Tanımı yalın ve açıktır.


Müslüman olmanın tanımı yalın ve açıktır. Bir başka vasfı ancak müslüman olmanın içeriğinde varlığı söz konusu ise ve vahyin kendisine verdiği sıfat olarak kullanabilir: Mümin, muhsin, muhlis, ebrar, mukarrebun salih/Saliha gibi…
Herhangi bir dünya görüşünden ve düşünceden elde edilmiş sıfatlar ve isimlerle vasıflandırılamaz! Müslüman ismine ek yapılabilecek şeyler yine Müslümanlığın temel metni olan vahiy ve onun temsiliyetini/örnekliğini sağlayan Peygamber tarafından belirlenir.
Müslüman; Müslüman’dır. Herhangi fazladan bir eki kabul etmez. Kendisine müslüman adının yanında ek yapanlar yaşam karşısındaki tutumlarına/yorumlarına gönderme/ açıklama yapmaktadırlar… Yani Müslümanlıkları kendilerine yetmiyor ki başka sıfatlarla kendilerini mücehhez kılmaktadırlar. Örneğin, modern, liberal, demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi gibi… Bu sıfatlar müslüman dünya görüşünden farklı dünya görüşlerini temsil ederler. Bu yüzden kendilerini bu sıfatlarla mücehhez kılan kişiler, Müslümanlıklarına halel getirmektedirler.

Müslüman, kendine has bir bakış ve düşünce sahibi olandır. Kendine has derken, kendi bilgi sisteminin öne çıkardığı bir yönteme ve bakışa sahiptir. Kendi epistemik sisteminden bağımsız bir bilgi sistemini onaylamaz ve oradan elde edilen bilgiyi de doğru kabul edemez! Çünkü vahiy üzerinden elde edilen bilgi ve örnekliğini yapan Peygamberin işaret ettiği eylemlilik hali, kendi içinde bir tamlığa sahiptir. Bu düşünce ve eylem üzerinden diğer bilgi süreçlerinin değerlendirilmesi yapılmadan oradan elde edilmiş bilgi ile müslüman eyleme geçmez…

Müslüman net olandır. Geçmişi, bugünü ve geleceği de belirlenmiştir. Herhangi bir olayda ne yapması gerektiği konusunda kafası nettir. Bir şey ya yasaktır, kaçınmalıdır. Ya mubahtır, yapıp yapmamada muhayyerdir. Ya zorunludur, emredilmiştir, yerine getirecektir. Ya da şüphelidir, ondan da kaçınacaktır. Mesele bu kadar açıktır. O yüzden kafası karışık olamaz! Müslümanların kafasının karışık olmasının nedeni müslüman kimliğinin dışında kalan kimliklerin etkisine girmeleri ve orada olanlara yönelik istekleri vesilesiyledir. Müslümanlığın kendisine yetmediğini, sorunlarını çözüme kavuşturmadığını dile getiren kişi, Müslümanlığını terk etmeye hazırlandığını da ilan etmektedir. Sadece bunu açıktan yapmaya cesaret edememektedir.
Müslüman, liberal, sol veya modern düşüncenin hem kendisini hem iz düşümlerini kabul edemez. Çünkü bu düşünce biçimleri bizatihi dine karşı konumlandırılmış yapılardır. Orada yer alan kişilerde din karşıtlığı üzerinden hayatlarını sürdürmektedirler. Sadece Müslümanları kandırmak için onlara şirinlikler yapmaktan öteye geçmemekte ve böylece Müslümanları kendi etkileri altına alarak onları kendi dünya görüşünden uzaklaştırıp bu yeni dünya görüşüne uygun bir düşünce ve davranışlara yöneltme arzusundadırlar, gizlemeye bile gerek görmeden…
Müslümanlar ise son iki yüzyıldır bu tuzağa düşmeye devam etmektedirler. Bugün yaşadığımız zaman sürecinde ise tam olarak Müslümanlar kendi dünya görüşlerini yetersiz görerek bu yeni sunulan dünya görüşüne adaptasyon süreci yaşamaktadırlar. Bu yüzden dinin göreli olduğunu, kişinin kendi yorumunun önemine vurgu yapılmaktadır. Çünkü Müslümanları vahiyden ve sünnetten uzaklaştırdıkları oranda onları kendilerine benzetmeyi başaracaklardır. Bütün propaganda teknikleri ile bu süreç işletilmektedir.
Asli olarak müslüman kendine has bir yaklaşıma ve inanca sahip olmalıdır. Kendi dışındaki her fikir ile müslüman olarak ilişki kurar. Bir müslüman, kendi dışındaki düşünce ve eylemi belirleyen değerlerle müslüman olarak, kendi ilke ve akidesine uygun bir ilişki kurabilir. Müslüman, başkasına benzeyen değil, başkasını kendine dönüştüren kişidir. Çünkü başkasına dönüşen müslüman, temel vasfını kaybetmeye aday olur. O yüzden, liberal müslüman, demokrat müslüman, özgürlükçü müslüman, akılcı müslüman vesaire ile aldatılmaktan kurtulmalı Müslümanlar…

Eğer bir değerlendirme yapılacaksa, bu değerlendirme müslüman olmayı sağlayan temel vasat üzerinden yapılmalıdır. Bu temel vasat ise göreli değildir. Açık ve net bir şekilde uygulamada da örneği olan bir bakıştır müslüman olmaklık…
Müslüman çıkara veya akrabalığa dayalı kimsenin yanında yer almaz! İyiliğin yanında, kötülüğün ise karşısında durur. Ama kötülüğün karşısında duruyor diye, aynı kötülüğe çıkarı gereği karşı çıkanlarla da yolu kesişmez. Çünkü iki kesimin karşı çıkış niyetleri farklıdır. Müslüman sadece ilahi rızaya tabi olur. Boyun eğişi de ilahi rızaya dairdir. Onun itaati de ilahi rızaya matuftur. Bu yüzden müslüman şahsiyet tam bir özgürleşme yaşar…
Bu temel gerçeği dikkate alarak Müslümanlar bugün kendi şahsiyetlerini hem ferden fert, hem cemaat/ toplum olarak kurmalıdırlar. Onlar başkasına benzemekten kaçınırlar. Ne Yahudilere benzeme çabası içinde olurlar. Ne Hıristiyanlara benzeme çabası içinde olurlar. Onlar tam müslüman olarak kendileri olurlar. Bu yüzden modernleşmenin sağladığı bütün kimlikleri reddederler ve onlara benzeme çabası içinde olmamakta direnirler. Eğer bu direnç kaybolduysa bu şu demektir: Müslümanlar, kendi kimliklerinden vazgeçmeye ve başkasına benzemeye başlamışlardır. Bu ise en son istenilecek olan şeydir…
Müslüman kendisine gönderilen bilgiye iman eder, örnekliğini peygamberin yaptığı amelleri yerine getirir. Emir ve yasaklara tam tabi olur. Sürekli iyiliği öne çıkartır. Ve her türlü kötülükten uzak durduğu gibi men etmeye de çaba ve gayret gösterir.
Ne mutlu, ilahi rızaya matuf bir hayatı yaşayarak ölümle buluşan ve ilahi huzura çıkmaya hazır olanlara…
Abdulaziz Tantik

Kur’an Neslinden Kasıt Nedir? / Nerede ve Nasıl Yetişecektir?
Kur’an neslinden kastedilen, aynı zaman diliminde yaşayanlardan, aklını, imanını, şahsiyetini ve hayatını Kur’an’la inşa eden her yaştan mü’minin oluşturduğu topluluktur. Yani Kur’an neslini oluşturmak denince, mevcut toplumdan ve bugünden umudunu kesip, bir eğitim projesiyle genç nesilleri yetiştirmek suretiyle geleceği kurtarmak çabası akla gelmemelidir. İlk Kur’an nesli içinde, yaşı ileri olan Hz. Ebubekir de, çocuk yaştaki Hz. Ali de vardır. İlk Kur’an nesli, Resulullah’ın (s) davetine icabet eden her yaştan mü’minin birlikte oluşturdukları bir Kur’an toplumuydu. O halde çağın Kur’an nesli dendiği zaman da, Mekke Kur’an neslinde olduğu gibi, içinde toplumsal yaş kuşakları anlamında birkaç insan neslini, dede, baba, oğul ve hatta torunun da yer aldığı dört kuşağı birden barındıran, bilgisini, aklını, imanını, şahsiyetini ve hayatını Kur’an’la inşa eden mü’minlerin topluluğu akla gelmelidir. Bu topluluğa Seyyid Kutub’un isimlendirmesiyle “Kur’an Nesli” denilebileceği gibi, Kur’an toplumu, Kur’an cemaati de denilebilir.

Sonuçta Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı (Resul’ün ve ashabının hayatını) inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de Kur’an, o ilk hayattan koparılmadan/soyutlanmadan okunursa, o ilk inşa ettiği hayatın içinde, o ilk neslin hayatıyla birlikte dosdoğru okunursa, hakkıyla okunursa, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkündür. Üstelik bu tür bir okuma, isabet kaydetmek için zorunludur.
Vahyi mesajın ilk muhataplarının oluşturduğu ilk Kur’an nesli, doğal ortamından kopuk seralarda değil, hayatın, toplumun içinde yetişiyordu. Erkam’ın evi gibi kitabın ve hikmetin öğretildiği, Kur’an’ın tertil üzere okunduğu evlerde elde edilen bilgiler hemen hayata taşınıyor, toplumsal bütün alanlarda bu okuma tekrarlanarak uygulamaya taşınıyor, sosyalleştirilmeye çalışılıyordu. Evet, ilk nesli teşkil eden kadrolar toplumdan soyutlanmış siteril ortamlarda yetiştirilmiyor, onların tek beslenme kaynağı olan Kur’an,“Kalk uyar!” emri gereğince daveti ulaştırmak ve şahitlik yapmakla mükellef oldukları cahiliye toplumu içinde okunuyor, hâl (ahlâk-şahitlik) ve kâl (söz) ile hemen hayata taşınıyordu. Bu şahitlik çabasını ortaya koyan İslami şahsiyetler, türlü tepki ve baskılara muhatap olarak direngen bir zindelik de kazanıyorlardı. Aldıkları tepkilerle, gördükleri baskılarla sınanan Kur’an nesli kadroları, oluşan zaafları ıslah ederek, her sarsılmanın ardından kendilerini yeniden üreterek, şahsiyetlerini ve ahlâklarını hayatın içinde sürekli olgunlaştırarak yola devam ediyorlardı. Aynı zamanda toplumsal alanlardaki davet ve şahitlik sorumluluğunu yerine getirirken, cahiliye tarafından kuşatılma ve kirletilme riskine karşı tekrar arınma ve eğitim evlerine dönerek, “pisliklerden arınma ve uzaklaşma” [Müddessir Suresi, 74/-6] çabası gösteriyor, Kur’an ölçüleriyle yeniden şarj oluyor ve daha sonra da davet ve şahitlik için tekrar toplum içine çıkıyorlardı. Toplumsal ilişkilerdeki dengeyi kaybetmeden, insani ilişkiler bakımından topluma yabancılaşmadan, insanlara hayırlı, adil, emin ve güvenilir davetçiler olarak, cahiliye toplumunun çeşitli alanlarında mesajı taşıma sorumluluklarını yerine getiriyorlardı.
İlk olarak onlar, araya başka hiçbir kaynak girmeden Resulullah’ın (s) eğitmenliğinde doğrudan İslam’ın arı duru kaynağından, Kur’an’dan beslenmişler, Kur’an’la eğitilmişlerdi. İkinci olarak, Kur’an’ı, hakkıyla anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumuşlardı. Kur’an’ı, sırf haz duymak için, salt bilgi edinmek, manasını anlamadan okuyup hatim indirerek sevap kazanmak ya da ölülere okumak için değil, hayat kitabını hayata okumak, hayatı onunla inşa etmek ve onun hükümleriyle amel edip Allah’ın rengiyle boyanarak, Allah’ın rızasını kazanmak için okumuşlardı. Üçüncü olarak da, imana yönelenler, İslam kapısından içeri girerken zihin, kalp ve amellerinde cahiliyeye dair ne varsa, onların tamamını kapı dışında bırakarak, tüm cahili pisliklerden arınarak, temizlenerek içeriye giriyor, cahiliyeden, imani, ameli ve cemaat planında tam bir ayrışma yaşıyorlardı. İşte ilk Kur’an nesli bu süreçte, imani, ameli ve yapısal üç temel hicreti yaşıyor ve bu tercihlerine kalıcılık, süreklilik kazandırıyorlardı.

İlk Kur’an neslinin durumunu ve yaşadıkları bu inkılâbı da, erişilmez hale getirecek derecede abartmadan, ulaşılmaz derecede idealize etmeden, bugün de aynı duyarlılıkları, aynı samimiyeti, adanmışlığı ve fedakârlığı kuşandığımızda aynı örneğin tekrarlanabileceğini, aynı şahitliği gerçekleştirmemizin mümkün olduğunu düşünmeliyiz. Son derece doğal ve tekrarlanabilir bir örneklik olarak değerlendirmeliyiz.
Şüphesiz ki Allah, kullarına taşıyamayacakları sorumlulukları, kaldıramayacakları yükleri yüklemez. [Bakara Suresi, 2/286; En’am Suresi, 6/152] İlk Kur’an neslini oluşturanlar da bizler gibi noksanlıkları, zaafları olan insanlardı; ama onlar Kur’an’a ve ubudiyet kavramına doğru bir yaklaşımı yakalayıp, iradelerini ve zaaflarını vahyin denetimine sokmayı başarmışlardı. Resulullah’ın (s) şahitlik ve önderliğinde vahye teslim olarak, özlerinde var olanı tevhidi olanla değiştirmekte, ısrarlı, istikrarlı ve ihlâslı davranmışlardı. Bugün de yapılması gereken budur.

İlk Kur’an Nesli Örnekliğinde İslami Mücadele Süreci
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, ilk Kur’an toplumunu oluşturan mü’minlerin hepsi Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okuyorlar, bu amaçla tertil üzere Kur’an eğitimi alıyorlardı. Bütün mü’minler okuyup eğitimini aldıkları Kur’an’dan anladıklarını, fıkhettiklerini hayatlarına taşımaya çalışıyorlar, birbirleriyle de fikir teatisinde bulunuyorlardı. İşte bu sebeple örneğimiz ilk Kur’an toplumu “müçtehit toplum” hüviyetini kazanıyordu. Kur’an okumaları ve eğitimi sonucunda fıkhettiklerini hayatlarında uygulamaya koyuyorlar, cemaat planındaki pratiğe ise şuranın içtihatları yön veriyordu. Kur’an’ı anlama ve uygulamalarında ihtilaf ettikleri konuları Resulullah’a (s) soruyorlar, açık bir hüküm yoksa yeni vahyin gelmesini bekliyorlar ve hayatı işte böyle dönüştürüp vahiyle inşa ediyorlardı. Bugün ise, kendisinin Müslüman olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu Kur’an okumamakta, okuyanların büyük çoğunluğu da hakkıyla okumamaktadırlar. Hâlbuki bugün de Kur’an toplumunun oluşabilmesi için her Müslümanın Kur’an’ı hakkıyla okuma çabası içine girmesi gerekmektedir.
Vahyin ölçüleri ve ilk neslin örnekliğinden hareketle, İslami mücadelenin biri içe dönük, üçü dışa dönük olmak üzere dört boyutu söz konusudur. Bunların hepsi, süreklilik arz edecek şekilde ve birlikte gündemde tutulmaktadır. Birincisi ve öncelikli olanı iç inşayı, nefislerde yaşanması gereken inkılâbı sağlayan iç arınmayı, “rucz”den uzaklaşmayı, şirk başta olmak üzere her türlü kir ve pisliklerden temizlenmeyi esas alan kalbi arınmadır. Bu sonuç, ancak, imani ve ameli hicrete süreklilik kazandırılarak sağlanabilir. Bu çabanın hedefi, nefislerdeki arınmayı, vahiyle teçhiz olmayı ve iman-amel bütünlüğünü sağlamak suretiyle İslami şahsiyetlerin inşasıdır. Bu İslami şahsiyetlerin bireysel iradelerinin birleşmesiyle kolektif aklın ve iradenin ortaya çıkarılmasını müteakip yapılacak dışa dönük mücadelenin hatları ise; birincisi, tevhidi davet, tebliğ ve eğitimle Kur’an neslini inşa etme, davete icabet edenleri örgütleyip mücadeleye sevk etme çabasıdır. İkincisi, egemen şirk sistemine ve tevhidi davetin önünü kesmeye çalışan, insanların vahiyle buluşmasını engellemek için iradelerine ipotek koyan zorba yönetimlere ve yaygınlaştırmaya çalıştığı, şirke, küfre, ifsada ve zulme karşı tevhid, adalet ve özgürlük eksenli ıslah mücadelesidir. Üçüncüsü ise, toplumda yaygın olan, hem de İslam adı altında meşrulaştırılan yanlış din anlayışlarının vahyin ölçüleriyle düzeltilmesi, ıslah edilmesi çabasıdır. Bu dört boyutlu mücadelenin tamamı “Allah yolunda cihad” hükmü içine girer. Bu, küfre ve ifsada karşı Kur’an’la verilecek büyük cihaddır. [Furkan Suresi, 25/52] Bugün bizi de bağlayan Mekke pratiği işte bu dört boyutlu mücadeleden ibarettir. İslami davet ve eğitimin önü kesilip, İslam’ın yaşanması tamamen imkânsız hale geldiğinde ve mü’minlerin hayatları da tehlikeye girdiğinde ise mekânsal hicretin şartları oluşmaya başlayacaktır.

Yaşanan uzun bozulma süreci sonunda, Kur’an’ı terk edip, cahiliye kültürünü yeniden üreterek ümmet olma vasfını yitiren yığınlar içinden bir kısım insanlar, son 30–40 yıl içinde el yordamıyla ya da kimi ıslah önderlerinin kitaplarıyla Kur’an’a ulaştılar. İmanlarına zulüm giydirdikleri [En’am Suresi, 6/82] ve şirke bulaştıkları için “Ey iman edenler iman edin!” [ Nisa Suresi, 4/136] emrince yeniden vahye ulaşıp iman etmeye başladılar.
İman eden bireyler, çevrelerinde var olan diğer iman kardeşleriyle, kimi ihtiyaçlarını gidermek amacıyla gerçekleştirdikleri bütünleşmeler sonucunda mahalli grupları, öbekleri oluşturdular. Grupların oluşumunu sağlayan bu ihtiyaçlardan bazıları şunlardı: İman eden bireyin yalnızlıktan kurtulup güven duyacağı bir yapıya müntesip olma ihtiyacı; kendisini koruma, arındırma, eğitme, geliştirme ve emri bil maruf ihtiyacı; yardımlaşma ve dayanışma ihtiyacı; bireyi aşan ihtiyaçlarını karşılayacağı ve sorumluluklarını yerine getireceği bir vasata ihtiyaç vb. Ancak, bütün bu zaruretler sebebiyle başlangıçta gerekli olan bu gruplaşma, daha geniş çaplı bütünleşmeye ve ümmetleşmeye doğru gidişin önünü kesmediği ve geçici olduğu sürece anlamlıydı. Ama maalesef böyle olmadı. Ümmete giden yolda geçici olması gereken bu grup ve öbekler, zamanla kalıcılaşmaya ve aralarında aşılmaz duvarlar örmeye başladılar. Kimileri kendi varlıklarını meşrulaştırabilmek, diğer gruplarla ayrı olmalarını anlamlandırabilmek için, Kur’an dışı akideler ve akidevi olmayan farklılıklar üzerine kimlik inşa etmeye yöneldiler. Üretilmiş geleneksel inançları ve tarihsel anlayışları vahiyle denetlemeden sürdürmeyi tercih edenler de vahdetin önünde engel oluşturdular.
Halbuki, hem vahyin yukarıda ifade edilen ölçüleri, hem de bize örnek olması gereken ilk neslin pratiği gereğince, hiç değilse, öncelikle dayatılan ulusal sınırlar içinde tek bir Kur’an nesli ya da ümmet nüvesi oluşturmayı, bu anlamda ilk önce kendi coğrafyamızda birliği ve dayanışmayı tesis etmeyi, sonra da tüm İslam coğrafyasındaki ümmet nüveleriyle bütünleşerek, küresel tevhid ümmetini oluşturmayı başarmak zorundayız. Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin dayattıkları ulusal sınırlarla çevrili kendi yaşadıkları bölgelerde bile birliği tesis edip tek bir Kur’an nesli cemaati ya da ümmet nüvesi oluşturma basiretini, çabasını, duyarlığını ve ciddiyetini gösterememiş olanların, küresel ümmetin vahiyle yeniden inşasına ciddi bir katkı sunmaları nasıl mümkün olabilir? Evet, kendi “ülke”lerinde bile güçbirliği yapıp Kur’an’ın mesajını topluma götürmek üzere ülke çapında kuşatıcı, tesirli, örnek tek bir yapı oluşturmada, nefsani sebepler, vahye dayanmayan anlayışlar ve hizbi taassuplarla acze düşenlerin, küresel çapta ümmetin oluşumuna olumlu bir katkıda bulunmaları mümkün değildir.
Bugün, kendisini İslam’a nispet eden gruplar arasında, vahyi belirleyici kılmayan, vahiyle denetlenmeyen anlayışlar ve vahye aykırı bir tercihle her alanda sınırsız özgürlük iddiasıyla üretilen geleneksel, modernist ve postmodernist fikri ayrılıklar vahdetin önünde en temel engeli oluşturur hale geldi. Bir yandan, ulusalcı modern kirlilikler, ulus devlet eğilimleri, geleneksel ve modern cahiliyeyle malûl anlayışlara dayalı ayrılıklar ümmet bilincini köreltiyor, ümmet oluşumunu engelliyor; diğer yandan, gruplar tabulaşıyor, temel konularda farklılıkları olanlar, hatta akidevi konularda farklı düşünenler bile grup maslahatı için aynı grupta barınır hale geliyor ve gruplar eklektik yapılara dönüşüyor. Gruplar adeta çıkar birlikteliğine dönüşüyor. Kabileci taassuplara ve alışkanlıklara dayanır hale geliyor. Aşılamayan iç çelişkiler ve çürüyen kısımlarla birlikte olmaktaki ısrar bütün bünyeyi çürütmeye devam ediyor.

Bu kötüye gidişi durdurmak için, gruplar arasında, “emri bil maruf, nehyi anil münker” sorumluluğu yerine getirilerek diyaloglar kurulmalı ve vahdete kadar ısrarla sürdürülmelidir. Ancak bu “emri bil maruf” görevi, akide ve sabiteler alanıyla sınırlanmamalı, İslami şahsiyet ve ahlâkla bağdaşmayan konuları da kapsamalıdır. Her grup, kendi müntesiplerine, diğer tevhid eksenli yapılarda bulunan Müslümanlarla tevhidi İslami kimlik ortak paydasında ve aynı İslam ümmetinin ferdi olmak bakımından kardeş oldukları ve bir gün mutlaka bütünleşip biz bilinciyle birlikte olacakları duyarlılığını kazandırmalıdır. Vahdet hemen sağlanamasa da, bu süreçte kardeşlik diyalogu sürdürülmeli, ümmet kimliği ile grup kimliği çatıştığında grup kimliğinin kolayca terk edilebilecek geçici bir kimlik olduğu anlatılmalıdır. Aynı ilkelere sahip gruplar tanıştıkça bütünleşme eğilimi teşvik edilmeli, kaynaşma, birleşme ve ümmetleşme sorumluluğu öne çıkarılmalıdır. İşte bu kuşatıcı üst yapıya ulaşma yolunda ilerlerken, alt seviyede zaruri olarak oluşan yapılar mutlaklaştırılmamalıdır. Tevhid ortak paydasındaki bütün grupları, hizipleri, ekolleri kuşatacak üst yapı özlenmeli, istenmeli, önü kesilmemeli, vahdet için gösterilecek çabalar süreklilik arzetmelidir. Bu sebeple her grup ya da alt yapılanma, müntesiplerine nihai yapı olmadığı duyarlılığını ve ümmet bilincini kazandırmalıdır.
Kur’an ve mütevatir sünnet merkezli sahih din anlayışına davet eden tevhidi öbekler ve İslami şahsiyetler arasındaki iletişimsizlik, örgütsüzlük, netice olarak dağınıklığa, güçsüzlüğe, zayıflığa ve bunların sebep olduğu yılgınlıklara, bunalımlara ve zamanla içe kapanarak kemikleşmeye donuklaşmaya yüz tutan hizipleşmelere yol açmıştır. Bu coğrafyada oluşturulacak kuşatıcı Kur’an Nesli Platformu, Şurası ya da Kur’an Toplumu, işte tüm bu sıkıntıları, çözümsüzlükleri, zayıflıkları ve bunların sonucunda tahakkuk eden savrulmaları önlemeye yönelik önemli bir imkân da sağlayabilecektir. Eğer iyi değerlendirilebilir, ilk neslin örnekliğinde iyi pratize edilebilirse, böyle kuşatıcı bir yapılanma, yaşanan dağınıklık ve savrukluğu asgariye indirebilecek, birliktelik ahlâkını derinleştirebilecek, pratik/dinamik bir fıkhın oluşmasına zemin hazırlayarak, faaliyetlerimizi denetleyip disipline edebilecek, vahiy istikametinde yönlendirebilecek bir potansiyeli barındırmaktadır. Tabii ki, böyle kuşatıcı bir yapılanma, ancak usulu’d-din konusunda, Kur’an’ın muhkem ölçüleriyle anlayış ve itikadını oluşturmayı kabul eden ve örnek alınacak ahlâki özelliklere sahip mü’min şahsiyetler, sosyal öbekler arasında kurulacak irtibatlar, diyaloglar ve temel konulardaki mutabakatların belirlenmesi sonunda gerçekleştirilebilecek bir pratiktir.

Tehvidi kesimin mevcut parçalanmışlığı ve ilk oluşum safhasında ihtiyaç sebebiyle ortaya çıkan grupların giderek kalıcılaşması ve aralarındaki kimi çekişmeler, çelişkiler bu kesime güveni sarsıyor.
Sonuçta bu güven bunalımı ve umutsuzluk, ya kitleleşen, kitleleri kuşatan eklektik din anlayışına sahip kesimlere doğru eğilimi tetikliyor ya da bireyselleşip bir kenara çekilmeye yol açıyor, yahut da gruplar zamanla çıkar grupları olmaya, farklı ilkelere sahip kişileri aynı çatı altında tutan, grubu putlaştıran ve statüko ile temasa geçip çıkar devşiren kulüplere dönüşüyor. Varolan grupları teşkil edenler arasındaki iç ilişki ve irtibattaki zaaflar da kendi yakın çevrelerindekiler nezdinde bile güveni sarsıyor, itici ve dağıtıcı eğilimleri artırıyor. Kendisini İslam’a nispet eden kitlelerin/kesimlerin yanlış din algısını ıslah etmek misyonunu üstlenen tevhidi öbekler tarafından, ülke çapında güzel ve ahlâklı bir örnekliğin yapısal planda ortaya konamaması umutsuzluğu körüklüyor. Tevhidi davetin nitelikli, güçlü ve yaygın bir biçimde topluma ulaştırılmasını engelliyor. Güçbirliği yapılarak, kolektif iradenin enerji ve ortak aklın ürettiği daha nitelikli, güçlü ve büyük projelerle ve nitelikli kadrolarla tevhidi davet ve eğitim sağlanamayınca, cılız çabalarla, yetersiz ifadelerle, yanlış üslup ve yöntemlerle itici ve ürkütücü olunması kaçınılmaz bir zaaf olarak ortaya çıkıyor.
Dağınıklık, parçalanmışlık sonucunda, güçlü ve kuşatıcı yapının üretilememiş olmasının sağladığı moralsizlik ve umutsuzluk sebebiyle, tevhidi gruplar yeni ve nitelikli insanları mücadeleye katmada zorlandıkları gibi, mevcut insanları bile muhafaza etmekte sıkıntı yaşıyorlar. Sadece siyasi söylem ve eylemlerle tatmin olması mümkün olmayan, ancak Kuran’la ve Kur’an’ı ahlâk edinen bir yaşantıyla, Resul’ün (s) ahlâkıyla ahlâklanarak mutmain olacak kalp ve ruh, bu ihtiyacını giderecek yeni arayışlara giriyor. Bazen de bu ihtiyacını giderecek kalbi arınma imkânlarını yanlış yerlerde arıyor. Evet, bu arınma ihtiyacını tarihsel süreçte üretilen bid’at ibadetlerle sağlamak üzere tarikatlara bile meyledenler, tasavvufu, Mesnevi’yi yeniden keşfedenler ve bu istikamette savrulanlar çıkabiliyor.
İşte yukarıda sıralanan zaaflar sebebiyle, merhametle ve adaletle halkı kucaklayan, azığını paylaşan, sıkıntılarına ortak, dertleriyle hemdert olan, mütevazı, ahlâklı, emin ve fedakâr bir örneklik, kuşatıcı bir yapı ve cazibe merkezi oluşturulamıyor. Sonuçta kitlelere yönelik, onların dünya ve ahiretleri için çırpınıldığı ve bu konuda samimi olunduğu, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeden sadece Allah rızası için onların hayrına çaba gösterildiği mesajı verilemiyor. Bu zaafları aşmak, yeni açılımlar yakalamak için, zulme karşı mazlumdan yana itiraz eylemleri ve muhtaç insanlara yardım elini uzatma, maddi ve manevi ihtiyaçları karşılama çabaları ile davetçi sorumluluğunun gerektirdiği tebliğ ve eğitim çalışmaları arasında denge kurulmalıdır. Bu amaçla, bir yandan halkın sıkıntılarına, ihtiyaçlarına güç yettiğince cevap verilmeye, zulmü geriletmeye yönelik adalet ve özgürlük mücadelesi yapılmaya, diğer yandan da sahih bir din anlayışına ulaşmaları için tevhidi davet ve eğitim o insanlara ulaştırılmaya çalışılmalıdır.Bugün yaygın olarak tevhidi davet sorumluluğundan kopuk bir biçimde ve yardım kuruluşları eliyle profesyonel olarak yapılan halkın sıkıntılarını giderici yardımlar, tevhidi davet ve ıslah projesinin bir parçası haline getirilmelidir. Böylece, halkın yanlış din anlayışlarını ıslah çabamızdan kaynaklanan dezavantajı, onların sıkıntı ve ihtiyaçları konusunda yardımcı olarak, tevhidi daveti dikkatli ve merhametli bir üslupla, kucaklayıcı bir yaklaşımla gerçekleştirerek, muhatabın iyiliği ve Allah rızası için bu doğru bilgileri anlattığımızı hissettirerek aşmaya çalışmalıyız.
Vahdeti sağlayacak ortak payda, içtihada kapalı imani konular, muhkem naslar ve sabitelerdir. Anlaşılmış olmalıdır ki, soyut ve duygusal temennilerle, akidevi ayrılıklara sebep olan kaynak kurutulmadan vahdet mümkün değildir. Vahiy dışı gayb haberleri ve Kur’an dışı akideyle oluşturulan karanlıklar Kur’an’la aydınlatılmadıkça, vahye dayalı olmayan anlayışları dinleştirenlerin hapsoldukları zindanların duvarları Kur’an ve sahih sünnetle yıkılıp, çeşitli hiziplerin ayaklarındaki birbirleriyle bütünleşmelerini engelleyen zincirler parçalanmadıkça gerçek anlamda bir vahdet sağlanamaz/sağlanamıyor. Kendini İslam’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla, aramızdaki “ortak kelime” [Al-i İmran Suresi, 3/64 ]olan “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, tarihsel süreçte üretilen ipleri bırakıp, indirilmiş Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, bu hususu Resulullah’ın (s) ve ilk neslin örnekliğinde ısrarla gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak ve kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Bu yol, Allah’ın hudutlarını belirlediği, Resulullah’ın (s) işaret taşlarını diktiği, şahitliğini yaptığı Kur’an ve tevhid yoludur.
MEHMET PAMAK

Ayrıca stres, panik atak, depresyon, ruhsal bunalım ve sürekli tatminsizlik gibi sorunlar bu çağın hastalıkları olarak görülmektedir. Tolstoy şöyle diyor: “Ahlâk kurallarını çiğnemeyin. Zira öcünü çabuk alır. Ahlâk bir defa bozulmaya yüz tuttu mu toplumda bir çatışma ve şiddet zuhur eder ve huzur, güven kalmaz.”

Dinî değerlerimize uygun davranışlar sergileyemeyen kimseler için; her arzu ve tutku, her türlü ideoloji, cinsellik, moda, gösteriş, aşırı tüketim, eğlence, zina, alkol, uyuşturucu ya da birtakım sapık inançlar (ateizm, deizm ve nihilizm gibi din karşıtı akımlar) ve düşünceler gençlerimizin hayatını bütünüyle kuşatmaktadır.
Günümüz gençliğinin en önemli sorunu, yaratılış gayesinden habersiz olmalarıdır. Gençlik, bir nevi belirsizlik, arayış ve şekillenme dönemidir. Gençler arasında yaygın olarak kullanılan, “hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun”, “atın ölümü arpadan olsun”, “gençliğini yaşayacaksın” gibi sözler, kural tanımazlıklarını meşrulaştırmaya yönelik olumsuz beyanlardır. Gençlik, aşk, para, zevk, eğlence ve top peşinde koşmakta ve bunlarla kendini ispatlama çabasındadır. Zira insana verilen ömür, geri dönüşümü olmayan bir fırsattır. Yaratılış gayesinden uzak sorumsuzca bir hayat yaşayan gençler, kötü ve zararlı alışkanlıklar edinmektedirler. Böylece hem kendilerine hem de başkalarına zarar vermektedirler.
Çünkü düzenli çalışma, ana-babaya, büyüklere ve çevreye saygı, hoşgörü, sabır ve yardımlaşma, Allah, Peygamber ve insan sevgisi, kurallara uyma, doğruluk, inanç, ibadet ve güzel ahlâk sahibi olma bilinci, güzel erdemler bu dönemde kazanılır. Gençlik; çalışıp kazanma, evlenip aile kurma, insanlara yararlı olma ve Allah’a ibadet etme bakımından hayatın en verimli çağıdır.
Hz. Peygamber de, kıyamet gününde arşın gölgesinde barınacaklar arasında, “Rabbine ibadet ederek yetişen gençleri” de sayarak, gençken dini yaşamanın önemine işaret etmiş; başka bir hadisinde de, “İnsanoğlu, kıyâmet gününde; gençliğini nerede ve nasıl harcadığından… sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz” buyurarak, gençlik enerjisinin Allah’a kulluk ve insanlığa hizmet uğrunda değerlendirilmesi gerektiği mesajını vermiştir.
Dünyaya gelişimizin gayesi, Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmektir.[Zâriyat, 51/56] İnsan, beden ve ruhtan meydana gelen bir varlıktır. Bedenin maddî gıdaya ihtiyacı olduğu gibi ruhun da manevî gıdaya ihtiyacı vardır. Ruhun en önemli gıdası sağlam iman ve ihlâsla yapılan ibadettir. İslâm dini, nefsin ve neslin korunmasını aile ile onu da evlilik kurumuyla temin etmektedir. Dinimizde gayr-i meşru ve nikâhsız beraberlikler çirkin görülüp yasaklanmış, evlilik teşvik edilmiştir. Evlilik dışı ilişki kesin olarak yasaktır. İslâm’ın yasak ettiği haramlardan olan zina, büyük günahlardan biridir. Rabbimiz Allah zinaya yaklaşılmamasını emrediyor: “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” İsra 32
Zinanın fert, aile ve toplum için zararları çoktur. İslâm’ın hiç tasvip etmediği bir davranış biçimidir. Gençler iffetlerini korumaları için, cinsel uyarı içeren tv programı, sinema filmi, internet gezintileri, gazete, dergi, resim ve benzeri şeylerden uzak durmalıdır. Çünkü cinsellikle imtihan, imtihanların en zor olanıdır. Bu açıdan dikkat etmeli, cinsel duyguyu tahrik eden ortamlardan kaçın(ıl)malıdır. Günümüz gençliğinin bozulmasında en büyük etkenler şunlardır: Eğlence merkezleri, müstehcen yayın, internet kafeler, zararlı tv kanalları, arkadaş çevresi, şans oyunları, plajlar ve para karşılığında serbestçe çeşitli yerlerde yapılan fuhuş, sosyal etkinlik adı altında gençlerin kötü alışkanlıklar edindiği yerler.
Son yıllarda film ve dizilerde evlilik dışı ilişkiler, nikâhsız birliktelikler normalmiş gibi gösterilerek, bu tür gayr-i ahlâkî ilişkiler toplumda özendirilmektedir. Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süsleyip kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve manevî nice hastalıkların, sorunların artmasına yol açıyor. Evlilik yaşının ilerlemesi, flört tarzı ilişkilerin önünü açmakta ve fuhşa neden olabilmektedir. Flört, dinimizin ahlâk anlayışına uymaz. Flört, nikâhsız beraber olmanın, gezip tozmanın, eğlenmenin çağdaş ismidir. Geç evlilik ahlâkî yozlaşmaya kapı aralıyor. Bu sebeple evliliği geçiktirmek marifet değildir. Marifet evliliği gerçekleştirmektir. Dinimiz vakti gelince evlenmeyi teşvik, bekâr kalmamayı tavsiye etmiştir. Çeşitli sebeplerle evlenmeyenlere yardım etmek gerekir. Çünkü evlenemeyen veya evlenmeyi geciktiren erkek ve kadının namuslu, erdemli, güvenilir bir hayat sürmeleri fıtraten zordur.
İnsan hayatında çok etkili bir güce sahip olan cinsel arzu kontrol altına alınmadığı, başıboş bırakıldığı takdirde doymak bilmeyen bir açgözlülüğe ve fıtrata aykırı sapkınlıklara yol açabilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) gençleri zina ve fuhuştan korumak ve kurtarmak için onlara şu tavsiyede bulunmaktadır: “Gençler, sizden gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek, gözü harama karşı korur, namusunu, iffetini muhafaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun, çünkü oruç şehveti kırar.”

İslâm dininde teşhircilik haramdır. Çünkü teşhircilik İslâm dininin haram kıldığı çıplaklığın özel bir şeklidir. İslâm bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emrediyor.
İslâm dini dünya ve âhiret saadeti için kurallar koymuştur. Tesettür de bu kurallardan birdir. Tesettür, sadece başı kapatmaktan ibaret değildir. Örtünmek, Allah rızası içinse o zaman güzelliği, cazibeyi dışarıya yansıtmayacak şekilde giyinmek gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bil; ihtiyarlamadan önce gençliğinin, ölüm gelmeden önce hayatının, hasta olmadan önce sağlığının, meşguliyetten önce boş vaktinin, yoksulluğa düşmeden önce zenginliğinin kıymetini bil” buyurur.
Gençliğin değerinin bilinmesi, gençlerin bu dönemde, hem kendileri ve hem de gerek aileleri gerekse toplumları için hayırlı ve faydalı şeyler yapmalarıyla mümkün olur. Kısaca, dünya ve âhiret saadetini kazanmak için, bütün görev ve sorumlulukları yerine getirmek, her türlü kötü ve zararlı alışkanlıklardan uzak durmak ve Allah’a karşı olan kulluk görevlerini yerine getirmek gerekir. İşte o zaman gençliğin değeri ve önemi bilinmiş olur.
Yaratılış gayemiz Allah’a kulluktur/ibadettir. Doğru inanç, ibadet ve güzel davranışlarla şahsiyet gelişir, olgunlaşır. İlkeli, tutarlı, dengeli, kararlı, sabırlı ve güçlü bir kişilik oluşur. Böylece insan hem kendine, hem de başkalarına faydalı olur. Yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse ve Allah’tan korkup emirlerine uygun yaşarsa (inanç, ibadet ve güzel davranışlarda bulunursa) ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır.” Nûr, 24/52
İslâm’da neslin korunması için zina haram olduğu gibi, homoseksüellik, lezbiyenlik de aynı şekilde haram kılınan bir cinsel eylemdir. Haram olan erkek veya kadının kendi cinsinden birisi ile ilişki kurması (homoseksüellik, lezbiyenlik vb.) bir sapıklıktır ve yasaktır. Yaratılış gayesine, fıtrî ve tabiî temayüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezahürü olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını bazı peygamberlerin bunlarla mücadele ettiklerini bazı kavimlerin, Lût kavminin bu kötü fiillerden (homoseksüellik) yüzünden mahv (perişan ve helâk) olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’den öğreniyoruz. Ankebût, 29/28-31; A‘râf, 7/80-84; Kamer, 54/34-39
Bu homoseksüellik, lezbiyenlik de büyük günahlardandır. Kesinlikle haramdır ve sapıklıktır. Aynı şekilde, hanımının arkasından yanaşmak da büyük günahlardandır. Peygamberimiz (s.a.s.): “Bir erkeğe veya arkasından kadına yaklaşan kişiye Allah (rahmet nazarı ile) bakmaz!” buyurur.

Sonuç olarak, günümüzde gençlerimizin birtakım sorunlara yenik düşmemeleri için şu hususlara dikkat etmeliyiz: Gençlere iyi bir aile terbiyesi verilmelidir. Gençlere sorumluluk bilinci kazandırmalı ve onlara güzel örnek olunmalıdır. Boş zamanlarını kitap okuyarak ve yararlı işler yaparak değerlendirmelidir. Maddî ve manevî yönden dengeli bireyler olarak yetiştirilmelidir. Ailede ve okulda doğru bilgiler verilmelidir. Onları anlamaya çalışmalıdır. Gençler kötü arkadaş grubundan uzak durmalı ve iyi arkadaş edinmelidir. Sigara, içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş ve hırsızlık gibi kötü alışkanlıklardan ve onların edinileceği yerlerden uzak durmalıdır.
Tabii ki, gençlerimize dinî ve manevî idealleri kazandırmak onların ruh sağlığı, yönünden son derece önemlidir. Nesli korumak ve sağlıklı bir toplum oluşturmak için gençlerimize iyi bir din eğitimi verilmelidir. Gençlerin kendilerini korumaları, dünya ve âhirette mutlu, huzurlu olmaları için inanç, ibadet ve güzel ahlâk sahibi olmalarına yardımcı olmalıyız.
SÜLEYMAN GÜLEK

Müslüman kadın çok yanlı bir kuşatma altında. Hem azınlık olarak yaşadığı toplumların talepleri, hem de Müslüman cemaatin kendisinden beklentileri karşısında Müslüman kadınların kendilerini savunmalarını gerektirmeyecek bir atmosferin oluşmasına ihtiyaçları var.
Kadın olmak hiçbir toplumda kolay değil. Aynı şekilde kadın olmak hiçbir çağda da kolay olmadı. Kadınlar bugün olduğu gibi önceki çağlarda da var oluş mücadelesi verdiler. Bazen bu varoluş çabası “feminizm” altında ortaya çıktı. Peki –genelleştirilmiş tabirle- “kadın” kim tarafından ezilmiştir? Genelde kadının marjinal erkekler tarafından ezildiği düşünülür. Bu doğru olsa bile, kadının hor görüldüğü durumların tamamını kapsamaz. Araştırmaların da ortaya koyduğu gibi kadınlar hemcinsleri tarafından da mağdur edilirler. Böylelikle “kurban”, başka bir kadın karşısında faile dönüşür.
“Müslüman kadın” ise dışlanma veya ırkçılık çerçevesinde en çok hedef seçilen kurbanlar arasında. Özellikle azınlık durumunda olduğu toplumlarda Müslüman kadın, “yabancı”, “kadın” ve “Müslüman” olması nedeniyle tripleks bir dışlanmaya maruz kalıyor. Dini gereği başını örten Müslüman kadınlar buna ek olarak ırkçı şiddete de muhatap oluyorlar. Almanya’nın Kiel şehrinde üç çocuk annesi Türk asıllı kadının alışverişten dönüş yolunda ırkçı bir erkek tarafından darp edilmesi, burnunun kırılması veya evine giderken kimliği belirsiz kişiler tarafından dövülüp, başörtüsü başından çekilen ve kıyafetlerine alkol dökülen 21 yaşındaki bir üniversite öğrencisinin hikâyesi gibi bir sürü örnekte Müslüman kadın sözlü ve fiilî saldırılara hedef oluyor. Ayrıca Müslüman kadınlar başlarını örttükleri gerekçesiyle birçok iş başvurusundan sıkça ret cevabı alıyorlar. Birçoğu haklarını açılan sayısız davayla arıyor.

Müslüman kadının kamusal alanda, iş yerinde veya okuldaki yaşamı diğer kadınlara göre daha zor. Müslüman kadın hayallerini gerçekleştirmekte zorluklarla karşı karşıya kalırken enerjisinin bir kısmı savunmacılıkla ve kendisini diğerlerine izah etmekle geçiyor. Fakat “Müslüman kadın” sadece farklı bir dine mensup olduğu ve bu dinin inandığı gereklerini yerine getirdiği için ötekileştirildiği insanlar tarafından haksızlığa maruz kalmıyor. Bunun ötesi de var: Müslüman kadın aynı zamanda diğer Müslüman kadın ve erkeklerin de dışlamasına sıkça muhatap.
Sosyal hayatta veya çalışma yaşamında yer edinmek isteyen Müslüman kadın, bizzat diğer bazı Müslümanlar tarafından “dışarıda” olduğu için eleştirilere maruz kalmakta. Başörtülü olduğu için iş hayatında kendisine fırsat tanınmayan Müslüman kadınlar, bir de Müslüman çevreden bu sefer “iyi niyetlerle” uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Müslüman cemaatin içinde Müslüman kadının hayatta aktif rol almasına kendisini alıştırması gerekenler var. Zira sorun Müslüman kadın değil, onu olduğu gibi sosyal hayatın tam ortasında görmek istemeyenler.
Müslüman kadınların üzerinde hem ırkçıların ve İslam düşmanlarının, hem de bizzat Müslüman cemaatin baskısı var. Müslüman cemaatin bunun farkına varması ve kadınlara destek olması gerek. Müslüman kadınların gereksiz politikalar yüzünden zorlaştırılan hayatlarının kolaylaştırılmaya, kendilerini baskı altında hissetmeyecekler ve kendilerini savunmalarını gerektirmeyecek bir atmosferin oluşmasına ihtiyaçları var. Müslüman cemaatin bunun bilincinde olması ve hem Müslüman hem de kadın olduğu için birçok cephede ateş altında bırakılan kadınların yüklerini hafifletmesi, onları biraz da cesaretlendirmesi gerek. Müslüman kadının en çok da şu an desteklenmesi gerekiyor ki onu ötekileştirip bunu özgürleştirmek adına yaptıklarını iddia edenlerin asılsız argümanları açığa çıkabilsin.

Müslüman kadını özgürleştirmek bahanesiyle onun özgürlük alanını kısıtlayanlar ile Müslüman kadını koruma amaçlı kapalı bir fanus içinde tutmak isteyenler arasında maalesef büyük bir fark yok. Her ikisi de Müslüman kadının kendi adına konuşma yetisine sahip olmadığını düşünüyor. Oysa engeller örüledursun birçok Müslüman kadın önünde yükselen duvarları başarı ile aşıyor. Yine de bu engelleri aşmaya harcanan enerji ile daha büyük adımların atılabileceği de net. Hele de aktif siyaset veya sivil toplum kuruluşlarında toplumsal sorunlara karşı koyan kadınların sınırlara değil açılımlara ihtiyaçları var.
Şimdi bir dünya hayal edin: Kadınların birikimlerini yargılanmadan ve dışlanmadan özgürce kullanabildikleri. Evet, işte o dünya daha güzel, hepimiz için!
KEVSER EROL


Kur’an’da insanın bazı zaaflarının yanı sıra önemli imkân ve kabiliyetlerle de donatıldığı, saygı değer (mükerrem) varlık olarak yaratıldığı, diğer yaratılanların üstlenemediği bir sorumluluk (emanet) yüklendiği anlatılır ve onun yeryüzünde iyilik ve güzelliği hâkim kılmak üzere Allah’ın halifesi olarak görevlendirildiği belirtilir. Yine Kur’an’ın özel anlatım üslûbu içerisinde insanın yaşama, bir dini benimseme ve gereklerine göre hareket etme, sonuçlarına katlanarak dilediği davranışta bulunma, mülk edinme, seyahat, cinsî haklar ve iffet, beden ve ruh sağlığını koruma gibi temel haklarına değinilir ve bunların korunmasına yönelik olarak farklı seviyelerde yaptırımlardan söz edilir. İslâmî telakkiye göre din fıtrîdir ve insanın yaratılıştan taşıyageldiği güzellikleri korumasına yardımcı olur, aklıselimi takviye eder. İnsanın sahip olduğu bütün haklar yaratıcı Tanrı’nın iradesine dayanır ve O’nun insana bağışıdır.
Ferdin Tanrı’nın mutlak güç ve iradesine boyun eğmesi de onun irade özgürlüğünü yitirmesi değil, aksine yaratılış ve var oluş çizgisinde bilinçlenip alt ve dünyevî otoriteler karşısında özgürleşmesi anlamını taşır. Bütün bu telakkiler, hakların dinî veya dünyevî temelli beşerî ve hâkim güçler tarafından tanınıp lutfedildiği ve yine onlar tarafından serbestçe kısıtlanabileceği anlayışını reddetmesi ve insana insan olması sebebiyle bir değer vermesi anlamına geldiğinden insan haklarına tarih boyunca önemli bir zemin oluşturmuştur. Ayrıca Kur’an ve Sünnet’te hak kavramının sadece insan ilişkileriyle sınırlandırılmayıp Allah-insan ilişkileri çerçevesinde de ele alınması, bu kavramın İslâmî bakış açısından sahip olduğu kapsam ve genişliği göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
Öte yandan insan haklarının tanınmasının ve yazılı metinlerle tesbit edilmesinin tek başına yeterli olmadığı, bunun uygun bir sosyal yapılanma çerçevesinde toplumun bütün fertleri, özellikle de hâkim güçleri tarafından özümsenmiş, âdeta bir yaşam biçimi haline getirilmiş olmasının hayatî bir önem taşıdığı da açıktır. Diğer birçok insanî ve hukukî değer gibi insan hakları da ancak insan unsurunun yetkinliğiyle sağlam bir inanç ve ahlâk zemininde, hukukun üstünlüğünün ve adaletin bulunduğu toplumlarda gerçekleşip gelişebilir. Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in sünnetinde adalete ve hakkın üstünlüğüne devamlı vurgu yapılıp keyfîliğin, kişinin kendi hakkını bizzat kendi kuvvetiyle elde etmesi demek olan ihkāk-ı hakkın, nasların çizdiği sınırların çiğnenmesinin yasaklanması, meşruiyetin ve hukuk düzeninin korunmasının emredilmesi, bu sağlam zemini kurmaya yönelik tedbirler olarak ayrı bir anlam taşır.

İslâm dünyasında tarih boyunca Kur’an ve Sünnet ışığında oluşan dinî, hukukî ve felsefî birikimde işlev ve amaç itibariyle insan haklarına hizmet eden çeşitli kurum ve kavramın bulunduğu görülür. Bir kısmı oldukça teorik bulunsa da bunlar İslâm toplumlarında hakları koruma, hak ihlâllerini önleme ve bu yönde kamuoyu oluşturma açısından önemli rol oynamış, dinin genel telkinlerinin de desteğiyle İslâm toplumları insan hakları tarihi açısından başarılı bir sınav geçirmiştir
İslâm bilginleri ve düşünürleri dinin amacının “zarûrât-ı hamse” denilen canın, aklın, namus ve haysiyetin, dinin ve malın korunması şeklinde beş temel ilkeyi yerleştirmek olduğunu ifade etmişlerdir. İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi ve beşerî sorumluluğunu yerine getirebilmesi için korunması gereken ve bugün insan hakları çerçevesinde düşünülen hemen bütün temel hak ve özgürlükleri kapsayan bu beş ilke, bir yönüyle Allah’ın peygamber göndermedeki maksatlarını teşkil ederken bir yönden de müslüman olup olmadığına bakmaksızın evrensel olarak bütün insanların temel hak ve yararlarını belirlemeye yöneliktir.

Hz. Peygamber’in hicret esnasında Medine’deki değişik inanç mensuplarıyla ve etnik gruplarla yaptığı Medine sözleşmesi, hayatı boyunca etrafındaki insanlara davranışları, çeşitli din mensuplarıyla ve kölelerle ilişkileri ve bu konudaki tavsiyeleri, insan hakları açısından büyük öneme sahip belge ve uygulama örnekleridir. Resûl-i Ekrem’in uygulamalarının teorik çerçevesi mahiyetinde olan Vedâ hutbesi de insan hakları açısından önemli bir belgedir. Vedâ hutbesi kişi, aile, toplum (müminler toplumu) ve bütün insanlığı iç içe geçmiş daireler biçiminde kuşatır. Hz. Peygamber, insanlara Allah’a karşı gelmekten sakınmayı tavsiye ve O’na itaati teşvik ederek sözlerine başlar.
Esasen İslâm inancına göre insanın Allah’ı tanıması ve O’na itaat etmesi yaratılışının amacı, kendine karşı da temel hak ve sorumluluğudur. Hutbede daha sonra aile içi haklara geçilir ve aile fertlerinin birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları hatırlatılıp kadınların haklarının korunması konusunda erkekler ayrıca uyarılır; kadınların Allah’ın emaneti olduğu ve onlar hakkında Allah’tan korkulması, onlara iyi davranılması gerektiği vurgulanır. Vedâ hutbesinde can, mal ve namus dokunulmazlığı, cezaların şahsîliği prensibi, hakların ihlâli ve zulüm yasağı gibi hususlar üzerinde ayrıca durulduktan sonra müminlerin kardeş oldukları ifade edilmiş ve, “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir; hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır” sözüyle insanlar arasındaki temel eşitliğe dikkat çekilmiş, ardından da hiçbir ırkın diğerine üstünlüğü bulunmadığı belirtilerek bu evrensel prensip teyit edilmiştir.
İslâm dünyasında tarih boyunca Kur’an ve Sünnet ışığında oluşan dinî, hukukî ve felsefî birikimde işlev ve amaç itibariyle insan haklarına hizmet eden çeşitli kurum ve kavramın bulunduğu görülür. Bir kısmı oldukça teorik bulunsa da bunlar İslâm toplumlarında hakları koruma, hak ihlâllerini önleme ve bu yönde kamuoyu oluşturma açısından önemli rol oynamış, dinin genel telkinlerinin de desteğiyle İslâm toplumları insan hakları tarihi açısından başarılı bir sınav geçirmiştir. İslâm bilginleri ve düşünürleri dinin amacının “zarûrât-ı hamse” denilen canın, aklın, namus ve haysiyetin, dinin ve malın korunması şeklinde beş temel ilkeyi yerleştirmek olduğunu ifade etmişlerdir.
İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi ve beşerî sorumluluğunu yerine getirebilmesi için korunması gereken ve bugün insan hakları çerçevesinde düşünülen hemen bütün temel hak ve özgürlükleri kapsayan bu beş ilke, bir yönüyle Allah’ın peygamber göndermedeki maksatlarını teşkil ederken bir yönden de müslüman olup olmadığına bakmaksızın evrensel olarak bütün insanların temel hak ve yararlarını belirlemeye yöneliktir. Hakların Allah hakkı – kul hakkı şeklindeki klasik ayırımında birinci grup genelde toplum ve kamu düzenini, ikinci grup ise ferdî hakları korumayı amaçlar. İslâm hukukunda naslardaki emir ve tavsiyeler doğrultusunda ayrıca, “Kanlarda (hayat) asıl olan dokunulmaz oluştur”, “İnsanda asıl olan hürriyettir” şeklinde genel kurallar vazedilmiş, insanın sahip olduğu can ve mal dokunulmazlığının dayanağının insan olma vasfı olduğu, ırk, cins ve inanç farklılığının buna engel teşkil etmeyeceği belirtilmiştir.
Buna ceza hukuku alanında suç ve cezada kanunîlik ilkesinin konması, kesinleşmiş bir suç olmadıkça kimsenin suçlu işlemi görmemesi, sanık haklarının korunması, işkence yasağı, cezalandırmada denklik gibi ilkeler, hayvanların haklarını korumaya mâtuf tedbir ve uygulamalar, sosyal amaçlı vakıflar, zekât, nafaka ve yardımlaşma anlayışı, sosyal dayanışmayı ve bütünlüğü amaçlayan ahlâkî değerler de eklenmelidir.
Dinî, hukukî ve ahlâkî temele dayanan bu teorik çerçeveye rağmen beşerî zaaflar, sosyal ve siyasî birtakım şartlar sebebiyle otorite ve nüfuz sahiplerinin zaman zaman hukuk ihlâlleri yaptıkları, her dönemde arzulanan seviyede olumlu bir uygulama çizgisinin gerçekleşmediği ifade edilebilirse de Kur’an ve Sünnet terbiyesi almış müslüman toplumlarda hukukun hâkim olduğu, insanların temel hak ve hürriyetlerinin korunması konusunda önemli bir problemin yaşanmadığı, bugün için bile gıpta ile söz edilen bir adalet ve hoşgörü ortamının bulunduğu, ihlâl ve haksızlıkların da oldukça mevziî kaldığı söylenebilir.
Aynı dönemlerde Batı böyle bir dinî, hukukî ve ahlâkî öğreti temeline sahip bulunmadığı, güçlünün hâkim olduğu ve diğerlerinin hakkını belirlediği bir toplumsal yapı içinde köleler ve kadınlar akıl almaz bir aşağılanmaya muhatap olduğu için insan hakları alanında mücadelenin ilk olarak Batı toplumlarında başlaması da tabiidir. İnsan hakları söylemi Batı’da da başlangıçta dinî öğretiden destek almaya çalışmış, devlet ve kilisenin baskısına karşı direnen özgürlükçü dindar hıristiyan düşünürlerin bu konuda önemli çabası olmuşsa da geleneksel dinî öğretinin ve kilisenin buna yeterince imkân verdiği söylenemez. Bu durum insan hakları kavramının niçin Batı kökenli sayıldığını da açıklar. Aslında insan haklarının Batı’daki kötü geçmişi ve bugün için toplumda ferdî hak ve özgürlükler adına birçok aşırılık ve aykırılıkların önlenemez bir hal almış olması da bir etki-tepki veya toplumsal med cezir hali görünümündedir. Böyle olunca İslâm toplumlarında son yüzyıla gelinceye kadar insan haklarına ilişkin bildirgelere ve kayda değer toplumsal hareketlere rastlanmamasının, İslâm dünyasında insan haklarının ihlâl ve ihmal edildiği şeklinde değil bugünkü mânada olmasa bile genel anlamda insan haklarının gözetildiği, Batı’da görüldüğü şekliyle sınıf ayrışmalarının, gerilim ve çatışmaların yaşanmadığı şeklinde yorumlanması daha isabetli olur.

İslâm toplumlarında insan haklarının ayrı bir söylem halinde ortaya çıkması son bir-iki yüzyılı aşmayan modern döneme rastlar. Bu konuda üç önemli unsur rol oynamıştır: Modern ulus devletin ortaya çıkışı, kanunlaştırma çabaları ve Batı insan hakları söyleminin cihanşümul bir mahiyet ve önem kazanması. Modern devlet yapısal olarak otoriteyi tekelinde topladığı için güçsüz duruma düşen ferdin haklarının garanti altına alınması ihtiyacı doğmuş ve insan hakları bu süreçte daha da önem kazanmıştır.
Bu durum Batı’da ve İslâm dünyasında benzerlik arzeder. Aynı şekilde günümüz İslâm dünyasında uluslararası platformlara da taşınan insan hakları ihlâllerinin modern ulus devlet yapısının dinle ilişkisinden ya da ilişkisizliğinden ziyade yapısal olarak güç ilişkilerinin dengesizliğinden kaynaklandığı söylenebilir. Burada ayrıca İslâm toplumlarında devletle fert arası güç dengesinin sağlanmasında önemli rol oynayan sivil inisiyatifin, vatandaşlık bilincini canlı tutan sivil toplum gruplarının bulunmayışı, hukukun üstünlüğü, demokrasi, bağımsız yargı gibi insan hakları doktrinini besleyen ana konularda yeterince mesafe alınmamış olması gibi etkenlerden de söz edilebilir.
Günümüz İslâm ülkelerinde insan haklarını savunan düşünürlerin, fikir hareketleri ve örgütlerin sayısının hayli arttığı, bu konuda azımsanmayacak sayı ve ciddiyette neşriyatın yapıldığı görülmektedir. Bunda insan hakları söylemine karşı başlangıçta duyulan güvensizliğin, mütereddit ve çekimser tavrın giderek azalmış olması etkili olduğu gibi bu ülkelerdeki antidemokratik yönetim tarzlarının ve uygulamaların, devlet-fert ilişkilerindeki dengesizliğin ve gerilimlerin de önemli ölçüde payı vardır. İnsan hakları doktrini ve uluslararası platform bu süreçte, özellikle hakları ihlâl edilen ya da kendini böyle gören kesimlerce bir uzlaşma alanı ve çıkış yolu olarak algılanmaya başlanmış, bunun için demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi kavramlar ön plana çıkmıştır. İnsan haklarını savunan örgüt ve fikir hareketlerinin tâbi olduğu serbestlik ve kısıtlama da ülkelerin bu konudaki duyarlılıkları ve siyasal rejimleriyle tam bir paralellik taşımaktadır (Stark, sy. 2 [1999], s. 8).
RECEP ŞENTÜRK

İnsanların öteden beri farklı kültürlere, din ve inançlara, gelenek ve siyasî rejimlere mensup bulunmalarına karşılık insan hakları doktrini bu farklara bakmaksızın herkesin sahip olduğunu var saydığı haklardan yola çıktığı, insan davranışları ve devletle insan arasındaki ilişkiler bakımından evrensel standartlar koyma iddiasında olduğu için insan hakları fikrinin çok defa mevcut inanışlar, hukuk düzenleri ve siyasî güçle bağdaştırılamadığı görülür. Diğer bir ifadeyle, insan haklarının tarifi ve kapsamı üzerinde uzlaşmanın zorluklarına rağmen her ırktan, renkten, cinsten ve inançtan insanı kucaklayacak bir insan hakları tanımı yapılsa bile bunun mevcut kurumsal yapıları ve inanışları rahatsız etmeyeceği söylenemez.

Meselâ insan hakları söylemi açıkça ifade edilmese de devletin yasama organına ve hâkimiyetine müdahale olarak algılanabileceği gibi inanç özgürlüğünün din değiştirme özgürlüğünü kapsaması, cismanî cezaların insan haklarına aykırı bulunması gibi anlayışlar da geleneksel İslâmî yaklaşımla kolayca bağdaştırılamaz. Daha da önemlisi insan hakları demokrasinin varlığını, hukukun üstünlüğünü gerektirir ve bunu sağlayacak rejim sayısı da dünyada fazla değildir. Bu takdirde insan haklarının bütünüyle gerçekleşmesini istemek, aynı zamanda adını koymadan rejim değişikliği talebi olarak da görülebilecektir.
Öte yandan devletlerin siyasî rejimleri ve yapıları bakımından taşıdıkları farklar bir yana bırakılsa bile, insan hakları doktrini öngördüğü iç ve dış koruma özelliği sebebiyle bugünkü millî devlet yapısı ile de ciddi zıtlıklar taşıyabilir. Çünkü insan hakları her şeyden önce ferdi devlete karşı korumayı amaçlar, devletin vatandaşlarına uyguladığı muamele için milletlerarası alanda hesap vermesini öngörür. İnsan haklarını korumanın hâricî boyutu devletin iç işlerine müdahaleyi gerektirir, bu da devletin millî hâkimiyetiyle çatışır.
Ayrıca hakları çiğnenen bir kimsenin yardımına milletlerarası toplumun gelmesi insan hakları doktrininin tabiatında mevcut olmakla birlikte diğer devletlerin bunu başka amaçlar için suistimal etmesi de ihtimal dahilindedir. O zaman kaçınılmaz olarak insan haklarının devlete karşı, fakat devletin içinde ve devlet tarafından korunmasının yollarını aramak, bu konuda millî standartları milletlerarası standartlara yaklaştırmak ve bu standartları uygulamak için devletin gücünü devreye sokmak gerekli olmaktadır. İnsan haklarını milletlerarası alanda korumanın millî alanda korumaya göre tâli derecede olması da bundandır.
Bugün dünyada hâkim olan insan hakları kavramı Batı kökenlidir. Kaynağını yine Batı’da doğup gelişen tabii hukuk düşüncesinden almıştır. XVI. yüzyılda modern devletin ortaya çıkmasıyla birlikte yönetimi ellerinde bulunduranların istibdadına karşı felsefî olarak ferdin korunmasını amaçlayan bu anlayış John Locke, Jean-Jacques Rousseau ve Montesquieu gibi filozoflara çok şey borçludur. Tabii hukuk doktrinine göre insan bazı temel haklarla birlikte dünyaya gelir. Bunlar şahsa bağlı, devredilmez, vazgeçilmez haklardır. İnsan tabiatı gereği bunlara kendiliğinden sahiptir. Temel haklar insanların siyasî toplumu kurmalarından önce de vardı. Bunlar tabii haklardır; devlete tekaddüm eder. İnsanlar siyasî toplum haline gelmeden önce tabii halde yaşıyorlardı; mutluydular ve özgürdüler. Onları sınırlayan kurallar yoktu. Ortak güvenliklerini sağlamak için bazı haklarını topluma devrettiler. Bu devri bir çeşit sosyal mukavele ile gerçekleştirdiler ve haklarının geriye kalan kısmını alıkoyup muhafaza ettiler. Bunun pratik sonucu ferdin devlete karşı dokunulmaz bir özgürlükler alanı elde etmesi, devletin de ferdin bu haklarına dokunamaz olmasıdır. Devlet ferdin haklarını ancak tanır ve düzenler, fakat yaratmasına gerek yoktur, onlar zaten vardır. Onları ortadan kaldırması mukaveleye aykırı olur ve ferdin direniş hakkının doğmasına yol açar.

Dayandığı tabii yaşam ve sosyal mukavele tarihen doğrulanamazsa da fert haklarının tanınıp garanti edilmesinde önemli bir rol oynadığı inkâr edilemeyen bu felsefî yaklaşım, ilk somut etkisini Amerika bildirilerinin düzenlenip kabul edilmesinde göstermiştir. 12 Haziran 1776 tarihli Virginia Haklar Bildirisi’ne göre bütün insanlar eşit, özgür ve bağımsızdır. Doğuştan itibaren sahip oldukları bu haklar topluma katılmakla ellerinden alınamaz. 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’nde ise bütün insanların eşit yaratıldığı, Tanrı’nın insanlara kimsenin ellerinden alamayacağı haklar bahşettiği, bu haklar arasında özgürlük ve mutluluğu arama hakkının bulunduğu ifade edilmektedir.
Tabii haklar doktrini, aynı etkiyi 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi üzerinde de göstermiştir. Bildiriye göre insanlar hukuken özgür ve eşit doğarlar ve öyle kalmakta devam ederler. İnsanların özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı direnme hakları vardır. Suçta kanunîlik ilkesi esastır. Suçluluğu ispat edilinceye kadar herkes mâsumdur. Bildiride ayrıca kişi güvenliği, fikir ve kanaat özgürlüğü, ifade özgürlüğü düzenlenmiştir. Özgürlük, “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilme” olarak tanımlanmıştır. Hak ve özgürlüklerin tanınması ve garanti edilmesiyle ilgili olarak hâkimiyetin esas itibariyle millette olduğu vurgulanmıştır. Bu bildirilerin başta gelen özelliği, evrensel ve soyut bir nitelikte ve böylece herkese uygulanacak karakterde olmalarıdır. Herhangi bir ülkede herhangi bir toplumun üyelerine uygulanmaları bu sebeple mümkündür.
Batı ülkelerinin bir bölümünde meydana gelen bu gelişmelere temas edilirken İngiltere’de bunlardan önce meydana gelen bazı gelişmeleri de belirtmek gerekir. 15 Haziran 1215 tarihli Magna Carta, 1628 tarihli Petition of Rights, 1679 tarihli Habeas Corpus Act, 1689 tarihli Bill of Rights, 1701 tarihli Act of Settlement gibi belgelerin krala kabul ettirilmesiyle sağlanan önemli anayasal gelişmeler, dünyada genel olarak insan için bir düzen getirmekten ziyade İngilizler’in pratik ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamıştı. Fakat yine de getirdikleri haklar bakımından daha sonraki Amerikan bildirilerini etkilemişlerdir.
Ancak Batı’daki bu gelişmelere bakarak XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’da veya Batı’nın kontrol ettiği yerlerde insan haklarının bütünüyle tanındığı sonucuna da varmamak gerekir. Tam aksine, millî düzeyde görülen anayasal hareketlerde çeşitli gerilemeler ve zikzaklar olmuştur. Fransa’da 1789 bildirisiyle tanınan haklar 1814 ve 1830 şartlarında evrensel olmaktan çıkarılarak Fransızlar’ın kamu hakları haline getirildi.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da liberal anayasa anlayışının hâkim olduğu görüldü. Esasen savaşı kazanan devletler liberal anlayışı temsil ediyordu. Savaşın ardından Avrupa’da kurulan yeni devletler bu anlayışın etkisinde kaldılar. 1920 Çekoslovakya ve Polonya, 1921 Yugoslavya anayasaları bunun örnekleriydi. Zamanın asıl prototip anayasası Weimar anayasası oldu. Klasik hakları bazı sınırlamalara tâbi tutarak kabul ettiği gibi sosyal, ekonomik ve kültürel haklarla da bunları tamamlıyordu. Benzer bir anlayış, II. Dünya Savaşı’nın ardından yapılan Batı Avrupa devletleri anayasalarında da görüldü; 1946 Fransız, 1947 İtalyan ve 1949 Bonn anayasaları bunlar arasında sayılabilir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da yapılan anayasaların Amerikan ve Fransız bildirilerinde yer alan temel haklara önemli ölçüde yer verdikleri görüldü. Ancak bunların hiçbirisi, 1930’larda Avrupa’da Nazizm’in ve faşizmin doğmasını önleyemediği gibi II. Dünya Savaşı öncesinde ve bu savaş sırasında en vahşi haliyle ırkçılığın kurumlaştırılmasını da önleyemedi. Bu aynı zamanda insan haklarının millî alanda etkin bir şekilde korunmasının yeterli olmadığı, milletlerarası alanda da korunması gerektiği fikrinin doğması ve hayata geçirilmesi için bir dönüm noktası oldu.
II. Dünya Savaşı’nın ardından yapılan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda dünya barışı ile insan haklarına saygı arasında bir bağlantı kurulduğu gibi Birleşmiş Milletler’e insan haklarını geliştirme görevi de verildi. Ayrıca üye devletlerin insan haklarına saygı gösterme yükümlülüğü getirildi. Birleşmiş Milletler’in bu alandaki çabaları özellikle standart koyma alanında çok verimli olmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda muhalefetsiz, fakat sekiz çekimser oyla kabul edildi. Batı bu bildirinin hazırlanmasına da öncülük ettiğinden bildiri hükümlerinin önemli bir bölümü Batı’nın damgasını taşımaktadır. Belge, otuz maddeden oluşmasına rağmen ilân ettiği haklar daha çok Batı’nın önem verdiği medenî ve siyasî haklardır. Ekonomik, kültürel ve sosyal haklar sosyalist bloka verilen bir tâviz sonucu belgeye konulmuştur. Batı’nın bu alandaki hâkimiyeti, üçüncü dünya ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanarak sayıca çoğalmaya başladığı 1960’lara kadar sürmüştür. Bu tarihe kadar belgelerde insan haklarını belirleyen standartlar hemen hemen bütünüyle Batı’nın damgasını taşımıştır. Bunları kabul ederken kendi değerlerinden herhangi bir fedakârlık yapmayan Batı’nın, eşitlik veya ayırım yapmama gibi en temel insan haklarını bile 1945’ten sonra dahi uygulamadığı görülmüştür. 1776’da Virginia Haklar Bildirisi’ni yayımlayan ve dünyanın en eski anayasasına sahip olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960’lara kadar siyah-beyaz ayırımı varlığını sürdürmüş, Güney Afrika’da ırkçılık politikası Batı’nın yardımları ile en ilkel şekilde kurumlaştırılmıştır.

İnsan hakları konusundaki olumlu gelişmelerin önemli bir merhalesi sayılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve tamamlayıcı protokoller sonucu garanti edilen haklar ve özgürlükler şunlardır: Yaşama hakkı, işkenceye ve zulme, gayri insanî muamele veya cezaya tâbi tutulmama hakkı, köle halinde bulundurulmama hakkı, zorla çalıştırılmama hakkı, kişi güvenliği hakkı, âdil ve tarafsız bir mahkeme önünde mâkul bir süre içinde yargılanma hakkı, kanunsuz suç olamayacağı, cezaların geriye yürüyemeyeceği ve kişinin suçluluğu ispat edilinceye kadar mâsum addedileceği ilkesi, özel yaşama, aile hayatına ve haberleşmenin gizliliğine saygı hakkı, düşünce ve din özgürlüğü hakkı, ifade özgürlüğü hakkı, toplanma, dernek ve sendika kurma hakkı, evlenme hakkı, etkin hak arama yollarına başvurma hakkı, ayırımcılığa tâbi olmama hakkı, eğitim hakkı, mülkiyet hakkı, seyahat ve yerleşme hakkı, ahdî yükümlülükler sebebiyle hapis cezasına mâruz kalmama hakkı. Devletler bu hakları yargı alanları içinde bulunan herkese tanımayı kabul etmişlerdir.
Batı’da bugün insan hakları dış politikanın önemli bir unsuru haline getirilmiş olup problemli ülkeler bununla ciddi şekilde rahatsız edilmektedir. Eski Doğu Avrupa devletleri birer birer Avrupa Konseyi’ne alınmaktadır. Avrupa’nın birçok ülkesi için potansiyel sürtüşmelerin kaynağı olarak görülen millî azınlıklar konusunda son zamanlarda Avrupa Konseyi’nin sponsorluğu ile bir çerçeve anlaşma yapılmıştır. Bütün bu gelişmelere rağmen Avrupa’nın ortasında Yugoslavya trajedisi yaşanmış ve emsali görülmemiş bir şekilde insan hakları ihlâlleri olmuş, eski ittifaklar, ön yargılar ve stratejik menfaatler insan haklarına üstün gelmiştir.
ASLAN GÜNDÜZ
Irk kelimesinin karşılığı olarak Batı dillerinde Latince asıllı race, rasse, ırkçılık teriminin karşılığında ise racisme, racialisme, racism veya rassismus gibi kelimeler kullanılmaktadır. Batı dillerinde bu terimler ırkın, insanın özelliklerinin ve kapasitesinin temel belirleyicisi olduğu ve ırkî özelliklerin, bir ırkın diğerine üstünlüğünü doğurduğu inancını ifade etmektedir (Webster’s Ninth New Collegiate Dictionary, s. 969).

Modern disiplinlerde ırk kavramı başlıca şu anlamları içermektedir: 1. İnsan türünün alt sınıfları (beyaz, siyah, sarı ırk gibi). 2. Etnik grup (Cermen ırkı gibi). 3. Belli bir sosyokültürel grup. Bu son tanımlama nesnel ölçülere dayanmaz. Meselâ Kuzey Amerikalılar’a göre siyah ırk mensupları Brezilya’da beyaz olarak tanımlanmaktadır (Cashmore, s. 237-239). Modern Batı’da ırkçı teoriler de üç farklı iddia sebebiyle birbirinden ayrılmaktadır. Bir iddiaya göre insan türü biyolojik olarak farklı gruplardan oluşmaktadır; irsiyet, tevarüs edilmiş yetenek ve eğilimlerin açıklanmasını mümkün kılan bir faktördür. İkinci görüşte grup özelliklerinin kanla geçtiği ileri sürülürken son görüş ırkçılığın teorisyenlerince ortaya atılmış olup bazı insan gruplarının diğerlerinden fizikî, zihnî ve mânevî açıdan üstün olduğunu iddia eder (The Encyclopedia of Philosophy, VII, 58-59).

Eski Mısır, Yunan ve Roma dinleriyle Hinduizm, Şintoizm, Jainizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Zerdüştîlik, Mecûsîlik, Yahudilik ve eski Türk dinleri gibi millî dinler bir milletin veya ırkın dini olarak ortaya çıkmış olup sadece o milletin Tanrı veya tanrılarla münasebetini düzenler ve kurtuluşunu amaçlar. Ancak bunlardan Yahudilik dışında kalanlar, belli bir ırkın üstünlüğüne ve diğer ırklar üzerindeki emellerine vurgu yapmaz. Hinduizm de sınıfçı bir yapıya sahiptir ve kendi mensuplarını kast diye bilinen farklı kategorilere ayırır.
İnsanların bu şekilde mensup oldukları kast içinde kalma mecburiyetleri dinî bir hüküm olup her kastın dinî uygulamaları farklıdır. Irk ayırımı bakımından en ilgi çekici din Yahudilik’tir. Yahudi teolojisi İsrâiloğulları’nı seçilmiş ırk olarak görür. Her ne kadar daha çok Amerika Birleşik Devletleri’ndeki modern yahudiler arasında liberal bir kanat yahudi ırkından olmayanların da ihtidâ yoluyla Yahudiliğe girmesine yol açılması gerektiğini savunuyorsa da hâkim anlayışa göre söz konusu dine ihtidâ yoluyla girmek mümkün değildir. “Yahudilik mühtedi kabul etmez” (Herzberg, s. 35, 37-45). Bu anlayış yahudilerin yahudi olmayanlarla (goyim) ilişkilerine de yansımıştır. Yahudi olmayanlarla ilişkileri düzenleyen özel hukuk kuralları vardır (Horowitz, s. 100-102). Meselâ erkek veya kadın bir goyimle evlenmek yasaktır, onların mülkiyet hakları yahudilerinkinden farklıdır. Yahudiler arasında faiz uygulaması yasak olduğu halde goyimlerden faiz almak câizdir.
Yahudilik’teki bu ayırımcı anlayışın temeli Hz. Nûh’un oğullarına kadar götürülür. Tevrat’a göre ırklar tûfandan sonra Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlundan türemiştir (Tekvîn, 5/32; 9/18; 10/32). Hâm babasına karşı bir saygısızlığından dolayı onun lânetine uğradığı için soyundan gelenler de Sâm ile Yâfes’in nesline köle olmaya mahkûm edilmiş (Tekvîn, 9/19-27), böylece ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelenmede en üstün, hatta tek üstün yer Sâm’ın soyundan geldiğine inanılan yahudilere tahsis edilmiştir. Buna göre, “Rab yer üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere” İsrâiloğulları’nı seçmiş (Tesniye, 14/12), bu suretle onlar “Allah’ın kavmi” olmuşlardır (Levililer, 26/12; Çıkış, 19/5-6). Tevrat’ta buna dair şöyle denilmektedir: “Ve onlardan nefret ettim. Fakat size dedim: Siz onların topraklarını miras alacaksınız… Ve bana mukaddes olacaksınız…” (Levililer, 20/24-26). “İşte şimdi bildim ki bütün dünyada Allah yoktur, ancak İsrail’de vardır” (II. Krallar, 5/20). Kitâb-ı Mukaddes’te yahudilerin üstünlüğünü ifade eden daha birçok açıklama yer alır (meselâ bk. Tesniye, 23/20; Mezmurlar, 67/6; II. Samuel, 22/44-48). Tevrat’a göre yahudiler bu üstünlükleri dolayısıyla diğer milletleri idare etme hakkına sahiptir. “Bütün göklerin altında olan kavimler üzerine bugün senin dehşetini ve korkunu koymaya çalışacağım, onlar senin haberini işitecekler ve senin yüzünden titreyip kıvranacaklar” (Tesniye, 2/25).
Yahudiliğin ırka bağlı din anlayışını Hıristiyanlık onaylamamıştır. Ancak Avrupalı hıristiyan milletler gerek sömürgecilik dönemlerinde hâkimiyetleri altına aldıkları Asya ve Afrika ülkelerinde gerekse modern çağda Avrupa’daki yahudilere karşı ırkçı bir tavır sergilemişlerdir. Esasen modern anlamda ırkçı düşünce ve uygulamalar ilk olarak hıristiyan toplumlarda ortaya çıkmış olup günümüzde Batı’da hâlâ farklı ırkların kiliselerinin de ayrı olduğu gözlenmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahların ve Uzakdoğulular’ın kiliselerinin ayrı olması bunun örneğidir.

İslâm dini insanların farklı ırklardan geldiğini kabul etmekle beraber bunun onlar arasındaki ilişkilerde belirleyici rol oynamasını reddeder. Bu bakış açısı teorik alana hâkim olduğu gibi ondan hareketle gerçekleşen sosyal ve hukukî düzenlemelere de yansımıştır. Teorik ve felsefî olarak İslâm’ın insan kavramında ırka dayalı bir üstünlük kabul edilmezken fıkıhta insanlar arası ilişkiler bağlamında da ırkın belirleyici bir yeri yoktur. Muhtelif ırkların varlığı Allah’ın kudret ve ilminin bir işareti olarak yorumlanmış olup bu yorum, ırklar arasında kurulması öngörülen barışçı ve eşitlikçi düzenin inanca dayalı ahlâkî temelini oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’deki prensipler Hz. Peygamber’in ve onun ashabının hayatında somut ifadesini bulmuştur. Daha sonraki devirlerde de felsefe, fıkıh, tasavvuf ve ahlâk alanlarında eser veren âlimler tarafından ırkçılık sürekli olarak reddedilmiştir. Bu açıdan İslâm dini kendinden önceki bazı din ve kültürlerde bulunan ırkçı veya kast sistemine dayalı anlayışlarla mukayese edildiğinde inkılâpçı bir tutum sergilemiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı evrenseldir; Kur’an, ırk ayırımı gözetmeksizin yeryüzünde “halife” olarak yaratıldığını bildirdiği her insanı dünya ve âhiret saadetine çağırır. Dil ve renk ayrılığı ile sosyal farklılaşma bir problem değil Allah’ın rahmetinin eseri olan bir nimet ve O’nun ilim ve kudretini ortaya koyan bir alâmettir (İbrâhîm 14/4; er-Rûm 30/22; el-Hucurât 49/13). Özellikle Hucurât sûresinin 13. âyetinde bütün insanlara hitap edilerek onların arasındaki tabii farklılaşmanın ilâhî bir fiil olduğu belirtilmekte ve bu fiilin hikmeti göz önüne serilmektedir.
Tabii farkların karşılıklı tanışmaya ve oradan hareketle Allah’ı tanımaya vesile olması amaçlanmıştır. Tabii ferdî ve sosyal farklılaşmanın getirdiği özellikler birer üstünlük kaynağı olarak görülemez. Üstünlük iradî olmayan tabii özelliklerde değil iradî olan dinî ve ahlâkî duyarlıkla (takvâ) bunun ürünü olan güzel fiillerde aranmalıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, yeryüzünde haksız olarak üstünlük taslayanların veya diğer insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak isteyenlerin Allah tarafından şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını haber verir. Buna dair âyetler (el-Kasas 28/83-84) insanların ancak kendi fiillerinin karşılığını elde edebileceklerini göstermektedir. Allah ırk ve benzeri özelliklere bakmaksızın insanları inanç ve davranışlarının değerine göre eşit bir şekilde mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır (el-Kehf 18/30). Bir insana karşı bizzat onun kendi fiiline dayanmayan bir özellikten dolayı olumsuz bir tutum içine girmek bir iftira ve apaçık günahtır (el-Ahzâb 33/58).
Câhiliye döneminde Mekke aristokratları sosyal hayatta sahip oldukları yüksek statünün dinî alanda da korunmasını istiyor, ancak bu şartla İslâm dinini benimseyeceklerini, aksi takdirde Habbâb b. Eret, Bilâl ve Ammâr b. Yâsir gibi aşağı sınıftan gördükleri kimselerle aynı mekânda bulunmayı kabul edemeyeceklerini söylüyorlardı. Fakat Kur’an, mânevî ve ahlâkî değer ölçülerine vurgu yapan ifadelerle böyle bir dinî kast sistemini reddetmiş ve eşitliği temel prensip olarak ilân etmiştir (el-Kehf 18/28).
Atalar fetişizmi bir yandan hür düşünceyi ve doğru tercihler yapmayı engellerken öte yandan haksızlıklara, adaletsizliklere, hatta hak dinden sapmaya bile götürdüğü için Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette yasaklanmış, böylece insana hür düşünceye dayalı seçimler yapma imkânı getirilmiş, insanın atalarının ve ırkının körü körüne takipçisi olmasının önüne geçilmesi istenmiştir (el-A‘râf 7/28, 70; Yûnus 10/75-78; Hûd 11/61-63, 84-88; en-Nahl 16/35; Sebe’ 34/43; ez-Zuhruf 43/22-25).
Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ilkeler bakımından insanlar arasında renk, cinsiyet ve coğrafya farklılığı gibi fiziksel sebeplere bağlı bir değer hiyerarşisinden söz edilemez; sadece takvâya bağlı olarak ruhlar arasında derece farkı olabilir. Ancak bu türden bir fazilet de sosyoekonomik ilişkilerde üstünlük getirmez; takvânın mükâfatı âhirettedir. İnsanlar arasındaki soy ve cinsiyet farklılıklarını alay konusu yapmak ve insanları aşağılamak Allah’ın onları yaratmadaki hikmetini görmemek mânasına gelir. Hucurât sûresinin 11-12. âyetleri, müslümanlar arasında her türlü bölücü ve aşağılayıcı tavrı fâsıklık olarak nitelemekte, bu cümleden olarak ırkçılığı da yasaklamaktadır. Buna karşılık aynı sûrede inanç ve değer birliğine dayalı kardeşliğin insanlar arasındaki ilişkinin mahiyetini belirlemesini emretmektedir.

Hadislerde de genellikle asabiyet olarak adlandırılan ırkçılık yasaklanmıştır. Hadis literatüründe asabiyet ırkçılığı da içine alan geniş bir kavram olup kısaca “İslâm dışı bir gaye etrafında gruplaşma” mânasına gelir. Hz. Peygamber, insanlık ailesinin ayırımsız olarak beyazıyla siyahıyla hepsine gönderilmiş tek mürşididir (Müsned, I, 250, 301; Dârimî, “Siyer”, 67; Müslim, “Mesâcid”, 3). Aynı şekilde Resûlullah Vedâ hutbesinde, “Ne Arap’ın Arap olmayana ne de Arap olmayanın Arap olana üstünlüğü vardır” (Müsned, V, 411) derken de o zamana kadarki bütün ırkî üstünlük iddialarını temelinden yıkmayı hedeflemiştir.
Irk farklılaşması diğer birçok kevnî âyetle birlikte yorumlanarak ele alınmalı, Allah’ı ve O’nun bu kâinatı yaratmadaki hikmetini daha iyi tanımaya vesile kılınmalıdır (el-Hucurât 49/13). Renk farklılığı sadece insanlara has bir durum değildir, Allah’ın kudretinin bir işareti olarak bu tür biyolojik farklılıklar tabiatta bitkiler ve hayvanlar âleminde, hatta dağlarda bile gözlenebilir (Fâtır 35/27-28; ayrıca bk. en-Nahl 16/13, 69; ez-Zümer 39/21). Esasen insanların hepsi Âdem’in çocuklarıdır, kâfirlerin şahısları değil inançları ve tutumları red ve tahkir edilir. Nitekim onlar bu inanç ve tutumlarını bıraktıkları anda müslümanlarla aynı değeri ve onuru paylaşırlar. Müslüman bir kişinin ırkdaşları bir yana aynı inançları taşımayan aile üyeleriyle bile dostluk ilişkisi ortadan kalkar (et-Tevbe 9/23).
Kur’ân-ı Kerîm, Araplar arasında son derece önem verilen nesep ilişkilerini ve soy üstünlüğü anlayışını tamamen dışlayarak “sıla-i rahim” (akrabalık bağını sürdürme) bağlamında ve ahlâk kuralları çerçevesinde ödev, hak ve sorumluluklar açısından düzenlemiştir. İslâm’ın önerdiği bu yeni anlayışta akrabalığın devam ettirilmesine yapılan vurgu soyun üstünlüğünden dolayı değil toplum düzeni ve yardımlaşma açısındandır.
Kur’ân-ı Kerîm bu bakımdan sıla-i rahmi teşvik etmiş, soyları ile bağlantıyı koparanları yermiştir, ancak soy ile övünmeyi de yasaklamıştır. Nihaî noktada sadakat soya değil İslâm’adır. Câhiliye dönemindeki ırk, nesep ve kabile bağları bu yeni bakış açısından mahiyet değiştirmiştir. Sosyal yapıdaki bu köklü değişimin önemli bir göstergesi de sahâbîler arasında muharebelerde müşrik akrabalarına karşı savaşanların bulunmasıdır (Kāre, s. 48-49, 66). Bu nevi tarihî hadiseler, Câhiliye dönemi Arap sosyal yapılanmasına tamamen hâkim olan kavim, kabile, aile gibi tabii ve irsî özelliklere dayalı sosyal kimliklerin bir kenara bırakılıp akîdeye dayalı bir kimliğin sosyal ilişkilerde temel belirleyici haline geldiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu olaylar ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in ırkçılığı yasaklayan hükümlerinin teorik planda birer temenni olarak kalmayıp inananların hayatında gerçeklik kazandığını göstermektedir.

Batı dünyasında ırkçılık, modern çağın en önemli olguları arasında yer alan sömürgecilik ve onunla bağlantılı kapitalist sistemin oluştuğu şartlar altında sömürgeciliğe meşruiyet tanıyan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.
Tarih boyunca Batı kolonyalizmi ve kapitalizminin gelişme aşamalarına bağlı olarak ırkçılık da farklı tezahürlerde gelişmiştir. İlk aşamada Amerika ve Karayipler’in yerli sakinleri olan Kızılderililer sömürgecilerin apaçık talan ve soykırımına mâruz kaldılar; ırkçı teoriler de bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Sömürgeciler, buralarda yaptıkları baskı ve zulümleri izah için ırkçılığı bir araç gibi kullandılar. Nitekim ilk olarak 1550 yılında İspanyol ilâhiyatçı Gaines de Sepulveda Kızılderililer’in aşağılık bir ırk olduğunu ve bunların beyazlara hizmet etmek üzere yaratıldıklarını ileri sürdü. Bu teori Amerika’da uzun yıllar propaganda edilmiştir.
XVII. yüzyılın ilk yarısında beyaz işçilerle siyah köleler iş yerlerinde yan yana çalışıyorlardı. Ancak siyah köleler beyazlara göre hem ucuzdu hem de her türlü şartlarda çalışmaya razı olduklarından bu dönemde iş gücü olarak sadece siyah köleler kullanılmaya başlandı. Amerika ve Karayipler’de köleler “hayvan sürüsü” olarak adlandırılıyordu. Siyahlar beyazlara özgü hiçbir şeyi taklit edemezlerdi.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren siyah-beyaz ilişkileri değişmeye başladı. Çünkü ekonomik ve politik sebeplerle artık köle istihdamı işlevini yitirmişti. İlk olarak 1804 yılında Fransızlar Haiti’de köleliği kaldırdılar; diğer sömürgelerde de köleliğin peyderpey kaldırılmasıyla ırkçılık düşüncesinde de değişmeler gözlendi. Buna göre artık siyahlar da insan sayılmakla birlikte üstün ırka mensup olan beyazlara kıyasla aşağı ırkı oluşturuyorlardı. Üstelik bunlar zihinsel ve kültürel bakımdan geri olduklarını kendileri de kabul ediyor ve bu yüzden beyazlara uyum sağlamaya çalışıyorlardı.
Yeni ilişki biçimi sürekli olarak yeni teorilerin de ortaya atılmasına yol açıyordu. Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinden Boulainvilliers ve Buffone gibi ırkçı fikirleri ortaya atan filozofların ardından ırkçılığı bir sistem halinde ortaya koyan kişi Kont Joseph Arthur de Gobineau oldu. Gobineau, Essai sur l’inégalité des races humaines (I-IV, Paris 1853-1855) adlı eserinde beyaz ırkın aklı ve dürüstlüğü, sarı ırkın fayda, düzen ve ortayolu, siyah ırkın ise hırsı, lirik ve artistik yetenekleri temsil ettiğini ileri sürdü ve Nordik (kuzeyli-beyaz) ırkı insanlığın en üstüne yerleştirdi. Houston Stewart Chamberlain Die Grundlagen des neunzehnten Jahrhunderts (I-II, Munih 1899) adlı eserinde benzeri bir yaklaşım sergileyerek Aryan ve Töton ırkının üstünlüğünü savundu.
Ancak Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de ortaya atılan ırkçı teoriler daha çok sosyal ve ekonomik faktörlerle bağlantılı bir şekilde geliştirildi; bu teoriler, zencilerin biyolojik olarak daha aşağı oldukları iddiasını sürdürmekle birlikte gelişen siyahî bilincin gelecekte beyazların sosyal ve ekonomik konumları bakımından tehlike arzedebileceği üzerinde durdular. Madison Grant, The Passing of the Great Race (New York 1916) adlı eserinde, Lothrop Stoddard The Rising Tide of Color Against White Supremacy (New York 1920) adlı kitabında Asyalılar ve Afrikalılar arasındaki doğum oranlarının yüksekliğine dikkat çekerek beyaz ırkın gelecekte hâkimiyeti kaybedebileceği endişesini dile getirdiler (The Encyclopedia of Philosophy, VII, 60).

XX. yüzyıl Batı’da ilk defa tek bir dünya sistemi iddiasının ortaya çıktığı dönemdir. Batı dünyasının gelenekleşmiş olan ırkçılık zihniyetinin bu yüzyılda faşist politikalarla birleşmesinden sonra bazı milletler kendi ırkının üstünlüğünden ve dünya insanlarını kendisinin kurtaracağından söz etmeye başladılar. Almanlar’ın işgal ettikleri her yerde yahudileri soykırımına mâruz bırakmaları bu düşünceden kaynaklanmıştır. Ancak Avrupa’da yahudi düşmanlığı ile pratiğe yansıyan antisemitizm (Sâmî ırkına düşmanlık) olgusu, Cermen ırkının üstünlüğünü ileri süren Adolf Hitler’in yeni bir buluşu olmayıp Batı tarihinde şekillenmiş bir ırkçılık biçimidir.
XX. yüzyılda Avrupa kıtası dışında ırkçılığın en yoğun yaşandığı bölgelerden biri Güney Afrika, diğeri de Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. XVII. yüzyıldan itibaren Hindistan, Endonezya ve Malezya’dan köle olarak Güney Afrika’ya getirilen müslümanlar da bu ülkedeki ırkçı uygulamaların sıkıntısını yaşamışlardır. Şeyh Yûsuf el-Makassarî, İmam Abdullah İbn Kādî Abdüsselâm, Ahmed Efendi, Abdullah Abdurrahman ve İmam Abdullah Hârûn gibi liderler yanında daha birçok müslüman ferdî olarak veya Afrika Ulusal Kongresi (ANC) gibi platformlarda ırkçılığa, emperyalizme ve baskılara karşı mücadele etmişlerdir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar (Jim Crow Laws) çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyordu. Irk ayırımına karşı yürütülen mücadelelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup (National Association for the Advancement of Coloured People [NAACP]) sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir tavır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” (freedom now) sloganıyla ortaya çıkan ikinci siyah hareketi beyazlarla entegrasyonu savunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barışçıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır.
Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasalar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ beyazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıçta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak ideolojilerine katmıştır. Avrupa’da bu tür grupların üzerinde birleştikleri en önemli konu yabancı düşmanlığıdır. Eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna-Hersek’te ve Kosova’da müslüman Boşnaklar’la Arnavutlar’ı hedef alan etnik arındırma eyleminin de temelinde ırkçılık yatmaktadır.
XIX ve XX. yüzyıllarda Avrupa’da esen milliyetçilik ve ırkçılık rüzgârları zamanla İslâm dünyasını da etkisi altına almıştır. Ümmet bilinciyle yaşayan milletler arasında genel olarak ırkçılık ve kavmiyetçiliğin ne olduğu bilinmezken Batılı devletlerin İslâm dünyasına, özellikle Osmanlılar’a yönelik politikalarında görülen değişikliklerden sonra Arnavutlar, Araplar, Türkler ve Kürtler arasında müstakbel sürtüşmelere zemin hazırlamak üzere kavmiyet ayırımına dayalı ideolojiler gündeme gelmiştir.
Modern dönemde müslümanlar arasında ortaya çıkan ırkçı veya ırkçılığı çağrıştıran akımlar gelişip güçlenmelerine yetecek fikrî, kültürel, siyasî ortam bulamadıklarından çökmeye veya marjinal sınırda kalmaya mahkûm olmuşlardır. Bununla beraber her ne kadar kendi içlerinde ırkçılığı yenseler de müslümanlar dıştan gelen ırkçı saldırılara mâruz kalmışlardır. Müslümanlara yönelik bu saldırılar arasında ilk dikkat çekeni siyonizm ideolojisidir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Kasım 1975 tarihli kararında siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayırımı olduğunu tesbit ve tescil etmiştir. Aynı şekilde Çinliler’in Doğu Türkistan’da yaşayan Türkler’e, Hindular’ın müslümanlara, Ermeni ve Yunanlılar’ın Türkler’e, Sırplar’ın Arnavut ve Boşnaklar’a, Ruslar’ın genel olarak Orta Asya Türkleri’ne, Bulgarlar’ın Türkler’e karşı uyguladıkları ırkçı politikalar ve saldırılar dikkat çekmektedir.

Irkçılık problemiyle yeniden karşı karşıya gelen Batılılar için özellikle ırkçılık mağduru olanlar açısından, İslâm’ın sunduğu her ırka saygı duymakla birlikte mânevî ve moral gelişmişliğin üstünde değer tanımayan eşitlikçi anlayış cazip bir alternatif oluşturmaktadır. Özellikle Amerika’da yaşayan ve nesillerdir beyaz ırkçılığın kurbanı olan siyahlar için İslâm yeniden başkalarıyla eşit bir insan haline gelmenin en emin yolu olarak görünmektedir; çünkü Hıristiyanlık, Yahudilik ve Hinduizm gibi geleneksel dinlerin yanı sıra modern ideolojiler de globalleşen ve giderek birbiriyle daha sıkı ilişki içerisine girmek zorunda kalan farklı ırklara mensup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşitçe düzenleyici kurallar ortaya koyamamaktadır. Halbuki İslâmiyet, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in şüpheye yer bırakmayan açık beyanları ve İslâm tarihinin şehâdetiyle her türlü ırkçılığı reddetmiştir.
Öte yandan Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların giderek artan bir şekilde yeniden güçlenen ırkçı saldırılara mâruz kaldıkları gözlenmektedir. Almanya’da Türkler’e, Fransa’da Cezayirliler’e karşı yürütülen saldırılar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu durum, Batı’da ırkçılık tohumlarının yeniden yeşermeye başladığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Modern insanın böyle tutumlardan uzak kalacağı beklentisi içinde olan toplumbilimciler bu beklenmedik gelişme karşısında derinden endişelenerek ırklar ve etnik gruplar konusunu yeniden ele almak zorunda kalmışlardır. (Rattansi – Westwood, s. 9-22).
Müellif: RECEP ŞENTÜRK, KADİR CANATAN

Kültürel birikime din muamelesi yaparak asılsız rivayetleri iman esası gibi benimseyen bireyler ve yapılar günden güne çoğalıyor. Bugün İslam aleminde yaşanan din, Kuran’dan kaynaklanan din değildir. Kuran’ın arkada bırakıldığı, devre dışı kaldığı ve dikkate alınmadığı bir din anlayışı ve uygulaması hüküm sürmektedir. Dinin biricik kaynağı Kuran önceki vahiyler gibi tahrif olmadı. Fakat Müslümanlar yabancı kültürlerin istilasını durduramamış, neticede o anlayışları İslam dini olarak kabullenmişlerdir. Kuran’dan uzak kalan nesiller, bu kültüre din olarak sarılmış ve sarılıyorlar.

Kuran sadece okunmuş (seslendirilmiş), anlamına bakılmamış, böylece Müslümanın hayatından koparılmıştır. Hayattan uzaklaştırılan Kuran’ın yerini yabancı kültürler doldurmuştur. Nesiller boyu sürüp giden bu durum, kültürün dinleşmesine sebep olmuştur. Sözde din alimleri Allah’ın Kuran’da ne dediğine, konuları nasıl çözümlediğine bakma, öğrenme ve öğretme yerine, geçmiş alimlerin görüşlerini din olarak insanlara öğretmişlerdir. Derin dini bilgisi olduğunu düşünülen insanların söz ve davranışlarını din, akıl, izan ve vicdan süzgecinden geçirerek değerlendirmek gerekir. Alimlere veya herhangi bir zümreye mutlak itaate dayalı bir tutum içerisine girmek İslam’ın onaylamadığı bir durumdur. Allah’ın elçisi olduğu halde Peygamberimiz ashabıyla arasında mutlak itaate dayalı bir ilişki oluşmamasına gayret etmiştir.
Taklit insan zihnini kirleten ve körelten oradan toplumu çürümeye götüren cehalet ürünü bir davranıştır. Hiçbir şey üretmeden, geçmiş nesillerin söylediğini olduğu gibi aktarmak anlamında taklit kötü neticeler doğurur, toplumları yıkıma sürükler. Bir bakıma taklit, insanın zihnine vurulan bir zincirdir. Yüce Allah bu konuyu Kuran’da defalarca gündeme getirmektedir. Ataları körü körüne taklit etmeyi Kuran yermiştir: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyunuz’ dendiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları akıllarını kullanamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler de mi?” (Bakara 2/170).
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve peygamberine geliniz’ denildiğinde, ‘babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter‘ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” (Mâide 5:104). Delil yerine atalarının uydukları sisteme göre dini yaşayan ve düşüncelerini şekillendirenlerin Lokman31:21; İbrahim14:10; Hud11:62,109; Maide5:104 ve Araf7:28 ayetlerini okumaları gerekir.
Taklitçiler öylesine sabit fikirlidirler ki, dünyaları değişse bile kendilerini asla değiştirmezler. Geçmiş düşünce ve davranışlarının tutsağı haline gelmişlerdir. Taklitçi zihinler sürülmemiş tarla gibi yabani otların (hurafe) istilasına uğrar geçmişi sorgulamadan ona teslim olmakta, geçmişin işe yaramayan yığınları içinde kaybolup gitmektedir.
Müslümanların tarihi dinleştirilmiş gelenek örnekleriyle doludur. Bu örneklerin başında asabiyet/kavmiyetçilik yer alır. Atalarının faziletinden yola çıkarak onların her yaptığını doğru bulup gelenek haline getirmişler. Bu gelenek süreç içerisinde itikada (inanç esasına) dönüştürmüştür. Müslümanlar, tarih boyunca yapa geldiklerini mutlaklaştırdılar. Onları terk edilmez kılarak nesiller boyu sürüp gelen bir olguya dönüştürdüler. Adına “gelenek” denilen ve kaynağı ‘din’den bağımsız olan söz konusu olgu, bu süreçte, insanın dinin yerine ikame ettiği bir gerçeklik kazandı.

Yaşar Nuri Öztürk mezhep konusunda üç noktanın çok önemli olduğunu şöyle ifade ediyor:
Mezhep din değildir, kutsal değildir; din bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının kişisel yorumlarıdır. Bu yorumlar, onları üretenlerin hayatlarında bile birçok kez değişebilmiştir.
Bir toplumda bilim ve düşün faaliyeti ne kadar zengin ve canlı ise o toplumda mezhep faaliyeti ve sayısı da o ölçüde zengindir. Çünkü bilen ve düşünen insanların çokluğu, daha çok yorumun doğmasıyla eşanlamlıdır. Daha çok yorum, daha çok mezhep demektir.
Mezhep yorumları içinden herkes istediğini seçebilmelidir. Bu seçim engellenip “sadece bir kişinin yorumunu esas alabilirsiniz” dendiği anda mezhep dinleştirilmiş ve ikinci bir din yaratılmış olur. Bir insan, İslam’ı sadece filan ya da falan mezhebin temsil ettiğini söylerse dinden çıkar. Çünkü böyle bir söylem, Allah’ın dinine karşı yeni bir din ortaya sürmenin ta kendisidir.
“Mezheplerin dini tamamladığı” yolundaki iddia Maide suresi, 3. ayete açıkça aykırı bir Kuran dışılıktır. Allah’ın: “Bugün mükemmel hale getirdim, tamamladım….” dediği bir din, ancak anlaşılmak için incelenir, eksiklerini tamamlamak için değil. Bazı mezhepler için “hak mezhep” nitelemesi yapılmasında iki İslam dışılık yan yanadır. Birincisi “hak” sıfatının beşeri bir kurum olan mezhep için kullanılması; ikincisi, belli bir grubun benimsediği yorumların dinin ve gerçeğin tek temsilcisi gibi gösterilmesi. Kuran’ın açık beyanlarına göre, Hak, Allah’tan gelir; bunda asla kuşkuya düşülmemelidir (bk. Bakara suresi 147. ayet; Al-i İmran suresi 60. ayet) Peygamberler bile hakkın kendisi değil, sadece temsilcisi olabilirler. Hak sıfatı yalnız Allah’a verilebilir (bk. Yunus suresi 32. ayet)

Mezhep, insanların oluşturduğu bir kurumdur; Yorumu kim getirmişse mezhep onun malıdır ve onu bağlar. Mezhepleri dokunulmaz, tartışılmaz ilan etmek, mezhep önderlerini yanılmaz, aşılmaz kabul etmektir. Tartışılmazlık ve dokunulmazlık niteliklerini Kuran ve Hz. Muhammed dışında kimseye verilemez. “Mezheplerin dini tamamladığı” yolundaki iddia “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı/Allah’a teslim olmayı seçtim.” Ayeti kerimesine ters düşmektir, Kuran’a aykırı gitmektir. Mezhepler din’ haline getirildi. Kuran-ı Kerim’i egemen kılarsak, mezhepler dökülecek. Kuran’dan bilgiyi alırsak, hataları ortaya çıkacak. Beşeri nitelik taşıyan bütün dini oluşumlar tabiatı gereği her türlü tenkit ve tahlile açık olmalıdırlar. Bu sebeple mezheplerin din gibi algılanması veya geleneğin din haline getirilmesi dinin etki alanının daraltılması anlamına gelmektedir.
Din-mezhep ilişkisi çerçevesinde, hiçbir mezhebin tek başına İslam’la özdeşleştirilmesi mümkün değildir. İslam, akıl sahibi olan insanlara, kendi hür iradeleriyle hayırlara sevk eden ilahi kurallar bütünüdür. İslam Allah tarafından gönderilen vahiy temelli bir din olup Hz. Muhammed’in sağlığında tamamlanmıştır. Mezhep taassubu ve bilgisizlik sebebiyle söz konusu çatışmaların yol açtığı olumsuzluklar ortaya çıktıkları zaman dilimini de aşarak yüzyıllar boyunca etkisini devam ettirmiş ve hatta devam ettirmektedir.

Hz. Muhammed’in vefatından sonra vahiy kapısı kapanmıştır ve bundan sonra artık hiç kimse genel geçer nitelikli, doğruluğu tartışılamayacak, özel ilahi bir bilgiye sahip olduğu iddiasında bulunamaz. İman esasları Kuran’la belirlenmiştir. Hz. Muhammed’in sağlığında her hangi bir mezhep, tarikat, cemaat veya din anlayışını merkeze alan faklı bir zümreleşme söz konusu değildir. Mezhepler sonradan ortaya çıkan ve dinin anlaşılma biçiminin tezahürleridir. Bu sebeple mezhepler, din değil, dinin anlaşılma biçimleridir, insan ürünüdür. Hiçbir şahıs, mezhep, kurum İslam inanç esaslarını belirleme yetkisine sahip değildir. Bu hususta tek otorite Allah’ın bizzat kendisidir. İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan mezheplerin tamamı içinde doğup, geliştikleri toplumun ve dönemin sorunlarına çözüm üretme refleksinin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mezhepler Hz. Peygamberin vefatından en az 100 sene sonra ortaya çıkmıştır. Mezhepleri anlatan kaynaklara baktığımızda mezheplerin çıkışını “ayet ve hadislerde açık olarak izah edilmeyen meselelerden kesin ve herkesin itirazsız olarak kabul edebileceği bir hüküm verebilecek bir otoritenin olmamasından ortaya çıktı.” diye anlatıyorlar. Yani, Hz. Peygamberin vefatından önce Kuran’ın indirilmesi tamamlandığı için zamanla dini emirleri ve özellikle ibadetleri uygulama konusunda gereksiz detaylara girilmiş, bunun üzerine de kararsızlıklar olmuş ve farklı yollar ortaya çıkmıştır. Yani farklı mezheplere ayrılınmış. Tam da ayetlerde Allah’ın bizi uyardığı “gruplara ayrılmayın” uyarısı gibi… Günümüzde Müslümanların en temel sorunlarından birisi, din temelli guruplaşmalar, hizipleşmelerdir. Kuran, “hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” (3/103) derken, Hz. Peygamber, müminlerin kardeş olduklarını belirtirken, Müslümanlar, maalesef din anlayışları yüzünden gittikçe daha da küçük guruplara ayrılmaktadırlar.
Yeni yetişen kuşaklar umumiyetle kendi meselelerine kendileri çözümler bulmak yerine, asırlar boyu tarihe karışmış, güncelliği ve fonksiyonelliği kalmamış olan geçmişin problemleriyle uğraşmaya başlamış ve geçmişten çözüm arama yoluna başvurmuşlardır. Din yerine mezheplerin ilkeleri öğretilmeye başlanmış ve böylece dini anlamada mezhepler birer araç iken amaç haline ge(tiri)lmiştir. Sonuçta Kuran’ın bir bütün olarak anlaşılması kaygısından uzak kalınarak sadece mezheplerin görüşlerine destek bulmak için Kuran’a gidilmeye başlanmıştır. Zaman içerisinde mezheplerin din gibi algılanmaya başlanması bazı problemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Başlangıçta fikri üretkenlik ve sorunlara çözüm bulma adına son derece katkı sağlayan mezhepler zaman içerisinde fikri üretkenliğin önündeki engellerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Mezheplerin mutlaklık iddiasında bulunmaya başlaması ve zamanla her mezhebin kendisini dinin tek ve en doğru anlaşılma biçimi olarak sunmaya başlamasıyla birlikte Müslümanlar arasında fikri ve siyasi ayrılıklar baş göstermeye başlamıştır.

Dinle mezhep arasındaki ilişki her zaman masum olmamıştır. Mezheplerin bazıları siyasi çevrelerce dini ve siyasi menfaat temin etmekte birer araç olarak kullanılmıştır. Bunun neticesinde mezhepler dinin yeni yorumlarla güncelleştirilmesi ve işlevsel kılınması yerine Müslümanlar arasında ayrılık ve kavgaların, taassubun, iktidar savaşlarının birer aracı haline gelebilmiştir. Mezhep taraftarlarını kendi görüşlerini diğerlerine dayatması ve böylece ötekileri dışlaması Müslümanlar arasında ciddi ayrılıklara sebebiyet vermiştir. İslam düşüncesinde mezhep taassubunun yol açtığı “ötekileştirme” ve “tekfir etme” eğilimi bu ayrılıkları kurumsallaştırmıştır.
Mezhep liderlerinin “otorite” olarak kabul edilmesi ve çözüm için bu otoritelerin eserlerinin dışına çıkılmaması ise söz konusu süreci hızlandırmıştır. Mezhep mensupları kendi mezheplerinin sınırları dışına çıkmamış ve herkes kendi mezhebinin “Fırka-i Naciye/yani hak ve kurtuluşa eren fırka” olduğu iddiasının peşine düşmüştür. Taklit yoluyla dini öğrenme kronikleşmiş ve bu durum zamanla bilgi açığının büyümesi, mezhep taassubunun artması ve yeni fikirlere tahammülsüzlüğün azalmasıyla sonuçlanmıştır. Tarih boyunca mezheplerden bazıları, siyasi çevrelerce dini ve siyasi menfaat temin etmekte birer araç olarak kullanılmıştır. Bunun neticesinde, mezhepler nadiren de olsa, dinin yeni yorumlarla güncelleştirilmesi ve işlevsel kılınması yerine Müslümanlar arasında ayrılık ve kavgaların, taassubun, iktidar savaşlarının birer aracı haline gelebilmiştir.

İslam dünyasında mezhep farklılıklarına dayalı Mezhepleşme süreci zaman zaman mezhep taassubuna yol açmaktadır. Bu da mezhepler arası ilişkilerin bozulmasının yanı sıra, mezheplerin ayrı birer din gibi algılanmasına ve neticede “ötekileştirme” sürecinin hızlanmasına sebebiyet vermektedir. Ötekileştirme gruplar arası düşmanlığın ortaya çıkışının bir aşamasını oluşturmaktadır. Mezhep tassubu fikri üretkenliği sekteye uğratarak düşünce dünyasında bir donuklaşmaya yol açabilmektedir. Mezhep liderlerinin “mutlak” otorite olarak kabul edilmesi ve çözümlerin sadece bu otoritelerin eserlerinde aranmaya başlanması sıkıntıları artırmaktadır. İnsanlar bağlı bulundukları mezhebin dışına çıkamayarak, doğru veya yanlış olabileceğini düşünmeden kendi mezhebinin görüşlerini savunmakta ve mezhep mensuplarıyla aynı doğrultuda tavır geliştirebilmektedir.
Mezhebi hassasiyetler bazen kişisel görüşlerin veya aklın önüne geçebilir, insanlar makul yaklaşımlar yerine duygusal yaklaşımlar sergileyebilirler. Mezheplerin mevcut din anlayışları doğrultusunda, özellikle kendisini dinle özdeşleştiren mezheplerde yenilenme imkânı ortadan kalkmaktadır. Dini doğru anlama ve yaşama konusundaki yanlışlıklar ve taklide dayanan din algıları, dinin temel öğretisiyle çelişen birçok şeyin hakikat olarak sunulmasına yol açmaktadır. Böylece kendi koşulları çerçevesinde oluşan din anlayışı donuklaşmakta ve İslâm olarak sunulan çerçeve, belli bir noktadan sonra insanların ihtiyaçlarına cevap veremez ve sorunlarına çözüm önerisi sunamaz hale gelebilmektedir. Geçmişi kutsamak, gelenekle dini özdeşleştirmek, fıkhı dinleştirmek, toplumun doğasını bozan taklide sürüklemiştir. Ezilen insanların adaleti bulabilecekleri yeni bir dünya beklentisi, din(den)miş gibi görülen mitik bilgilerle meşgul olmak, dine yönelik olumsuz algılara ve dinin inkârına sebebiyet vermektedir.

Mezhep eksenli anlaşılma biçimi, bizatihi dinin, geleneğin gölgesinde kalıp silikleşmesine ve bireysel kurtuluşun göz ardı edilerek tekfir mekanizmasının güç kazanmasına yol açmaktadır. Bu tür yaklaşımlardan ve olumsuz etkilerinden uzaklaşmanın yolu; Kuran’ın belirleyiciliğinden hareket etmek, araştırmak, incelemek ve sorgulamaktır. Mezheplerin dini kendi tekellerine alma tutumları; insanları başta Kuranî yöntemden uzak tutmaya, düşüncenin -tezekkür, tedebbür, teakkul, tefakkuh ve tefekkür gibi- her çeşidinden uzaklaştırmaya, bilgiye ve araştırmaya dayalı imandan alıkoymaya, mitolojik söylencelere yöneltmeye, ütopik bir şekilde Mehdi ve karizmatik imam gibi kendine yarar sağlamayacak muhayyel kurtarıcı beklemeye götürebilmektedir. Dolayısıyla mezhep odaklı yapıların günümüz sorunlarına sunduğu çözümler, geçmişi taklit ve kendi görüşünü vazgeçilemez olarak sunması nedeniyle açmazları da beraberinde getirmektedir.
Mezheplerin dogmatik yapılara dönüşmesi, İslâm düşüncesini anlamamızı ve tecrübesini fark etmemizi de önleyebilir. İslâm dini, her insanı, Kur’an’ın emanet olarak isimlendirdiği yeryüzünde ahlâka dayalı bir sosyal düzen kurma görevini yürütmeye teşvik etmiştir. Bu teşvik ve özendirme, evrenseldir ve zaman sınırlaması olmaksızın çağlar ötesini de kapsamaktadır. Dinin bu evrensel dünyasının mezhep tarafından daraltılan ve sınırlandırılan bir bakış açısıyla anlaşılması pek mümkün değildir. Vahyedilen dinî hakikat ile bunun anlaşılması ve açıklanması için üretilen terimler, ifadeler ve yorumlar birbirinden ayrıdır. Dinin mesajı evrenseldir ve süreklidir. Zamana ve mekâna bağlı olarak ortaya konan hükümler geçicidir, bunların dogmalaştırılması beraberinde problemleri getirir. Daraltıcı bu tür din yorumlarına yönelik eleştirilerin tekfir mekanizmasıyla karşı karşıya gelmesi, doğruya ulaşmayı engeller. Birçok mezhep bu sorunla karşı karşıyadır. Sözgelimi Ehl-i Sünnet imanın tasdik ve ikrarla gerçekleştiği ve Ehli kıblenin tekfir edilemeyeceği görüşünü benimsemesine ve asırlarca savunmasına rağmen bugüne gelindiğinde bünyesinde birbirini tekfir eden birçok kurumsal yapıyı barındırabilmektedir. Kuran öğretisini ve temel değerlerini çarpıtarak kendi söylemine uyarlayan dinî yapılar, yanlış din algısından beslenen kitleleri daha kolay etkilemekte ve yönlendirmektedir. İçinde bulunduğu gelenekten kaynaklanan din algısı sebebiyle dinî doğru anlayamamış ya da gereken araştırmayı yapamamış kişiler bu yönlendirmelerden etkilenmektedir. Özellikle haksızlığa maruz kalan, ayrımcılığa uğrayan ve ötekileştirildiğini hisseden insanlar kullanılmaya müsait hale gelmekte ve çatışmaların malzemesi olabilmektedir.

Hiç bir mezhep din değildir ancak dinin anlaşılma biçimlerinden ibarettir. Dinin temel ilkelerinin dışına çıkılmadığı sürece mezhepler arasında ayrım yapmak, yargılamak, dışlamak doğru bir davranış değildir. İnsanlar arasındaki görüş farklılıkları vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Mezhepleri yok saymak veya görmezden gelmek bilimsel bir yaklaşım olmayacaktır. Mezheplerin insan ürünü olduğu ve hiçbir mezhebin İslam’la özdeşleştirilemeyeceği düşüncesi etrafında şekillenen “Mezhepler üstü yaklaşımla” hareket ederek Müslümanların, mezhep taassubundan kurtulmaları ve birbirlerini ötekileştiren tutum ve davranışlardan uzak durmaları gerekmektedir.

Piyasada, ilmi dindarlık değil de hissi dindarlık pirim yapınca, insanlar ellerindeki Kitap’a dönüp bakmazlar. Onun ebedi mucize olduğunu görmezden gelirler. Zaten Kuran’ı okumadıkları için, iman ettikleri vahyin ne dediğini de bilmezler. Hz. Peygamberle onlara yetmez, onları kesmez. Maneviyat dünyasının yer altı baronları öyle uçuk kaçık şeyler anlatır, Hz. Peygamber onların taleplerine cevap vermez. Onlar uçuk kaçık taleplerine cevap verecek peygamberden bile üstün kişiler ararlar.
Emeviler dönemiyle başlayıp Abbasilerle devam eden yabancı kültür akımı Müslümanların maalesef ilmin gerçek kaynağı Kuran’dan uzaklaşarak farklı mecralara girmelerine zemin hazırlamıştır. Prof. Celalettin Vatandaş ”Vahiyden Kültüre” isimli eserinde; Hulefa-i Raşidin döneminde başlayan fetih hareketlerinin hızlı gelişmesi sonucu, İslam dinini sahabe gibi özümsemeden Müslüman olan topluluklar, kendi inanışlarındaki bazı eski dini anlayışlarını sanki İslam’danmış gibi terk etmediler. Emeviler’in baskıcı politikaları Yunan (Helenistik), İran, Hint ve diğer felsefi eserlerin yoğun çevirisi ve hemen akabinde Müslümanların büyük bir bölümünün Kurani çizgiden ayrılarak, başta tasavvuf olmak üzere çeşitli ekollere yöneldikleri bir hakikattir.

Cenâb-ı Hakkʼın maddî-mânevî, bilip bilmediğimiz sayısız nîmetiyle perverde hâldeyiz. Bunların kıymetini idrâk edip şükredebilmemiz için, Cenâb-ı Hakkʼın nîmetleri üzerinde sık sık tefekkür etmemiz gerekir. Şayet doğuştan âmâ olarak dünyaya gelmiş olsaydık ve bize yıllar sonra görme imkânı bahşedilseydi, o anda kim bilir nasıl bir sevince gark olurduk?! Görebilme nîmetin büyüklüğü, güzelliği ve ihtişâmı karşısında, nasıl hayretlere düşerdik?! Bu nîmeti lûtfeden Rabbimizʼin kudretine hayran olur, Oʼna şükran duygularıyla dolardık.

Hakîkaten, renklerin ve ışığın sayısız tonunu, Güneşʼin gurubda resmettiği muhteşem manzaraları, yıldızları, mehtâbı, geceyi, gündüzü, deryaları, ormanları, hayvanları vs. Cenâb-ı Hakkʼın kâinatta sergilediği muhteşem sanatın eserlerini ilk defa görüyor olsaydık, kim bilir ne kadar mesʼud olurduk!.. Sadece görebilme nîmetinin doyumsuz zevkinden ve târifsiz sevincinden âdeta mest olurduk. O anda gördüğümüz varlıklara, şimdiki gibi sathî ve sıradan bir nazarla değil, tıpkı derin bir okyanusa bakar gibi; ibret, hikmet ve hayranlık hissiyâtıyla nazar kılardık

Kur’ân-ı Kerim’de sık sık “üzerinizde olan nimetlerimi bir hatırlayın” buyurulmak suretiyle vicdanların harekete geçmesi murâd edilir. Zira nimeti görmek, nimet sahibini hatırlatacak ve O’na karşı teşekkür duygularını harekete geçirecektir. Kâfiri kâfir kılan, çoğu zaman nankörlüğüdür, yani nimeti ve nimet vereni görememesidir.

Huzur arayışı ve hayat kalitesi, her ferdin fıtrî bir arayışıdır. Bu uğurda nimetler, imkânlar, iktidarlar ve fırsatlar peşinde koşulur da koşulur. Bu arayışta insan, çoğu zaman elindekine değil, hayalindekine ya da başkasının içinde yaşadığı nimetlere bakar. Bu bakış, kişiyi kendine karşı körleştirirken Rabbine karşı da nankörleştirir.

Rabbimiz “Görenle görmeyen hiç bir olur mu?” diye sorar. [Fâtır Sûresi, 19] Kastedilen körlüğün de esasen “Baş gözü körlüğü değil, vicdanların körelmesi anlamında basiret körlüğü” olduğuna dikkat çeker. [Hac Sûresi, 46.] Yani idrâksizlik, Hak ve hakikate karşı ilgisizlik, içinde bulunduğu nimetlerin farkında olamayış hâline…

Hak Teâlâ, gözü-gönlü açık kullar ister. Hayat, bir “körebe oyunu”na dönüşmesin, zifiri karanlıkta geçmesin, tenin zevkleri uğruna tüketilmesin murâd eder. Hak ve hakikatin peşinde; akıl, firâset ve basiretle; zikir, fikir ve şükür duyguları içinde seviye kazansın, kemâl bulsun, yücelsin ve insanca bir kaliteye ulaşsın arzular. Bu maksadın gerçekleşmesi için elbette çok sayıda vesilelerden söz edilebilir. Ancak uyanış ve dirilişi başlatacak olan ilk hareket noktasının “üzerimizdeki ilâhî nimetleri fark edip görmek” olduğuna işâret edilir.
Kur’ân-ı Kerim’de sık sık “üzerinizde olan nimetlerimi bir hatırlayın” buyurulmak suretiyle vicdanların harekete geçmesi murâd edilir. Zira nimeti görmek, nimet sahibini hatırlatacak ve O’na karşı teşekkür duygularını harekete geçirecektir. Kâfiri kâfir kılan, çoğu zaman nankörlüğüdür, yani nimeti ve nimet vereni görememesidir.
Görmenin ve körlüğün de kendi içinde nice dereceleri vardır. Görme derecesi şükür derecesini artıracağı gibi, körlük seviyesi de inkâr ve nankörlük karanlığını ziyadeleştirecektir. Rabbimiz, üzerimizdeki nimetlerin nihayetsizliğine işâret ederek buyurur ki: “O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah’ın (bunca) nimetini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) siz (onları) grup grup bile sayamazsınız. Gerçekten, insan çok zulümkâr ve çok nankördür.” (İbrahim Sûresi, 34)
“Allah’ın göklerdeki ve yerdeki her şeyi emrinize verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerini, açıkça veya gizlice önünüze alabildiğine serdiğini görmez misiniz?” (Lokman Sûresi, 20)
“Görünen ve görünemeyen nimetler”, “İçimizde ve dışımızda bilip bilmediğimiz ilâhî ihsanlar” ifadesi, esasen bütün nimetleri fark etmenin mümkün olamayacağını hatırlatıyor. Bunun içindir ki “Gerçek şükür, şükürden acziyetinin farkında olabilmektir” denilmiştir.
Adem Ergül
Rahmân’ın has kulları o kimselerdir ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler / Furkân, 25/63.



Kamil bir imanın hayatımızdaki en büyük tezahürü, salih amelle birlikte güzel ahlak sahibi olmaktır. Zira güzel ahlak, dünyamızı aydınlatan ve ahiretimizi cennete çeviren en kıymetli sermayemizdir. Bizler, sonu cennet olan bir hayatın ancak güzel ahlakla tamamlanacağına inanırız. Rabbimiz katında bizleri yüceltecek olan bu ahlaki güzelliklerin başında ise tevazu gelir.

Tevazu, alçakgönüllü olmaktır. Kendini beğenmişlikten ve böbürlenmekten uzak durmaktır. Gurur ve kibirden arınmış bir hayatı benimsemektir. Yaratılmış her bir canlıya saygı, şefkat ve merhamet göstermek, kibar davranmaktır.

Biz müminler, tevazuu Peygamber Efendimizden öğrendik. O, daima sade bir hayat sürdü. İnsana, insan olduğu için değer verdi. Mütevazı olmanın, cennet ehlinin özelliklerinden biri olduğunu bildirdi. Müslüman bir kardeşimizi küçük görmenin kötülük olarak bizlere yeteceğini hatırlattı. Resûl-i Ekrem (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde tevazu sahibi olmanın insanı Allah katında yücelten bir vasıf olduğunu bizlere şöyle haber vermiştir: “…Allah, bir kulun hoşgörülü olması sebebiyle izzetini artırır, Allah için tevazu gösteren kişiyi ise yüceltir.”

Sevgili Peygamberimizi kendisine örnek alan mütevazı bir mümin, bütün nimetlerin asıl sahibinin Yüce Rabbimiz olduğunun bilincindedir. Sahip olduğu her bir nimetin aynı zamanda kendisinin bir imtihanı olduğunun farkındadır. Mümin, elindeki bütün imkânları Allah’ın rızasını kazanmak için seferber eder. Makam ve mevkii, şöhret ve zenginliği ne olursa olsun kendini diğer insanlardan farklı bir konumda görmez. Allah katında üstünlüğün ancak takvada olduğuna inanır.

İslam, bir yandan müminin ruhuna alçak gönüllü olmayı nakşederken, diğer taraftan kibirden olabildiğince uzaklaşmasını hedefler. Çünkü kibir, Peygamberimizin ifadesiyle “Hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” Kibirli insan, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneder. İnsanları küçümseyerek onlardan yüz çevirir. Oysa mümin, hangi sebeple olursa olsun hiç kimseyi hakir görmemelidir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s) bu konuda bizleri şöyle uyarmıştır: “Allah bana, mütevazı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.”

Mümin, her işinde olduğu gibi tevazuda da aşırıya kaçmaz. Zira mümin, tevazu içinde bir hayat yaşamakla yükümlü olduğu kadar kendisinin ve Müslüman kardeşlerinin şeref ve haysiyetini korumakla da görevlidir. O, müminleri hakir görenlere karşı asil ve vakur duruşunu muhafaza eder. Müslümanların şeref ve izzetini korumak için var gücüyle çalışır. Yüce Rabbimizin “Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı kararlı ve tavizsiz, birbirlerine karşı da merhametlidirler…” buyruğuna gönülden bağlanır. ( Fetih, 48/29)

Hayatımızın her alanında tevazuu kuşanalım. Hiç kimseyi incitmeyelim. Fani dünyanın geçici heveslerine aldanarak birbirimizi üzmeyelim. Dünyamızı zindana, ahiretimizi cehenneme çevirecek olan kibirden, gururdan ve riyadan sakınalım. İnsanları küçümseyerek onlara surat asmayalım. Yeryüzünde böbürlenerek yürümeyelim. Unutmayalım ki Yüce Rabbimiz, kibirlenen ve kendisiyle övünen kimseleri sevmez.

Aldanırsın insanlara Dalarsın derin sulara Yenilirsin korkulara Siste, ateşte kalırsın Hiç eksilmez ah-u zarın Seninledir intizarın Serüven biter mezarın Kazılır, düşte kalırsın Yaşarsın mutluymuş gibi Hakikati bulmuş gibi Hep zavallı bir kuş gibi Büzülür taşta kalırsın Hayat dağ gibi inan ki Doğar doğmaz bunalırsın Yaşamak kolay mı sanki? Kuruda, yaşta kalırsın Hiç eksilmez ah-u zarın Seninledir intizarın Serüven biter mezarın Kazılır, düşte kalırsın Yaşarsın mutluymuş gibi Hakikati bulmuş gibi Hep zavallı bir kuş gibi Büzülür taşta kalırsın



İnsan sürekli olarak etrafındaki kişileri takip ettiğinde kendi başarılarından keyif almaz. Çünkü her zaman açtır. Müthiş bir doyumsuzluk içindedir. Kanaat duygusu körelmiştir. İçinde bulunduğu nimetlere¸ elde ettiklerine şükretmez. Pek çok insanın onun sahip olduklarından yoksun olduğunu aklına getirmez. Hep daha fazlasını ister. Çünkü gözü başkalarında olduğundan kendi kazandıkları ona yetmez. Etrafındaki kişilerin kazandıklarını da elde etmek ister. Her zaman en çoğunu kendisinin elde etmesini arzular. Elindekileri başkalarıyla kıyasladığından elde ettiği gözünü doyurmaz. Hele başkası da onun gibi bir başarı elde etmişse kendi başarısı hiç gözüne gelmez. Hatta kendi başarı ona elem bile verir. Neden daha fazla kazanamadım diye hayıflanır.

Başkalarını takip eden insan hırsından ve tamahından ötürü her zaman huzursuzdur. Gülerken bile mutsuzdur. Zihni birilerinde olduğundan hiçbir şey onu gerçek anlamda keyiflendirmez. Mutsuzluğunu evine de taşır. Başını yastığa koyduğunda rahat uyuyamaz. Sürekli planlar yapar. Geceleri kâbuslar görür¸ sayıklar. Silkinerek yataktan fırladığı çok olur. Sabahleyin çoğu kez yorgun olarak kalkar. Böylesi insanların en mutsuz oldukları an kendilerini kıyasladıkları kişileri gördükleri anlardır. İşte o anda normal düşünme duygularını kaybederler. Moralleri tamamen bozulur. Kıskandığı kişi aynı iş yerinde onun önündeyse¸ ona daha çok değer veriliyorsa¸ daha başarılıysa bunu asla hazzedemez. Onun başarıları veya kazandığı itibar bir ok gibi yüreğine saplanır. Aynı havayı teneffüs ettiği ortam dünyada yaşadığı cehennem gibidir. Bu yüzden haset ettiği kişiyi gözünün görmemesi için çırpınır durur.

Haset ediciler zihinleri sürekli meşgul olduğundan dolayı her zaman dalgındırlar. Hırs ve aç gözlülük¸ başkalarının önünü kesme düşüncesi onları hâkimiyeti altına aldığından kendilerini bu düşüncelerden kurtaramazlar. Hem önlerindeki işe hem de haset ettikleri kişiye odaklandıklarından dolayı bedenleri iki ağır düşünceyi aynı anda taşıyamaz ve bunu dışarı yansıtırlar. Sizinle konuşurken dalıp giderler. Sanki dünyanın tüm sorunlarını çözme görevi kendisine verilmiş gibidirler. O yüzden de onlarla oturup konuşmaktan hoşnut olmazsınız. Ağzınızın tadıyla bir sohbet edemezsiniz. Bedenen yanınızda olmasına rağmen aklı başka alanlarda gezindiğinden dolayı bir konuşmayı doğru düzgün tamamlayamazsınız. Sizinle konuşur görünmesi canınızı sıkar ve bir an önce yanından kalkmak istersiniz.

Başkalarının başarısını çekemeyen ve onların elde ettiklerinden daha fazlasına sahip olmak isteyen insanda haram helal titizliği zayıflar ve bir müddet sonra kaybolur. Gözünü bürüyen hırs Allah korkusunu geri plana iter. Bütün hedefi elde etmek istediğini kapmak¸ kaybetmesini istediği kişinin zarar etmesini sağlamak olduğundan artık önünde helal haram diye bir çizgi kalmaz.

Amaçlarını gerçekleştirmek için her türlü yolu denemeye başlar. Haset ettiği kişinin ardından onu küçültücü¸ tahkir edici¸ alay edici konuşmalar yapmak vazgeçemeyeceği bir huy olur. Bundan hırs dolu bir zevk alır. Bunun yanında yarıştığı kişinin önüne çeşitli engeller çıkarmak için çabalar. Bütün çabalarına rağmen başarılı olamazsa iftira atmak da dâhil olmak üzere her yolu dener. Hatta fırsatını bulursa bizzat onun bedenine veya malına zarar vermek için vesileler kollar. Bir kere gözünü hırs bürümüştür. Hedefine erişmeden onu durduracak bir şey yoktur.

Âyette “Haset ettiğinde¸ haset edenlerin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım.” buyrulmasının hikmetlerinden biri budur. Zira kindar ve kıskanç kişi bir kişiyi kendisine problem edindiğinde ona bizzat zarar vermek için de uğraşır. İşin kötüsü¸ bu zararın nereden geleceğini tahmin edemezsiniz. Çünkü sizin için planları olan kişi her fırsatı kollamaktadır.

Başkalarının elindeki güzelliklere her zaman haset ile tamah eden insanlarda müthiş bir çekememezlik olduğundan bakışları saplantılıdır. İnsanı rahatsız edicidir. Böylesi gözleri gördüğünüzde onların içten olmadığını hemen anlarsınız. Yüzlerini kaplayan sözde sevecenliğe kanmazsınız. Zira dışarı yansıtmaya çalıştıkları memnuniyet soğuktur¸ yapmacıktır. Ne kadar gizleseler de çekemezlikleri kendisini ele verir.

Bu insanlar başkalarına kilitlenmiş bir yaşam sürdüklerinden dolayı gözleri sürekli başkalarının ve onların sahip oldukları üzerindedir. Bu nedenle de nazarları çok güçlüdür. Kendilerini odaklayarak baktıklarından dolayı bakışlarının olumsuzluğu insan üzerinde etkili olur. Buna maruz kalan kişi rahatsızlanır¸ etkisi altına alır. Böyle bir durum yaşadığınızda üzerinizdeki anormalliğin o kişiyle görüşmeden sonra oluştuğunu hemen anlarsınız. Bu insanların nazarlarından korunmak için görüşmeyi olabildiğince azaltmak ve onunla konuşurken mevzuyu sizin üzerinizden başka alanlara çekerek dikkatini dağıtmak son derece yararlı olacaktır. İlgili âyetleri okuyarak dua etmek de son derece faydalıdır.

Her insan şöyle veya böyle bir takım günahlar işleyebilir. Hatta amellerimizde bile noksanlıklar olabilir. Allah’ın geniş rahmetine sığınarak eksiklerimizin mazur görülmesini¸ günahlarımızın bağışlanmasını talep ederiz. Dolayısıyla günah işlememiş bir insan tasavvur edilemez. Ancak Allah Teâlâ’nın ameller kadar önem verdiği çok önemli bir husus daha bulunmaktadır. O da kalp temizliğidir¸ iyi niyetli olmaktır¸ fesat olmamaktır. Dolayısıyla kalbi temiz olmayan kişi ibadetlerini yerine getirmeye devam etse bile Allah’ın istediği kulluğu gerçekleştiremiyor demektir. Nitekim âyette şöyle buyrulmaktadır:

O gün ne mal fayda verir ne de evlat! Ancak Allah’a temiz bir kalp ile gelenler müstesna.
Şuara 88

Bir diğer âyette de sahibimiz şöyle ferman etmektedir: “Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.“

Buradan şunu anlamaktayız: İnsanın bir takım hataları olabilir ancak içinden bunlara pişmanlık duymalıdır. Bunun yanında¸ iyi niyetli olmalıdır. Kalbi fesat yuvası olmamalıdır. Başkalarının kuyularını kazma planları yapmamalıdır. Çevresindekilere karşı güzel duygular beslemelidir. Bu şekilde olmadığı takdirde kalbinde taşıdığı kötü duygular âhirette en çok sıkıntı çekeceği hususlar olacaktır.
Başkalarını takip eden insan hırsından ve tamahından ötürü her zaman huzursuzdur, gülerken bile mutsuzdur. Zihni birilerinde olduğundan hiçbir şey onu gerçek anlamda keyiflendirmez, mutsuzluğunu ailesine de taşır, başını yastığa koyduğunda rahat uyuyamaz, bir o yana bir bu yana döner, sürekli planlar yapar, geceleri kâbuslar görür, sayıklar, silkinerek yataktan fırladığı çok olur. Sabahleyin çoğu kez yorgun olarak kalkar. Arada bir gördüğü rüyalarda ise, gündüz yapamadıklarını gerçekleştirerek nefsini rahatlatmaya ve tatmin etmeye çalışır. Hazımsızlığın zirvesindedir.
İnsanların genç yaşlarda çeşitli hastalıklara müptelâ olmalarının veya kalp krizi geçirerek vefât etmelerinin pek çok sebebi vardır. Ancak stres, ömrü yiyip bitiren hususların başında gelmektedir. Başkalarının hayatını ve elde ettiklerini kendisine ölçü alan kişi, kalbine dayanamayacağı kadar yük yüklemiştir, yüreğinin düşmanıdır. Bedenine merhameti olmayan biridir. Etrafına o kadar çok odaklanmıştır ki, yüreği sıkıntı üstüne sıkıntı, acı üstüne acı yüklenir. Bazı zamanlar kalbine yönelik baskı o kadar fazla olur ki, olumsuz sinyaller vermeye başlar. Sahibinin kendisini düzeltmesi için düzensiz çarpıntılar sergiler. Bazen uyarının dozunu artırarak krize girer. Uyarıları anlayacak kadar iz’an sahibi olan kişi, kendisini bundan sonra toplar ama hâlâ durumunun farkında olmayan için yapılacak bir şey yoktur. Çok kısa bir süre sonra vücûdunu yere serecek kuvvetli bir krizle dünyası değişiverir. Buradan şunu anlıyoruz: Hased eden insan en büyük zararı kendisine vermektedir. Büyük ihtimalle hased ettiği kişinin onun bu düşüncelerinden haberi bile yoktur, varsa da umursamaz. Ama bir insanı kendisi için problem edinmiş olan kişi, bu problemi sürekli olarak içinde taşıdığı için sızısını her zaman kendisi çeker. Ne acıdır, tamah ettiği kişi hayatını yaşarken, o beri tarafta yaşamı kendisine zehir etmekle meşguldür. Dolayısıyla hasedden en büyük darbeyi her zaman hasedci yer.
Hep almaya, kimseye bir şey vermemeye alışmış olan insanlar kendilerine çok zulmedenlerdendir. Çünkü hep biriktirmeye odaklandıklarından yaşadıkları hayattan keyif alamayacakları gibi birilerine yardım etmenin hazzını da tadamazlar. Bu kişiler sosyal barışın ve yardımlaşmanın da düşmanıdır. Keza aç gözlülükleri ve sürekli kasalarını doldurma hırsı onları helal çizgisinin ötesine geçmeye de sevk eder. Allah Rasûlü’nün şu hadisi buna işaret etmektedir: “Cimrilikten sakının. Çünkü cimrilik, sizden öncekileri birbirlerinin kanını dökmeye ve kendilerine haram kılınanları çiğnemeye sevk ederek helâk etti.”

Söz, insanın beş duyu organıyla aldığı bilgiyi harfler dizininde ifade etmesidir. İnsan hayatı bir söz dünyasıdır. Hayatımız sözlerle anlam bulur ve sözlerle yaşar. Sözleri hayatınızdan çıkarırsanız hayatın bir anlamı kalmaz. İnsan duygularını, hissettiklerini sözlere taşır ve anlam bulur. Sözle düşünür, karar verir ve iletişim kurarız.
Sözlerin de insan gibi bir ömrü vardır. Bazı sözler insan gibi yeni doğar ve yeni anlam getirir. Bazıları ise insan gibi hayatını kaybeder, taşıdığı anlamın artık bir manası kalmaz. Ama bazı sözler vardır ki söyleyeni ölse bile kendisi ölümsüzdür. Ölümsüz sözler tarihe damga vurur ve gelecek beyinlerde yaşar. Bu sözler, altından daha değerli söz hazinesini oluşturur. Bu söz hazinesini okumak ve düşünmekle keşfederiz. Sözün kaynağı beyindir. Sözler, dilimizle var olur ve yaşar. Sözler de insan gibi farklıdır. Bazı sözler birden fazla anlam taşır. Bazıları ise farklı dillerde olsa bile aynı anlamı ifade eder. Söz olmazsa insan olmaz, insan olmazsa söz olmaz. Sözler bazen huzur verir, bazen acı. Bazen mutlu eder, bazense mutsuz. Söz, insanın sahip olduğu en büyük güçtür. Ama zamanında söylenmeyen söz kendi gücünü kaybeder.

“Sözler vardır, mermi gibidir. Ağızdan çıktı mı bir daha geri dönmez. Sözler vardır, ebediyen sönmez; sözler vardır, bir saat sürmez. Sözler vardır, yüz güldürür; sözler vardır, nur söndürür. Sözler vardır, gönül okşar; sözler vardır, dağlar aşar. Sözler vardır, gelir geçer; sözler vardır, deler geçer. Sözler vardır, inci saçar; sözler vardır, zehir saçar. Sözler vardır, kanatlanıp uçar; sözler vardır, sırlı kapılar açar. Sözler vardır, sevgi kurar; sözler vardır, öfke kusar. Sözler vardır, tek bir ağızdan çıkar; sözler vardır, ocak yıkar; sözler vardır canlar yakar. Sözler vardır, namus gibi biliriz; sözler vardır, sinemize çekeriz; sözler vardır, başımızı eğeriz. Sözler vardır, duyguları yok eder; sözler vardır, insanları hapseder; sözler vardır, zehirleri bal eder. Sözler vardır, nice başlar kestirir; sözler vardır, insanları küstürür; sözler vardır, fırtınalar estirir; sözler vardır, âşıkları söyletir. Sözler vardır, söyleyeni daraltır; sözler vardır, söyleyeni sarartır; sözler vardır, söyleyeni karartır.”
Atalarımız: “Bin düşün, bir söyle.” “Ağzınla söylediğini kulağın duysun.” “Söz, insanı yerine göre rezil eder, yerine göre de vezir eder.” demişlerdir. Yunus Emre: “Söz ola, kese savaşı / Söz ola, kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz.” diyerek sözün önemini belirtmiştir.
İstemeyerek de olsa ağzımızdan bir kötü söz çıkmışsa yapacağımız ilk iş hemen özür dilemektir. Üç söz vardır ki bu sözlerin kullanıldığında hemen olmasa da ileride çok büyük işler başardığını göreceksiniz. Hata yaptığımızda “Özür dilerim.”, bir iyilikle karşılaşınca “Teşekkür ederim.”, yapılan güzel bir işi gördüğümüzde de “Tebrik ederim.” diyebilme erdemini gösterebiliyor muyuz?
Kullandığımız bu üç ifade insanları mutlu eder, kavgaları bitirir; sevgi, saygı, huzur ve güven kazandırır. İnsanların birçoğunun söylemekten çekindiği ve cimrilik ettiği önemli sözcüklerdir. Başka insanları eleştirmeden önce kendimize bakalım. Başkalarında kusur aramak yerine kendi kusurlarımıza bakalım. Eleştirmemiz gerekiyorsa kişileri değil, davranışları eleştirelim.
Sümeyye Büşra YILDIZ
Obskürantizm (Bilmesinlercilik)

Obskürantizm, karartma demektir. Diğer bir deyişle, bilmesinlercilik. Fransızca obscüre (karanlık) kelimesinden türetilmiştir. “Karanlık yap. Karart ki kitle bilmesin, toplum bilmesin, başkaları bilmesin. Sadece biz bilelim. Sadece bizimkiler bilsin.” Tüm despot yönetimler, tüm monarşiler tabiatları gereği obskürantisttir. Yani karartma uygularlar. Bilgiyi tekele alırlar. Bu kelimeyi, anlamasınlarcılık şeklinde de kavramak lazım. Çünkü bilmek, anlamaktır. “Biliyor görünsün, biliyormuş zannetsin, gerçeği bilmesin, sahte bilgi ile oyalansın dursun.” Cahiliye diye bir kavram vardır Kur’an’da. Tam da bu kavramın vurgularından biridir. Cahiliye, obskürantizmdir.

Bilgiyi Karartma, Aptallaştırma
Bilgi, bir güç olarak belli tekellerin eline verilir. Böylece yönetilen kitlenin emeği, gücü ve alın teri sömürülür. Obskürantizm, bu sömürüyü sonsuza kadar sürdürme eylemidir aslında. Kur’an’da, “Firavun kavmini aptallaştırdı, ahmaklaştırdı.” (Zuhruf 43:54) ifadesi yer alır. İşte bu, tam bir obskürantizmdir.
Soru: Yönetilen insanları nasıl aptallaştırırsınız?
Cevap: Bilgiden mahrum bırakarak…
Çünkü bilgi güçtür. Bilgi sizi özne yapar, nesne olmaktan kurtarır. Dolayısıyla yönetilenleri nesneleştirmek, koyun sürüsü gibi gütmek istiyorsanız onu obsküre etmeniz lazım. Yani karartmanız lazım. Bilgiden mahrum etmeniz lazım.
Obskürantizm’in Tarihi
Bu olayın tarihsel arka planı var. Sümer’de yazının mabede ve ruhban sınıfına hasredilmesi bir obskürantizmdi, karartmaydı. Yani, bilmesinlerciliğin başladığı noktadır Sümer. Yazı sadece mabede hasredilir, sadece ruhban sınıfı yazardı. Depoların kayıtlarını dahi ruhban sınıfı tutardı. Toplum cahil bırakılırdı. Çünkü yazı başkalarına öğretilmezdi, tehlikeli addedilirdi. Peki, ruhban sınıfı kimin tekelindeydi? Elbette kralın. Bu yüzden halka yazıyı öğretmek suçtu, bu suçu işleyenler cezalandırılırdı.
Kilisenin Karartması
Aynı durum kilise için de geçerli. Neden İsa’nın dili Aramice, kilisenin dili Latincedir? Hiç bu soruyu sorduk mu? İsa Latince bilmezdi ki. Çünkü “Latince İncil” kilisenin incilidir, İsa’nın incili değil. Hristiyanlığın kurucusu da İsa değil kilisedir. Kilise ise bilgiyi manastırlara ve kiliselere hasretmiş, ruhban sınıfının tekeline almıştır. Çünkü bilgi güçtür ve gücün başka ellere geçmesini istemez. Dolayısıyla papa, otoritedir. Papa kralların kralıdır. Bir kral, tacını papanın eliyle giyer ve tacı papa giydirmezse kral olamaz.
Rönesans Böyle Başladı
İngiltere kralının, eşini boşamak isteyip boşayamaması üzerine İngiltere, ayrı bir kilise kurmak zorunda kaldı. Papa, İngiltere kralını aforoz edince İngiltere, Anglikan Kilisesi’ni kurdu. İngiltere kralı, bu kilisenin papası oldu. Ama asıl golü Martin Luther attı. Kilisenin Latince tekel özelliğini kırdı ve İncil’i Almancaya çevirdi. Bu yüzden aforoz edildi. Kilise Luther’i eline geçirseydi yakacaktı fakat Alman prensleri ona sahip çıktılar. Aynı zamanda Calvin de İncil’i Fransızcaya çevirdi. Böylece Fransa’nın da önü açıldı. Bu olaylar, Avrupa’da Rönesans’ı başlatmıştır. Rönesans; kilisenin bilgi tekeli kırıldıktan sonra, Avrupa’nın yeniden dirilişi demektir. Karanlıklar çağının bitişi ve aydınlanma böyle başladı. Bilimler böyle serpildi. Kant’ın tanımıyla, insanın kendi aklıyla sorgulama yetisini kullanabilmesi ancak bu uzun mücadelelerden sonra gerçekleşti.

Kur’an’ın Karşı Devrimi
Peki Kur’an’ın obskürantizme, yani cahiliyeye karşı bir devrimi oldu mu? Elbette ki oldu. Kur’an’ın emriyle cahiliye ile mücadele etmenin ilk şartı, okumaktır. Kendisine inanan herkese “Oku,” diyorsa bilgiyi seçkin zümrenin elinden, tekelinden çıkartıyor demektir. Bilgiyi genelleştirir Kur’an. Bu, evrenselciliktir

Herkes okumaya başlayınca ruhban sınıfının tekelinde olan bilgi, herkese eşit mesafede olmaya başladı. İmkân eşitliği ve fırsat eşitliği doğdu. İşte Kur’an, o günkü dünyada, ezoterizmleri (bilgiyi güç olarak gizlemek) yıkmak için ilk emir olarak “Oku,” dedi. İlk emrin “Oku” olmasının sebebi ise “Siz bilmezsiniz, biz biliriz”, “Siz bilmezsiniz, efendi bilir”, “Siz bilmezsiniz, şeyh bilir”, “Siz bilmezsiniz, rahip bilir” gibi kalıpları ve bu mantığını yıkmaktı.
Sonraki ayetlerde kaleme dikkat çekiş, aslında Allah Resulü’ne zımnen şu emri vermekti: “Artık sözlü kültürden yazılı kültüre geçin”. Sözlü kültürün sorunu neydi? Bilginin sahihi sahtesinden, doğrusu eğrisinden, yalanı gerçeğinden ayrılamaz hâle gelmişti. İşte Kur’an, kalemle yazmaya atıf yaparak bunun önüne geçti. Kur’an’ın mücadelesi, gerçek bir obskürantizmle mücadeledir.

Allah Resulü Bilgiyi Yaydı
Bedir esirleri örneğinde, Allah Resulü’nün mesajı nasıl algıladığını görüyoruz. Her bir esiri üç-dört bin dirhem para karşılığında serbest bırakma imkânı olmasına rağmen Allah Resulü, “on kişiye okuma yazma öğretmeyi” serbestlik bedeli olarak şart koştu. Peki Allah Resulü, kimlere okuma yazma öğretileceğine dair bir liste koydu mu önlerine? “Şunlar has grup, sadece bunlara öğretin, okuma yazmayı yaymayın, belli bir zümrenin içerisinde kalsın,” dedi mi? Demedi. Liste verdi mi? Vermedi. “Önünüze gelen on kişiye öğreteceksiniz,” dedi. Alın size obskürantizmle, karartmacılıkla, bilmesinlercilikle müthiş bir mücadele.
Kişisel Mushaflar
Allah Resulu, kişisel mushaflara izin verdi. Peygamber’in sağlığında, on beş ila otuz arasında kişisel mushaf vardı. Herkes, Allah Resulü’nün ağzından dökülen ayetleri kendi sırasına göre, kendi tarzına göre yazıyordu. Mesela, en başta Hz. Ali’nin mushafı vardı. Hz. Aişe’nin kendi özel mushafı vardı. Abdullah ibni Mesud’un mushafı vardı. İbni Mesud, mushafını yakmadığı için Osman’ın işaretiyle caminin içinde öldüresiye dövüldü ve üç gün sonra o dayaktan dolayı öldü. Alın size obskürantizm.
Karartmacılığın Başlangıcı
Soru: Allah Resulü’nden ve Kur’an’ın devriminden sonra, obskürantizm savunucuları nereden çıkmış oldu?
Cevap: Emevilerin içinden. Osman’ın başlattığı karartmaya Muaviye mum dikti. Gerçek obskürantizm Emevilerle başladı. Önce, kendi yeni ruhban sınıflarını oluşturup mescidi beğenmediler. Mescidin yerine kilisenin tercümesi olan cami kelimesini koydular ve kiliseyi İslam’ın ve Müslümanların içine taşıdılar. “Eklesia”nın tercümesidir cami kelimesi. Mescid Kur’anî’dir ve yeryüzü mescid kılınmıştır. Katedral sistemine geçtiler. Çünkü, camiler aynı zamanda zalim yönetimin propaganda merkezine dönüştü. Dolayısıyla namazı, Cuma’yı, cemaati, kalabalığı, kitleyi, sayıyı tapınacak bir şey gibi görüp onun üzerine oynadılar.
Ana Dilde İbadet
Ana dilde ibadetin yasaklanması, Emevi obskürantizminin bir devamı olarak görülür. Ana dilde ibadet, başlangıçta serbestti. Selman, ilk defa Fatiha’yı tercüme edip İranlı Müslümanlara gönderen kişidir. Ebu Hanif neyi savunuyordu? “Ebu Hanife” demiyorum, çünkü Hanife diye bir kızı yok. O, Hanifliğin babasıdır. Haniflik ise “dini sadece Allah’a mahsus kılmaktır”. Hanifliğin babası o büyük imam da ana dilde ibadeti savunuyordu.
Peki, Şafii obskürantizme nasıl katkı sağladı? Arapçayı “Allah’ın dili, cennetin dili” olarak kodladı. Arap diline kutsiyet atfetti. Bugün hala Şafii bölgelerde, o bölgenin halkının konuştuğu dil hutbeye hiç girmez. Arapça olmalıdır, yoksa olmaz. Hutbe Arapça başlayacak, Arapça bitecek. Mesela, Malayca konuşan bir adamın dili hutbeye girmeyecek. Ne anlar peki bir Malay, Arapçadan? Yani tut ki bir kişi 40 sene her hafta Cuma’ya gitmiş olsun, 2080 kere Cuma’ya gitmiş olur. Eğer doğru dürüst bir hutbe verilseydi bu kişi, birkaç üniversiteden mezun olmuş bir insan düzeyinde olurdu.

Ümmet Niçin Bu Kadar Cahil?
Kitlenin niye bu kadar cahil olduğunu soruyorsanız Şafii’nin obskürantizme büyük katkısı vardır da ondan. Yine, Gazali’nin obskürantizmi var. Gazali’ye atfedilen bir eser vardır, El-Maznunu Bihi Ala Gayri Ehlihi. Yani, “ehlinin dışındakinin okuması caiz olmayan” kitap yazmış, adını da böyle koymuş. Kitabın içindekiler tevhide göre savunulamayacak şeyler olduğu için Gazali’ye nispeti inkar edilir. İnkar yiğidin kalesidir zaten. Şark kurnazlığıdır bu.
Osmanlı’da Obskürantizm
Daha ilginç bir obskürantizm var. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü alanda, başka dine inanan ondan fazla kavim vardır. Yani Hristiyanlığın farklı mezheplerine inanan kavimler bunlar. Macaristan, Yunanistan, Makedonya, Romanya, Bulgaristan gibi bugünkü devletlerin hepsi Osmanlı’nın bünyesinden çıkmış.
Soru: Kur’an, bu ülke insanlarının diline tercüme edilmiş mi?
Cevap: Hayır, böyle bir teşebbüs bile yok.
Peki, Osmanlı’nın tercüme ettirmeme işi diğer kitaplar için de geçerli mi? Hayır, değil. Mesela; baştan sona şirk, hurafe, yalan dolan, dine karşı sıkılmış bir kurşun olan Muhammedîye isimli bir kitap var. Muhammed Bican diye biri yazmış. Yine Trakya’da doğmuş büyümüş Ahmed Bican var, onun yazdığına da Ahmediye denir. Osmanlı halk dindarlığının Kur’an’ı mesabesindedir bunlar, Mevlit ile beraber. 15. yüzyılda Muhammediye tercüme edilmiş ama Kur’an başka dillere tercüme edilmemiş. Bir de aynı gruptan sayılacak Mızraklı İlmihal vardır, ama mızrağı gizlidir. Yani gizli gizli imana girer.
Kur’an, Osmanlı medreselerinde, aslında yok hükmündeydi. Eğer bir talebe, en üst dereceye gelmeye sabrederse bilmem kaç yıldan sonra meşhur bir iki tefsir okutulurdu. Mesela, Kadı Beydavi’nin tefsiri gibi. Kur’an’ı en son sıraya niye koyuyorsun? En üst dereceye gelmeden öğrenilmesi gerekmez miydi Kur’an’ın? İmanın abecesi değil midir Kur’an? İman, Kur’an’la başlamalı değil midir? Allah Resulü’nün imanı Kur’an’la başladı. Sahabenin imanı Kur’an’la başladı. Niye Kur’an’ı karartıyorsunuz? İnsanları Kur’an’dan niçin ayırıyorsunuz, neden kopartıyorsunuz?

Anlamama Obskürantizmi
Bazı tarikatlar varlığını buna hasretmiştir: “Kur’an’ı anlamasınlar.” “Okumasınlar” değil “anlamasınlar.” Zaten anlamıyorsanız okumak değildir ki o. “Telaffuz etsinler, seslendirsinler, nakarat etsinler, teganni etsinler, beste gibi okusunlar, şarkı gibi okusunlar ama sakın anlamasınlar.” Alın size dev bir obskürantizm. Niye? Anlarlarsa ne olur? Din diye anlatılanların uydurma olduğunu, hurafe olduğunu, sahte bir din olduğunu fark ederler. Dahası; “Allah” diye anlatılanın Allah olmadığını, Peygamber diye anlatılanın Peygamber’in karikatürü olduğunu, sahte bir ilah uydurulup adına “Allah” dendiğini anlarlar. Bu tarikatlar; Kur’an’ın yerine paralel Kur’anlar, Kâbe’nin yerine paralel Kâbeler, Peygamber’in yerine paralel peygamberler, Allah’ın yerine de paralel ilahlar icat ederler. İşte obskürantizmin boyutu bu. Zararları daha saymakla bitmez.

Bilgisizliği Fark Etmemek
İnsanlar neden bilgiye açlıklarını fark etmiyorlar? Neden zincirlerini kırdıklarında ilk koştukları ekmek oluyor, oyun oluyor, neşe oluyor, yalan oluyor, hurafe oluyor, mitoloji oluyor, masal oluyor, film oluyor? Neden ilim olmuyor? Bu soruyu insanları eğitenlere, devleti yönetenlere sormamız gerekir: “Siz nasıl eğitiyorsunuz insanları? Nasıl eğitiyorsunuz ki bilgiye koşmuyorlar? Kişisel bütçelerinden eğlenceye harcadıklarının kırkta birini ilme vermiyorlar. Evlerinde şark köşesi, garp köşesi, hobi köşesi, bilmem ne köşesi yaptıkları hâlde, şöyle küçüğünden de olsa esaslı eserlerin bulunduğu bir kütüphaneyi şart görmüyorlar.”
Gelinlerin Çeyizinde Neden Kütüphane Yok?
Neden çeyizlere her türlü naneyi dolduruyorsunuz da bir kütüphane koymuyorsunuz? Neden bunu akıl etmediniz? Siz değil miydiniz iman ettiğiniz umdelerin içine “kitaplara imanı” koyan? Yani sizin kitabınız bunu emretmedi mi? İmanın hayatta karşılığı yoksa anlamı da yoktur.
“İyi Ki Okumamışım” Diyenler Var
“İyi ki okumamışım,” diyen hocalar var. Kitaplılığı alçaltıp kitapsızlığı yüceltiyoruz. Bir üniversitenin rektör yardımcısı, “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar; ilkokul okumamış, üniversite okumamış cahil halktır,” diyebiliyor. Bunlar aklı alçaltıyor, “Akılla cenneti bulamazsınız,” diyorlar. Peki ne ile bulacağız? Delilikle mi, aptallıkla mı, sürülükle mi? Hâlbuki, aklı olmayanın dini yoktur. Niye? Çünkü mükellef değildir. Alın size obskürantizmin kitlesel bir zehri.
İhale Obskürantizmi
Bir de siyasi obskürantizm var. İçinde bulunduğumuz genel obskürantizmin dehşet verici bir devamı olan, içten içe gerçek pisliğine mahkûm olduğumuz bir durum. Eminlik vasfı ondan kalkmıştır, güvenilir değildir. Eminlik vasfı kalkandan müminlik vasfı da kalkmış olur. Şeffaflığın olmadığı her yerde obskürantizm vardır. Şeffaflık, obskürantizmin ve cahiliyenin düşmanıdır. Onun için şeffaflığın olmadığı bir yerden, şeytandan kaçar gibi kaçmak lazım. Orası karartılmışsa eğer, oradaki karanlığın şerrinden Allah’a sığınılır: “Kul euzu bi Rabbil felak, min şerri ma halak ve min şerri ğasikın izâ vekab.” Karanlığın şerrinden Allah’a sığınmamız lazım geldiğini söylüyor ayet.

Medyatik Obskürantizm
Gerçekleri saklayan/yalan söyleyen bir medya; tam anlamıyla şeytanın vazifesini yerine getiren, yani okuyucusunu/izleyicisini karanlıklara yönlendiren bir medyadır. Bunlara ilaveten akademik obskürantizm, bilimsel obskürantizm, teolojik obskürantizm, sosyolojik obskürantizm, psikolojik obskürantizm de vardır. Her alanda karartma, cahil bırakma, bilmesinlercilik mümkün. Kim, hangi alanda bunu yapıyorsa o alanın obskürantistidir. Yani o alanın Ebu Cehil’idir.
Obskürantizmin Linç Kültürü
Çok şükür karanlığı yırtmaya çalışan, aydınlığa çağıran gruplar var. Aklını kullanıp insanlığı hayra çağıran gruplar var. Bunların da son dönemde başına gelen bir linç kültürü var ki aynısının Allah’ın resullerinin başına gelmediğini iddia etmek yanlış olur. Herhâlde tüm peygamberler, tüm nebiler bunlarla karşılaştılar.
Sokrates Neden Linç Edildi?
Daha doğrusu, neden baldıran içmeye mahkûm edildi ve öldürüldü? Obskürantistlerin aydınlanmaya/bilgiye karşı açtıkları savaşın bir uzantısıydı, Sokrates’in öldürülmesi. Sokrates, Atina’nın gençlerini aydınlatıyordu ve Atina’yı elinde bulunduran Otuzlar Meclisi bunu istemedi. Niye? Çünkü monarşisi, aristokrasisi yıkılacaktı. Sarsılıyordu da zaten. Sokrates’i iki şeyle suçladılar: Gençlerin ahlakını bozmak ve tanrılara hakaret etmek. Oysa, Sokrates’in eleştirildiği Atina’da, ikiyüzlü sahte dindarlık ve uyutulan gençler vardı. Sokrates’in amacı, Atina’daki gençleri uyandırmaktı. Zaten yaşlıları uyandıramıyordu, bilgiye kapalıydılar. Bilgiyi gençlere veriyordu. “Ben hakikatin ne olduğunu biliyorum demiyorum ama onların hakikat dediklerinin hakikat olmadığını biliyorum. Bundan eminim,” diyordu.

Peygamberler Tarihi, Obskürantizmle Mücadele Tarihidir
Tüm peygamberlerin hayatını bir tek cümleyle özetleyecek olsak “Obskürantizmin bilgiye karşı savaşıdır” diyebiliriz. Peygamberlerin karşısında; yanlarındaki o yoksul, ezilmiş, zayıf kitlelerin olmasını kınayan bir toplum vardı. Diyorlardı ki: “Sen iyisin ama şu yanındakiler döküntü. Onları kov etrafından, biz de gelelim.” Aslında demek istiyorlardı ki: “Sen de bizim gibi ezoterik davran. Bilgiyi gizle, bilgiyi bir güç olarak kullanmamıza izin ver ve bu bilgi üzerinden tahakkümümüzü/ otoritemizi yürütelim”. Tüm peygamberlerin mücadelesinin ana ekseni, bu bilgi tekelini kırmak olmuştur. Bilgiyi tabana yaymak, sınıf oluşumunun önüne geçer ve sınıf mücadelelerine son verir. Eğer servetin adil bölüşümünü sağlarsanız “ezen sınıf ve ezilen sınıf çıkmazı”na saplanmaktan korunursunuz. Servetin adil dağılımı; adaletin, hukukun, özgürlüğün varlığıdır. Özgürlüğü belli bir elit zümreye hasrediyor, geri kalanları bu zümrenin kölesi olmaya mahkûm ediyorsanız aslında obskürantizm ile bilgiyi tekelleştirip toplumu sınıflaştırıyorsunuz. Bunun temelinde “liyakat ve ehliyet” yatıyor. Bilgiye beceriyi, tecrübeyi, tekniği, sanatı da katmak lazım.

Firavunun Sihirbazları
Obskürantizmi, Musa’nın yanında Samiri temsil ediyordu. Firavun’un yanında ise sihirbazlar temsil ediyordu. Hepsinin görevi bilgiyi karartmaktı. Hz. Musa paradigmayı yerle bir etti. Karartmayı içinden aydınlattı. “Sihirbazların yaptıkları numaradır, inanmayın,” dedi. Musa’nın değneği sihirbazların sahte yılanlarını yedi. Musa’nın asasının yılan olmasıyla 1400 yıldır uğraşıldı. Müslümanların asıl yoğunlaşmaları gereken şey asa değil o asanın temsil ettiği şeydi. O asa, bilgiyi temsil ediyordu, karşıdaki sihirbazlar ise obskürantizmi/bilgiyi karartmayı temsil ediyorlardı.

İblis’in Obskürantizmi
Âdem-İblis kıssasında İblis, obskürantizmi temsil eder. Âdemi ve eşini cahil bırakmak için ilk teklif ettiği şey: “Ebedileşmek istemez misin?” Yani aslında, “Masum olmak istemez misiniz?” Masumiyet tezi, bu kandırmacanın adıdır.Sünnilerin sahabeye yükledikleri, “Kullü udül/hepsi adildir, masumdur” prensibi ne ise İblis’in o bahçede Adem ile eşine yüklediği de odur. Şiilerin imamlara yükledikleri masumluk tezi de aynı şeydir. “Siz de masum olmak istemez misiniz?” “İki melek olmak istemez misiniz?” Alın size obskürantizm. İblis, kendi mahiyeti hakkında karartma/obskürantizm yapar: “Ben ondan üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın.” Ateşin ham maddesinin, toprağın ham maddesinden daha üstün olduğunu kim söyledi? Nedir bunun delili ve bilgisi? Ateş bir şey üretmez aslında, ateş kül üretir. Ama toprak hayat üretir. Ayrıca ateşle toprağı ayırmak da nereden çıktı? Her toprak ateşin çocuğuydu aslında. Yeryüzü güneşten kopmuş bir ateş parçasıydı, magmaydı. Dolayısıyla ateş de toprağın sonucudur. Özetle, ateşle toprak mahiyet olarak birbirinden ayrılamaz. Yumurta tavuk misali… İşin hakikatini bilince İblisin Obskürantizmi nasıl çöküverdi.

Obskürantistler Karanlığı Severler
Karartmacılar yarasa tabiatlıdır, aydınlığı sevmezler. İçinden aydınlanmayan dışını aydınlatamaz. Karanlık onların kalplerindedir. Onun için de yıldızlara düşmanlar, güneşe düşmanlar. Ortalığı aydınlatan herkese, her şeye düşmanlar. Linç ederler, karartılar, karartmayanı da düşman ilan ederler. Kim kendi karanlıklarını aydınlatmaya kalkarsa ona en kötü şeyleri reva görürler. Çünkü böyle var olurlar. Onları var eden karanlığın kendisidir.
Onların düşmanlıkları bile düello üzerinden değil pusu üzerindendir. Düelloya çağırırlar ama ama pusu kurarlar. Fıkıhları hiledir (hile-i şeriyye). Hile olduğunun farkında olarak hile yaparlar. “Savaş hiledir.” sözünü mübarek Peygamber’in ağzına koymuşlardır. Hâlbuki, harp hile değildir. Savaşın da bir ahlakı vardır.

Bilgi, güneş gibidir. Bilgi, ışık gibidir. Bilgisizlik karanlıktır. Cehalet karanlıktır. Bunlar cehaletin çocuklarıdır. Karanlıkta var olurlar. Karanlıkla var olurlar.
Bu yazı, Prof.Dr.Orhan Arslan tarafından Mustafa İslamoğlu ve Erdem Acar’ın Kur’an Halkaları söyleşilerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
MUSTAFA İSLAMOĞLU

Zaman zaman internette Google Earth’ı açar ve kapkaranlık uzay boşluğu içinde dünyaya uzunca bir süre bakarım; derken birkaç mouse tıklamasıyla dünyayı fezaya doğru iteleyip alabildiğine küçültünce yine uzun uzun seyre dalarım. Sonra kendi kendime düşünür ve “Şimdi” derim, uçsuz bucaksız âlemde iğne ucu kadar yer tutmayan şu mavi gezegenin içinde ne erikiklikler yaşanıyor; belki sayısız insan şu koskoca varlık âlemindeki cürmüne ve kaç paralık ederi olduğuna bakmaksızın -amiyane tabirle- “Âlemin kralı benim” diye racon kesercesine sürekli erikiyor diye acı acı gülümserim. Ve sonunda çok erikik bir varlık olarak biz insanların kendilik algılarındaki zavallılığa içten içe hayıflanırım.
Bence insan denen varlık da tıpkı şımarık çocuklar gibi çok erikiktir ve kuşkusuz bu hüküm benim için de aynen geçerlidir… Peygamberler insanoğlundaki erikikliği törpülemek için çok didinmişler; fakat ne yazık ki onların tebliğ ettikleri dinî-ahlâkî öğretiler kurumsallaştıklarında, her biri bir ideolojiye dönüşmüş inanç sistemleri olarak tarih boyunca sürgit devam eden medeniyet odaklı güç ve nüfuz kavgalarının çok kullanışlı aparatları haline gelmişlerdir. Din kurumsallaşınca sadece başka inanç sistemleriyle değil, kendi içlerinde de dinî değerler ve semboller üzerinden kavgaya tutuşup amansız bir güç ve nüfuz mücadelesi vermişlerdir.
“İslam dininin ana ilkelerini konu edinen ilim” diye tanımlanan Kelam ilmiyle ilgili literatüre yahut bu ilim dalıyla yakından ilişkisi bulunan makâlât ve fırak (mezhepler tarihi) alanındaki klasik eser külliyatına şöyle bir göz attığınız zaman, karşınıza çıkan manzaranın benim burada anlatmak istediğim şeyi size fazlasıyla anlatacağından emin olabilirsiniz. Özellikle İslam ve Hıristiyanlığın bu dünyaya karşı koyduğu onca ahlâkî rezerve rağmen bu iki dinin müntesiplerinin kimi zaman Yahudilere parmak ısırtacak kadar dünyevileşerek erikmesi hakikaten çok tuhaf bir ironidir.
Bu mesele bir tarafa, koca koca din adamlarının, mesela vefatından birkaç saat önce bile “Birbirinizle, konu komşuyla iyi geçinin; dirliğiniz, düzeniniz bozulmasın” diyen ve bir şiirinde “Dünyada tükenmez murad var imiş, ne alanı gördüm ne murad gördüm” diyerek faniliğin ürkütücü anlamını çok çarpıcı şekilde gözler önüne seren Âşık Veysel gibi bir ümmi yahut “Sen söylersin söz içinde sözün var, çalarsın çırparsın oğlun kızın var, bu dünyada üç beş arşın bezin var, tüm bedesten senin olsa ne fayda?” diyen “Kul Himmet Üstadım” mahlaslı ozan İbrahim kadar bu dünyanın ne idüğünü kavrayamamış olmaları da çok esef vericidir. Ne yazık ki günümüzde din, diyanet işleriyle iştigal eden veya kendi kimliklerini dinî ve mezhebi aidiyetlerle lanse etmeyi seven birçok tanınmış figürün dünya ve hayatla kurdukları bağ, Hümeze 104/2-3. ayetlerde muhtemelen Velîd b. Muğîre isimli erikik müşriğe atfen, “Habire servet yığar ve gelip gidip servetini sayar. Sanır ki bu servet kendisini dünyada baki kılar…” şeklinde tasvir edilen tipolojiden çok farklı değildir. Hatta bu tiplerin din ve diyanetle ilişkisi Yahudi geleneğinde Ferisîler denen din tüccarlarıyla hemen hemen aynı mahiyettedir.
Kimi zaman din, kimi zaman millet, kimi zaman medeniyet, kimi zaman da başka bir dava ve hesap uğruna hep bir kavga, hep bir dalaş, hep bir çatışma… Gerek fert gerek millet düzeyinde insanoğlunun birbiriyle didişme ve kavga gürültü çıkarma hevesi maalesef hiç kırılmıyor… Aksine kimi zaman Ermenistan örneğinde olduğu gibi bazı milletlerin erikiklikleri depreşiyor, kimi zaman da Araplar örneğinde olduğu gibi “Ayı balı bol bulunca…” misali olmadık erikiklikler baş gösteriyor… Kısacası, insanoğlu uslanmak nedir, bilmiyor; bu yüzden de eririklikten hiç vazgeçmiyor. Hâlbuki bugün kadim Mısır medeniyetinden antik Yunan ve eski Roma’sına kadar bütün hepsinin yerinde yeller esiyor ve üstelik Kur’an bunu Âd, Semûd, Firavun örnekleri üzerinden kaç kez hatırlatıyor. Bütün bu yalın gerçeklere rağmen insanoğlu erikmeyi yine marifet biliyor.

İhtimal ki huzur, sükûn, dirlik, düzenlik insanoğluna batıyor. Dahası, insanoğlu, Bakara 2/30. ayetteki bildirime göre, “Ben yeryüzünde bir halife/kalfa kılacağım’ buyuran Allah’a, “Sen orada fesat çıkarıp kan dökecek bir varlığı mı halife kılacaksın?!” diye karşılık veren melekleri adeta haklı çıkarmak istercesine elinden geleni ardına koymuyor. Bugün kelimenin tam manasıyla çivisi çıkmış dünyaya şöyle bir bakıp kendi kendime, “Aman, baki kalan şu kubbede bir hoş sada imiş uğruna yaşayıp da belki günaha girersiniz(!); o yüzden, erikiklikten hiç vazgeçmeyin, birbirinizle sürekli didişip dalaşın, birbirinizi habire yiyin bitirin…” diyerek insanoğlundan illallah ettiğimi haykırasım geliyor.
Mustafa Öztürk
Bencillik Çukurundan Sencillik Bahçesine Uzanan Yol

Öncelikle benlik, bencillik nedir; bunu bilmek ve iyi ayırt etmek gerekir. Benlik, kişiyi diğerlerinden ayıran, duygu, düşünce ve ona ait özelliklerin tümü olarak tanımlanır. Benlik kavramını olumlu benlik ve olumsuz benlik olarak açmakta fayda vardır. Olumlu(müspet) benlik, kişinin kendinde var olan güzel özellikleri görmesi, kendine değer vermesi, kendini sevmesi, kendine bazı kötü davranışları yakıştırmamasıdır ki İslam literatüründe buna izzet-i nefs denir. Müspet benliğin her insanda yüksek düzeyde olması gerekir. Kişinin kendini tanıması, özel hissetmesi, kendine kıymet vermesi kadar doğal bir şey yoktur. Bu, aynı zamanda birçok güzelliği de beraberinde getirmektedir. Müspet benlik duygusu yüksek olan kişiler özgüvenlidir, giriştikleri her işte başarılı olurlar. Kendilerinde var olan yeteneklerin, güzel özelliklerin farkında oldukları için neyi yapıp neyi yapamayacaklarını bilirler. Eksikliklerini görürler, bunların geliştirilebilecek olanları için çaba harcarlar; bazı alanlarda yeteneklerinin olmadığını kabullenip aşağılık kompleksine girmezler. İnsanlarla ilişkileri de sağlıklıdır. Kendilerini tanıdıkları için çevreden gelen her eleştiri okları karşısında yıpranmazlar, sağlam dururlar.

Kişinin kendini diğer insanlardan üstün görmesi, kendini kusursuz görüp yüceltmesi, kibre kapılması, kendini aşırı sevmesi, kendi menfaatlerini ön planda tutması ise menfi benliktir. Bencillik ve menfi benlik aynı anlamda değerlendirilebilir. Bencil kişiler, sadece kendi istek ve ihtiyaçlarını düşünürler. Dünyanın merkezinde kendilerinin var olduğunu zannedip bebek gibi herkesin kendileriyle ilgilenmesini beklerler. Bencil kişilerin insanlarla ilişkileri yapmacıktır, aşırı samimi davranırlar. Kendi çıkarları için insanlara yaklaşırlar. Gerçek sıcak duygularla arkadaşlık kuramazlar. İnsanları kullanıp çok rahat hayatlarından çıkarabilirler. Bencil kişilerin sosyal ilişkileri zayıftır. Çevrelerindeki insanların ilgisini göremedikleri zaman onlara karşı suçlayıcı olabilmektedirler. Sürekli eleştirirler, ancak kendilerine yapılan eleştiriyi kabul etmezler. Bencil kişiler, çevrelerindeki insanların enerjisini sömürürler.
İnsanların tek bir davranışına bakarak bencil demek doğru olmaz. Arkadaşının bir isteğini yapmayan kişi bencil olduğu için değil, belki başka bir mazeretten dolayı yapmamıştır. Bunu iyi ayırt etmek gerekir. Diğer insanlarla ilişkileri, olaylara verdiği tepki gözlemlenmelidir. Bencil insanlar, makam ve mevkiye önem verdikleri için makam sahibi kişilerle diğer insanlara farklı davranacaklardır. Zor zamanlarda insanlar gerçek kişiliklerini ortaya koymaktadırlar. Özellikle kriz zamanlarında çevremizdeki insanları gözlemlemek çok faydalı olacaktır. Medenî denilen nice ülkelerde, yaşanan kısa süreli elektrik kesintisi veya saldırılarda marketlerin yağmalandığı haberlerini izlemekteyiz. Kötü günde kişi kendini belli eder.
Kendimizde bencillik hastalığı olup olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bunu anlamak kolay değildir. Çünkü insan kendine toz kondurmak istemez. Başkalarındaki hataları görürken kendini sütten çıkmış ak kaşık zanneder. Ancak nefis terbiyesi derdinde olan, nefsin hastalığını kabul eden, kendini gerçekten düzeltmek isteyen kişiler hastalıklarını görebilir; gayret gösterip Allah’ın yardımını dilerse ilerleme sağlayabilirler. İnsanın bu konuda dostlara da ihtiyacı vardır. Kişideki güzelliklerin farkında olan, hataları görüp uyaran, yol gösteren gerçek dostlar… Her günün sonunda kişinin kendini muhasebeye çekmesi, kendiyle konuşması önemlidir. “Ben bencil miyim?” sorusunu kendine sormalı ve gün içinde yaptığı davranışları düşünmelidir. Bencil davranışlarını diğerlerinden ayıklayıp “Hangi davranışı yaptım? Nasıl davranmam gerekirdi? Allah benden nasıl davranmamı isterdi?” sorularıyla kendini hesaba çekmelidir.
Bencillikten kurtulmak için kişi öncelikle kendi ihtiyaçlarını gidermelidir. Ne demektir bu? Bencil insanlar, maddî veya manevî ihtiyaçlarını başkasının gidermesini beklerler, isterler. Kişi öncelikle bu ihtiyaçlarını belirlemelidir. Kendisinin giderebileceği ihtiyaçlar ve kendisinin gideremeyeceği ihtiyaçlar olarak kategorize ederse insanlardan beklentisini de somutlaştırmış olur. Bu sayede kendisinin rahatlıkla yapabileceği bir şeyi başkasının sırtına yüklemez. İnsanlardan beklentisini yavaş yavaş azaltabilir. Bencilliğini kırma yolunda bir adım atmış olur. Bencilliğin zıddı sencilliktir. Başka bir adı da diğerkâmlıktır. Kişinin kendi çıkarlarını değil, başkalarının çıkarlarını ön planda tutması; başkalarının isteklerini kendi isteklerinin önüne geçirmesidir diğerkâmlık. Kişide bencilliğin kaybolması ve sencilliğin yerleşmesi kolay olmayabilir. Pes etmeden ahlâk halini alana kadar mücadele edilmelidir.
Sencilliği ahlâk haline getirmiş kişiler, öncelikle kendi değerlerinin farkındadırlar. Kendilerini severler. Bununla birlikte insanlara saygı gösterir, değer verirler. Kim olursa olsun, kendilerinden önce başkalarının ihtiyaçlarını gidermek için çabalarlar. Örneğin ayakkabıya ihtiyacı varsa, kendinden önce yanındakine ayakkabı alır, kendinden önce başkalarını düşünürler. Yiyecekleri tek bir ekmek varsa paylaşmaz, hepsini verirler. Cömerttirler. İnsanlarla sıcak ve samimi ilişki kurarlar. Sencillik ahlâkına sahip kişiler çevrelerinde sevilen, sayılan kişilerdir. Hiçbir maddî çıkar gözetmeksizin önce insanların ihtiyaçlarına cevap veren kişi, hiç şüphesiz büyük ahlâk sahibidir. Çünkü tek derdi Allah’ın rızasını kazanmaktır. “Din, güzel ahlâktır.” (İhya, 3/50) hadisi bunu en güzel şekilde açıklamaktadır. Allah’a iman etmeyen bir kişinin insanlarla ilişkilerinde daha ahlâklı olduğunu düşünenler, o kişilerin kendi çıkarları tehlikeye girince aynı davranışı sergileyip sergilemeyeceğine bakmalıdır. Gerçek anlamda güzel ahlâk İslamiyet’tedir.
Bir merdiven düşünelim: Birinci basamak müspet benlik sahibi olmak, kişinin kendini sevmesi, kendine değer vermesi; ikinci basamak insanları sevmek, bencillikten sıyrılmak; üçüncü basamak Allah’la olan ilişkilerde sencil olmak. Allah’a karşı sencil olmak nedir? Allah’ın isteklerini kendi isteklerimizden önde tutmak, Allah’ın istekleri karşısında kendi isteklerimizi sıfırlamak, O’nun istediklerini istemek, O’na teslim olmak ve O’nun verdiği her şeye razı olmaktır. Allah’la ilişkimizde sencilliğe ulaşmak, insanlara karşı sencil olmaktan geçmektedir. Dünyada kişisel, sosyal huzur ve düzen için; ahiret saadeti için bu psikoloji içinde olmalı ve sencilliği ahlâk haline getirmeliyiz.
İnsanlara karşı sencil olmayı sadece maddî olarak değerlendirmemek gerekir. Kendimiz için istediklerimizi başkaları için de istemek, insanlara dua etmek, iyi dilek ve temennide bulunmak da sencillik sayılabilir. Başkaları için yapılan duaların ne kadar önemli olduğu hadislerde de belirtilmiştir: “Müslüman bir kul, yanında olmayan kardeşi için dua ederse, melek ‘Onun için istediğinin aynısı sana da verilsin!’ der.” (Müslim, Zikir, 86.)
“Sizden biri, kendisi için sevdiğini (istediğini, arzu ettiğini, din) kardeşi için de sevmedikçe (istemedikçe, arzu etmedikçe) gerçek îmâna eremez.” [Buhârî, Îmân 6; Müslim, Îmân 71 (45); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 60 (3517); Nesâî, Îmân 19 (3, 115); İbni Mâce, Mukaddime 9 (66).] hadis-i şerifiyle de diğerkâmlığın gerçek iman için ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. Beden hastalığı olan ama bunu fark edemeyen kişinin doktora gitmeyeceği gibi, kendinde bencillik veya diğer kötü ahlâklar bulunan kişiler de tedaviye ihtiyaç duymazlar. Ne zaman bir ağrı yaşarız, o zaman bir problem olduğunu anlayıp hastaneye gideriz. Manevi hastalıklarda hayatımızda bir problem olduğunu hissederiz ama neyden kaynaklandığını anlayamayız. Nefis hastalıkları beden hastalıklarından daha tehlikelidir. Günümüzde manevi bunalım içinde olan ama bunu fark etmeyen, manevi ameliyata ihtiyacı olan nice insan vardır. Bireysel ve toplumsal huzurumuz için güzeli, doğruyu öğütleyen dostlar edinmeli, kendimizi hesaba çekmeli, bir an önce içinde bulunduğumuz bunalım çukurundan kurtulmak için çaba göstermeliyiz.
Psikolojik Danışman Safinaz Çetin
Ruh Sağlığını Korumanın Şifreleri

Psikoloji, insanın ölçülebilen ve gözlenebilen davranışlarını inceler. Psikoloji bu yüzden ruh bilimi değildir, nefs bilimidir. Biz bugün galat-ı meşhur olarak kullanacağız. Ruh sağlığı, ruhsal hastalıklar, ruhsal bozukluklar diyerek söyleyeceğiz ama ruh bozulmaz, ruh hasta olmaz, başta bunun altını çizelim. Ruh Allah’tan üflenmiş bir nefestir. Allah “Ben insanı yarattım ve ona ruhumdan üfledim.” diyor. Yani özümüz Allah’tan, ilahi bir öz taşıyoruz, o öz bozulmaz, kirlenmez, hastalanmaz. Hastalanan şey nefstir. Osmanlı’da “ilmü’n-nefs” diye tercüme edilir. Doğru olan odur. Ruh sağlığının tanımı zor ama hastalığın tanımını yapmak daha kolaydır. “Şu belirtiler varsa, şu kadar süre devam ediyorsa yardım alınmalıdır.” diyoruz ve hastalığı tanımlıyoruz. Sağlık için de “Kişinin ruhsal ve zihinsel yönden sağlıklı ve dengede olmasıdır.” denebilir. Denge temel bir kavramdır.
Dengeden kastımız nedir? İfrat ve tefrit olayı mı?
Osmanlı’nın çok güzel bir sözü var. Diyor ki: “Haddini aşan zıddına inkılap eder.” Yani bir şey sınırını aştıysa tersine döner. Bunun için ruh sağlığı, kişinin kendiyle ve diğer insanlarla uyum ve denge içinde olmasıdır. Uyum dediğimizde de, mevcut şartlarda kendini ve ortamı doğru değerlendirip yapabileceklerinin en uygununu yapmak kastedilir. Çaba göstermek de ruh sağlığının temel göstergelerinden biridir. Yine ruh sağlığında sınır kavramı da çok önemli kavramdır. Sınırlarını bilmek. Yani yapabileceklerini ve yapamayacaklarını gerçekçi bir gözle değerlendirmek.
İlişkilerimizde özellikle aile ilişkilerimizde ruh sağlığının dengede olması için neler yapılabilir?
Öncelikle, beklentilerimizin gerçekçi olması lazım. Mutlu olmak istiyorsak, ruh sağlığımızı korumak istiyorsak, bazı beklentilerin karşılanmayacağını kabul edip gerçekçi bir noktada durmamız. Mesela hanımefendi diyor ki: “Eşim çok agresif, ilgisiz ya da sorumsuz. Sadece para vererek bütün sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor. İlgi istediğimizde de ‘Sizin için çalışıyorum, size para getiriyorum. Yetmez mi?’ diyor.”
Peki bunun çözümü nedir? “Beklentilerinizi tatlı dille anlattınız mı?” diyorum. “Anlattım, bir türlü anlamıyor.” diyor. “Bunun yolu evlilik terapistidir, çift terapisti almanız ve onun da sorumluluk alması gerekir.” diyorum. “Gelmiyor, asla gelmez.” diyor. O zaman diyorum ki: Bakın, böyle bir durumda, hani ya sev ya terket diye bir kavram var ya, öyle bir ayrıma geliyoruz. Yapılsın diye söylemiyorum ama bu adamı ya da bu kadını boşayabiliyor muyuz? Hayatımızdan çıkartabiliyor muyuz? Pek çok sebepten dolayı hayır. O zaman bunu böyle kabullenmek zorundayız. Eğer bunu hayatından çıkartmıyorsan, bu adam da değişimi reddediyorsa, bunu böyle kabul etmekten başka şansımız yok. Bununla yaşayacağız. Burda bir seçim yapıyoruz. “Ya bu olayı inisiyatifi alıp yönlendireceksin ya da bu diyardan gideceksin.” Yani birkaç seçeneğimiz var. Bir insan bize zarar veriyorsa ya da bizi kötü hissettiriyorsa hayatımızdan çıkarabiliyorsak çıkaracağız. Bu arkadaştır, komşudur, hayatından çıkarırsın, çok bir şey eksilmez. Ama ailede birinci dereceden yakınınsa çok iyi düşünürsün. Hayatından çıkarabiliyor musun? Hayatından çıkaramıyorsan o halde hayatını bununla sürdüreceksen, bunu böyle kabul etmen gerekiyor. “Mecbur muyum?” diyene, diyoruz ki: “Değilsin, seçeneklerin var. Ama sen bitirmeyi değil sürdürmeyi seçiyorsun. O halde seçiminden her gün şikayet etmek sağlıklı değil.” Toplum baskısı deyin, ekonomik problem deyin, sosyal etkiler deyin… Ne olursa olsun, bir sebeple ben orada kalıyorsam “Bunu nasıl idare edebilirim? Nasıl daha az beklentiyle ve daha sağlıklı yürütebilirim.” diye düşünmek lazım. Kendi gelişimimize odaklanacağız, kendimizi üretken bir şeylerle meşgul edeceğiz. Ve sosyal ilişkilerimizi güçlü tutacağız.
Ruh sağlığımızı etkileyen iç ve dış etkenler nelerdir?
Havalar etkiliyor, işyeri stresi etkiliyor, trafik etkiliyor. Okul, sınav baskısı, çeşitli hayat dönemleri, okula başlama, kreşe başlama, liseye geçme, üniversiteye geçme, evlenme, boşanma, çocuk sahibi olma… Hayatın çeşitli dönemlerinde yeterince duygusal anlamda desteklenmeme de sebeplerden biri. Kötü beslenme, hareket etmeme, vücut sağlığının, fiziksel sağlığın yerinde olmaması da duygu durumumuzu etkileyen şeylerden… Çünkü sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözü boşuna söylenmiş bir söz değil. Duygularımızın her birinin neredeyse hormonal karşılıkları var. Sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, ödüllendirilmiş ya da mutlu hissettiğimizde, kaygılandığımızda bir takım hormonlar/nörotransmitterlar salınıyor. İçimizdeki o hormonların salınımıyla ilgili bütün iç organlarımızın, beynimizin, böbrek üstü bezlerimizin, tiroidimizin vs. bunların sağlıklı çalışabilmesi için de sağlıklı bir vücuda sahip olmamız lazım. Mesela, kan değerlerimiz düştüğünde bile daha keyifsiz, halsiz, bitkin hissedebiliyoruz. Duygusal rahatsızlıklar, fiziksel rahatsızlıkları da tetikliyor. Aşırı üzüntüden oluşan mide rahatsızlıkları, cilt rahatsızlıkları, karaciğer, bazen kalp rahatsızlıkları, tansiyon vs. olabiliyor.

Ruh sağlığını korumanın yolları
Öncelikle devlet düzeyinde alınması gereken bazı tedbirler var. Devletin en büyük sorumluluklarından bir tanesi toplumun eğitimi. Toplumun bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi. Çocukların sağlıklı bir ortamda yetişmesi ve kişilik bozukluklarının gelişmemesi için, davranış bozukluklarının gelişmemesi için anne-baba eğitiminin yaygınlaştırılması şart. Ebeveyn eğitiminin her coğrafyada, her köşede olabildiğince ulaşılabilir hale gelmesi lazım. Çünkü en basit bir taşıtı kullanmak için bile birkaç aylık bir eğitim ve ehliyet alma süreci var. Ama dünyanın en kıymetli varlığı insan, eşrefi mahlukat; onu büyütmek için anne-babalık için hiçbir sertifikasyon yok, hiçbir bilgi yok. Biyolojik olarak çocuğumuz olabiliyor. Bu yeterli mi anne-babalık için? Dünyanın en kıymetli varlığı insan. Bunlar için anne-baba eğitimi şart. Devlet tarafından madde bağımlılığına, alkol bağımlılığına karşı bilinçlendirici eğitimler verilmeli. Bugün Yeşilay, halk sağlığını koruma amaçlı çok güzel çalışmalar yapıyor.
Okul rehberliğinin daha işlevsel hale gelmesi lazım. İnsan hayatının en fırtınalı dönemlerinden biri malum, ergenlik dönemi. Hem hormonal olarak hem sosyal kimlik edinme dönemi olarak, iyi bir rehberliğe ihtiyaç var. Rehberlik anlamında da hizmetlerin artması gerekiyor. Ruh sağlığımızı korumak için bireye düşen şeyler; en başta, sağlıklı bir zihnin sağlıklı bir vücutta olduğunu unutmayacağız. Türk toplumu olarak, özellikle de kadınlar olarak bedenimizi çok ihmal ediyoruz, etmeyelim. Hareket edelim, egzersiz yapalım. Hiçbir şey yapamıyorsak yürüyüş yapalım. Bedenimiz sağlıklı olmalı. Doğru beslenelim.
Hiçbir şey yapamıyorsanız anda kalın, şu an doğru ne yapabilirim, çıkıp bir yürüyüş yapabilirim ve sağlıklı beslenebilirim. Mutlu olmak için şeker ve işlenmiş gıdalarla beslenmeyelim. Bunlar insana en kolay haz veren ama uzun vadede mutsuz eden gıdalardır. Ruh sağlımız yerinde olsun diye kendimizi meşgul tutacağız. Kendimize sevdiğimiz ve üretken bir faaliyet alanı bulacağız. Ev içinde olur, ev dışında olur, bir şey üreteceğiz, boş durmayacağız. İki günü eşit olanın zararda olduğunu unutmayacağız.
İNSANI EN İYİ TANIYAN ONUN YARATICISIDIR.

Biz bu alana maneviyat psikolojisi diyoruz. Bundan kastımız şu, insanın bir Yaratıcısı ve insanın da bir kullanma kılavuzu var. Yaratan hepimizi en iyi bilendir. İnsanı tanımak ilgili binlerce yıldır çeşitli araştırmalar yapılmış, son yüzyılda ise konuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapılıyor. Ama biz biliyoruz ki insanı en iyi tanıyan onun Yaratıcısıdır. Bu Yaratıcının söylediklerine kulak vermeyen bir psikoloji bilimi kör ve topal kalır, asla amacına ulaşamaz. Hakikaten pozitivist ve modern bilimin, insanı tamamen kuşatamadığını da görüyoruz. Şöyle ki insanları anlamaya çalışırken kadim bilgilerden, eski kitaplardan, kültürlerden yararlanılıyor. Fakat insanın bir yaratılış kodu yani ruhu var. Allah diyor ki, insan eşref-i mahlukattır, yani yaratılmışların en şereflisidir. “Ben insanı yarattım ve ona ruhumdan üfledim” diye defalarca bize ayetlerle bildirmiş. Bizim özgüven, yani özüne güvenmek dediğimiz şeydeki özümüz, ruhumuzdur.
Ruh da Rab’dan gelen bir şey. İşte özümüz yani ruhumuz Rab’den geldiği için biraz Rabbi de tanımak, bilmek gerekiyor. Manevî değerleri ve bunun psikolojik etkilerini bilmek için önce yaratılıştan, insanın kaynağından başlıyoruz. İnsan etten, kemikten, sinirden bir varlık ama özü, manevî anlamda yüce bir değer içeriyor. İlk olarak ruhumuzun Allah ile irtibatını unutmayacağız. Evet dünyaya gönderildik ama bizler manevî yanı olan varlıklarız. Bunu göz ardı eden hiçbir tedavi başarılı olamıyor. Allah’la ilişkimizi düzeltmeden yeryüzündeki kullarla ve kendimizle olan ilişkimizi de düzeltemiyoruz. Hz. Ali’nin (ra) güzel bir sözü vardır, “Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir.” Maneviyat psikolojisi derken aslında kendimizi anlamaya çalışıyoruz ki Rabbimizi de bilelim ve anlayalım.
Peki insan kendini tanımaya nereden başlamalı?
İnsan ilişkileri içinde tanınır. Bir insanın sosyal hayatta farklı bir yüzünü görürsünüz, işinde veya bir sıkıntı, stres anında farklı yüzlerini görürsünüz. Onun için insanı insan yapan şey ilişkileridir diyebiliriz. Bir insanın hayatında dört temel ilişki kategorisi var. İnsanın Allah’la ilişkisi, kendiyle ilişkisi, diğer insanlarla ilişkisi ve eşyayla olan ilişkisi. Allah’la olan ilişkisi şu demek, kişi yaratılış sebebinden, vazifesinden ne kadar haberdar? İnsan bu dünyaya niye geldi? Aydınlanma Çağı filozoflarının ne dediğine baktığımızda, insan dünyayı imar etmek, cennete çevirmek yani burada mutlu olmak için geldi. Burada kafasına göre yaşayacak, kuralları kendi koyacak, herhangi bir Yaratıcıyı kabul etmeyecek. Yani diyorlar ki “Evet bu dünyayı yaratan bir Yaratıcı olabilir, biz bununla çok ilgilenmiyoruz, yaratsın kenara çekilsin, yeryüzünde nasıl yaşayacağımıza müdahale etmesin. Bizim kendi aklımız yeter, biz kendi aklımızla yeryüzündeki hayatımızı plânlayacağız.” Böyle bir yaklaşımdan hareketle, bir insanın mutlu olması mümkün değil. Zaten bu yaklaşımın sonu ‘hiç’ciliğe gidiyor. Yani yeryüzündeki hiçbir şeyin anlamının olmadığı, sonu intihara giden boşluk duygusu oluşturuyor.
Daha sonra maneviyatla ilgilenen insanlara bakıyoruz, 1960’lara doğru maneviyat psikolojisiyle devreye giriyor ve diyorlar ki, “İnsanın manevî bir boyutu var. Bir Yaratıcısı ve onunla olan bir ilişkisi var. Bunu koparmayın, koparırsanız o insanı anlayamazsınız.” Allah’la olan ilişkimiz yeryüzünde olan ilişkilerimizin temeli aslında. Allah’ı sürekli hatamızı kollayıp, bizi cezalandıracak bir varlık olarak mı hayal ediyoruz, yoksa çok seviyor ama çok uzak mı hissediyoruz. O’nunla konuşabiliyor muyuz? Dua ederken Allah’ım beni, evladımı koru, salih kullardan eyle gibi ezbere dualarımız olabilir ve kalbe inmeyebilir. İnsanın kalbi, içi yana yana, göz yaşı dökerek, hüzünlenerek ettiği dualar daha çok Allah’a ulaşır.
Mazlumun duasıyla Allah arasında perde yoktur diye geçer, mazlumun Müslüman olup olmaması da önemli değil. Gerçekten canı çok yanıyorsa Allah’ı Rab bilerek dua ederse, Allah o duayı kabul ediyor. “Allahım şuan bana Senden daha yakın kimse yok, beni Senden daha fazla sevecek, koruyacak, kuşatacak kimse de yok. Senden başka çare yok” diyerek, en yakınımız olarak bilip ettiğimiz dua kabul oluyor. Rabbiyle irtibat kuran, ilişkisi sağlam olan bir insan yeryüzündeki her türlü probleme dayanabilme, direnebilme gücünü buluyor. O yüzden kişinin ilk güçlendirilmesi gereken şeyi yönü manevî yönü, Rabbiyle ilişkisi. Bunu güçlendirebilen, sağlıklı kuran insan kendisiyle de sağlıklı bir ilişki kurabiliyor çünkü kendisinden habersiz olan bir insanın, psikolojik olarak çok sağlıklı olması mümkün değil. Rabbiyle ilişkisi yakınsa sıkıntılara düştüğü zaman teslim olup, tevekkül edebiliyorsa birçok psikolojik rahatsızlığı başlamadan yenmiş oluyor.

Rabbimizin bize verdiği bir kılavuz var demiştik Kur’ân-ı Kerim. Orada bize defaatle “Dünya hayatı bir imtihandır, O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır, mallarınız ve evlatlarınız sizin için imtihan vesilesidir.” der. Bu demektir ki dünyada ilişki kurduğumuz, ait olduğumuz ya da sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyle imtihan olabiliriz. Çocuklar imtihanlar için hep der ya “hoca çalışmadığım yerden sordu” diye, tabiri caizse Cenab-ı Hak da çalışmadığımız, çok iyi bilmediğimiz, zayıf, hassas olduğumuz yerden sorar ki o yanımız güçlensin, güçlendirebilelim. Kişi mala düşkünse, evladı ya da eşi konusunda çok hassassa onunla imtihan olabilir. Önemsediğimiz, sevdiğimiz şeyler Allah’la aramızda perde oluşturmaya başlamışsa Allah bizi onunla imtihan ediyor genellikle. Ya o şeyi elimizden alıyor veya sevgisini elimizden alıyor ya da arada çok pürüzler yaşatarak “asıl aradığın bu değil” demiş oluyor. Bunu fark ettiğimizde merkeze eşimizi, çocuğumuzu, sahip olduğumuz maddiyatı değil de Allah’ı ve onunla olan ilişkimizi aldığımızda problemin büyük kısmı halloluyor.
Maneviyat psikolojisi başımıza gelen sıkıntılarda göstereceğimiz tavrı da belirliyor aslında değil mi?
Evet. “Bu bir imtihandır, benim doğru davranıp davranmayacağımı sınamak için karşıma çıkmış bir fırsattır” diye bakarsak farklı yaklaşırız. “Niye bunlar hep beni buluyor, ben bunları hak edecek ne yaptım” dersek isyana doğru gideriz. Şimdi şundan emin olmamız lazım, Allah kuluna zulmetmez. Bizim çok canımız yanabilir, dayanmakta güçlük çekebiliriz. Ama Allah kuluna dayanabileceğinden fazla yük yüklemeyeceğini söylüyor. Bakara Suresinde bunun ayetlerini okuyoruz. Bu tür hadiseleri yaşarken zorlandığımızda bilmeliyiz ki “Allah kuluna zulmetmez. dayanabileceğinden fazla yük yüklemez, bunu yaşatıyorsa bir hikmeti vardır.” o an bunu anlayamayabiliriz “Ben bunu hak edecek ne yaptım Allah’ım?” diyebiliriz.
Engelli bir vatandaş böyle doğmayı hak edecek ne yaptı ya da daha bebekken annesi ve babasını kaybeden bir insan bunu hak edecek ne yaptı? Bu hak etmekle ilgili bir şey değil. Bu, bizim olgunlaşmak için hangi imtihana ihtiyacımız varsa, onun bize yaşatılmasıyla ilgili. Her insanın hayatta kişisel bir eğitim programı var. Bu eğitim programlarında bütün imtihanlar yazılı. Hiçbiri kazayla başımıza gelmiyor. Başımıza gelecekleri biz seçemiyoruz orası kader, ama cüz-i irademizle nasıl davranacağımızı seçiyoruz. Başımıza gelen şeye “Bu niye oldu, neden beni buldu, ben bunu hak etmedim.” diyip isyan mı edeceğiz, yoksa “ Allahım bunun bir hikmeti vardır, doğru davranacağım, sabredeceğim ve bunu anlamaya çalışacağım” mı diyeceğiz? Bunu anlamak zaman gerektiriyor. Bazen yıllar sonra anlarız başımıza gelen şeyin hikmetini. Keşke olsaydı diyip üzüldüğümüz şeylere, gün gelir olmadı diye seviniriz. İşte Allah’la ilişkimiz güçlü olduğu zaman, her başımıza gelenin hikmetini o an çözemesek bile bir güven duygusu oluşuyor, tevekkül güçleniyor. “Şuan anlayamıyorum ama Rabbimin bir bildiği vardır” deyip teslim olabildiğimizde ancak rahatlayabiliyoruz. O teslimiyet olduğunda bu bizim iç yani kendimizle olan iletişimimize yansıyor. Kendimize daha az kızıyoruz ve yargılıyoruz. Diyoruz ki, “Ben elimden geleni yaptım, elimden gelen de bu kadar.” Yani kul olarak acziyetimizle yüzleşiyoruz. Ben kimsenin Rabbi olamam, çocuklarımın eşimin de Rabbi olamam. Yani onları kayıtsız şartsız yönetemem, yönlendiremem. Aciz bir kul olarak elimden geleni yapacağım. Evet eşrefi mahlukatım ama nihayetinde gücümün sınırları var. Melek değiliz, bir nefsimiz var ve doğru, yani yaratılış kodlarımıza uygun davranırsak alâ-yi illiyyîne çıkabiliyoruz. İnsan ümitsiz olamayacak. Kendi iç iletişimi sağlam olacak. Bir şey yaptığımızda bazen bunu kendimizden bile saklarız. Savunma mekanizmaları geliştiririz, kendimizi savunmaya çalışırız.
İnsanın psikolojisini en çok toparlayan şey bir Sahibinin olduğunu bilmesidir.
Hata yaptıysak, hata yaptım deyip, Yaratıcıdan af dilemek ve Yaratıcıyla irtibatımızı koparmamak. Kişi bazen dinen hoş olmayan bir şey yapar ve namaz kılmak istemez, dua etmekten kaçınır. Allah’ın karşısına çıkmaya yüzü yok gibidir utanır, kaçınır. Bu duygunun aksine olarak üstüne üstüne gitmek gerekir. Çok hareketli, ödevini yapmayan çocuklar vardır ama öğretmeniyle ilişkisini koparmaz, ne yaparlarsa yapsınlar öğretmenleri onları çok sever hoş görür. Aynı bunun gibi Allah’ın bize olan merhameti çok çok büyük. Hata da yapsak, dönsek dolaşsak O’nun kapısı bize hep açık. Başka bir gezegene de gitsek O’nun mülkündeyiz irtibatı koparma şansımız yok. Biz terapilerde en çok bunun üzerinde duruyoruz. “Hatalı bir kul da olsam, Allah’ım Senden başka gideceğim bir kapı yok” deyip Yaratıcıyla irtibatımızı koparmamamız gerekiyor. İnsanın psikolojisini en çok toparlayan şey bir Sahibinin olduğunu ve O’nun kapısının hep açık olduğunu bilmesidir.
İnsanın hayatında dört temel ilişki kategorisi var demiştiniz, sıra insan ilişkileri ve eşyayla olan ilişkimize geldi?
İç iletişimimiz sağlıkla olunca, yaptığımız ve yapmadığımız şeylerin sorumluluğunu aldığımızda, Rabbimizle olan ilişkimiz de sağlam olduğunda, insanlarla olan ilişkilerimiz de düzeliyor. Çünkü daha şefkatli, merhametli yargılamayan bir insan oluyoruz. “Onun da böyle bir imtihanı var, kim bilir ne sıkıntı yaşadı” diyerek empati duygumuz ve merhametimiz gelişiyor. Böylelikle karşı tarafı daha iyi anlar, ilişki kurar hale geliyoruz. Daha sabırlı, tevekküllü oluyoruz. Eşyayla olan ilişki ise bunun sonrasında gelen bir şey. Eşyadan kastımız diğer mahlukat. Cansız varlıklara ve diğer canlı mahlukata karşı da ilişkimiz değişiyor. Kişi kendiyle barışık olduğunda odasına çiçek koymaya başlıyor, renkleri fark ediyor. Yolda gidip gelirken dağa taşa bakınca Allah’ın kudretini görmeye başlıyor. Sünnete uygun şekilde giyimine özen göstermeye başlıyor, mekanını düzenlerken oraya bir hat levhası ya da güzel bir manzara resmi koyuyor, görsel ve işitsel olarak etrafındaki estetik duygusu gelişiyor. Ama kendiyle barışık değilse, içinde kavga varsa, savaş varsa dış dünyası da karmakarışık olabiliyor. Hem odası, hem masası, hem çekmeceleri, hem de yaşadığı yer. Bu dört ilişki kategorisi toparlandığı zaman kişi büyük ölçüde toparlanıyor.
Manevî değerler insan psikolojisine başka nasıl tesir ediyor?
Dua ile ilgili pek çok araştırma var. Dua eden grupla etmeyen grup arasında karşılaştırmalar var. Mesela kanser hastalarında, dua eden ve etmeyen iki grup üzerinde araştırma yapılır. Dua eden grubun kan değerleri iyiye gider, iyileşebilecek olanlar varsa iyileşmesi hızlanır. İyileşemeyecek olanların ise acısı, sızısı azalır. Dua etmek, bir inanca sahip olmak kesinlikle hastalıkların çabuk iyileşmesini ve kişinin insan ilişkilerinde de daha sabırlı ve tahammüllü olmasını sağlıyor. Tabi ki burada sadece dinin ibadet boyutunu kast etmiyoruz. Evet dua Allah’la irtibat olduğu için önemli ama ibadetlerini düzgün yapıp merhametsiz bir kalbe sahip olan insanlar yok mu, var. Orada kural odaklı bir ibadet bilinci var. Emredilmiş yapacağım. Peki Allah’a karşı ne hissediyorum? Adını andığımda kalbim titriyor mu? Gökyüzüne, bulutlara baktığımda onun kudretini hissedebiliyor muyum? Bir ilişkim var mı yoksa korku odaklı mı sorumluluklarımı yerine getiriyorum? Bunu biraz sorgulamamız gerekiyor. Dinin ibadet bölümü tabi ki çok önemli bir şey. Ama duygu bölümü belki de çok daha önemli. İnancımız duygu olarak bize bir şey hissettirmiyorsa, bu bizim diğer ilişkilerimizi de toparlayamıyor.
Maneviyat psikolojisiyle ilgili olarak son olarak
İnsan hata yapar. Hiç günah işlemesek yeryüzündeki imtihan sırrı ortadan kalkar, melekler gibi olurduk. Mü’min altın gibidir. Çamura düşen bir altın, altınlığından bir şey kaybetmiyor. Sadece üstü biraz kirleniyor, yıkandığı zaman ise yine altın, bir tenekeye dönüşmüyor. Bir mümin de kendi değerinden emin olmalı bu manada. Allah’la ilişkisini hiç koparmamalı. Yıkandığı yani tövbe ettiği zaman pırıl pırıl olduğunu yine değerini koruyacağını unutmamak da fayda var diye düşünüyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin sabırla ilgili olarak çok sevdiğim bir ifadesi vardır. Allah herkese o güne yetecek kadar sabır kuvveti verir. Ama geçmişe hüzünlenmek, gelecek için kaygılanmak suretinde o sabrı tüketiriz diyordu. Bunu da terapilerde çok sık kullanırım. Allah hepimize o günün sabrını veriyor. Geçmişe üzülerek ya da gelecek için kaygılanarak bugünün sabrını tüketmeyin. Bugünün sabrını bugüne ayırarak ayakta kalmaya ve vazifelerinizi doğru yapmaya gayret edin, çalışın. Bu da hayat düsturlarından biridir benim için.


Postmodern dünya ve zihin haritamız | Türk Kahvesi
Ahlâkî Önermelerin Kaynağı Olarak Akıl

Analitik yaklaşımı merkeze almayan, “iyi ve kötü”yü, “iyiyi bulmak ve eylemek, kötüyü de bulmak ve ondan kaçınmak” gayesiyle araştıran normatif ahlâk ise ahlâkın temeli probleminin dâhil olduğu temel araştırma alanı olarak belirlenebilir. Çünkü ahlâk felsefesini; normatif ahlâk, meta ahlâk ve uygulamalı ahlâk şeklindeki üçlü yapı içerisinde değerlendirirsek bunlar arasında ahlâkın temeli sorusunu temel bir problem olarak inceleyen esas alan normatif ahlâk olmaktadır. Uygulamalı ahlâk daha ziyade, normatif ahlâk alanında araştırılan sorunlara üretilen cevaplar çerçevesinde pratikte vuku bulan hadiselere çözüm üretmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla teori ancak, pratikteki sonuçları veçhesiyle uygulamalı ahlâkın konusu olabilir, özetle, “ahlâkın temeli” sorununun bir “normatif ahlâk” problemi olduğunu öncelikle tespit etmiş olmak gereklidir.
“Ahlâkın Temeli” Probleminin Analizi
Ahlâkın temeli problemini söz konusu kılan esas şey, insanoğlunun ahlâkî yargılandır. Bu yargılar “Hırsızlık kötüdür.”, “Adalet iyidir.”, “Bu yaptığın kötüdür.” gibi insan iradesine müteallik meselelere ilişkin değer bildiren cümlelerdir. Bunların dışında ahlâkî ifadeler; taaccüp, soru, emir gibi farklı formlarda da bulunabilir: “Ama bu hiç adil değil!” “Yalan söyleme!”, Sözünde durmak lazımdır.” “Bu durumda doğruyu söylemek mi gerekir söylememek mi?” vb. Ancak bunlar önerme formunda olmasa da son tahlilde önerme formundaki temel yargılara dayanırlar. Söz gelimi “Ama bu hiç adil değil!” derken, “Adil olmamak kötüdür.”, “Yalan söyleme!” derken “Yalan söylemek kötüdür.” şeklindeki yargılara dayanılmakta; soru ifadesinde ise bu yargılardan birine dayanarak cevap verme söz konusu olmaktadır. Ahlâkın temeli sorununun konusu olan önermeler, işte bu ahlâkî/amelî önermelerdir?
Ahlâkın temeli problemi ise söz konusu ahlâkî/amelî önermelerin kaynağının ne olduğuna ilişkindir. Söz gelimi “Hırsızlık kötüdür.” derken,gerçeklikten haber verme anlamındaki, klasik mantıktaki haberi önermeler çerçevesinde değerlendirildiğinde ahlâkî ifadeleri önerme olarak kabul etmek hatalı olabilir. Burada kastedilen, ahlâkî ifadelerin önerme formundaki hâlleridir. “Yalan söylemek kötüdür.”, “Adalet iyidir,” şeklindeki ifadeleri, önerme formunda kabul etmek suretiyle yazı boyunca önerme olarak isimlendireceğiz. Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi esasında inşâî emir cümlesi formundaki “Yalan söylememeli.”, “Bunu yapmamalısın.” gibi ahlâkî ifadeleri de son tahlilde “Yalan söylemek kötüdür.”, “Bu yaptığın kötüdür.” şeklindeki önerme formunda değerlendirmek mümkün olacağından, bütün bunlara topluca “ahlâkî önermeler” diyeceğiz. Nitekim Aristoteles’in Top ika ‘da “ahlâkî önerme” olarak örneğini verdiği cümle bile esasında yargı değil sorudur: “Aralarında bir çatışma varsa, anne-babaya mı yoksa kanunlara mı itaat etmelidir?” Aristoteles, Topika, hırsızlığın kötü olduğuna dair yargımızın bize nereden geldiği sorusunu ifade etmektedir. Hırsızlığın kötü olduğunu tamamen kendi duygularımız sayesinde mi bilmekteyiz, yoksa aklımız mı bize bu önermeyi sağlamaktadır? Yahut kutsal kitaplar ya da sezgilerimiz mi bu bilgiyi bize vermektedir? Bir şeye iyi veya kötü dememizi sağlayan ölçütün kaynağı nedir? İşte bu sorular, ahlâkın temeli problemini oluşturan sorulardır.
Ancak bu zikredilen önerme türlerinde dikkat çeken bir husus vardır ki bu, önermelerin hepsinin de aynı tarzda olmayışıdır. Mesela benim gün içindeki ahlâki yargılarım “Yalan söylemek kötüdür.” gibi tümel olmaktan ziyade; “Filanca kişi yalancıdır.” yahut “Ne kadar ahlâksız bir adam.” “Cimrinin teki.” gibi tekillere ilişkin yargılardır. Şu hâlde ahlâkın kaynağını sorarken acaba “Yalan söylemenin kötü olduğunu nereden biliyorum?” sorusu mu, yoksa “Şu adamın cimri yahut kötü ahlâklı olduğu yargımın kaynağı nedir?” sorusu mu kastedilmektedir? Burada, ahlâkî yargıların/önermelerin iki temel türde olduğu ve ahlâkın temeli meselesini bu iki zeminde de çözecek şekilde cevaplamak gerektiği hususu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilk türdeki yargılara “tümel” ikinci türdeki yargılara ise “tekil” yargılar/önermeler diyebiliriz. Basit görünen bu ayırımı yapmamızın sebebi şudur: Elbette bu iki tür önerme arasındaki fark herkesin malumudur. Ancak mesele, kaynaklık probleminin bu iki katmanının da farkında olmakta yatmaktadır. Çünkü gündelik hayatta ahlâka dair kurulan önermelerin yüzde doksam tekil yargılardır. Hiç kimse, hırsızlığın yahut adaletsizliğin kötü olduğu önermesi hususunda tartışmaz; ancak, filanca kişinin tavrının adaletsiz olup olmadığı konusunda insanlar arasında inanılmaz görüş ayrılıkları doğabilir. Dolayısıyla bunu bir alt kademe olarak tanımlarsak, ahlâkın temeli meselesinin “sorun” hâline geldiği asıl kademenin bu olduğunu söylemek lazımdır. Şu hâlde, kaynaklık araştırmasında iki aşamalı bir soruşturma yapıldığı da söylenebilir. Esas çatışmanın yaşandığı ve gündelik hayatımızda daha fazla yer eden tekil önermelerle işe başlanabilir.
“Sen kötü bir insansın.” cümlesini ele alalım. Bu yargıda bulunabilmek için öncelikle duyuma ihtiyaç olduğu açıktır. Çünkü bir kişi için böyle bir yargıda bulunabilmek ancak, öncelikle o kişinin fiillerine şahit olmakla söz konusu olabilir. Şu durumda ortada, şahit olunmuş bazı fiiller söz konusudur. Diyelim ki bunlar, bu insanın dedikodu yapması, haset kaynaklı bazı eylemler gerçekleştirmesi, insanları manipüle etmesi, elindeki gücü kullanarak insanları yapmak istemedikleri şeylere zorlaması vs. gibi muh-telif eylemler silsilesi olsun. Bütün bu eylemleri gerçekleştiren bir insana “kötü” diyebilmem için öncelikle, bütün bu eylemlerin kötü olduğuna dair i üst bir yargıya sahip olmam gerekir. Yahut kötülüğe dair bir tanıma ihtiyacım vardır. Dolayısıyla benim öncelikle zihnimde “Dedikodu yapmak kötüdür”, “Kıskançlık kötüdür” gibi daha genel yargılara sahip olmam gereklidir ki bu da yukarıda tümel olarak tanımlanan türde önermelerdir. Şu durumda kaynaklık meselesini, tekil yargılar düzleminde çözebilmek için de öncelikle söz konusu tümel yargıların kaynağının bulunması gereklidir. Tekillere ilişkin yargı için tümel ilke ve duyumun yeterli olup olmadığı ise bir sonraki adımda araştırılabilir. O hâlde ahlâkın temeli sorununu şöyle sormak mümkündür: “Dedikodunun kötü olduğuna dair yargıya nereden varıyorum?” ya da soruyu, ahlâkın evrenselliği-yerelliği problemini bir kenara bırakarak daha da büyütelim, “İnsanlık, dedikodunun kötü bir şey olduğu yargısını nereden elde etti?
Haz ve Fayda
öncelikle ahlâkın temelinin haz veya fayda olduğu şeklindeki hedonist ve utilitaryan cevapları dikkate alalım. Bu iki cevapta da eksik olduğu düşünülebilecek husus şu olsa gerektir ki bir şeyin, haz vereceği yahut en fazla sayıda insana en fazla faydayı getireceği gibi bir düşünce bizi iyi ve kötüyü belirlemeye götürüyorsa burada ahlâkın kaynağının haz veya fayda değil; haz veya faydayı belirleyen yeti olması gerekmektedir. Yani burada haz veya fayda kaynaktan ziyade bir ölçüt olarak ortaya çıkmaktadır. Bir şeyin haz getirip getirmeyeceğine dair değerlendirme yapan yahut en fazla sayıda insana, en çok faydayı getirip getirmeyeceğini tartan hazzın yahut faydanın kendisi değil; akıl veya duygu gibi asıl kararı veren yetidir. Burada söz konusu yeti, hazzın en iyi olduğuna yahut faydanın esas gaye olduğuna dair bir yargıda bulunmuştur ve bu yargı nedeniyle hazzı veya faydayı ölçüt olarak kullanmaktadır. Kaynaklık meselesinde esas peşine düşülen şey, ahlâki yargının kaynağı ise burada haz veya faydanın gerekli cevabı sağlamadığını söylemek mümkün görünmektedir. Haz yahut fayda ile ilgili olarak bir başka husus, ahlâk felsefesinde olgu-değer (is-ought) problemi olarak bilinen meseledir. Olgudan değerin çıkmayacağı, yani bir şeyin haz verdiğine yahut faydalı olduğuna dair olgusal değerlendirmeden, o şeyin eylenmesi gereken şey olduğuna dair normatif bir yargının çıkmayacağı iddiası bu problemin temelinde yer almaktadır. Tek başına hazzın veya faydanın böyle bir normatif kanaati doğuramayacağı, bunu yapabilmek için yine akıl gibi bir karar yetisinin yargısına ihtiyaç duyulduğu düşünülebilir. Bu nedenle olgu-değer problemi bakımından da hedonist ve utilitaryan cevapların, ahlâkın kaynağı meselesini tatmin edici ölçüde cevaplamadıklarını söylemek mümkün görünmektedir.
Sezgi
İyi olanın insan tarafindan herhangi bir vasıta olmaksızın kavranıverdiği, hatta George Edward Moore’un meşhur örneğiyle, insanın sarı rengi algılaması gibi algılanıverdiği iddiasını taşıyan sezgi cevabı da ahlâkın kaynağı sorununa bir izah getirme iddiası taşımaktadır. Ancak hem insanlar arasındaki ahlâkî yargı farklılıklarım izah edemiyor oluşu hem de bizatihi sezgi kavramının muğlaklığı, sezgiyi bir cevaptan ziyade yeni bir soru olarak ortaya getirmekten başka bir işe yaramıyor görünmektedir. Söz konusu ahlâkî sezgi nasıl bir şeydir, nasıl ve ne zaman oluşur, yaşla, çevreyle, akılla vs. bir ilgisi var mıdır, gibi sayısız soru işaretini barındırmaktadır. Bu nedenle sezgi cevabının da bir cevaptan çok; cevaptan kaçma gibi göründüğü, tatmin edici bir açıklama sunmadığını söylemek daha uygun görünmektedir.
Ahlâkın kaynağı olarak vicdana işaret etmek, ilk bakışta açıklayıcı görünse de vicdanın ne olduğu sorusu karşısında tam bir muammaya dönüşmektedir. Çünkü vicdan, kültürel bakımdan bir anlam taşısa da felsefi olarak sorgulandığında, mahiyeti hususunda pek de fikir verici görünmeyen bir kavramdır. Felsefi olarak vicdan nasıl izah edilmektedir? Bu bir yeti midir, duygu mudur, sezgi midir, akli tazammunları var mıdır? Yeri nefs midir, beyin midir; tahayyüle mi akla mı bağlıdır? Doğuştan her insanda var mıdır, zamanla mı gelişir, herkeste aynı mıdır? Bu ve bunun gibi pek çok soru cevapsız kaldığı müddetçe vicdan kavramı ilk bakışta tatmin edici, hatta romantik, fakat felsefi bakımdan yetersiz görünmeye devam edecektir. Ahlâkın kaynağının vicdan olduğunu ortaya koyan felsefi bir yaklaşımın ilk işi, vicdan kavramının mahiyetini açıldığa kavuşturmak olmalıdır. Ancak böyle bir girişim, söz konusu cevabı gerçek bir “cevap” yapacaktır. Ne yazık ki felsefe tarihinde böyle bir girişimin varlığından söz etmek şimdilik mümkün görünmemektedir.
Duygu/İnsan Tabiatı
Felsefe tarihinde ahlâkın kaynağı olarak kendisine işaret edilenlerden biri olan duygu, bilhassa David Hume tarafindan etraflıca işlenmiştir. Hume’a göre ahlâkî kötü dediğimiz şey, duyduğumuz iğrenme ve beğenmeme hâlinden başka bir şey değildir. İyi ise yine duygusal olarak söz konusu şeyi onaylamamızdan ibarettir. Bu beğenme ve beğenmemede akim herhangi bir rolü yoktur. Hume’unki dışında kalan duygucu teoriler ise hınç, korku, kaygı, iktidar arzusu gibi tek bir duyguyu öne çıkarmakta ve insanın ahlâkî yargılarını yönlendiren şeyin bu temel duygusu olduğunu ileri sürmektedir. Duygucu teorilerde eksik kaldığı düşünülebilecek en önemli husus, bugün neredeyse her insan tarafindan “erdem” olarak nitelenebilecek olan pek çok davranış biçimini açıklamakta yetersiz kalmasıdır. Erdemleri “beğeni” ve “tiksinme” merkezinde temellendirmek, bunun gibi duygularla pek de bağlantılı görünmeyen pek çok erdemi izahsız bırakmaktadır. Yahut ahlâkı korku, kaygı, hmç gibi tek bir duyguya indirgeyen izahlar, hiçbir şekilde korkuyla izah edilemez duran ahlâkî yargılarımız karşısında yetersiz görünmektedir. Ayrıca bu teoriler, insanın sadece kötü tarafını ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla esasında insan tabiatına ilişkin bir ön kabulden diremektedirler. Bu nedenle duygu cevabını, tek başına duygu kavramından ziyade, “insan tabiatı” kavramı çerçevesinde de ele alma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır ki bu da konunun alanının felsefeden taşıp, empirik bilimlere doğru uzandığım göstermektedir.
Mesele insan tabiatı olarak ifade edildiğinde, soruyu şöyle revize etmek mümkün görünmektedir: “İnsanda, ahlâkî yargılara varmasını sağlayan, doğuştan bir “ahlâk duygusu” var mıdır?” Bu soruya cevap verebilmek için, henüz hem harici etkenlerle büyük oranda karşılaşmamış hem de akli yetileri olgunluk düzeyine ulaşmamış bireyler üzerinde bir gözlem yapılması zaruri görünmektedir. Nitekim tam da bunun yapıldığını, bir yaşından küçük olan bebekler üzerinde bazı testlerin uygulandığım görmekteyiz. En son Yale Üniversitesi Infant Cognition Center’da, Karen Wynn ve Paul Bloom tarafından yapılan deneysel bir çalışmada, bir yaşından küçük bebeklere bir kukla şovu izletildiği, bu şovda iyi ve kötü davranış sergileyen iki kuklanın davranışlarından bir kesit sunulduğu görülmektedir. Şov sonunda bebeklerin eline bir oyuncak verilmekte ve ellerindeki bu oyuncağı, iki kukladan birine vermeleri istenmektedir. Neticede bebeklerin yüzde sekseni ellerindeki oyuncağı, şovda iyi karakter olarak yer alan kuklaya uzatmaktadırlar. Üç aylık bebeklerde ise bu oranın yüzde seksen yediye çıktığı görülmüştür. Bu çalışma elbette ki bazı şeyleri göstermektedir. Fakat asıl husus şudur ki bu araştırmanın yapıldığı alan felsefe değil psikolojidir. Dolayısıyla burası, felsefenin değil, psikoloji, kognitif bilimler gibi disiplinlerin söz söyleyebileceği bir alandır. Felsefe ancak, bu alanların sunduğu veriler üzerinden bazı düşüncelerin temellendirilmesiyle uğraşabilir. Nitekim ahlâkın, sosyalleşme çabasıyla süreç içinde evrilen insanda, başka bir ifadeyle sosyal içgüdülerden kaynaklanarak ortaya çıktığı şeklindeki evrimci ahlâkın iddiaları gibi daha pek çok iddia da ancak bilimsel çalışmalar üzerinden hakkıyla değerlendirilebilecektir.
Toplum
Ahlâkî normları belirleyenin toplum olduğu, dolayısıyla ahlâkî olanın toplumdan topluma değişebileceği de felsefe tarihinde dile getirilmiş görüşlerden biridir. Farklı toplumlarda farklı ahlâkî davranışların benimsendiği olgusu da genelde, bu görüşe destek sadedinde verilen örneklerden biridir. Peki, bu hakikaten toplumun tek başına ahlâkın kaynağı olduğu anlamına gelir mi?
Farklı toplumlarda farklı şekillerde tanımlanmış erdemlerin varlığı, ahlâkın kaynağının toplum olduğunu göstermek için yeterli güce sahip değildir. Çünkü bu, toplumun bazı normlarda ittifak ettiğini gösterse de “ahlâken doğru” olanı toplumun belirlediği anlamına gelmemektedir. Burada, toplumun belirleyici ve yaptırım uygulayıcı müeyyide gücü ile ahlâkî doğrulan keşfedip insanlığa sunmasını karıştırmamak gerekmektedir. Ayaca ahlâkın kaynağım toplum olarak belirlemek açıkça, “izafi bir ahlâkı da meşrulaştırmayı zorunlu kılacaktır. Böyle bir neticeyi arzu etmeyen teorilerin, toplumu bir cevap olarak kabul etmemesi gerektiği açıktır. Aksi takdirde “ahlâksız toplum” yahut “ahlâkı kendine norm hâline getirmiş toplum” şeklindeki bir ifade de anlamım yitirecektir. Toplumları ahlâkî veçheden değerlendirmeye imkân verecek üst bir kaynak olduğu böylece reddedilmiş olacaktır. Böyle bir neticeyi arzu etmeyenler için toplumun işlevi sadece, birey için ahlâkî olana dair yargılarda etki sahibi olmasından ibarettir. Ancak bu, ahlâkî olanı toplumun belirlediği anlamına gelmemekte, sadece toplumun, söz konusu bireyi ahlâklı-ahlâksız diye yargılarken kullandığı ölçütleri bu kişiye dayattığı anlamına gelmektedir. Buna göre ahlâksız aile, ahlâksız çevre ve toplum mümkün kavramlardır ki vakıada gözlemlenenin de buna daha uygun olduğu kanaatindeyiz.
Tecrübe-Meşhûrât
Ahlâkın kaynağı olarak teklif edilenler arasında, bizce en kuvvetli görünen adaylardan biri de tecrübe-meşhûrât olarak ifade edebileceğimiz insani tecrübedir. Buna göre ahlâkî yargılar, insanların tecrübeleri neticesinde varılmış kanaatlerdir. Söz gelimi insanlık, hırsızlığın uzun ve kısa vadedeki olumsuz sonuçlarım tecrübe etmek suretiyle hırsızlığın kötü olduğu normuna ulaşmıştır. Bu iddia, son derece makul görünmekle birlikte, izah gücü açısından bazı eksiklikler taşıyor gibidir, örnek üzerinden devam edersek insanlık, eğer hırsızlığın diğer insanlara zarar verdiği gözlemi üzerinden hırsızlığın kötü olduğu kanaatine varıyorsa burada, tek başına tecrübenin kaynak olduğunu söylemek hatalıdır. Çünkü burada önermeyi kurmayı sağlayan esas şey, “zarar getiren şeyin kötü olduğu” şeklindeki yargıdır. Dolayısıyla kaynak sorgulaması ilk olarak bu yargı için yapılmalıdır. Bu durumda da “faydanın iyi, zararın kötü olduğu” şeklindeki bir ölçüte ulaşılmaktadır ki o zaman, ahlâkın kaynağının fayda olduğunu iddia edenlere yöneltilebilecek eleştiri yine gündeme gelecektir. Kısaca burada söylenmeye çalışılan şey, tek başına tecrübenin değil, bazı yargılara dair tecrübenin birikmesinin söz konusu olduğu ve bu nedenle de tecrübeden ziyade söz konusu yargıların kaynağının sorgulanması gerektiğidir.
Bu durumda bizatihi tecrübenin kaynak olmasından ziyade, insan aklının vardığı yargıların zamanla pekişmesi ve pratik hayatta da tekrar tekrar gözlenerek bir tecrübe, ortak kanaat hâline gelmesi söz konusu olabilir. O hâlde tecrübeyi bir anlamda insan aklının birikimi olarak yahut insan aklının pekiştirdiği neticeler olarak görmek gereklidir. Buna göre hırsızlığın kötü olduğunu insanoğlu tarihsel tecrübesinden öğrenmemiştir; insanoğlunun akli yargısı hırsızlığa dair gözlemiyle birlikte zamanla pekişerek standart bir kanaat hâlini almıştır. Bugün elbette her bir insan, hırsızlığın kötülüğünü sil baştan yeniden akletmek durumunda değildir. Değerleri her gün her bireyde yeniden keşfetmek diye bir şey zaten söz konusu olamaz. İşte tecrübenin ve bunun neticesi olarak ailenin ve toplumun işlevi de burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü aile ve toplum, değerlere ilişkin tecrübeyi hazır şekilde insana sunar. İnsanın, aklıyla bunların doğruluğunu sınayarak devralıyor olması daha makul görünmektedir.

Tanrı/ Vahiy/Din
Ahlâkı, Tanrının gönderdiği vahiy/din yoluyla öğrendiğimiz, dolayısıyla iyi ve kötüyü belirleyenin ilahi kaynak olduğu şeklindeki iddia da ahlâkın kaynağı problemine verilmiş cevaplardan biridir. Tanrı’nın iyi ve kötü olarak nitelediği şeyin norm oluşu fikrine karşı olarak da olgu-değer problemi dile getirilmiş; Tanrı’nın herhangi bir şeyi iyi olarak belirtmiş olduğu olgusundan zorunlu olarak normun çıkmayacağı ifade edilmiştir. Olgu-değer problemi- ©m haz veya fayda açısından düşünüldüğünde geçerli olabileceğini; ancak Tanrı söz konusu olduğunda farklı bir niteliğe büründüğünü söylemek teklidir. Çünkü din, haz veya fayda gibi bir şey değil; olgusal ifadeleri bizatihi norm taşıyan, özü itibarıyla böyle bir zorunluluğu beraberinde getiren bir şeydir. Tanrı’nın varlığı bir iman meselesi olduğu için, “Tanrı vardır” önermesi kabul edildikten sonraki alt önermeler de -ki din kaynaklı ahlâki önermeleri tam da buna örnek verebiliriz- artık birer iman meselesi hâline gelmişlerdir. Dolayısıyla din kaynaklı ahlâkî önermelerdeki zorunluluk, söz konusu iman ile sağlanmış olur. Haz ve faydada bulunan boşluğun burada bulunmadığını söylemek gereklidir. Bu nedenle olgu-değer probleminin, din kaynaklı ahlâk için geçerli bir itirazı sağlamadığını düşünmekteyiz. Ancak bu dinin, ahlâkın kaynağı olması gerektiği anlamına da gelmemektedir.
Dinin, ahlâkî davranışlar hususunda ciddi bir motivasyon sağladığı su götürmez bir gerçektir. Ancak insanoğlunun ahlâkî iyi ve kötüyü dinden öğrendiği iddiası bambaşka bir meseledir. Ahlâkın İlahî vahiyden öğrenildiği iddiasının, dindarlara son derece sempatik görünse de temellendirilmesi zor bir iddia olduğunu söylemek gereklidir. Felsefe tarihinde Platon un Eu- tüfrân problemi olarak bilinen, İslam kelamında ise hüsün-kubuh meselesi olarak tartışılmış olan, bir şeyin Tanrı dilediği için mi iyi olduğu yoksa o şey bizatihi iyi olduğu için mi Tanrı tarafından dilenmiş olduğu şeklindeki problem, din kaynaklı ahlâk meselesinin kalbinde yer almaktadır. Bu sorunun cevabı hususunda ikinci gruba yakın olanlar, ahlâkın da din kaynaklı olmaktan ziyade akıl kaynaklı olduğu tercihinde bulunacaklardır. Ancak din ve akıl arasında orta yol sağlayabilecek; aklın Tanrı tarafından insanlara verilmiş bir ahlâk kaynağı olduğu şeklindeki cevap da meseleyi büyük oranda hallediyor görünmektedir. Akıl temelinde bir cevap önerecek olan bizim kanaatimizin de bu yönde olduğunu belirtmemiz gereklidir.

Ahlâkî Önermelerin Kaynağı Olarak Akıl
Yukarıdaki incelemede, insan tabiatında doğuştan bulunan bir ahlâkî duygunun olabileceği, ancak bu konuda söz söyleyebilecek alanın felsefe olmadığı itiraf edilmişti. Bunun yanında insani tecrübenin de birikimsel ola- fak taşıdığı bilgilerin, insanın ahlâkî kararlarındaki etkisine dikkat çekildi. Buna bağlı olarak toplumun ve dinî kaynakların normların uygulanması hususunda bir katkısı olduğu da belirtildi. Ancak iyinin ve kötünün kararına varılan o ilk noktada esas belirleyici kaynağın ne olduğu düşünüldüğünde eğer insan tabiatına yüzde yüz bir belirleyicilik verilmemişse hâlâ bir cevap sunulmamış olduğu görülmektedir. İşte bu noktada insan aklının, söz konusu kaynak olduğunu ileri sürmek bizce mümkün ve makul görünmektedir. Çünkü insanın tamamen tabiatına dayanarak yahut duyguları yoluyla ahlâkî ilkeleri elde ettiğini düşünmek eksiktir ve akli gelişimle birlikte ahlâkî yargıların da olgunlaştığını gözlemlemek mümkündür. İnsan tabiatının yahut başka bir deyişle duygunun, aidi gelişim öncesi safhasında zayıf da olsa bir işlevi olduğunu, bir içgüdü gibi işlev gördüğünü tespit etmek akla daha uygun görünmektedir. Ancak “olması gereken”!, yani ahlken doğru olanı şüphesiz bir biçimde verenin akıl olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle akim kesinlikle ahlâkın kaynağı olarak değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Aklın ahlâkın kaynağı oluşu, ilahı vahiy veya toplumsal yargılar olmasa da insanın kesinlikle aldatmanın, hilenin, yalanın kötü bir şey olduğunu bulacağı anlamına gelmektedir. İnsan aklı, bir eylemin kısa ve uzun vadeli sonuçlarını düşünebilme yetisine sahiptir ve bu düşünme süreci, beraberinde bîr norm doğurur. Bu düşünme sürecinin ilkesi ise bizce salt fayda yahut haz değildir, dolayısıyla bunlar ahlâkın kaynağı olamaz. Uzun vadeli düşünüldüğünde fayda yahut haz getirmeyen ama yine de ahlâkî olduğu için eylenen pek çok eylem olabilir. Haz yahut fayda ancak motivasyo- mı sağlamak anlamında bir katkı yapabilir ki dinlerdeki ceza ve mükâfat meselesinin tamamen insan tabiatına dair bu olguya dayandığı da düşünülebilir. Ancak ceza ve mükâfat motivasyonu olmayan, herhangi bir dine inanmayan bireylerde de ahlâkın var olması, işte tam da akıl sebebiyledir. Motivasyonları az olabilir, bu bir vakıadır, ancak kendini kontrol edebilen bilinçli ateist yahut agnostiklerde bu durum ahlâksızlığa zorunlu olarak yol açmamaktadır.
Bu noktada asıl mesele, aklın ahlâkî yargıları nasıl elde ettiği, nasıl bir süreç neticesinde ahlâkî yargılara vardığıdır. Bir anlamda ahlâk söz konusu olduğunda aldın aşamaları nedir, sorusudur. Bunu cevaplamak için, ne tür ahlâkî yargılarda bulunduğumuz meselesine geri dönmek gereklidir. Başta, yargılarımızın tümel ve tekil olarak ikiye ayrıldığı tespit edilmişti. Yani “Hırsızlık kötüdür.” yargısı ve “Bu yaptığın hırsızlıktır.” yahut “Sen kötü bir insansın.” yargılan gibi önermelerin iki temel türde olduğu belirtilmişti. İkinci tür yargının ise birinciye bağlı olduğu, en azından ilke olarak ilkine ihtiyaç duyduğu da ifade edilmişti. O hâlde bu tümel yargıyı nasıl edindiğimizi inceleyelim. Acaba, yalanın yahut hırsızlığın kötü olduğu sonucuna akılla nasıl varılmakta, hangi düşünce aşamaları geçilmektedir? Mesela şöyle bir örnek düşünelim: Vakıada böyle bir şey olmasa bile teoride, herhangi bir toplumsal tecrübe yaşamaksızın, her şeyden soyutlanmış hâlde yaşayan bir insan, adaletsizliğin kötü olduğunu tek başına bulabilir mi? öncesinde böyle bir tecrübesi olmadığı yahut toplum kendisine böyle bir tecrübeye dair bilgi aktarmadığı hâlde bu yargıya ulaşabilir mi? Aklın bu gücü taşıdığım düşünüyorum. O hâlde bunun, Aristotelesçi bir akıl anlayışı bakımından düşünülürse teorik akıl kaynaklı bir bilgi olduğunu söylemek gereklidir. Teorik akıl ile kastedilen, yine Aristotelesçi bir tanımla, “başka türlü olamayan, ilkesi tek türlü olan” şeylere ilişkin düşünen akıldır. Yani iradi, iradeye bağlı olarak değişen şeyleri akleden değil, metafizik yapan akıldır. Dolayısıyla “Dedikodu kötüdür.” yahut “İftira kötüdür.’ şeklindeki ilkesel bilgilerin teorik akılla elde edildiği neticesine ulaşmaktayız.
Fakat bütün ahlâki yargılar tümel ilkelere dair yargılardan ibaret değildir, tekil yargılar da bulunmaktadır, hatta ahlâka ilişkin yargılarımızın çoğu böyledir. Aynı örnekten devam edersek “Bu söylediğin dedikodudur.” yahut “Bu dediğin şey kötüdür, çünkü dedikodudur.” şeklindeki tekil bir yargıyı düşünelim. Burada sadece ilkesel olarak dedikodunun kötü olduğunu bilmek yetmez; “bu söylenen” tekil şeye dair bir bilgiye de ihtiyaç duyulur ki bu da duyum bilgisidir. Bazen her şey duyuma açık şekilde gerçekleşmez; tecrübe yahut tahayyül gibi diğer kaynaklara da ihtiyaç duyulabilir. Bazen ise bunlardan alınabilecek bilgileri toplum veya ailede hazır bularak oradan kullanma söz konusu olabilir. Velhasıl tekil yargıda akli ilkenin yanında duyum, tecrübe/meşhûrât, ortak akıl ve tahayyül gibi diğer bilgi kaynaklarım da kullanmak gerekebilir, nihayetinde ise yargıya varılır. Bunu yaparken bir tür hızlı, saniyelik bir kıyas kurduğumuzu düşünebiliriz. Büyük öncülümüz teorik akıl kaynaklı ilkemiz, küçük öncülümüz ise tekil duruma ilişkin duyum, tecrübe yahut tahayyülümüz, sonuç da eylemimiz olacaktır. Buna göre biz anlık kıyaslar kurarak kararlar verir, eylemlerde bulunuruz.
Ahlâkî hatalarımız da bir anlamda, söz konusu kıyaslan kurarken yapımız mantık hataları yahut da düşünme eksikliğinden, hatta tabir i caizse düşünmeyi sevmememizden kaynaklanmaktadır. Bazen de düşünmek için yeterli vakit bulamadan yargıda bulunmamız gerekir. Eylem anlıktır ve bazen neyin ahlâki olduğunu düşünecek vakti yahut akli dinginliği bulamayız. Yahut toplum, çevre veya aile kaynaklı herhangi bir normu, akıl süzgecinden geçirmeden hazır bulup hızlıca kullanırız. Bu da ahlâkî yargıda, aklın gerektirdiği şekilde hüküm vermeyerek hata yapmamıza yol açmaktadır. Esasında bunun çok sık olan bir durum olduğunu, tekil yargılar arasındaki ihtilafın büyük oranda bu tür hatalardan kaynaklandığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle yapılması gereken, fazla düşünüp taşınmaksızın kendimizden iyi eylemlerin sâdır olmasını sağlamaktır ki bu da ancak iyi huylan meleke edinmek yoluyla olur. Klasik felsefedeki ahlâk tanımı düşünüldüğünde -ki bu tanım, erdemli fiillerin düşünüp taşınmadan meydana gelebilecek bir melekeye dönüşmüş olması durumunu ancak ahlâk olarak nitelemektedir- nasıl da isabetli bir yorumda bulunulduğu görülmektedir. Şu durumda tümel bilgi düzeyinde teorik akılda temellenen ahlâk, gündelik bilgiye dönüşürken uygulama alanı bulabilmek için duyum, tahayyül, tecrübe, toplum, aile gibi diğer kaynaklardan beslenmektedir. Ancak hepsi de akıl süzgecinden geçirilmek suretiyle eyleme dönüştüğünde “doğru ahlâk” elde edilebilecektir. Fakat bu noktada, sadece akıl kaynaklı olan bir ahlâkî yargılar bütününün sınırlarının nasıl olacağı sorulmalıdır.

Yalnızca Akıl Kaynaklı Ahlâkî Önermelerin Sınırları
Bu araştırmayı, şu soruyla daha belirgin hâle getirmek mümkündür: “Yalnızca aklı temel alan bir yaklaşım, üstün bir çevre ahlâkı yahut bir diğerkâmlık ahlâkı doğurur mu?” Sadece akıl kaynaklı bir ahlâkın; fedakârlık, merhamet, özveri, kendini feda gibi, insanlığın geneli tarafından erdem kabul edilen değerleri sağlamada tek başına yeterli olması şüpheli görünmektedir. Bu tür erdemlerin “iyi” olduğu hususunda akıl kaynaklı bir onayın söz konusu olacağı düşünülebilse de bunların, “adaletin iyi olduğu” yahut “haksız yere insan öldürmenin kötü olduğu” gibi temel yargılara benzer şekilde akıldan sâdır olabileceği pek de muhtemel görünmemektedir. Bu da aklın tek başına ahlâki yargıları verirken hiyerarşik bir düzende önermelere ulaştığı şeklinde bir sonucu doğuracaktır. Buna göre, akıl yoluyla elde edilen ilk ahlâkî önermeler, zorunlu ve asgari olan erdemlerdir. Söz gelimi adalet, iffet, cömertlik gibi klasik kaynaklarda da temel erdemler olarak zikredilen erdemler böyledir. Ancak fedakârlık, merhamet, diğerkâmlık gibi bir üst seviyede nitelenebilecek erdemlerin, akıl tarafından zorunlu olarak insana verildiğini söylemek zor görünmektedir. Bunu bir başka ifadeyle şöylece söyleyebiliriz: Akıl, bir insanı haksızlık yapmakla suçlamanın, merhametli yahut fedakâr olmamakla suçlamakla aynı olmadığını söylemektedir. Merhametli olmamanın suç olduğunu insana şiddetle hissettirmek suretiyle verecek şey, ancak bir duygu yahut felsefi veya dinî bir inanç/kabul olabilir.
Bu durumu izah için feminist ahlâktan yardım alınabilir. Feminist ahlâk anlayışına göre mevcut ahlâkî söylemler, erkek tabiatım merkeze almaktadır. Buna göre erkek tabiatı akıl-adalet eksenindedir ve hakkını ver- me-hakkını alma merkezinde erdemler üretmektedir. Hatta bunun, insan tahakkümünü meşru kılmaya, doğa tahribatım felsefi açıdan makul göstermeye varana kadar pek çok sonucu olduğu iddia edilmiştir. Feminist ahlâkçılara göre kadın ise akıldan ziyade duygu varlığıdır ve bakım, merhamet, fedakârlık gibi değerleri öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla hak etme-hak vermeyle sınırlı kalmayan, daha geniş bir erdem alanı çizmektedir. Feminist ahlâkın kadın-erkek tabiatı üzerinden yaptığı bu ayrımı, cinsiyetleri işe karıştırmaksızın akıl eksenli yaklaşım ve diğer yaklaşımlar üzerinden okumayı teklif edebiliriz. Şöyle ki erkek tabiatıyla ifade edilen aslında, kadın olsun erkek olsun fark etmeksizin, akıl temelli ahlâk olarak düşünülebilir. Sadece akıl temelli bir ahlâk, adalet merkezli, hak temelli bir anlayış sunacaktır. Bunun, haksızlık etmemek ve hakkım almak merkezinde, asgari ve zorunlu olan, olmazsa olmaz sınırında bir ahlâk olacağı ortadadır. Dolayısıyla salt akıl temelli bir ahlâkın esasında asgari ve zorunlu olan çerçevesinde bir ahlâk sunacağım söyleyebiliriz. Fakat üst bir ahlâk diyebileceğimiz diğerkâmlık, fedakârlık gibi üst değerlerin, akılla onaylanmakla birlikte ancak ya duygulardan ya da aklı besleyen dinî-felsefı sistemlerden edinilebilecek bir motivasyonla elde edilebileceği düşünülebilir.
Dinî-felsefi sistemlerden beslenme hususu ise şöyle izah edilebilir: Söz gelimi “Bir yanağıına vurana öteki yanağım çevir!” şeklindeki öğreti salt akıl kaynağından beslenen yahut hak etme-alma zemininde temellenmiş ahlâkı benimseyen bir insanın norm olarak kabul edeceği bir kural olarak görünmemektedir. Bir başka ifadeyle insanoğlunun, yalnızca aklıyla böyle bir anlayışa ulaşması son derece zordur. Bu ancak, -Hristiyanlıkta görüldüğü üzere- dinin insana verebileceği ahlâkî bir önermedir. Bunun yanında feminist ahlâk, bakım ahlâkı (çare ethics) gibi anne-çocuk ilişkisini evrenselleştiren türde bir yaklaşımı insana sunabilir. Bunun ahlâken son derece zenginleştirici olabileceği düşünülebilir. Çünkü -feminist ahlâkın söylemlerinden birisi olarak hatırlanabilir ki- insanlar arası ilişki sadece eşitler arası bir ilişki değildir; hoca-öğrenci, işveren-işçi, abla-kardeş vs. ilişki tarzları hak verme-hak alma sımandan çok daha geniş beklentiler taşıyan türde ilişkilerdir. Dolayısıyla bunlar arasında hakka dayalı bir ilişki elbette asgari olarak beklenen, aklen zorunlu olarak umulması gerekendir; ancak bunun ötesinde bir ahlâk için sadece akıl bekleneni veremeyebilir. En azından zorunlu olarak aldın bunu sağlaması söz konusu değildir. Dolayısıyla burada yine din yahut feminist ahlâk gibi felsefi bir öğreti insan için perspektif sunacaktır. Bir başka örnek olarak postmodern ahlâkî yaklaşım, diyalog temelinde, “muhataba saygı” vurgusu yaparak bir katkıda bulunabilir. Varoluşçu ahlâk, Tanrısız ve ilkesiz olan insanın yalnızlığında temellendirdiği sorumluluk duygusunu vurgulamak suretiyle insandaki sorumluluk ahlâkım arttırabilir.
Uygulamalı ahlâk anlayışları bakımından da aklın kaynaklık işlevi farklı nitelikler gösterebilir. Mesela salt akıl yoluyla elde edilebilecek bir meslek ahlâkı düşünülebilse de bunun, üstün bir çevre ahlâkı doğuracağı şüpheyle karşılanabilir. Deontolojik ahlâk yahut çevre ahlâkına dair söylemler bunu insan için sağlayabilir. Din ise tekbaşına bütün bunlar hususunda bir bilinç verebilir. Dinlerin örnek şahsiyet üzerinden, gerek uygulamak ahlâk gerek normatif ahlâk alanında çok zengin bir perspektif sunması beklenebilir. Aristotelesçi modem erdem ahlâkının da yine erdemli şahsiyet vurgusu üzerinden böyle bir motivasyon ve bilinç sunması söz konusu olabilir. Akıl zemininde temellenen ahlâka yönelik olarak muhtelif eleştiriler ileri sürülebilir. Bunlardan bazılarım öngörerek cevaplamak mümkündür. Mesela şöyle bir eleştiri dile getirilebilir: “Akıl kaynaklı bir ahlâk, bireye büyük bir belirleyicilik verdiği için ve akıl kaynaklı tümel ahlâkî ilkeler babandaki ortaklık, bireyler düzeyindeki tekil kararlara inmeye başladıktan sonra bireysel değerlendirmeler eunuv —aşırı rölativizme düşme tehlikesiyle karşılaşmaz mı?” Bu, haklı bir eleştiri- dir; ancak bunun kaçınılmaz olduğunu da itiraf etmek gereklidir. Çünkü tikeller âlemini kurallarla kuşatmak mümkün değildir. Her tekil durumu önceden tahmin edip buna göre kurallar koymak, insanoğlunun gücü dâhilinde olmadığı gibi, dinlerin bile böyle bir iddia taşımadığı görülmektedir. Nitekim din adamlarına halk tarafından yöneltilen, spesifik meselelere dair sonu gelmez sorular da bunun bir göstergesi gibidir. Mesela İslam için düşünüldüğünde, sorunun mevzusuna ilişkin bir sahabe uygulaması, örnek hadise yoksa karar -en azından tümel ilkelerden tekil yargıya ulaşmak-, ellerimize bırakılmıştır ve insanların ahlâkî ve hatta dinî husustaki tahakkümü kavgası da bu noktada başlamaktadır. Bu, kaçınılmaz bir şey olarak insanoğlunun alnına yazılmış gibidir.
Burada insanları birbirinden farklı kılacak, ahlâkî olanı olmayandan ayıracak temel şey ancak, erdemli, yani erdemi karakter olarak yerleştirmiş bireyler olup olmamaktır denebilir. Dinî bir ifadeyle söylenirse bu, herkesin bir müçtehit olması gibidir. Erdemli karakterdeki bireyin, tekil durumlara bulduğu çözümler de o oranda erdendi olacaktır. Bunun başka bir yolu yahut kontrol mekanizması görünmemektedir. Nitekim modem dönemdeki Aristotelesçi erdem ahlâkının iddiası da tam budur. Erdem ahlâkçıları, ahlâk ilminin gayesinin maksim bulmak değil; erdendi birey yetiştirmek olduğunu öne sürmektedirler. Gaye olarak bunu belirlemek gerekliliği bizce de ortadadır. Zaten tam da bu nedenle, katı akılcılığın ancak asgari zorunlu ilkelere götürdüğünü, meseleyi daha deri taşımakta zorlandığım iddia ettik. Bu nedenle insanın hâlâ dine yahut diğer felsefi sistemlerden birini kabule ihtiyaç duyduğu da belirtilmiştir.
Prof. Dr. Ömer Türker
Modern Dünyada Bilgi

Bu, astın üstü yargılaması, bilgisizliğin bilgelik önüne engeller koyması,yanlışın hakikate üstün gelmesi, beşerî olanın İlâhi olanın yerini alması, yerin göğü yenmesi, bireyin kendisini herşeyin ölçüsü yapması ve tamamen kendi nisbî ve yanılabilir aklından çıkardığı yasaları evrene zorla benimsetmeye kalkışmasıdır. “Vay halinize sizin, kör klavuzlar!”denilmekte Incil’de; bugün gerçekten her yerde, sadece başka körleri yöneten ve eğer zamanında durdurulmazlarsa kaçınılmaz olarak onları da kendileriyle birlikte helak olacakları duruma doğru götüren körleri görmekteyiz!
Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
İslam Medeniyeti ve Modern Dünya

Geleceğin başarısı, şimdiki zamanın başarısına, ve şimdiki zamanın başarısı da geçmişin başarısına bağlıdır. Örneğin, yirminci yüzyılın bilimsel ve teknolojik başarılarından biri olarak insanın aya ve gerisi geri dünyaya olan destansı yolculuğunu al! Bu başarı elbette Amerikan uzay biliminin bir zaferidir. Ancak diğer milletlerden ve daha önceki dönemlerden bilim insanları, uzay biliminin gelişmesine 0 veya bu şekilde katkıda bulunmuşlardır. Modern uzay biliminin temelini atmaya yardımcı olmuşlardır. Yine modern uzay biliminin doğrudan selefinin Ortaçağ İslami gök bilimi olduğu pek bilinmemektedir. On ikinci yüzyıldan itibaren, Müslüman gök bilimciler Ptolemaik gezegen sistemini eleştirmeye başlamışlardır. Bu, gök bilimi tarihinde ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı.
İslam, gezegen bilimi üzerine modern tip araştırma merkezlerine dönüşen gök bilimsel gözlemevleriyle dikkat çekmiştir. Gerçekten de onlar, modern anlamda bilimsel araştırma kurumları olarak görülmelidirler. Grup araştırmasına vurgu yapılmış ve teorik araştırmalar gözlemlerle el ele gitmiştir. Bilimsel olarak konuşmak gerekirse, bu tür kurumların en gelişmişleri ve belki de en başarılıları İslami bilimsel kültürün iyi gelişmiş bir aşamaya ulaştığı iddiasını destekleyen gözlemeviydi. Gözlemevinin müdürü, Nasîrüddin Tüsî olarak bilinen,’dönemin önde gelen bilim insanlarından biri olmuştur. Hem öğretim hem de araştırma ile ilgilenmekteydi.
Endülüs, kültürel ihtişamda Batı’da rakipsizdi. Bilgi, zenginlik ve iktidarda Müslüman Doğu dışında hiçbir çağdaş rakibi yoktu. Fakat Endülüs’ün özel jeo-kültürel konumunun belirtilmesi gerekmektedir. Endülüs hem Batılı hem de Müslümandı. Coğrafi olarak o, hem Batı’nın hem de Müslüman Batı’nın bir parçasıydı. Kültürel olarak da hem Müslüman hem de Avrupalı olması, özellikle bugün Avrupalı bir ortamda Müslüman kimliğinin tartışmalı meseleleriyle ilgilenenlerin kafa yormasını hak eden bir noktadır.
Bununla birlikte, aynı zamanda Endülüs’ün vücudunun Avrupa’da yer almasına rağmen, düşünce ve ruhunun Arap Müslüman dünyasına daha yakın olduğunu söylemek de doğru olacaktır. Entelektüel, manevi ve kültürel olarak Endülüs, batıda İber Yarımadası’nın Atlantik kıyısından doğuda Çin sınırlarına uzanan geniş Müslüman dünyanın parçasıydı. Endülüs’ün İslam’a olan katkıları muazzamdı. Ancak Latin Batı’ya yaptığı katkılar da bulunmaktaydı.
Endülüs’ün insan uygarlığının gelişimine yaptığı önemli katkılardan biri matematik, doğa bilimi ve tıp alanındaydı. Endülüs’teki Arap-Müslüman bilimi birkaç yüzyıl boyunca gelişti. Onun örgütlü bir bilgi faaliyeti ve devlet destekli bir kurum olarak kökeni ile hızlı büyümesinin izi, Kurtuba’da kurulan Emevi halifeliğinin kurucusu olan III. Abdurrahman’ın (ö. 961) başlattığı onuncu yüzyılda bilimin himaye altına alınmasına kadar sürülebilir. Abdurrahman’ın oğlu II. el-Hakem (ö. 976), gayretli bir şekilde ilim ve bilimin bu saltanat geleneğine devam etti. III. Abdurrahman, Bağdat’ın kültürel ve bilimsel başarılarına dayanarak Endülüs’te yeni bir ilim kültürü kurmaya çalıştı.
İkincisi, İslam insana doğayı Allah’ın insanlara verdiği son kitabı olan Kur’an’da belirttiği yasalarına uygun bir biçimde kullanmayı öğretmektedir. Doğa, insana hizmet etmesi için yaratılmıştır, ancak bu insanın onu istediği gibi kullanmakta tamamen özgür olduğu anlamına gelmemektedir. Hazreti Muhammed’in bize hatırlattığı üzere, doğanın da hakları bulunmaktadır. Hayvanların ve bitkilerin de hakları vardır. İnsana gelince, Allah ona hem hak hem de yükümlülükler vermiştir. İnsanın doğayı kullanma hakkı vardır, ancak doğayı Allah’ın buyurduğu ahlaki ilkelere uygun bir biçimde kullanmaya dönük ahlaki bir yükümlülüğü de vardır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, insanın doğayı’korumak ve sürdürmeye yönelik ağır bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bugün, hem geleneksel hem de çağdaş olan İslami bir çevre ahlakı formüle etmek hususunda harikulade önemli bir ihtiyaç bulunmaktadır.
Müslümanlar geçmişte kendi bilimlerinden “İslami Bilim” olarak bahsetmemişlerdir. Zira, onların böyle yapmasını gerektirecek bir şey yoktu ortada. Onlar, yaptıkları bilimin İslam’ın onlardan geliştirmelerini istediği şey olduğunu biliyorlardı. Ayrıca, onlar bilimlerinin hakiki, evrensel bilim olduklarına ikna olmuşlardı. Dahası, en gelişmiş bilime sahiptiler ve hatta bilimin öncüleriydiler. Karşılarında kendi bilimlerine ve bu bilimin dünya görüşüne meydan okuyan kimse görmemekteydiler. Dolayısıyla, onlar kendi bilimlerini diğer çağdaşları olan bilimlerden ayırt etme ve İslami terimini kullanma ihtiyacı duymamışlardır. Diğer kültür ve dinlerin insanları onların bilimine öykünmeyi dileyenlerdi.
Sanatlara ilişkin kozmolojinin rolü şudur: tüm insan sanatları için bir prototip işlevi görecek şekilde, evreni ilahi sanat tasarımı görecek bir düşünceyi açıklamakta bize yardımcı olmak. Kozmolojik bilimlerle yakından alakalı olan şeyler, kozmolojik sanatlardır. Evren hem bilimin hem de sanatın kaynağıdır. Bütünlüğünde yüce bir sanat eseri olarak görüldüğünde, evren çeşitli sanatların mükemmel bir sentezini temsil etmektedir. Evren bir müzik bestesi, bir mimari başyapıt, Allah’ın kelamını içeren bir kitap, ilahi oyunun sergilendiği bir tiyatro, ya da dans sahnesi olarak görülebilir. İşte bu bağlamda, kozmolojik ilimlerden nasıl bahsetmişsek, çeşitli kozmolojik sanatlardan da bahsetmemiz mümkündür. Doğası ve misyonuna uygun bir biçimde, İslam bir din olarak, öncelikle indirilen Kur’an’a ilişkin sanatlarla ilgilenmektedir; bu sanatlar ister görsel ister işitsel olsun.
Kozmolojik bilimlerin öncelikli amacı evrendeki birliği ve böylece İlahi Birliğin yüce hakikatini ortaya koymaktır. Allah çokluk içerisinde birliği nasıl tasarlamış ve yaratmıştır, işte burada ilahi estetik gizemi yatmaktadır. Bu gizemin iç yüzünün derinliklerini araştırmamız gerekmektedir; böylece estetik ve sanatsal yaratıcılığa ilişkin geçerli ilkeler buradan çıkarabilir. Bizim insani estetiğimizi üzerine inşa etmemiz gereken şey, ilahi estetik ilkeleridir

İslam’ın en temel öğretisi, tevhit düşüncesidir. Her şeyden önce Allah’ın birliği gelir, ya da daha felsefi veya bilimsel bir ifade kullanmak gerekirse, İlahi İlkenin Birliği. O’nun birçok güzel ismi ve sıfatı vardır, ancak bunlar metafizik bir birlik tesis etmektedirler. İşte bu birlik, O’nun Güzelliği ve Haşmetinin kaynağıdır. Bir açıdan bakıldığında, ilahi güzellik çeşitli İlahi Nitelikler arasından bir ayrık niteliktir. Diğer açıdan bakıldığında ise, çeşitli İlahi Nitelikleri barındıran ya da kombine eden bir niteliktir. Bu metafizik hakikat kendisini, O’nun yarattığı evrende göstermektedir. O halde, evrenin güzelliğinin İlahi Güzelliği yansıtan evrenin bir niteliği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak aynı zamanda, evrenin güzelliğinin evrendeki çeşitli niteliklerin (bunların her biri İlahi Niteliğin bir yansımasıdır) bir kombinasyonuna da atıfta bulunduğunu da söyleyebiliriz. Örneğin, matematiksel güzellik evrenin güzelliğinin temel bir parçasıdır. Ancak, matematiksel güzelliğin kendisi, düzen, oran, denge, simetri, basitlik ve ahenk gibi niteliklerden teşkil olmaktadır.
İslami perspektifte, fiziksel güzelliğin kendisinden bağımsız bir varoluşu yoktur. Manevi ya da entelektüel bir güzelliğin, fiziksel şeylerde kendisini gösterdiği ya da yansıttığı daha yüksek bir güzellik türüdür, bu şey. Güzelliğin doğası gereği entelektüel olduğu görüşü, tabii ki geleneksel toplum ve medeniyetlerde yaygın bir biçimde kabul edilmekteydi. Ancak, bu görüşü modern bilim insanları arasında da savunan birkaç kişiye de rastlamaktayız. Tanınmış Britanyalı biyolog, Jacob Bronowski’nin görüşlerine burada yer verelim:
Coleridge güzelliği tanımlamaya çalışırken, her zaman döndüğü derin bir düşünce vardı: güzellik, çeşitlilikteki birliktir. Bilim, doğada bulunan, daha net ifade etmek gerekirse bizim tecrübemizdeki çeşitlilikteki birliği keşfetme arayışından başka bir şey değildir. Şiir, resim, diğer sanatlar da Coleridge’in ifadesiyle çeşitlilikteki birliğe dönük aynı arayıştır. Güzelliğin “çeşitlilikteki birlik” olarak tanımlanması, İslam’daki tevhide dayanan estetik anlayışı ile tam bir uyum içerisindedir. Benzer şekilde, estetik takdirin sanat ve bilimlerin ortak bir amacını teşkil ettiği düşüncesi de bilginin birliğine dair İslami teoriyle ahenk içerisindedir. Ancak, modern dünyada, daha önce belirttiğimiz üzere, güzelliğe dair bu görüşler bilim insanları ve sanatçılar arasında yalnızca bir azınlık tarafından benimsenmektedir.
Modern zamanlarda, insan toplumları her yerde bilim ve teknoloji şekilleri geliştirmektedir. Bu, büyük oranda mahiyeti itibariyle nicelikseldir ki bu da niteliksel boyutun pahasına bu şekildedir. Bu tarz bir bilimsel ve teknolojik kültürde, sanatın kaybetmekten başka şansı yoktur; zira bilimin ve teknolojinin dünya ve insan hayatını niceliksel boyutları ile ilgilenmeleri onların doğası gereğidir. Bizim toplumsal yaşamımızda niceliksel bilim ve teknolojinin baskınlığı perspektifinden bakıldığında, toplumda hüküm sürecek zihin yapısı; nicelik farkındalığının sanatların gelişiminde çok mühim olan estetik farkındalık da dahil olmak üzere bütün diğer farkındalık türlerini gölgelemesi ya da sindirmesini barındıran bir zihin yapısı olacaktır.
Ana akım ampirik felsefesinin şekillendirdiği haliyle modern bilimin sadece ölçülebilir ve nicellendirilebilir şeyleri incelemekle ilgilendiği noktasında şüphe bulunmamaktadır. Nicel çalışma yöntemleriyle bilinemeyen ya da tasdik edilemeyen herhangi bir şey önemsiz, alakasız ya da bilimsel olmayan bir şey olarak kabul edilecektir. Modern bilim sıkı sıkıya niceliksel araştırma yöntemlerine bağlı olduğundan, zorunlu olarak indirgemeci hale gelmiştir. Modern bilimin elinde, fiziksel olmayan gerçeklik, onun ölçülebilir ve nicelendirilebilir boyutlarına indirgenmiştir. Bu felsefi ve bilimsel indirgemeciliğin net sonucu, evrenimizin, doğal dünyamızın ve aynı zamanda ruhumuzun da fakirleşmesidir. Bizim insan çevremiz de, niceliksel bakımdan, aynı süreçte fakirlemiştir; her ne kadar niceliksel olarak değerlendirildiğinde, modern teknoloji ve kitle ürünleriyle büyük ölçüde zenginleştirilmiş olsa dahi.
Güzelliğin iyi bir örneği olduğu, nitelik gibi gelensek bir fıkrin; dışlayıcı bir biçimde nicelik farkındalığı ve nicel araştırma ruhu ile ululanan bir toplumda değeri ya hiç yoktur ya da çok azdır. Böyle bir toplumda, estetik ruhu telkin etmekte ve toplumsal skalada bu ruhun erdemlerini beslemekte başarılı olmaya dönük umutlu olamayız; her ne kadar, böyle bir toplumda ara sıra estetik duyusu güçlü olan bazı bireyler ortaya çıkabilse dahi. En hakiki mahiyetiyle, güzellik ölçülemez ve nicelendirilemez bir şeydir. Güzellik, bir zamanlar kendisini fiziksel nesnelerde gösteren ancak gerçekliği onları aşan manevi ve entelektüel bir nitelikti. İslami görüşte din ve bilim birlikteliğinin anlaşılmasındaki esas tevhit düşüncesidir. İslam tarihi, bu düşüncenin pek çok bilim dalında ilerlemeyi teşvik eden rolüne tanıklık etmiştir. Bu kadar önemli bir düşüncenin günümüz Müslüman bilim insanlarının çoğunluğu tarafından yeterince anlaşılmaması büyük talihsizliktir. Aynı zamanda, İslami araştırmalarda pek çok mezunun, İslam medeniyeti tarihinde tevhit ile bilim arasındaki sıkı bağı yeterince kavramamış olduğu gerçeği aynı derecede üzücüdür.
Günümüz Müslümanları içerisinde bulunduğu bu sıkıntılı durum düzeltilmelidir. Tevhidin doğru bir şekilde anlaşılması, bilimsel fikirlerin ve diğer bilim alanlarında ilerleme kat edilmesi ancak bu anlayışın modern bir dilde öğrencilerimize ve genç kuşak bilim insanlarına sunulması ile sağlanabilir. Özellikle günümüz Müslümanları, geçmişte Müslüman akademisyenlerin ve bilim insanlarının, sağlıklı ve dengeli bir bilim kültürü yaratma noktasında bilimsel düşünce ve araştırmalarına tevhit ilkesini nasıl uyguladığını bilmeli, geçmişten gerekli dersleri çıkartmalıdır.

İslami bilim, dinin tam merkezinde bulunan tek tanrı inancı veya tevhit anlayışının Öğretileri sayesinde on yedinci yüzyıla kadar uzun yıllar boyunca dünyadaki en yaratıcı ve en gelişmiş bilim olmak için gelişimini sürdürmüştür. Tarihinin en iyi zamanlarında İslami bilim, başarısını İslam Hukuku’nun veya Şeriat’ın temel öğretilerinden beslenmesine ve bu öğretilerin rehberliğine borçludur. Tevhit ve Şeriat, İslam dininin dünyaya kazandırdığı bilimsel ve teknolojik ilerlemenin iki itici gücü idi. Tevhit (birlik) evrensel bir düşünce olduğu sürece, İslam medeniyetleri dışında da İslam’a inananları kolayca bulabiliriz. Batı’da Sir Isaac Newton ve Einstein, hakikatin birliği fikrinden esinlenen felsefi ve bilimsel düşünceye ve araştırmalara sahip bilim insanlarının iyi birer örneğidir. Birçok kişinin zihnindeki olumsuz imajı dikkate alındığında Şeriat, İslam’da bilimsel ve teknolojik ilerlemenin bir kaynağı olduğu iddiası oldukça gülünç gelebilir ama modern bilim bu iddiayı destekler niteliktedir. İslami bilim dünyasının ünlü isimlerinden David King ve George Saliba tarafından yapılan çalışmalar, özellikle astronomi alanında, uygulama odaklı bilimsel araştırmalara öncülük etme konusunda Şeriat’ın yaratıcı rolü olduğuna dair yeterince kanıt sunmaktadır. Bu çalışmalar aynı zamanda din ile bilimin yöntem ve ahlak zemininde birleştiğini de göstermektedir.
20.yüzyılın önde gelen filozof-bilim adamı, Albert Einstein, “Dinsiz bilim topal, bilimsiz din kördür.” sözünü dile getirmiştir. Einstein’ın din-bilim birlikteliğinin altını çizen bu ünlü sözünün bilgece olduğunu belirtmek gerekir. Dinin ve bilimin tam olarak birbirine ihtiyacı olduğunu söylemek bile bir bilgelik göstergesidir. Hikmet sahibi insanlar Allah yolunda ve insanlık uğruna din ile bilimi bir bütün olarak kabul ederler. Einstein’dan alıntı yaptığımız sözler kendi sözleri olabilir, fakat bu sözlerin aktarmaya çalıştığı bilgelik kesinlikle ona ait değildir. Felsefe tarihini iyi bilenler, bu düşüncenin uzun yıllar boyunca var olduğunu kolaylıkla söyleyebilirler. Einstein’dan önce çeşitli kültür ve medeniyetlerdeki birçok bilge insan bu konu hakkındaki görüşlerini beyan etmiştir. Bilhassa Batı’da Plato ve Aristoteles, Uzakdoğu’da Lao-tze, İslam’da İbn Sînâ ve Ortaçağ Avrupası’nda Galileo Galilei’den yirminci yüzyılda Hint Müslüman filozof-şair Muhammed İkbal’e kadar tüm filozoflar ve düşünürler benzer düşünceleri tekrar etmiştir. Son yıllarda Einstein’la beraber, farklı tonlarda ve farklı entelektüel tarzlarda olmasına rağmen, bu düşünürlerin sözleri hâlâ zihinlerimizdedir.

Eğer İslam’ın medeniyet kimliğini tek bir kelimeyle ifade etmek gerekirse, 0 kelime ümmet-i vasat ya da “orta ümmet” olacaktır. Orta yolu izleme deyimi edebi anlamını bir yana koyarsak, doğası gereği evrenseldir. Edebi açıdan, vasat kelimesi İslam dünyasının coğrafi olarak orta yerini işaret etmektedir. Öte yandan, insan inanışlarına, düşün dünyasına ve davranışsal kalıplara yani insan kültürü ve medeniyetine uygulanabilir bir mana taşımaktadır. Orta yolu izleme düşüncesi beşeriyette fiiliyata geçtiği zaman, toplumsal denge, eşitlik ve adalet getirecektir.
İslami devlet yönetim şekli ve medeniyetinde yer alan bilimsel kültürün evrenselliği ve akılcılığı, önceki kısımda bahsedilen İngiliz bilim adamı John Bernal gibi birçok Batılı araştırmacıyı etkilemiştir. İslam’da bilim kısmını haksız bir şekilde kısa bir değerlendirmeye tâbi tutmasına rağmen, insanlık bilim tarihini dört cilde sığdıran ve bilim tarihinin en başarılı metinlerinden biri olarak lanse edilen eserinde Bernal şunları söylemiştir: “İslami bilimsel çalışmalar üzerine okudukça, ancak modern bilimde karşılaşabildiğimiz akılcı yaklaşım karşısında insan hayrete düşüyor.” Daha genel olarak, modern zamanlarda İslam’ın evrensel entelektüel kültürüne karşı bir takdir mevcuttur. Bu takdiri gösterenlerden biri, İslami edebiyat, Farsça ve İslami bilim tarihi gibi alanlarda verimli bir isim olan Alessandro Bausani’dir. Evrensellik özelliğinin farkında olarak, Bausani İslami entelektüel kültürün Batı kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğu iddiasında bulunmuştur.
Topluluk bir bütün medeniyet ya da onun büyük bir kısmı olduğu vakit, bu “kolektif hata”, “medeniyetin hatası” konumuna terfi etmektedir. Batı düşünce tarihinde, medeniyet hatası şeklinde çeşitli büyüklükte hatalar işlenmiştir. Örneğin, modern seküler Batı’nın doğusu kısmen büyük bir hata üzerine inşa edilmiştir: kolektif insan aklının, bilgiye ulaşmasında, anlamlı bir hayat sürmesinde ve medeniyet inşasında ona rehberlik etmesi için ilahi vahye ihtiyaç duymadığı inancı. Bu kolektif hata, modern Batı medeniyetinin kurucu esaslarından biri olarak benimsendiğinde, medeniyet hatasına dönüşmüştür.
İslam bu tarz kolektif hataları oldukça ciddiye almaktadır. Kur’an’ın ilk suresinde, Kur’an sırat-ı müstakime ulaştırması için insanlığa Allah’a dua etmeyi öğretmektedir. Bu surede, sırat-ı müstakim “sapkınlığa düşmemiş” kimselerin yolu olarak karakterize edilmektedir. Kur’an’ın bir diğer kısmında, sırat-ı müstakim, Allah’ın birliğine, sadece Allah’a iman etmek olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, sırat-ı müstakim tevhidin yoludur. İnsan kimliğinde düşünmenin merkezî konumu dikkate alındığında, doğru ya da ortodoks düşünme sırat-ı müstakimin temel bir bileşenini oluşturmalıdır. Vahiy ve akıl yürütmenin iyi düzenlenmiş ve ahenkli ilişkisinin tesis edildiği biçim olarak düşünmede ortodoksluğu sağlarken, İslam aynı zamanda düşünmede sapmaya düşmemeye de dikkat çekmektedir. İlahi vahiyden tamamen bağımsız bir bilgi yolu ve düşünme yolunu takip etmek, o halde, tevhidin sırat-ı müstakiminden büyük bir sapma olacaktır. Böyle bir sapkın düşünme kültürüne gömülmüş bir müşterek akıl, İslami bakış açılarına göre düşünmede sapmaya düşmüş olarak görülür.

Hazreti Peygamber’e göre iki işlevsel grup, topluluk üzerindeki etki ve nüfuzları bakımında geri kalan grupların üstünde yer almaktadır. Bunlar ulema ve emirlerdir. Topluluğun sağlık durumu ve yaşamının kalitesi, en çok bu iki grubun düşünce ve eylemlerine dayanmaktadır. Dolayısıyla, bu iki grup ümmetin kimliğini korumak ve sürdürmek hususunda en çok sorumlu olan kimselerden oluşmaktadır. Ulema öncelikle bilgi ve entelektüel güç meseleleriyle meşgul olduğundan ve emirler de siyasal güç ve liderlik hususlarıyla ilgilendiklerinden; şimdi bu iki grubun topluluktaki ilgili rolleri ve işlevlerine denk düşen ümmet kimliğinin boyutlarını ele alacağız. Yani, ulema ile ilişkilendirilen boyut öncelikle epistemolojik boyut olacakken, emirler için bu liderlik ve takipçilik boyutu olacaktır. Hazreti Muhammed hem bireyler için hem de ümmet için en iyi rol modeldir, zira hem evrenin hem de ümmetin mükemmel bir insanıdır (mikro-evreni). En mükemmel insandır ve sünneti aracılığıyla o, ümmetin bir kimsede en ideal şekli ve tezahürü ile vücut buluşudur.30 Dolayısıyla, ümmetin kimliği Hazreti Muhammed’in rol modelliğinin filizlendiği Hazreti Muhammed gerçeğinden ayrılamaz. Böylece, İslam ümmetini “ilahi tevhidin ikiz ilkesi ve Hazreti Muhammed gerçekliği üzerine inşa edilen bir bilgi topluluğu” olarak tanımlayabiliriz.
Tevhit epistemolojisi veya bir bilgi vizyonu tüm hakiki insan bilgisinin nihayetinde, her şey İlahi Kökenine ontolojik olarak bağlı oldukları için, Allah’ın birliğiyle ilişkili olması gerektiğine yönelik görüşü onaylamaktadır. Ne yazık ki, bugün Müslümanlar, beraberinde örnek teşkil eden düşünce kültürünü getiren tevhit epistemolojisinin tümüne sahip değillerdir. Bu değerli epistemolojinin perdelenmesi, Müslümanların düşünce biçimlerinde, geleneksel entelektüel İslam kültüründe kökeni bulunan normlardan yaygın bir şekilde sapmaların bir sonucudur. Ancak ve ancak Tevhit epistemolojisinde örneklendiği şekliyle, geçerli bir epistemolojik düzenin restorasyonu ile Müslüman toplumlarında sağlıklı bir düşünme ve bilgi kültürünün yeniden filizlenmesi ve gelişmesi garanti altına alınabilir. Ki Müslüman toplumların ümmet kimliğinin bütünlüğü ve sürdürebilirliği en çok bunlara dayanmaktadır. Şüphe yok ki, modern Batı’nın tüm dikkatini verdiği rasyonel bilgi kültürünün kökeni, klasik İslam kültüründe bulunmaktadır. Ancak yine de, hem ruh hem şekil itibariyle, modern bilgi kültürü İslam’ın entelektüel geleneğinden birçok bakımından ayrılmıştır.
Belirli bir medeniyetin bilgi kültürünün o medeniyet için merkezî olmasından mütevellit, bilgi kültürü o medeniyetin kalbi olarak görülebilir. Bu durum İslam medeniyeti örneğinde özellikle doğrudur; zira İslam bir bilgi dini olmayı iddia etmektedir. Bir bilgi kültürü birçok elementi barındırır ki bunların en temeli epistemolojidir. Herhangi bir bilgi kültürünün en temel elementi onun epistemolojisidir, ki bu o kültürün bilgi vizyonu olarak da ifade edilebilir. Her medeniyet, kendisinin birincil ve baskın bilgi vizyonu ile biçimlendirilerek rehber edilmektedir. Ki bu bilgi vizyonu o medeniyetin “dünya görüşünün” özünü teşkil etmektedir. Epistemoloji öncelikle bilginin tanımlanması, bilginin mahiyeti ve özellikleri, bilginin kaynakları ki bunlar arasında en mühim olanı ilahi vahiydir; vahiy, insanın neden ve nasıl bilebileceği, ve bilginin amaçları ile ilgilenmektedir.34 Bir medeniyet ne kadar ilerler ve gelişirse, bilgi kültürü de bilginin sistematikleşmesinin o bilgi kültürünün yetiştiricilerinin entelektüel ve rasyonel ihtiyaçlarıyla uyumlu hale gelmesiyle, o kadar berraklaşır ve aynı zamanda sofistike hale gelir.

En kısa sürelerinden birinde Allah zaman üzerine yemin ederek Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Zamana ant olsun! İnsanoğlu şüphesiz ziyandadır, iman edenler ile salih amel işleyip birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.”(Asr,1-3) Zamanın doğasına dair Kur’an’daki bu çağrı, modern seküler medeniyetin savunucuları ve destekçilerinin öne sürdüğü inancın, açık bir biçimde tam zıddıdır. Kur’an’da, zamanın geçişiyle maruz kalınan kayıp durumundan kurtulmanın aracı olarak, zaman üstü hakikat ve değerlerle, ki bunlara örnek olarak sürede iman, salih amel, Hakk’a teslimiyet ve sabır erdeminin beslenmesi belirtilmektedir, uyumlu bir hayat süren insanlardan bahsedilirken; seküler medeniyetin savunucuları, eğer insanlar toplu bir yaşamı tercih edip de tamamen fiziksel dünyayla sınırlı olduklarını düşünürse, zamanın insanın tarafında olacağına inanmaktadır. Onların argümanları şu şekilde devam etmektedir, peyderpey ancak muhakkak, bilim ve teknolojinin yardımıyla insan yaşamının ve evrenin sırları ve bilmeceleri zaman içerisinde çözülecektir. İnsanın dine ya da Tanrı’ya başvurmasına ihtiyacı yoktur, zira insanın toplu yaratıcılığı, insanın medeniyet inşasında belirsiz gelişimini çizmek hususunda, ona yardımcı olmaya yetecek yegane şey olarak görülmektedir. Modern medeniyet, o halde, Tanrı’nın unutulması üzerine inşa edilmiş bir medeniyet olarak tasvir edilebilir.

Birçok Müslüman, modern Batı medeniyetini maddi zenginliğin peşinde aşırı koşması ve dengesiz ilerlemesinden mütevellit eleştirmektedir. Bizim görüşümüze göre, medeniyet fikri ve medeniyet inşasının anlamı üzerine tefekkür eden on dokuzuncu yüzyıl Batılı düşünürlerinin yaptığı, başlıca iki büyük entelektüel hata vardır. İlk hataları medeniyetin, ve aynı zamanda gelişimin, tanımlayıcı elementi ve karakteristiği olarak maddi zenginlik ve refah düşüncesini merkeze almalarıydı. Gelişime dair modern Batılı düşünce, maddi ilerleme ve refahla birlikte onu mümkün kılan bilimsel ve teknolojik kazanımlar bağlamında kavranmaktaydı. Böylece, özellikle manevi olanlar olmak üzere, gelişimin elle tutulamaz formlarının modern Batı entelektüel düşüncesi muhitlerinde artan bir şekilde marjinalleştirildiği gerçeği göz önüne alındığında; bu düşüncenin hızlıca yayılması hiç de şaşırtıcı değildir. Öte yandan, İslam medeniyetinin bakış açısından, ilerlemeyi ekonomik boyuta indirgemek ve sonrasında da bu ekonomik boyutu onun maddi ve niceliksel kısımlarına indirgemek, tevhit ilkesine karşı gelmek olacaktır ki bu ilke en başından onun temeli ve hedefidir.
Şunu hatırlamak gerekir ki İslam medeniyetinin temel ilkesi ve onun nihai dünyevi hedefi tek ve aynıdır: tevhit ilkesi. Öte yandan, ilkenin toplu insan eylemleri için bir temel ya da başlangıç noktası olarak hizmet etmesi ile bu eylemlerin nihai amaçları olarak hizmet etmesi arasında bir bakımdan önemli bir fark vardır. Başlangıç noktasından menzile kadarki entelektüel ve manevi yolculukta, bir kimsenin anlayışı, kavrayışı ve tevhit ilkesinin içselleştirilmesinin diğer yönlerinde niteliksel bir ilerleme olacağı varsayılmaktadır. Gelişerek daha da zenginleşen medeniyet bağlamındaki tecrübe ile birlikte, tevhidin gerçekliğinin insan zihninde daha bariz bir biçimde gösterileceği yönünde güçlü bir beklenti bulunmaktadır. Bu, medeniyet bağlamındaki gelişimin amacı ve hakiki anlamıdır. Diğer türlü, Kur’an’ın da belirttiği üzere, dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmayacaktır. Bu nedenle, insan hayatı ve düşüncesinde İslam medeniyetinin tüm göstergelerinde mümkün olan en geniş kapsamda bu birliği göstermek, İslam medeniyetinin bir görevi haline gelmektedir. Belirli Ölçüde, İslam medeniyeti bu görevi yerine getirmekte başarılı olmuştur.
Osman Bakar, Din Felsefesi, Felsefe, İslam kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.
Oysa sizin üzerinizde gözcüler vardır. Değerli yazıcılar. Onlar sizin ne yaptığınızı bilirler.

Sözlükte “yazan, kayda geçiren” anlamındaki kâtib ile “iyi, dürüst ve değerli” anlamındaki kerîm kelimesinin çoğulundan oluşan kirâmen kâtibîn terkibi “değerli yazıcılar” mânasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ceza ve mükâfat günü olarak nitelendirilen kıyametin vukuunu inkâr edenlere hitap edilirken insanların üzerinde yaptıklarını bilen gözetleyicilerin bulunduğu ifade edilir ve bunların Allah nezdinde makbul yazıcılar olduğu belirtilir (el-İnfitâr 82/10-12). Âyetin “makbul yazıcılar” anlamındaki kısmı cümle kuralları gereği kirâmen kâtibîn şeklini almıştır. Bazı hadis rivayetlerinde ise “el-kirâmü’l-kâtibûn” terkibi de geçmektedir (Müslim, “Zühd”, 17).
Kur’an’da yazıcı meleklere atıfta bulunan çeşitli âyetler vardır. Allah’ın insana şah damarından daha yakın olduğu, kişinin sağında ve solunda karşılıklı oturan iki meleğin (mütelakkī = alıcı) bulunduğu ve onun ağzından çıkan her sözü meleğin kaydettiği belirtilmektedir (Kāf 50/16-18). Her ne kadar Muhammed Esed “iki alıcı” ile, insanın içinde üstünlük kurmak için mücadele eden iç dürtü ile aklın kastedildiğini söylüyorsa da (Kur’an Mesajı, s. 1062-1063) bunun isabetli olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bütün müfessirler, bu ifadenin sevapları ve günahları yazan iki meleğe işaret ettiğini ittifakla söylediği gibi (meselâ bk. Taberî, XXVI, 98; Âlûsî, XXVI, 179-181), gerek âyetin bağlamı gerekse diğer bazı âyetlerde yazıcı meleklere açıkça temas edilmiş olması bunun insanın iç duyguları ve aklıyla yorumlanamayacağını göstermektedir. Aynı sûrede, sûra üfürüldükten sonra insanın mahşere “sürücü” (sâik) ve “şahit”le gideceğini belirten âyet de (Kāf 50/21) bazı müfessirlerce iyilik ve kötülükleri yazan iki melek, bazılarınca sürücü olan ayrı bir melek, şahit ise yazıcı melek olarak kabul edilmiştir (Âlûsî, XXVI, 183-184; Elmalılı, VI, 4515). Diğer taraftan müşriklerin kendi aralarındaki sırları ve gizli konuşmaları kimsenin işitmediği yolundaki zanlarının yanlışlığına temas edilen âyette, “Yanlarında bulunan elçilerimiz her şeyi yazmaktadır” (ez-Zuhruf 43/80) cümlesi de açıkça yazıcı melekleri anlatmaktadır. Bazı âyetlerde yazma işi doğrudan Allah’a izâfe edilmekteyse de (el-Enbiyâ 21/94; el-Câsiye 45/29) bu beyanı müfessirler O’nun tarafından görevlendirilen melekler şeklinde yorumlamışlardır (Fahreddin er-Râzî, XXVII, 272). Ayrıca insanların benimsediği inançların ve işlediği bütün fiillerin tesbit edilmiş olup kıyamet gününde yazılı bir belge (kitap) halinde kendilerine sunulacağı (el-İsrâ 17/13-14), bu belgenin cennete gireceklere sağdan, cehenneme gireceklere soldan veya arkadan verileceği (el-Hâkka 69/19-26; el-İnşikāk 84/7-12) bildirilmektedir. Yazılı belgeden bahseden âyetler dolaylı olarak yazıcılara da işaret etmektedir.

Yazıcı melekler -Kāf sûresindeki âyet hariç (50/17)- çoğul şeklindeki kelimelerle zikredilmiştir. Müfessirler adı geçen sûredeki âyetten hareketle bunların sayısının iki olduğunu, diğer âyetlerde bütün insanların yazıcı meleklerine işaret edildiği için çoğul olarak kullanıldığını söylemişlerdir (a.g.e., XXXI, 83). Kur’ân-ı Kerîm’de kaydedici meleklerin kayıtlarını nereye yazdıkları belirtilmemiştir. Kıyamet gününde yazılı belgelerden başka insanın el ve ayak gibi organlarının da konuşacağını ifade eden âyetler (Yâsîn 36/65; Fussılet 41/20-21) dikkate alındığında bu kaydın insanın fizik yapısı üzerine yapılmış olacağını söylemek mümkün görünmektedir.
Hadislerde de bazan doğrudan, bazan yazıcılık fonksiyonlarına atıf yapılarak kirâmen kâtibînden söz edilmektedir. Hesap gününde insanların işledikleri kötülükleri organlarının haber vereceği bildirilmiş, ayrıca kirâmen kâtibînin yazdıklarının şahitlik olarak yeteceği (Müslim, “Zühd”, 17), yazıcı meleklerin kayıtlarının asla zulüm niteliği taşımayacağı (Tirmizî, “Îmân”, 17), kul kötü bir fiil yapmaya niyet ettiğinde onu işlemedikçe Allah’ın meleklere bunu yazmamalarını, işlediği takdirde ise bir kötülük olarak kaydetmelerini, iyi bir fiile niyet etmesiyle bir sevap, o fiili gerçekleştirmesiyle ondan yedi yüze kadar sevap yazmalarını emrettiği (Buhârî, “Tevḥîd”, 35), cuma günleri meleklerin camilere gelip giriş sırasına göre insanların alacağı sevapları kaydettikleri (Buhârî, “Cumʿa”, 24; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6) belirtilmiştir.
İlmi her şeyi kuşattığı halde Allah’ın amelleri yazmak üzere melekleri görevlendirmesinin insanları sorumluluk gerektiren bütün düşünce, söz ve tutumlarında dikkatli olmaya teşvik etmesi, kıyamet günü hesap sırasında dünyada yapılanlarla ilgili somut delillerin bulunması, hakla bâtılın, haklı ile haksızın herkes tarafından belgeleriyle birlikte bilinip ayırt edilmesi gibi hikmetlere bağlı olduğunu söylemek mümkündür.
İlyas Üzüm
Kâinatta mutlak erk ve iktidar kullanma yetkisi Allah’a mahsustur. İnsanın mutlak erk ve iktidar kullanmaya kalkışması, Allah’ın alanına tecavüzdür. Bu insanı tiranlaştırır.

Esma-i hüsna, bir tür, ilahi siyasetin arkasında hangi niteliklerin bulunduğunu gösteren ‘yetenekler’ cetvelidir. Esma-i hüsna sadece Allah’ı bilme ve tanımamızı sağlamaz. Aynı zamanda ilahi eylemin nasıl gerçekleştiğini anlamamızı da sağlar. İlahi siyaset, ilahi eylemlerin toplamıdır. İlahi siyasetle insani siyaset arasında mahiyet farkı vardır. Zira iki siyasetin faili arasında mahiyet farkı vardır. İlahi siyasetin yapıcısı mutlak ve sonsuz, eşsiz ve benzersizdir. İnsani siyasetin yapıcısı ise mukayyet ve sonlu, eşli ve benzerlidir. İlahi siyasetin öznesi yaratan, nesnesi yaratılandır. İnsani siyasetin öznesi eşi ve benzeri çok olan insandır. Bu yüzden ilahi kelam insani siyasetin temeline “ortak akıl” anlamına gelen şûrâ’yı koymuş ve “Onların yönetime dair işleri aralarında şûrâ iledir” (42:38) buyurmuştur.
Kâinatta mutlak erk ve iktidar kullanma yetkisi Allah’a mahsustur. İnsanın mutlak erk ve iktidar kullanmaya kalkışması, Allah’ın alanına tecavüzdür. Bu insanı tiranlaştırır. Kendinde böyle tanrısal bir yetki görmeye başlayan tiran çıldırır. Zira insan, noksan doğası gereği mutlak erki nasıl kullanacağını bilemez. Mutlak erk ve iktidar yetkisi “sınırsız ve sorumsuz bir yapabilme gücü” demektir. Sınırlı yetenekle sınırsız erk kullanmaya kalkışmanın sonu sınır tanımaz bir zalimlikle neticelenir. Her nemrutlaşma ve firavunlaşma böyle başlar. Sonuç, Tanrı’dan rol çalmaya kalkışmaktır. Bunu yapan tiranı kimse durduramaz. Zira o kendisini kâinatın kralı sanmak gibi bir dalalete düşmüştür. Tanrı olmadığı halde tanrı gibi davranmak, bunu yapanı tanrı kılmaz; olsa olsa sinsi bir şeytan, gaddar bir diktatör kılar. İşbu yüzden, diktatörlük gerçek bir şirktir. Zira her diktatör ve tiran, el-Melik olan Allah’tan rol çalmaya kalkan bir zavallıdır.
Hâlık’ın tekliği tevhidin şartı, mahlûkun çokluğu da adaletin şartıdır. Hâlık’ı tek bilmemek şirk üretir;mahlûku çok bilmemek zulüm üretir. İnsanlık tarihinin tüm diktatör, despot ve tiranları, teklik iddiasının peşinden giderler.
Siyasette teklik iddiası, Firavun üretir.
Bürokraside teklik iddiası, Haman üretir.
Ekonomide teklik iddiası, Karun üretir.
İlimde teklik iddiası, Bel’am üretir.
Kavimde teklik iddiası, Şeytan üretir

Allah, Rahmân, Rahim isimlerinin kök anlamlarının da gösterdiği gibi, ilahi siyasetin belirleyici vasfı sevgi ve merhamet, insani siyasetin belirleyici vasfı adalettir. Allah zatına rahmeti yazmış (6:12), kullarına ise adaleti yazmıştır (16:90). İlahi siyasetin yapıcısı mutlak ve sonsuz tek olduğu için bu siyasetin “ehliyet” diye bir seçeneği bulunmamaktadır. Fakat insani siyasetin parametresi “ehliyet ve liyakat”tir. Bunu yine ilahi kitap emretmiştir (4:58).
Siyaset, yani yönetme işi, hiç kuşku yok ki bir emanettir. Her emanet gibi, gelip geçicidir. Bu yüzden siyaset emanetinin tanzim edildiği çatı kuruma “devlet” adı verilmiştir. Devlet, “bir elden çıkıp öbür ele giren, elden ele dolaşan, tedavülde olan” anlamına gelir. Yönetme emanetine talip olanlar, ona sadakat göstermekle görevlidirler. Aksi emanete ihanet olur. Yönetme emanetine sadakatin ilk şartı, kişinin kendini yönetmesidir. Kendini, kendi zaaf ve meziyetlerini, fazilet ve reziletlerini, artı ve eksilerini yönetemeyen insanların başkalarını yönetmeye kalkmaları felakettir.

İnsani siyasetin tarihi insanlıkla yaşıttır. İslam siyaset nazariyesi, insani siyaseti üç başlık altında ele almıştır:
Şahsiyetin yönetilmesi (tedbiru’l-mutevahhid): Öğrenim ve öğretim süreçlerinin tümü yönetmekle alakalıdır. İnsan tekinin terbiyesi de öyle. Mesela bu satırları yazmak bir yönetim işidir. Kelime, harflerin yönetilmesiyle, cümle kelimelerin yönetilmesiyle, yazı cümlelerin yönetilmesiyle oluşur. Konuşma dediğimiz olay, düşüncenin yönetilmesi işlemidir. Ahlaki davranış güdülerin yönetimi temelinde yükselir. Korku, yönetilirse sahibini güvenli kılar, değilse güvenliğini yok eder. Yönetilen sevgi sahibi dengeli kılar, değilse sahibinin dengesini bozar. Yönetilen şehvet sahibi için nimettir, değilse sahibi için beladır. Yönetilen öfke sahibini müteyakkız tutar, aksi sahibini hayvanlaştırır. Yönetilen akıl sahibini akıllı yapar, aksi sahibini deli yapar.
Evin yönetilmesi (tedbiru’l-menzil): Ev, insanın şahsiyetini oluşturan mekândır. İnsanlığın yaptığı ilk ev Allah tarafından Beytullah(Allah’ın Evi) ilan edilmiştir (3:96). Kur’an’ın kullandığı ehl-i beyt kavramı, “ehliyet” ile “ev “arasında bağ kuran bir kavramdır. Zira insanı vahşi olmaktan çıkarıp ehlileştiren ilk halka evdir. Bu yüzden ev, medenileşmenin ilk basamağıdır. Ev, Medine’nin hücresidir. Eğer hücre bozulursa doku bozulur, eğer hücre sağlıklıysa doku sağlıklıdır.
Toplumun yönetilmesi (tedbiru’l-medine): Toplum bir organizmadır. Organizmanın sağlığı, o organizmayı oluşturan unsurların sağlığına bağlıdır. Toplumun sağlığı da o toplumu oluşturan fertlerin sağlığına bağlıdır. Sağlıklı fert nasıl ki şahsiyet mertebesine yükselirse, sağlıklı toplum da cemiyet mertebesine yükselir. Kanserli bir hücrenin urlaşma süreci, hücrenin ait olduğu bütünden kopuş sürecidir. Eğer hücre, parçası olduğu bütünün diğer hücreleriyle olan bağlantısını reddeder ve sistemin dışına çıkarsa ur meydana gelir. İnsan toplulukları da böyledir. Eğer insan teki ait olduğu bütünün içindeki yerini tanımaz, başına buyruk hareket ederse, sadece kendini değil, ait olduğu organizmayı da felakete sürükler.

İki ayrı akıl, iki ayrı siyaset
İki akıl arasındaki paradigma farkını iki maddede ele alabiliriz:
Yunan-Batı aklı siyaseti güç üzerinden, İslam aklı şefkat üzerinden tanımlar: Bu farkı görmek için bakılması gereken nokta, iki aklın Tanrı tasavvurlarıdır. Yunan-Batı aklının Tanrı tasavvurunun merkezinde “güç” vardır. Bu akla siz M.Ö. 7. yüzyıldaki Asur işgalinden sonra icat edilmiş sentetik bir kimlik olan “Yahudi aklını” da dahil edebilirsiniz.
Yunan-Batı aklında tanrı tasavvurunun merkezinde “erkek” cinsi yer alır. İstisnasız Yunan’ın tüm önde gelen tanrıları erkektir. Roma’da da öyledir. Zeus, Apollon, Jüpiter sıradan bir erkeği değil, kendi türünün en güçlü erkeğini temsil ederler. Tarsuslu Pavlus, sağlığında düşmanı olduğu Hz. İsa’yı, Yunan-Roma putperest kültürünün kodlarıyla ölümünden sonra yeniden kurguladı. Hz. İsa’nın mesajını, çağlar üstü islamın tevhidi köklerinden kopararak pagan köklere aşıladı. Bunu da kilise üzerinden kurumlaştırdı. İsa’yı tanrılığa terfi ettirdi ki peygamberlik ‘makamı’ boşalsın. Ondan boşalan peygamberlik makamına kendisi kuruldu. Böylece o, İsa’yı öldürmekten daha beter bir iş yapmıştı. İsa’nın mesajını öldürmüş ve yerine onun savaştığı mesajı ikame etmişti. “Baba” mecazını da ilk kez hakikate tebdil eden isim oydu. Komşu pagan kültürlerin Teslis (trinite) inancının önü böylece açıldı.
Artık Hıristiyanlık Tanrı adına “baba”ya tapıyordu. Babaya, yani güce… Zira baba gücü temsil ediyordu. Düşünmüyordu ki, İsa’nın babasız doğumu “baba” figürü üzerinden gücü tanrılaştıran bu kültüre verilmiş ilahi bir cevaptı. İsa’nın babasız doğumu, baba üzerinden gücü tanrılaştıran kültürün üzerini çizme amacını taşıyordu. Fakat onlar bu ilahi mesajı görmedikleri gibi, tam tersine çevirdiler. Vahyin inşa ettiği İslam aklında Tanrı tasavvurunun merkezi güç değildir. Zira İslam Allah inancında cinsiyet kökten reddedilir. Hiçbir Müslüman Allah’a “babalık” veya “erkeklik” isnat edemez. İslam’ın Tanrı tasavvurunun merkezinde gücün yerini rahmet almıştır. Allah deyince akla gelmesi gereken ilk iki sıfat Rahmân ve Rahîm’dir. Besmele “Rahman Rahim Allah adıyla” şeklinde formüle edilmiştir. Rabbimiz, bunca sıfatı içerisinden zatını tanıtmak için “Rahman, Rahim” isimlerini seçmiştir. Bu, İslam Tanrı tasavvurunun merkezinde gücün değil sevgi, merhamet ve şefkatin olduğunu gösterir.
Ne yazıktır ki, 2. yüzyılda Kelam ilmi gücü putlaştıran yöneticilerin de etkisiyle şefkat merkezli Allah tasavvuru yerine komşu teolojilerden ödünç aldıkları güç ve kudret merkezli Tanrı tasavvurunu ikame etmiştir. Yöneticilerin zulmü altında inleyen Allah kullarını savunmaları gerekirken, savunmaya muhtaç olmayan Allah’ın kudretini savunmaya koyuldular. Şefkat ve merhamet merkezli bu Allah tasavvurunun siyaset diline yansımaması düşünülemezdi. Kur’an adil yöneticiye imam adını verir (2:124). Ümmet, imamı olan topluluktur. Bu iki kelime de siyasi muhtevalıdır ve umm (anne) kökünden türetilir. Kur’an yönetim ve siyaseti “anne” üzerinden tarif etmektedir. Baba figürü nasıl “güç” sembolü ise, anne figürü de “şefkat ve merhamet” sembolüdür. Kur’an öncesinde Araplar lider için melîk, seyyid, şerif, kâid, kebîr, ‘azîm, tâc kavramlarını kullanırlardı. İmam kavramını kullandıklarına dair bir bilgiye sahip değiliz. Demek ki yönetmeyi şefkat merkezli tanımlayan Kur’an’dır. Bu da Kur’an’ın öğrettiği Allah inancıyla uyumludur.
- Yunan-Batı aklı siyaset nesnesini “hayvan”, İslam aklı “insan” üzerinden tanımlar:
Eflatun (Platon), Devlet’inde, toplumun prototipi olarak “hayvan sürüsüne” işaret eder. Siyasetin diğer öğeleri sürü üzerinden tanımlanır. Yönetici “çoban”, savaşçılar “çoban köpekleri”dir. Bu Eflatun’un ideal devlet tezini üzerine oturttuğu şablondur. Eflatun Devlet’te “Karıncalar ve arılar gibi örgütlü yaşayan topluluklar baskın olurlar” der. Eflatun’un, eserini yazarken karınca sürülerini ve arı kovanlarını gözetlediği nakledilir.
Arketipi “hayvan sürüsü” olan Yunan siyasi düşüncesini, Batı siyasi düşüncesi tevarüs etmiştir. Bunun en tipik yansımalarını Batılı filozofların insan tarifinde görüyoruz. Thomas Hobbes’un homo homini lupus (insan insanın kurdudur) mottosu en meşhurudur, ama tek değildir. “İnsan politik hayvandır” diyen Aristoteles’i ve “İnsan sosyal hayvandır” diyen Cicero’yu izleyen Descartes, “insan düşünen hayvandır” der. Marx “İnsan alet kullanan hayvandır”, Camus “İnsan isyan eden hayvandır” der. Bu insanı bir alt kategoriye referansla tanımlamaktır. Kur’an insanı bir üst kategoriye atıfla tanımladığı için ahsen-i takvim ve mükerrem varlık ilan eder.
Yukarıda dile getirdiğimiz Kur’ani siyaseti ilk defa yazıya döken Hz. Ali’dir. Onun Mısır valisi Malik el-Eşter’e yazdığı Ahdnâme, İslam edebiyatında ortaya konmuş siyasete dair ilk eserdir. İlahi kelam ve Nebevi örneklikten süzülen bu eseri her siyasetçi mutlaka okumalıdır.

Devlet ve din
Eski Mısır’da Firavunlar kendilerini “Tanrının oğlu” ilan etmişlerdi. Esasen, Eski Mısır tanrılarının hemen hepsi Mısır’ın eski yöneticilerinden başkası değildir. Aynı şey Sümer tanrıları için de geçerliydi. Başta Anu, Enlil, Marduk olmak üzere Sümer tanrılarının hemen hepsi Eski Sümer yöneticileriydi.
Akkad kralı Naram-Sin (M.Ö. 2190-2154) kendini tanrı ilan etmişti. Zaten “sin” Akkad dilinde tanrı demekti. Asur ve Babil’de de krallar tanrı adına iktidar kullanırdı. Kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi sayarlardı. Çinlilere göre kral göklerin kralının yerdeki temsilcisidir. Hindistan’da yönetici ile tanrılar arasındaki sınır hepten yok olmuştur. Zerdüştlükte, Ahura-Mazda “hükümdar tanrı”dır. Orta Asya kavimlerinde, Hunlarda, Moğollarda ve Eski Türklerde Han ve Kağan tanrının temsilcisi sayılırdı. Amerika kıtasında İnka imparatorları, tıpkı Mısır firavunları gibi “tanrının oğlu” olarak görülüyordu.
Makedonyalı İskender, Mısır’ı aldıktan sonra kendini “Tanrının Oğlu”, Babil’i aldıktan sonra Tanrı ilan etmiş ve önünde tazim edilmesini istemişti. Roma’da imparator, Jüpiter’in temsilcisiydi. Tiberius (14-37), Caligula (37-41), Claudius (41-54), Hadrianus (117-138), Commodus (161-192) ve daha başkaları da tanrılık veya yarı tanrılık iddia eden Roma imparatorlarıdır.
Kur’an’ın nazil olduğu bir dünyada din-devlet ilişkilerinin umumi manzarası, üç aşağı beş yukarı buydu. İlahi kelamın terbiyesinden geçen Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinde “Bugün intikam günüdür” diyen komutanını görevden almıştı. Bir yanlışlığa kurban giden Beni Cezime’nin kırılan köpek çanaklarını bile tazmin ettirmişti. Karşısında titreyen bir bedeviye “Ne titriyorsun be adam! Ben de senin gibi kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Bir başka bedevi onu toplumdan ayıramadığı için, “Hanginiz Muhammed” diye sormuştu. Vefat ettiği gün, yanındaki üç beş altın parayı fakirlere ulaştırmanın telaşındaydı.
Hz. Ebu Bekir, Lahmilerin başkenti Hire halkının kendisine gönderdiği hediyeleri hesaplatıp, onların taahhüt ettiği yıllık cizyeden düşer. Hz. Ömer, Mısır valisi Amr b. As’ın oğluna “Ne zamandan beri anaların hür doğurduklarını köle yapıyorsunuz?” diye çıkışır. Ömer ibn Abdülaziz, cizye gelirleri düşer korkusuyla İslamlaşmanın önünde duran valilerine “Allah Muhammed’i cizye tahsildarı olarak göndermedi” diye azarlar. Hz. Peygamber’in kurduğu insan ve adalet devleti kendisinden sonra ancak 30 yıl yaşadı. Muaviye ile birlikte nebevi hilafet saltanata tebdil oldu. Din devletin sırtında bir merasim hırkasına dönüştü. Lafın gelişi değil, gerçek bu. Muaviye, Hz. Peygamber’in Kâ’b b. Züheyr’e ödül olarak verdiği hırkayı 30.000 dirheme satın almış ve milletin önüne çıkacağı her seferinde sırtına onu giymişti.
Devletin dini koltuk değneği olarak kullanma süreci, İbn Mukaffa sayesinde, Abbasiler döneminde teorik altyapısına kavuştu. O, Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur’un başdanışmanı ve ünlü el-Edebu’s-Sağir kitabının da yazarıdır. İslam tarihinde Sasani modelini İslam devlet yönetimine taşıyan İbn Mukaffa’dır. O, bu kitabında, ahlak anlayışının ‘yöneticiye itaat’ demeye geldiğini ortaya koyar. İbn Mukaffa’ya göre ahlak ‘itaat ahlâkı’dır. Bu aynı zamanda ‘adaletin’ yerine ‘itaatin’ ikame edilmesidir.
Bu model Sâsâni tarihinden kopya edilmiştir. Sâsân’ın oğlu, Pers beyliklerinden birinin beyidir. Miladi 226 yılında onun oğlu I. Ardeşir, tıpkı Ertuğrul oğlu Osman Bey gibi güçlü bir temel atar ve birliği sağlar. Bu birliği sadece askeri güçle sağlamaz I. Ardeşir, asıl din adamlarıyla sözleşme yapıp, onları devlet yönetimine katarak sağlar. Zerdüştlüğü devletin resmi dini ilan eder. Tapınakları devletin koruması altına alır. Din ve devlet tek bir elde toplanmıştır. Ona göre devletin birlik içerisinde ayakta kalması dine bağlıdır. Vasiyetnamesinde Ardeşir der ki: “Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın ki, din ve devlet ikiz kardeştirler. Biri olmadan diğeri ayakta duramaz. Çünkü din, devletin temeli ve orta direğidir. Dahası, bir devlet dini koruduktan sonra ancak devlet olur. Devlet için nasıl bir temel atıcı lazımsa, din için de bir koruyucu gerekir. Çünkü koruyucusu olmayan şey zayi olur, temeli olmayan şeyse yıkılır.”

Osmanlı din-devlet ilişkilerini yansıtan tasavvuru biz kâtibi meçhul Mızraklı İlmihal’in girişinde görüyoruz. Orada bir üçleme yer alıyor: Allah-Peygamber-Padişah. Bu bizi hiç de şaşırtmıyor. Bunun arkasında, hocaların din diline “din ü devlet, mülk ü millet” tekerlemesini bir amentü gibi yerleştiren bir geleneği görüyorsunuz. Dini devletin kucaklamasının ne büyük bir felaketle sonuçlandığını Osmanlı’nın yıkılışı öğretiyor. Zira Osmanlı yıkılırken, hilafet, meşihat, evkaf, medrese, ifta gibi kurumlar da Osmanlı’nın ölüsüne sarılıp gömüldü. Acaba sırtını devlete yaslamak yerine kendi ayakları üzerinde durur hale getirilseydi, dini kurumlar böylesine devletin enkazı altında kalır mıydı?
Sözün özü
Reşid Rıza’nın Osmanlı hilafetinin yıkılışı ardından gündeme getirdiği İslam Devleti kavramı, ödünç bir kavramdır ve modern ulus devletlerin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Vahyin inşa ettiği bir aklın kavramsallaştırması bu değildir. Müslümanlar “İnsan Devleti”nin ve “Adalet Devleti”nin peşinde olmalıdırlar. Zira devletin imanı adalettir. Dini devletle aynı çuvala koymak, yılanla çuvala girmekten farksızdır. Tarihteki örnekler bu tür bir ilişkiden her zaman zararlı çıkanın din olduğunu göstermiştir. Böylesi bir durumda devlet zulmünü din üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor, mazlumların bir kısmı devletten gelen zulmü dinden bilme gafletine düşüyorlar.

Vahyin inşa ettiği bir akla göre devlet şu beş temel üzerine konuşlanmalıdır:
- Hakikat (tevhid)
- Adalet
- Merhamet
- Ehliyet
- Meşveret
Devletin görevi kendini değil insanı güçlendirmek, insanı savunmak, insanı kendine hizmet ettirmek yerine insana hizmet etmek olmalıdır. Ahlakın en çok lazım olduğu yer, güç-servet-iktidarın bir araya geldiği yerdir. İşte o devlettir. Şu halde devleti dinden uzak tutmak yerine, dinin devlete ahlakı taşımasının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Müslümanların insan ve adalet devletinin temelinde hadlerin öncelendiği İslam fıkhı değil, insana haddini ve hududuna öğretmenin öncelendiği İslam ahlâkıyer almalıdır. Ancak bu ahlâk sayesinde suçluda bir vicdan inşa edilebilir. Sonucunun ölüm olduğunu bile bile “beni günahtan arındır” diye yalvaran vicdan, işte bu vicdandır. İlk inşa ettiği nesilde bunu gerçekleştirmiş olan Kur’an, bu konudaki ehliyetini ispat etmiştir.
Mustafa İslamoğlu
Sami Yusuf – Live at the Dubai Opera

Şahsiyet, insanın iyi ve kötü davranışlarının tümüdür. Mizaç ve karakterle yakından ilgilidir. Gelişmeyle değişen yanları olduğu gibi belli bir oranda süreklilik taşıyan yanları da vardır. “Can çıkmadan huy çıkmaz.” ifadesi şahsiyetin bu değişmeyen yönünü anlatmaktadır. Bu sebeple aralarında nüans olsa da karakter, huy, mizaç gibi kavramlar şahsiyetle ilgili olarak kullanılmaktadır. Şahsiyet, her insana göre farklılık arz eder. Çünkü insanı diğerlerinden ayıran özellikler farklıdır. Nitekim şahsiyet, “bir kişiyi diğerlerinden ayıran ve onu kendisi yapan özelliklerin meydana getirdiği yapı” olarak da tarif edilmiştir. Her insan Allah’ın yarattığı ve başka benzeri bulunmayan tek varlıktır. İnsanlar aynı tabiat üzere yaratılmamışlardır. Onların istekleri, eğilimleri, fikir ve düşünceleri aynı değildir. Her insan farklı bir karaktere sahiptir. Bu farklılık onların zeka, duygu, heyecan, düşünce ve davranışlarında kendini gösterir.

Ferdin temel özellikleri yanında her insanda kişiye özel karakterler de vardır. İki insanda ortaklaşa göze çarpan bir nitelik (mesela dindarlık), her ikisinde de farklı şekilde ortaya çıkar. Örneğin; yardımsever bir dindar, cimri bir dindardan ayrı bir kişilik gösterir. Sözgelişi, burada iki insanda ortaklaşa göze çarpan bir nitelik dindarlık hali ise, bu özellik ortaklaşa olmasına rağmen iki insanda duygu, düşünce ve aksiyon bakımından ayrılıklar gösterir.
Şahsiyette en önemli yeri “toplumsal ve ahlakî özellikler” alır. Bir kimsenin sevimli, güvenilir, sabırlı, şefkatli, iyi kalpli olması hep birer şahsiyet özelliğidir. Bu özellikler her kişide değişik derecelerde bulunur. Kur’an’da insan şahsiyetinin özellikleri ve onu diğer yaratıklardan ayıran diğer özellikler anlatıldığı gibi bazı olumlu veya olumsuz şahsiyet özellikleriyle temayüz etmiş insan şahsiyetlerinden de örnekler vermiştir ki, bu tipler toplumumuzda ve diğer insan toplumlarında bugün de vardır ve var olmaya da devam edecektir.
İslamî şahsiyet için en güzel örnek; Allah’ın kendisini örnek almamızı tavsiye ettiği en mükemmel insan olan Peygamberimizdir. “Rasulullah sizin için uyulması gereken en güzel örnektir.” (el-Ahzâb 33/21) âyeti de bu gerçeği ifade etmektedir. Kur’ân’da şahsiyet kavramı geçmemekle birlikte şahsiyeti ifade eden kavramlar yer almaktadır. Olumlu veya olumsuz şahsiyet tiplerinin karakter ve mizaç yapıları, düşünce ve davranış tarzları Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde anlatılırken, nefis, kalp, karakter, mizaç ve huyun olumlu veya olumsuz etkilerinden ve bu sebeple ortaya çıkan olumlu veya olumsuz davranış biçimlerinden bahsedilmektedir. Ayrıca insan yaratılışından getirdiği yetenek ve karakter yapısı, annebaba ve çevreden aldığı eğitim ile şahsiyeti şekillenir. Bu sebeple Allah’ın insana yaratılıştan verdiği fıtrat ve din duygusu, nefsine yerleştirdiği iyilik ve kötülük duygularıyla dünyaya gelir. Yetiştiği aile, çevre ve kültür ortamında yaratılışında varolan za’aflar veya ahlakî değerler ile şekillenerek iyi veya kötü bir insan tipine sahip olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla insanın kendi fıtratından kaynaklanan kişisel faktörler olduğu gibi kendi dışında kişiliğine etki eden faktörler de vardır. Bunlar olumlu veya olumsuz olabilir.
Kötü duygu ve davranışların kaynağı olarak insan şahsiyetini olumsuz yönde etkileyen nefis, sözlükte; ruh, can, kan, azamet, izzet, irade, insandaki şehvet, yiyip içmek gibi maddi ihtiyaçlara olan tabiî meyil, bir şeyin ta kendisi, döl suyu, şahsiyet, öz benlik, bir şeyin hakikati ve cevheri, canlılardaki hareket gibi manaları kapsamaktadır.
İnsanın gönlüne, kalbine ve iç dünyasına da delalet eden nefis, insanın bedeniyle birlikte ruhunu ve insanın bütün sadrını yani iç dünyasını, kalbini ve canını ifade eden bir kavram olup, Kur’ân’ın pek çok yerinde bu manalarda kullanıldığını görmekteyiz.”Sana açmadıklarını nefislerinde (içlerinde, kalplerinde) gizliyorlar” (Âl-i İmran 3/154) âyetindeki nefis kelimesi bu anlamda kullanılmaktadır.
Nefis Kur’ân’da, ruh ve bedenden müteşekkil insanın bütünlüğü, zatı, ruhu, şahsiyeti ve kendisi anlamlarına gelmektedir. Nefis insanı insan yapan varoluş halidir. İnsanın tabiatı ve özüdür. O ortadan kalkınca, insanın varlık nedeni de ortadan kalkar. Her nefis bir insan demektir. “Allah’ın haram kıldığı nefse (cana) haksız yere kıymayın” (el-İsrâ 17/33) âyetiyle “Her nefis (insan) ölümü tadacaktır.” (el-Enbiya 21/35) âyetleri bu anlamda kullanılmaktadır. İnsan nefsi hisseden ve hissedilen her iki özelliği ile “ben” in zatı ve hakikatıdır. Yalnız idrak etme özelliği sebebiyle ruha da nefis denilir. Bu manayı ifade eder mahiyette pek çok yerde kullanıldığını görüyoruz. Hatta Kur’ân’da nefsin en çok “ruh” anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz. Zaten nefsin, yerine göre durum, yön, mizaç veya insan şahsiyetinin temayülleri olarak anlaşılması da mümkündür. Aynı zamanda nefis ıstılahta heva anlamında da kullanılmaktadır. Heva ise dinde hoş karşılanmayan kötü arzu ve isteklerdir. Bu anlamda nefis ister helal olsun, ister haram olsun elde edilme imkanı bulunan her şeyi arzu etme, dünya ve mal sevgisi, insanların mal ve şehvete olan düşkünlüğü ve hırsı vardır.
Zaten genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. “Nefis kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) âyeti nefsin kötü eylemlerine işaret etmektedir. Nefis kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle baş başa kalsa kötülüğe sürüklenir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) ifadesiyle nefis, istek ve şehevî duyguları kabartır, arzu ve isteklere doymaz. Kur’ân bu gerçeğe şöyle dikkat çekmektedir. “Nefsanî arzulara özellikle kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı…” (Âl-i İmrân 3/14).
Heva, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis içinde kullanılmıştır. Bu manada nefis zalim ve cahildir. Her kötü iş ve söz onun bu cehaletinden ve zalimliğinden neş’et eder. İnsandaki her şerrin kaynağı odur. Çünkü nefis insan davranışlarını harekete geçirmekte çok önemli rol oynamaktadır. Ferdin istek ve arzularını tetiklemekte, bütün konuşma ve davranışlarını etkilemektedir. Nefis Kur’ân’da insanı kötü davranışları yapmaya sürükleyen faktör olarak açıkça yer alır. Hz.Yakub’un (a.s.) oğullarına “Nefsiniz sizi bu işi yapmaya sürükledi” (Yûsuf 12/18). “Bunun üzerine kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve O’nu öldürdü” (el-Mâide 5/30) âyetleri nefsin insanı etkileyici rolüne işaret etmektedir.
Nefis tabiattaki diğer varlıklara kıyasla etkin bir güce sahiptir. Dolaysıyla hiçbir zaman statik olmayıp, sürekli değişime açıktır. Bunun sonucu olarak insan nefis sayesinde zamanla olgunlaşma imkanına sahip olduğu gibi, bütün yaratıkların en aşağısı da olabilmektedir. “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir” (eş-Şems 91/9-10) âyeti de nefsin terbiye edilebileceğine işaret etmektedir.

Çeşitli anlamlara gelmekle birlikte insanın iç dünyasında olup bitenleri ifade eden bir kavram olan nefis insanın hayat aktivitesinin ve fiillerinin kaynağı olmasıyla da bir enerji deposudur. Ancak o hem iyiliğe hem de kötülüğe eğilimlidir. Her iki eğilimi nefse yerleştiren ise Allah’tır. “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems 91/7-9) Nefis kavramı, insanın hayır, şer, itaat ve isyan gibi olumlu ve olumsuz bütün eğilimlerini içine almaktadır. Bu âyete göre, insanın nefsine yaratıcısı iyi ve kötü eğilimi yerleştirmiştir. Hangi şeyin iyi, hangi şeyin kötü bir davranış olduğu nefsinde potansiyel olarak mevcuttur. Allah, ona doğuştan iyiyi ve kötüyü temyiz etme yeteneği vermiştir. İnsanın ruh dünyası, duyguları, istek ve arzularını içine alan nefis insan davranışlarını ve kişiliğini etkileyen en önemli faktörlerden biridir.
İnsanın duygularının bütünü olarak tanımlayabileceğimiz mizaç, şahsiyetin duygusal yönünü açıklayan ve şahsiyete etki eden bir kavramdır. Mizaç, bir kimsenin doğuştan getirdiği fizyolojik özellikleriyle ilgili tutumunu, his ve heyecan yönünü gösteren özelliklerdir. Mizaç, şahsiyetin bir parçasıdır. Bu sebeple şahsiyet, mizaç ve karakterle yakından ilgili olmakla beraber, daha genel bir kavramdır. Mizaç dediğimiz zaman insanın kendine mahsus heyecan halleri akla gelir. Mesela; insanlar sakin veya hareketli, neşeli veya öfkeli mizaçta olurlar. Bu da insanların davranışlarına doğrudan etki eder.
Kur’ân -ı Kerim’de bu kavram “şâkile” kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime, tabiat, adet, din, ahlak, niyet, mizaç ve yaratılış gibi değişik, fakat birbirine yakın manalarla tefsir edilmişse de en kapsamlı manası yaratılıştır. Yani “Herkes yaratılış ve mizacına göre hareket eder” (el-İsrâ 17/84) demektir. Birçok müfessir de bu kelimeyi insanın tabiatı, bedenin tabiî hali, ruhun cevheri, huy ve mizaç, hidâyet ve sapıklık hali olarak tefsir eder. Halk arasında yaygın olan huy kelimesi de mizacı ifade etmektedir. Atasözlerimiz arasında bulunan “Huylu huyundan vazgeçmez.”, “Huy canın altındadır.”, “Can çıkmayınca huy çıkmaz.” gibi ifadeler huyun şahsiyetle sıkı bağlantısı olduğunu ve davranışları olumlu veya olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir
Huy, “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (el-Kalem 68/4) âyetinde ahlakî karakter anlamı taşımaktadır ki bu da şahsiyetle ilgili olup en yüksek hayra ulaştıracak huy, hakikaten övülmeye layık seciyye, meleke ve maneviyat anlamındadır. Huy; seciyye, insanın yaratıldığı tabiatı anlamında kullanıldığında mizaç kavramına daha yakındır. Huy, fiillerin kendisinden kolayca çıktığı nefsi bir melekedir. İffet, şecaat, cömertlik, doğruluk gibi övülmüş, üstün, iyi huylar olduğu gibi korkaklık, saldırganlık, cimrilik, yalancılık, düzenbazlık gibi kötü ve zemmedilmiş huylar da olabilir. Aynı zamanda huyu, insan hareket ve davranışlarının en önemli etkenlerinden birisi olarak kabul edebiliriz. Çünkü insanlar huy ve mizaç açısından farklı tiplerde olabilirler. Huylarımız davranışlarımıza olumlu veya olumsuz yönde etki etme gücüne sahiptir.

İslam’da kalp insanın gönül dünyası, duygu, düşünce ve davranışlarının ana kaynağıdır. İnsan şahsiyetini olumlu veya olumsuz olarak etkileyen en önemli faktörlerden birisidir. İnsanın şahsiyetini yansıtan bir aynadır. Kalbin iki anlamı vardır: Birincisi diğer mahluklarda olduğu gibi insanda da göğsün sol tarafına yerleştirilmiş olan vücuda kan pompalayan organdır ki burada biz bunu kastetmiyoruz. İkinci anlamı esas konumuzla ilgili olan kalptir ki, sevgi, nefret, kin, müsamaha, korku gibi duyguların hissedildiği, iman ve inkârın mahalli, emir ve yasakların fiiliyata dökülmesinin hareket noktası, amellerimizin kaynağıdır. Müminlerin kalplerinde hissettiği bir çok duyguyu kafir ve münafıklar hissetmeyebilir. Çünkü kalp yüksek Rabbanî duyguların doğduğu yerdir. İnsan, kalbi ile değerlidir. Kafirin kalbine ise bu duygular ve hisler doğmaz. Çünkü onların kalpleri ölüdür. Bu ikinci anlamdaki kalp, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevi alemimizin merkezinde bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, buna insan ruhu da denir. İnsanın asıl gerçeği bu kalptir. Kişinin bilgili, anlayışlı ve sorumlu olan özü budur. Kalp, manevi dünyamızın merkezi durumundaki nefs-i nâtıkadır.
Kur’ân kalp kelimesi ile, insandaki idrak unsurlarının hepsini kasteder. Akıl denilen idrak gücü ile ilgili, gizli ilhamlarla alakalı bütün unsurları “kalb” ve “fuad” kelimeleriyle ifade eder. Buna bir de “lübb” kelimesini ilave etmek gerekir. “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun” (el-Hac 22/46) âyetinde kalbin idrak ve anlama yönüne dikkat çekilmiştir.
Kalp insan davranışlarına etki eden önemli bir faktördür. Varlığımızda mevcut olan gönül, ruh ve idrak dünyamız olan kalp Allah’ın insanları yaratmış olduğu fıtrata uygundur; doğru, hayır ve güzel olan şeyleri kabul etmeye hazırdır. Fıtratı bozacak ve değiştirecek duygu ve düşünceler kalbe hakim olduğu zaman, şeytanın vesveselerinin, nefsin heva ve arzularının, azgınlık ve dalaletin merkezi olur. Bu, din ve aklın kalbe hakim olmadığı bir durumdur. Bu durum insanı kötü bir tip olmaya iter. Hadis’te, “Vücutta bir et parçası vardır ki o iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur, o bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Dikkatli olun o, kalptir.” diye tanımlaması yapılan kalp bu anlamdaki kalptir. Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/820) rivayet ettiği bir hadîste şöyle ifade edilir. “Dört çeşit kalp vardır. Mum gibi ışık veren, parlayan kalp, perdeyle örtülmüş kalp, ters çevrilmiş kalp, yüz çeviren kalp. Parlayan kalp, müminin kalbidir, onun ışığı nurudur. Örtülü kalp kafirin kalbidir, çevrilmiş kalp önce inanıp sonra inkar eden münafığın kalbidir. Yüz çeviren kalp ise hem iman, hem de nifakın bulunduğu kalptir.”
Kur’ân’da kalplerin çeşitli halleri hakkında pek çok ifade kullanılmıştır. Allah’ın emrine ve nehyine muhalefet eden her türlü şehevî arzu ve eğilimlerden, onun vahyine ters düşecek şüpheden, ondan başkasına ibadet etmekten, Allah’tan başkasına karşı korku ve sevgi duymaktan, kibir, riya, cehalet ve kötü ahlaktan uzak olan, sevap talep etmeksizin sadece Allahın rızasını kazanmak için ona boyun eğen kalp “kalb-i selîm” (eş-Şuâra 26/89) olarak adlandırılır. Böyle bir kalp Allah’a tevekkül eder, O’na yönelir, her hal ve zamanda O’nun rızasına boyun eğer, O’nun gazabından korkar.
Anlayışsız kalp ise asıl fıtratını kaybetmiş, zikirden, tefekkürden uzak bir kalptir ki, mutmain ve sükûnete ermiş bir kalp değildir. Çünkü “Kalpler Allah’ı anmakla huzura kavuşur.” (er-Ra’d 13/28; ez-Zümer 39/23), ıstırap ve kaygılardan uzak olur. Huzura kavuşan kalp ise fıtrat üzere sakin olan kalptir. “Allah’ın gazabından korkan, ürperen, huşu duyan kalp” (el-Mü’minûn 23/60), günah işleyip de, bundan dolayı korku duyan bir kalp değil, oruç tutarak, namaz kılarak ve sadaka vererek ibadetlerinde huşu sahibi olan bir kalptir. “Münafıkların kalbinde ise hastalık vardır.” (el-Bakara 2/10). Bu hastalık şüphe ve nifaktır. Çünkü şüphe iki konu arasında tereddüt göstermektir. Bu ise kalbin bozulmasına sebep olur. Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar küfürde ısrar ederler, çeşitli belalarla karşılaşmalarına rağmen bunlardan ibret almaz, tevbe etmezler, bir sûre nâzil olduğunda göz ve kaş işareti yaparak vahiyle alay ederler. Hastalıklı kalpte istek ve arzulara aşırı temayül ve bu temayülün davranışlara olumsuz etkisi, hased, kibir, kendini beğenme, yeryüzünde bozgunculuk yapma arzusu vardır.
“Kafirlerin kalpleri ise kördür.” (el-Hac 22/46), “Taştan daha katıdır.” (ezZümer 39/22), imandan ve hakkı kabul etmekten uzaktır, Allah’ın âyetleri onların kalplerinin katılığını artırır. Kalpleri mühürlü (el-Bakara 2/7; enNahl 16/108) ve örtülüdür (el-Kehf 18/57); hakkı kabul etmezler. Çünkü Allah kalplerini mühürlemiştir. Kalplerinde eğrilik bulunan insanlar haktan yüz çevirip batıl arzulara meyl ederler, fitne çıkarmak, insanların dinlerine şüphe sokmak (Âl-i İmran 3/7) ve insanları sapıtmak için heva ve arzularına göre müteşabih âyetleri keyfi yorumlarlar.
İnsan şahsiyetinin oluşmasında en önemli faktörlerden birisi de karakterdir. Karakteri evvela kendisine benzer gibi görünen ve bu yüzden çok kere birbirlerine karıştırılan huy, mizaç ve şahsiyetten ayırmak lazımdır. Karakter bir yandan mizaca, bir yandan da şahsiyete bağlı olmakla beraber bunlardan ayrı bir hususîlik taşır.
Karakter, kişinin tutum ve davranışlarının, belli durumlar karşısında “değişmez” ya da “kararlılık içinde” bulunması özelliğidir. Kişinin bu davranışları ahlakla ilgili olduğu için, karakter, eğitimde belli ahlak ölçülerine göre değerlendirilen şahsiyet olarak tanımlanır. Buna şahsiyetin ahlakla ilgili yönü de denilebilir. Kişinin ahlakî tutarlılığını ve sağlamlığını göstermektedir. Karakter daha çok iffet, sorumluluk, alçak gönüllülük, doğruluk, yardım severlik, merhamet gibi ahlaki özelliklerle ifade edilir. Karakter, halk arasında daha çok insanın toplum değerleri açısından gösterdiği olumlu özelliklerini, ahlakî tutum ve davranışlarını belirten bir kavramdır. Kur’ân-ı Kerim’deki hulk (Kalem, 68/4) kelimesi de ahlaki değerlere sahip olma anlamında kullanıldığı için karakter, fıtrat, seciyye ve huy kavramlarıyla aynı anlamda olması dikkat çekicidir.
Şahsiyet fertlerde karakterle belirir. Karakter kavramı genellikle mizaç ve huy kavramıyla da aynı anlamda kullanılmaktadır. Karakter kavramını şahsiyetten ayıran en önemli husus, ahlakî özellikleri anlatmak için kullanılmış olmasıdır. Toplumda “karakterli” veya “karaktersiz” insanlardan söz edilir. Davranışları toplumun ahlak kurallarına uygun, sosyal değerler sistemini benimsemiş olan kişilere “karakterli” denilmektedir. Çünkü karakter doğuştan gelmez, sonradan sosyal ilişkiler sonucunda kazanılır. Eğitimle istenilen karakterde insanlar yetiştirmek mümkündür. Çünkü karakter ilk yaşlardan itibaren sosyal yaşantılar sonucunda bir takım değer yargılarının benimsenmesi ile gelişir ve şekillenir.
Bazı bilim adamları ise karakteri, fıtrî ve sonradan kazanılmış olmak üzere iki kısımda değerlendirmektedirler. Birincisi, kalıtım ve genetik yoluyla, ikincisi ise çevrenin etkisi, eğitim, tecrübe ve ferdin şahsî çabalarıyla şekillenir. Kalıtımsal olduğu düşünülen davranış özellikleri genellikle “huy” adıyla anılmaktadır. İnsan şahsiyetinin ortaya çıkmasında etkili bir faktör olan fıtrat insanın doğuştan getirdiği özelliklerdir. İnsanın doğuştan getirdiği karakter, huy, mizaç gibi özellikler onun şahsiyetinin oluşmasında ve gelişmesinde önemli rol oynarlar. Fıtrat kelimesi “bir şeyi ilk yapmak, yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek” manalarına gelen “fatara” kökünden isim olup “yaratılış, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş” anlamında kullanılır. Bazı İslam alimlerine göre fıtrat, “hilkat, ilk yaratılış hali” demektir. Bundan da her insanın yaratılış itibariyle İslam’ı kabullenmeye uygun ve hazırlanmış olarak selim bir halde yaratılışı kastedilmektedir. Diğer bir ifadeyle fıtrat, insanın yaratılışındaki arzu, istek ve temayülleri, ihtiyaçları; farklı istidat, kabiliyet ve yeteneklerini toplayan ve insanın nefis ve ruhunun derinliklerinde Allah tarafından kodlanarak yerleştirilmiş, insanın tabiatıdır. Buna göre fıtrat ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir.

Fıtrat gerçeğe meyletme yeteneğidir. Bu yetenek, kendisine seçme şansı tanındığı zaman fıtrata gerçeği seçtirir. Boş, önceden saplantıya düşmemiş ve ön yargılara takılmamış bir kişinin önüne iki seçenek konulsa, kesinlikle gerçeğe eğilim duyacaktır. Boş, geçmişin kalıntılarını kendisinde barındırmayan bir zihne sahip insana, bir İslam bir de diğer inançlar teklif edilse kesinlikle İslam’ı seçecektir. Fıtrat, insanın özgün yaratılışıdır. Başlangıcı ve mahiyeti itibariyle insanın varlığından önce bulunan; onun geleceğini, kendisini ve vasıtasıyla gerçekleştireceği fiillerini yönlendirecek olan “insanî kıvam”, özgün hususiyet ve şahsiyettir. Kur’ân’a göre insan tarafsız bir fıtratla günahtan uzak olarak yaratılmıştır. Dünyaya gelen bir insan hiçbir şekilde anne-babasının ya da atalarının günahını sırtında taşımaz. Tertemiz bir varlık olarak hayata başlar. Doğuştan gelen bir lekesizlik ve safvet, “içinde var olan bir iman ve ubudiyyet yeteneği” olarak değerlendirilen bu lekesiz sayfa, aynen bir ayna gibi, kendisine ne gönderilirse onları yansıtır. İnsan doğduğunda istikametler anlamında nötr durumunda yani henüz tertemizdir, çevresi uygun olduğu takdirde, iyiyi, güzeli ve doğruyu bulmaya hazırdır.
Fıtratı bir suyun tabiî haldeki akış mecrasına benzetebiliriz. Nasıl ki bu su mecrasında akmasına müdahale edilmediği takdirde, kolaylıkla hedefine doğru akıp giderse; fıtrata müdahale edilmediği ve çevre tesiriyle başka bir dine yöneltilmediği zaman kişi de hak dine yönelecektir. Nitekim insanın samimiyetini, doğruluğunu, hilesiz ve saf bir davranış içerisinde bulunduğunu pek çok kereler müşahede etmişizdir. Ama sonradan yakınlarının telkin ve tesiriyle yalan söylemeyi, sahtekarlığı ve riyakârlığı öğrenerek fıtratı bozulmaktadır. “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Daha sonra anne ve babasıtarafından yahudi, hırıstiyan veya mecusi yapılır.” hadîsi de bu fikri doğrulamaktadır. İnsanın doğuştan getirdiği o saf ve temiz fıtratı koruyabilmesi, hayatında kötülüklerden, zararlı davranışlardan elinden geldiği kadar uzak durmasıyla mümkündür. “(Resulüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm 30/30) Bu âyete göre insan bozulmamış, saf ve temiz fıtratının gereği itaata meyillidir. Fıtratının bozulması, isyana ve günaha meyletmesi bir takım kötü davranışların insan nefsine yer etmesi ve fıtratın tabiî halinden çıkması sebebiyledir. Çünkü insan tabiatı, arızî bir davranış bozukluğu sebebiyle hastalıklı bir mizaca sahip olur.
Fıtratın aslı tam ve sağlamdır. Fıtratın bu sağlamlığı, düşünce alanında ve sosyal şartlarla terbiye çerçevesinde, adetlerin akışı içinde ya bozulur veya güzel bir gelişme ile kemalini bulur. Bütün organların yaratılışında asıl olan bir fıtrat (yaratılış amacı) vardır ki, ona o organların faydası, vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi veya tabiatı denir. İnsan nefsinin bütün meyillerinde böyle yaratılış hikmetine doğru esaslı bir içgüdü, bir tabiat vardır ki, ona da fıtrat denir. Ve fıtrat hep hak ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. Mesela insanın acıkması ve yemeye içmeye meyletmesi, yaşaması içindir. Aksi halde fıtratı bozulmuş olur. İnsan fıtratının aslı da hakkı tanımak ve gerçek yaratanından başkasına kul olmamak içindir. Aslında insanın kötü davranışları sonradan kazanılmış olduğundan, onun yaratılış mahiyetine, özüne, yani fıtratına aykırıdır. Bu fıtrat geçici olarak, insanın yeryüzünde bulunduğu şartlara bağlı olarak değişebilir. Allah bütün insanları tek bir fıtrat, genel bir yaratılış üzerine var etmiştir. Dış etkenler, sosyal, tarihî ve coğrafî şartlar, adetler, kültürler insanın ferdi ve toplumsal değerleri, ikinci derecededirler. Bunlar aslî fıtratın tek ve bütün insanlık için genel olma özelliğini değiştirmez. Ancak insan, içinde bulunduğu olumsuz şartların etkisiyle dini, gelenek ve göreneklerde, kendi icat ettiği sistemlerde arar ve hevesine uyar, Allah’ın yaratılışını (fıtratını) değiştirmeye kalkışır. Bunun neticesinde de olumlu veya olumsuz olmak üzere farklı şahsiyetler ve insan tipleri ortaya çıkar. Fıtratın insan düşünceleri, kanaatleri, davranışları, duyguları ve şahsiyeti üzerinde belirli etkileri bulunmakla birlikte, bu durum onun iradesini ortadan kaldıracak derecede zorlayıcı bir etken değildir. Zira realite dünyasında görüldüğü üzere hiç kimse iyi veya kötü olmaya hiçbir zaman zorlanmamaktadır.

Aile ve Sosyal Çevre
Bir çocuk ana-babasız ve toplum olmadan varlığını sürdüremez. Çünkü aile çocuğun içinde doğduğu, hayata ilk adım attığı tabiî bir gurup, önemli sosyal bir çevredir. Aile çocuğun her türlü ihtiyacının karşılandığı karakter ve şahsiyetinin teşekkülü için gerekli eğitim ve kültürü aldığı önemli sosyal bir birim ve sosyalleşmenin ilk modelidir. Burada onun her türlü ihtiyacı karşılanarak; yarının yetişkininin şahsiyetini temellendirecek olan eğitim burada verilir. Aile içerisinde çocuk alıcı durumundadır. Anne, baba ve diğer aile fertleri ise çocuk için bir modeldir. Bu tabiî ortamda çocuk, gördüklerini taklit ederek şahsiyetini geliştirmeye çalışır. Çocuklar yetişirken annebabanın şahsiyet özeliklerini taklit ederek olgunlaşırlar. Modelin olumlu ve sağlıklı olması çocuğun gelişmesi için önemlidir. Ayrıca aile içerisindeki ilişkilerin derecesi ve yönü de farklı ölçülerde şahsiyet oluşumu üzerinde rol oynar.
Ailenin en önemli fonksiyonlarından birisi çocukların bakımını ve eğitimlerini sağlamasıdır. Çocuğun doğması, büyüme ve gelişmesi anne ve babaya yeni sorumluluklar yükler. Anne babanın çocuk yetiştirme tarzı, çocuğun sosyalleşmesini etkileyen önemli bir faktördür. İster dinî olsun veya olmasın ferdin bütün davranışlarının şekillenmesinde aile önemli bir etkendir. Sosyal bilimcilerin pek çoğu da dinî tavırların teşekkülünde aile faktörünün önemli bir etken olduğunu açıklamaktadırlar. Şahsiyetin biçimlenmesinde en önemli çevresel etken ailedir. Aile, özel davranışların kazanılmasında rolü olan övgü ve cezaların kullanıldığı ortamdır. İnsan şahsiyetinin gelişmesinde ikinci önemli etken çevredir. Psikolojiyle uğraşanların bir kısmı insanın gelişmesinde sosyal çevrenin etkisinin varlığını kabul eder. Diğer bir kısmına göre ise insan doğuştan getirdiği biyolojik etkenler ile çevrenin etkileşimi sonucunda şahsiyetini geliştirir. Kısaca, insan bu iki unsurun ürünüdür.
İnsan tek başına değil, belli bir zaman ve yerde, bir takım sosyal ve kültürel geleneklerin egemen olduğu bir ortamda yaşar. İnsan fiziksel çevresiyle olduğu gibi toplumsal çevresi ile de sürekli bir etkileşim ve karşılıklı alışveriş halindedir. Bunun doğal bir sonucu olarak ferdin davranışları ve şahsiyeti üzerinde ilişkide bulunduğu insanların, içinde yaşadığı toplumun ve toplumdaki gelenek ve göreneklerin etkisi olur. Psiko-sosyolojik incelemelerin verilerine göre, şahsiyet üzerinde toplumun ve kültürün rolü açıkça bilinmektedir. Ferdin şahsiyetinin belirgin karakterler almasına, hatta biyolojik özelliklerinin şekillenmesine bile etkide bulunan etmen çevre faktörüdür.
İnsanın sosyal çevresi öylesine önemlidir ki, bizim kişiliğimiz, hayat anlayışımız ve inancımız hakkında çok net bilgiler verir. Bu yüzden Peygamberimiz, “Kişi sevdiği ile beraberdir.”, “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” buyurmuştur. Bu hadisler bize nitelikli ve saygın müminlerle dostluk kurmamızı tavsiye etmektedir. Çünkü iyi, güzel arkadaşın durumu çevresine güzel koku yayan kişiye benzer. Şahsiyet, sevgi, merhamet, ideal gibi insanla ilgili özellikler, belli bir kültür çevresinde meydana gelir. İnsan, sevmeyi ve saymayı böyle bir çevrede öğrenir. Bu açıdan eğitim, insanın doğuştan getirdiği istidatların gelişmesi, olgunlaşması ve işlerlik kazanmasında önemli bir çevre faktörüdür. Sosyal çevrenin insanın kişiliği üzerindeki etkisiyle ilgili olarak bir âyette, “Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve sadıklarla birlikte olunuz.” (et-Tevbe 9/119) buyurulmaktadır. İnsana en büyük telkin etme gücü, çevresinden gelmektedir. Çünkü çevre ferdin kabul edebileceği uyarılar kanalıyla tepki yapan tüm dış etkenler topluluğuna verilen genel addır. Çağımızda insanın; dinî, içtimaî, fikrî ve kültürel hayatının şekillenmesinde aile, arkadaş, eğitim kurumları ve çevrenin önemi tartışılmaz bir gerçektir. Sosyalleşme denildiği zaman insanın biyolojik bir varlık iken aynı zamanda sosyal bir varlık olması, insan toplumunun bir üyesi haline gelmesi anlaşılmalıdır. İnsanın sosyal bir varlık olması ise sadece bir öğrenmeden ibaret değildir. Toplumsal gelişim, kişinin doğumdan yetişkin oluncaya kadar, başka insanlarla olan ilişkilerinin ve onlara karşı geliştirdiği ilgi, duygu, tutum ve davranışlar ile şahsiyet geliştirme gibi toplumsal özelliklerin tümüdür. Toplumsallaşma, kişinin yetiştiği çevresinde geçerli olan kural ve değer yargılarına uygun bir davranış geliştirme sürecidir. Sosyal çevrenin insan gelişmesinde büyük bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Özellikle şahsiyetin gelişmesi bakımından, fiziksel ve ruhsal çevreden daha önemli tesirleri sosyal çevre yapmaktadır.
İnsan şahsiyetinin oluşmasına önemli ölçüde etki eden heva, nefsi etkileyen ve kötü yola doğru yönlendiren en önemli faktörlerden biri olup insan tabiatının istek ve arzusudur. Heva, insanın kendisini madde sevgisine kaptırıp, arzuları doğrultusunda hareket etmesidir. Bu davranışa “ibadetü’lheva” denmektedir. Heva, yalnız dünyevî ve fanî şeylere aşırı tutku göstermekle kalmaz; inancı etkileyen kaynak olarak bazen de Allah’ın yerine konur. O’nunla denkleştirilir. Heva bir ilah mesabesindedir artık. İsyanın da itaatın da kaynağı O’dur artık.

Kur’ân-ı Kerim’de heva, kafirlerin kalplerinin bir özelliği olarak ifade edilmiş olup, boşluk içinde bocalamak ve ne yaptığını bilemez şekilde davranmak (İbrahim 14/43) anlamıyla birlikte genelde ilmin ve hidayetin zıddı olarak nefsin kötü ve süslü arzularına delilsiz körükörüne uymak anlamında kullanılmıştır “Haksızlık edenler bilgisizce kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (erRûm 30/29)
Heva, şehevî arzulara meyletme anlamına gelse de şehvetle aralarında şöyle bir fark vardır. Heva genellikle düşünce ve inanca has iken; şehvet, haz ve lezzet elde etmekle ilgilidir. Bu bakımdan şehvet hevanın sonuçlarından biridir ve daha hususîdir. Heva ise asıl ve geneldir. Heva şehvete meyl eden nefis için de kullanılır. Bu manada nefis, cahil ve zalimdir. Her kötü söz ve davranış bu cahillik ve zalimlikten kaynaklanır. Nefis hevanın bizzat kendisi değildir. Allah’ın kitabında kötülenen hevaya tâbi olmaktır. Hevaya tâbi olan ise nefistir. Heva, nefsin bir eylemi durumundadır. İnsan nefsi ise yaratılışında bulunan za’aflarından ve dünyanın şehevî şeylerle dolu olmasından dolayı daha fazla hevaya meyletmektedir.
Hevanın bir anlamdaşı daha vardır ki o da şehvettir. Bu kelime Kur’ân’da bazı yerde hevanın yerine kullanılmaktadır. “Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar(kötü arzularının esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.” (en-Nisâ 4/27).
Heva, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî arzulardan doğan doğal eğilimi olmakla beraber aynı zamanda insanı isyana sürükleyen za’afın itici gücü ve her türlü kötülüğün kaynağıdır. “Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi bekçi olacaksın?” (el-Furkân 25/43) Âyette geçen bu kelime insanı doğru yoldan saptıran şer bir güç anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de heva, kafirlerin kalplerinin bir özelliği olarak ifade edilmiş olup, boşluk içinde bocalamak ve ne yaptığını bilemez şekilde davranmak (İbrahim 14/43) anlamıyla birlikte genelde ilmin ve hidayetin zıddı olarak nefsin kötü ve süslü arzularına delilsiz körükörüne uymak anlamında kullanılmıştır “Haksızlık edenler bilgisizce kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (erRûm 30/29)
Kur’ân hevayı dalalet ve sapıklığın başlıca sebebi olarak zikretmektedir. Dinî inançla ilgili meselelerde hevasına uyan kişinin doğru yoldan sapacağı muhakkaktır. Hevasına uyan kişiyi izleyenler de kaçınılmaz bir biçimde Allah yolundan sapacaklardır. İnsanın kötü durumlara düşmesinde kalpteki hırs, aşırı istek, şehvet, sınırsız sevgi ve heva gibi duygular önemli rol oynar. Çünkü heva azgınlığı, haddi aşmayı ve günaha dalmayı isteyen bir kuvvettir. Bütün musibetlerin ve kötülüklerin kaynağıdır. Kişi istek ve eğilimlerini tatmin edip geliştirirken, bencillik, korku, hırs, hased, kibir, zorbalık gibi duyguların, olumlu motivasyonla başka insanlara zarar verici hale gelmesini önlemesi şarttır. Bu yapılmaz ise insan şahsiyetinin olgunlaşması mümkün olmadığı gibi, fertler şahsi çıkarlarını tatmin etmek için diğer insanları hiç dikkate almaz, yahut ezebilir. Söz gelimi para kazanmak, iktidar ve mevki elde etmek için insanlar teşvik ve tahrik edilir. Fakat bunları elde ederken, diğer insanların kırılmaması ve haklarının gözetilmesi gerekir. Onlara zarar verilmemesi öğretilmez ise, toplumun huzurunu bozan tipler yetiştirilmiş olur. Buradan anlaşılmaktadır ki heva, kötü tiplerin ortaya çıkmasına etki eden olumsuz bir faktördür.

Şeytan insanın duygu ve düşüncelerine etki ederek onları olumsuz fiillere sürükleyen ya da bu hususta onları faaliyete geçiren, önemli bir faktördür. Şeytan nefis gibi insanın kendi varlığı içindeki eğilimler, duygular ve benzeri şeyler değildir. Şeytan insanın dışında, ona düşman ve yabancı bir varlıktır. Bu nedenle şeytan, insana etki eden olumsuz bir dış etkendir.
Kur’ân’da şeytan, Hz. Adem’e karşı gösterdiği kibir ve Allah’a olan isyanından ötürü azgınlığa mahkum edilerek Allah’ın rahmetinden kovuluşunu sebep ittihaz ederek, insanoğlunu azdırıp saptıracağını iftiharla bildirmektedir.115 “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” dedi.” (el-A’râf 7/16-18)

Şeytan vesveseyle ferdin nefsindeki kötü duygu, istek ve arzuları harekete geçirerek ona günah olan fiilleri işletir. Çünkü nefsin bozgunculuğu ve kötülükleri hep şeytanın vesvesesinden kaynaklanır. Günaha düşmede kötü telkinleriyle başrolü üstlenen şeytan, çoğunlukla nefsin arzularını vasıta ederek insanı günaha davet eder. “Şeytan, insanın damarlarında kan gibi dolaşır.” hadîsi şeytanın vesvese ile aldatmasının, şehevî istek ve arzularını harekete geçirişinin mecâzî ifadesidir. Şeytan asıl itibariyle dışarıda müstakil varlığı olan bir yaratıktır.
Şeytan yalan vaadlerde bulunarak (en-Nisâ 4/10), zihinlere asılsız korkular salıp kötülükleri emreder. (el-Bakara 2/268; en-Nûr 24/21) Allah’a karşı insanların bilmedikleri şeyleri söyleterek (el-Bakara 2/169) insanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları eker. (el-Mâide 5/91) Bütün bunları vesveseleriyle yapar. Vesveselerini, daha ziyade çirkin amelleri güzel gösterme yolunda kullanır. (el-En’âm, 6/43; el-Enfâl 8/48; en-Nahl 16/63; el-Neml 27/24)
Şeytan insanları korkutarak hayır işlemekten vazgeçirmeye çalışır. Onu fakir kalmakla korkuttuğu zaman, o hayrı yapmaktan vazgeçer. Kötü fiili süslü göstermeye çalıştığı vakitte de aldanır. Şeytan insanları fakirlikle korkutur ki, onlar elindekileri tutsunlar, Allah yolunda harcamasınlar. Malları yok olacak diye onları bu infaktan men etmekle birlikte isyanı, günahı, haramları yapmayı ve yaratıcıya muhalefet etmeyi emreder ki mallarını şerde ve fesat yollarda harcayıp hayır ve salih işlerde cimrilik yapsınlar.
Şeytanın insanlara dokunması olmasaydı, isyan etmeyecekler ve fıtratları bozulmayacaktı. Çünkü şeytan insana dokununca onu körleştirir, duygularını yok eder ve gözünü köreltir. “Şeytan insanlara vaadlerde bulunur, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler, aldatmacadan başka bir şey değildir.” (en-Nisâ 4/120). Bu durumda şeytan, insana kötü davranışını süsleyip güzel görmesine sebep olmakta, kazanç ve mutluluk vaadlerinde bulunarak azgınlık yapmasına yardımcı olmaktadır. Yaptıkları sonucunda kurtulacağı kuruntusuna daldırmakta ve helaka sürüklemektedir.
Şeytan insanın nefsi aracılığıyla çeşitli duygu, düşünce, istek ve ilgilerini desteğine alarak, üzerinde kurduğu etki üç şekilde gerçekleşmektedir: Kişiye kötü bir davranışı güzel göstermesi, ferdi niyetlendiği güzel bir fiili yapmaktan alıkoyması ve çeşitli güdüleriyle motive ederek hataya sürüklemesidir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, kötü davranışların arkasında mutlaka şeytanın aldatması ve vesvesesi vardır. Kur’an âyetlerinden anlaşılmaktadır ki şeytan insan davranışlarına , şahsiyet, mizaç ve karakterine olumsuz yönde etki etmektedir.

Kur’ân terminolojisinde akıl “bilgi elde etmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilginin vasıtası” olarak kabul edilir. Kur’ân-ı Kerim bizzat aklın kendisinden bahsetmez. Akıl yerine kalbi zikreder. Ayrıca, aklı kullanmak, hatırlamak, düşünmek, ibret almak gibi insanda var olan aklın fonksiyonlarından da bahseder (el-Bakara 2/164, 266; Âl-i İmran 3/191; el-En’âm 6/6; enNahl16/10-13, er-Rûm 30/8; Sâd 38/29; ez-Zümer 39/27-28).
Akıl, Allah’ın insan varlığına yerleştirdiği, fikirlerinin ve düşüncelerinin doğduğu yer, hayır ve şerrin, hidayet ve dalaletin arasını ayıran hayat seyrinin kılavuzudur. Akıl vücudun hareketlerini yönlendirir. İnsan şahsiyetini değiştiren en büyük güçtür. Akıl insanın sorumluluğunun temel kaynağıdır. Dinin hükümlerinden sorumlu olabilmesi için aklının olması gereklidir. Akıl sahibi olmayan kimse için sorumluluk ve hesap yoktur. İnsan, aklı ve zihnî melekelerinin gücü ölçüsünde ceza ve sorumluluğa sahiptir. Mükellef bir insan olabilmek için akıl en başta gelen şarttır.
Akıl, sadece insana verilen bir özellik olup kişiliğinin oluşmasında etkili olan en önemli unsurdur. Onun diğer varlıklara karşı üstünlüğü akıl sayesindedir. Akıl insandaki anlama gücüdür, onun yardımıyla iyiyi kötüden ayırma, iyi ve kötü arasında mukayese yapma gücünü elde etmedir. Kişi önermelerden sonuçlar çıkarabilir, cüz’iyyattan küllî bilgilere ulaşabilir ve beş duyu organlarıyla hissettiklerinden hükümler çıkarabilir.
İnsanın düşünme, bilme, davranışlarını belirleme, denetleme ve yargılaması ya da iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırmasıyla ilgili kabiliyetine kısaca akıl diyoruz. Ayrıca akıl belli yargı ve hükümler arasındaki mantıksal bağlantıları kavramak; olayları yönlendiren ve düzenleyen ilkeleri bulmak, dolaysıyla geleceğe ilişkin ya da gelecekte olacak olaylar konusunda öngörüde bulunma kabiliyeti şeklinde de tanımlayabiliriz.
Akıl davranışlarımızın ve sorumluluk duygumuzun ana kaynağı ve şahsiyetimizin oluşması için Allah’ın bize bahşettiği insana özgü bir nimettir.

İnsan şahsiyetini etkileyen faktörlerden birisi de iradedir.
İnsan şahsiyetini etkileyen faktörlerden birisi de iradedir. Sözlükte; talep etmek, istemek, dilemek, arzulamak, emretmek, tercih etmek, iştiyak, kast, meşiet, hareket, hüküm, yaratma ve inşa anlamlarına gelir. Kur’ân’da insanın irade sahibi olduğunu anlatan pek çok âyet olduğu gibi cebri savunan âyetler de vardır. Fakat biz burada bu tartışmanın ayrıntısına girmeyerek insanın özgür bir varlık olduğu görüşünden hareket ederek konuyu izah etmeye çalışacağız. Tabiat kanunları denilen ilahî kanunlar alemin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi, irade ve hürriyet de insanın
ayrılmaz bir parçasıdır. İradenin varlığı inkar edildiği zaman, dünyada hak, vazife, sorumluluk, suç ve ceza bağlamında hiçbir şey kalmaz. Çünkü iradesi olmayan insan hayvandan farksızdır. Bu açıdan bakıldığında irade; gerçek ve gerçek olmayan, doğru ve yalan, mutlak ve nisbî gibi iki alternatif arasında serbestçe seçmeye muktedir olmaktır. Eğer insan hür ve irade sahibi bir varlık olmasaydı dinin gönderilmesinin bir anlamı kalmazdı. Çünkü hür irade insanın dini seçmesi ve yaşaması için zorunludur.
İnsan kendi iradesiyle hayrı ve şerri seçebilme özgürlüğüne sahiptir. Kur’ân insanın şuurlu olarak kendine doğru veya yanlış yolu seçip, ona göre hareket ettiğini ve Allah’ın sadece insanın hareketlerini değerlendirdiğini ifade eder (en-Neml 27/39-40; el-İnsan 76/3; el-Beled 90/10-20; eş-Şems 91/7-10). Kısaca, insan sorumluluğunun bir gereği olarak tercih ve irade kabiliyetine sahip kılınmıştır. İnsanın tercih ve iradesinin gereğini yerine getirebilmesi, onu diğer varlıklardan hatta meleklerden bile üstün kılan özelliklerden birisidir. İnsan kendi istek ve iradesiyle mükemmel bir şahsiyete sahip olabildiği gibi varlıkların en aşağı mertebesine de düşebilir.
Osman Kara, Eğitim, İslam, İslam ve Düşünce kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır

Abdülazîz, Emîr, el-İnsan fi’l-İslâm, Beyrut: Daru’l-Furkan, 2. baskı, 1986.
Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, çev. Şelale Başar, İstanbul: Dergah Yay., 1997.
Akçay, Mustafa, “İmanın Oluşumunda Fıtratın Rolü”, SAÜİF Dergisi, Sayı: 1, Adapazarı 1996.
Altınköprü,Tuncel, Şahsiyet Analizi, İstanbul: Hayat Yay., 1999.
Altıntaş, Ramazan, Kur’ân’da Hidâyet ve Dalâlet, İstanbul: Pınar Yay., 1995.
Âlûsî, Ebu’l-Fadl Şihabuddin Muhammed, Rûhu’l-me’ânî fî tefsîri’l Kur’âni’l-Azîm ve’sseb’i’l-mesânî, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1997.
Armaner, Neda, Din Psikolojisine Giriş, Ankara: MEB Yay., 1980.
Aydın, Ali Rıza, “Çocuğun Dini Şahsiyet Kazanmasında Ailenin Rolü”, OMÜİF Dergisi, 8. sayı, Samsun 1996.
Aydın, Hayati, Kur’ân’da İnsan Psikolojisi, İstanbul: Timaş Yay., 1999.
Ayhan, Halis, Eğitim Bilimine Giriş, İstanbul: Şule Yay., 1997.

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً
De ki: “Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” İsra 84