logo

Her Şey O’nu Anlatıyor. 

Allah’ın İsimleri – 1: Allah (c.c)

Allah(C.C.): “Eşi benzeri olmayan, bütün noksan sıfatlardan münezzeh tek ilah, Her biri sonsuz bir hazine olan bütün isimlerini kuşatan özel ismi. İsimlerin sultanı.

Yâ Rabbi! Seni tarif etmektedir bütün güzel isimler. Sen güzel isimlerini aşikar etmezsen, ruhum karanlıkta kalır… Esmaül Hüsna’na şahit yaz beni..

ALLAH(cc)! Sensin ALLAH(cc) sanadır kulluğum Sendedir çarem seninledir varlığım. Seni arar ruhum seni anar kalbim. Başkasına değil sana muhtacım. Başkasını değil seni çağırırım. Başkası yaratılmıştır sen yaradansın. Başkası devamsızdır sen daimsin ve daim eyleyensin. Başkaları muhtaçtır sen ihtiyaçsızsın. ihtiyaçları görensin. Başka ilah yok sen ALLAH(cc)’sın Sen ki eşi benzeri olmayansın. Sen ki bütün eksiksiz sıfatların sahibisinCemaline çevir yüzümü başkasına rağbet ettirme kalbimi.

Er-Rahmân: “Dünyada bütün mahlukata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.

Ya Rahman! Sen öyle rahmet edersin ki rahmetinin bir cilvesi cennetim olurRahmetinden bir parıltı sonsuz mutluluğumdur. Rahmetinin bir damlası herkesin rızkına kefil olur. Şu çorak gönlüme merhametini indir. Şu fani ömrümü sonsuzluğa eriştir. 

Er-Rahîm: “Ahirette, müminlere sonsuz ikram, lütuf ve ihsanda bulunan.

Ya Rahim! Öylesine rahimsin ki; kulağını sözüme muhatap eylersin Aklıma vahyinle tenezzül edersin. Öylesine Rahimsin ki; istendiğinde zaten verirsin. İstenmediğinde de, lütfedersin… Öylesine Rahimsin ki, hak edene hepten verirsin; Hak etmeyene bile çok bahşedersin.. Öyle Rahimsin ki, dünyayı bu kadar güzel eylersin.

ElMelik Bütün kainatın gerçek sahibi ve tek hükümdarı, maliki, hâkim-i mutlak, hükümdar ve sultan.

Ya Melik! Kimsenin kimseye fayda vermediği gün hüküm senin. Gökler yarılırken sahibim sensin Yıldızlar dağılırken sahibim sensin. Varlığım bana ait değil varım yoğum senin. Elimde olanlar benim değil sahiplendiklerim de senin. Yokluğa düşürme beni an senin Darlık verme kalbime mekan senin.

Ya Kuddüs! Sensin kuddüs kutsiyet sendendir bundan öte laf olmaz. Sen dilemezsen hiçbir şey pak sayılmaz. Gönlüm sana yönelmedikçe saf olmazKanımı her nefeste temizlediğin gibi nefsimi arındır pak eyle. Temizlenenlere muhabbet edersin gönlümü muhabbetinle temizle.

Ya Selam! Sensin selam sendendir selam. Emrini dinler ateş ki İbrahim(as) için serin ve selametli olur. İbrahim(as) gibi dostluğuna kabul eyle beni. İbrahim(as) gibi ateşi gül eyle tenime. Gül gibi ateşten çiçekler açtır ruhumda. Selamını şebnem gibi dokundur kalbime.

Ya Mümin! Sen hidayetini göndermezsen kalpler nasıl mutmain olur. Sen kalplere itminan vermezsen kim inandığından emin olur. Sen inandırmazsan kim mümin kalır. Revamın tuzağına düşürme beni nefsimin diline bırakma beni. Öyle mümin eyle ki beni pişmanlıklarım beni sana döndürsün.

Ya Müheymin! Sensin gariplerin sığınagı Sensin kimsesizlerin dayanağı. Sensin hakkı himaye eden Sensin aklımı aldanışlardan kollayanSensin ayağımı tuzaklardan kurtaran Sen ki zayıfları kuvvetlilerin şerrinden himaye edersin Mazlumların hakkını zalimlerden almayı vaat edersin Sen ki benim en küçük, en önemsiz, En gizli arzularımı da bilir bana merhamet edersin Nefsimin aldatmalarına kanmaktan koru beni Aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan koru beni.

Ya Aziz! İzzet senindir sendendir. izzet Sen dilersen kimse zillete düşmezSen vermezsen kimsede izzet kalmaz. Kalbim yalnız sana kanar Yakınlığınla aziz eyle kalbimi. Ruhum yalnız seni arar. Huzurunla aziz eyle ruhumu. Halim yalnız sana aşikar Başkalarının yanında rezil etme beni .

Ya Cebbar! Sen ki mağrurları gururlarına esir eylersin. Sen ki kibirlenenlerin boynuna kibirlerini tasma eylersin. Sen ki zor kullanıp zulmedenleri vicdanlarinin pençesine hapsedersin. Bir sineği vasıta eyle de Nemrutlardan kurtar beni. Bir asayı vesile eyle de firavunlara galip getir beni. Ebabilleri gönderde Ebrehlerin fillerinden koru kalbimiNefsimin beni isyana zorlamasına izin verme Aklımın beni saptırmasına geçit verme . Hep itaat üzre sabit kıl beni 

Ya Mütekebbir! Ben acizim sen Kadir’sin. Ben fakirim sen Rahim’sin. Ben ölüyüm sen Hayy’sın Ben çaresizim sen Ehad’sın. Ben muhtacım sen Samed’sin. Ben sağırım işiten sensin. Ben körüm gören sensin. Ben dilsizim konuşan sensin. Ben yaratılıyorum yaradan sensin. Ben yokum var eden sensin. Ben hiçim ama emellerim büyüktür. Ben yoksulum ama isteklerim çoktur. Ben isterim çünkü sen büyüksün. 
Şahit yaz büyüklüğüne bu küçük kalbimi.

Ya Halık! Sen ol deyince her şey oluverir. Ol de olayım yarattıklarının arasında kalayım. Halk ettiğin gibi ahlaklanayım. Sen yarattın diye güzel olayım. Hep en güzel kıvamda kalayım. 

Ya Musavvir! Yokluğa varlık suretini giydiren sensin. Hiçliğe varlık boyasını çalan sen. Güzeli güzel kılan ancak senin tasvirindir. Sen ki yüzümü benim için biricik sevdiklerim için tanıdık eylersin Katında makbul olan güzellikle tasvir eyle suretimi.

Ya Gaffar! Gizli düşmanlıklarımı bilen sensin. Gözyaşlarıma değer veren sensin. Bilirim rahmet denizini bulandıramaz cümle günahlar Rahmetinle arındır bağışla beni.

Ya Kahhar! Sen öyle Kahhar’sın ki kahrında lütfun çok kahrında acelen yok. Sen öyle Kahhar’sın ki kahrında adalet var kahrına sınır yok. Düşmanımız çok aczimiz nihayetsizdir. Kahrınla helak eyle zalimleri.

Ya Vehhab! Yokluğa sırf yok olduğu için varlık bahşedersin. Nankörlerin bile rızkını kesmez inkar edenlere bile nefes verirsin. Varlığım senin lütfundur senin ihsanındır. Aciz varlığıma lütfunu ihsanını daim eyle. 

Ya Rezzak! Hazinende yok yoktur ol dersin her şey olur. Yarattığın her canlının rızkı senin katında saklıdır. Vahyin mümin kalplerin selin akılların rızkıdır. Ya Rabbi! Sana muhtaç olmak en büyük zenginliğimdir. Senin fakirin eyle beni Senin verdiğinle doymak en büyük lezzetimdir. Sofranda ağırla beni.

Ya Fettah! Damla kadar da olsa sevabım lütfeylede cennetini aç bana Şaşkında olsa aklım kerem eyle de sana gelen yolları aç bana

Ya Alim! Senin için bilmenin başı yoktur Ben ancak sonradan bilirim Senin bilmediğin bir an yoktur
Ben ancak bazen bilirim Sen açık edip söylediğimi de bilirsin Sen susup kendime sakladığımı da bilirsin
Unutup kendimden sakladığımı da bilirsin Kendi kuyularıma aklımın iplerini salarım Kendime aklım ermez sen beni benden çok bilensin Kalbimin kuytularında el yordamıyla dolaşırım Kendime kendim yetmez sen bana benden çok sırdaşsın Bildiğimi bilenlerden eyle beni bilmediğimi bilenlerden eyle beni Sana malum olan ayıp ve kusurlarımla utandırma beni
.

Ya Kabıd! Ya Basıt! Dara düşürürsün genişlik verdiğinde şükretmeyeni Genişletirsin dara düştüğünde de şükredeni takdir senindir Ya Rabbi! Sen ki imkansızı mümkün kılarsın Darda koyma beni dara düştüğümde de şükredenlerden eyle beni Sen ki asılları yanında tutarsın gölgede bırakma beni.

Ya Hafid! Öyle Hafid’sin ki yokluğa yuvarlarsın varlığıyla gurura düşeni Öyle Hafid’sin ki zillete düşürürsün kendisini yücelteni Gururdan azad eyle nefsimi zillete düşürme kalbimi.

Ya Rafi! Secdelerimle sultan eyle beni Kulluğumla şereflendir beni Katında rütbelendir beni İyiler arasında an beni Yükseklere al beni
.

Ya Muizz! İzzetim varsa ancak senin verdiğin kadardır Yalnız sana itaat etmenin izzetini ver bana İzzetine ayine et fakiri

Ya Müzill! Sana boyun eğişim en tatlı sevincimdir Senin kapına gelmeyen sonsuz çaresizlikler içindedir Sana muhtaç oluşum en büyük şerefimdir Cevapsız bırakma beni

Ya Semi! Yare açık yare yare açmaya yare ne hacet Feryadım duyulur aşikare dile dökmeye ne hacet
Güllerim döndü hare hare küsmeye ne hacet Dil avare dudak bi çare parelenmeye ne hacet

Ya Basir! Körüm körlüğüme bile Körüm gördüğüme bile Körüm gösterdiklerine bile Vaat ettiğin cennetine bile körüm Senin görmenle görür cümle gözler Aç gözlerimi

Ya Hakem! Sen ki varlık ağacını yokluğun karanlık köklerinden çıkarıp vücuda getirensin Sen ki kalbimi bir nutfe gibi rahmetini rahminde besleyip büyütensin Kalbime değen sızıları ince ince söz eyle Yüzüme değen gözyaşımı damla damla rahmet eyle Dudağıma değen heceleri deste deste dua eyle.

Ya Adl! Sensin zulme uğrayanların dayanağı Sensin mahzun kalplerin sığınağı Senin adaletindir sığındığım senin nizamındır güvendiğim Nefsime zulmetmekten koru beni Adaletine razı eyle nefsimi Eğrilmekten koru kalbimi Rızana göre ölçülendir beni Mizanında güzel eyle akibetimi Kolay eyle sorgu sualimi Hesap verme inceliğiyle yaşat beni Zulmetmekten uzak eyle beni Zulme uğramaktan koru beni

Ya Latif! Senin hükümlerin her seyin her haline inceden inceye nüfuz eder Hükmüne razi olmayı lütfet bana Lütfunu hakkımda hükmün eyle Hükmünü hakkımda latif eyle

Ya Şükür! Sen ki bana iman verdin dalalette bırakmadın Bense sana şükrümde hep eksik yetersiz kaldım
Şükrünün lezzetini her dem tattır kalbime dilime Şükredebilmek bile senden gelen bir nimettir Bu nimetin şuuruna erdir fakiri

Ya Aliyy! En güzel sıfatlar bile seni nitelemeye yetmez Senin lütfunun şulesidir bütün güzel sıfatlar
En mükemmel vasıflar bile seni vasfetmeye yetmez Senin cemalinin gölgesidir bütün mükemmel vasıflar Sen her türlü tasavvurun ötesindesin Sen her türlü hayalin üzerindesin Sıfatlarına hayaller erişemez yüceliğine akıl sır ermez Senin lütfunla ulviyet kazanır alemler Senin tenezzülünle mertebeler kazanır insan, cin ve melekler Aczime yüce kudretinle medet eyle Fakrıma ulvi yakınlığınla imdat eyle
Sen ki içimin içinde olup bitenleri bilirsin yakınlığına al beni Sen ki yüceler yücesisin senden başkasına boyun eğdirme beni

Ya Kebir! Cümle efkar dar kalır senin kibriyanı anlamaya Cümle sözler sığ kalır senin büyüklüğünü anlatmaya Bir seni büyük bilenlerden eyle beni Büyüklüğünü bilmekle genişlet fikrimi Kibriyanı anlayacak akılla donat beni Celalini görmekle genişlet kalbimi

Ya Hafiz! Hıfzının hazinesinde alem bir noktadan ibarettir Hıfzının ayinesinde ay ve güneş sönük bir parıltıdan ibarettir Bahar kışa döner birgün gün akşama çıkar Sabahlar sendendir koru beni sabaha eriştir Yıldızlar söner birgün dağlar yerinden oynar Gökler senindir koru beni kapına yetiştir Göklerde ölür birgün yer yerinden oynar Her yer senindir koru beni menzile eriştir Kuşlar dağılır birgün denizler kaynar ufuklar senindir Koru beni ötelere eriştir İsmim unutulur birgün sesim boşlukta çınlar
Yakınlıklar sendendir Koru beni yakınlığına eriştir Defterim açılır birgün günahlarım çok tutar
Takdir senindir koru beni affını yetiştir Sözüm biter birgün sessizlik uzar kelam senindir Koru beni müjdeni yetiştir.

Ya Mukit! Sen ki herkesin her ihtiyacını her an görüp gözetirsin Sana ayandır her türlü niyet ve hareketim Sen ki sonsuzluk istediğini kalbime ilham edersin Sana malumdur bütün dualarım ve isteklerim Sen ki zayıf ve acizleri yetim ve yoksulları kollayıp gözetirsin Sana aşinadır acizliğim ve yetimliğim Sen ki öncelikle yoksullara keremde bulunmayı seversin Sana aşikardır sevapça yoksulluğum ve eksikliğim Niyetlerimi güzelleştir ihlasa eriştir beni Ömrümü ebede bitiştir cennetine yerleştir beni Yoksulluğumu rahmetine ayine eyle başkasına el açtırma Günahlarımı gufranına bahane eyle yüzümü kara çıkarma

Ya Hasib! Emellerim hesaba gelmez arzularım sayıya dökülmez Defterimden yanlışlarımı çıkar ki hesabım kolay olsun İhtiyaçlarımın en küçüğüne hayallerimin hiçbirine elim yetişmez Kalbimin sızılarını topla ki hesaba gelir bir duam olsun.

Ya Kerim! Ya Rabbi! Kereminle güzel eyle her halimi Kereminle sevindir kalbimi Sen ki en çok acizlere ve zayıflara ikram eylersin Sen ki hiç sebepsiz hiç hesapsız kerem eylersin Sen ki bir avuç tohumda bir bahçenin ağacını saklarsın Cennetine al hiç bitmeyen ikramına eriştir beni Kerem et bu acize az sevabını çok eyle

Ya Rakib! Ömrümün her anında seni anmak dilerim Lakin halim el vermez unuturum Kalbime zikrini yerleştir uyandır beni Ölüm anımı seni anarak yaşamak isterim Lakin mecalim yetmez susarım Dualarımı katına eriştir yandır beni Hesap günü seni razı etmeyi arzu ederim Lakin sevabım yetmez korkarım Yaptıklarımı hayra eriştir iyilerle andır beni

Ya Mücib! Arza hacet yok halim sana ayandir Söze gerek yok sessizliğim sana beyandır

Ya Vasi! Varlık sensiz darlanır

Ya Vedud! Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için bakar yüzler yüzlere Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için güneş doğar günlere Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için baharın gelir her yere Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için kelamın deger dillere

Ya Mecid! Yakınlığ ın ulviyetine engel değil ki Bana akla hayale gelmez güzellikler bahşedersin
Ulviyetin yakınlığına engel değil ki Bana benden de yakın olduğunu her daim söylersin

Ya Bais! Zerrelerimi topla bir bir dağıldıklarında Hayat ver yeniden onlara ulaştır en sevdiklerimin yanına

Ya Şehid! Seni görür gibi yaşamak en güzel haldir Senin gören olduğunu görmek en güzel tecellidir

Ya Hakk! Ancak sana yönelmek kuluna haktır Kıblenden saptırma beni Ancak sana edilen dualar kuluna haktır Mahrum bırakma beni Ancak senden dilemek kuluna haktır Sahipsiz bırakma beni Ancak sana dayanmak kuluna haktır Çaresiz bırakma beni Ancak sana varan yollar kuluna haktır Yoldan çıkartma beni Her seyden çok seni sevmek kuluna haktır Yetim bırakma beni Bela hakkımdaki hükmün haktır
Ya Rabbi hak ettiğimle değil lütfunla ağırla beni

Ya Vekil! Aczimi sana şefaatçi ederim Kudretini dayanağım eylerim Fakrımı sana elçi ederim Rahmetini sığınağım eylerim

Ya Kaviyy! Aczimi bilip dergahına geldim İyyakenagbudü ve iyyakenestain Fakrımı bilip senden istedim
İyyakenagbudü ve iyyakenestain Havl senindir kuvvet senin Kavi olan ancak sensin

Ya Metin! Demir emrinle parçalanırken nefsimin elinde bırakma beni Dağlar sana boyun eğmişken şeytanın aldatmacalarına kandırma beni Denizler izninle yarılırken sebeplerin arasında oyalama beni
Dilim sana içtenlikle yakarırken sözlerimden fazlasıyla anla beni

Ya Veliyy! Sana tevekkül ettim vekilim sensin Sana iman ettim sahibim sensin Sana sığındım sırdaşım sensin Sana güvendim veliyyim sensin Sana bağlandım dostum sensin Sana tutunuyorum bütün varlığımla Kimsenin yere yıkmasına izin verme beni

Ya Hamid! Hamid sensin hamd sanadır Diller senin hamdinle tatlanır Her nefes sana minnetle verilir ve alınır Sana sonsuz övgümü biricik övüncüm eyle Minnet altında ezdirme kalbimi

Ya Muhsi! Hadsiz acz ve zaaf içindeyim Düşmanlarım pek yaman incitenim sayısızdır Sana şükrüm yetersiz arzularım hesapsızdır Fıtratımın diliyle yalvarıyorum dualar ediyorum İsteyenlerin ve istenenlerin sayısını bilen ancak sensin Kalbime yoldaş eyle merhametini

Ya Mübdi! Sen ki her şeyi misilsiz ilkin yaratansın Yaradışını her an yenileyen ve yeniden yaratacak olansın Sevabımın yokluğunu rahmetine vesile kıl Elemimin çokluğunu lütfuna sebep kıl Günahımın bolluğunu affına bahane kıl

Ya Muid! Ten kafesinden çıkınca sana varır ruhlar Sende son bulur sonlar Ya Muhyi! Çürüyüp toz olmuş kemiklerin hatırını yalnız sen sorarsın Ölmüşlere ve unutulmuşlara yalnız sen hayat bagışlarsın Ölümümü ebedi dirilişime başlangıç eyle.

Ya Mumit! Ölüm uzak değil bedenden bilirim ki ölümde senden Faniyim fani olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem Ruhumu rahmana teslim eyledim ben Ölümüm son değil başlangıçtır bilirim
Sonsuzluğa basşlangıcımı iman üzre eyle Ya Rabbi

Ya Hayy! Her diri senden alır dirliğini Diriliğimi diriliğine ayine eyle Ölüm bile senin ihya etmenle diridir
Ölümümü ebedi hayata bahane eyle

Ya Kayyum! Yokluğa düşürme kalbimi yanında tut sevdiklerimi Unutuşlara gömme yüzümü nazarında tut güzelliğimi

Ya Vacid! Varlığını anlatmaya var sözü yetmez Varlar seninle vardır Varlığını anlamaya varlığım yetmez
Varlık sana şükrandır Varlığının öncesi yok senin önceler seninle vardır Varlığına son yok senin sonralar seninle vardır Varlığına bahane yok senin an seninle vardır Beni bensiz bırak beni sensiz bırakma

Ya Macid! İzzet sahiplerinin olanca izzeti sana aittir Övülenlerin bütün güzellikleri sana aittir
İyilerin bütün iyilikleri sana aittir Sevap sahiplerinin bütün sevapları sana aittir Vereceklerine karşılık değildir olamaz ibadetim Ancak verdiklerin içindir cennetine al beni

Ya Vahid! Kalbim her şeye bağlanır ayrılığın ardından ağlamaklıdır Sen ki birsin başkalarına koşturup yorma beni Ruhum her gelene sevdalıdır Gidenlerin gidişiyle yaralanır Sen ki birsin çoklukta bırakıp ağlatma beni Kaygılarım bin türlü korkularım dağlar kadar Sen ki birsin yokluğa düşürüp unutma beni
Sözüm kimseye geçmez kuvvetim kıl kadar Sen ki birsin boynu bükük çaresiz bırakma beni Bir seni bir bilirim işte kapına geldim başkalarına bırakma beni

Ya Kahhar! Sen öyle Kahhar’sın ki kahrında lütfun çok kahrında acelen yok Sen öyle Kahhar’sın ki kahrında adalet var kahrına sınır yok Düşmanımız çok aczimiz nihayetsizdir Kahrınla helak eyle zalimleri

Ya Samed! Doğurmadın doğrulmadın dengin yok benzerin de haşa Herkes sana muhtaç her şey sana muhtaç Sen muhtaç değilsin hiç kimseye ve hiçbir şeye asla Ben sahip olduğuma da muhtacım sahip olmaya da Sen her şeyin sahibisin ama sahip olmaya bile muhtaç değilsin Sana muhtaçlığım en büyük zenginliğimdir Senden başkasına muhtaç eyleme beni Senin dergahında fakrım en güzel vesilemdir
Senden baskasına el açtırma beni

Ya Kadir! Öyle kadirsin ki kudretin olmasa Var diye bir şey olmaz yok zaten anılmaz Sen ki varsın yokluktan korkmam Sen ki kadirsin aczimden utanmam Sen ki rahimsin fakrımdan sıkılmam
Aczime kudretinle medet eyle Fakrıma rahmetinle imdat eyle.

Ya Muktedir!
Senin kudretine sınır çizilmez
Çünkü kudretine aczin zerresi deymez
Senin kudretine göre zor yada kolay olmaz
Senin kudretine göre her şeyde bir şeyde fark etmez
Sen ki her şeyi bir şey gibi kolayca yaratırsın
Toprakta bırakma beni
Sen ki bir şeyi her şey gibi özenle yaratırsın
Unutuşta bırakma beni

Ya Mukaddim!
Sen her şeyi varlığından önce takdir edersin
Sen her işin başını ortasını ve sonunu bilirsin
Ben sevdiklerimi sen var ettikten sonra sevdim
Sen ise sevdiklerini benden önce sevdin ve sevdiğin için var ettin
Ben kendimi sen var ettikten sonra bildim
Sen ise beni var olmamdan önce bilirdin
Ugradığım her yerde zaten sen vardın
Tanıdığım her yeni alemi başından beri tanırdın
Kalbimin ilk atışından önce bana yar idin
Ben kendimi sevmeye geç kaldım
Mukaddim sensin dilediğini dilediğine üstün kılarsın
Sensin mukaddim dilediğini öne alır dilediğini sona bırakırsın
Önce yaptıklarımı sonra yapacaklarımı bağışla
Başka ilah yok ancak sensin Allah(cc)

Ya Muahhir!
Zaman senindir
Dilediğin işi öncelersin dilediğini ertelersin
İzzet senindir
Dilediğini yanına alır dilediğini uzak eylersin
İrade senindir
İstediklerimi şimdide verir sonraya da bırakırsın
Hüküm senindir
Dilersen başkalarını bana tercih eder
Dilersen beni başkalarına tercih edersin
Hayat senindir
Dilersen ecelimi acilen verirsin dilersen tehir edersin
Takdir senindir
Dilersen cezami hemen verir
Dilersen tövbe edeyim diye geciktirirsin
Beni başkasına tercih et başkasını bana tercih etme
Beni benden al beni senden uzak etme
Rahmetini öncele gazabını ertele
Pişman olmama izin ver ecelimi tehir eyle

Ya Evvel!
Senin varlığın evvelden evvel
Senindir sırrını kavrayamadığım ezel
Sen öncelerden de öncesin
Senindir zaman sen öncesizsin
Her şeyin aslı senin katındadır
Her işin başı senin yanındadır
Yokken bana sahip çıkan sensin
Benden önce beni anan sensin
Önceleri yoktum sen var eyledin
Sonraları unutulucam sen an beni

Ya Ahir!
Sensin sonraların sonrası nihayetin yok senin
Her şeyin sonu senin yanında
Her işin sonucu senin lütfunla
Seninle sona erer hasretlerim
Sende son bulur beklemelerim
Seninle güzelleşir sonum sende gerçek olur umutlarım
Seninle sonsuzlaşır an senin müjdenle genişler zaman
Seninle gelir yarınlar seninle var olur sonralar
Senin lütfunla varlık evine konuk oldum
Bugün var yarın yokum
Sonumu sonsuzluk eyle akibetimi hayr eyle kabrimi gülizar eyle
Ecel geldiğinde müjdeni söyle

Ya Zahir!
Her şeyin yüzünde kudret ve rahmetiyle görünen sensin
Her şey kendini gösterdiğinden çok seni gösterir
Sen zahir olmasan ışık kör kalır
Seni görür gibi yaşamakla güzelleştir halimi
Senden baskası şahit olmaya deymiyor
Zuhuruna şahit olanlardan eyle beni
Seni anlatan kelimeler hiç bitmiyor
Ayetlerine şahit yaz beni
Gözlerim seni görmeye yetmiyor
Kalbimde görünür eyle kendini

Ya Batın!
Sen herkese gizli kalırsın
Hiçbir şey sana gizli kalamaz
Dipsiz kuyular derin kurutulmuşluklar
Uçsuz bucaksiz ufuklar
Işıgın erişemediği derinlikler sana ayandır
Kalbimin sızıları ruhumun arzuları aklımın sırları sana aşikardır
Sen ki hiçbir tasavvurun erişemeyeceği gizliliktesin
Aklımı hikmetinin inceliklerine aşina eyle
Sırlarını arayışımı en tatlı heyecanım eyle
Sen ki irade ve hikmetinle her şeyin iç yüzünde saklısın
Nefsimi iradene ram eyle
Sen ki her şeyin içine ve aslına hükmedersin
Kalbimi en güzel hallerle hallendir
Varlık senin izzet ve azametine perdedir
Sırlarını aç perdeleri indir

Ya Vali!
Nefsimle beni sınayan sensin
Ömrümü eksiltende artıranda sensin
Ömür senin dilediğindir
Malımı azaltanda çoğaltanda sensin
Elimdekiler senin verdiğindir
Sen dilemedikçe ben dileyemem
Dilediğim sensin dilediğim senin dilediğindir
Sen ki kainata zerre zerre hükmedersin
Kalbimi kalp eyle dininde sabit kıl
Sen ki her an her ihtiyaca kafi gelirsin
Fakrıma medet eyle katında şefaatçi kıl

Ya Müteali!
Sen bütün yüceliklerden yücesin
Yüceler yücesi sensin
Sensin ulviler ulvisi sensin perdelerin gizlediği
Sensin görünenlerin gösterdiği
Sensin kainat kitabının hecelediği
İyiliklerin sahibi sensin her dilin yücelttiği sensin
Ufukların sahibi sensin
Sen Mütealsin
Her şeyden ala, her kusurdan müberra, her noktadan paksın
Sonsuz kusurlu bu fakir
Her kusurum senin kemalini anlamam içindir
Kusurumu kemaline erişme vesilesi kıl
Sen Mütealsin
Her şeyin üzerinde her yüceliğin ötesinde
Her eksiklikten münezzehsin
Sonsuz fakr içinde bu fakir
Fakrım senin rahmetini tatmam içindir
Fakrımı rahmetine yetişme vesilesi kıl
Müteal sensin sonsuz acz içinde bu fakir
Aczim senin kudretine dayanmam içindir
Aczimi kudretine sığınma vesilesi eyle
Müteal sensin, İlah sensin, Rab sensin
Kulluğumu rızanı kazanma vesilesi eyle

Ya Berr!
Yoktum yokluğumun farkında değildim
İyilik ettin var eyledin beni
Anılmıyordum anılmaya değer değildim
İyilik ettin insan eyledin beni
Bilmiyordum bilmediğimi bilmiyordum
İyilik ettin kendini bilir eyledin beni
İnanmıyordum senin farkında değildim
İyilik ettin inanlardan eyledin beni
Kimsesizdim kendime dost arıyordum
İyilik ettin dostun eyledin beni
Yetimdim sahibimi arıyordum
İyilik ettin rahmetine çağırdın beni
Hatalıyım pişmanlık duyuyorum
İyilik ettin kapına çağırdın beni
Yüzüm yok kimseye yaranamıyorum
İyilik ettin dergahına aldın beni
Günahım çok senden utanıyorum
İyilik ettin gufranına boğdun beni
Senden iyilik istemeye ne hacet
İstememi isteyişin zaten iyiliğin değil mi
Senden istemeye ne hacet
Vermek istemeseydin istemeyi vermezdin ki
Ben sustum Ya Rab sen söyle iyiliğimi

Ya Tevvab!
İste kapina geldim
Edemedigim bütün tövbeler için sana tövbe ediyorum
İşte dergahına vardım
Dileyemediğim bütün özürler için senden özür diliyorum
Sana dönüyorum çünkü gidecek başka kapı bilmiyorum
Beni nasıl kabul etmezsin ki kapına
Çünkü söyle dediğini biliyorum
“Allah(cc)’ın kabulünü vaat ettiği tövbe
O kimselerin tövbesidir ki cahillikle bir suç işlerler
ve çarçabuk tövbe ederler”
Bunları söylemekle cahillik ettimse tövbe Ya Rab
İste çarçabuk tövbe ettim
Sen tövbe edenleri seversin bilirim

Ya Müntekim!
Sen ki isyana ve inkara pek şiddetli karşılık verirsin
İntikamın haktır senin
Sen ki mazlumların ahını işitir ezilenlerin halini görürsün
Cehennemin haktır senin
Sen ki dilediğine rahmet eyler dilediğine azab edersin
Adaletin haktır senin
Nefsimi isyandan uzak tut
Nefsimin eline bırakma beni
Kalbimi nisyandan uzak tut
En güzel hale kalp eyle kalbimi
Zalimden ve zulümden uzak tut
Adaletine razı eyle beni
Rahmetini ver gazabından uzak tut
Lütfuna muhatap eyle beni

Ya Afüvv!
Sen affedicisin sen affetmeyi seversin
Sen severek affedersin
Senin merhametli nazarın nice günahları silip süpürür
Senin affının gölgesinde bütün günah defterleri yanıp kül olur
Sen affetmeyi öyle çok seversin ki
Günahımı dilersen affedecegini biliyorum diye de affedersin beni
Sen öyle nezaketle affedersin ki
Kendi hafızamdan da silersin günahlarımı mahcup etmezsin beni
Hatalıyım itiraf ediyorum kusurluyum kabul ediyorum
İsyanım çoktur biliyorum çok unuttum utanıyorum
Unuttuğumu da unuttum şimdi hatırlıyorum
Aldandım affını umuyorum

Ya Rauf!
Yokluğumda bile hatırımı sorup var eyleyensin
Sen ki bütün şefkatlilerden şefkatlisin
Cemalinle iltifat et bana refetinle muamele et bana

Ya Malikü’lmülk!
Mülk senindir mülkünde dilediğini eylersin
Senindir mülk dilediğini mülküne dahil edersin
Bedeni senin mülkündendir
Hücre hücre tek sahibim sensin
Kalbim senin elindedir
İsyanda da itaatte de tek sahibim sensin
Sözüm senin verdiklerindendir
Sustuğumda da konuştuğumda da tek sahibim sensin
Ruhum senin emrindir
Hayatımda da ölümümde de tek sahibim sensin
Yokluğumda da varlığımda da tek sahibim sensin
Mülkünün haricinde bir yer yok ki çıkayım
Başka kapı yok ki çalayım yanına al beni

Ya Zü’l-celal Ve’l-ikram!
Keremin öyle bol ki senin
Bir çiçeğin güzelliğinde baharın ihtişamını gizlersin
Keremini celalinle gösterirsin
Lütfun öyle çok ki senin
Bir damla suya bin hayat bahşedersin
Lütfunu ihtisamla açık edersin
Görünmen öyle açık ki senin
Zuhurunun şiddetinden gözlerden gizlenirsin
Cemalini kereminle gösterirsin
Sen ki en sevgilini(asv) bana elçi eylersin
En sevgilini(asv) en sevgili eyle bana
Karanlıklarımı dağıt nur eyle beni

Ya Muksit!
Hak senin yanındadır
Haklıların hakkı senin katındadır
Her muhtaca payını veren senin adaletindir
Payıma düşene razı eyle beni
Fazlından fazla fazla ver bana

Ya Cami!
Sen ki İbrahim’in(as) kuşlarını dağ başlarından geri toplayansin
Az olan sevaplarımı da topla hesap günü geldiğinde
İyilikten yana ne varsa senin katındadır
Yetersiz olan iyiliklerimi topla hesap günü geldiğinde
Yokluğu varlığın alnına şebnem eyleyen sensin
Kerem et beni ve kardeşlerimi de cem eyle iyiler meclisinde

Ya Ganiyy!
Öyle Ganiyysin ki lütfunu hak etmek gerekmez
İhsanina layık olmak gerekmez
Elim istediklerime yetişmiyor kalbimin emelleri hiç bitmiyor
Hayallerime kainat dar geliyor dilime sadece dua değiyor
İstesem ancak senden isterim
İyyakenestain iyyakenastain

Ya Mugni!
Bütün zenginlikler senin ikramındır
Elimizde olanlar değil sadece elimizde senin ihsanındır
Sahip olduklarımız değil sadece varlıgımız da senin ikramındır
Her zenginin zenginliği senden başkalarına el açtırma beni
Yalnız sana karşı fakir olanlardan eyle beni
Fakirlik korkusundan azad eyle nefsimi
Neyim varsa senin verdiğini bilenlerden eyle beni
Kainata dilenci eyleme kalbimi
Senin nazlı bir misafirin olarak ağırla iki dünyada beni

Ya Mani!
Sen mani olursan kimse manileri kaldırası degil
Sen engelleri kaldırırsan hiçbir şey engel olası değil
Ben bana gerekeni bilmem Hakim sensin
Men eyle bana verme neler engelse sana gelmeme

Ya Darr!
Zarar da fayda da senin iznindedir
Zarara izin vermende bir hikmetledir
Sen hakkımda zarar murad etmezsin
İyilik senden kötülük nefsimdendir
İyiliğe mecalim yok sen iyileştir beni
Zarar da görünse faydadır taktir ettiğin
Kendime faydam yok zarardan kurtar beni

Ya Nafi!
Yokken var edişin bana öyle bir fayda ki
Kömürü elmasa çeviren simya gibi
Vicdanıma sakladığın sır öyle bir cevher ki
Adem’in(as) pişmanlıgını açık eden dua gibi
Kalbime koyduğun muhabbet öyle değerli ki
İbrahim’e(as) ateşi serin eyleyen sır gibi
Bana bahsettiğin hayat öyle bir Kevser ki
İsa’nın(as) ölüleri dirilten dokunuşu gibi
Tenime verdiğin afiyet öyle bir merhem ki
Eyyub’un(as) yaralarını iyileştiren deva gibi
Gözlerime değen nazarin öyle bir ışık ki
Yunus’u(as) üç karanlıktan çıkaran nur gibi
Yüzüme tebessümü koyan yaradışın öyle güzel ki
Yusuf’u(as) yüzüne tutulan ahime gibi
Bana vaat ettiğin cennet öyle bir müjde ki
Muhammed’in( asv) canlar okşayan tebessümü gibi
Her hayır senin elindendir katında hayra eriştir beni
Her menfaat senin taktirindedir rahmetinden menfaatlendir beni
Her fayda senin izninle gelir lütfundan faydalandır beni
Sensiz benden bana çare yok bana iyiliğin gerek
Sensiz kimseden kimseye fayda yok bana kalbi selim gerek

Ya Nur!
Sen ki varlik aleminin nurusun
Sendendir çehrelerden parlayan nur
Sendendir göze bakış veren sır
Sendendir gönle neşe veren sürur
Seninle nurlanır kalbim seninle aydınlanır aklım
Nurunu yağdır bana

Ya Hadi!
Sensin kalplerimize Hak yolunu gösteren
Sensin vicdanımıza Hakkı aşina eyleyen
İnayetini kar eyle bana hidayetini yar eyle bana
Yolunu yol eyle bana lütfunu bol eyle bana

Ya Bedi!
Hiçligi varlıkla taçlandiran sensin
Varlığı yokluktan çıkarıp süsleyensin
Sen ki her şeyi eşsiz bir güzellikte yaratırsın
Eşsiz yakınlığına al beni
Sen ki her işi özenle ve incelikle tamamlarsın
İnceden inceye sev beni

Ya Baki!
Ne zaman lezzet alsam tükenince elem çekerim
Lezzetleri daim eyleyen sensin
Ne zaman kavuşsam ardından ayrılığı beklerim
Kavuşmaları sahici eyleyen sensin
Ne kadar çok sevdam varsa o kadar çok veda beslerim
Kalbime ebedi sevdalar düşüren sensin
Ömrüm kisa elim yetişmiyor kalbim kandır
Baki olan ancak sensin Beka bahşet imanıma

Ya Varis!
Yok bildiklerim senin nazarındadır
Yitirdiklerim senin katındadır
Bitirdiklerim senin yanındadır
Unuttuklarım senin hatırındadır
Unutulmuşları sonunda sen anarsın
Gidene de kalana da Varis sensin
Ebedi kavuşmaklar ver bana

Ya Resid!
Ya Rab sensin hakiki biricik mürşit
Yönümü sana çevir yolumu sana getir

Ya Sabur!
Eyyub’a(as) sabrı sen öğrettin
Eyyub’a(as) sabrı sen verdin
Sen ki sabrı için Eyyub’u(as) översin
Sensin Sabur asıl sabreden sensin
Sabur sensin sabredenleri seversin
Sabrın öyle ki ben kuluna hilmin çok
Sabredersin ki cezalandırmak ta acelen yok
Sabrın var ki pişman olacaklara mühletin çok
Sabrın öyle ki sabretmeyenlere bile sabırsızlığın yok
Sen ki bütün sabredenlerin sabır sebebisin
Muhabbetine mahzar olan sabilinden eyle beni

~ AMIN ~
Senai Demirci

A) Etimoloji. Allah kelimesinin etimolojisi üzerinde İslâm bilginleri, Arap dili uzmanları ve müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük mânası taşımadığı ve gerçek mâbudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mâbuda ad olunca bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu ikinci grubun görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İlâh kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta‘rif getirilmiş, bir taraftan el-ilâh şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lâmlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlâh kelimesi ise “kulluk etmek” mânasındaki elehe-ye’lehu veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamındaki elihe-ye’lehu ve velihe-yevlehu kökünden ism-i mef‘ûl mânasında bir masdar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan” mânalarını ifade eder. Ancak ilâh, hak mâbud için olduğu gibi bâtıl tanrılar için de kullanılmıştır. b) “Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak” anlamındaki lâhe yelîhu kökünden leyh ⟶ lâh kelimesinden türemiş olup “duyu idrakinin ötesinde bulunan” demektir. Lâh kelimesinin başına harf-i ta‘rif getirilerek lâmlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir. c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Câhiliye Arapları’nın putlarından olan el-Lât (اللات) veya Ârâmîce elâhâ (الاها) kelimelerinden alınmıştır.

B) Çeşitli Dinlerde Allah İnancı. Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sistemlerinin hemen hepsinde vardır. İlkel din araştırmaları için uygun bir alan olduğu kabul edilen Avustralya’da sürdürülen araştırmalar sonunda ilk inanışlar için fetişizm, totemizm ve animizme dayalı olarak yapılagelen antropolojik açıklamalara bir yenisi ilâve edilmiştir. Yaşayan en düşük kültür seviyesine, düşünce şekillerinin en uzak eskiye dayanan kalıplarına ve beşerî hayatın en kaba şekline rastlanan Avustralya’nın güneydoğusundaki ilkel kabileler üzerinde yapılan son çalışmalar, onların yüce bir varlığa inandıklarını ortaya koymuştur. Eski antropolojik teorilerle açıklanmasına imkân bulunmayan bir inanışa göre ölüm öncesinden itibaren var olan yüce tanrı (kamunun babası) göklerin üzerinde varlığını hâlâ sürdürmekte, insanları ve davranışlarını gözlemektedir. Orta Avustralya’daki Atnatular’ın inancına göre ise varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lutufkâr ve ezelî bir tanrı mevcuttur. Dinler tarihi alanında yapılan bu tür yeni araştırmalar, ilkel inanışlarda Allah’ın birliğine dayalı bir telakkinin bulunduğunu, politeizmin bir sapma olarak sonradan ortaya çıktığını belgeler durumdadır.

Asur-Bâbil dininde çok tanrıcı bir inanç sistemi tesbit edilmekle birlikte özellikle Asurlular’ın inanışına göre küçük tanrılar, yüce tanrı Asur’un karşısında gerçek birer varlık olmayıp sanki onun farklı isimler almış görünümlerinden ibarettir.

Budizm’de tanrı inancının bulunmadığı söylenirse de aslında konu o kadar açık ve kesin değildir. Gerçi mevcut bilgi ve belgelere bakılırsa Buddha’nın kendisi duyular ötesi âlem, vahiy ve âhiret gibi teolojik konulara iltifat etmemiş, eski Hint Sankhya felsefesine uyarak kâinatta ilâhî müdahalenin bulunmadığı izlenimini vermiştir. Fakat Budizm metinlerinin Buddha’nın yaşadığı dönemden asırlarca sonra redakte edildiği unutulmamalıdır. Ayrıca onun bu tutumundan ateizm sonucu çıkarılmasının doğru olmadığı ve talebelerinin de böyle bir sonuca varmadığı bilinen bir gerçektir. Sonraki gelişmelerde Budizm’in tanrı anlayışına yer verdiğini, hatta Buddha’nın kendisinin bile tanrılaştırıldığını belirtmeliyiz.

Çin dinlerinde önceleri monoteizmi andıran bir tanrı inancı hâkim iken sonraları Shangti adlı semavî tanrının yanı sıra gök ve yer ruhlarının mevcudiyeti kabul edilip bu ruhlar tanrılaştırılmış ve böylece çok tanrıcı anlayışa kaymalar olmuştur. Bununla birlikte Çin’de tek tanrı inancının dejenere edilmesine karşı sık sık tepkiler de meydana gelmiştir.

Eski Mısır dininde güçlü bir tanrı inancının bulunduğu şüphesiz olmakla birlikte bunun tek tanrıya mı, yoksa bir nevi çok tanrı (hénothéisme = her kavim için bir tanrı inancı) esasına mı dayalı olduğu hususu araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Mısır metinlerinde nitelendirilen tanrı, “her şeyi yaratan, ezelî, dehrin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen ama duaları kabul eden…” ulu bir varlıktır. Ancak bu vasıflar birden fazla tanrıya da yöneltilmiştir. Bu ikinci derecede tanrılar, tek tanrının çeşitli isimleri ve tecellileri olarak da kabul edilebilir (bk. ERE, VI, 275). Nitekim Kur’an’da Hz. Yûsuf’un Mısır hapishanesindeki mahkûmlara hitaben söylediği, “Allah’tan başka taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimlerden başka bir şey değildir” (Yûsuf 12/40) meâlindeki sözü de bu son görüşü destekler mahiyettedir.

Eski Yunan tanrı anlayışına politeizm hâkimdir. Bu inanışın çeşitli kavim ve milletlerin tesiri altında oluştuğu kabul edilebilir. Homeros’un şiirlerinde tanrılar “ölümsüz, acı ve üzüntüden uzak, ölümsüzlük sağlayan gıdalarla beslenen, kendi hallerinin dışındaki kılıklarla görünen, iyilikle davranan, ancak yeminini bozan ve yabancılara eziyet eden kötü kimseleri de cezalandıran” varlıklar olarak nitelendirilir. Sokrat öncesi düşünce sistemlerinde tanrı anlayışında mücerrede doğru gelişmeler kaydedilir. Sokrat tanrılara ahlâksızlık yakıştırmalarını (isnatlarını) tenkit etmiştir. Eflâtun ise geleneksel Yunan tanrılarına atıflarda bulunmuşsa da felsefesinde yer verdiği semavî varlıkların mahiyeti bu tanrılarla uyum göstermemektedir. Onun asıl teolojisinde tanrı aşkın ve üstün özellikler taşır. Bu teolojisinin ise gerçek bir monoteizmin işaretlerini taşıdığını belirtmeliyiz. Aristo’nun sisteminde tanrı hareketin sebebi ise de kendisi hareket etmez. Tabiat bilkuvve ilâhî olup varlık tohumunu tanrıdan alır ve kendini yüksek formlarla gerçekleştirir. Bu noktada Grek dini geleneksel dinden sapar ve yeni bir özellik kazanır.

Hint dininin en eski metinlerinde ilkel bir tabiata tapınma karakteri göze çarpar. Bütün tabii güçler şahıslaştırılmıştır; gök tanrısı, fırtına tanrısı, ateş tanrısı gibi. Sonraki dönemlerde bu inanış daha mücerred ve mistik bir karakter kazanarak felsefî ve panteist bir şekle bürünür. Kutsal kitaplarından Rig Veda’da en yüce ve en yetkin sıfatlar, eşi ve benzeri olmayan tek bir tanrıya aittir. Fakat başka tanrılara da eşi ve benzeri olmama özelliğinin sık sık izâfe edildiği görülür. Milâttan önce VII-VI. yüzyıldan itibaren Hint dinine rahiplere bağlı katı merasimcilik girmiş, Veda’lardaki mâneviyat geri planda kalmıştır. Bunun sonucunda şekilciliğe karşı isyan biçiminde gelişen tepkiler Hinduizm’de inkârcı ve materyalist akımların oluşmasına yol açmıştır. Daha sonra Upanişadlar’ın etkisiyle Brahmanlar şekilcilikten sıyrılıp aşkın hakikatler üzerinde düşünebilmiş, ibadetlerini de buna paralel olarak geliştirmişlerdir. Bugün Hindistan’ın çoğunluğunu oluşturan muhtelif unsurların çok farklı inançlara sahip olması, halkın genel olarak bir konuda -meselâ Allah’ın varlığı konusunda- ne düşündüğünü tesbit etmeyi güçleştirmektedir. Bununla birlikte halkın yüce bir tanrı hakkında ve onun sıfatları konusunda umumi bir kanaate sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Zerdüştîlik öncesi İranlılar Ârî ırk olarak Hindular’la temelde aynı inancı paylaştılar. Zerdüşt’ün getirdiği anlayışa göre ise tanrı (Ahura Mazda) yüce ve bir tek olup cevheri maddî değildir; rahîm ve alîm, her yerde hâzır ve nâzırdır; değişmeye tâbi değildir. Ancak Ahura Mazda’nın kudreti bir anlamda sınırlıdır. Çünkü mahiyeti bakımından ona tamamen zıt bir ruhanî güç daha vardır ki belli bir süre içinde Ahura Mazda’nın işlerine karşı gelip kötülüklere yol açabilir. Daha sonra kaleme alınan dinî metinlerde Ahura Mazda yüceliğini korumakla birlikte mutlak birliğini kaybetmiştir. Klasik anlayışta tanrının sıfatları olarak geçen özellikler şahıslaştırılmış ve tapınma konusu haline getirilmiş, ateş de tanrının oğlu olarak tarif edilerek ona tapınılmıştır. Ayrıca Zerdüştîlik öncesi tanrılara benzeyen tabiat tanrılarına Yazatalar adı verilerek Ahura Mazda ve onun başmelekleriyle birlikte bunlara da tapınılmıştır. Bu ise Zerdüştîliğin temelde tevhidci olan anlayışından bir sapmadan ibarettir.

Eski Türkler’in millî geleneğinde sembolik anlamlar taşıyan kurt ve kartal gibi hayvanlara gösterilen ihtimamdan hareket eden bazı araştırmacılar onların dininde totemcilik unsurları aramışlarsa da Türkler’in içtimaî, hukukî ve iktisadî hayatlarının totemciliğin öngördüğü kalıplara uymadığı bilinmektedir. Ayrıca bozkır Türk inançları ile Şamanlık arasında bağlantı kurulması hususu da yerleşmiş fakat eksik bir yaklaşımdır. Zira Şamanlık din olmaktan çok sihir karakteri taşıyan bir vecd tekniği olarak tarif edilmektedir. Şifacılık, ölü ruhlarıyla temasa geçme ve onların zararlarını giderme, cin ve perilerle ilişki kurma gibi gayelere yönelik bu tür tekniklerin, çoğu ilkel dinler gibi bozkır Türk inançlarında da yer aldığı bilinmektedir. Ancak yine de eski Türkler’de Şamanlık, onların dinlerini temsil edecek kadar şümullü bir fonksiyona sahip görünmemektedir. Aynı durum, atalarına ait hâtıraları aziz sayan eski Türkler’in bu özellikleriyle bir tür atalar ibadetine mensup oldukları şeklindeki yorumlar için de söz konusudur. Nitekim ölen ataları yarı tanrı sayma, onlara insan kurban etme, ölen atanın yanına karısının ve maiyetinden birinin gömülmesi gibi atalar kültünün karakteristik inanç ve uygulamaları eski Türkler’de bulunmamıştır.

Bozkır Türk topluluğunun asıl dini Gök Tanrı inancı ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde “tengri” (tanrı) yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşünülmüş, yüceliğini belirtmek maksadıyla “semavî” olarak nitelendirilmiş ve genellikle Gök Tanrı diye anılagelmiştir. İnsanların mukadderatını tayin eden, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine uymayanı cezalandıran tanrı hayatın ilkesi olup ölüm de onun iradesine bağlıdır. Tanrı kanundur, hakikattir; insanlar fâni, o ise ezelî ve ebedîdir. Bütün bu vasıfların yanında tanrı birdir. Eski Türk dinine ait bütün veriler, araştırmacıları bu inanç sisteminin tek tanrı esasına bağlı olduğu yönünde düşünmeye âdeta mecbur etmektedir. Nitekim Türkler’in İslâm dinini kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde, öteki âmiller yanında, onların eski inançları ile İslâm’daki tanrının birliği ilkesi arasında bir uygunluk veya yakınlık görmelerinin de etkili olduğunu söylemek mümkündür.

İslâm öncesinde Araplar’ın puta taptıkları bilinmektedir. Kur’an’da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı âyetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir (meselâ bk. en-Necm 53/19-20; krş. el-A‘râf 7/180; Râzî, Tefsîr, IV, 477). Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, onların deyişiyle “Allah”, “azîz” ve “alîm” diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermekte (meselâ bk. el-Ankebût 29/61, 63; ez-Zuhruf 43/9), ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini (el-En‘âm 6/109; en-Nahl 16/38), hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O’na sığındıklarını (el-En‘âm 6/40-41; Yûnus 10/22) ve O’nu Kâbe’nin rabbi kabul ettiklerini (Kureyş 106/3) ifade etmektedir. Yine Kur’an, Câhiliye Arapları’nın bu yüce tanrı (Allah) inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun nezdinde şefaatçi olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir (bk. Yûnus 10/18; ez-Zümer 39/3). Diğer bazı âyetler, Câhiliye Arapları’nın “yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka belirtilerine de temas eder. (bk. Cevâd Ali, VI, 104-105).

İslâm öncesi Araplar’ı bazı dualarında, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır (Cevâd Ali, VI, 105-113). Yabancı yazarların bir kısmı bu gerçeği kabul ederken diğer bir kısmı ya Câhiliye şiirini kökünden reddedip bu şiirlerin İslâm’ın doğuşundan sonra düzenlendiğini ve Câhiliye dönemine nisbet edildiğini ileri sürmekte, yahut da bu şiiri orijinal kabul etmekle birlikte içinde bulunan Lât ve benzeri put isimlerinin sonradan müslümanlarca ayıklanıp yerlerine Allah kelimesinin yerleştirildiğini iddia etmektedirler. Halbuki bugün elimizde bulunan İslâm öncesi edebî metinler içinde Allah lafzının yanında azımsanmayacak derecede put isimleri de yer almaktadır. Aslında Câhiliye şiirinden put adlarının çıkarılıp yerlerine Allah kelimesinin yerleştirilmesinin lafız ve mâna âhengi bakımından çok zor olmasının yanında sağlayacağı önemli bir fayda da yoktur. Çünkü İslâm öncesi Araplar’ının puta taptığı zaten bilinmekte, kabul edilmekte ve İslâmiyet’in inanç alanında meydana getirdiği yenilik bu temele dayandırılmaktadır.

Bazı yazarlar da Câhiliye Arapları’nda tesbit edilen yüce tanrı inancının yahudi ve hıristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azından bu tesirin söz konusu inancın oluşmasında önemli rol oynadığını öne sürerler (Izutsu, s. 99-105). Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ile Hıristiyanlığın bu tür tesirleri teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, İslâm öncesi Araplar’ının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusundan uzak bulunmaları ve gerek yahudi gerekse hıristiyanlarla olan olumsuz veya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanımamaktadır. Bilindiği gibi Araplar’ın kendi ülkelerinde hıristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civarında yerleşen yahudi kabileleri de o bölgenin Araplar’ı tarafından etkileri altında kalınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi. Ayrıca Araplar’ın puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne yahudi antropomorfizminin ne de hıristiyan teslîs inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslâm öncesi Araplar’ının dinî hayatında görülen yüce tanrı inancını Hz. İbrâhim’den kalan Hanîf dinine dayandırmak daha isabetli olacaktır.

Nitekim Hz. Peygamber’in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrâhim’in oğlu İsmâil’e ulaşmaktadır. Muhtelif âyetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed, ebedî kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanîf diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle yahudi ve hıristiyanlar İbrâhim’in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur’ân-ı Kerîm ise İbrâhim’in yahudi, hıristiyan veya müşrik değil Allah’ı bir tanıyan bir müslüman (hanîf-müslim) olduğunu kesin bir dille ifade etmiş (Âl-i İmrân 3/67), hidayet ve kurtuluşun ancak İbrâhim’in dinine uymakla gerçekleşebileceğini bildirmiş, hem Hz. Peygamber’e hem de yahudi, hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emretmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥanîf”, “ḥunefâʾ” md.leri). Hz. Peygamber de tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hıristiyanlık değil müsamahakâr bir tek tanrıcı din (el-Hanîfiyye es-semha) olduğunu (Müsned, V, 266; VI, 116, 233) ve Allah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir (Buhârî, “Îmân”, 29; Tirmizî, “Menâḳıb”, 32, 64; Müsned, I, 236). Bütün semavî dinlerin değerlendirmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz. İbrâhim’in dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslâmiyet’tir. Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önceki dinî hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinliklerinde yatan inanç da bu dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzerine oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.

II. ALLAH’IN VARLIĞI


Allah’ın varlığı ve birliği konularında Kur’ân-ı Kerîm’in taşıdığı üslûp ve kullandığı deliller, bu hususların, selîm yaratılışı bozulmamış insanlar tarafından tabii olarak bilinip benimseneceği esasına dayanır. Bundan dolayı olmalı ki konuyla ilgili âyetler genellikle soru şeklinde, yahut hayret bildiren uyarı ve kınama niteliğinde ifadeler taşır (meselâ bk. el-Mü’minûn 23/84-89; en-Neml 27/59-64; el-Ankebût 29/61, 63; ez-Zümer 39/6).

Allah’ın varlığı ile ilgilenen ilâhiyatçı ve düşünürler genellikle konunun özelliği üzerinde durarak O’nun varlığını ispat etmenin (isbât-ı vâcib) mümkün olup olmadığını tartışmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm O’nun âlemin yaratıcısı ve devam ettiricisi olduğunu ifade ederken (evvel ve âhir) bir bakıma apaçık bir bakıma gizli (zâhir ve bâtın) olduğunu da söylemiştir (el-Hadîd 57/3). O, varlığını, birliğini, olgun niteliklere sahip bulunduğunu tabiatın birçok nesne ve olayının göstermesi bakımından apaçık, fakat zâtının duyu organlarımızla idrak edilememesi bakımından gizlidir. Zât-ı ilâhiyyenin dünya hayatı şartları içinde insan tarafından duyularla idrak edilemeyeceği, âhirette ise bu idrakin gerçekleşeceği konusunda İslâm bilginleri -bazı görüş ayrılıkları bir yana- fikir birliği içindedirler. İbn Melkâ’nın da belirttiği gibi (bk. el-Muʿteber, III, 137) yüksek derecede bir var oluş gözün idrakine engel teşkil eder; göz önce zayıf ışıkları, alıştıkça daha kuvvetlisini görebilir. Bunun gibi dünya hayatında yüce yaratıcının varlığını gösteren işaret taşlarını görebilen gözler, âhirette O’nu doğrudan idrak edebilecektir.

Allah Teâlâ’nın zâtı duyularla idrak edilemediğine göre O’nun varlığını herkesin kabul etmeye mecbur kalacağı tarzda ispatlamanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Aslında beş duyunun sağladığı bilgiler dışında bir bilgi ve gerçeklik alanının bulunmadığını ileri süren pozitivistler de dahil olmak üzere bütün insanlar, şahsî tecrübelerinin ve duyularının dışında kalan birçok hususu ön yargılarla, yani onların gerçekliğine inanarak hayatlarını sürdürürler. Ne var ki yüce bir tanrının mevcudiyetinin kabul edilişi, yakın ve uzak vadeli hayatımızda büyük etkiler meydana getireceği için zayıf iradeli kişileri bir anlamda rahatsız eder. Bu açıdan bakıldığında “inanmak”, akıldan çok iradenin fonksiyonu olarak gözükür. Kur’ân-ı Kerîm’de inkâr yoluna sapan tiplerin, “öz varlıkları kabullendiği halde zulüm ve kibir yüzünden” inkâr yolunu seçtikleri ifade edilir (en-Neml 27/14).

Şu halde Allah’ın varlığına inanılması, dolayısıyla iman ve din hayatının başlaması zihnî faaliyetin yanında gönlün de harekete geçmesi ve iradenin eğitilmesiyle mümkün olmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki iman ve onun temelini oluşturan Allah’ın varlığı konusu, “iki kere iki dört eder” ölçüsünde kaçınılmaz bir sonuç olsaydı tercihe dayalı bir değer taşımaz, ceza veya mükâfatı gerektirmezdi. Ayrıca semavî dinlerin büyük bir değer verdiği insanın ve onu diğer canlılardan ayıran seçme hürriyetinin üstünlüğü de kalmazdı.

Kâinatı yaratan ve idare eden yüce bir tanrının varlığını ispat etmenin güçlüğü yanında onu yok saymanın da güçlükleri yok mudur? Büyük bir değere sahip bulunan insanın bu durumda hissettiği yalnızlığın doğuracağı bunalım bir yana, bu ikinci alternatif varlık ve oluş problemine bir açıklık getiremeyecektir. Uçsuz bucaksız kâinatın yegâne şuurlu varlığı olarak gözlenen insanın, bir parçasını oluşturduğu bu kâinatın “nasıl yaratılıp idare edildiği” sorusuna, ya “bu konuyu hiç düşünmeyin” tarzında karşılık verilecek veya materyalist bazı açıklamalar yapmak mecburiyetinde kalınacaktır. İnsan için düşünmemek, kişiliğinden ve hürriyetinden yoksun kalmak demektir. Yaratılışın tesadüf, evrim ve benzeri materyalist teorilerle açıklanması denemeleri ise daima akıl ve vicdanı tatmin etmekten uzak kalmış, ilerleyen pozitif ilimlerden de destek görmemiştir.

Allah’ın varlığı konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in benimsediği metot, öyle görünüyor ki “insana saygı” şeklinde ifade edilebilecek olan Kur’an felsefesinden kaynaklanmıştır. O, evrenin merkez varlığı kabul ettiği insanın gerek ferdî yücelişinin gerekse hemcinsleriyle olan münasebetlerinin insanî değerlere uygun bir şekilde gelişmesinin ancak Allah’a bağlılıkla mümkün olabileceğini ve bu bağlılık duygusunun onun yaratılışında mevcut olduğunu kabul etmiştir. İnsanın -ve cinlerin- yaratılış hikmetini ifade eden âyette (ez-Zâriyât 51/56) yer alan kulluk mefhumu (li ya‘budûn) nasıl yorumlanırsa yorumlansın, Allah’a bağlanmak kavramı daima vazgeçilmez bir unsur olarak kendini hissettirmektedir. Ancak insanî güç ve değerlerden habersiz olma (gaflet), gerçeğe karşı direnme (gurur ve kibir) gibi dengesizlikler, inanma duygusunu köreltip mânevî değerleri örtebilir. Zaten “iman”ın zıddı olan “küfr”ün asıl anlamı da örtmekten ibarettir. Nitekim gaflet ve zaaf göstermenin mümkün olmadığı hayatın fevkalâde nazik, ciddi ve tehlikeli anlarında hemen herkes yaratılışının gereği olarak Allah’a sığınır, ondan yardım diler (bk. el-En‘âm 6/63-64; en-Neml 27/62). İnsanın yaratılışında zaten mevcut bulunan bu temel özellik karşısında Kur’an’a düşen, kişiyi uyarmak, hatırlatıcı ve yol gösterici bir rol oynamaktır.

Kur’an’da Allah’ın varlığıyla ilgili olarak kabul edilebilecek bir âyette (Fussılet 41/53) O’nun hak olduğunu ispat eden belgelerin hem dış dünyada hem de insanın kendi içinde bulunduğu ifade edilir. Bu âyetin ışığı altında ikiye ayırabileceğimiz ispat âyetlerinin ilk grubuna girenler insanın fizyolojik ve özellikle psikolojik yapısını konu edinir. İkinci gruba girenler de mükemmel bir düzen içinde yer alan dünyanın hayat taşıması ve insanın barınması için elverişli olması, canlılar için çok önemli olan su ve ateş gibi unsurları bulundurması, bitkileri ve hayvanlarıyla insanı beslemesi, dünyanın etrafını saran atmosfer, diğer gezegenlerin sahip olduğu fevkalâde düzen ve âhenk gibi konuları işleyerek bütün bunların gören göz, düşünen akıl ve ibret alan gönüller için Allah’ın varlığı ve birliğinin belgeleri olduğunu ifade eder (söz konusu âyetlerin listesi için bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 23-24).

III. BİRLİĞİ


İslâmiyet’in tevhid dini olarak tanınması, doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı hedef almasının yanında, bütün insanlığa hitap etme özelliğiyle, insanlar arasında gerek o çağda bulunan gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan çok tanrıcı inançlara cephe almak, hatta diğer semavî din mensuplarının ulûhiyyet anlayışını tashih etmek gibi önemli görevleri üstlenmesine bağlı olmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in düşünce örgüsünde insana değer verme unsuru çok önemli bir yer tutar. Kişinin kendisi gibi yaratılmış bir nesneyi tanrı diye tanıması, ona insan üstü özellikler vererek tapınması insanlık değerleriyle bağdaşmaz. Çok tanrıcı inancın tenkit edildiği birçok âyette tapınılan şeylerin değersizliğine sık sık dikkat çekilmekte ve özellikle onların yaratma gücünden, hatta insana ait birçok fonksiyondan yoksun olduğu vurgulanmaktadır. Kur’an’ın başlangıç bölümünü teşkil eden Fâtiha sûresinin her namazda birkaç defa okunmak suretiyle günde yaklaşık kırk defa tekrar edilişinin hikmetlerinden biri, her halde tapınılacak, yardımı istenip sığınılacak varlığın sadece Allah olduğunu kişinin zihnine ve gönlüne yerleştirmekten ibarettir. Kâinatı yaratıp geliştiren, koruyup yöneten, engin ve sınırsız rahmetle nitelenen (rabbü’l-âlemîn, rahmân ve rahîm) Allah’tan başkasına kulluk anlamında eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek (ibâdet ve istiâne), birçok yaratıktan üstün ve şerefli kılınan (el-İsrâ 17/70) insanoğluna büyük bir haksızlıktır. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Lokman’ın oğluna öğüt verirken söylediği hikmetli sözlerinden birini şöyle nakleder: “Allah’a ortak tanıma! Şüphe yok O’na ortak tanımak büyük bir zulümdür” (Lokmân 31/13). Birçok âyet de inançsızlığı (küfür) veya çok tanrıcı anlayışı (şirk), bu zihniyetlerin sahiplerinin kendilerine reva gördükleri bir zulüm olarak niteler (meselâ bk. el-Bakara 2/54, 57; el-A‘râf 7/177; et-Tevbe 9/36, 70). Burada söz konusu edilen zulüm, her şeyden önce insanın kendi şahsiyetini, hürriyetini, şerefini ve dolayısıyla insanlık değerini kendi davranışlarıyla yok etmesi anlamına gelir.

Kur’an, Allah’ın varlığının insan tarafından benimsenmesini onun selim yaratılışının gereği saydığı gibi O’nun birliğini de aynı mahiyette kabul etmiştir. Bu, eski antropolojik teorilerin aksine dinler tarihi alanında yapılan yeni araştırmaların da desteklediği bir husustur. Ancak O’nun birliğini ifade eden âyetler varlığını belirten âyetlerden çoktur. Öyle görünüyor ki tanrının birliği sonucuna ulaşmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak O’nun varlığını benimsemekten zordur; çünkü tanrının varlığı daha çok aklın fonksiyonunu ilgilendirdiği halde birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır.

Duyularla idrak edilemeyen cin ve melek gibi bazı varlıkları veya görülebilir türden olsa da ölmek suretiyle duyu sınırlarının ötesine göçen saygıya değer canlıların ruhlarını takdis etmek, onları temsil eden heykelleri putlaştırmak, Câhiliye Arapları’nda ve diğer bazı milletlerde görülen bir inanç şeklidir. Oysa İslâmiyet her şeyin Allah’ın mahlûku olduğunu ilân etmiş, hiçbir kimseye ne hayatında ne de ölümünden sonra beşer olmanın ötesinde vasıflar nisbet edilemeyeceğini ve insan üstü saygı gösterilemeyeceğini bildirmiştir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, tevhid inancının henüz tam yerleşmediği ilk dönemlerde kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da kabirlerin temiz, bakımlı olmasını ve muhafaza altına alınmasını tavsiye etmekle beraber ibadet yeri haline getirilmesini, hatta orada hayvan kesilmesini menetmiştir.

Tevhid dinine bağlı olmalarına rağmen hıristiyanların Hz. Îsâ’ya insan üstü vasıflar atfetmeleri karşısında Hz. Muhammed ümmetini uyarmış ve şöyle demiştir: “Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı insan üstü vasıflarla övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın bir kuluyum. Benim için Allah’ın kulu ve resulü deyin” (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 48; Dârimî, “Riḳāḳ”, 68; Müsned, I, 23, 24, 47, 55).

Allah’ın bir olduğu ve O’nunla yaratılmışlar arasında zât ve sıfatlar açısından herhangi bir benzerliğin bulunmadığı inancı, müslümanların hem âlimleri hem de büyük halk kitleleri tarafından İslâm tarihi boyunca benimsenmiş bir akîdedir. İslâmiyet’in tevhid dini oluşu, denebilir ki, bu tarihî realite ile de ispat edilmiştir. Duyularla idrak edilemeyen yüce bir zâtın, bir taraftan bilinip tanınması ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve benzersiz oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslâm düşünce tarihinde farklı iki görüşün ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunlardan birine göre yüce yaratıcının fiilen var olduğunu, insan ve kâinatla münasebet halinde bulunduğunu kavrayabilmek için, O’nu insan anlayışının alanına giren bazı sıfatlarla nitelendirmek gerekir. Bu nitelendirme, tanrılıkla bağdaşmayan bazı kavramları (tenzîhî sıfatlar) O’nun zâtından uzaklaştırmak ve kemâl ifade eden bazı kavramları (sübûtî sıfatlar) O’na nisbet etmek şeklinde olur. Diğer görüşe göre ise Allah’ın tek ve benzersiz olduğu inancını zedelememek için O’nun zâtına herhangi bir kavram nisbet etmemek ve zâtı sadece olumsuz kavramlardan tenzih etmek lâzımdır. Çeşitli kelâm, felsefe ve tasavvuf ekollerine bağlı olan veya ihtiyatlı davranan gruplar arasında, İslâm düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan tartışmaların üslûbu ne olursa olsun, ciddi sayılabilecek hiçbir düşünce grubu Allah’ı, sadece zihinde bulunan ve hiçbir sıfatla nitelendirilemeyen bir varlık olarak kabul etmemiş, buna karşılık O’nu selbî ve sübûtî sıfatlarla vasıflandıranlar da hiçbir zaman zât-ı ilâhiyyeyi beşerî ve maddî bir çerçeve içinde mütalaa etmemiştir. Bundan dolayı, Allah’a nisbet edilen kayyûm (el-Bakara 2/255), evvel, âhir, zâhir, bâtın (el-Hadîd 57/3) sıfatlarından, İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Allah” maddesini ilmî tarafsızlıktan uzak saygısız bir ifade ile kaleme alan, bu sebeple de sık sık ithamlarının cevaplandırılmasına mecburiyet hissedilen D. B. Macdonald’ın anladığı müşahhas mânayı hiçbir müslüman anlamamıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve vahiy diliyle Allah’ın nitelendirilmesinden ibaret bulunan bu tür sıfatların, “Peygamber’in âteşîn muhayyilesi”nin ürünü olabileceğine (İA, I, 362), diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed’e de vahyin gelebileceğini bir türlü kabul edemeyen Macdonald çizgisindeki müsteşriklerden başka kimse ihtimal vermemiştir. Yine bazı Batılı yazarların zannettiği gibi hacca giden müslümanların orada Kâbe’ye tapınmaları söz konusu değildir (bk. İTA, I, 324). Bilindiği gibi mâbedler tapacak değil tapınaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Mescidler Allah’ındır. Öyleyse oralarda Allah’la birlikte başka bir şeye tapmayın” (el-Cin 72/18) denilmek suretiyle müslümanların ibadet yerlerinde haça, putlara ve diğer şeylere tapmaları yasaklanmış, gerçekte de onlar bu tür yanlış inançlardan sakınarak tevhidin gereğini daima yerine getirmişlerdir.

IV. İSİMLERİ


Kâinat içinde yegâne şuurlu varlık olarak gözlenen insan, kendi varlığı ile birlikte aşkın bir yaratıcının varlığını da benliğinin derinliklerinde hisseder. Fizyolojik ve psikolojik yapısı itibariyle iç içe birçok sistemden oluştuğunu, içinde yaşadığı tabiatın da olağan üstü bir âhenk ve düzen taşıdığını farkeden insan aşkın yaratıcının bu eserleri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavî kitaplar tabiatın kutsallaştırılma tehlikesinin belirdiği bu noktada kişiyi uyarmakta, kendisi de dahil olmak üzere zât-ı ilâhiyye dışındaki her şeyin yok olacağını, Allah’tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığınağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir (el-Kasas 28/88).

İnsan, kendinden başlamak üzere bütün tabiatta hüküm süren düzeni dikkatle incelemeli ve gönülden bağlı olduğu, fakat duyularıyla doğrudan idrak edemediği yaratıcının özelliklerini (sıfatlar) bulmaya çalışmalıdır. Felsefelerinde madde sınırını aşıp yüce yaratıcının varlığına yer veren filozofların ana hatlarıyla belirlemeye çalıştıkları ilâhî sıfatlar konusuna semavî kitaplar ışık tutmuş, insanın bütün benliğiyle inanıp kendisine yakın hissettiği (“Biz insana şah damarından daha yakınız”, Kāf 50/16), fakat dünya gözüyle göremediği yaratıcıyı “gerektiği kadar” tanıyabilmesi için O’nu vasıflandırmıştır. Meselâ “O evvel, âhir, zâhir, bâtındır” (el-Hadîd 57/3) meâlindeki âyet zât ve sıfat arasındaki münasebete büyük çapta açıklık getirmiştir. “Evvel” ilk (ezelî) demek olup yaratıcı (ilk sebep, illet-i ûlâ) özelliği taşır. “Âhir” ise son, sürekli (ebedî) demektir. Bütün değişiklikler, oluşum ve bozulmalar (kevn ve fesad) yaratılmışlarda etkili olup evvel ve âhire nisbetleri O’nun fiillerinin eseri olmaktan ibarettir. Zâtı itibariyle “bâtın” (gizli, duyular ötesi) olan yüce Allah oluşum ve değişikliklerin delâlet ettiği sıfatlarıyla zâhirdir.

BEKİR TOPALOĞLU

Comments are closed.