz zaman vücudunuz gerilir. Bu gerginlik, boyun, yüz, çeşitli kaslar ve omurga gibi bölgelerde fiziksel olarak kendini hissettirebilir. Öte yandan, bu duyguları sürekli olarak kendinize saklıyor ve ifade edemiyorsanız, damar tıkanıklığı, baş ağrısı veya mide rahatsızlığı gibi sorunlar yaşayabilirsiniz. Duygularınızın fiziksel sağlığınızı da etkilediği tartışılmaz bir gerçektir. Duygularınızı nasıl ifade edeceğinizi öğrenmek, fiziksel problemlerinizi ve duygusal çıkmazlarınızı önlemeye yardımcı olabilir.

Biraz eğitim ve aşağıdaki temel adımları takip ederek, duygularınızı daha iyi tanımlayabilir ve uygun şekilde ifade edebilirsiniz. Aşağıda, bu 11 adımı sizler için sıraladık. Sizde bu maddelerden yola çıkıp, hayatnıza uygulayabilirsiniz.

  1. Duyguyu ve hissiyatı tanımlayın: İster dışarıdan ister içeriden gelen bir uyarıcı olsun, vücudunuzun herhangi bir duruma karşı verdiği tepkiye takiben kendinize şu soruları sorun: Şu an ne hissediyorum? Fiziksel olarak hissettiğim değişiklikler neler? Bu neden oluyor? Şu an tam olarak bana ne oluyor?
  2. Duygularınızı tanımayı öğrenin: Artık duygularınızı ve hislerinizi tespit ettiğinize göre, sıra geldi, bu oluşumların sizde oluşturduğu durumu analiz etmeye. Hangi hal ve hareketlerin sizin için yararlı olmadığını bilmek iyi olacaktır. Bu duyguların tümünün bir listesini yapın ve vücudunuzdaki hangi fiziksel değişikliklerin bu duyguları ortaya çıkardığını anlamaya çalışın.
  3. Vücudunuzun tepkisine dikkat edin: Duygularımız limbik ve sinir sistemi tarafından düzenlenir ve ilk kez ortaya çıktıklarında kontrol edilmeleri zordur. Hissettiğiniz duyguyu rahat bir şekilde anlamak ve buna karşılık olarak nasıl tepki vereceğinizi düşünmek adına kendinize biraz zaman ayırın.
  4. Belli bir duruma nasıl tepki verdiğinize daha fazla dikkat edin: İçinde bulunduğunuz durumun sizi sinirlendiren şey olduğunu düşünebilirsiniz, ancak sorunun kökünde, o duruma karşı vermiş olduğunuz duygusal tepki yatmaktadır. Bu durumlarda kendinize dikkat edin. Verdiğiniz tepkinin, toplantı öncesi önemli bir belgeyi bulamamak ya da bir yanlışınız olmadığı halde size kesilen trafik cezası durumlarındaki ile aynı olduğunu göreceksiniz. Bu gibi durumlarda değiştirebileceğiniz tek şey verdiğiniz tepkidir ve bu da sizin elinizdedir.
  5. Duygularınızı doğru ve orantılı olarak ifade edin: Bir önceki adımı tamamen kavradıktan sonra, duygularınızı daha dengeli bir şekilde ifade edebilme imkanına kavuşacaksınız. Yine de, size tam olarak neler olduğunu anlamanıza yardımcı olacak birkaç adımı daha öğrenebilirseniz, kendinizi daha iyi anlayabileceksiniz.
  6. Vücudunuzla iletişim halinde olun: Bu güçlü duygular vücudunuzu çevrelediğinde, bedeninizin hangi bölgesinden kaynaklandıklarına dikkat edin. Eğer hissettiğiniz duygu ile bir baş ağrısı hissediyorsanız, alnınıza duygunuzu bir iki kelime ile ifade eden bir kağıt yapıştırın. Bu sayede duyguların size değil, sizin duygulara hükmettiğinizi anlayacaksınız.
  7. Neler hissettiğiniz ve ne yaptığınız ile ilgili dürüst olmaya çalışın: Eğer herhangi bir olay ya da kişi ile ilgili ilgisiz bir hissiyatınız varsa, neden durumu daha fazla zorlayasınız ki? Veya herhangi bir olayı ya da kişiyi rahatsız edici ve sinir bozucu olarak görüyorsanız, kendinizi biraz daha iyi tanımanıza yardımcı olacak bir muhabbetten neden kaçınasınız ki?
  8. Kendinizi ifade edebileceğiniz en uygun anı seçin: Örneğin, müdürünüz ile bir konuda anlaşamıyorsunuz ve sorunları çözüme bağlamak adına konuşmak istiyorsunuz. Bunu yapmak için doğru bir anı seçemezseniz, sorunlarınız daha da büyüyerek artacaktır. Bu nedenle, en doğru zamanı bulmak adına, sorunu iyi bir şekilde inceleyin, çevrenizdeki insanları ve kendinizi iyi gözlemleyin.
  9. Olumlu bir iletişim biçimi kullanın: Hoş bir ton, aktif dinleme hali, göz teması ve “bugün iş yüzünden çokça stres altındayım” gibi uzun cümleler yerine “gerginim” gibi daha basit ifadeler kullanarak, açıklamak istediğiniz durumu en yalın hali ile, lafı hiç dolandırmadan açıklayabilirsiniz. Karşınızdaki kişi, iş nedeni ile yoğun stres altında olduğunuzu rahat bir şekilde anlayacaktır.
  10. Ne hissettiğinizi ifade etmenize yardımcı olmak için vücudunuzu kullanın: Stresli olduğunuzu söylerken, elinizi kalbinize, alnınıza ya da karnınıza koyun. Bu hareket, sizi üzen bir durum ile karşı karşıya olduğunuzu ve bu şekilde devam etmenizin, hem siz hem de çevreniz açısından yararlı olmayacağını gösterir.
  11. Duygularınızı göz önüne getirmek ve kişiselleştirmek esastır: Herhangi bir şekilde baskı altında tutmadan ya da saklamadan, kendi duygularınızın ve hisleriniz sahibi yine sizsiniz. Kendinizi ve zihninizi rahatlatmak ve hafifletmek adına anlaşılabilmeleri için, duygularınızı ifade etmeniz gerekir.

Kendi duygularınızı nasıl sakinleştirebilirsiniz?

Bazen duygusal rahatsızlıkların, gerçek ve somut bir durum ile hiçbir ilgisi yoktur. Hatırladığınız herhangi bir şeyden, havanın kapalı olmasından ya da aklınıza gelen üzücü bir olaydan ötürü üzgün olabilirsiniz. Bu durumlarda, yukarıda bahsedilen adımları uygulayıp şu gerçeği kabul etmeniz önem arz eder: bu duygular da sizin bir parçanız. Üzgün olduğunuzu ve bu tür duyguların da her insanda var olduğunu kabul edin.

Kendimizi duyguları olan varlıklar olarak kabul etmek, hangi duyguları içimizde tutmamız gerektiğini ve hangi duyguları başkaları ile paylaşmamız gerektiğini anlamamız için en önemli adımdır.

Duygular, bir tür olarak insanın evriminin bir parçasıdır ve aynı zamanda insanları, yeryüzünde yaşayan diğer canlılardan ayıran en önemli ayrıcalıktır. Duygular bizlerin en doğal yapı taşıdır, bu yüzden onlara karşı herhangi bir mücadele içerisine girmek nafile bir çaba olacaktır. Duygularınızın olmasından çekinmeyin ve rahatlamaya çalışın. Birisiyle konuşmak, yazı yazmak ya da yürüyüşe çıkmak gibi aklınızı meşgul edecek başka aktiviteler bulun.

Duyarlı: Dış etkilere karşı duyarlığı olan, hassas

Sıklıkla savunmasız ve güçsüz gibi kavramlarla özdeşleştirilen duyarlı kelimesi, çoğu kişi tarafından yanlış değerlendirilebiliyor. Bakıldığında duyarlı bir insan güçsüz ya da savunmasız kişi değil, daha güçlü anlamlandıran ve hisseden kişidir. Nasıl mı? HSP (Highly Sensitive Person) ya da SPS (Sensory Processing Sensitivity) olarak isimlendirilen bu durumu açıklığa kavuşturmak gerekirse:

“Merkezi sinir sisteminin artan duyarlılığı ve fiziksel, sosyal ve duygusal uyaranların daha derin bilişsel işlenmesini içeren mizaç veya kişilik özelliğidir.”

1) Şiddet ve zulme karşı derin nefret.

Herkes şiddet ve zulümden nefret eder, ancak yüksek duyarlılığa sahip insanlar için bunu görmek, duymak hatta konuşmak son derece rahatsız edici olabilir. Filmlerdeki şiddet sahnelerin gerçek olmadığı bilindiği için izleyicide de çoğunlukla gerçek’miş’ gibi etki yaratır. Sahne ne kadar başarılıysa, izleyici sahneyi o kadar gerçek’miş’ gibi hisseder. Fakat bu sahneleri gerçek anlamda hissetmeye başladıysanız temel HSP özelliklerinden birine sahipsiniz demektir.

Bu hissin kaynağındaki şiddetin ve zulmün herhangi bir türe bağlı olmadığının da altını çizmek gerekir. Hayvanlara karşı şiddet, tabiatın yok olması ya da insanların açlık sorunu fark etmeksizin, duygular son derece derindir.

2) Çevrenizdeki insanların duygularını hissetmekten bitkin düşmek.

Tamamen empat olmasalar da aşırı duyarlılığa sahip insanlar da bulundukları çevredeki insanların duygularını psikolojik olarak kendilerine katabilirler.

Çünkü yüz ifadeleri, beden dili ve ses tonu da dahil olmak üzere başkalarının kaçırabileceği incelikleri rahatlıkla kavrayabilirler.

Bu kişilerin kendilerine ait olmayan duyguları hissetmelerinin sonucu olarak duygusal yorgunlukların yaşanması da şaşırtıcı değildir.

Başkaları yerine utanmak, başkalarının mutsuzluklarını hissetmek, duyulan olayları yaşıyormuş gibi hissetmek ve sonrasında kendi ruh haline dönmek son derece yorucu olabilir.

3) Güzelliğe karşı tarifi zor duygular hissetmek.

Şiddet gibi kötü olaylara karşı ne kadar derin bir rahatsızlık duygusu hissediliyorsa, güzellik duygusu da o kadar derin hissedilir.

Lezzetli bir yemek, güzel bir koku, etkileyici bir sanat eseri, akılda kalıcı bir melodi bunlara örnektir.

Özellikle sanat eserlerinin büyüleyiciliği burada son derece ayırt edici bir örnektir.

Eğer çevrenizdeki insanlar benzer senaryoda sizin kadar etkilenmiyorsa ve bunu merak ediyorsanız, muhtemelen cevabı burada saklı olabilir.

4) Yüksek yadırgama hissi.

Değişimin gerekliliği tartışmasız önemli bir gerçek. Ancak yüksek duyarlılığa sahip insanlar için ufak düzen değişiklikleri bile yadırgama hissine neden olabilir.

Alışkın olduğunuz yerin dışında, bir tatilde ilk gün uyumakta zorluk çekmek bu duruma basit bir örnektir.

Bulunduğunuz yer ne kadar huzurlu ve rahat olursa olsun, alışık olunan düzenden sonra bunu yadırgamak, değişikliği daha derinden hissetmenizden kaynaklanır. Kısa süreli bir yabancılık hissidir.

5) Uyarıcılara karşı yüksek hassasiyet.

Sinir sisteminiz zaten bu konuda yüksek seviyede bulunduğu için uyarıcılara karşı hassasiyet de son derece yüksektir.

Özellikle bir kahve sonrası hızla canlanmaya başlayan biriyseniz bu his size tanıdık gelecektir.

Bazı araştırmalarda acı eşiği konusunda da benzer bir durum olduğunu gösteriyor.

Bir teması, acı hissini ilk anda hissetmek ya da en ufak bir sese bile anında uyanmak bu konudaki örneklerden biridir.

6) Mutsuzluk yaratmamak için hararetli tartışmalardan kaçınmak.

Özellikle yakın ilişkilerde gerilim ve anlaşmazlık karşısında huzuru kaçırmamak için tartışmadan kaçınmak yaygın bir alışkanlıktır. Ancak pek sağlıklı olmadığını söylemekte de yarar var.

“İçine atmak” deyiminin uzun vadede fiziksel ve psikolojik birçok rahatsızlığı beraberinde getirdiğini unutmamak gerekiyor.

7) İki ucu keskin kılıç: Detayları titizlikle idrak etmek.

Üzerinde çalıştığınız işteki hata ihtimalini minimuma indirmeye çalışmak, bir insanın söylediklerini kelimesi kelimesine değerlendirmek, en ufak değişiklik ya da aksaklığı fark edebilmek sizin için tanıdık geldi mi?

Detayları titizlikle idrak etmek kimi zaman eşsiz bir iş disiplini ve farklı bir bakış açısı sunsa da, her zaman avantaj anlamına gelmiyor.

Çünkü bu seviyenin arttığı durumlar; detaylar tarafından sürüklenmekle, kişinin söylediklerini farklı anlamlarda yorumlamakla ve etkisi olmayan küçük aksaklıkların esiri olmakla sonuçlanabilir.

Eren Cicibıyık

Zamanı yönetmeyi iyi bilmek, iş görüşmelerinde sizi öne çıkaracak bir özelliktir. Sadece bununla da bitmez. Zamanı daha iyi organize etmek, hayatınızdaki her alanda, daha iyi hissetmenizi sağlayacaktır.

Neden herkesin benden daha çok zamanı varmış gibi geliyor? Zaman neden avuçlarımın arasından kayıp gidiyor gibi? Zamanı daha iyi organize etmeyi nasıl öğrenebilirim? Sosyal hayatımı, aileme ve işime ayırdığım zamanı, fiziksel ve ruhsal sağlığımı dengelemem mümkün mü? Bu yazımızda bütün bu sorulara cevap vermeye çalışacağız ve zamanı daha iyi organize etmek konusunda size yardımcı olacağız. Herkesin bir günde sahip olduğu zaman aynıdır, kimse bunu değiştiremez. Esas kontrolünüzün olduğu şey; bu zamanı nasıl kullandığınızdır. Daha rekabetçi olan ve her gün hızlanan bir toplumda, bu özellik gittikçe daha önemli olmaya başlamıştır. Bu özellik, bir işi almanızda veya yararlı hissetme konusunda fark yaratmanızı sağlayabilir.

Daha iyi organizasyon için ilk strateji; planlama yapmaktır. Gününüzü, haftanızı, ayınızı ve yılınızı planlamaya birkaç dakikanızı ayırmanız, yapmanız gereken şeyleri etkili bir şekilde önceliklendirmenizde size yardımcı olur. Aynı zamanda, geleceğe dair bir öngörüye sahip olmak; neyin acil, neyin önemli olduğunu ayırt etme konusunda da faydalı olabilir.

Bu iş için bana ne kadar zaman gerekli? Bir şey yapmadan önce kendinize bunu sorun ve kendinize bir yanılma payı da bırakın. Kendinize dürüst olun ve beklemediğiniz ne gibi şeyler ortaya çıkabilir, bu konu hakkında da düşünmeye çalışın. Örneğin, bugün planlarınız; alışverişe gitmek, bir arkadaşınızı aramak, iş arkadaşınıza mail atmak, özel bir akşam yemeği hazırlamak ve bir sunumu bitirmek ise, her görev için kendinize yeterli zaman ayırın ki, acele etmek zorunda kalmayın. Örneğin, ulaşımda harcayacağınız zamanı, beklenmedik dikkat dağıtıcı unsurları, alışverişte kuyrukta bekleyeceğiniz dakikaları, trafiği vs. hesaba katmaya çalışın.

Zamanı Daha İyi Organize Etmek İçin, Ajanda Veya Telefonunuzu Kullanın

Zamanı daha iyi organize etmek için ne çeşit bir ajanda veya planlayıcı kullanmalısınız? Kaliforniya Üniversitesinde yürütülen bir çalışma gösteriyor ki, öğrenciler bir şeyleri el ile yazdıklarında hatırlamaları ve organize etmeleri daha kolay oluyor (klavye ile yazdıklarına oranla). Bunun sebebi ise; el yazısının beyindeki ince motor kısmını aktive etmesidir, yani el yazısı bu şekilde uzun süreli hafızada daha derin etkiler oluşturmaktadır. Eğer bir şeyleri yazarak yaparsanız, beyniniz düşünceleri organize etmek ve konsepti işlemek konusunda daha iyi performans sergileyecektir. Yazılı bir ajanda, zaman ve görevleriniz konusunda mental bir harita oluşturmanıza yardımcı olur. Ayrıca, kullanışsız düşünceleri durdurmak konusunda değerli bir araçtır, çünkü enerjinizin kontrolünüzün olduğu şeylere odaklanması için sizi zorlar. Ajandanızı renklere anlamlar vererek tutmak ise önceliklendirme konusunda size yardımcı olur ve görsel hafızanızı aktive eder. Bu şekilde de beyninizin bilgileri tutmasına yardımcı olur.

Zamanınızı Ve İradenizi Organize Edin

Sabah uyandığınızda, bir önceki günden kalan ruhsal enerjiniz ve iradeniz genellikle yenilenir. Çoğu uzman günün ilk saatlerini en az sevdiğiniz veya sizi endişelendiren görevleri yapmaya ayırmanızı öneriyor. Daha geç bir vakte bırakırsanız, erteleme, olasılığınız artacaktır. Bu da, ertesi güne daha fazla yapılacak iş ve daha fazla stres anlamına gelecektir.

Beyninizin rahatlamak için de bir alana ihtiyacı vardır. Gün içinde yaratıcılığınız ve doğaçlama şeyler için de zaman ayırdığınızdan emin olun. Bir şeyleri sevdiğiniz için yapmak çok önemlidir. Bunun anlamı ise, planlamadığınız bir alan bırakmak demektir. Bu sizi iyi hissettirir ve bir yandan da ajandanızın kölesi olmadığınız anlamına gelir. Son zamanlardaki bir araştırma, bir dikkat dağıtıcı unsurdan sonra herhangi bir şey için dikkati geri toplamanın 23 dakika sürdüğünü söylemektedir.

Diğer bir yandan, etrafınızda ne kadar dikkat dağıtıcı unsur olursa, bir şeyleri yapmak için o kadar zamana ihtiyacınız olacak. İyi bir çalışma alanı ve etkili planlama, üretkenlik ve denge konusunda çok önemlidir. Yeterli uyku uyumak, sağlıklı beslenmek ve kendinize yeterli boş zaman ayırmak da üretken ve zevkli bir hayat için anahtardır.

Kimse gün içinde daha fazla zamana sahip olmuyor. Hepimiz çalışmak, eğitim almak ve eğlenmek için aynı süreye sahibiz. Fark yaratan şey ise, nasıl organize olduğunuz ve görevlerinizi nasıl önceliklendirdiğinizdir. Hayatınızdaki her bir anın tadını çıkarttığınızdan emin olun. Ne bekliyorsunuz?

Bazen zaman harcamak hayatı kazanmaktır. Çünkü inandığımızın aksine zaman hayati önem taşımaz. Bundan dolayı, hiçbir şey yapmamak ve kendimizi olmak, hissetmek ve keyif almakla sınırlandırmak sağlık ve mutluluk ile eş anlamlı! Boşa zaman harcamak, başka bir açıdan bakmamızı gerektiren göreceli bir durumdur. Örnek verecek olursak, bunu sağlığımız için değerli bir şey olarak algılayabiliriz. Bir düşünün. Bizi “Vakit nakittir” mantığına inandıran ve hayatın her anını sonuna kadar değerlendirmemiz gerektiğini düşündüren bir toplumda yaşıyoruz.

Bu da bizleri şüphesiz kendimizi ihmal etmemizden kaynaklı her yönün stres ve anksiyete bozukluğuna çıktığı bir labirente hapsediyor. Bundan dolayı da şunu söylüyoruz: Vakit nakit, altın ya da gümüş değildir. Zaman çok daha değerlidir. Çünkü zaman hayattır.

Zaman Yönetimi

Zamanınızı nasıl yöneteceğinizi bilmeniz ve ara sıra hiçbir şey yapmama konusunda kendinize izin vermeniz şüphesiz ki rahatlatan bir şeydir. Fakat genellikle bunu yapmakta zorlanırız. Çünkü yaşamımızın çoğunu “üretken” modda sürdürürüz. Zihnimiz kanepede uzanıp dinlenmeyi zaman kaybı olarak yorumlar.

Bunun tam tersini iddia eden, zaman yönetimi konusunda uzman kişiler de var. Silikon Vadisi’nde danışman olarak yaptığı işlerle tanınan Dr. Alex Soojung-Kim Pang gibi. Doktor, kitabı Dinlenmek: Daha Az Çalıştığınızda Neden Daha Çok İş Yaparsınız‘da hayat tarzımızı değiştirmemizin vakti olduğunu söyler. Desarj olmamızı ve huzura ermemizi sağladığı için zaman “harcamanın” kimi zaman bizim lehimize bir durum olduğunu anlamak zorundayız.

Zaman Harcamak Hayatı Kazanmaktır

20. yüzyılın en çok tanınan filozof, ekonomist ve sosyologlarından biri olan Max Weber Sanayi Devrimi ile birlikte insanların işlerine neredeyse dinlerine bağlı oldukları kadar bağlandıklarını öne sürmüştür. Bu noktadan sonra artık çalışmak, sadece para kazanmak için yapılan bir aktivite değildir. Çalışmak bir yaşama biçimi haline gelmiştir ve bu durumun günümüzde de geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Çoğu insana göre iş insanı onurlandıran bir şeydir. Bir aktivitede bulunmak üretkenliğe denktir. Bu bir açıdan doğru olsa da, biz bunu genel olarak en uç noktalarda yaşarız ve öylesi bir konuma getiririz ki insanlar biraz dinlenecek vakit dahi bulamaz hale gelirler.

Bir aktivitede bulunmamanın zaman kaybı ile eş anlamlı olduğunu düşünmek psikolojik olarak yorgunluğa yol açar. Almanya’daki Mainz Johannes Gutenberg Üniversitesi’nde Dr. Leonard Reinecke’nin yürüttüğü ilginç bir çalışmada, çoğu insanın televizyon izleyerek vakit geçirirken kendilerini daha az düşündüğü ve bunun da bir şeyler yapmamaktan ötürü suçluluk duymaları ve televizyon izlemeyi vakit kaybı olarak görmelerinden kaynaklandığı ortaya çıkmıştır.

Beyaz Tavşan Gibi Olmayın

“Amanın! Amanın! Geç kalacağım!” Bunlar, Alice Harikalar Diyarında’daki Beyaz Tavşan’ın sözleri. Bu sevimli karakter çoğu insanın sahip olduğu aşırı yoğun hayatı temsil ediyor. Kabul edin, her zaman yapmamız gereken bir şey olduğunu düşünüyor ve sürekli saati kontrol etmekle meşgul oluyoruz. Sonsuz anksiyete ve psikolojik yorgunluğa yol açar biçimde böylesi bir davranışı kendi kendimize besliyoruz.

Üretim kültürü ve mükemmeliyetçilik hiçbir şey yapmamaya ayırdığımız zamanla ilgili suçlu hissetmememize yol açıyor. Bazen zihnimiz bize o an yapabileceklerimizle ilgili işkence dahi ediyor.

Kendiniz İçin Zaman Harcamak

Bazen zaman harcamak sizden bir şeyleri alıp götürmez. Hatta tam tersi. Buna biraz kafa yorun, artık hayatınızın her anında üretken olmanız gerektiğini düşünmeyi bırakmalısınız. Bu anlar kendinize tekrar çocuk olma iznini verebileceğiniz değerli anlar. Sonunda özgür, rahat ve oyunbaz olarak, sıkılmanıza izin verin. Bu yaratıcılık ve düşünceyi geliştirdiği için günde birkaç saat hiçbir şey yapmamalısınız. Bununla birlikte, daha iyi iş yapmanın daha çok çalışmak anlamına gelmediğini de kafamıza sokmalıyız. Hatta, daha az çalışmak daha üretken olmamızı sağlar ve yaşam kalitemizi artırır.

Son olarak, kendinize hediyeler vermeyi öğrenmelisiniz. Kendinize zaman tanımayı ve basitçe kendinizi yalnızca var olmak ve beş duyunuz ile hayatın tadını çıkarmakla sınırlandırmayı ihmal etmeyin.

Psikolog Valeria Sabater

Negatif ve Ben merkezci Sohbetler

Fark etmişsinizdirki pek çok insan bir araya geldiğinde sohbetler değişmez bir şekilde neyin “yanlış”, neyin “kötü” olduğu üzerine, diğer insanlara veya genel dünyevi konulara doğru sürüklenir. Bu, genellikle birincil sohbet konusudur ve diğer konulara daha az önem verilir. Bu dinamiği, iliskilere veya çevre sartlarına bakmaksızın, arkadaşlararasında, sevgiliile, aile ve iş ortamında, medyada ve yabancılarla yaptığımız sohbetlerde kolaylıkla gözlemleyebiliriz. İnsanlar birbirlerine üzüntüsünden bahsederek ya da şikayet ederek bir nebzede olsa rahatlar ve böylelikle ilişki bağları kurarlar. Sorun olan insanın kederini paylaşması değildir, fakat sıklıkla fazlaca yapılır. Bu tür sohbetlere sayısız örnekler hakimdir; mesela, derdini anlatan kişinin nasıl haksızlığa uğradığı, ona nasıl yanlış davranıldığı, nasıl daha farklı olunması gerektiği veya olunabileceği gibi. Sadece memnuniyetsizliğin yanısıra, negatif ve kötümser konulara aşırı odaklanma genellikle kendini tekrarlayan bir hal alır.

Elbetteki, aklımızdan neler geçiyorsa onları konuşuruz. Aslında negatif bir sohbete odaklanma genellikle iç dünyamızdaki negatifliklerin hakim olduğu düşünsel yasantıyı, iç sohbetimizi ve düşünme biçimimizi yansıtır. Her ne kadar bu negatif konuları konuşma ihtiyacı hissetsek de, düşünsel iç sohbetimizi ve insanlarla olan sohbetimizi dengede tutmayı, özellikle diğer insanların ve hayatın daha nötr ve pozitif yanlarını yansıtarak, gözönünde bulundurmalıyız. Sürekli negatiflikleri görmek ve onları konuşmak bizi pozitifleri görmekten alıkoyduğu gibi ilişkilerimizi de olumsuz etkiler.

Bir diğer problem de, konuşmayı yapanın, dinleyiciyi “sohbet” adı altında, baskı altındaki duygularını boşaltmak amacı ile ve sesli düşünme aracı olarak kullanma eğilimi veya sohbet konusunu sürekli kendi konuşmak istediği konulara getirmesidir. Böyle bir konuşma yapan kişinin içsel dürtüsü şu şekildedir: “Ne söylemeye ihtiyacım varsa onu söylemeliyim. Senin ihtiyacın olan veya söylemek istediğini kincil planda”. Konuşmayı yapan, sohbetin yönünü kontrol etmeyi periodik olarak bıraksa bile, diğer kişiyi gerçekten dinlemiyordur. Daha ziyade, tekrar kendileri için önemli olan konuya atlayıp konuşmayı devam ettirmek için sabırsızlıkla diğer kişinin konuşmasını bir an önce bitirmesini (veya en azından şöyle bir nefes almasını) bekliyordur. Burada sonuç insanların birbirleri ile konuşmaları değil, birbirlerine konuşmalarıdır. Böyle durumlarda dinleyici sadece bir “obje” den ibarettir. Konuşmayı yapan, dinleyiciye bir “obje” gibi davranarak narsistik gereksinimlerini tatmin eder. Dinleyenin kim olduğu konuşmayı yapan kişi için önemli değildir bile. Bu tür bir sohbet sadece konusmayı yapanın ben merkezciliği değil, dinleyiciyi de insanlıktan çıkartmasıdır. Tek önerilesi müdahale yöntemi, konuşmacının, sohbetin içeriğinin dinleycinin ilgisini çekip çekmeyeceğini gözönünde bulundurmasıdır. Mesela şu soruları düşünerek gözönünde bulundurabilir: 1) Bu bilgi dinleyici ile ilişkili mi? Dinleyici için faydalı veya gerekli mi? 
2) Durum bu olsa bile, öğüt mü veriyoruz? 
3) Dinleyici için ilginç mi? 
4) Dinleyici bunu gercekten duymak ister mi? 
5) Dinleyici ne söylendiğini tamamen duyabilecek bir yerde mi? 
6) Dinleyici bu bilgiden olumsuz etkilenebilir ve hatta zarar görebilir mi? 
7) Dinleyici bu bilgiyi daha önce de pek çok kez dinledi mi? 
8) Yoksa sadece sesli mi düşünüyorum? 

Uzman Psikolog &Pedagog & Çift ve Aile Danışmanı Bahar Erden

Evlilikte İletişimi Geliştirmek Niçin Önemlidir?

İletişim çok kısaca birinden diğerine aktarılan sözlü veya sözsüz bilgidir. Kullandığımız dil ve karşılıklı diyalogdan ziyade, beden dili, mimikler, ses tonu, duruş, bakış gibi sözel olmayan iletişimi daha sıklıkla kullanırız. Etkili iletişim ise her başarılı ilişki için geliştirilmesi gereken bir beceridir. Evlilikte sadece eşlerin güzel bir beraberlik geçirmeleri için değil tüm toplumun ahengi için önemlidir. Çünkü aile kurumunun korunması, sağlıklı çocuklar yetiştirmek etkili iletişim becerilerini geliştirmekten daha da önemli bir hedeftir.

Plato der ki “bütün iyi olmadıkça parçalar da iyi olamaz”. Burdan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki eşimizle iletişim problemleri diğer pek çok alanı etkiler. Eşimizle iletişimimiz güçlendikçe sadece evliliğimiz değil çocuklarımızın ruhsağlığı gelişir. Çocuklar ebeveynlerini model aldıkları için etkili iletişim kurabilmeyi içselleştirerek ve doğal olarak da etkili iletişim kurmayı bilerek büyürler. Bunun sonucu olarak da sosyal uyumları, ilişkileri sağlıklı olur. Dolayısı ile özgüvenleri yüksek, akademik olarak başarılı ve gelecekte de iş yaşamında başarılı bireyler olarak varolurlar. 

Peki bu beceriler nasıl gelişir? Çatışmalar ve aile içi problemlerden kaçınalım mı? Elbette ki hayır. Tıpkı hayat gibi evlilikler de çatışmalar ve problemler barındırır ve bu çok normaldir. Önemli olan çatışmalarla nasıl baş edebiliriz? Problem odaklı konuşmak yerine nasıl çözüm odaklı iletişim kurmalıyız? Noktasında terapi desteği almak önemlidir diyor Muğla Marmaris’te Uzman Psikolog ve Aile Danışmanı Bahar Erden. Çünkü pek çok evliliği sonlanma noktasına getiren bu problemlere baş etme becerilerinin yetersiz olması ve etkili iletişim kuramamaktır.

Uzman Psikolog &Pedagog & Çift ve Aile Danışmanı Bahar Erden

İçsel, İlişkisel ve Örgütsel Huzura Katkıda Bulunmak İçin Yapabileceğimiz 9 Şey
1- Her gün, kendimizle ve başkaları ile nasıl iyibir ilişki kurabileceğimiz konusunda düşünmeye biraz zaman ayırmak
2- Tüm insanların ihtiyaçlarının aynı olduğunu hatırlamak
3- Başkalarının ihtiyaçlarının karşılanması ile kendimizinki kadar ilgilenip ilgilenmediğimizi gözlemlemeye ve anlamaya çalışmak
4- Birinden birşey yapmasını istediğimizde, ilk önce ricada mı yoksa talepte mi bulunduğumuzu kontrol etmek
5- Birinden ne yapmamasını istediğimizi söylemek yerine, ne yapmasını istediğimizi ifade etmek, yani pozitif bir dil kullanmak
6- Birisinin fikirlerine katılmak veya katılmamaktan ziyade, kişinin ne hissettiğini ve neye ihtiyacı olduğunu bulmak
7- “Hayır” demek yerine, hangi ihtiyacımızın bizi “evet” demekten alıkoyduğunu söylemek
8- Üzüntülü hissettiğimizde, başkaları ile ve kendimizle ilgili neyin yanlış olduğu hakkında düşünmek yerine, hangi ihtiyacımızın karşılanmadığını ve onu karşılamak için ne yapabileceğimizi düşünmek
9- Hoşumuza giden birşeyi yaptığı için birini övmek yerine, o eylemi yaptığında hangi ihtiyacımızı karşıladığını söyleyerek memnuniyetimizi dile getirmek

“Neden hep hayal kırıklığına uğruyorum?”, “beni fazlasıyla hayal kırıklığına uğrattı” gibi ifadeleri zaman zaman duyarız. Duymasak bile biliriz ki öfke, kızgınlık, kırgınlık, içe kapanma, tepkisellik gibi çeşitli duygu ve davranışların altında yatabilen bir histir hayal kırıklığı. Muhatabımız olan kişide veya ilişkilerimizde karşılanmamış beklentilerimizin olması sonucu ortaya çıkar. Normaldir hayal kırıklıkları yaşamak, ancak bazı durumlarda baş etmek zor olabilir ve/veya zaman gerekebilir. 
Eğer hayal kırıklıklarını yoğun yaşıyorsak, düşüncelerimizi, tutumlarımızı, davranışlarımızı, ilişkilerimizi,  olaylara bakış açımızı etkiliyorsa ve sürekli orada takılıp kalıyorsak, terapi desteği almak doğru bir seçimdir. Terapide beklentiler yeniden gözden geçirilir. Belki ebeveynlerimizle, belki arkadaşlarımız veya akrabalarımızla, belki de eşimizle veya kız/erkek arkadaşımızla yaşadığımız bazı durumları kabule geçme süreci bir kayıp sürecidir de aynı zamanda.


En sorun olan, kişiyi veya olayları olduğu gibi görmek yerine olmasını istediğimiz gibi görmeye devam etmektir. Gerçeği ve gerçeğin olmasını istediğimizden farklı olabileceğini kabullenmek cesaret ve özgüven ister. Acıtır çünkü. Kabullenme sürecinde karşı tarafın nasıl davrandığı önemlidir,çünkü o kişinin gerçeğini yansıtır. Ancak sıklıkla “demek istenen” ya da “davranışın altında yatan” üzerinde birçok spekülasyon yaparak gerçeği kabulden kaçarız, ya da olmasını istediğimiz şekilde algılarız. Eşinden şiddet gören çoğu kadının “bunu beni sevdiği ya da kıskandığı için yapıyor” şeklinde algıladığı gibi. Ya da “telefonlarıma bakmayarak naz yapıyor” diye düşünür bazılarımız ama ne yapmaya çalıştığı veya sizin nasıl algıladığınız değildir mesele. Mesele ne yaptığı yani ortaya çıkan eylemin ne olduğudur. Ne yazık ki “hayır” ı “evet” algılayanlarla çoğumuz tanışmıştır. “Hayır seninle bir beraberlik düşünmüyorum” ifadesini, “hayır dedi ama sürekli bana bakıyor, hissediyorum beni sevdiğini” diye algılayan yetişkin sayısı da son derece fazladır. 


Kabullenme sürecinde karşı tarafın nasıl davrandığından başka davranışı sonrası neyi niçin hissettiğimiz? Davranışın istediğimiz veya ihtiyacımız olan ile örtüşüp örtüşmediği? Bu davranışları ile aslında bize neyi gösterdiği? ile yüzleşiriz. Hayal kırıklığı yaşamak oldukça normaldir çünkü bir duygudur. Ancak bizi güçlü ve dayanıklı yapacak olan hayal kırıklıklarımızla nasıl baş ettiğimizdir. Gerçekleri kendi istediğimiz gibi değil de olduğu gibi kabul ettiğimizde kendi yaşantımız üzerinde daha fazla gücümüz olur ve daha mutlu ve özgüvenli oluruz. 

Uzman Psikolog /Pedagog/Evlilik ve Aile Danışmanı Bahar Erden

Eğitim, çok farklı kişilerce ve kurumlarca ayrı perspektiflerden tanımı açısından bugüne dek yorumlanagelmiştir. Zihnime eğitimin ne olduğuna dair yerleşen tanımını, sonucunda istenilen olumlu bir davranış değişikliği meydana gelmeli ve tabi ki meydana gelen bu davranışın istenilen doğrultuda, hedeflere uygun olmalıdır. Şeklinde özetleyebilirim.

Yaşamın var olduğu ilk çağlardan bu yana, insanlığın nefes alıp vermeye başladığı ilk andan bu zaman dilimine kadar eğitim süreci hep var olmuştur ve bundan sonraki tüm zaman dilimlerinde de eğitim varlığını sürdürmeye devam edecektir. İnsanlık tarihinin en uzun evresi olan Eski Taş-Paleolitik Devir’de bile insanlar mağaralara duygu ve düşüncelerini anlatan figürler yansıtmış, resimler çizmişlerdir. Psikolojik ruh hallerine bağlı olarak bu resimlerin içeriği değişmiştir.

Tabi bu eğitimlerin içeriği ve şekli coğrafyaların, kültürlerin içsel dinamiklerine bağlı olarak değişmektedir. Bu eğitim formal, informal ya da non-formal tür olarak kendini gösterebilir. Eğitim ve psikolojinin en yoğun ve standardize olduğu eğitim türü formal eğitim türüdür çünkü formal eğitim okul öncesi dönemden başlayarak ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, master ve doktoraya kadar uzanan uzun soluklu belli bir planı, müfredatı, çerçevesi, normları ve kuraları olan bir yapıyı ifade eder.

Psikoloji ise, insan ve hayvan davranışlarını geniş çerçevede inceleyen bir bilim dalıdır. Eğitim hem insanlar hem de hayvanlar için yaşam boyu olduğu göz önüne getirildiğinde eğitim ve psikolojinin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. İnsan eğitimlerinde klasik koşullanmayı, hayvan eğitimlerinde de edimsel koşullanmayı hatırlamak, eğitim ve psikolojinin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu düşüncesine katkı sunacaktır.

Yukarıda eğitimin bilinçli bir şekilde istenilen davranışları meydana getirme süreci olduğundan bahsettim. Eğitimde hedeflenen amaçların gerçekleşebilmesi ve amaca ulaşılabilmesi için bireylerin gelişim dönemi özelliklerine, öğrenme stillerine göre dizayn etmelidir. Tabi bu dizaynı oluştururken gelişim dönemi özeliklerinin neler olduğunu, öğrenme stillerinin ne gibi farklılıklar yaratacağını vs. gibi olguları psikoloji biliminin verilerine dayalı olarak oluşturacaktır. Gelişim psikolojisi, bireylerin hayatları boyunca geçirmiş oldukları değişimleri betimlenmesi ve açıklanmasıyla ve aynı zamanda bireyler arasındaki değişim, benzerlik ve farklılıklarıyla uğraşır (Onur, 2006).

Özellikle formal bir eğitim verilme sürecinde insan psikolojisini göz önünde bulundurmamak ve buna göre hareket etmemek düşünülemez. Düşünülmesi ve bu doğrultuda hareket edilmesi eğitim sistematiğinin mantığına ve istenilen sonuçlara engel olunmasına neden olur.

Eğitim sistemimizi baz aldığımızda okul öncesi dönemden başlayarak ortaöğretimin bitimine kadar her okul ve kademesinde rehberlik ve psikolojik danışma servisleri bulunmaktadır. Ki son yıllarda rehberlik ve psikolojik danışma servislerinin önemi konusunda farkındalık artmıştır. Her kademede rehberlik ve psikolojik danışma bulunması eğitim ve psikolojinin ne denli birbirinden ayrılmaz olduğunu göstermektedir. Bu servislerde temel olarak öğrencilere bireysel, mesleki ve eğitsel rehberlik yapılmaktadır ki bu hizmetler öğrenci psikolojisi için hayati önem taşımaktadır.

Psikolojik danışma boyutu ise eğitim sürecinde can alıcı bir noktaya sahip olup hayati önem taşımaktadır. Eğitim dediğimiz süreç sadece öğretim ile gerçekleşemez. Gelenekselci eğitim sistemlerinde sadece öğretim boyutuna odaklanılmakta ve bu da beraberinde başarısızlık getirmektedir. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Dolayısıyla eğitimin bir bütün olduğunu ve içsel dinamiklerini iyi dengelemek gerçeğini unutmamız gerekmektedir. Ruh sağlığı/Psikolojisi sağlıklı olmayan bir öğrenciden, bir bireyden eğitim hayatında akademik başarı beklemek realist bir hedeften oldukça uzak olacaktır. Öğrencinin özel problemlerini, durumlarını güven çerçevesinde bir uzmana, profesyonele açabileceği bir servisin olduğunu bilmesi bile öğrenciyi psikolojik olarak rahatlatacaktır. Sorunun ne olduğu fark etmeksizin, koşulsuz kabul edileceği, saygı duyulacağı, gizli kalacağı, güven duyacağı, şeffaf-saydam bir şekilde yürütüleceğinin bilinmesi eğitimde başarıyı arttıracaktır. İnsan psikolojisinin normal bir şekilde olması eğitime de olumlu katkılar sağlayacaktır.

Eğitim hayatı boyunca bireyin kendine ve dünyaya olumlu bakış açısı kazandırması için, kendisini izole ve mutsuz hissettiğinde, herhangi bir konu hakkında danışacak birini aradığında, kaygı ve korkularının üstesinden gelmek için, verimli ders çalışmak ve akademik başarasını arttırmak için, kendini gerçekleştirme yolunda ilerlemek için, aile ve arkadaşlık ilişkilerini düzeltmek için, öfke kontrolünü sağlamak ve daha sağlıklı iletişimler kurmak için kendi ruh halini iyi anlayan temel psikoloji derslerini alan öğretmenler ve işin uzmanı psikolojik danışmanlar arar. Bu da eğitim ve psikoloji ilişkisini daha sıkı hale getirmektedir.

Eğitim, psikolojinin içsel dinamiklerinden olan aşağıdaki tüm olguları dikkate alarak hareket eder. Gelişmiş tüm eğitim sistemlerinde de bu böyledir.

  • Motivasyon
  • Hazırbulunuşluluk
  • Güdülünme
  • Bilişsel Gelişim
  • Gelişim ve Öğrenme
  • Fiziksel Gelişim
  • Ahlaki Gelişim
  • Kişilik
  • Mizaç ve Karakter
  • Öğrenme stilleri
  • IQ ve EQ
  • Özel öğrenme
  • Zekâ Çeşitleri

Eğitim süreci boyunca bireylerin hazırbulunuşluluk psikolojisini göz önünde bulundurmak zorunludur. Derse, eğitime yeteri hazırlığı yapmayan, o psikolojide olmayan bir bireye eğitim verilmesi düşünülemez. Aynı durum yeteri kadar motivasyonu sağlanmayan bireyler için de geçerlidir. Motivasyonu, güdülenmesi eksik ve yetersiz olan öğrencilerden yeteri başarı sağlanamaz ve beklenemez de. İşte tam da bu noktada eğitim ve psikolojinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceği gerçeği bir kez daha çok açık bir şekilde ortaya çıkmış oluyor.

Benze şekilde eğitim sürecinde, bireylerin kognitif gelişim düzeyleri, fiziksel gelişimleri, ahlaki gelişimleri göz önünde bulundurulmak zorunludur. Çok farkı arklı gelişim düzeylerinde bulunan bireylerin bir arada bulunduğu bir ortamdan gerçekçi bir eğitim sağlanamaz. Bunun verilerini de psikoloji biliminden alıyoruz.

Eğitim psikolojisinde kullanılan birçok yöntem vardır ((İienstitu, 2020).

Bunlar:

  • Gözlem Yöntemi
  • Deney Yöntemi
  • İstatiksel Yöntem
  • Klinik Yöntem
  • Olay İncelemesi
  • Görüşme Yöntemi
  • Anket Yöntemi

Eğitim ve psikoloji ilişkisini etkileyen önemli faktörlerin başında da zekâ gelir. Son yıllarda ve gelişmiş eğitim sistemlerinde zekânın tek bir tür olmadığını ve eğitimin de tek bir zekâ türüne bağlı yürütülemeyeceği anlaşılmıştır. Gardner, Çoklu Zekâ Kuram’ında 8 tür zekâdan söz etmektedir (Basaran, 2004 (5): 7-15). Bunlar: Sözel zekâ, mantıksal zeka, görsel zeka, sosyal zeka, kinestetik zeka, doğa zekası, müzik zekası, öze dönük zekadır. Bu zekâ türleri psikoloji bilimi sayesinde eğitime kazandırılmıştır. Ve bu zekâ türleri eğitimden bağımsız düşünülemez.

İnsanlar, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki temel fizyolojik ihtiyaçlarını ve güvenlik ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ait olma sevgi ihtiyacını karşılamaya çalışır. Bunu da sağladıktan sonra itibar, kariyer, başarı, saygınlık, üretme aşamasına geçer ki bu da ancak eğitimle gerçekleşebilir. Bu eğitimi sağlarken de sağlıklı bir ruh halinin sağlanmasıyla elde edilebilir ancak.

Sonuç olarak, eğitim ve psikoloji birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Üniversitede özellikle eğitim fakültelerinden mezun olacak kişilerin, ki buna BESYO da dahil, eğitim psikolojisi dersi alması buna en apaçık göstergelerinden biridir.

Uzm. Kl. Psk. Hüseyin Berken Binay

Comments are closed.