logo

Hiç kimse, yaptıkları iyi şeylerin karşılığı olarak, kendisini ne tür bir mutluluğun beklediğini bilmez.

AKRABALIK İLİŞKİLERİ / AKIL NİMETİ VE İMTİHANI / AİLEDE HUZUR

HAYRA ÇAĞIRMAK / HUZURUN ESASLARI / HUZUR İSLAM’DADIR

KUR’AN’A DÖNÜŞ / KUR’AN BİR YÜKSEK BİLİNÇ REHBERİDİR

SELAMI YAYGINLAŞTIRMAK / SEVGİ SAYGI MERHAMET / SUÇLULUK DUYGUSU 

İslam’da İyilik Yapma Yolları

İslam’da Allah’a imandan, insanlara kötülük yapmamaya kadar uzanan binlerce hayır ve iyilik yolu bulunmaktadır. Dinimizdeki hayır yollarıyla ilgili ayetler ve hadisleri derledik.

İYİLİK YAPMAK İLE İLGİLİ AYETLER

  1. “Her ne hayır işlerseniz, Allah onu mutlaka bilir.” Bakara sûresi (2), 215
  2. “Ne iyilik ederseniz Allah onu bilir.” Bakara sûresi (2), 197 Bu iki âyet, yapılacak herhangi bir hayır ve iyiliğin asla meçhul kalmayacağını, onların Allah Teâlâ tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu âyetler, iyiliklerin kayıt ve zabt garantisidir. Çünkü insan, yaptığı iyiliğin zayi olmasını istemez. Bu sebeple âyetler büyük bir teşvik unsurudur. Nasıl mı?
  3. “Kim zerre kadar hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür.” Zilzâl sûresi (99), 7
  4. “İyilik işleyenin faydası kendisinedir.” Câsiye sûresi (45), 15

İyiliğin zerresinin bile karşılığı görülecektir. Zira her yapılan iyiliği Allah bildiğine göre, artık ortada en küçük bir kayıp ihtimali yoktur. Bu kesinlik içinde bir başka gerçek de, “hayrın faydasının onu işleyene ait olduğudur.” O halde kendi kendisine iyilik etmek isteyen, öz nefsinin hayrını isteyen, küçük-büyük demeden iyilik yapmalı, hayır işlemelidir. Zira iyiliğin peşin faydasını başkaları görse de, nihâî faydası, mânevî kazancı onu işleyene aittir. Bu noktada da herhangi bir yanlışlık ve haksızlık söz konusu değildir. Kimsenin hayır ve iyiliğinin sevabı baş-kasına yazılmaz.

İNSANA EN BÜYÜK SEVAP KAZANDIRACAK AMEL

İnsana en büyük sevabı kazandıracak amel, hiç şüphesiz merak edilecek bir konudur. Ebû Zer hazretleri bu merâkını Resûlullah’a arzetmiş, aldığı cevap “Allah’a iman ve Allah yolunda cihad” olmuştur. Allah’a iman, her hayrın başıdır. O olmadan hiç bir işin kıymeti yoktur. İman, “kalb ile tasdik” anlamında kalbin; “dil ile ikrar” anlamında da dil’in amelidir. Bu sebeple imana amel denilebilir. Hadisimiz bunun delilidir.

“Allah yolunda cihad”ın iman ile birlikte zikredilmesi, onun, hayırlı işlerin ve amellerin en başında, imandan hemen sonra geldiğini göstermektedir. “İ’lây-ı kelimetullah” (İslâm’ı yaymak) niyetiyle yapılacak her türlü faaliyet bir nevi cihad olduğuna göre, bu en üstün amelden herkesin nasip alma imkânı bulunduğu anlaşılır.

Âzat etmek, hürriyetine kavuşturmak için hangi esir, köle ve câriyenin daha üstün olduğu sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği, “sahiplerine göre en değerli ve fiat olarak en pahalı olanı” cevabı, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe büyük hayra ulaşamazsınız” [Âl-i İmrân sûresi (3), 92] âyetini hatırlatmaktadır. “Her işin en kıymetlisi, en kalitelisidir” mesajını vermektedir. Nitekim “efdalü’l-a’mâl ahmezühâ” yani “Nefse en ağır gelen amel, amellerin en üstünüdür” buyurulmuştur. Değerli ve fiyatı yüksek olan köle veya esiri âzat etmek pek öyle kolay iş değildir. Bu yapılırsa üstün nitelikli bir iş yapılmış olur. İnsanları hürriyetlerine kavuşturmak, haklarına sahip kılmak aslında başlı başına büyük bir hayırdır. Bugün belki köle-câriye yok ama, esir ve esir muamelesine tabi tutulan hür görünümlü insanlar hatta milletler vardır. O halde onların gerçek hürriyet ve haklarına kavuşturulmaları en kıymetli hayırlardandır.

Hürriyete kavuşturmada sayı mı, kalite mi önde gelir? Bu tartışılmıştır. Bu biraz da duruma göre değişir. Zira bir insan vardır, bir kabileye veya bir alaya bedeldir. Onun kurtarılması bir topluluğu kurtarmak yerine geçer. Normal halde ise ne kadar fazla insan, hak ve hürriyetlerine kavuşturulursa, o kadar büyük hayır işlenmiş olur.

Cihada, köle veya esir âzadına gücü yetmeyenler için de bir san’atkâra yardım etmek veya beceriksiz bir kimsenin işini görmek bir başka hayır yoludur. Hadiste geçen sâni’, zâyi’ (fakir, garip) olarak kaydedilmektedir. Her iki halde de böylesi kişilere yardımcı olmak elbette bir hayırdır. Ancak hadisin bu ifadesinden, belli bir mesleği ve sanatı olanlara yardımın, sanat sahibi olmayanlara yardım etmekten daha önde geldiği, daha üstün bir iyilik olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Hz. Peygamber’in sanat ve meslek sahibi olmaya teşvik ettiğini gösterir.

Son olarak hadisimiz insanlara ve topluma zarar vermemeyi, hiçbir iyilik yapamayanlar için başlı başına bir iyilik olarak önümüze koymaktadır. İnsan iyilik yapamıyorsa, bâri kötülük yapmamalıdır. Bu da neticede kendisi için bir iyiliktir. Kötülük yapmamayı bile bir iyilik olarak değerlendiren dinimiz, hayır ve iyilik idealine ne kadar önem verdiğini ortaya koymaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki, müslüman toplumu iyi-ler ve iyilikler toplumudur. Ondan da önce zararsızlar toplumudur. Artık hem iyilik yapmayıp hem de kötülük işlemekten geri durmayanlar düşünsünler…

Hadisten Öğrendiklerimiz

  1. Dinimizde Allah’a imandan, insanlara kötülük yapmamaya kadar uzanan binlerce hayır ve iyilik yolu bulunmaktadır.
  2. Yardıma muhtaç olan herkesin yardımına koşmak iyilik ve hayırdır.
  3. Her türlü amel ve iyiliğin temeli Allah’a imandır. İman olmadan yapılacak hiçbir işin kıymeti yoktur.
  4. İslâm toplumu iyiler ve iyilikler toplumudur.
  5. Hadiste sayılan hususların her biri “iyilik” olarak başlı başına birer değerdir. Herkes durumuna göre bu iyiliklerden bir veya bir kaçını yapmaya çalışmalıdır.

Kaynak: Riyazüs Salihin, Hadis-i Şerif Tercümesi, Erkam Yayınları

Yaşadığımız dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek elimizde. İçimizdeki iyilik tohumlarını yeşertmemiz yeterli. Dünyayı yaşanası bir yer yapmanın en sıcak, en anlamlı ve en cömert yolu bu. Ayrıca, sevgi dolu, özenli, şefkatli ve düşünceli olmamız belki de karşımızdakilerden çok bizi etkiler. İyilik dolu davranışların oluşması, insandan insana bulaşması ve öncelikli olarak yapan kişinin kendisini iyileştirmesinin ardında yatan bilimsel gerçekleri keşfettiğinde daha bağışlayıcı, daha çok gülümseyen ve daha fazla takdir eden biri olacaksın. Karşımızdaki esnerse biz de esneriz. Nedeni ise nöropsikolojinin en popüler keşiflerinden biri olan ayna nöronlardır. Ayna nöronlar sayesinde karşımızdaki kişiyi taklit eder ve ona benzer şeyler hissetmeye başlarız. Doğadaki hayvanların davranışları analiz edildiğinde, bazı hayvanların empati kurabildiğini hatta gerektiğinde başka türlerin yavrularını yetiştirebildiğini görüyoruz. Yakın tarihli bir araştırma, farelerin empati yetenekleriyle ilgili çok ilginç sonuçlar ortaya koydu. Farelere seçenek verildiğinde, diğer farelere acı veren seçeneği yemedikleri görüldü. Sonunda bir ödül olsa bile arkadaşlarının iyiliğini düşündüler ve davranışlarını değiştirmeyi seçtiler. Sıkı durun daha ötesi geliyor!

Deneyin ikinci fazında farelerin ikisine de aynı anda elektroşok verildi ve diğer farenin acı çekmesine neden olan fare daha fazla nörobiyolojik ağrı tepkisi gösterdi. Bilim insanları bunu pişmanlık olarak niteledi. Sence de inanılmaz değil mi? Biz de benzer şekilde bir başkasının acısını ve sevincini hissedebiliriz. Ayna nöronlarımız, özellikle gözlem yoluyla aktif hale gelebilirler. Çocuklarımızın zaman içinde bizim yaptıklarımızı yapmalarının ve bize benzemelerinin nedeni de budur. Çocuklar yaşamayı ve daha birçok şeyi çevrelerindeki insanları gözlemleyerek öğrenirler. En basit haliyle, çocuklarımızı sevgi ve iyilik duygularıyla yetiştirmemiz daha iyi bir toplum inşa etmenin formülüdür. Yapman gereken tek şey başlamak! İyiliği yaymaya başla ve bunun nasıl hızla yayıldığına şahitlik et. Bazen biz yetişkinler bile iyiliğin nasıl bir şey olduğunu unutuyoruz. Aslında iyilik içimizde bir yerde duruyor ama onu yaşamın içine, davranışlarımıza dönüştürmeyi unutuyoruz. Eğer yaşadığın dünyanın değiştirmek istediği yönleri varsa, buna kendinden başla. Kendine ve başkalarına nasıl davrandığını gör ve değiştirmek istediklerinin üzerinde çalış.

İyilik beynimizi nasıl etkiler?

Gel birlikte iyiliğin beynimizi nasıl etkilediğini öğrenelim. Hem sinirbilim hem de sosyal bilim aynı anda şunu söylüyor: iyilik empati yoluyla beyin kimyasını değiştirir ve davranışa dönüştükçe gelişir. Araştırmalar, başka birine iyi davranmamızın serotonin, dopamin, endorfin ve oksitosin gibi hormonlarımızı harekete geçirdiğini ve bunun ruh sağlığımızı olumlu etkilediğini kanıtlıyor. Fiziksel ve zihinsel iyilik hali bu kimyasal tepkimeler sayesinde mümkün. Tüm bu hormonal değişim daha az stresli, daha az öfkeli ve daha mutlu, daha bağlantılı, daha motive olmamıza yardımcı olur. Buna bağlı olarak kan basıncımız düşer, kalp damar sağlığımız desteklenir. İyilik yoluyla salınan, mutluluk ve sevgi hormonu olarak da bilinen oksitosin, daha güçlü ve sağlıklı sosyal ilişkiler kurmamızı sağlar. Bu muhteşem hormon en çok anneler bebeklerini emzirirken salgılanır. Şefkatin, sevginin, nezaketin, birbirine güven ve desteğin en fazla olduğu o eşsiz anda.

Daha İyi Bir Dünya İçin Reçete

Gülümse!

Gülümsemenin tıpkı esnemek gibi bulaşıcı olduğu defalarca kanıtlandı. Biri sana gülümserken buna dayanabilirsin ki! Gülümseyerek hem kendimizi hem de karşımızdakini iyi hissettiririz ve çözümsüz sorunların bir anda çözülmesine zemin yaratırız.

İltifat et!

İkinci reçete iltifat. Aklından geçen ama dile getirmediğin iltifatları paylaş hadi! Ne kadar iyi hissettiğini paylaş. Arkadaşında beğendiğin bir özelliği söylemekte tereddüt etme.

Sihirli Sözcükleri Kullan: “Lütfen” ve “Teşekkür ederim”

Bu iki sözcüğün her cümlede kullanıldığı bir dünya hayal et! Her şey kendiliğinden güzelleşmez mi?

Rastgele bir iyilik yap

Bir Budist öğretisi olan “Rastgele İyilik Eylemi”(“Random Act of Kindness) bize karşılık beklemeden ve sebep aramadan yaptığımız küçük nezaketlerin hazzını yaşatır. Mesela okuyup bitirdiğin bir kitabı içine bir not yazarak toplu taşıma koltuğuna bırak bir yabancı için. Ya da komşuna rastgele bir günde pişirdiğin kurabiyelerden götür. Bu karşımızdaki kişinin sempatiye en çok ihtiyaç duyduğu güne denk gelebilir, bilemezsin! Nezaketi koşullardan arındırarak kendimize dair inançlarımızı ve sevgiyi de koşullardan bağımsızlaştırmaya katkıda bulunuruz. İyiliğin dünyayı değiştirme gücüne inananlar sayesinde iyilik hareketi de giderek güçleniyor. Sen de bir başlangıç yap, mesela komşunla başla. Belki tüm dünyayı değiştiremezsin ama seninki değişir, emin ol.

WANNAWELL

İnsan bir anını bile boşa geçirmemeyi itiyat haline getirmiş ustalar aramalı, bulmalı ve onların maiyetinde zamanı kullanmayı öğrenmelidir. Onlarla geçirilen zaman, zamanın nasıl geçirileceğinin talimidir.

Zaman en kıymetli varlığımızdır. Kendisini nasıl kullandığımızın sorulacak olması itibarıyla sorumluluğumuz, kendisi ile ebedi saadeti bulacak olmamız itibarıyla fırsatımızdır. Biz ona kapitalist dünyanın daha iyi yaşamak, daha çok kar etmek, daha verimli olmak vd. amaçları ile yaklaşamayız. Bizim ne yapıp edip imanlı ölmek gibi bir amacımız vardır. Zaman buna erişmek için geçirdiğimiz menzillerin toplamıdır. Nereden nasıl geçtiğimiz nereye varacağımızın da belirleyicisi olacaktır.

Zaman sermayemizdir. Yarın bize sorulacak beş şeyden bir tanesi de vaktimizi nerede harcadığımız olacaktır. Her nefeste bir hazine yitip gitmektedir. Geçip gidenin farkına varmak, aslında geçip gidenin kendimiz olduğunu fark etmek demektir. Giden bizsek zaman nedir?

Zamanın bir ruhu vardır. Her ruh sahibi gibi o da halden hale girer. Her anın kendine mahsus bir hali, her halin de bir edebi vardır. Zamanın hakkı, o edebi takınmakla ifa edilir. Zaman bu şekilde kendi hakkını koruyanı evladı gibi sahiplenir. Öyle ki ona vaktin çocuğu adını takarlar. Vaktin çocuğu hangi vakit neyi gerektiriyorsa onu yapmakla maruf kişiye verilen isimdir.

Hangi vaktin neyi gerektirdiği nasıl bilinir? Bunu kitap söyler, sünnet söyler, duymasını bilene zamanın kendisi söyler. Ama en açık söyleyeni zamanın kendisine uyduğu insanlardır. Zaman kime uyar? Biz onlara zamanın sahipleri diyoruz ki onlar zamana ve hakkına riayet etmekteki başarıları ölçüsünde zamanın sahipliği boyunlarına asılmış bahtiyarlardır. İnsanlar onlara bakıp zaman neyi gerektiriyor, bunu tayin edebilirler. Çünkü onlar artık zamanın kendisine bakıp halini tayin ettiği kimselerdir.

Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesi, zamanın akışının bu kemal ve zeval gibi iki manayı içeren değişimle sübut bulması Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Delil olarak sadece bu bile yeter. Mevsimler, yıllar, devirler ve ömürler hep zamanda seyrimize ilişkin diğer ayetlerdir. Ama en önemlisi zamanın kendisinin de bir seyr içinde oluşudur ki bu ilahi fermanla teyit edilmiştir: “Biz zamanı insanlar arasında döndürür dururuz.’’ (AIi İmran, 140) Zamanın seyri ya da ayetin ifadesiyle dönüp durması bir terbiye maksadı taşır. Zaman bu anlamda bir mürebbidir.

Zamanı yönetmek gibi bir meselemiz olmalıdır, çünkü zaman kıymetlidir, durmadan akmakta, kendisi ile beraber bizi de tüketmektedir. Bir anlık uyanıklık ile ebedi kurtuluşa erişmek de mümkündür, bir anlık gaflet ile ebedi hüsrana savrulmak da… Bir anı hem cennete hem de cehenneme gebe bu imkanın yönetimi aslında her şeyin yönetimidir.

Zamanı yönetmek, vakti hayırlı ve verimli işlere harcamaktır. Birçok kimse tam da bu nokta üzerinde durmuştur. Bu gerçekten önemlidir de… Ama zamanla ilgili esas farkına varılması gereken farkındalık seviyesini hiç yitirmemektir. Bu seviye zamanın üstüne titremek ve sürekli teyakkuz halinde kalarak bir anı bile boşa harcamamaktır.

Zamanla ilgili farkındalık seviyesine nasıl erişilir? Öncelikle bir bilinç hali ile ki bu yitecek ve kaybedecek tek varlığının zaman olduğunu özümsemekle başlar. İnsan bu hale ancak bir terbiye süreci ile erişir. Terbiye mürebbi gerektirir. Zamanın kendisi de bir mürebbidir ama maliyeti yüksek bu terbiyecinin eline düşmeden zamanı iyi kullanmayı başaran mürebbiler bulmak gerekir. İnsan bir anını bile boşa geçirmemeyi itiyat haline getirmiş ustalar aramalı, bulmalı ve onların maiyetinde zamanı kullanmayı öğrenmelidir. Onlarla geçirilen zaman, zamanın nasıl geçirileceğinin talimidir. Yok mudur böyle ustalar? Her zaman vardır ve olmuştur, diğer türlü zamanın kıymetini nereden ve nasıl bilecektik?

Zaman yönetimi ile ilgili en önemli nokta önceliklerin belirlenmesi, bir diğer ifade ile işlerin önem sırasının tayinidir. Bizim hangi işimizin ne ölçüde önemli olduğu zaten bellidir. Bunu kitabımız, Peygamberimiz ve hak dostları göstermiştir. Burada önemli olan zaruri olanlarla ihtiyari olanlar arasında ayrımı iyi yapabilmektir. Şahsiyetimizle ilişkili ayırıcı vurgular ihtiyari olanda belirir ve çok zaman kayıp ve kazanç da buradan kaynaklanır.

Zamanımız bütünüyle bize ait değildir. Başta Allah olmak üzere, ailemiz, çevremiz, ülkemiz, ümmet ve insanlığın zamanımızdan alacağı pay vardır. Kendimize ayırdığımız, payların arasından bir paydır. Başkalarının payını önceleyenin payını Allah büyütür, büyütür payda yapar.

Namaz ilk ve öncelikli işimizdir. Biz dünyaya namaz kılmak için geldik. O yüzden işlerimizin arasında namazlarımızı eda etmek değil, namazlarımızın arasında işlerimizi eda etmek gibi bir mesuliyetimiz vardır. Namazı ilk zamanında ve cemaatle kılmaya gayret ederiz, çünkü biliriz ki buna dikkat edenin Allah zamanına bereket lütfeder. Ezan okundu mu hayat durur ve huzura çıkılırsa iki namaz arası ile ilgili en önemli vazife ifa edildiği için o zamanın hakkı verilmiş olur. Zamanın hakkını veren, ödülünü de hak eder.

Her gün en az iki sayfa Kur’an, iki sayfa hadis/hadis açıklaması ve en az elli sayfa kitap okumak hüsrana düşmemek açısından sınırlarımız olmalıdır. Hayrın ve hayırlı işlerin kıyısında köşesinde bulunmaya gayret etmek buna ilave edilecek bir diğer önceliğimizdir.

Zamanımızın boş kısmı yoktur, çünkü boşa geçirilecek zaman yoktur. Her zaman diliminin kendine mahsus bir iş ve oluşla önceden adı konmalıdır. Bunu yapmak kolaydır da yerine getirmek zordur, çünkü insanın sadece kendisi ile değil, çevresi ile mücadelesini de gerektirir.

Gündüz iş, gece istirahat içindir. Gece gebedir. Sabaha ne çıkacağını gecenin seyri ve ne ile değerlendirildiği belirler. Gecenin son üçte birlik dilimi ile özdeşleşen seher vakti ilahi feyzin yağmur gibi yağdığı mübarek bir devredir. Bir davası ya da derdi olanın bu devreye müstağni kalması düşünülemez, çünkü bu zaman dilimi sadrın genişletildiği, sözün ilham edildiği ve yaraların tedavi edildiği bir şifa ve rahmet mecrasıdır. Dahası bir Peygamber tavsiyesidir: “Size geceleyin kalkmayı tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önce yaşayan salihlerin âdeti, Rabbinize yakınlık vesilesidir, günahlardan koruyucu, kötülüklere kefarettir ve bedenî rahatsızlıkları kovucudur.”

Sabah namazı ile başlayan vakit, bereketin sağanak gibi yağmaya başladığı vakittir. Ümmeti Muhammed’in işinin yolunda gitmesi, kazancının bol ve hayırlı olması bu vakitteki gayreti ile mukayyettir, çünkü bu Peygamberinin ümmetine duasıdır: “Allah’ım! Ümmetimden sabahın erken vakitlerinde işe koyulanlara bereket ver.”

Hangi iş ya da faaliyet olursa olsun vakitli başlayıp vakitli bitirmek, vakte riayet etmek bereketin kaynağıdır. Zaman kendi hakkını koruyanın, hakkını korur. Toplantılara, buluşmalara zaman tayin edip, tayin edilen o zamana riayet etmek, hem huzur hem de verimlilik sebebidir.

Bereketin bir diğer kaynağı temadiyet, yani düzenlilik ve süreklilikte ısrar etmektedir. Sabır, azim ve ısrarla bir noktada tevakkuf edenlerin yanına Allah zamanı da katar; onlar haftanın, ayın ya da senenin aynı günü aynı saat buluşup da yaptıkları ufacık işlerin ne büyük neticeler getirdiğini hayretle müşahede ederler.

Allah’a kulluk yolundaki gayretler ve bu şekilde alınan yol zamanın bereketini artırır. Bu biraz latifeli de olsa Einstein’ın izafiyet teorisinin de ispatladığı bir gerçektir. Einstein’a göre bir cismin hızı arttıkça zaman onun için daha yavaş akmaya başlar. Yine bir cismin kütlesi ne kadar büyükse zaman onun yanında o kadar yavaş akar. Allah yolunda hızını artıranın zamanı istediği kadar işe müsaade edecek bir mahiyete bürünür. Yine manevi cesametin artması anlamında kurbiyet zaman içinde zaman veren bir genişlik temin eder.

Zamanımızın boş kısmı yoktur, çünkü boşa geçirilecek zaman yoktur. Her zaman diliminin kendine mahsus bir iş ve oluşla önceden adı konmalıdır. Bunu yapmak kolaydır da yerine getirmek zordur, çünkü insanın sadece kendisi ile değil, çevresi ile mücadelesini de gerektirir. Hele de kimseye hayır dememeyi adet haline getirenler için bu çok daha zordur. Onlara şu kadar söylenebilir ki kimseye hayır demeyenin kendisine hayrı yoktur, çünkü onun işler arasında öncelikleri belli değildir. Böylesi ise neyin hayırlı ya da daha hayırlı olduğunu tespit anlamındaki hikmet ve irfandan mahrum kalmıştır. Prensip sahibi olmak öncelikleri belirlemenin, bu da hayırlı bir hayatın ilk adımıdır.

Hangi zamanda neyi tercih edeceğimiz kendi halimizle alakalı bir durumdur. Çalışmanın, sohbetin ve diğer işlerin günün hangi zamanlarında daha iyi verim verdiğini tespit etmek kendini tanımanın bir cüzüdür. Bunu yapan zamanını da kıymetlendirir.

Ertelemek ve ihmal etmek zamanla gelecek bereketin ve hayrın kanseridir. Böyle bir durumla yüz yüze kalan işini tehir etmemeli, tecil etmeli, yani belirsiz bir zamana değil adı konmuş bir zamana tahvil etmelidir.

Cuma haftanın şah günüdür. Boy abdesti, Kehf Suresi tilaveti, salavat, erkenden camiye gitmek, yeni elbiseler giymek gibi güzelliklerle Cuma’ya hürmet eden, sadece o günün değil haftanın bereketini edinir.

İkindi ile akşam arasındaki kerahet vakti büyüklere göre gündüzün seheridir. Bu vakti zikr’ü tesbihat veya ilim tahsili ile geçirmek makbul görülmüştür.

Allah Rasulü’nün günlük hayatında yatsıdan sonraki hayatının mestur olması, bu saatten sonra ‘’kopanlar’’ için en önemli ibret vesilesi olmalıdır.

SON SÖZ: Zamanının kıymetini bileni Allah kıymetlendirir.

Mehmet Lütfi Arslan / Ebedi Gençlik Dergisi

‘En Hayırlı Nikâh En Kolay Olanıdır’

Evlilikte, Huzur, Güven, Maddi ve Manevi Rahatlama Vardır

Muhabbet: Karşılık Beklemeden Sevmek

Muhabbet; karşılık beklemeden sevmek manasına gelir. Aile, sevgi üzerine kurulur. Sevgi olmadan, mutluluk olmaz. Sevgi dolu ve sevecen olmak, ailedeki huzurun ve mutluluğun temelini oluşturur. Eşler arasında bir sevgi, bir muhabbet olmalı ama bu sevgi ve muhabbet, saygıyla yoğrulmuş, örülmüş olmalıdır. Sevmek ve sevdiğini hissettirmek çok önemlidir. Hele kadınlar için sevgi hava gibi, su gibidir. Sevgiyi karşı tarafın anlayabileceği bir dille, bir yolla anlatmak, sevgi dilini bilmek gerekir. Aile içindeki ilişkiler duygusal ağırlıklıdır. Eşlerin birbirine duydukları en önemli ihtiyaç, duygusal ihtiyaçtır. Yeme, içme, barınma ihtiyacı daha sonra gelir, duygusal doyuma ulaşan birine artık bir lokma kâfidir. Aile muhabbetin, neşenin ve lezzetin paylaşılarak kıymet kazandığı yerdir.

Merhamet; şefkatli olma, acıma, kalp inceliği ve iyilik yapmak gibi duygu yüklü manalar taşır. Evliliğin özellikle ilerleyen dönemlerinde merhamet daha da önem kazanır. Eşler yaşlanıyor, ister istemez hastalıklar baş gösteriyor. O zaman yardımlaşma ve dayanışma daha çok ön plana çıkar.

Aile Yapısı Sağlıklı Olan Toplum Sağlamdır

Aile, vefanın fedakârlıkla, bilginin hikmetle, sevginin hürmetle harmanlandığı yerdir. Bundan sonra bereket kendiliğinden gelir. Ailede, sevgi, kanaat, yemek, mutluluk ve acılar ayrımsız paylaşılır. Ailede bulunan herkes kendince katkıda bulunur bu yuvaya. Eşler birbirlerinin üstüne titrer ve ailenin sağlam birer dayanağı olurlar. Bencilliğe yer yoktur ailede, sürekli bir yardımlaşma vardır. Aile yapısı sağlıklı olan toplum da sağlamdır. Aile olmak, bir bütünü tamamlamak demektir. Kur’an’ın ifadesiyle eşlerin birbirlerine örtü olmaları demektir. Eş olmak, kişinin kendi eksikliğini kabul edip eşiyle tamamlanması, kemale doğru adım atması, eşinin onu bir örtü gibi sarıp sarmalamasıdır.

Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kadını, kocası aleyhinde kışkırtan bizden değildir.” 6 buyurmak suretiyle aileye dışarıdan yapılan müdahalelerin tehlikesine işaret eder. Yine Sevgili Peygamberimiz (sav), “Bu, bir daha yanımıza gelmesin.” buyurarak aile huzurunu kaçıracak kimselerin aile içine girmesine engel olunmasını istemiştir.

‘Ey Rabbimiz! Bizi Allah’a Karşı Gelmekten Sakınanlara Önder Eyle’

İslâm, iffetli bir toplum oluşturmak için evliliği özendirmiş ve kolaylaştırmıştır. İslâm’a göre doğal ve fıtrî bir gereklilik olan evlilik, hem kadın ve erkek için huzur ve sükûn kaynağıdır hem de yeni nesillerin sağlıklı olarak yetişebildiği en uygun ortamdır. Yapılan ideal bir evlilik, eşlerin hem dinî hayatlarını hem de iffetlerini ve nesillerini koruma altına alacaktır. Müslüman bir bireyin mutluluğu, uygun bir evlilikle huzurlu bir toplum ise sağlam temeller üzerine kurulmuş aile yuvalarıyla sağlanır. Diğer bir ifade ile ailenin korunması, toplumun da korunması ve geleceğe ümitle bakabilmesi anlamına gelir. Şüphesiz herkes mutlu bir evlilik yapmak ister. Bu amaçla gerekli çabalar gösterildikten ve şartlar yerine getirildikten sonra, aile huzurunun devamı için ayrıca dua da edilmelidir. “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.”

ALİ RIZA

İnsanın hayatında meydana gelen bir sürü iş, oluş ve eylem vardır. İnsan söz konusu bu iş, oluş ve eylemleri yaparken, akıl ve iradesini kullanma imkânına sahiptir. Aslında insandan beklenen, her durum ve şartta akıl ve iradesini kullanmasıdır.

Herhangi bir iş, oluş ve eylemi vücuda getiren gerekçelerle oluşan tercihler, hep irade süzgecinden geçerler. İyi olan, doğru olan, bütün yapılıp edilenlerin akıl ve irade süzgecinden geçirilerek yapılmasıdır. Fakat bunu gerçekleştirmek her zaman mümkün değildir. Rutinleşen hayatın kalıpları arasındaki iş, oluş ve eylemler için akıl ve irade değil, refleksler devreye girmektedir. Bu durumda insan ne’yi niçin yaptığını sorgulamaz, yapılması gereken vardır ve bu yapılması gereken alışkanlık halini almıştır. Öyle zannediyorum ki, insan hayatının ekseriyetini alışkanlıklar oluşturmaktadır.

İyi olsun kötü olsun, doğru olsun yanlış olsun, hakiki olsun sahte olsun, niteliği her ne olursa olsun, alışkanlık haline gelen iş, oluş ve eylemlerin akıl ve irade ile bir ilgileri kalmaz. Yapıp ettiklerini, sahip oldukları alışkanlığın bir neticesi olarak yapanlar, bilgi ve bilinçten mahrumdurlar. Bilgi ve bilinçten mahrumiyetin doğal sonucu, insan olmaktan, insanca yaşamaktan mahrum kalmaktır. İnsan olmak için, insanca yaşamak için, yani varoluşumuzu gerçekleştirmek için, bilgiden, bilinçten ve hikmetten yana bir nasibimizin olması gerekir.

İnsan bildiği zaman, tanıdığı zaman, fark ettiği zaman, aklı, düşüncesi ve iradesi harekete geçer. Aklı, düşüncesi ve iradesi harekete geçtiği zaman, sevgi ve sevmenin yapıcı dinamizmi hayata vaziyet eder hale gelir. Eğer bu böyle olmazsa, insan için tek alternatif herkesin yaptığını yapmak olacaktır. Bu durumun modern zamanlardaki ifadesine moda denmektedir. Bütün modalar amansız birer taklitten başka bir şey değildir. Atasoy Müftüoğlu’nun dediği gibi kimi taklit ediyor olursanız olun, neticede intihar etmiş olursunuz. Taklit, bu denli korkutucu ve endişe vericidir. Çünkü intihar etmek, Allah’a ve Allah’ın çizmiş olduğu sınırlara isyan etmek demektir.

Sevgi ve sevmek noktasında insanın esaslı bir aydınlanmaya ihtiyacının olduğunu belirtmek gerekir. Sevgiyi doğru kullanmanın en önemli ölçütü, “kim için ve niçin seviyoruz” sorusuna verilecek cevapta gizlidir. İlahi Vahiy bu açıdan hem sevmenin ve hem de sevmemenin ölçüsü olarak Allah’ı işaret etmektedir. Yani Müslümanım diyen herkesin sevdiği de sevmediği de Allah için olmalıdır. Burada sevmeye iki boyutlu bir imgelemle/tahayyülle bakmak yanlış olmaz: Aşkın sevgi ve içkin sevgi. Aşkın sevgide maddi dünyanın ötelerine kanat çırpılırken, içkin sevgide ise maddi dünyanın sınırları içinde kanat çırpılır. “Allah için” tabirinin içini, maddi dünyanın sınırlarını oluşturduğu iş, eylem ve oluşların, Allah’ın hoşnut olacağı şekilde yapılması doldurmaktadır. Bu hususta herhangi bir aldanma veya yanlışa meyletmemek için hayat, hidayet ve rahmet pınarı olan Kur’an’ın rehberliği gerekmektedir. Sonsuz ve sınırsız rahmet kaynağı olan Kur’an’ın rehberliği ile sevgi denen tarifsiz güneşin insanın gönlüne doğacağını Aziz Kur’an bildirmektedir. (Meryem19:96)

Vedûd olan Allah’tan bir armağan gibi, insan hayatında yer alacak bir sevgiyle, bütün karanlıkların yok olması ve görünür görünmez tehlikelerin kol gezdiği dünya hayatında, emniyet içinde bir yaşamın sürdürülmesi mümkün olacaktır.

Doğru bir hayatın ikamesi, ancak sevgi temeli üzerinde inşa edilebilir. Tabir caizse sevgi, Allah’ın varlık delillerinden belki de en önemlisidir. Sevgi deyince akla ilk gelen Allah olmalıdır. Çünkü bütün bir evreni oluşturan varlıkların üzerine oturduğu yasalar, ancak ve ancak mutlak hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ın sevgi ve merhametinin bir göstergesi olabilir. Eğer Allah’ın sevgisi olmasaydı bu kozmik yapı olmayacak ve bunun yerinde kaotik bir yapı olacaktı. Unutmamak gerekir ki, nerede adl üzere bir yapılanma varsa, orada sevgiden kaynaklanan bir işleyiş de var demektir.

İnsanın yaratılması, insan için, insan cinsinden eşlerin yaratılması, eşler arasında sevgi ve merhameti var ederek huzura kavuşturması da Allah’ın varlığının kanıtlarındandır. (Rum, 30:21) İlk insanlardan günümüze kadar sürüp gitmekte olan onulmaz gaflet sebebiyle, insanlardan büyük bir çoğunluk, kin ve nefreti rehber edinerek her türlü aşağılık iş, oluş ve eyleme imza atmışlardı. Çünkü bu prototipi oluşturan kimseler, sevgiyi anlama ve doğru kullanma hususunda arzu ve isteklerini rehber edinmişlerdi. Bu şekilde oluşturdukları hayat tarzlarıyla, sürekli olarak bir savaşın içinde olmuşlardı. Toplumsal yapıları estirdikleri terörle kaos ve karmaşaya sürüklemişlerdi. Bütün zamanlar boyunca yaşadıkları en ağır yenilgilere rağmen, yine de gerekli dersleri çıkaramayan bu kesim, son iki yüzyıldır kurdukları küresel sistemle, halkların zihinsel ve ruhsal yapılarına da sirayet edebilmiş ve dünyanın genelini mağdur ve madun hale getirmişlerdir.

Bütün güçlü ve yeni başlangıçlar, sevgiyle yapılan başlangıçlardır. Bizim en büyük sorunumuz sevgiyi doğru kullanamama sorunudur. Kısacık bir dünya hayatı için, sevginin diriltici özelliğini terk ederek, zehirleyen, yok eden bir sevgiye kucak açıyoruz. Seküler şemsiyeler niteliğindeki hedeflere kilitlenerek sonsuz karanlıklara dalmaktan korkmuyoruz. Bu gidişin nereye olduğunu düşünme zamanına bile sahip olamıyoruz. Hızla tükenen zamanı durdurma telaşıyla debelenirken, ölüm denen hakikatin soğuk duvarına çarparak kendimize geldiğimizde ise iş işten geçmiş olmaktadır. Onun için yeniden düşünelim, yeniden okumalar yapalım ve sevgi ile yeniden güçlü başlangıçlar yapalım ki, önce kendimize sonra da birbirimize gelelim. Unutmamak gerekir ki, kendimize gelmeden birbirimize gelmenin imkânı olmaz. Kendimize gelmenin en önemli enstrümanını ise sevgiyi doğru kullanmak oluşturmaktadır.

CEVDET IŞIK / SEVGİYİ DOĞRU KULLANMAK

Aristo, özgürlüğün iyi olduğuna inandığını söyler. İlaveten der ki, ama bazı insanların köle olması gerekir. Peki, böyle olmazsa ne olur? Böyle olmazsa, toplumsal hayat devam etmez. Yani insanlar için toplumsal hayat, toplumsal hayat için de kölelik gereklidir. Demek ki, Aristo o günün koşullarında köleliğin gayet normal ve gerekli olduğunu düşünüyordu. Evet, biraz terslik vardı ama yine de âli menfaatler için bu ifade zihninizi karıştırdı mı? bu böyle olmalıydı. Günümüzde birilerinin böyle bir fikri ileri sürmesi halinde, hatırı sayılır bir tepkiyle karşılaşacağını biliyoruz.

Günümüz dünyasıyla, Aristo’nun yaşadığı dünya arasında asırlarca fark vardır: Zaman, mekân, yaşam, bilim, teknik, ticaret, ulaşım, iletişim, giyim, kuşam, gelenek, kültür, inanç ve daha sayamadığımız nice durumlar. Formlar ve standartlar hesapsız bir şekilde değişti. Değişti değişmesine fakat bugün de bir kölelikten söz etmemiz olası değil mi? Tabii ki bugün de kölelikten söz etmemiz olasıdır.

İnsanlar fiziki olarak değil belki,-düşündüğümüzde fiziki anlamda da örnekler bulabiliriz- ama düşünsel olarak, çalışan birer emekçi olarak köleliğe razı olmaktadır. Bunu söylerken insanların, sonuçlarını bilerek/görerek bu köleliği istediklerini söylemiyorum. Bu kölelik seçeneksiz bir mecburiyetten ileri gelmektedir. Bu süreç, öncelikle bilinç aşamasında başlıyor. Eğitim aracılığıyla işlenen köleliğin modern kodları, her gün medya aracılığıyla pekiştiriliyor. İnsanlar, adeta bir ritüel formatında yapılan telkinlerle tüketimin aciz birer nesnesi haline getiriliyor. Bu seyir içinde insanlar ‘modern’ sıfatını almakla tekâmülün zirvesine ulaşmış oluyor. Biz buna, modernizmin nirvanası diyoruz.

Modern insanın tüketim alışkanlığı zamanla yeni ürün ve tarzlarla sürekli bir değişim halindedir. Tüketim, modern dünyanın ahlaki, daha doğrusu etik ölçütüdür. Modern insanın aklı, vicdanı ve hayat standartlarını bu tüketim bağımlılığı oluşturmaktadır.

Modern devlet olmanın ve gelişmişlik düzeyini tutturmanın ölçüsü de tüketimin nicel/sayısal büyüklüğüne bağlanmıştır. Yani ne kadar tüketim çok olursa, gelişmişlik de o kadar büyük kabul edilir. Onun için tüketim standartlarını arttıracak bütün yol ve yöntemler de mubah kabul edilir. Bu manada hak ve adaletin ölmeyen sesi olan vicdanlar ya yok edilmiş ya da sesi işitilmeyecek şekilde üstü örtülmüştür. Modern insanın belki de işlediği en büyük cürüm, vicdana karşı işlediği cürümdür. Yani başka bir tabirle modern insan vicdanının kâfiri olan bir insandır. Bir insanın vicdanı örtülmüş veya ölmüş ise, o insanda asla bir suçluluk duygusu da oluşmayacaktır.

Alexis Bertrand’ın Ahlak Felsefesi adlı kitabında, Dr.Letournau’dan şöyle bir olay aktarılmaktadır: “Tabiat, Avustralya‘da hayvan grupları için pek kısıtlı davranmıştır. Bununla birlikte, hayvandan mahrum olan bir kıtanın zavallı yerlileri için ‘Emu’ denilen bir çeşit kavzarın eti gayet nefis bir yiyecek ve hele kebabı pek nadir bir yemek olduğundan Avustralya şehirlerinde özel bir ayrıcalığa sahip olan ihtiyarlara bırakılmıştır. Gençlerin bu kutsal etten yemeleri yasaktır. Gençlerin bu yemeği yemesi, adeta ahlaka tecavüz sayılır. Avustralya’ya özgü bu yasak, özel bir ahlaklılık meydana getirmiştir. Çünkü Avustralya yerlileri pek az düşünürler. Beden çok zayıf ve açlığın yaraları ise pek yakıcı olduğundan bazen bir genç adam bulunduğu kabilenin çadırlarından uzaklara giderek, gizlice o kutsal etten yer. Diğer birçok memlekette olduğu gibi, bu gencin ihtiyacı bir kere giderildi mi, doğal eğilimli ahlak uyanır. O anda suçlu vicdanında, bir sesin kendisine “Sen Emu yedin” diye yükseldiğini zanneder. Pişmanlık ızdırabıyla azap çekerek, gelir bir tarafa çekilip sessizce oturur. Çoğunlukla, kendisi suçunu itiraf etmemiş olsa dahi, layık olduğu cezaya rıza gösteriyormuş gibi tavır ve hali suçunu ortaya çıkarmaya yeter.” Bu suçluluk duygusu, insanın içindeki kabullerle, dışındaki fiillerin/edimlerin/davranışların uyumluluğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Ahlak, fail olan insanın fiillerinde tutarlılığın en büyük sebebidir. Ahlak önümüze kurallar getirir. Bu kurallar çerçevesinde insanın sahip olduğu teori ile pratiğin tutarlılığına ahlak diyoruz. İnsan için tutarlılığı oluşturacak bir iç disiplin olmadan, ahlak ile buluşmak ve dolayısıyla ahlaklı olmak da mümkün olmayacaktır.

Müslümanlar açısından iç disiplinin en büyük etkenini/dinamiğini Allah inancı oluşturur. Tabi Allah inancı derken, Allah’ı sadece bir yaratıcı olarak değil, aynı zamanda O’nu tek bir/biricik olarak da bilmek gerekiyor. Allah’ın tek bir –tekbirin Allah’ın ‘tek büyük’ demek olduğunu hatırlayalım- bilinmesi demek, inançta, ahkâmda ve ahlakta tek ilah kabul edilmesi demektir. Allah’ın esmasına uygun olacak bir Allah tasavvuru, iç disiplinin, dolayısıyla ahlakiliğin en önemli koşuludur. Ancak bu aşamadan sonradır ki, hem söz hem de eylem aynı istikamette yol alır. Buna, insanın kendisiyle barışık olması da diyebiliriz.

Şu ifadeler Kaside-i Bürde’de yer almaktadır: “Amelsiz sözden Allah’a sığınırım. Sana iyiliği emrettim, lakin emrettiğim şeyi ben yapmadım ve dürüst davranmadım. Öyleyse benim sana “doğru ol” demem neye yarar?” İnsan, sahip olduğu meziyetlerle insandır. Bir insanın meziyetleri kötü ise, sırtındaki etikette ne yazarsa yazsın, o insan iyi insan değildir. Bu şu anlama gelmektedir: Bir insanın kimliğinde ne yazarsa yazsın, ister Müslüman ve isterse başka bir şey, eğer haksızlık yapıyor ve birilerine zulmediyorsa, o kimse kötüdür, zalimdir. Kerim Kur’an, zalimlerden başkasına düşmanlığın olmadığını bildirmektedir. (Bakara 2:193)

İnsandaki meziyetlere de meziyetsizliklere de hükmeden insandaki vicdandır. Eğer gerçekten bir şeyin doğruluğuna inanıyorsan, o şeye aykırı hareket ettiğin zaman, vicdanında bir suçluluk duygusu hissedeceksin. İşte bu meziyetlerdir ki, insandaki erdemliliğin ve ahlaki kıymetin artmasına sebep olur. İnsanda, “sen emu yedin” diyecek seslerin varlık veya yokluğu, ödül ve cezayı (takdir ve tekdiri) de beraberinde getirecektir. Bu manada en büyük yargıçlığı insanın sahip olduğu vicdan yapacaktır.

İnsanın doğru eylemlerde bulunması, erdemli davranması için, paradigmatik çelişkilerin olmaması gerekir. İnsanın kişiliğinin oluşum aşamalarında tezatların yeri olmamalıdır. Yani insanın ilk eğitim yeri olan evi ve ailesinden öğrendikleriyle, sonraki aşamada gittiği okullarda öğrendiklerinin uyumlu olması gerekir. Sadece bu da değil, aynı zamanda insanın evde ve okulda öğrendiklerinin mahkemeler tarafından suç olarak görülmemesi gerekir. Hayatın bütün aşamalarında doğru ile yanlışın ve suç ile cezanın sınırları belli olmalıdır. Böylece ayakları yere basan bir ahlaka sahip olmak mümkün olacaktır. İlkesiz bir ahlak olmadığı gibi, ahlaki temelleri olamayan bir vicdan da olamaz. İnsanın bozulmamış yapısında yer alan vicdan, insanın niyet ve edimlerinin de en önemli temyiz merciidir.

İlahi Vahiy, insanın varoluş amacını gerçekleştirmek için indirilmiştir. Hakikatin teslim ve kabulünün karar merkezi (makarrı) olan vicdan, en büyük darbeyi modern-seküler zamanlarda yemiştir. Modern zamanlar ahlak gibi kapsamlı bir olgunun yerine, belki sadece kurumsal ve mesleki usul ve kaideleri karşılayacak olan etik’i koyarak, vicdanı adeta baypas etmiştir. İnsanları birer tüketim kölesi yapmak için her taraftan yağmur misali yağdırılan reklamlar, seçenekleri olmayan bir hayat tarzını sürdürmeye mecbur etmektedir. Böylece ahlaktan yoksun kuralları olan –ahlaksızlık dedikleri şey- bir dünya vücuda getirilmiştir. “Sen emu yedin” dedirtecek vicdanlı ve ahlaklı bir dünya için, İlahi Vahye müracaattan başka bir seçenek görülmemektedir. “De ki: Size tek bir öğüdüm var: İster başkalarıyla birlikteyken ister yalnız, daima Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu unutmayın.” (Sebe34:42)

CEVDET IŞIK / SUÇLULUK DUYGUSU YA DA ‘SEN EMU YEDİN’

Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, engin merhamet sahibidir. Hucurat 12

Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” Bakara 286

Yardımları açıktan yapmanız güzeldir; ama fakire gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur ve günahlarınızın bir kısmını örter. Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır. Bakara 271

Günahların insan üzerindeki etkileri nelerdir? Günah işlemek ve günah işlemenin kişi üzerindeki etkisi…

Günah, sonsuz kudret ve azamet sahibi Yüce Allah’a bir isyandır. Onun engin rahmetine ve rızasına karşı bir perdedir. Günah insanın duygu ve düşünceleri üzerinde olumsuz etki yapar. Kalbinin kararmasına sebep olur.

GÜNAH İŞLEMENİN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Peygamberimiz (s.a.s.) günahın bu etkisini şöyle açıklıyor:

“Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o günahı terk eder ve tövbe edip af dilerse kalbi o lekeden temizlenir. Eğer, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artar. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar.” İşte bu durum Allah’ın “Hayır onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin,83/ 14) 28 meâlindeki âyette zikrettiği pastır.” (Tirmizî, Tefsir 75..V, 434; İbn Mace, Zühd 29. II, 1418. .)

Hadis-i şerif, iki noktaya dikkatimizi çekmektedir:

  • Birincisi, bir günahı hiç işlememek esastır. O günah ilk defa işlendiği zaman kalbi kirletmekte ve kalbin bazı özelliklerini yitirmesine sebep olmaktadır. Mümin yaptığı bu hatanın, işlediği bu günahın farkına varır, hemen tövbe ve istiğfar ederse kalbi de eski halini alır.
  • İkincisi, mümin, işlediği bu günahı tekrarlar ve devamlı yaparsa bu leke kalbini tamamen kaplamaktadır.

Önde gelen İslâm alimlerinden İmam Gazzâlî’nin benzetmesi bu anlamda zikre değerdir. O şöyle diyor:

“Cilalı aynanın karşısında duran insanın aynaya yansıyan nefesi, aynayı kararttığı gibi, kişinin uyduğu şehvet ve işlediği günahlardan oluşan karanlıklar da kalp üzerinde birikerek onu paslandırır ve karartır. Aynanın yüzünde biriken pas zamanla madenin içine işleyip maddesini bozduğu gibi, kalbin üzerinde biriken pas da o kalbin tabiatı haline gelir ve kalbin üzerini kapatır.” (Gazzâlî, Muhammed Hâmid, İhyâ Ulûmiddîn, IV, 22. Çeviri, Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yayın. İst. 1975)

Günah, hem ferdi hem de sosyal hayatı bozan manevi bir hastalıktır. Gönülde pas bırakan günah bünyeye musallat olmuş bir virüs gibidir. Er geç kendini hissettirir. Günah, insanın Allah’a olan meylini köreltir, kötü temayüllerinin önünü açar, kalbine huzursuzluk verir, gönlünü bulandırır. Kişinin iç dünyasını, maddi ve manevi hayatını karartır. Onun iç huzurunu alt üst eder. Özü itibariyle günah, vicdanı sızlatan, vicdanın benimsemediği, insanın kalbine rahatsızlık veren bir olaydır. Nevvas ibn Sem’an (r.a.), anlatıyor: Peygamberimize (s.a.s.) iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sordum. Peygamberimiz (s.a.s.):

“İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise, kalbini tırmalayıp durduğu halde, insanların bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, Birr 5. III,1980; Tirmizi, Zühd 52. IV,597.)

Diyanet

Kim bir günah işlerse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz, Allah, Her Şeyi Bilen’dir, En İyi Hüküm Veren’dir.

Nisa 111

Bütün bir güç, kuvvet ve kudretin sahibi, sayısız âlemlerin, sürüp gitmekte olan sonsuz olayların, hakikatine varamadığımız nice bilginin, nice hikmetin yaratıcısı olan Rabbimize hamd etmek, akıl ve irade sahibi olmanın, insan olmanın bir gereğidir.

İnsana az bir bilgi verilmiştir. İlahi Vahiyden alınmış olan bu mesajdan ne anlamalıyız? O’nun ilmi yanında, insanın bütün olanaklarını kullanarak sahip olacağı ilim, denizde bir damla bile etmez. Bütün ağaçlar kalem olsa, bütün denizler mürekkep olsa, hatta bütün bunların kat be kat daha fazlası bile olsa, Allah’ın bilgisini/ilmini yazmaya yetmeyecek.

Öyle ise ‘ilim deryasından bize düşen pay kaç damladır’ demeye bile insan taaccüp etmez mi? Eder tabi, etmeli yani! Etmeli derken bunu sadece bir sözden ibaret sanmak büyük bir gaflet! Neydi o meşhur söz? “Öğrendikçe ne kadar az şey bildiğimi fark ettim.” Çok doğru! İnsan daha doğru dürüst kendisinin bile farkında değilken – Nerden çıkarıyorum bunu? Gönderilmiş olan bunca uyarıcıdan, yaşadığı bunca vahşetten çıkarıyorum.- dışındaki varlıkların ve bu varlıkların tabi olduğu yasaların farkında olması, hepsinden en önemlisi de bu yasaları koyan Yaratıcı kudretin farkında olmasını beklemek doğru olmaz.

İnsan, içinde bulunduğu vahim durumu görmezden geldiği için, kendisini bir şey sanmaktadır. İnsanın içinde bulunduğu vahim durumu, Allah’ı fark etmemek olarak izah edebiliriz. Varlık âlemini oluşturan her varlık kendi lisanınca Allah’ı dillendirirken, insan bunun farkına varmıyor. Neden? Çünkü gerektiği gibi aklını çalıştırmıyor da ondan. Eğer insan aklını kullansaydı, bütün varlığın mutlak sahibi ve yaratıcısını fark ederdi. O’nun her şeyi bildiğini, gördüğünü, her an bir iş ve oluşta olduğunu fark ederdi. Bütün sorunların çözümünde kendisine müracaat edilecek tek merci olduğunun farkına varırdı. İnsan eğer fark etseydi, o zaman “ sadece O’na kulluk eder ve sadece O’ndan yardım isterdi.” Kimsenin önünde eğilerek zilleti yaşamazdı.

Allah’a hamd etmek için O’nu bilmek gerekir. Yarattıklarını görmek gerekir. Onun için akletmek gerekir. Sahip olduğumuz sınırların bilincinde olmak gerekir. Haddini aşanın zıttına döneceğini unutmamak gerekir. İnsan haddini bilmediği zaman şeytanlaşır. Şeytanlaşmak kötülüğü varoluş sebebi bilmek demektir.

İlimden az bir şey kendisine verilmiş olan insanın, Allah’ı gerektiği gibi takdir etmesi ihtimal dışıdır. O, esmasıyla bize tanıtıyor kendisini. Bizi şereflendiriyor. Allah’ı bilmek bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalık insana bahşedilmiştir. İnsan, Allah’ı bilmekle “insan” olabilmiştir. Allah’ı bilmeyene insan demek züldür. Zira Allah’ı bilmeyen “kendi”sini de bilmez.

Nasıl bilsin ki?! Bilgiye nasıl ulaşacak? Ulaştığı bilginin sahihliğini nasıl test edecek? Yaratılışla ilgili soruları nasıl cevaplayacak? Nasıl bir konuma oturtacak kendisini? Ve diğer varlıkları?

Allah’ın bilinmediği bir zihinsel yapıda sorulardan oluşan tufanlar esik olmaz. Her günü ve saati kavga, kaos ve savaş ile geçecektir. Rahat yüzü görmeyecektir. İç huzuru ve barıştan yoksun olacaktır. Anlamsızlıktan oluşan girdaplardan kurtulmayacaktır.

Allah insanı seviyor. Kıymet biçiyor. Değer veriyor. Değer sahibi kılıyor. “Değer”le ayrıcalıklı bir konuma getiriyor. Varlıkların kategorik hiyerarşisinde önemli bir yere koyuyor. İnsan yaratılırken, melekler secde ediyor. Oysa kategori olarak insan meleklerin altında bulunmaktadır. Neden? Bundan nasıl bir hisse çıkar? Ya da hisseler?

Allah, insanın kendi değerini bilmesini istemektedir. Bir özgüven sahibi kılmaktadır. Sorumluluk sahibi olmanın önemi, fiili olarak gözler önüne serilmektedir. Sorumluluk yükleyen ve sorumluluk yüklenen. Karşılıklı bir güven ve memnuniyet. İşte şeref ve şereflenmek burada. Nimet burada. Emek burada. Şükretmek ve hamd etmek burada.

Her şey gibi insan da O’nun. O, insana tenezzül buyuruyor. Merhametiyle muamele ediyor. Harcanmasını istemiyor insanın. Bütün kapıları açık tutuyor insana. Nankör olmasını istemiyor insanın. Şeytanın tercihinin yanlışlığını hatırlatıyor. Âdem’in de. Ama Âdem, hatasından dolayı pişman oluyor. Affediliyor. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Her ne verdiyse, her ne ile sınadıysa, elhamdülillah. Şükürler olsun bütün nimetlerine. Hamd olsun bütün verdiklerine.

CEVDET IŞIK / HAMD ETMEK FARK ETMEKTİR

Varlık âleminde insan olmanın anlamı, peşinen kategorik bir üst düzeyde olmak anlamına gelmektedir. Bu önemli durumu muhafaza etmenin, yani insan olarak kalmanın gereği ise sorumluluk sahibi olmayı gerektirir.

Sorumluluk, insanın belirli sınırlar dâhilinde olmasını, her attığı adımı hesap ederek atmasını, konuşurken ne konuştuğunu bilmesini ve konuştuğunun ne anlama geldiğini, insana neler katıp neler götürdüğünü hesap etmesini gerektirir. İnsan, her istediğini keyfince ve ölçüsüz bir şekilde yapmak için yaratılmamıştır. Aksine her istediğini belirlenmiş ölçüler dâhilinde yapmak için yaratılmıştır.

Düşünmek insani bir eylemdir. Her varlık sahip olduğu yaratılış yaslarına göre varlığını sürdürür. Düşünmek de insanın yaratılıştan sahip olduğu özellikler arasında bulunmaktadır.

Konuşmak, düşüncenin gün yüzüne çıkması ve böylece hayat bulmasıdır. Karşılaşılan sorunların çözümünde ana zemin, konuşma imkânını kullandığımız bir zemindir.

Eğer bir sorun varsa ve var olan bu sorunun iki tarafında bulunan muhatapların derdi samimi olarak çözüm arayışlarına ulaşmaksa, o zaman üzerinde durulması gereken zeminin adına konuşma zemini diyoruz. Bir yerde, insanların ayakları altındaki konuşma zemini varlığını sürdürüyorsa, yani o zemin kaymamışsa, sorunlara çözüm bakımından ümitli olma hakkını devam ettirmek yanlış olmayacaktır. Saygı çerçevesinde ve zorbalıktan uzak, özgür bir şekilde yapılacak konuşmaların neticesi her zaman sevindirici sonuçlara kapı aralayacaktır. Eğer sorunlar habire artıyorsa ve gereğinden fazla enerji ve zaman tüketimi söz konusu ise, bu demektir ki, karşılıklı oturmak suretiyle konuşma imkânı oluşmamış veya kullanılmamıştır.

Malum, insan “söz”le konuşur. Söylenen her söz, muhataba verilen bir mesajdır. Duygu ve düşüncelerin yanlış anlaşılmaması için doğru sözü, doğru şekilde söylemek gerekir.

Her sözün bir gücü vardır. Sözün gücünü, sözün doğruluğu oluşturur. O sebepten yapılan konuşmaların etkili olması için, söylenen sözün doğru olası gerekmektedir. Her doğru söz haklı söz olduğu için, haklı sözün vardığı hedef hakkın egemen olduğu hedef olmaktadır. Haklı söz, güçlü söz demektir aynı zamanda. Haklı söz, yağmur misali düştüğü bütün yerlere hayat getirir. Her sözün taşımak zorunda olduğu yük, hakkı gösteren ve hakkı taşıyan anlamların yükü olmalıdır.

Söz ne kadar hakkı söylerse ve ne kadar hakka dayanırsa o kadar güçlüdür. Hakka dayanan söz insanı yüceltir. Hakka dayanmayan söz insanı alçaltır. Hem dünyada ve hem de ahirette rezil ve rüsva eder.     

Bütün emanetler gibi söz de, insana verilmiş olan bir emanettir. Tıpkı duyu organları gibi. Tıpkı sahip olunan mal, mülk, makam ve mevki gibi. Sözü gerektiği yerde söylememek, emaneti zayi etmektir. Her zayi edilen emanet gibi söz de zayi edildi mi, bireysel ve toplumsal hayatın bir tarafını kemirecek sorunlar ortaya çıkacak demektir. Yazı sözün kayda geçmesidir. Onun için “söz uçar yazı kalır” demişler. Gerçekten de bu böyledir. Sözün kayıt altına alınması demek, sözün kontrol altına alınması demektir. Kontrol altında olan sözden değil, kontrol altında olmayan sözden zarar meydana gelir.

İnsan, şahitlik etmek ve yaptığı bu şahitliğin bir neticesi olarak Allah’a hakkını teslim etmek için yaratılmıştır. Allah’ın insan üzerindeki hakkı, Allah’ın her şeyi yarattığına tanıklık etmek ve O’nu tek ilah kabul etmektir. Yapılan müşahedeler doğal olarak insanı buna götürecektir. Büyük hayranlıkla bakmalı insan her yaratılana. Yaratılan üzerinde bulunan imzayı görmeli ki, bakışı anlamlı olsun. Eğer bu şekilde bakılırsa, her olay ve olgu insanın hayranlığını ve dolayısıyla teslimiyetini arttırmaya birer vesile haline gelecektir.

Biz şehadet ederken, bize de şehadet edilmektedir. Bizim yapıp ettiklerimiz de bize şehadet etmektedir. Yani eylemlerde bulunmak demek, aslında kendimize şehadet edecek durumları da temin etmek demektir. Bu açıdan bakılınca, yazı yazmanın çok önemli şahitlerimiz arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Yazı yazmak demek, insanın bir bakıma kendisini umuma sergilemesi demek oluyor. Ne olduğunu, neye talip olduğunu, nasıl bir vizyona sahip olduğunun ilanıdır yazı yazmak. Yani yürünecek yolda hangi imkânlara sahip olduğunun ilanı. Tokalaşmak için ellerini uzatmak, kucaklaşmak için kollarını açmaktır yazı yazmak.  

Yazı yazmaktan iki taraflı bir yarar hâsıl olur. Birincisi okuyucunun yararlanmasıdır. Okuyucu, yazıyı okurken düşünsel ve eylemsel olarak yararlanma imkânlarına sahip olur. Bir tanıma, tanışma imkânı oluşur öncelikle. Her tanıma, her tanışma yeni coğrafyaların keşfi gibidir. Yeni coğrafyalar yeni umutlar demektir. Ayrıca okunan yazı kafa karıştırmalı, oluşan kafa konforunu bozmalıdır. Çünkü bütün konformizmler, insanı gittiği yoldan saptıran tuzakların kurulduğu mayın tarlaları gibidir. İkincisi yazıyı yazanın yararlanmasıdır. Yazıyı yazan şahsın alacağı eleştiriler, daha iyi bir istikamet tutturması anlamına gelir. Her doğru eleştiri insanı gereksiz yüklerden kurtarır.

Yazıların en önemli amaçlarından birisi de selamı yaygınlaştırmak olmalıdır. Selamı sadece kuru bir lafız olarak algılama yanılgısına düşmemek gerekir. Selamı yaygınlaştırmak, sadece “selamün aleyküm” lafzını yaygınlaştırmak değildir. “Selamün aleyküm” bir semboldür. Yaygınlaştırılması gereken barış, kardeşlik ve dostluktur. Birbirimizin elinden ve dilinden emin olmaktır. Bizi çepeçevre kuşatmış çitleri ortadan kaldırmak ve duyarlılıkların önünü açmaktır. Açık-gizli her türlü ırkçılığı ayaklar altına almaktır. Dışımızda kalan bütün yaratıklar için güvenilir bir liman olmaktır.

Selam, fırtınaların, tsunamilerin etkili olmadığı bir limandır. Güne selam ile başlamak, günü etkileyen bütün olumsuzluklara kapıyı kapatarak başlamak demektir. Selam, sorumluluk bilincini kuşananların oluşturduğu iklimin adıdır. Selam demek, yola iyi niyetle çıkmak demek, herkes için hayırlı ve yararlı olmak demektir.

Selam günlük yaşamın vazgeçilmez emniyet sigortalarından biridir ayrıca. Onun için bir sembol olarak selamı yaygınlaştırırken, anlam ve muhtevasını da algılarda yeşerterek yaygınlaştırmalıyız. Her mümin selam yurdunun bir işçisidir. Mümin, önce kendi iç yurdunda, sonra da bütün bir arzda inşai faaliyetlerde bulunacak bir işçidir.

Selam, bir dua olarak gündelik hayatın bir parçası olmalıdır. Dua, sorumluluktan bir kaçış değil, sorumluluğu yüklenmek için bir koşuya talip oluştur. Onun için selam ile başlamalı, selam ile yol almalı ve böylece selam yurduna varmalı insan. Sorumluluk bunu gerektirir.

Kişinin verdiği selam, adaleti, barışı ve güvenliği muştulayan bir bildiridir. Mümin besmele ile hakka dayanırken, selam ile de hakkın sesi olur. En büyük sorumluluğumuz bu sese sahip çıkmak ve bu sesi kaybetmemek olmalıdır. Rabbim hak ile olmayı, hak ile yürümeyi ve hak ile imar etmeyi nasip etsin.

CEVDET IŞIK / SELAMI YAYGINLAŞTIRMAK

Kur’an’ın indiği Mekke toplumunun sürdürdüğü bir hayat tarzı vardı. Bu hayat tarzının nasıl bir hayat tarzı olduğu ile ilgili, herkes bulunduğu konum itibariyle farklı şekillerde adlandırabilir. Fakat bu toplumla ilgili vahyin yaptığı adlandırma, cahiliye toplumu şeklinde bir adlandırmadır. Bunun da en önemli sebebi, Allah’ı inkâr edip O’nun var olmadığını söylemeleri değildi. Aksine onlar da Allah’a inanıyor, ibadet ediyor ve her şeyi O’nun yarattığını kabul ediyorlardı. Fakat bütün bunlarla birlikte onların sahip olduğu Allah inancı, iki varlık arasındaki mesafenin gerektirdiği bir rasyonalite üzerine inşa edilmişti. Yani seküler pragmatizmin gerektirdiği bir mantıkla, aşkın bir varlık olan Allah tasavvurunu inşa etmişlerdi. Allah ile aralarında var olduğunu düşündükleri mesafeden dolayı iki durum ortaya çıkıyordu. Bir tanesi, insan ilişkilerinin “güç” odaklı bir temel üzerine oturtulmasıydı. Buna göre insan, sahip olduğu güç kadar insandı. Diğeri ise, aracı putlarla vicdanları rahatlatmaktı. İnsan öldükten sonra putlar şefaatçi olacak ve onların cennete girmelerine vesile olacaktı. Kur’an, insanı da Allah’ı da böylesine yalan ve yanlış bir temelde ele alan tasavvurun oluşturduğu toplumsal işleyişi cahiliye olarak niteliyordu. Yani cahiliyeyi cahiliye yapan iki şeyden biri yanlış bilgi ve diğeri ise yanlış bilginin oluşturduğu yanlış insani ilişkilerdi.

Yanlış bilgi insanı karanlığa mahkûm eder. İnsanın karanlığa mahkûm olması demek, insanın yaşarken yanlış bir istikamete sahip olması demektir. İstikameti yanlış olan insan, öncelikle kendisiyle yanlış bir ilişki içinde olur. Bu yanlış ilişki alanı hayatın bütününü kapsayan bir genişliğe sahiptir. Sosyal, siyasal, dinsel, bilimsel, ekonomik, etik ve estetik gibi bütün bu alanlarda insan, bazen tanrısal ve bazen de hiçbir kayda değmeyen bir varlık haline gelir. Böylesi bir hayat tarzıyla insan, insan olmaktan çıkar ve başka bir şeye dönüşür. İnsan, insan olmaktan çıktıktan sonra, nasıl nitelenirse nitelensin neticede bulunduğu konum dolayısıyla karanlıkta olacaktır. Bu manada karanlık zulümle bire bir çakışan bir durumdan ibaret olur. Cahiliye nitelemesini gerektiren temel sebep, hakikatle olan ayrılma ve ayrışmadır. Öyle ise bir insanın hakikate sırtını çevirmesi demek, o insanın cahili/karanlık bir konumu tercih etmesi demektir. Cahili konumlanışın oluşturduğu karanlıkla insan, iki türlü zulmün faili olur; bir, kendisinin ve iki, çevresinin. Böyle bir yanlış bilgi ve yanlış eylemin sonucunda Hz. Âdem ve Havva kendisine zulmettiğini itiraf ederek özür dilemiş ve fakat aynı duruma düşmüş olan İblis ise yaptığından ısrar etmiş, dönmemiş ve özür dilememiştir.

Kur’an, insanın okuma yeteneğini kaybettiği, bazı insanların tanrılaştığı ve bazı insanların da köleleştiği bir topluma indirildi. Hz. Peygamber bu toplumdaki insanlara, gittikleri istikametin yanlış olduğu mesajını tebliğ ediyordu. Bu mesajların temel vurgusu tevhide dairdi. Tevhid, bütün parçalanmışlıkları Allah’ın ilahlığı paydasında anlamlı bir bütünlüğe kavuşturuyordu. Yani tevhid ile birlikte varoluşsallığı oluşturan hikmetin yegâne kaynağı olarak Allah işaret ediliyordu. Allah, seçtiği elçi ve gönderdiği mesajla anlamlı yaşamın ilkelerini açıklıyordu.

İndirilen bu mesajın hiç şüphesiz doğru olduğu ve bu doğrularla birlikte, içine düştükleri karanlıktan kurtulabilecekleri haberi veriliyordu. Böylece Hazreti Peygamberin tebliğiyle, ümidini yitirmiş insanların ümitleri yeşeriyor ve mevcut gidişata isyan bayraklarını açma özgüveni oluşuyordu. Hazreti Peygamber gibi bir vahiy öğretmeninin rehberliğinde, içinde bulundukları yanılgı ve yanılsamalardan kurtulmak için el ele vererek kardeş olunuyordu. Bu mücadelenin fikri boyutuyla bütün bir acziyetleri ortaya serilen müşriklerin tepkileri, zulüm ve işkence olmaktan öteye geçmiyordu. Neticede düşünsel olarak başlayan bir hicret hareketi, Akabe buluşmaları sonrasında mekânsal hicretin de kapısını açıyordu. İslam’ın ve Müslümanların varoluşsal mücadeleleri her zaman Kur’an’da zikredilerek teşvik edilen mesajlar çerçevesinde oluyordu. Bu varoluşsal mücadelenin her açıdan somutlaştığı biricik örnekliği ise Hazreti Peygamberdi. Kur’an’a dönüşten kasıt, hem teorik mesajları/ayetleri okumak ve anlamak hem de Hz. Peygamberin örnekliğini dikkate alarak en güzel şekilde yaşamaktır.

Müslümanlar açısından söylendiği zaman en doğru söz olarak kabul görmesi gereken Kur’an’a dönüş ifadesi; ne yazık ki fitne olarak görülerek kınanabiliyor. Bu tepkiselliği nasıl anlamak gerekir? Böylesi durumların yaşanıyor olması gerçekten çok üzücüdür. Öncelikle bunun bir akıl tutulması olarak görülmesi gerekir. Bu tür ifadelerin sarf edilmesi nasıl bir motivasyonun sonucudur? Burada Peygamber Efendimizin söz ve yaşantılarının yani elzem olan örnekliğinin devreden çıkarıldığı sıklıkla dile getirilir. Eğer gerçekten böyle bir anlayış, böyle bir akım söz konusu ise, bu anlayışı ve bu akımı kabul etmenin mümkün olmadığını belirtelim. Fakat biricik temel kaynak olarak Kur’an’a dönüşün, özü itibariyle Peygamber örnekliğini devre dışı bıraktığı ileri sürülüyorsa, burada çok büyük bir yanlışın olduğu da açıktır. Çünkü Kur’an’ın bizatihi kendisi Peygamber örnekliğinin en güzel örneklik olduğunu belirtiyor. Hem müslüman olmak, hem de Kur’an’a muhalif olmak, böyle bir çelişkiyle yaşamak olabilir mi? Bu konu ile ilgili olarak dikkatlerin toplanması gereken soru şu olmalıdır: Peygamber örnekliği nasıl okunmalı ve nasıl takip edilmelidir?

Asıl konu olarak Kur’an’a dönüşle ilgili düşünsel çıkarımlarda bulunmanın sorumluluk düzeyinde bir gereklilik olduğunu düşünmekteyim. Bu gereklilik Müslümanlarda bir ihtiyaç olarak tebarüz etmedikçe, Müslümanların tarih sahnesinde yer alması imkânsız olacaktır.

Kur’an’a dönüş derken, Müslümanların Kur’an’la bir ilişkilerinin olmadığını veya Kur’an’la olan ilişkilerinin olması gereken ilişki olmadığını belirtmiş oluyoruz. Genel olarak ikinci şıkta söz konusu olan durumun geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani Müslümanların Kur’an’la olması gereken ilişkinin, gerçekten olması gereken ilişkiden farklı olduğudur. Bunun böyle olması ise dolaylı olarak Müslümanların Kur’an’la hiçbir ilişkilerinin olmadığı sonucunu da beraberinde getirecektir. Genel bir yasa olarak, yanlış yapılan herhangi bir şey, yapılması gereken doğru bir şeyin yerini tutamaz. Biz Müslümanların genel durumu da budan ibaret bir durumdur. Zaten onun için Kur’an’a dönüş gerekliliğine vurgu yapıyoruz. Bu, aynı zamanda dürüst olmanın da vazgeçilmez bir koşuludur. Bir kimse müslüman olduğunu söylüyorsa, o kimsenin Kur’an’la ilişki kurmaması yaşanabilecek en büyük tezat olacaktır. İşte bugün Müslümanlar bu tezadı en üst düzeyde yaşamaktadırlar. Bu tezattan kurtulmak için Müslümanların Kur’an’a dönüş yapmaları gerekiyor. Çünkü “müslüman” adlandırması Kur’an’a ait bir adlandırma olduğu için, sahip olduğu niteliklerin de Kur’an’dan öğrenilmesi gerekir.

Genel olarak bütün insanlığın, varoluş hikmetini gerçekleştirmesinin Kur’an’a dönüşle mümkün olduğu bir hakikat ise de burada özellikle üzerinde duracağımız konu, ‘Müslümanların Kur’an’a dönüşü’ konusu olacaktır. Çünkü hem ferdi ve hem de toplumsal manada Müslümanların sürdürdükleri hayatın, Kur’an’ın çizmiş olduğu sınırlardan çok uzakta bir hayat olduğu gerçekliği, azim bir çelişkinin ifadesi olarak devam etmektedir. Bunun böyle olması, hem Kur’an ve hem de Müslümanlık açısından, bir itibar kaybını da beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Bu itibar kaybının bir itibar suikastına denk bir itibar kaybı olduğunu söylemek de mümkündür. Bu itibar suikastı mahiyetindeki çelişkiden kurtulmak için, öncelikle bu çelişkiyi fark etmek ve sonra da bu farkı oluşturan yanlış algı ve ilişkilerden arınmak gerekir. Zaten Kur’an’a dönüş tabirini de bunun için kullanmaktayız.

Kur’an’a dönüş tabirinin slogana dönüşme kaygısını hissederek cümlelerimizi kurmaya çalışıyoruz. Sloganlar, sıcaklığın verdiği bunaltıyı bir anlığına yok eden hafif, serin ve an’lık esintilere benzer. Yani sloganlar, düşünsel emek gerektirmeyen bir söylem ve bu söylemin oluşturduğu an’lık bir coşkunun ifadesi olmaktadır. Emek gerektirmediği için, sloganik söylemlerin taliplisi çok olur. Kur’an’a dönüş tabiri peşinden soru ve sorunlar oluşturmalıdır ki, insan düşünsün, bir arayış içine girsin, emek versin ve verdiği emeğin açtığı yolda yürüsün. Hayatı sloganlara mahkûm etmenin doğal neticesi, değerlerin ortadan kalkması ve göreceliğin ölçüt haline gelmesidir. Oysa biz biliyoruz ki, Kur’an bir değerler kitabı olduğu için, Kur’an’a dönüşten söz ettiğimiz zaman değerlere dönüşten de söz etmiş oluyoruz.

Kökleşmiş bir inanca dönüşmüş olan mushaf şeklindeki Kur’an’a saygı anlayışının, aslında Kur’an’a saygı göstermek olmadığının fark edilmesi gerekir. Çünkü hala anlam ve değerden uzak tartışmalar gündemi belirlemekte ve zaman israfına sebep olmaktadır. Bizim saygı göstermemiz gerekenin varoluşsal hakikatler olduğu, bunun da adalet ilkesiyle kaim olduğu hakikatini bilinç düzeyinde diri tutmamız gerekir. Bu istikamette yol alınmadığı için, sahte gündemlerin elinde birer tutsak durumuna düşüyoruz. Tutsak durumuna düşmek, yapılıp edilenler hakkında herhangi bir irade sahibi olmamak demektir. İşte Kur’an’a dönüşün bir başka neticesi de iradeye konmuş ambargoları fark etmek ve insanı insan kılan değerler çerçevesinde iradeyi özgürlüğüne kavuşturmaktır.

Bugün Müslümanlar ne yazık ki, Kur’an’ın emir buyurduğu değerler doğrultusunda bir irade kullanımından yoksundurlar. Çünkü en basitinden ve en yalın haliyle Kur’an bütün müminlerin kardeş olduğunu haber verdiği halde; bu kardeşliğin mahiyetinin ne olduğu ve neyi gerektirdiği ile ilgili herhangi fikri ve fiili bir gerçeklik oluşturulamıyor. Bu gerçeklik ancak bir söylem ve slogan düzeyinde camilerde, derneklerde, cemaatsel platformlarda, dergi ve kitaplarda söz konusu olabilmektedir. Bu yazılı ve sözlü söylem ve sloganlar da hayata dokunmadığı için, herhangi bir yerden başka bir yere mesafe aldırmıyor. Bir mesafe aldırması için, bir tarz şeklinde hayatın içinde olarak kültürünü oluşturması gerekir. Bugün Müslümanların hayatı belirleyen özgün ve canlı denebilecek bir kültürel yapıları yoktur. Tümüyle seküler bir hayat tarzının oluşturduğu bir kültürel yapının egemenliği söz konusudur.

Seküler hayat tarzının doğasında kardeşlik gibi olgulara yer verilmez. Müslüman olma iradesini beyan eden herkesin, sürmekte olan bu yanlış gidişle ilgili bir sorgulama yapması ve Kur’an’ın her vesile ile dile getirdiği gibi aklını kullanması gerekir. Bu gidişin nasıl bir gidiş ve nereye doğru bir gidiş olduğunu tefekkür etmesi gerekir. Müslüman olduğunu söyleyen her fert, öncelikle kendi hataları üzerinde yoğun bir zihni faaliyet içinde olmalıdır. Fakat böylesi ciddi bir eylemselliğe tanıklık oluşturacak fikri ve fiili organize bir çabanın olmadığını da görmekteyiz. Onun için Kur’an’a dönüşün önemli olduğunu söylüyoruz. Çünkü Kur’an’a dönüş yapılırsa, orada İbrahim’i, Nuh’u, Yunus’u ve diğer elçileri görecekler. Bu elçilerin her birisinin hayatı aydınlatan örnekliklerine tanık olacaklar.

Şu duruma rastlamak çok olağan hale gelmiş: Var olan yanlış gidişin sorumlusu hep dışarıda olan başkalarıdır. Sanki dışarıda olan o başkaları olmasa her şey güllük gülistanlık olacaktır. Eleştiri oklarını içeriye yönelterek hata arayışı nedense yapılmaz. Kardeşlik üzerinden devam edecek olursak, şunları da hatırlatmakta fayda vardır: Takım taraftarı gibi kümelenmiş topluluk mensupları görüntüsü en kabul edilir görüntü konumundadır. Buradaki duyarlılığı sayısal çokluk oluşturur. Sayınız kadar değeriniz vardır. Onun için bir tek kişinin dahi eksilmesine tahammül edilmez. Bu mantığın doğal sonucu olarak, ‘bize ait olanların yapacakları yanlışlar görmezden gelinmeli’ anlayışı tolere edilir bir anlayış haline gelir. Burada kılık değiştirmiş yeni bir ırkçı asabiyet söz konusudur. Bunu görecek, fark edecek uyanık bir bilinç olmadan, yaşanan çelişkilerden de kurtulmak mümkün olmayacaktır.

İşte bu ve buna benzer durumlar bize gösteriyor ki, Kur’an’ın değersel kavramlarının yeniden okunarak güncellenmesi gerekmektedir. Bu bir sorumluluktur ve bu sorumluluk bütün Müslümanların omuzlarındadır. Elbette bütün anlam ve anlayışlar çok önemlidir. Onun için oturmak ve birlikte anlam yolculukları yapmak kaçınılmazdır. İşte kardeşliğin en çok da hatırlanması gereken hususların başında da söz konusu bu anlam ve anlayış yolculukları gelmektedir. Kanaatime göre bizim için bugünkü en önemli sorunu bu anlam ve anlayış sorunu oluşturmaktadır. Müslümanlar olarak bu anlam ve anlayış sorununu çözdüğümüz gün bütün anlamlara da kanatlanmak mümkün olacaktır. Kur’an’a dönüş en çok da bunun için gereklidir.

CEVDET IŞIK / KUR’AN’A DÖNÜŞ 1-2

İnsanın yaşadığı en büyük felaket bilinç alanında yaşadığı felakettir. Bir insanı insan olmaktan çıkaran en hassas noktayı bilinç oluşturmaktadır. Yani eğer bir insan bilinçten yoksun ise insanlıktan da yoksundur. Zira insan, bilinciyle birlikte olayları ve nesneleri fark eder. Olaylar ve nesneler bilinç tezgâhından geçerek değerlendirilir, doğru ve yanlış diye ayırt edilir ve böylece bir tercihe şayan hale gelir. Bilinç eşliğinde yaptığımız tercihlerle hayat tarzımızı oluştururuz. Bu sebeptendir ki, bir duruş sahibi olmak için bir bilinç sahibi olmak kaçınılmazdır. Bütün bunları yapmak ile insan olmak arasında, karşılıklı bir gereklilik/geçişlilik vardır. Yani insan olan bilinçli olur; bilinçli olan insan olur.

İnsanın sahip olduğu ilişkilerin muhtevası, insanın sahip olduğu bilincin muhtevasını da belirler. İnsanın sahip olduğu ilişki ağı tektip ve statik değil, çok yönlü ve dinamiktir. İnsan, varlık âleminde kendisi dâhil, Allah ve diğer yaratılmışlarla bir ilişki ve iletişim içindedir. Bilinçli bir iletişim, insanı oluşturan bütün zerreleri uyanık ve aktif hale getirir. Bu iletişim esnasında yapılan anlamlandırmalar, bilincin içeriği ile ilgili edimlerin sonucudur. Bu sayede insan, iletişimde bulunduğu özne, nesne ve olayların ‘ne’ olduğuna karar verir. Bu durumla birlikte, insanda bir farkındalık meydana gelir. Bu farkındalık hangi konuda olursa olsun, insanı zihinsel olarak açık, seçik ve net bir bilgiye ulaştırır. Yaptığımız bu izahların neticesi şudur: İnsan ne’yin ve hangi şey’in bilincinde ise, o şey’in varlığı ve gerçekliği ile ilgili olarak tam ve sarih bir bilgiye sahiptir. Aynı şekilde insan ne’yin ve hangi şey’in bilincine varmışsa, o şey’i anlamış, kavramış ve onun farkına varmıştır.

Anlama, kavrama ve farkına varma, yani bilinç, aşkın bir durum olarak, değişik seviyeleri olan bir durumdur. Eğer bir insan yaşamını sahip olduğu alışkanlıklarla, ne anlama geldiği bilinmeyen geleneklerle, egosunu tatmin edici özerk kalıp ve yapılarla sürdüren bir bilince sahipse, bu bilinç düşük seviyeli bir bilinçtir. Eğer bir insan yaşamını sürdürürken aklını kullanıyorsa, neyin ne anlama geldiğini bilerek yapıyorsa, içinde bulunduğu imkânların hikmetini bilerek hareket ediyorsa, bunun için hakkı ve adaleti tercih ediyorsa, o insanın sahip olduğu bilinç, yüksek seviyeli bir bilinçtir. İnsan, yaptıklarını anlamlandırdığı kadar insan olduğu için, yüksek bilince sahip insanlar, yaptıklarının arkasını ve önünü (tezekkür-tedebbür) bilerek yaparlar.

Sağlıklı bir bilinç ancak doğru bilgi ve haber ile inşa edilir. Kişi kendi gayretiyle bir yerlere varabilir ama vardığı yerin emin bir yer olması için doğru bilgi ve haberle hareket etmesi gerekir. İnsanın kendi imkânlarıyla, mutlak anlamda doğru bilgi ve haberi elde etmesi zor olduğu için, dışarıdan bir desteğin sağlanması gerekir. Çünkü insan için bilinç durumu ne kadar yüksek olursa olsun, görünenin ve duyulanın ötesine geçmesi mümkün olmayacaktır. Ayrıca içinde yaşadığı fizik âlem için bile, tümüyle bağımsız olabilecek kuşatıcı bir konuma sahip olması da söz konusu değildir. Çünkü insan için ihtiyaçları, duyguları, acıları ve sevinçleri hayatın kendisidir. Bunlardan bağımsız olarak hareket edemez. Ali Şeriati bu durumu Kevir adlı kitabında şu şekilde izah eder: “Bilincin doruğunda kişi kendini “yaşam”ın tutuklusu olarak bulur. “Doğa”, “tarih”, “toplum”, “kendisi”! Söz, bu dört yaşamının her birinde değişik bir durumda olur. Yer yer varlıkta konuşup sözü felsefe olan; yer yer tarihte konuşup sözü kişi olan; yer yer toplumda konuşup sözü siyaset olan; yer yer kendinde konuşup sözü şiir olan kişinin, “anlamları” ile “duyguları”, “acıları” ile “gereksinimleri”nden söz etmektedir.” (s.32)  İnsan, içinde yaşadığı fizik âlem için böylesine bir tutukluluk halini yaşarken, bilmediği, görmediği fizik ötesi için isabetli bir fikre sahip olması mümkün olur mu? İşte bütün bu gibi durumlardan dolayı insanın, her şeyi gören, bilen, işiten ve kudretiyle kuşatan birine ihtiyaç vardır ki, o da Allah’tır.

Allah Bilinci

Allah deyince, mü’min olanın ruh hali değişmelidir. Bütün hücreleri bir uyarı almış gibi olmalıdır. Öyle ki, tabir caizse ‘hazır ol’ vaziyetine geçmelidir. Çünkü sözü edilen sıradan bir yaratılmış değil, her şeyin Yaratıcısı olan, her şeyin Sahibi olan, esmasıyla kendisini bize tanıtan Allah’tır. Yine Allah denince ilk akla gelen Kur’an’ı Kerim olmalıdır. O Kur’an ki, insana şahdamarından daha yakın olan Allah’ın, (Kaf 50/16) rahmetinin bir sonucu olan mesajlardan oluşmaktadır. O mesajlar ki, zihnin ve ruhun labirentlerinde gezinen bütün mikropları temizler.

Kur’an, Allah’ı tanıtmak suretiyle yalan/yanlış haber, bilgi ve tasavvurların önünü kapatır. “De ki: O bir tek Allah’tır; eşsiz-benzersiz bir tek’tir. Allah Samed’dir. O doğurtmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O’na asla denk ve benzer olmamıştır.” (İhlas 112/1-4) Mustafa İslamoğlu bu surenin dipnotunda şu açıklamalara yer verir: “Sadece Allah’ın mahiyeti hüviyetinin aynıdır, O’ndan gayrısının mahiyeti ile hüviyeti farklıdır. O’nun hakkı kulluk edilmeye layık tek Allah olmaktır, O’ndan gayrısının hakkı O’na kul olmaktır.” [M.İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s.1323]. “Allah, varlığı kendinden ve zorunlu olan, var olmak için bir başkasına muhtaç olmayan, tüm mükemmellikler kendisine ait bulunan, tüm noksanlıklardan uzak olan, tüm hamd ve senalar kendisine mahsus olan, mutlak ve aşkın yaratıcının adıdır.” [M.İslamoğlu, Allah(cc), s. 16] İnsan, mükemmelliğini dile getirmede aciz kaldığı, sonsuz kudret ve rahmetin sahibi olan Allah’ı bilip tanıdıktan sonra, kimseye ihtiyaç hissedip minnet eder mi?

 Allah’ın varlığını kabul etmeyen yoktur. Ama O’nun bir’liği konusunda insanda olması gereken bilinçte sorunlar yaşanmaktadır. Allah’ın bir’liğini “bir sayı dizisinin ilk sayısı” gibi algılamak yanlıştır. Burada söz konusu edilen bir’likten kasıt, dengi ve benzeri olmayan, bütün varlık içinde yalnızca tapılmaya layık olan tek varlık anlamına gelen bir bir’liktir. Bu böyle anlaşılmadığı zaman, Allah ile ilgili olarak gerekli bilme ve tanıma olayı da gerçekleşmez.

Sahih ve makbul bir Allah bilincine sahip olmak için, Allah ile ilgili sahih ve doğru bilgilere sahip olmak gerekmektedir. Bunun kaynağı ise İlahi Vahiy olan Kur’an’dır. Kur’an birçok konuda olduğu gibi, Allah ile ilgili olarak da insana rehberlik ederek, insanın yüksek bir bilince sahip olmasını sağlamaktadır.

Kur’an, Allah’ın varlığının insan tarafından benimsenmesini, insanın sahip olduğu fıtratın bir gereği olarak görmektedir. Allah’ın bir’liğini benimsemek için de durum aynıdır. Ancak Allah’ın “bir’liğini ifade eden ayetler”, varlığını ifade eden ayetlerden daha çoktur. Bu durumun bizleri götürdüğü sonuç şudur: “Allah’ın birliği sonucuna varmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak, O’nun varlığını benimsemekten daha zordur. Çünkü tanrının varlığı aklın fonksiyonunu ilgilendirirken, birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır.” [DİA, Allah maddesi]

Bazı ayetlerde Rabbimiz Teâlâ şöyle tanıtılmaktadır:

1-Yukarıda meali verilen İhlas Suresi’nde de belirtildiği gibi Allah mutlak ve tek bir Allah’tır. O, ne doğmuş ve ne de doğurulmuştur. O,  hiç kimseye muhtaç değildir. Herkes O’na muhtaçtır. O’nun ne bir eşi ve ne de bir benzeri yoktur.

2-Allah sonsuz merhametin, sevginin ve şefkatin kaynağıdır. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. “O, merhameti kendine zorunlu bir görev bilendir.” “O özünde ve işinde merhametli olandır.” (Fatiha 1/2, Bakara 2/143, A’raf 7/156, En’am 6/54, Haşr 59/22)

3-Allah, yoktan yarattığı varlığı başıboş bırakmamış, ona bir yaratılış amacı takdir etmiştir. Aynı zamanda yarattığı varlığın, yaratılış amacını gerçekleştirmesi için, gerekli olan donanımı da kendisine bahşetmiştir.(Taha 20/50)

4-Allah, yaratılmışlar gibi değildir. O’nun bir öncesi olmadığı gibi, bir sonrası da yoktur. O’nun zahirliği “ bütün varlığın görülebilen aşkın sebebi”, batın oluşu ise “görülemeyen içkin hakikati” anlamındadır. (Hadid 57/3)

5-Hiçbir beşeri görüş ve tasavvur Allah’ı kuşatamaz. Allah bütün beşeri görüş ve tasavvurları kuşatır. O, her şeye nüfuz eden ve her şeyden haberdar olandır. (A’raf 7/103)

6-O’ndan başka ilah yoktur. Varlığın mutlak hâkimi, mutlak kurtuluş ve huzurun membaı, mutlak otorite sahibi, mutlak üstün ve yüce olan, büyüklüğünde sınırsız olan ve her şartta iradesini yürütendir. O Allah’tır ve mutlak yaratıcıdır. En güzel nitelikler ve tüm mükemmellikler Allah’a mahsustur. O her işinde mükemmel ve her hükmünde tam isabet edendir.(Haşr 59/23-24)

7-O, insana şahdamarından yakın olandır.(Kaf 50/16)

8-İnsan nerede olursa olsun Allah, insanla beraber olandır.(Hadid 57/4)

9-Allah, insana yeten, insan ile kalbinin eğilimleri arasına girip müdahale eden, sınırsız bağışlayıcı, göklerin ve yerin nurudur.(Zümer 39/36-53, Enfal 8/24, Nur 24/35)

10-Her şey geçici, tek kalıcı olan Allah’tır.(Rahman 55/27

11-Allah her şeyin yasasını koyandır.(Mürselat 77/23)

12-İnsanın kendisini hakkıyla takdir edemediği, her an aktif olarak hayata müdahale eden, her şeyi bir ölçü ve yasa ile yaratan, ışığı asla söndürülemeyecek olan Allah’tır.(A’raf 7/91, Rahman 55/29, Kamer 54/49, Saf 61/8)

13-Allah insanı yaptıklarının en iyisi üzerinden ödüllendirir.(Ankebut 29/7)

Yahudilikteki tanrı algısına baktığımız zaman insanlaşmış bir tanrı algısıyla karşılaşıyoruz. Hıristiyanlıktaki tanrı algısına baktığımızda ise tanrılaşmış bir insan algısıyla karşılaşıyoruz. Yani görülen manzara dehşet bir manzara oluyor. Birisi tanrıyı bayağılaştırırken diğeri insanı tanrılaştırmaktadır. Tümüyle bir zulüm tablosu ile karşı karşıyayız.

İslami naslarda belirtildiği üzere Allah ismi, bütün varlığın yaratıcısı ve tapınılmaya layık tek mabudun özel ismi olarak kabul edilir. Bu sebepten Allah’tan başka hiç bir kimseye, hiçbir varlığa Allah, isim olarak verilmemiştir. (Meryem 19/65) Bunun için Allah isminin çoğulu da yoktur.

İslam bilginlerinin Allah ismini izah etmeleri şu şekilde olmuştur: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır.” Bu izahta iki husus dikkati çekmektedir. Birinci husus Allah’ın varlığının zorunlu olmasıdır. Yani Allah’ın varlığını kabul etmek için hiçbir desteğe ihtiyaç duyulmamasıdır. İkinci husus ise bütün övgülere layık bulunmasıdır. Bunun bizi götürdüğü sonuç, Allah’ın “yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve sıfatlarının” olmasıdır.

Bilinç Rehberimiz Kur’an

Kur’an, Allah’tan biz kullarına gönderilmiş bir mektup gibidir. Rabbimiz, biz insanoğlunu en iyi bildiği için, nisyan özelliğimizden dolayı çok çabuk unuttuğumuzu ve cehaletimizden dolayı da çok çabuk isyan ettiğimizi biliyor. Rahmeti sonsuz Rabbimiz, insanın kendisini uçuruma sürükleyen tavrından dolayı hemen helak olmasını engellemek için, indirdiği kelamıyla insanı uyarıyor. Kelam, anlamlı sözü ifade ettiği için, Kur’an’da anlamsız ve boş bir tek söz yer almaz. Aynı zamanda kelam, bir muhataba yönelik olmayı, yani bir hitap niteliğinde olduğu için, akıl ve irade sahibi insanı muhatap almaktadır. Kur’an, insan için var olan tehlike ve tuzaklara dikkat çekerek rehberlik ediyor. İçinden geçtiğimiz zamanın ve üzerinde bulunduğumuz mekânın ne anlama geldiğini fark etmemiz için rehberlik yapıyor. Yani Kur’an bizi bilinçlendiriyor. Bu bilinçlendirme misyonundan ötürü Kur’an, insanoğlu için bir bilinç rehberidir.

Kur’an, insanlığa rehber olduğunu, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıdığını ve böylece hakkı batıldan ayırdığını söyler. (Bakara 2/185) Kur’an’ın asıl rehberlik yaptığı kimselerin ise, sorumluluk bilincine sahip kimseler olduğu vurgulanır. (Bakara 2/2)

İnsanlığın bilinç rehberi olan Kur’an, ana hatlarıyla iki kısma ayrılır: Birinci kısmını ‘haber’ oluştururken, ikinci kısmını ise ‘inşa’ oluşturmaktadır. Kur’an’ın ‘haber’ kısmındaki konular; Allah’ın isimleri ve sıfatları, ahiret ve ahirette yaşanacak durumlar, geçmiş topluluklara ait kıssalar ve kevni olanla ilgili açıklamalardan oluşmaktadır. Kur’an’ın ikinci kısmını oluşturan ayetler, insanı inşa ederek bir şahsiyet kazandırıcı özelliklere sahiptir. Kur’an, özellikle bazı kavramlarla insanın sürekli bir hareketlilik içinde olmasını istiyor. Bunların en çok dikkat çekeni tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul ve tefakkuh gibi kavramlardır. Kur’an insanı adeta bunlarla özdeş hale getirmektedir. İnsanın beynini patlatırcasına bu kavramların gerektirdiği eylemselliği yaşamasını ısrarla vurgular. Karşılaşılan bütün durumları değerlendirirken bu kavramların insanda bir haslete dönüşmesini ister. Tezekkürle hatırlama ve öğüt almayı, tedebbürle arka plana vukufiyeti sağlayacak derin düşünmeyi, taakkul ile aklı duyguların esaretinden kurtararak doğru akletmeyi, tefakkuh ile derinlemesine bilmeyi, bütün yönleriyle kavramayı ve nihayet tefekkür ile aklı kullanırken gerekli yoğunlaşma ile yeni fikirlere ulaşmayı gerçekleştirir. Böylece insanın, şehadet âleminde hem ders alma ve hem de hayret etme seviyesini yakalamasını amaçlar. Zaten bu durum, insanın hidayete tabi olmasının yol ve yöntemini oluşturmaktadır.

Bir bilinç rehberi olan Kur’an, insanı düşük bir bilinç seviyesinden, yüksek bir bilinç seviyesine ulaştırır. Ancak bunun gerçekleşmesi için insanın Kur’an üzerinde derin derin düşünmesi gerekir. Derin derin düşünmeyenleri ise kalplerine kilit vurulmuş olarak niteler. (Muhammed 47/24) Rabbimiz Teâlâ Kur’an’a uymayı emreder. Ondan başka veliler edinerek, o velilere uyulmasını yasaklar. Böyle yapanları ‘pek az öğüt dinleyenler’ olarak kınar. (A’raf 7/3) Kendisinde şek ve şüphenin olmadığı (Bakara2/2), anlaşılması için Arapça indirilen (Yusuf 12/2), insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde açıklayan (İsra 17/89), Allah’ın izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran (İbrahim 14/1-2), âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna hak ile batılın arasını ayıran ölçüyü gösteren (Furkan 25/1), insanların sakınması için, tehdit sayılan durumları türlü biçimlerde açıklayan (Taha 20/113), onunla uyarılsınlar, tek bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilen (İbrahim 14/52) bu Kitap, mü’minlere doğruluk rehberi ve şifadır. (Fussilet 41/44) “İşte bu Allah’ın hidayetidir: İsteyeni bununla doğru yola ulaştırmayı diler. Allah’ın saptırdığı kimse, artık asla yol gösterici bulamaz.” (Zümer 39/23)

Allah’ın biz insanlar için hidayet ve bilinç rehberi olarak indirdiği Kur’an, birçok ayetinde insanları düşünmeye çağırır. Rabbimiz, göklerin ve yerin yaratılışını, gündüz ile gecenin ardı ardına gelişinde akıl sahipleri için işaretler olduğunu açıklar. Akıl sahiplerinin ayakta, otururken ve yaslanmışken Allah’ı zikrettiklerini, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ise tefekkür ettiklerini beyan eder. (Al-i İmran 3/190-191) Buradan anlamaktayız ki, akıl sahiplerinin niteliğini, Allah’a inanma eşliğinde tefekkür faaliyetleri oluşturmaktadır. Allah’ın hesaba katılmadığı entelektüel faaliyetler havanda su dövmek kadar boş, değersiz ve köksüzdür. Buradaki zikir ise sadece dille anmaktan öte, “Allah’ın hayranlık uyandırıcı kudret belirtilerini tefekkür ve teemmüle dalmak, bu alametlerin Allah’ın kudretini hatırlatıcı tesiriyle düşünmeye koyularak Allah bilinciyle dolmaktır.”

Kur’an, insanın düşünme yetisini sürekli aktif tutmaya ve böylece uyanık bir bilinçle olaylara bakmaya teşvik eder. Bunun için insanın üç duyu organına dikkati çeker. Bunlardan birisi kulak, diğeri göz ve bir diğeri ise kalptir.

“Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerdir.” (A’raf 7/179) “İşte Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır.” (Nahl 16/108) Ancak kulak verenlerin Allah’ın davetini kabul ettiğini (Enam 6/36), merhamet olunmak için Kur’an okunduğu zaman kulak verilmesini (A’raf 7/204), kulak veren toplum için ayetler olduğunu (Yunus 10/67), kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene dersler olduğu (Kaf 50/37) ve nihayet cehennemde olanlardan bir nedamet sözü olarak “eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık” denilecektir. (Mülk 67/10)

Bir bilinç ve hidayet rehberi olan Kur’an’dan en üst derecede yararlanmak için, düşünmemiz gerektiğini Kur’an bizlere bildirmektedir. “Düşünmez misiniz?” (Bakara 2/44) “Pek kıt düşünüyorsunuz.”(Neml 27/62) “Düşünen kimseler için deliller vardır.” (Bakara 2/164) “Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.” (Bakara 2/219) “Kur’an’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (Nisa 4/82) “Sana indirdiğimiz bu Kitap mübarektir; ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsın.”(Sad 38/29) “Bunlar Kur’an’ı derin derin düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilit mi vardır?” (Muhammed 47/24) “Düşünüp ibret alın ey basiret sahipleri!” (Haşr 59/2)

Rabbimiz Teâlâ daha birçok ayette, hidayetin de sapmanın da ana sebeplerini bizlere işaret ediyor. İnsan, insan olma rezerviyle yaratılmıştır. İnsanın yapısındaki veriler, insanın hakikati bulmasında çok önemli bir destek sağlamaktadır. Fakat insan kendisi için büyük bir önem taşıyan, yapısındaki verileri kullanmamak gibi kolaycı bir yola girince, insanlıktan çıkıyor. Bu durumda insanı apaydınlık bir yola koyan Kur’an gibi bir bilinç rehberinden de yararlanamıyor.

Müslümanlar için bütün zamanların en önemli düşüş sebebi, yüksek bilinç rehberi olan Kur’an’dan uzaklaşmadır. Her zaman ve her zeminde yükselişe geçmenin yegâne kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın en mükemmel bir şekilde anlaşılması için, onu hayatıyla görünür kılarak bizlere örneklik teşkil eden Sevgili Peygamber’in hayatını örnek almamız şarttır. Allah’ın birbirlerine kardeşler kıldığı müslümanların, var olan bütün önyargılarından sıyrılmaları ve merhamet dilini kuşanarak birbirlerine yaklaşmaları gerekir. Bunun sorumluluğunu taşıyan her insan, yapılan bütün iftira ve karalamaları sükûnetle karşılamalı ve bir doktor hassasiyetiyle değerlendirmelerde bulunmalıdır.

CEVDET IŞIK / KUR’AN BİR YÜKSEK BİLİNÇ REHBERİDİR

sakınmanın zamanıdır.

Günahlardan sakınmak

İnsan fani yaşamında kötülükleri yaparsa günah, iyilik yaparsa sevap kazanacağını bilir. Sevaplarını çoğaltmaya ve günahlarını azaltmaya çalışır. Bu uğurda sevap kazanmak için farz ibadetlerin yanına vacip ve sünnetleri hatta nafile ibadetleri katar. Gün içinde işlediği kötülüklerden hasıl olan günahların hiç değilse bir kısmından bu sayede temize çıkmak ve genel toplamda amel defterinde iyiliklerinin ağır basmasını diler. Ancak bu paragrafta kaybolan bir nüans vardır ki aslen çok önemli olsa da genelde göz ardı edilir. O da “kötülükten sakınmakla kazanılacak sevap”tır.

Yüce Allah bu kadar rahmet ve sevgi yüklüdür. O diler ki kulum iyilik yapınca da, kötülükten sakınınca da hem de misliyle sevap kazansın. Sadece kötülüğe tamah ederse ki o da tevbe etmediği takdirde ve ancak suçunun kendisiyle günah kazansın. Akıllara haklı olarak şu soru gelebilir kötülüklerle meşgul birisi aynı zamanda iyiliklerden sakınıyor mudur? Yani iyiliklere sırt çevirdiği takdirde ayrıca günah kazanıyor mudur? Doğrusunu Allah bilir ama hayır. En azından doğrudan günah kazanmayacağını ummak mümkündür. Dolaylı yoldan ise evet günah kazanır çünkü Allah’ın sevap kazanılacak nimet ve amellerini reddederek haksızlık yapmış, topluma örnek olma ve temsil hakkını kötüye kullanmış ve ilahi sisteme nankörlük etmiştir. Ancak yeterince açık olmayan bu konuda yorumu fıkıh âlimlerine bırakarak asli konumuza dönelim.

Günahlardan sakınmak sevap kazandırır ve önemlidir. Çünkü farzdır. Farz olması nedeniyle de pek çok nafile ibadetten önce gelir. Bu nedenle günahı önemsememek, günahı küçümsemek ve ıslah olmaya çalışmamak günahtır.

Günah işlememek, ibadet etmekten daha kıymetlidir. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir) buyrulur. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevaptır çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-un-nasıhin) (Az bir haramdan kaçmak, 80 bin nafile hac sevabından efdaldir.) [Deylemi] Konuyu açarsak önem ve hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

Yüce Allah Kur’an’ında farz ibadetlerden sorumlu olacağımızı, namaz dâhil vacip, sünnet, nafile gibi ibadetleri yaparsak sevap kazanacağımızı bildirmiştir. Namazda nafile namaz kılmak yerine farzların kaza edilmesi bu anlamda yeğdir.

Günahlardan sakınmanın farz olması, Allah’ın sınırlarını tanımak ve riayet etmek, takva ve iman sahibi olmak demektir. Sakınmak; bunların varlığının delilidir ve yaşamı frenleyen, şehvet ve hırslara gem vuran bir ameldir. Yani hayırlı ve güzel bir iştir. Kulu örnek yapan, imanını göstererek güzel ahlaklı yaşamasına yardım eden bir meziyettir. Günahlardan sakınmak Allah korkusu ve Allah sevgisinin kalplerde yeşermişliğinin delili, iman, ibadet ve ahlak üçgeninde kulun ayaklarını yere sağlam bastığının ve imanını hayata yansıttığının resmidir. Bu meyanda günahlardan sakınmak iyilik yapmak kadar kıymetlidir.

Nasıl sakınılır konusu ise amele göre değişirse de aslen kötü alışkanlıklardan ve arkadaşlardan uzak durmak, nefse ve şeytana dur demek, günahların alışkanlık haline gelmesine müsaade etmemek, günah ve hatayı tekrarlamamak, tevbe kapısını kapatmamak, pişman olmak şeklinde özetlenebilir. İçki içmek günahsa, bizi içki içmeye götürecek ortamlardan uzak durmak sakınmaktır. Ahlaksız, karanlık aşk yuvalarında günah yaşamayı oralardan uzak durarak engellemek sakınmaktır. Dedikodu yapmaktan vazgeçmek, gıybet, iftira ve yalanı terk etmek, yanlış insanların peşinden gitmekten vazgeçmek sakınmak ve aydınlanmaktır. Kötülük işlemekten vazgeçmek te sakınmaktır. Kötülüğü işlemekteyken sonuna getirmeden vazgeçmek te buna dahildir. Sakınmak bataklıklardan hidayete dönmeye niyetli olmaktır ki amelin ilk parçası olan niyetin göstergesidir. Bu nedenle sakınmayı amel ile eş anlamlı tutmak bile mümkündür. Günahlardan sakınmanın farz olması ve pek çok nafile ibadetten daha kıymetli olması içinde barındırdığı bu manalardan dolayıdır ki Allah kullarını farzlardan sorumlu tutacak sonra vacip, sünnet, nafile ibadetlerine bakacaktır.

Sakının ki meyletmeyesiniz, meyletmeyin ki iştirak etmeyesiniz. Sevap kazanmak istiyorsanız iyi işler yapmak yanında kötü işlerden de uzak durunuz. Hata ve pişmanlıklardan dönünüz. Tevbe ve istiğfar ederek kötülüklerden sakınır ve dönerseniz, hatadan vazgeçerseniz hem sevap kazanır, hem imanınızı tazeler, hem Allah’ın rahmet ve şefaatine inşallah bolca mazhar olursunuz.

Allah mü’minleri bu kadar sever ve sevap kazansın ister. Mü’min sıkıntıda sabrederek, bollukta şükrederek sevap kazanır. Mü’min salih amel işlerse de, kötülükten sakınırsa da sevap kazanır. Ve Allah iyilikleri 700 kata kadar misliyle ödüllendirirken, kötülükleri ancak kendisiyle cezalandırır.

Allah iyi işe niyet etmiş ama tamamlayamamışsanız aynen sevabını yazarken, kötülüğe niyet etmişken vazgeçer, sakınır veya tamamlamadan bırakırsanız hatta elinizde olmayan nedenlerden dolayı o kötülük gerçekleşmez ise günahını inşallah size yazmaz. Rahmeti, kudreti, ihsanı bol Rabbe dönmenin, tevbe etmenin, kötü arkadaşlardan uzaklaşmanın, kötüleri takip etmekten vazgeçmenin, günaha ortak olmaktan sakınmanın zamanıdır.

Kardelen Derinsu

Hani siz onu dillerinize dolayıp, kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi aranızda yayıyordunuz. Ve bunun önemsiz olduğunu sanıyordunuz. Oysaki bunun Allah’ın yanında önemi çok büyüktür. Nur 15

İslâm tarihinin üzücü olaylarından biri, bazı dedi koducuların Hz. Âişe’ye iftira etmeleridir. Bu olay “ifk hadisesi” diye anılır. Gittiği her sefere bir hanımını da götüren Peygamber Efendimiz, bir defasında yanına Hz. Âişe’yi almıştı. O zamanlar örtünme âyeti nâzil olduğu için Hz. Âişe deve üzerinde üstü kapalı bir mahfede seyahat ediyordu. Bir yerde mola verilmiş, sonra Hz. Âişe’nin mahfede olduğu sanılarak yola çıkılmıştı. Vakit geceydi. Hz. Âişe o sırada ihtiyaç gidermek için ordudan uzaklaşmış, dönerken gerdanlığını düşürdüğünü farketmiş, onu ararken gecikmiş, konak yerine döndüğünde kafilenin gittiğini görmüş, orada oturup kendisini almalarını beklemeye başlamıştı. İslâm ordusunun artçısı olan Safvân İbni Muattal adlı sahâbî konak yerinde Hz. Âişe’yi görünce, onu kendi devesine bindirip Hz. Peygamber’e getirmişti.

Bu olay üzerine bazı münafıklar Hz. Âişe’nin iffetiyle ilgili dedi kodu çıkarmışlardı. Bu dedi kodular Resûlullah Efendimiz’i, Hz. Âişe’yi ve mü’minleri çok üzmüştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ mü’minlerin annesi Hz. Âişe’nin günah işlemediğini, onun tertemiz olduğunu belirten âyetleri indirmişti.

İnsanları yapmadıkları bir günahla suçlamak, onları mânen öldürmektir. Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği bazı dokunulmaz hakları onların elinden almaya kalkmaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu düzeni yok etmektir. Buna kimsenin hakkı yoktur. Âyet-i kerîmede asılsız dedi kodularla bir kimsenin namusunu lekelemenin Allah katında büyük bir günah olduğu belirtilmektedir. Mü’min yüzde yüz emin olmadığı konular üzerinde konuşmamalıdır. Günah işleme hususunda pek cüretkâr davranan kendini bilmezlere âlet olmamalıdır.

Şüphesiz ki Rabbin, (sürekli) gözetlemektedir. Fecr 14

Allah Teâlâ kullarının yaptığı bütün hareketleri her an görüp gözetmektedir. Yorulmak, usanmak ve dinlenme ihtiyacı duymak gibi beşerî zaaflar O’nun için söz konusu değildir. İşte bu sebeple O’nun bilgisi dışında bir şey yapma imkânı yoktur.

Allah’ın koyduğu yasakları çiğnemeye kalkanlar, O’nun huzuruna vardıkları zaman, yaptıkları büyük küçük her günahın kendilerine bir filim gibi gösterileceğini düşünerek bu günahlardan uzak durmalıdır.

Hayra Çağırmak ve Kötülükten Sakındırmak

İnsan olarak hayatı diğer yaşam bulmuş insanlarla beraber geçirmekteyiz. Bu kaçınılmaz bir gerçek. Beraber yaşam bulduğumuz insanlara karşı sorumluluklarımız var. Bu sorumluluklardan vazgeçmediğimiz müddetçe dünya hayatı güzelleşmektedir. Ne zaman sorumluluklarımızdan vazgeçtik, ne zaman ki “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın “ demeye başladık işte o andan beri dünya hayatı hepimiz açısından çekilmez oldu. Çünkü bugün bize dokunmayan ve dokunmadığını istemediğimiz o yılan bize dokunmasa bile evlatlarımıza dokundu. Bize dokunduğu zaman canımız acırdı belki, evlatlarımıza dokununca ciğerimiz yandı. Bu acı ise diğer acılar içerisinde en zor olanı.

İnsanlar arasında sorumluluklarımız var. İnsanları iyiye çağırma, kötülüklerden sakındırma sorumluluğumuz var, olmalıdır. Şöyle bir örnekle konumuz izaha başlayalım. Oturduğumuz köyde, sokakta, apartmanda komşumuzun evi yanmaya başlasa ve biz bu durumu engellemek için üzerimize düşen vazifeyi yerine getirmesek olur mu? “Benim evim yanmıyor ya” diyebilir miyiz? O yangın söndürülmediğinde nihayetinde bize ulaşmayacak mı? Birbirimize karşı sorumluluğumuz elbette çok büyük. “Marifet iltifata tabidir” ifadesince birbirimizin iyi yönlerini tebrik etmek ne kadar güzel ise, birbirimizde bulunan hataları, tatlı dille, gönül kırmadan, incitmeden, fiili veya sözlü darba gitmeden gidermek de o kadar güzeldir.

Yüce Rabbimiz bizlerden hayra çağırmamızı ve kötülüklerden sakındırmamızı istemektedir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) gönderiliş hikmetlerinden biri de bu değil midir?  Kur’an-ı Kerimde Yaratanımız şöyle buyurmaktadır.

Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir grup bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Ali İmran 104

Ayette ifade edilen kurtuluşa ermenin yolu budur. Kurtuluş sadece dünyalık değildir. Kurtuluş hem dünya hem ahiret içindir. Dünyanın felahı, ahretin sevinci bunda saklıdır. Her gün namazlarımızın bir rekâtında okumaya çalıştığımız Asr süresinde Rabbimiz ziyanda olmayacak olanları şöyle bildirmektedir.

“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).”  Asr 1-3

Hayra öncülük etmek, hayra çağırmak ve bu vesile ile bir kişinin hayırlar içerisinde olmasına vesile olmak o kişi yaşam bulduğu o kişinin yetiştirdiği iyi insanlar hayat bulduğu sürece sevap defterinin kapanmamasına sebep olacaktır. Bunun tam zıddı da böyledir. Yani kötülüğe çağıran, bir kimsenin kötülük içerisinde olmasına sebep olan, kötülüğüne sebep olduğu şahıs kötülük işlediği müddetçe günah defteri kapanmayacaktır. Güzeller güzeli Efendimizin (s.a.s.) konumuzla ilgili hadislerini beraberce yeniden hatırlayalım.

منْ دَعَا إِلَى هُدًى كَانَ لَهُ مِنَ الأَجْرِ مِثْلُ أُجُورِ منْ تَبِعَهُ لا ينْقُصُ ذلِكَ مِنْ أُجُورِهِم شَيْئاً ، ومَنْ دَعَا إِلَى ضَلاَلَةٍ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ الإِثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لا ينقُصُ ذلكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئاً / Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 176

“İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”

مَنْ دَلَّ عَلَى خَيْرٍ فَلهُ مثلُ أَجْرِ فَاعِلِهِ / Tirmizî, İlim 14

“Bir iyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanın ecri gibi sevap vardır”

Hz. Âdemin iki oğlu Habil ve Kabil var idi. Rablerine sunmuş olduğu bir adak sebebi ile, Kabil Habil’e düşman kesildi. O’nu öldürmek istedi ve öylede yaptı. Bu husus Kur’an-ı Kerimde kıssa olarak bizlere aktarılmaktadır. Bu kıssadan kendi konumuza şöyle bir pay çıkartalım. Bu pay çıkarma işini ise Peygamberimizin (s.a.s.) bir hadisine dayanarak yapalım. Kabil Habil’i öldürdü. İşte o günden bu güne kadar her öldürme hadisesi yaşandığında bir günahta Kabil’e gitmektedir. Durum bu kadar zor ve meşakkatlidir. Bu hususta ki hadisi aktarmak isterim.

ليس مِنْ نفْسٍ تُقْتَلُ ظُلماً إِلاَّ كَانَ عَلَى ابنِ آدمَ الأوَّلِ كِفْلٌ مِنْ دمِهَا لأَنَّهُ كَان أَوَّل مَنْ سَنَّ الْقَتْلَ / Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 174

“Haksız olarak öldürülen her kişinin kanından bir pay, Âdem’in ilk oğluna ayrılır. Çünkü o, insan öldürme çığırını ilk başlatan kişidir.”

“Neden insanları doğru yola ulaştırmak için çabalayayım ki? İnsanların kötü gidişinden bana ne?” Gibi bazı şeyler aklımıza gelebilir. Ancak unutmayalım ki; İyiliğe ulaştırılmış her insan iyi bir çığır demektir. Kötülüğe bırakılmış her insan ise kötü bir çığır demektir. Öleyim kurtarayım deseniz bile kötü bir yol açılınca kurtuluş olmuyor işte. Kötü bir yol açmış olduğunuz işlerden gelenlerin günahına ortak olmak var. İyi bir yol belirlemek ise ne kadar güzel. O yoldan gelenlerin sevabına ortak olmak var. Bir hadisi yeniden hatırlayalım.

مَنْ سَنَّ في الإِسْلام سُنةً حَسنةً فَلَهُ أَجْرُهَا، وأَجْرُ منْ عَملَ بِهَا مِنْ بَعْدِهِ مِنْ غَيْرِ أَنْ ينْقُصَ مِنْ أُجُورهِمْ شَيءٌ ، ومَنْ سَنَّ في الإِسْلامِ سُنَّةً سيَّئةً كَانَ عَليه وِزْرها وَوِزرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا مِنْ بعْده مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أَوْزارهمْ شَيْءٌ

“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” / Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 173

İnsanları iyiliğe çağırmak bir emirdir. Bu hususla ilgili ayetleri sizlere aktarayım. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni onlardan çevirmesinler. Rabbin’e çağır ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma! Kasas 87

Rabb’inin yoluna, hikmetle ve iyiliği öğütleyerek çağır. Onlarla en iyi şekilde mücadele et. Kuşkusuz Rabb’in, kimin Kendi yolundan saptığını çok iyi bilir; doğru yolda olanları da en iyi O bilir. Nahl 125

وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

“…İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” Maide 2

Vaiz Ahmet Ünal

KENDİNE MÜSLÜMAN OLMAK

Bu deyim halk arasında sıkça kullanılan, bencilliği ifade eden, yardımdan, iyilikten uzak duran, dini tam anlayamamış kimseler için kullanılan hoş bir sözdür ve düşünüldüğünde çok derin manalar ve korkutucu ihbarlar ihtiva eder. Hatırlanacak olursa iyilik önce Allah’a, sonra etrafa ve dine ve nihayet kulun kendisine yaptığıdır ki iyiliğin sevabı da bu öncelik sırasına göredir.

Allah’a iyilik, Allah’ın fıtrat ve tevhidi istikametinde yaşamak, bu sistemin yeryüzüne egemen olması için amel ve fikir üretmek, gerektiğinde ilim ve cihada müracat etmek, bilmek, anlamak, anlatmak, nasihat etmektir. Yani Allah’ın sınırlarının gönüllere ve cihana egemen olmasını temin yolunda yapılacak herşey Allah’a yardım etmektir ki Yüce Allah ayetinde, mealen, “Allah’a yardım edene, Allah da yardım eder” buyurmaktadır ki Allah’ın yardımına mazhar olabilecek bir kul için bundan yüce bir bahtiyarlık olamaz.

Etrafa, cihana, akrabalara, ailelere, muhtaçlara, hayvanlara, tabiata yardım ise ikinci gruptaki beşeri dış çevre denilen bizim dışımızdaki yaratılanlara yardımdır. Bu da Allah emridir ki en başta zekat, sadaka, tatlı söz, yardımlaşma, acıları paylaşma, hak ve hukuka riayet, komşuluk haklarına saygı, barışı ve adaleti tesis, hürriyet ve eşitliği temin, insan haklarını egemen kılma gibi gayrete hizmet eden tüm güzel ve faydalı fikir ve ameller, niyetler bu cümledendir.

İyiliğin en son ve faydası en az olanı da kulun kendisine iyiliğidir ki bu namaz, hac, oruç gibi farz, vacip ve sünnetler ile emredilenlerin ibadete ait olanlarını kapsar. Bu grupta kulun eda ettikleri sadece kendi kalp huzuru ve vicdan sesine hizmet ederken etrafa ve Yüce Allah’a çok bir şey ifade etmez. Sevabı da (doğrusunu Allah bilir) en az olan iyilik nevi budur.

Kendine Müslüman olmak sözü ile zikredilen de işte tam olarak budur ki kul sadece kendisine iyilikle meşgul olarak fani ömrünü tüketir ve cehennemden korunma, cennete gitme hayaliyle sevap biriktirmeye ve günahlardan sakınmaya çalışır. lakin etrafına faydası yoktur ve iman kardeşliğine, İslam’ın yüceltilmesine, Müslümanlar arası yardımlaşma ve dayanışmaya katkısı yoktur. Sabah namazı ile başladığı günlük mesaisi yatsı namazı ile sona ererken günlük Kur’an okumalarını da eda eden bu grup kimseye zarar vermese de kimseye de fayda sağlamadan ömrü tüketir ve lakin insan olmanın mesuliyetini taşımadığı, emanetin gereğini yerine getirmediği ve Kur’an ile emredilenlere riayet etmediği için muhtemeldir ki ahiret sorgusunda şefaate muhtaç kalır.

Kendisine Müslüman olanların bir sonraki ermişliği etrafa iyiliktir ki bunu yapabilenler mü’minlik mertebesine daha yakın olanlardır. Kamil Müslümanların ermişliği ise dine ve Allah’a iyiliktir ki bu gruptakiler Allah kabul ederse mü’min olabilenlerdir. Müslüman ve mü’min farkı bu nedenle çok katıdır ve ayetin ifadesiyle İslam’a girmekle, iman etmek farklı şeylerdir. Başkalarına ve Allah’a yardım etmede yarışabilmek bu nedenle sadece mü’minlere hastır ve sıradan Müslümanlar için mana ifade etmez.

Oysa dinin emri, Allah’ın farzı kulun kendisinden ziyade etrafa ve Yaratan’ına iyiliktir.

Bu aksamadaki en büyük etken elbette maddi olarak paraya aşırı tamah ve paylaşmama düşüncesi, yetersiz dini bilgi, kafi gelmeyen itikat, fıtrat ve tevhidi yeterince anlayamamaktır ki ahiret sorgusunun vehametinden ziyade dünya hayatının aldatıcı yoksunluklarından endişe eden milyarlarca insanın en büyük hatası işte bu parayı biriktirme ve paylaşmama hissiyatıdır ki bunu fısıldayan şeytandır, iblistir, insan ve cin şeytanlardır. Kulun kendisine iyilik etmesi yani kendisine Müslüman olması kolaydır. Abdest alarak günlük rekatları tamamlamamak hatta manasını anlamasa da roman okur gibi Kur’an okuması O’nu kendisine Müslüman yapabilir.

Ama etrafa ve Allah’a iyilik yapabilmek için etrafa ve Allah’a Müslüman olmak lazım gelir ki bu yapılmazsa dinin erdiriciliğinden nasiplenemeyenler için Kur’an’ın şefaati de hayal olur.

Yeryüzünün kirletilmesine, ormanların yanmasına, derelerin kimyasal atıklarla kirlenmesine sessiz kalanlar, hortumlara ve yolsuzluklara ses çıkaramayanlar, hırsızları baş tacı edenler, komşu haklarına riayet etmeyenler, sokak hayvanlarına zulmedenler, fakirleri aşağı tabaka görenler, para ile şımaranlar, paraya ilah diye tapanlar, kişileri ilah mertebesine yükseltenler, ölülerden medet umanlar, vergi kaçıranlar, güçsüzü ezmeye kalkışanlar, hak yiyenler, adaleti saptıranlar, öksüzün haklarına tecavüz edenler, şiddet ve terör üretenler, Allah’ın ayetlerini değiştirip dine ve Peygambere yalan söyletenler için zaten başkaca bir mertebe yoktur, onlar sadece kendisine Müslümandır.

Ama dinin istediği ve Allah’ın emrettiği asıl sahip olduğumuz bedenden başkasına yardımdır. Bu ise zordur. Çünkü tevazuyu, aydınlanmayı, hak ve adalete riayet etmeyi, eşitliği, paylaşmayı, sevgi ve sabrı, şükür ve tevbeyi, helalden başkasına uzanmamayı emreder. Kendisine değil de Allah’a Müslüman olmak isteyenler için fani dünya sınavdan ibarettir ve asıl yaşam ahiret yurdundakidir. Bu kökten ve zor kabul becerilebilirse kul zaten fani hayat içinde ahireti yaşamaya başlar ve bu durumda karıncayı dahi incitemez hale gelir. Mal ve para biriktirmek yerine Peygamber ahlakı ile ahlaklanıp yoksulları arama, bulma, onlara yardım etme ateşi ile yanar tutuşur.

Boşuna ve gafletle geçen ömrü için tevbeler eder, dualar ile af ve bağışlanma diler, daha fazla iyilik yapabilmek için güç ve imkan diler Yüce Rabbimizden.

Kendine Müslüman olanların ise duası daha çok para, imkan ve makam üzerine kuruludur. Bunlar için muhtaç olmamak, eziyet görmemek, banka hesaplarında birikim yapmak, altınlar takıp, siyah ciplerle gezmek Müslümanlıklarına verilen hediyedir, kısmet ve nimettir. Ama bilmezler ki o nimetler dahi hep sınav içindir ve günahları daha çok artsın diyedir. Yani paylaşmadıkları, içinde yoksullara da ait olan hakları (servetleri) kendilerinde tutup paylaşmadıkları sürece biriktirdikleri her bir kuruş, boyunlarına ahirette takılacak ateşten demir halkalardır. Bu sınavı idrak edemeyecekleri içinse köşelerinde kabuklarına çekilmiş olarak yaşar, yoksulları yok farz eder, sokak çocuklarına yardımı devlete havale eder, komşuları aç iken horul horul uyurlar.

Kendisine Müslüman olanlar için durum bu haliyle çok daha ciddi ve tehlikeli bir hal alır ki onların en büyük zaafı işte “kendilerini cennetlik görmeye başladıkları” bu noktadan sonrasıdır. Dini öğrendikleri, layıkıyla Müslümanlık yaptıkları, vebalden arındıkları, verdikleri üç kuruş zekat ile aklandıkları, gittikleri hac ile resetlendikleri hatta günahsız oldukları iddiasını taşımaya başlayanlar için tehlike çanları kulakları sağır edercesine çalar ve akibet kararır da kararır.

Kur’an gözler önündedir, daha nefes alıyorken vakit vardır, din ve iman kardeşliği, fıtrat ve tevhid kişisel değil bütün halinde refah ve huzura ulaşmayı emreder, yardımlaşmayı ve etrafa iyiliği farz kılar.

Bu yüzden ibadetle dini, din ile imanı, niyet ile ameli birbirine karıştırmamak lazım gelir.

Allah’ın sınırları ve farzları herkes içindir. Bilmemek mazeret değildir. Dünya fani, ahiret bakidir, hesap ve mizan haktır, kimse ahirete para götüremeyecektir, Peygamberimizin örnek ahlakı herkese rehber olmalıdır.

Yapana ne mutlu!

Yapmak istemeyene, parayı çok sevene, dünyaya dalanlara, bakmasını ve görmesini bilmeyenlere, açlıklar, acizlikler, mazlumluklar,  sorunlar, bir lokma ekmeğe muhtaçlıklar yok sayanlara, hatta para uğruna yanlış yollara sapanlara, çalanlara, zulmedenlere, şeytanları ilahlaştıranlara ve haksızlık edenlere ise vay, vay, vay ….

Allah onları affetmesin zaten.

CEVDET IŞIK

FIKIH İNANCI, TOPLUMU KUR’AN DAN UZAKLAŞTIRMIŞTIR

Bu sözleri neden söylediğimi, detaylı bir şekilde sizlere açıklamak isterim. İslam dinini yaşamak için, fıkıh ilmini bilmemiz gerektiği söylenir günümüzde. Peki, bu ilim dedikleri nasıl bir şey hiç araştırdınız mı? Kur’an dan farklı bilgiler mi? Ya da Kur’an ın anlaşılması için zorunlu bilgiler mi? Gelin önce bu sorularımıza cevaplar arayalım.

FIKIH İSLAM HUKUKUDUR diye, kısaca tarif ederler. Ayrıca kelime anlamı olarak, İslam inancında gidişatı, yolu yöntemi anlamak, işin özünü kavramak olarak da tarif edilir. Bu konuda daha fazla detaya girdiğimizde, fıkıh ilminin temel kaynaklarının Kur’an ve sünnet olduğu açıklamaları yapılmaktadır. Fıkıh ilminin ana amacının, DİNE HÜKÜM KOYMAK OLMADIĞI AMA ANA KAYNAKLARA, YANİ KUR’AN VE SÜNNETE UYGUN HÜKMÜ ARAŞTIRMAKTIR DENİR. Unuttuğumuz bir şey var, ana kaynak tektir oda Kur’an dır.

Şimdi gelelim bu söylenenlere. Fıkıh bir şeyin, özünü ve inceliklerini araştırmak olduğuna göre,  acaba Kur’an bizlerin İslam ı yaşayabilmemiz için verilen emirlerin özünü, inceliklerini açıklamıyor mu da, bu şekilde farklı kaynaklara ihtiyacımız oluyor? Bu sorunun doğru cevabını bulamadığımız sürece, büyük yanlışlar yapmaya devam edeceğimizi de unutmayalım. Kur’an a baktığımızda onlarca ayetinde,  Kur’an ı anlayabilmemiz için, apaçık ve detaylı nice örneklerle izah edildiğini söyler. Birkaç örnek verelim. Enam suresi 57. Ayetinde  De ki: Şüphesiz ben RABBİMDEN GELEN APAÇIK BİR DELİLE DAYANIYORUM. Yine Hicr suresi 1. Ayetinde, BUNLAR APAÇIK OLAN KUR’AN IN AYETLERİDİR der. Lütfen aşağıdaki ayetler üzerinde bir dakika düşünür müsünüz?

Nur 34: Andolsun ki biz size (gerekeni) AÇIK AÇIK BİLDİREN AYETLER, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için ÖĞÜTLER İNDİRDİK.  (Diyanet vakfı meali)

İbrahim 52: Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri DÜŞÜNÜP ÖĞÜT ALSINLAR DİYE İNSANLARA BİR BİLDİRİDİR.

Bu ayetlere benzer onlarca ayet vardır ki, Kur’an ın bizzat Kur’an tarafından açıklanmış ve izah edilmiş olduğu bizlere bildirilmiştir. İlginçtir bunca açık ayetleri gördükleri halde, hala şöyle diyenleri duyarız. AÇIKTA NEKADAR AÇIK, NAMAZIN NASIL KILINACAĞI, KAÇ REKÂT OLDUĞU NEREDE YAZIYOR? Sizlere sormak isterim, Allah bizleri sorumlu tutacağını söylediği Kur’an ı, bizlere açıkladığını, nice örneklerle izah ettiğini söyleyip, bizlere tebliğ, bildiri olarak sunduğu kitabı, bizlere gereği gibi HÂŞÂ anlatamayıp, bu izahı ve anlatımı birilerine bırakmış olabileceğine, nasıl inanırız?

YARADAN BİZLERE, APAÇIK BİR BİLDİRİ SUNUYOR ELÇİSİ KANALIYLA, AMA BU BİLDİRİNİN ÜSTÜ ÖRTÜLÜ, GEREKLİ AÇIKLAMALAR YAPILMAMIŞ VE BİZLER TARAFINDAN ANLAŞILAMIYOR, ÖYLEMİ DOSTLAR? Ne dediğimizin, nelere inandığımızın farkında mıyız? Allah sizlere öğüt veriyorum diyor, ama bizler bu öğüdü Allah ın kelamından anlayamayacağımızı söyleyenlere inanıyoruz.

Fıkıh konusunun, nasıl büyük riskler taşıdığını anlamaya devam edelim. İslam ı Kur’an merkezli yaşamayan, cemaat ve tarikatlar ile yaşayan ve fıkıh öğretisini alanlar, DİN YA KUR’AN DIR YADA HADİSTİR DİYE İNANIRLAR. Bu sözler Kur’an a şirk koşmaktır hatırlatırım. Kur’an ın yanına hiç bir şey konamaz. ZATEN FIKIH İLMİNİN, ANA KAYNAĞI HADİSLERDİR. Çünkü Kur’an ı açık ve yeterli görmeyenler, her bilginin Kur’an da olmadığını söyleyenler, dini anlatmak ve yaşamak için hadisleri kullanmaktadırlar. PEYGAMBERİMİZİN HADİSLERİ, KUR’AN IN DIŞINDAN SÖZLER DEĞİLDİR. Eğer farklı sözleri, peygamberimizin adıyla bizlere sunuyorlarsa, bunlar peygamberimizin sözleri/hadisleri olamaz.

Bizler Allah ın buyurduğu gibi, Kur’an dan sorumluyuz, Kur’an dan hesaba çekileceğiz. Kur’an ın bahsetmedikleri, Yaradan ın kullarına yaşamında tanıdığı serbest alanlardır, dinin ve inancın sınırları dışındadır. FIKIH yoluyla İslam inancına öyle bilgiler sokulmuştur ki, bu bilgileri Kur’an da göremediğimizde, bakın demek ki her şey Kur’an da yokmuş, deme yanlışını yapıyoruz. Bu yanlış düşünce, dini zorlaştırıyor bizleri Kur’an dan uzaklaştırıyor, batılın takipçisi yapıyor. Peygamberimizde bu konuya dikkatimizi çekmiş ve bakın ne demiştir.

Allah’ın kitabında helal kıldığı helal, haram kıldığı haramdır. HAKKINDA SUSTUĞU İSE SERBESTTİR. Allah’ın serbest bıraktıklarını kabul edin ve BİLİN Kİ ALLAH HİÇBİR ŞEYİ UNUTUCU DEĞİLDİR.

Ebu Davud K. Etime 39/Tırmizi K. Libas 6 İbni Mace K. Etime 60/ El-Müracaat sayfa 20

Fıkıh inancının nereden geldiğini anlatanlar, bakın bu kaynağı nasıl izah ediyorlar. Geçmiş yüz yıllar öncesinden, Kur’an ile meşgul olan insanlar, Kur’an dan ve hadislerden ne anladıklarını,  kayda geçirmişler ve fıkıh temellerini oluşturmuşlardır diye anlatılıyor. Bu izah ve açıklamalardan, büyük bir ilim doğduğunu da belirtiyorlar. Bu ilme de FIKIH deniyor. Ayrıca açıklama yapılıyor ve deniyor ki; FIKIH KUR’AN DEĞİLDİR, KUR’AN IN HADİSİN ANLAŞILMA ŞEKLİDİR. İnanıyorum aklınıza şu soru geldi, acaba fıkıh ilmini, hangi mezhebin kabul ettiği hadislere göre yaşamalı ve Kur’an ı anlamaya çalışmalıyız. Çünkü mezhepler arasında ihtilaflı olan öyle hadisler var ki, birbirilerinin kabul ettiği din önderlerini kâfirlikle, dinden çıkmakla suçluyorlar.

Bizler İslam ı kendi düşüncelerimizle değil de, yüzlerce yıl öncesinden günümüze ulaşan, emin olamayacağımız kişilerin sözleri, bilgileri ışığında yaşamaya çalışırsak, ne Kur’an ı doğru anlarız, nede Allah ın istediği yoldan gideriz. HER ŞEYDEN ÖNCE, BİZLERE ULAŞAN FIKIH BİLGİLERİNİN, GERÇEKTEN ADI GEÇEN KİŞİLERE AİT OLDUĞUNA BİLE EMİN OLAMAYIZ. Bu sözlerin, bilgilerin Rivayetler yoluyla, yüzlerce yıl öncesinden günümüze hatasız ve eksiksiz ulaşması mümkün değildir. Araya din düşmanlarının, dini çıkarlarına kullananların ve şeytanın vesvesesinin girmediğini kimse söyleyemez. Bu yol ve yöntemle, dini yaşamak büyük tehlikelerle doludur.

İNSANOĞLU HATASIZ DEĞİLDİR, EĞER DİNİ BİRİLERİNE ENDEKSLEYEREK HİÇ DÜŞÜNMEDEN, KUR’AN DAN ARAŞTIRMADAN, ONLARIN SÖZLERİYLE YAŞARSAK, O KİŞİLERİN YAPACAĞI HATALARI, YANLIŞLARI BİZLER DE YAPMIŞ OLURUZ. Birde bu hataları zincirleme, milyonlarca kişi hayatına geçiriyorsa, bu yolun sonunu tahmin edemiyorum.

Peygamberimiz sağlığında, Kur’an ın dışından hiçbir bilgi yazdırmamıştır. ÇÜNKÜ DİNİN KAYNAĞI YALNIZ KUR’AN DIR DA ONDAN. Dinin sahibi Allah dır ve ortağı da yoktur. Bizleri din ve iman adına bilgilendiren her bilginin de, Kur’an da olduğunu bizzat Kur’an söylediğine göre, nasıl olurda Kur’an ın dışından kaynakları, KİŞİSEL DÜŞÜNCELERİ, YORUMLARI din diye kabul ederiz? Dini yaşamak ciddiyet ister. ONUN İÇİNDE BİRİLERİNİN KUR’AN DAN VE EMİN OLAMAYACAĞIMIZ HADİSLERDEN, NE ANLADIĞIYLA İSLAM I YAŞAMAMIZ, BİZLER İÇİN BÜYÜK TEHLİKEDİR.  Herkes kendi anladığından, kendi yaptıklarından sorumludur. İNANCIMIZI, ASLA BİRİLERİNİN DÜŞÜNCELERİNE ENDEKSLEYEMEYİZ, TAKİPÇİSİ OLAMAYIZ. Bu düşünce imtihan olmanın özüne ters düşer. Çünkü Allah bizlerin bu dünyada, imtihan olduğumuzu söylüyor.

Dört halife devrini de lütfen araştırınız, peygamberimizden hadis nakletmek yasaktı. Çünkü peygamberimiz sağlığında yasaklamıştı ve yalnız Kur’an ı bir birinize anlatın diye emretmişti. Sağlığında kendi sözlerinin, bir diğerine naklederken, inanılmaz anlamlar vererek, ekleyerek değiştirildiğini gördüğünden yasaklamıştır. Eğer bizlerin imanımızı yaşamamız için, Kur’an yetmemiş olsaydı, böylemi yapardı peygamberimiz. HÂŞÂ birileri, peygamberimizin eksikliğini mi tamamlıyor da, Kur’an ın daha doğru anlaşılmasını sağlıyor.

İslam dini mezheplere bölünmeye başladığında, toplanan hadis sayısının 500 civarında olduğu rivayet edilir. Peki, günümüzdeki hadis sayısını biliyor musunuz? Hiç sanmıyorum, çünkü bilen yok ama bir milyonu bulduğu, hatta geçtiği söyleniyor. Tehlikeye bakar mısınız lütfen. BU BİLGİLER IŞINDA, DİN YAŞANIR MI SİZCE.

Dinin mezheplere ayrılması ile hadis toplama furyası başlamış ve aynı konularda bile, birbirinden çok farklı sözleri, peygamberimizin hadisleridir diye kayda geçirmiş ve bunları da din diye hayatlarına geçirmişlerdir. Çok daha ilginci, bu bilgilerle her mezhep, KENDİ FIKIH ANLAYIŞINI, İNANCINI YARATMIŞLARDIR. Sizce bu yol, çok büyük tehlikelerle dolu değil midir? Unutmayınız lütfen, peygamberimiz döneminde FIKIH adı altında bir kaynak, bilgi yoktu. Acaba bu bir eksiklik miydi de, daha sonra birileri tamamladı, ne dersiniz?

Peygamberimiz döneminde, Müslüman olmak isteyen, bazı ehli kitap inancına sahip kişiler, Kur’an ın yanında, atalarının inançlarını da dinde yaşamak istemişlerdi. Bu isteklerine Allah olumsuz cevap verip, Casiye 6. Ayetinde, Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? Ankebut 51. Ayette, Karşılarında okunup duran bir kitabı, sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu diye uyarıda bulunmuş ve Kur’an ın dışından hiçbir bilginin, dine sokulamayacağını açıkça bildirmiştir. Bu uyarılar ne yazık ki dikkate alınmamış, FIKIH YOLUYLA ÖZELLİKLE YAHUDİLERİN BİRÇOK İNANCI, SANKİ BİZLERİN İNANCI GİBİ İÇİMİZE SOKULMUŞTUR.

Bugün bizler, Kur’an ı anlayabilmek ve İslam ı yaşayabilmek için, yüzlerce yıl öncesinden günümüze ulaşmış fıkıh bilgisini, dinin ana kaynakları kabul ediyoruz. İYİDE BAHSEDİLEN ÂLİM KİŞİLER, KUR’AN I O GÜNLERDE ANLAMIŞLARDA, BUGÜN KUR’AN I ANLAYAN DİN ÂLİMİ YOK MU ARAMIZDA? Hani Allah yemin ederek, bu kitabı anlayasınız diye kolaylaştırdık diyordu, bu uyarıların hiç mi önemi yok. Mantığın kabul edemeyeceği bir düşünceyi, nasıl kabul ederiz.

İslam inancında yaratılan fıkıh anlayışı, Müslüman tolumu Kur’an dan uzaklaştırmış ve bir bilinmeze doğru yol almaktadır. Allah Kur’an ın sınırlarını aşmayın sakın diye uyarır. Dinin anlaşılması ve yaşanması adına getirilen fıkıh anlayışı, ne yazık ki Müslüman toplumların, Kur’an ın sınırlarını aşmasına neden olmuştur. DAHA DA KÖTÜSÜ, BU BİLGİLER KUR’AN IN ÖNÜNE GEÇMİŞTİR. Birde her şey Kur’an da yoktur zihniyetine inandırılmış bir toplumu düşünün lütfen. Dine nifak sokmak isteyen din düşmanları ile dini kendi tekellerine almak isteyen din simsarcıları, FIKIH silahını çok iyi kullanmışlar ve İslam dinini, inanılmaz iftiralarla doldurmuşlardır. Şimdide neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayan bilen, ne yazık ki çok az.

Fıkıh zihniyeti, toplumun ayetleri tamamen yanlış anlaşılmasına neden olmuştur. Bir kardeşimiz şöyle bir soru sormuş. DİNİ KUR’AN IN TERCÜMESİNDEN Mİ, YOKSA FIKIHTAN MI ÖĞRENMELİYİZ. Verilen cevap ve örnek, işin ne derece tehlikeli olduğunun canlı kanıtıdır.

(Mealden tefsirden din öğrenilmez. Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerimdeki ALLAH’IN İPİNE SARILIN ifadesindeki ipten maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer…)

İşte fıkıh ve kişi odaklı din yaşamak, bu kadar tehlikeli. Allah ın ayetine bile farklı anlamlar vererek, kendi çıkarlarına kullanabiliyorlar. Allah ın ipinden kasıt apaçık Kur’an dır, onun ayetleridir. Kur’an asla, emin olmadığın bilgilerin ardına düşmeyin diye bizleri uyarır ve kişi odaklı dini yasaklayarak, güveneceğiniz ardı sıra gideceğiniz veliniz yalnız Allah dır der. VELİLERİN ardına düşmeyin diye bizleri ikaz eder. Onun için Allah bizlerin, din ve iman adına sarılacağı bilgilerin yalnız Kur’an olduğunu bu ayette bizlere bildirir. Ama dini kendi çıkarlarına kullananlar, dikkat ederseniz FIKIH silahı ile toplumu can elinden vurmaktadırlar. Kur’an ın ipine sarılan, asla cemaatlerin, şeyhlerin, efendilerin söylemleri ile dini yaşamaz. Fıkıh yoluyla, Kur’an gerçeklerinin önü kesilmeye çalışılmakta, ayetlerin üstü örtülmektedir. Lütfen bu gerçeklerin artık farkına varalım.

Dini konularda, kendisini otorite gören makam ve şahıslara sorulan sorulara, FIKIH dan yardım alarak öyle cevaplar veriyorlar ki, ne akıl ne mantık, nede ahlak bunu kabul etmez. Bunun örneklerini görüyoruz. Verilen cevaplara baktığımızda, kaynak olarak FIKIH dan kanıt gösteriyorlar. Toplum tepki gösterince de geri adım atıyorlar. İşte FIKIH kaynağı böyle tehlikelerle doludur. İyi ve doğru bilgilerin içine, öyle zehirler yerleştirilmiş ki, anlamak fark etmek için Kur’an terbiyesi almak gerekir.

Emin olduğumuz, güvenebileceğimiz din adına tek bilgi Kur’an dır. Bunu ben söylemiyorum, Kur’an ın bizzat kendisi söylüyor. Onun yanında, Kur’an ın onayından geçmiş her bilgi, örnek bizlere faydalı olacaktır. Allah bizleri Kur’an dan sorumlu tuttuğunu apaçık söylüyor da, bizlerin anlayabilmesi için yemin ederek kolaylaştırdığı müjdesini veriyorsa, Kur’an ı anlamak için, birilerinin sözlerine ihtiyacımız olduğunu lütfen söylemeyelim. Bu davranış ve düşünce Kur’an a küfürdür, saygısızlıktır. Elbette hepimiz aynı kapasitede değiliz, birbirimize yardımcı olmalıyız, ama yapacağımız yardımın kaynağı, yalnız Kur’an olmalıdır.

İsra Suresi 36: Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. (Diyanet meali)

Haluk GÜMÜŞTABAK

Namaz ve psikolojik iyi olma hali arasındaki ilişkiye dair neler söylenebilir?

İngilizcedeki “well-being” kelimesinin karşılığı olarak Türkçeye tercüme edilen “iyi oluş” kavramı, iyi hissetme, iyilik hali, sağlıklı olma ve zindelik gibi anlamlara gelmektedir. Başka bir deyişle kişinin devam eden psikolojik iyi oluş durumunu göstermede kullanılan “iyi oluş” kavramı, genel olarak, hoş duygular hissetme, mutluluk, bir kimsenin yaşamından ve iş dünyasındaki rolünden memnuniyetini, stres ve memnuniyetsizlik halinin ya da endişenin olmayışını ifade etmektedir. Diğer taraftan “psikolojik iyi olma” kavramının ise, insanın yaşam amaçlarına sahip olup olmadığı, potansiyellerini gerçekleştirip gerçekleştirmediği, toplumsal ilişkilerinin kalitesi ve yaşamı ile ilgili sorumluluk alıp almadığı gibi unsurları içermekte olduğu ve bu hususları ifade etmekte kullanıldığı görülmektedir.

Bu durumda kişinin kendisini ve yaşamının kalitesini değerlendirişini ifade etmede kullanılan psikolojik iyi olma kavramının, öz-kabul (kendini kabul), kendini gerçekleştirme, başkalarıyla pozitif ilişkiler kurma, özerklik, çevresel kontrol, yaşamda anlam ve amaç bulma ve kişisel gelişim gibi öğeleri içerdiği belirtilmektedir. Her ne kadar psikolojik iyi olmanın, anlamlı ve amaçlı bir yaşam sürdürme, kişisel gelişim ve başkaları ile nitelikli ilişkiler kurma gibi pek çok olumlu insan özelliğini içeren bir kavram olduğu ileri sürülse de literatüre bakıldığında değişik psikolojik iyi olma modellerinin olduğu görülmektedir. Aynı zamanda psikolojik iyi olmanın fiziksel, duygusal, bilişsel, ruhsal, kişisel ve sosyal süreçlerle ilişkili olarak kavramlaştırılabileceğini ileri sürenler de bulunmaktadır.

İslam dinindeki en önemli ibadetlerden birisi ve İslam’ın beş şartından ikincisi olan namaz ibadeti en sık yerine getirilen farz ibadetlerden birisidir. İslam dinindeki bütün ibadetlerin hayatımız üzerinde etkisi olduğu gibi farz, vacip, sünnet ve müstehap gibi türlere ayrılmakta olan namaz ibadeti de mü’minlere dünyevî ve uhrevî pek çok faydalar kazandırmakta, günümüz insanı için mucizevî bir sağlık reçetesi olmaktadır. Zira namaz ibadeti esnasında yapılan hem belirli ve özel davranışların sembolik manasının hem de okunmakta olan dua ve surelerin, tekbir ve tesbihlerin gerçek anlamının mü’minin ruh dünyasına, kişilik ve karakteri üzerine büyük tesirleri vardır.

Bu bağlamda kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de namazda “derin saygı halini” (huşû) yaşamanın kurtuluşun, mutluluğun imandan sonraki ilk şartı olduğu ifade edilmekte, böylece namaz ile huşû (huzur, mutluluk) arasındaki ilişkiye işaret edilmektedir (Mü’minun 23/2). Esasında ezanda da namaza çağrılırken felaha (kurtuluşa) çağrılması insanların mutluluğa ve ruhsal dinginliğe erişebilmeleri için namaz kılmaya çağrıldıkları söylenebilir. Davete icabet ederek “huşû” içerisinde namaz kılan bir kimse, kıldığı namaz sayesinde rahatlık ve mutluluk hisseder. Zira namaz ibadeti, mü’min kimsenin sıkıntılarını giderip gönlünü rahatlatır, ruhsal çalkantılarından kurtarıp zihnini berraklaştırır. Ancak bu husus, sembolik yönü de olan namaz ibadetinde kişinin sadece birtakım bedensel hareketleri yapması, lâfzî birtakım ayet ve duaları okuması ile gerçekleşmez.

Çünkü bu sembolik davranışların kalpteki kulluk niyeti ve bilinci ile bütünleşmesi, Allah’a saygı şuuru ile anlamlı hale gelmesi gerekmektedir. Namazda kişinin konsantrasyonunu belli bir hedefe odaklaması, dünya ve içindekileri “Allahu ekber” diyerek elinin tersi ile iterek geride bırakması, bir nevi aklın ve düşüncenin meşgul edilmesine ve insanın sanrıları ve hastalıklı düşünceleri kovmasına yardım etmektedir. Namaz ibadeti ile bunalan ruhların, ümitsizliğe düşen gönüllerin, huzursuz kalplerin sükûn bulması söz konusudur. Namaz, iç dünyası kararan ve bunalan ruhların tek tedavi yolu ve biricik mutluluk gıdasıdır. Zira vahiy yükünü ve peygamberlik görevini omuzlayan seçilmiş kimselerin gerek tebliğ görevini yerine getirme esnasında gerekse hayat karşısında karşılaştıkları zorlukları yenmede namaz ibadeti, manevî bir güç ve enerji kaynağı olmuştur. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber (s.a.v.) dünya işlerinden sıkılınca, zor zamanlarında müezzini Bilal Habeşi’ye “Ey Bilal! Kalk (ezan oku da) bizi namazla ferahlandırıver.” buyurmuştur (Ebu Davud, Edeb 86). Yüce Allah’la buluşabilmek ve O’ndan güç alabilmek için de daha çok namaz kılmayı tercih etmiştir.

Zira namaz kılan kişi kıldığı namaz sayesinde Allah’a olan bağlılığını kuvvetlendirdiği gibi namaz ibadeti, insana kendini tanıma, keşfetme ve iç görü (kendini ve güçlerini gerçekçi bir şekilde görebilmeyi) de kazandırmaktadır. Dolayısıyla kendini kabul ve benlik saygısını geliştirici yönde de katkısı olan namaz ibadeti sayesinde kişi Allah’ın huzurunda gerçek kimliğini, kâinattaki yerini, toplumdaki rolünü ve dünyaya geliş gayesini idrak etmekte; varlıklara ve hayatına yeni bir anlam vermekte; tüm varlıklarla bütünleşme imkânı bulmaktadır. Böylece hayatı anlamla dolu hale gelmektedir. Zira Erich Fromm’un deyimiyle insan, kendi kendisinin farkına vardığı ölçüde hayatı anlam kazanmaktadır. Kavuşma, mülâki olma anlamındaki “salat” kelimesiyle Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen namaz, Allah’la buluşma, huzur-u ilâhîye çıkma, Allah ile bir tür iletişim içerisinde olmaktır. Bu nedenle Allah’tan insana iletişimin adı vahiy, insandan Allah’a iletişimin adı namaz ve duadır denilebilir. Bu anlamda namaz, Allah’tan gelen ve O’na dönecek olan insana açılan bir vuslat kapısı, huzura ermenin, mutluluğu elde etmenin bir aracıdır. Namazda Allah’la karşılıklı saygı ve övgü içerisinde iletişim halinde olan kimse, Allah’ın kendisi için gerçek bir Dost ve Yardımcı olduğunu, hiçbir zaman kendisini yalnız, âciz ve çaresiz bırakmayacağının farkına varır. Böylece, namaz kılan kimsenin ruhunda ümit, iyimserlik, güven duyguları yeşerir ve benlik saygısı artar. Oysa bir kimse Yüce Yaratıcısı ile ilişkisini, diyaloğunu kopardığı zamanlarda yalnızlık, huzursuzluk, çaresizlik, bocalama ve kararsızlık içerisinde kalabilir.

Namaz ibadeti ise kişiye isteklerini Allah’a sunma, O’ndan yardım dileme, böylece ferahlama ve rahatlama fırsatı verir. Dolayısıyla namaz kişinin ümitsizliklerinin ortadan kalkmasına, en büyük zorluklar karşısında bile Allah’a yönelip O’ndan yardım isteyerek çözüm aramaya sevk etmektedir. Kısacası namaz ibadeti duygu, düşünce ve davranış bazında kişide olumlu değişiklikler meydana getirmek suretiyle psikolojik iyi oluş haline katkıda bulunmaktadır. Haluk Nurbaki’nin ifadesiyle namaz insandaki ahsen-i takvîm üzere yaratılışın ortaya çıkması, Allah’a giden kutsal yolda mutlu bir yolculuktur. Bu anlamda ruhun ilacı olan namaz ibadeti, ruh için bir nevi huzur ve mutluluk kaynağıdır. Zira sadece para-pul, yeme-içme, mevki-makam gibi suflî arzuların yerine getirilmesi, günümüz insanının ruhunda fırtınalar estirmekte, ruhî bunalımlara yol açmaktadır. Onun için ruhun iyi oluşu için namaz gıdasına ihtiyaç vardır. Başka bir deyişle manevî olan ruhun, manevî gıda ve vitaminlere ihtiyacı vardır. Bu gıda ve vitaminlerden en önemlisi ve etkilisi de namaz ibadetidir. Aksi durumda insanın manevî yönünü teşkil eden ruhun gıda ve vitaminleri ihmal edildiğinde, insanın doğal dengesi ve sağlığı bozulur; ruhta sıkıntı, gerilim, karamsarlık ve gönül darlığı baş göstererek ruhsal bunalımlar meydana gelir. 

Oysa hem bedensel hem de ruhsal yönden rahatlatıcı bir özelliğe sahip olan namaz ibadeti, mü’min kişiyi dünya meşguliyetlerinden, stres ve sıkıntıdan uzaklaştırarak ruhen sükûnete kavuşturmakta ve bir iç huzuru sağlamaktadır. Hamdi Yazır’ın deyimiyle namaz, korku halinde kılınırsa ümidi, emniyet halinde kılınırsa neşe ve huzuru arttırmaktadır. Namaz kılan bir kimse kıldığı beş vakit namaz sayesinde günlük hayatın telaşından, sıkıntı ve stresinden, ihtiras ve aşırılıklarından büyük ölçüde kurtulmakta, ruhsal hastalıklarda büyük etkisi olan vesvese ortadan kalkmakta, kişide tevekkül duygusu otomatik olarak gelişmektedir. Çünkü bir kimse Gerçek Sevgili olan Allah’ı ne kadar çok anarsa O’nun sevgisi de ister istemez gönle yerleşmekte ve gönül hep O’nunla meşgul olmaktadır. Oysa Allah’tan başka şeylerle ve kimselerle uğraşan insanın zihni sürekli bu tür şeylerle meşgul olacağı için onun kıldığı namaz vesvesesiz ve uğraşsız geçmemektedir. Gazali’ye göre kalp/gönül huzuru namazın ruhu ve özüdür.

Namazın başından sonuna kadar bu gönül huzurunun varlığı sağlanamasa da en azından bir anlık da olsa örneğin, iftitah tekbiri sırasında bu gönül huzurunun var olması gerekir. Bilinçli ve ihlaslı bir şekilde huşû ile dosdoğru olarak kılınan namaz sayesinde insan ruhu, sükûn ve istikrar bularak manevî feyzlere ve ruhsal zevklere kavuşmaktadır. Namaz sayesinde kişilerin kazandığı bu huşû ve huzur namaz dışındaki hayatlarına da aksetmektedir. Böylece namaz dışına taşan huşû ve huzur ile mü’min kişi daima psikolojik iyi oluş içerisinde olmaktadır.

Esasında namaz ibadeti, kişinin hem bedensel hem de ruhsal iyi oluşuna katkıda bulunmaktadır. Çünkü namaz ibadeti kişiyi muhtelif hastalıklara karşı korumaktadır. Bu husus tıbben de ispatlanmıştır. Her şeyden önce namaza hazırlık sadedinde alınan abdest sayesinde ruh mânen meskenetten yani uyuşukluktan kurtulduğu gibi bedenen de dinçleşip silkinmekte ve huzur-u ilâhîye hazır hale gelmektedir. Dolayısıyla namaz kılmak için alınan abdestin bedenen ve ruhen pek çok faydaları vardır. Bir tıp doktoru olan Haluk Nurbaki’nin deyimiyle bunlardan birincisi abdest almanın dolaşım sistemi üzerindeki faydalarıdır. Vücut sağlığımız açısından hayatî önem taşıyan damarlarımız, oburluğumuz, hırçınlığımız, beslenme hataları ve sinirsel nedenlerle daralıp zamanla esnekliğini kaybedebilmektedir. Bu tehlikeli gidişten uzaklaşmanın en pratik ve sağlam yolu genç yaşlardan başlayarak damarlara esneklik kazandırmaktır.

Özellikle beyin dolaşımı ve kalpten uzak düşen ayak damarlarında bu jimnastiğin yapılması daha çok gereklidir. Bunun en kolay yolu da damarları ısı farkı ile açıp kapayan su ile yıkama sistemidir. İşte namazın hazırlık şartlarından olan abdest, damar sistemine esneklik kazandıran harika bir sağlık reçetesidir. Abdest alma ayrıca mikroplara ve kansere karşı korunma sistemimiz açısından da son derece faydalıdır. Korunma sistemi, başka bir deyişle lenf sistemimizin sağlıklı bir şekilde işlemesi dolaşım sistemi kadar önemlidir. İşte abdest, lenf sistemindeki kıldan ince damarları esnek tutmak suretiyle tüm hastalıklara ve kansere karşı büyük fayda sağlamaktadır.

Ayrıca abdest almanın vücudun statik elektriğini giderici bir etkisi de vardır. Gerek havada artan iyonlar gerekse giyilen plastik giysiler vücudun dış yüzeyinde elektron artmasına neden olmaktadır. Bu durum ise özellikle sinir sistemi ve deri üzerinde ciddi rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Vücuttaki kırışma ve sarkmaların bu statik elektrikle yakından ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Vücuttaki negatif elektronları dışarıya atmanın iki yolu vardır. Bunlardan birisi çıplak el ve ayakla toprağa dokunmak diğeri ise su ile yıkayarak bu elektronları dışarı atmaktır. Bu da su ile abdest alma, su olmadığı zamanlarda toprak veya toprak cinsinden bir şeyle alınan teyemmümle çok kolay bir şekilde gerçekleştirilebilmektedir.

Abdest alma ve akabinde kılınan namaz, kişiyi manevî kirlerden de temizlemekte ve ruhî yönden dinginlik sağlamaktadır. Çünkü namaz öncesinde suyla alınan abdest sayesinde gerçekleştirilen maddî temizliğin yanında namaz içinde kişinin kendisi, yakınları ve tüm insanlık için bağışlanma dilemesiyle de namazda kişinin hem fizikî hem de ruhî olarak arınması ve affedilmesi söz konusudur. Böylece namaz kılan kişi, kendisiyle ilgili olumsuz duygu ve düşüncelerinden (günahkârlık, suçluluk ve değersizlik duyguları) kurtularak kendisiyle ilgili daha olumlu duygu ve düşüncelere (affedildiği, arındığı, yenilendiği, değerli olduğu, kabul gördüğü vs.) sahip olmaktadır. 

Tevbe bilinci ve bağışlanma ümidi sayesinde yenilenme imkânı bulan mü’min kimsenin ruhu namaz ibadeti sayesinde huzur ve mutlulukla dolmakta, böylece kendisiyle barışık ve öz saygısı yüksek, sağlıklı ve mutlu bir kişi haline gelebilmektedir. Onun için Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadislerinde “Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir geçse, o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, üzerinde kirden bir şey kalır mı? Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namaz ile günahları silip yok eder.” buyurmuştur (Buhari, Mevâkit 6; Tirmizi, Edeb, 80). 

Namazda ayakta durma eylemi (kıyam) azmi, sebatı, dik duruşu, yükselişi sembolize etmekte; böylece namaz kılan kişi hayatın zorlukları karşısında dik durmayı, direnmeyi, yıkılmamayı, umut etmeyi ve sabretmeyi öğrenmektedir. Ayrıca namazda kul samimiyet ve içtenlikle yaptığı secde ile kemâle ermektedir. Çünkü secde insan hayatında tevâzu ve alçak gönüllüğün en ileri noktasını teşkil etmektedir. Tüm bunlara ilave olarak namaz ibadetinin sosyolojik yönünün olması da kişilerin psikolojik iyi oluşuna katkıda bulunmaktadır. Zira cuma, bayram ve cenaze gibi toplu kılınan namazlar sayesinde mü’minler arasında sevgi, saygı, birlik, beraberlik, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma duyguları meydana gelmektedir. Dolayısıyla toplu (cemaatle) kılınan namazlar, kişiye sosyal destek de sağlamakta, toplumla ve evrenle bütünleşmesine katkıda bulunmaktadır. Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.v.), beş vakit namazı cemaatle toplu olarak kılmanın kişiye yirmi yedi derece daha fazla sevap kazandıracağını haber vererek bu konuda Müslümanları teşvik etmektedir (Buhari, Ezan 405).

Kısacası namaz ibadetinin gerek maddî ve gerekse manevî yönden sağladığı fayda ve hikmetler sayesinde bireyin kendi ile ilgili pozitif değerlendirmesini destekleme, sürekli bir büyüme ve gelişme duygusu, hayatın anlamlı ve amaçlı olduğu inancı, başkalarıyla kaliteli ilişkilere sahip olma, kendi hayatını etkin şekilde yönetebilme becerisi ve özerklik duygusu gibi hususlarla elde edilen psikolojik iyi oluşa fazlasıyla katkı sağladığı söylenebilir. Ülkemizde 413 katılımcı üzerinde gerçekleştirdiğimiz bir deneysel araştırmada katılımcıların beş vakit namazları ve nafile namazları yerine getirme sıklıkları ile psikolojik iyi oluş düzeyleri arasında pozitif yönde istatiksel olarak anlamlılık düzeyinde bir ilişki olduğu, namaz ibadetinin psikolojik iyi oluş durumunu anlamlı bir şekilde yordadığı tespit edilmiştir. Kısacası ifade etmek gerekirse dinî inanç ve ibadetler, yalnızca stres verici yaşam olaylarının etkisini azaltmakla kalmamakta, aynı zamanda sevgi, merhamet, affetme, şükür, sabır gibi olumlu duyguların ortaya çıkmasına ve bunların gelişmesine de katkıda bulunmak suretiyle bireylerin psikolojik iyi olma durumlarını desteklemektedir. Ayrıca dinî ibadetler sadece ruhsal sağlığa değil fiziksel sağlığa yönelik hikmet ve faydalarından dolayı da psikolojik iyi oluş üzerinde olumlu tesirler meydana getirmektedirler.

Sonuç olarak günümüz dünyasında bu konuda önerileriniz nelerdir? 

Gerek yurtdışı gerekse yurtiçi literatüre baktığımızda, genelde tüm ibadetlerin özelde ise namaz ibadetinin hem beden hem de ruh sağlığı üzerinde ne gibi etkileri olduğuna dair yeteri kadar deneysel araştırma bulunmamaktadır. Bu nedenle gerçekleştirilecek araştırmalar sonucunda namaz ibadetinin hem beden ve ruh sağlığı hem de ahlak gelişimi üzerindeki etkilerinin daha açık bir şekilde ortaya koyulmasına ve ruhsal hastalıkların ve davranış bozukluklarının tedavisinde ve manevî bakımda namaz ibadetinin terapötik yönünün aydınlatılmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu bağlamda genelde tüm ibadetlerin özelde ise namaz ibadetinin potansiyel pozitif etkileri konusunda gerek tıp doktorlarının gerekse psikiyatristlerin konuya dikkatleri çekilerek farkındalıklarının arttırılması faydalı olabilir. Modernitenin beraberinde getirdiği seküler yaşam tarzları ile birlikte psişik anlamda bölünmüş, parçalanmış kişilik yapılarının, hızla arttığı günümüz dünyasında, bunun yansımaları dinsel yaşantı biçimlerinde ve dinî kişilik yapılarında da bariz bir şekilde görülmektedir.

Dolayısıyla inanç, bilgi, duygu ve yaşantı (ibadet ve ahlak) ya da davranış olmak üzere gerçekte dört temel unsur üzerine oturan ve böylece bir bütünlük arz eden ilâhî dinlerin günümüzde sadece bilgi ve inanca indirgendiği ibadet yaşantısı ya da ahlakî davranış anlamında derinliğini ve bütünlüğünün büyük ölçüde kaybettiği görülmektedir. Esasında bu hususun dindarlıkla ilgili yapılan ampirik araştırmalarda da ortaya çıktığı, dindarlığın ibadet ya da ahlak boyutu ile ilgili puan ortalamalarının diğer boyutlara nazaran daha düşük seviyede olduğu tespit edilmektedir. Bu bağlamda ülkemizde değişik örneklem grupları üzerinde gerçekleştirilen gerek bireysel çapta yapılan çalışmalar gerekse Diyanet İşleri Başkanlığının ülke çapında yaptığı araştırmalarda, genellikle dindarlığın ibadet boyutu ile ilgili ortalamaların yani kişilerin ibadetleri yerine getirme düzeylerinin (en yüksek oran %40-45 civarında) dindarlığın inanç boyutundan daha düşük düzeyde olduğu görülmektedir. Dolayısıyla günümüzde öncelikle kişilik yapısı bölünüp parçalanmış, bütünlüğünü yitirmiş modern insanın ruh, zihin ve beden anlamında tekrar bütünleşmesi, sağlığına kavuşması anlamındaki çabalara ve sonrasında bunun dinî yaşantıya olan yansımalarına da önem verilmesi, inanç ve bilgi kadar dinî hayatının merkezinde ibadetler ve ahlakî davranışların da yer aldığı sağlıklı ve bütünlük arz eden dindar kişilik yapılarının inşa edilebilmesi temel hedef olarak benimsenmelidir. 

Buradan hareketle ibadetlerin gerek ruh sağlığı gerekse ahlak gelişimi üzerindeki olumlu tesirleri göz önünde bulundurulduğunda, günümüz Müslümanlarına ve bilhassa genç kuşaklara ibadetleri sevdirme ve özendirme yönündeki eğitim faaliyetleri ile ibadet etme düzeylerinin arttırılması yönündeki çalışmaların pek çok ruhsal rahatsızlığın pençesinde kıvranan ve ahlâkî çürümüşlük içerisinde bulunan kimseler için iyileştirici bir terapi işlevi göreceği söylenebilir.

Diğer taraftan dinî ibadetlerini yerine getiren fakat ibadetlerle ilgili bilinç ve şuur düzeyi düşük olan yani gerek ibadetlerdeki sembolik birtakım hareketlerin ve gerekse ibadetler esnasında okunan sûre ve duaların anlamından habersiz olan kimselerin bu konudaki bilinç ve şuur düzeylerinin arttırılması yönünde de eğitim faaliyetleri ve birtakım çalışmalar yapılabilir. Böylece kişilerin ruh sağlığına ve ahlâkî gelişimlerine ibadetlerin olumlu yöndeki etki düzeyleri arttırılabilir. Zira bu konuda yapılan araştırmalarda, ülkemizde namaz ibadetini düzenli olarak yerine getiren kişilerin gerek bu ibadet esnasında yapılan birtakım davranışların sembolik anlamları gerekse namaz esnasında okunan sûre ve duaların anlamları konusunda kısacası ibadetlerin iç anlamı konusunda yeterli bilgi ve bilinç düzeylerine sahip olmadıkları görülmektedir. 

Bu bağlamda örneğin, Karaca’nın yabancılaşma ve din üzerine gerçekleştirdiği araştırmasında, yaş gruplarına göre “namazda okuduğu surelerin anlamlarını bilen ve onlar üzerinde düşünenlerin” 40 yaş ve üzerindeki kişilerde %36,4 oranında olduğu ve birinci sırada yer aldığı görülmektedir. Diğer taraftan 23-39 yaş grubundaki kişilerin %37,4’ünün ise “namaz surelerinin anlamlarını bilmediklerini” belirttikleri tespit edilmiştir. İbadet öğretiminde şekil ve sembollerin ötesinde, ibadetlerin hikmetleri ve ihtiva ettikleri manaya, tüm ibadetlerin nihai hedefinin ahlaken kemâle erme, olgunluk kazanma ve mutluluğa ulaşma olduğu hususuna vurguda bulunulmalıdır. Küresel bir ahlak erozyonu yaşadığımız ve ruhsal hastalıkların büyük artış gösterdiği günümüz dünyasında ibadet eğitimi ve öğretiminde ibadet etme, ruh sağlığı ve ahlakî olgunluk ilişkisine bilhassa dikkat çekilmelidir. 

Bu bağlamda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’nin içeriği yeniden gözden geçirilmeli, DKAB derslerinden bağımsız olarak okul öncesi eğitimden başlayarak eğitimin her kademesinde bütün ilâhî dinlerin evrensel ahlak ilkelerini esas alan ve bunun üzerine temellenen, daha sonra ahlakın pratik hayattaki bütün alanlarla ilişkisini (meslek ahlakı, bilim ahlakı, ticaret ahlakı vs.) ele alan kapsamlı ve bütüncül zorunlu bir ahlak dersine yer verilmesinin ve bunun okutulmasının son derece faydalı olduğunu düşünmekteyiz.

Ayrıca ibadetlerde süreklilik kadar niyet ve samimiyet de önemlidir.

Zira ibadetlerden elde edilecek psikolojik, sosyolojik ve uhrevî faydaların tamamen başlangıçtaki niyet ve samimiyete bağlı olduğu söylenebilir. İnanan insan namaz ibadetini, hiçbir çıkar ve menfaat gözetmeksizin sadece Allah’ın emri olduğu için ve Allah’ın rızasını kazanmak için yerine getirdiği takdirde ruhen ve vicdanen huzurla dolmakta, Allah’la yakınlaşmanın, O’na güvenip bağlanmanın ve vazifesini yerine getirmiş olmanın iç huzurunu ve gönül rahatlığını yaşamaktadır. Ayrıca günahlardan arınmış olmanın ve uhrevî mükâfat kazanmanın umuduyla içsel huzur ve kendine güven duygusu geliştirmektedir. İbadet öğretimi ve eğitiminde namazdaki sembolik davranışların manasını, okunan sure ve duaların anlamını bilmenin yani bilinçli ve şuurlu bir şekilde namaz ibadetini yerine getirmenin yanında Allah’ın emri olduğu için ve O’nun rıza ve sevgisini kazanmak için namaz kılmanın yani ibadet öncesindeki niyet olgusuna da vurguda bulunulması gerekmektedir.

Doç. Dr. ADEM ERGÜL

Elimizin kirine, gönlümüzün pasına bakmadan çok dua etmeliyiz. Çünkü sığınacağımız başka bir sığınak; çalabileceğimiz başka bir kapı yoktur.

Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; zira onlar kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; çünkü alay edilenler edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi aşağılamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır. (Hucurat, 11)

Dil insanı vezir de edebilir, rezil de. Marifet; ağzımızdan Rabbimizin razı olmadığı bir söz çıkmadan yaşayabilmektir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir defasında: “Allah’ın içi dışından, dışı içinden gözüken köşkleri vardır.” buyurur. Bir bedevi: “Onlar kimin içindir ya Rasulullah?” diye sorunca da: “Güzel konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uykudayken gece namaz kılan kimseler içindir.” cevabını verir.Güzel konuşan yani ağzından yalan, gıybet, lanet, hakaret çıkmayan, boş konuşmayan kimseler için hazırlanmış köşkler. İkinci olarak yemek yediren yani fakiri, yetimi, yoksulu, muhtacı düşünen, onların ihtiyacını görmek için çaba gösteren insanlar sayılıyor.

Serveti yığmak, parayı hesapta bekletmek ve kabarık hesaplarla sevinip övünmek değil Allah katında kıymetli olan. Rabbimizin katında kıymetlenen mal; fakir, yetim, yoksul ve muhtaçlarla paylaşılan maldır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki husustan sonra, iki madde de ibadetle ilgili konu zikreder: “Oruç tutmaya devam eden ve gece namazı kılan kimseler. Ramazan ayının dışında da oruç tutmayı adet haline getiren kardeşlerimiz ne güzel yapıyorlar. Gücü yeten, hastalığı olmayan mü’minlerin böyle bir hassasiyetinin ve gayretinin olmasını da övüyor Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Hadis-i şerifte son olarak gece uykusunu bölüp namaz kılanlardan bahsediyor. Rabbimiz muttakileri anlatırken “Geceleri az uyurlar, seherlerde istiğfar ederler.” (Zariyat, 17-18) buyurur.

Elimizin kirine, gönlümüzün pasına bakmadan çok dua etmeliyiz. Çünkü sığınacağımız başka bir sığınak; çalabileceğimiz başka bir kapı yoktur, Rabbimizin rahmet kapısından başka.

Arz ettiğim Hadis-i şerifte üzerinde durmak istediğim husus, dillerimize sahip çıkmamız gerektiğidir. Bütün samimiyetimizle, “Rabbim, dilimle yalan, gıybet söylemektense lâl olayım ama bunları söylemeyeyim.” diyebilmeliyiz. Çünkü bile bile yalan söylemek, dilimizin lâl olmasından daha kötüdür.

Cenab-ı Hakk Hucurat Suresinde; Müslüman toplumun huzur, selamet ve afiyet içerisinde yaşamasının yollarını gösterir: Birbirinizle alay etmeyin; birbirinizi küçük görmeyin; soy-sopunuzla övünüp üstünlük taslamayın. En büyük şeref ve izzet Müslüman olmaktadır.

Sur’a üflendiği zaman insanlar arasında mezhep, meşrep, soy-sop, ırk, renk ayrımı yapılmaz. Kişinin atasının, babasının, dedesinin; âlim, hoca olmasının kişiye bir yararı olmaz. “Ben seyyidim” diye övünenlere rastlıyoruz. Hâlbuki bu insana daha çok sorumluluk yükler. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden ismi/künyesi zikredilerek bahsedilen tek müşrik vardır. O da Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb’tir. Mesaj gayet açıktır: İmanınız, takvanız olmazsa soyunuz, ırkınız, nesebiniz size fayda vermez.

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksinirsiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, merhameti sonsuzdur.” (Hucurat, 12)

Müslüman hüsnü zan etmelidir. Yani iyi düşünmeli, güzel yorumlamalıdır. Hüsnü zan eden insan isabet etmese bile ecir ve mükâfat alır. Bir hocamızın anlatımıyla misal vereyim: Karşıdan elinde poşetle gelen bir kişi görseniz ve yürüdükçe sallanan poşetten gelen şişe sesleri üzerine; “Ailesine akşamı zehir edecek. Alkol şişelerini doldurmuş götürüyor” diye düşünseniz, tahmininizde isabet bile etseniz, yani adamın elindeki poşet alkol şişeleriyle dolu olsa, günahkâr olursunuz, günahkâr oluruz. Çünkü su-i zan ettik, kötü düşündük. Bunun tam tersi olsa; şişe seslerinin kulağımıza gelmesi üzerine: “Ne güzel bir insan! Gün boyu çalışmış yorulmuş. Akşam evine giderken çocuklarının sütünü ihmal etmemiş” deseniz; isabet etmeseniz bile sevap alırsınız, alırız. 

Çünkü hüsnü zan ettik, güzel düşündük ve yorumladık. Özellikle insanların iffet ve namuslarını yaralayacak haberlerle ilgili çok dikkatli ve titiz olmalıyız. Bir delil ve şahit olmaksızın: “O, bunu yapmıştır” gibi cümleler, Allah korusun, bizim ahiretimizi karartabilir.

Biz, Müslüman kardeşlerimiz hakkında güzel düşünmekle sorumluyuz, gizliliklerini araştırmak ya da merak etmek bize yakışmaz. Ayet-i kerimede: “Birbiriniz hakkında casusluk yapmayın, gizli sırlarınızı araştırmayın.” buyruluyor. “Nereye gitti, nereden geldi, kiminle görüştü, ne konuştu…” gibi soruların peşine düşmemek gerekiyor.

“Kulis bilgisi” diye bir tabir kullanılıyor. Büyük bölümü dedikodudan ibaret aslı olmayan bilgiler. Hâlbuki insanın ağzından çıkan her sözün hesabı vardır: “Kişinin her bir sözünün yanında hazır bir gözetleyici, bir kaydedici mutlaka vardır.” (Kaf, 18) Yalan bir haberi söyleyen, yazan, paylaşan, yayan, beğenen herkes vebale ortak olur.

Hz. Ömer’le ile ilgili şöyle bir hadiste anlatılır: Halifeliği döneminde bazı geceler kontrol amaçlı sokaklarda gezermiş. Bir evin önünden geçerken evin arkasındaki bahçeden müzik sesi geldiğini duymuş ve habersizce bahçe duvarından atlayarak şarap içmekte olan kişiyi sofa başında yakalamış: “Allah’ın düşmanı seni yakaladım” deyince ev sahibi: “Ben şarap içmekle bir hata yaptım ama sen üç hata yaptın ey halife!” deyince Hz. Ömer duraklamış ve hangi hataları yaptığını sormuş. Ev sahibi: “Allah (c.c.): “Gizlilikleri araştırmayın!” (Hucurat, 12) buyuruyor sen araştırdın: ‘Ev sahibinden izin almadan ve selam vermeden evlere girmeyin!’ (Nur, 27) buyuruyor, sen girdin. ‘Kapılar dururken başka taraftan evlere girmeyin!” (Bakara, 189) buyuruyor sen buna da uymadın.” deyince Hz. Ömer (r.a.), adama hak verip özür dilemiş.

Bizim vazifemiz başkalarının günahlarını takip edip deşifre etmek değil, bilakis ayıpları örtmek ve yayılmaması için çaba göstermektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Bir Müslümanın ayıplarını örtenin Allah da kıyamet günü ayıplarını örterim.” (Müslim, Birr, 72) buyurmaktadır. Kimi televizyon program ve filmlerinde, dizilerinde; toplumda binde bir değil milyonda bir bile görülmeyen çirkinlikler işlenmek, anlatılmak suretiyle meşrulaştırılıyor, sıradanlaştırılıyor maalesef.

Misal olsun diye söylüyorum: Yaşadığınız çevrede kardeşinin eşiyle kaçan kaç insan rastladınız? Binde bir gözüküyor mu? Yüz binde bir gözüküyor mu? Hasta ruhlu insanlar her devirde ve her toplum da çıkabilir. Ama siz bunu alıp en çok izlenen televizyon kanallarından birinde ve en çok izlenen saatte dizi, film olarak yayınlarsanız anormal olan normalleşmeye ve sıradanlaşmaya başlar. Eşine şiddet uygulayan koca haberleri sıkça gösterildikçe şiddet arttı mı azaldı mı bakmak lazım. Ekranlarda birbirini öldürmekten zevk alan insanların gösterildiği filmler yayınlanacak; çocuklarınızın oynadıkları bilgisayar oyunlarında adam öldürerek puan toplayacak sonra da merhamet toplumu neden olamıyoruz diyeceğiz!

Rabbimiz çirkinliklerin yayılmasını arzu edenler haklarında şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki inananlar arasında çirkinliğin yayılmasını arzulayanlar için dünyada da ahirette de elem verici bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Nur, 19)

Müslüman başkalarının ayıbını konuşmanın büyük bir ayıp olduğunu bilir. Onu konuşmanın kendisine, meclisine, sohbet ortamında yakışmadığının farkındadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Kişiye her duyduğunu söylemesi yalan olarak yeter.” buyuruyorlar. Buna fevkalade dikkat edeceğiz. Birbirimizin gizliliklerini araştırmadığımız gibi dedikodusunu da yapmayacağız.

Şeytan elinde bal tasıyla geziyormuş derler. “Ne yapıyorsun?” diye soranlara: “Bu balı gıybet edenlerin ağzına sürüyorum, yedikçe tatlanıyor.” cevabını vermiş. İki kişi bir araya gelince üçüncü bir kişinin dedikodusunu yapmadan kalkmıyorsak o meclisimiz rahmete layık meclis olmaz. Hepimiz Ayet-i kerimede Rabbimizin gıybet etmeyi: “Ölmüş kardeşimizin etini yemek” şeklinde nitelendirdiğini biliyoruz. Cenab-ı Hak bu benzetmeyi yaptıktan sonra “Tiksindiniz değil mi?” buyuruyor. Öyleyse hemen tövbe etmeli: “Çünkü Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.” (Hucurat, 12)

Huzurumuzun esaslarından biri de hasetten uzak durmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun.” (Buhari, Edep, 62)

Demek ki, kardeşliğe zarar veren hususlardan bir tanesi de hasret etmektir. Allah (c.c.) herkesi farklı şekillerde sınayabilir. Kimisine mal verir, sınar; kimisine makam verir. Kimisine de vermez, sınar. Bende yoksa onda da olmasın; onda varsa ben de neden olmasın gibi düşünceler hasettir. Efendimizin (a.s.)’ın ifadesiyle: “Haset ateşin odunu yakıp yediği gibi, iyiliklerimizi yer bitirir.” (Ebu Davut, Edep, 44) Yine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Sizden önceki ümmetlere sirayet eden hastalık size de sirayet etti. Bu hastalık haset etmek ve kin beslemektir. Bunlar tıraş eder, kökünden kazır. Dikkat edin tıraş eder, kazır derken saçı kastetmiyorum. Dini kazır. (usturanın saçı kazdığı gibi.)” (Tirmizi, Sıfatu’l – Kıyame, 57) buyurdu.

Rabbimiz, Felak suresinde kendisine sığınmamız gereken tehlikeleri sayarken haset eden kimseyi de sayıyor: “Hasret ettiği zaman hasetçinin (kıskancın) şerrinden sabahın Rabbine sığınırım” (Felak, 5)

Hasedin gönülden sökülüp atılmasının insanı nasıl yükseltebileceğini gösteren şu rivayet oldukça dikkat çekicidir: Resulullah (s.a.v.) bir gün ashabıyla otururken: “Şimdi yanınıza cennetlik (özellikleri olan) bir adam gelecek” buyurdu. Sonra ensardan bir adam geldi. Bu olayın aynısını daha sonraki günlerde iki defa daha yaşandı. Abdullah B. Amr (r.a.) cennetlik özellikli olan bu adamı tanımak için bir bahane bularak evine misafir oldu. Ve yanında 3 gün kaldı. Farz ibadetlerin dışında fazla bir şey göremeyince adama durumu anlattım ve ne özelliği olduğunu öğrenmek için bir bahaneyle kendisine misafir olduğunu anlattı. O sahabi; “Ben kalbimde hiçbir Müslümana karşı kin tutmam ve Allah’ın kendisine verdiklerinden dolayı kimseye haset etmem.” dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Amr (r.a.): “İşte bizim yapamadığımız ve seni yücelten bu” dedi. (Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, 3/66)

“Kişi güzel ahlakıyla gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimselerin derecesine ulaşır.” (Ebu Davud, Edeb, 7) Hadisi şerifteki müjdeye ulaşmak için güzel ahlak sahibi olmak, onun için de kinden ve hasetten kurtulmak gerekir.

Haset insanı perişan eder. Allah Teala, Adem (a.s.)’ı topraktan yaratıp meleklerden ve iblisten ona secde etmelerini isteyince (Bakara, 34; A’raf, 11) iblis direndi. Adem (a.s.)’ı kıskandı. Bu hasedi onun cennetten kovulmasına sebep oldu. Haset kibre, kibir ucba yani kendini beğenmeye ve Adem (a.s.)’ı küçük görmeye sevk etmişti.

Yusuf (a.s.)’ın kardeşleri Yusuf’u kıskandılar. Bir araya gelerek onu kuyuya yani ölüme terk ettiler.

Haset insanı katil yapar, cinayet işlettirir.

Habil’in kurbanı kabul edildi, Kabil’in kurbanı kabul edilmedi. Kabil, Habil’i kıskandı ve öldürdü. Yeryüzündeki ilk cinayeti işledi. Kıyamete kadar işlenen cinayetlerin günahından kendisine pay ayrılan Kabil’in katil olmasına hasedi/kıskançlığı sebep olmuştu. (Buhari, Enbiya, 1)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hasedin iyilikleri yiyip tüketeceği ifadesinin ne anlama geldiği böylece anlaşılmış oldu.

İnsanlar birbirlerine haset etmedikleri, kıskanmadıkları sürece iyilik üzerine yaşamaya devam ederler. Haset bir kalp hastalığıdır. Kalbi bu hastalıktan kurtarmak için emek vermek gerekir. Haset gibi gurur, kibir, enaniyet hepsi kalp hastalığıdır. Kalp hastalıklarının tedavisi zikirdir, vahiydir. “Kalpler ancak Allah’ı anarak huzura kavuşur.” (Ra’d, 28) Onun için kalbi boş bırakmamak gerekir. İman edenlerin en kuvvetli sevgisi, Allah Teâla’ya olan sevgidir. (Bakara, 166) Sevginin alameti ise, O’nu zikretmek, O’na ibadet etmek, O’nun indirdiği kitabın ahlakıyla ahlaklanmak ve O’nun seçtiği resule tabi olmaktır.

Doç. Dr. Burhan İşliyen

 

YAKIN DA

Hataları bağışlamanın, affedici olmanın insan ilişkileri açısından önemi nedir? İslam’a göre affedici olmanın beş faydası.

Yüce Rabbimiz güzel sıfatlarının kullarının üzerinde görülmesini ister. Buna “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”1 denir. Kulların bilhassa af sıfatıyla ahlâklanmaya çok ihtiyacı vardır. Çünkü onlar birbirlerine karşı da devamlı hata ve kusur işlerler. Çoğu zaman belki bunu isteyerek yapmazlar, acziyetleri ve zayıflıkları buna sebep olur, yaptıktan sonra da pişman olurlar. Sonra da bu hataların yok olmasını, bilinmemesini ve onun karşılığı olan cezadan vazgeçilmesini isterler. “Ne olacak canım, yapmışız bir hata, affediversin” derler. İntikam hırsının sürdürülüp gitmesinden hoşlanmazlar. Onlar insanlardan böyle af beklerken kendilerine karşı bir hatta işlendiğinde çoğunun meseleye bakışı değişiverir. Nefsin hasisliği tutarak “Yapılır mı böyle şey canım, yapmaması gerekirdi, aslâ affetmem” gibi düşüncelere kapılırlar. Kendileri için istedikleri şeyi başkası için istemezler. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.v) “Sizden biri kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş olmaz buyurur.

Öyle insanlar görürüz ki birbirlerine küseli yıllar olmuş, maksadını aşan bir söz bir ömür sündürülmüştür. “O bana şöyle demişti” sözü küflenmiş vaziyette devamlı tekrarlanıp durmaktadır. Bu sebeple kardeş kardeşten uzak kalmış, âileler darmadağın olmuştur.

Hâlbuki “en iyi intikâm affetmektir” denilmiştir. Affetmek kişinin üzerindeki yükü atması demektir. Affeden insan surat asmanın yorgunluğundan, intikam fırsatı beklemenin gerginliğinden, insana göre tavır belirleme zahmetinden kurtulur. Zihni ve kalbi hafifler. Allah’ın kullarını sevindirir. Büyük bir iyilik yapmış olmanın huzur ve rahatlığıyla yaşar. Bu affı karşılığında âhirette alacağı sevabın ümidiyle heyecanlanır. Affede affede affa lâyık hâle gelir. Bunlar üzerinde düşündüğümüzde aslında ferdin ve toplumun huzurunun büyük oranda insanın “affedicilik” vasfını kazanmasına bağlı olduğunu görürüz. İnsanlar birbirlerini affettiklerinde çok büyük problemler daha doğmadan ölür, pek çok kötülüğün önüne baştan geçilmiş olur.

  1. Affedenleri Allah teâlâ sever. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.  Âl-i İmrân 3/133

Mağfirete koşmanın insanları affetmekten geçtiğini görüyoruz. İnsanları affederek Allah’ın mağfiretini kazananlar hem müttakî hem de muhsin vasfını kazanıyorlar.

Buradan şunu da anlıyoruz ki insanın affedicilik vasfını kazanabilmesi, onun Allah’tan korkmasına bağlıdır. Ancak Allah’tan korkan ve rızasını kazanmak isteyen kimse fedakârlık yapabilir.

Diğer taraftan Allah’ı seven kimse O’nun sevdiği şeyleri de sever. Allah’ın affetmeyi ve affedenleri sevdiğini bilen insan kendini affedici olmaya zorlar. Başta bunu zorlanarak yapsa da sonra alışır ve bunu âdet hâline getirir.

Allah teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e, Uhud’da hata yapan ve yetmiş kişinin şehid olmasına sebep olan sahâbîleri affetmesini ve onlar için Allah’tan mağfiret dilemesini emretmesi ne büyük bir hâdisedir. Bunun üzerinde iyice düşünmek gerekir. Demek ki affedilmeyecek bir şey yoktur. Bu derece büyük hatalar bile affedilebilir ve onlar için mağfiret dilenebilir.

Affetmenin ihsan ve iyilik olduğu ve Allah’ın muhsinleri sevdiği muhtelif âyetlerde ifade edilmiştir. el-Mâide 5/13.

  1. Affetmek Allah’ın mağfiret ve rahmetine vesile olur.

Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan da size düşman olanlar vardır, onlardan sakının. Ama affeder, hoşgörülü ve bağışlayıcı davranırsanız, şüphesiz Allah da çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir. Tegâbün 64/14

Af ve mağfiret Allah’ın sıfatlarından olduğu için Allah kendi sıfatlarıyla vasıflanan kullarına daha iyisiyle karşılık vermekte, onlara mağfiretiyle birlikte rahmetiyle de muamele etmektedir.

  1. Affedenlerin ecri Allah’a âittir. Allah teâlâ şöyle buyurur:

Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allaha aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez. eş-Şûrâ 42/40

Kişi kendisine yapılan kötülüğe aynıyla karşılık verebilir. Bu onun hakkıdır ancak çok makbul bir şey değildir. Kötülüğü affetmek ise zordur. Zor olan şeylerin mükâfatı da büyük olur. Bu sebeple kötülüğü affedenlerin ecrini Allah teâlâ kendi üzerine almıştır. Bu da onların ecrinin çok büyük olacağını gösterir.

  1. Affetmek azmedilmeye değer bir iştir. Allah teâlâ Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir” buyurur. [eş-Şûrâ 42/43]
  2. Allah Peygamberimize af yolunu tutmasını emretmiştir. [el-A‘râf 7/199] Kendisine zulmedeni affetmeyi, vermeyene vermeyi, gelmeyene gitmeyi öğretmiştir.

Allah’ın rahmeti o kadar nihayetsizdir ki kullarını kendisi affettiği gibi onların da birbirlerini affetmelerini istemekte ve buna ısrarla teşvik etmektedir. İnsanları affedelim, yükten kurtulup hafifleyelim ve susuzlara yetişen bahar yağmuru gibi olalım.

 Dr. Murat Kaya

İslamiyet inancında affedici olmanın yeri nedir? Al-i İmran Suresi’nin ilgili ayetinden ve Kuranı Kerim içerisinde yer alan diğer ayetlerden anlaşılacağı üzere affedici olmak, güzel bir vasıftır. Bencillik, cimrilik, hırs ve kindarlık gibi kötü duygular; kişinin öfke, intikam ve kızgınlık hissetmesine neden olur. Bu gibi duygular kara birer leke gibi kalbi çevreler ve zamanla da manevi bir çöküşe dönüşür.

İslamiyet inancında insan bazı davranışlarıyla övülür ve Kuranı Kerim incelendiğinde bu davranışlardan birinin de affetme olduğu anlaşılır. Allahü Teala affedicidir ve kulları arasında da affedici olanları sever. Takva sahibi, salih müminler affedici olmalarıyla tanınırlar. Bu bağlamda, Kuranı Kerim içerisinde yer alan bir ayeti kerimede: “Onlar bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” (Al-i İmran Suresi 134. Ayet) buyrulur.

Kişinin affedici bir vasıfta olması aslında İslamiyet ahlakının esaslarından biridir. Bu şekilde davranmak her zaman kolay olmasa da, affedici olmanın kişiye sağladığı pek çok yarar bulunur. Hatta dinimizde affedici olmak, şifa bulmaya benzetilir. Kişinin affedici olmasının faziletleri nelerdir? Kişinin hem kendi yaptığı hem de başkaları tarafından yapılan hataları üstelemeyip, üstünü örtmesi; onun affedici olduğunun bir göstergesidir. Öfke hali nasıl olumsuzlukları beraberinde getiriyorsa, affedici olmak da faydalı şeyleri beraberinde getirir.

Kişinin affedici bir vasıfta olması aslında İslamiyet ahlakının esaslarından biridir. Bu şekilde davranmak her zaman kolay olmasa da, affedici olmanın kişiye sağladığı pek çok yarar bulunur. Hatta dinimizde affedici olmak, şifa bulmaya benzetilir. Kişinin affedici olmasının faziletleri nelerdir? Kişinin hem kendi yaptığı hem de başkaları tarafından yapılan hataları üstelemeyip, üstünü örtmesi; onun affedici olduğunun bir göstergesidir. Öfke hali nasıl olumsuzlukları beraberinde getiriyorsa, affedici olmak da faydalı şeyleri beraberinde getirir.

Tıp dünyasında yapılan birtakım araştırmalar, insan psikolojisi ve fiziksel sağlık arasında ciddi bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kapsamda kin tutmanın ve affedici olmaktan kaçınmanın bazı sonuçları; kalp ve damar hastalıkları, unutkanlık, hafıza kaybı ve diğer nörolojik bozukluklar şeklinde sıralanır.

Affetme kavramını benimsemeyen ve kin tutan bir kimsede fiziksel ve psikolojik bakımdan bazı bozukluklar görülür. Oysa affedici olmak sağlıklı bir ruh haline araçtır. Affetme erdemine sahip kişi, geçmişe takılı yaşamaz ve aldığı yaraları kendi içerisinde iyileştirmeyi bilir.

Zihinde oluşan negatif duygular, kişinin psikolojik baskı altında hissetmesine neden olur. Bu baskıyla birlikte kişinin tüm hayati sistemlerinde türlü olumsuzluklar ortaya çıkar. Kişi affedici olduğu takdirde de bu tarz problemler daha başlamadan son bulur.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed affedici olmakla alakalı ne buyururlar? Hata yapanı bağışlamak ve affedici olmak, İslamiyet inancında salih kimselerin taşıdığı bir vasıftır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed de konuyla alakalı bazı tavsiyelerde bulunur. Buna göre, kendisi bir hadisinde şöyle der: “Musa aleyhisselam, ‘Ya Rabbi, senin indinde en aziz kimdir?’ diye sordu. Allahü Teala da ‘İntikam almaya gücü yeterken affedendir’ buyurdu.” (Haraiti) İlgili hadisten de anlaşılacağı üzere affedici olmanın dinimizde yeri büyüktür. Konuyla alakalı türlü hadislere rastlamak ve Kuranı Kerim ayetlerine ulaşmak da mümkündür. Allahü Teala’nın hem bu dünyada hem de ahirette rızasına ve merhametine kavuşmanın tek yolu da affedici olmaktır

Affetme her zaman kolaylıkla gerçekleştirilebilen bir eylem değildir. Kişinin birini ya da bir olayı affedebilmesi için kendi iç dünyasında bir savaşa girmesi gerekir. Bu durum kişi mazlum taraftayken daha zor bir süreci kapsar. Yani haksız olan tarafı affetme oldukça zor bir olgudur. Dünya yaşamı aldatıcıdır ve herkes için türlü mücadelelerle geçer. Bu noktada, zalime karşı merhametli; haksıza karşı da bağışlayıcı olmak gerekir. Bu şekilde davrananlar dünya ve ahiret yaşamında saadete kavuşurlar. Zaten Kuranı Kerim ayetlerinde de bu durum açıkça belirtilir.

İnsanların birlikte yaşayabilmeleri için gereken en önemli şey sevgi, saygı ve merhamettir. Sevginin ve merhametin olmadığı yerde insanlar arasında kin ve nefret yaygınlaşır. Bu yüzden sevgi bizler için önemlidir. Yüce Allah bizlere iyilikle, sevgiyle ve birbirimize yardım ederek yaşamamızı öğütlemiştir. Sevgi; insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Sevgi insanı insan yapan en önemli değerdir. Sevgi sayesinde insanlar birbirlerine şefkat ve merhamet duyar, birbirlerinin iyiliğini ister ve kötülük yapmaktan kaçınırlar. Sevdiğimiz zaman insanlara zarar vermeyi düşünmez, onların ihtiyacı olan konularda yardımcı olmak isteriz. Arkadaşlarımızla iyi geçinir, sevinçlerimizi paylaşarak çoğaltmaya, üzüntülerimizi ise paylaşarak azaltmaya çalışırız. Sevginin olmadığı ortamlarda ise kötü davranışlar ortaya çıkar ve toplumun huzuru bozulur.

Severek yapılan her şey daha güzeldir. Severek yapılan iş hem zevkle yapılır hem de daha güzel sonuçlar verir. Sevmeden yapılan iş ise insana çok zor gelir. Okula severek giden öğrenci derslerinde daha başarılı olur. İşini severek yapan bir doktor hastalarına gülümser onlara yardımcı olmaktan mutluluk duyar. Böylece hastalar da kendilerini daha iyi hisseder. İşini severek yapan marangoz bir şeyler üretiyor olmaktan zevk alır. Böylece daha güzel ürünler ortaya çıkarabilir. Kısacası sevgi gibi bir nimet sayesinde yapılan bütün güzel işler insana mutluluk ve huzur verir.

Arkadaşlarımızla ve çevremizdeki insanlarla huzur içinde yaşayabilmemiz için sevginin yanında saygı da gereklidir. Saygı; bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranma, başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusudur. Birbirine saygı duymayan insanların bir arada yaşaması çok zordur. Çünkü bu kişiler karşılarındakileri sürekli kendi bakış açılarına ve zevklerine göre değerlendirirler. Oysaki kişilerin duygu, düşünce ve zevkleri farklıdır ve bu durum gayet doğaldır. Farklı düşünce ve davranışlar başkalarına zarar vermediği sürece zenginliktir. Herkes aynı oyunu sevmek veya aynı rengi beğenmek zorunda değildir. Bu nedenle sadece bizim tercihlerimizin ve beğendiklerimizin en güzel olduğunu düşünmemeliyiz. Farklılıkların aramızda huzursuzluk oluşturmasına ve bu yüzden aramızdaki sevginin azalmasına izin vermemeliyiz.

İnsanın mükerrem olduğu elimizdeki kitabımızın ilanıdır. Allah Teâlâ Âdem’i ve çocuklarını mükerrem yaratmıştır. İnsan saygındır. İmanına veya küfrüne bakılmadan sadece insan olduğu için saygın tutulması emredilmiştir. En ağır savaş şartlarında, en ağır cezalandırma durumlarında dahi bu ‘Âdem evladının saygın tutulması’ gerçeği yok kabul edilemez bir hakikattir.

İnsan, meskeninden giyimine kadar, en değerli organlarından biri olan gözünden kesip attığı tırnağına kadar bu saygın tutulma dairesi içindedir. Henüz sesi veremediği yerde yani anne rahminde iken, ses vermeye ve nefes almaya başlayacağı güne göre orada da saygın tutulur. Yolda yürüyen veya ana rahminde ayların geçmesini bekleyen biri olması aynıdır. Çünkü o, insandır. Bebek veya cenin ya da reşit bir insan; kural aynı kalmaktadır. İnsan mükerremdir. Her insan kendisini mükerrem bilmeye ve diğer insanlara karşı ‘mükerreme layık bir tutum’ içinde olmaya mecburdur. Âdem’in evladı olmak, kendi hemcinsleri arasında bir tarağın dişleri gibi bulunmak sonucunu getirmektedir.

Hayatın herhangi bir alanında insan olarak bulunduğumuz her zaman diliminde bizi kuşatan kural budur. Helal ve temiz yiyip içmekle mükellef olmamız bu insanlık sınırlarının zorunlu ettiği hakikattir. İnsan ve hayvan arasındaki fark yediği ve içtiğinde de açık gözle izlenebilir bir fark olmalıdır. Giyim böyledir. Oturup kalkma olarak özetlenebilecek sosyal ilişkilerdeki insan onuru taşımanın farkı da gözle izlenebilmelidir. İnsan kendisini ve diğer insanları ‘insan’ olarak görmeye mecburdur. İnsan, mahlukatın en şereflisi olup sıradan oturup kalkma, yeme içme, giyinme veya konuşma düzeyinde kalamaz. Yaratılışa aykırı düşmek  olarak görebileceğimiz bir hata insan onurunun bizzat kişinin kendisi veya başka insanlar tarafından zedelenmesi olur.

Gözümüz, kulağımız, el ve ayağımız, bütün sıhhatimiz bize Allah’ın emaneti ise ki öyledir, insanlık onuru ve saygınlığı da bize, bizi yaratanın emanetidir. Kendi organı bile olsa ona zarar vermeyi caiz olmaz gören mü’min, insanı insan yapan değerlere de o değeri ihsan eden Allah’ın emaneti olarak baktığı için göz çıkarmayı algıladığı gibi algılar ve onur zedelemez, onurunun zedelenmesine izin vermez. Hiçbir derinliğe inmeden bakıldığında mesela gıybetin en ağır haramlardan biri olarak bize gösterilmesinin hikmeti başka ne olabilir? Nemime neden cennete girmeye mâni insan kökenli hastalıklardan biridir? Neden iftira cehennem ateşine davetiye olarak kabul edilmiştir?

İnsanın hayat hakkı saygın olduğu gibi onurlu bir hayat hakkı da saygındır. Böyle bakılması da bizim yaşadığımız asrın gerektirdiği bir kültür değildir. Mü’min insanın arkasından onun hoşlanmayacağı bir sözü konuşmayı yani gıybetini yapmayı, ‘onun ölü etini yemek’ gibi kabul eden kitabımız Kur’an’a iman ediyoruz. Bu da bizim, mü’min kardeşimizin ve kendimizin onurunu ya da insanca bulunma hakkını zedelemeyi bir insan için en tiksindirici iş olarak görmemiz gereken, ‘ölmüş etini yeme’ ikazına ya da insanı sözle de olsa saygın tutmamaya bakış derinliğimizi özetlemektedir.

İnsan saygındır. İnsanın bedeni saygındır. İnsanın kimliği saygındır. İnsana ait olan şeyler saygındır. İnsanın kendisine ve kendisi gibi diğer insanlara saygıyı benimsemesi ise insanca bir iştir. Böyle bir bakış asla fantezi sayılamaz.

Yaşadığımız evler insanca bulunduğumuz mekânlar olarak takdir edilmelidir. Mescitlerimizde insan olarak bulunmaya mecburuz. İş yerlerimizde vasfımız ne olursa olsun önce insanız. Konuşurken insanca konuşmaya, insanca olanı dinlemeye, insanın görebileceğine bakmaya, insanın temas edebileceğine temas etmeye mecburuz. Yürüyüşümüzden giyinişimize kadar insanca olmanın gereğine mecburuz.

İnsanı kuşatan ve ona mecbur olunan her neyse o bir insanlıktır. Bireyi veya toplumu ile o insanlık biziz. Biz de insanız. İnsan da mükerremdir, onu kuşatan insanlık da mükerremdir.

Nureddin Yıldız

Öfke duygusuyla ortaya çıkan olumsuz düşünce ve davranışlar hem psikolojik,
hem de toplumsal hayatı olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda psikoloji
insanın öfke duygusuyla baş edebilmesinde çözüm yolları bulmaya çalışırken,
din de bu konuda bir takım öneri ve tavsiyelerde bulunmaktadır. Bu çalışmada,
insanın temel duygularından birisi olan öfke duygusunun psikolojik yönü ile dinî
açıdan baş edebilme yolları ortaya konmaya çalışılmıştır. Bireylerin öfke ile mücadelede psikolojik çareler yanında dinî çarelere de başvurmasının hem bireysel,
hem de toplumsal hayatına olumlu katkılar sağlayacağı söylenebilir.

İnsanların kendileriyle ve içinde yaşadıkları toplumla uyum içinde hayatlarını devam ettirmelerinde duygu, düşünce ve davranışlar önemli yer tutar. Duygu ve heyecanlar, davranış ve yaşantımızla birlikte meydana gelir. Hayat boyunca karşılaştığımız olaylar ve davranışlar bizim duygu ve heyecanlarımızın harekete geçmesi ve şekillenmesinde de etkili olurlar. Örneğin, sevilmemek ve sayılmamak insanı üzer; başarılı olmak, mutlu eder; engellenmek ve hakarete uğramak ise öfkelendirir. Duygular, insanın kendisini daha iyi veya daha kötü hissetmesine sebep olurlar, ama bir insanı iyi ya da kötü olarak değerlendirmeye tek başına yetmezler. Olumlu duyguların hissedilebilmesi için insanın öncelikle yeme, barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmış olması gerekmektedir. Temel ihtiyaçları karşılanmayan insanlarda olumsuz duygular harekete geçer. İşte Öfke de olumsuz bu duygulardan biridir.

İnsanın hem bireysel hem de toplumsal yaşantısında huzurlu olabilmesi için olumsuz duygularını kontrol etmesi ve bunlarla baş edebilmesi gerekir. Bu bağlamda psikoloji insanın bu tür problemlerine çözüm yolları bulmaya çalışırken, din de aynı amaç doğrultusunda bireyin hem bu dünyada, hem de öteki dünyada (âhiret) mutlu olabilmesini sağlayacak prensip ve ilkeler ortaya koyar. Çünkü her din, mensupları için davranış kuralları belirler, davranış kalıpları üretir ve yaşanan olaylara ilişkin açıklamalar yapar. Bu yönüyle din bir anlamda davranış için güdü işlevi görür.
Günümüzde, öfke duygusu ve öfke duygusuyla ortaya çıkan istenmeyen davranışlar toplumsal hayat içerisinde önemli bir problem olarak görülmektedir. Bu çalışmamızda, insanın temel duygularından biri olan ve günlük hayat içerisinde zaman zaman hepimizi birdenbire içine çekiveren ve bütün bedenimize, duygularımıza, benliğimize hâkim olan öfke duygusunun psikolojik yönü ile dinî metinlerde yer alan açıklamalara dayalı olarak baş edebilme yolları ortaya konacaktır. Bu bağlamda dinin, insanları derinden etkileyen ve hayatlarına yön veren bir tarafı olduğu kadar, evrensel değerleri ile insanı olumlu yönde geliştiren bir tarafı da vardır. Yani, din, insanın hayatına inanç ve ritüellerle karışarak onun anlamlı, kendisi ve çevresiyle barışık bir hayat yaşamasına imkân vermekte; ümitsizliğe ve boşluğa düşmesini engellemektedir.

Psikoloji, öfke duygusunu, heyecan konusu içinde ele alır. Heyecan, çok yoğun olarak yaşanan ve insanda gerginlik ve taşkınlık yaratan duygulardır. Bu heyecan neticesinde ruhsal ve bedensel denge bozulur. Bu bakımdan korku, keder, sevinç, sevgi, kıskançlık
merhamet, öfke, nefret, hayret gibi duygular heyecanların en tipik
örneklerdir. Öfke duygusu, insanda, engellenme, incinme, saldırganlık, hışım ve hiddet tepkileridir. Öfke, güçlü olma ve başkalarına söz geçirme çabasının tipik bir örneği olarak da tanımlanır. Psikoloji sözlüğünde, öfke kavramı, “engellenme, saldırıya uğrama, tehdit edilme, yoksun bırakma, kısıtlama vb. gibi durumlarda hissedilen ve genellikle, sebep olan şeye ya da kişiye yönelik şu ya da bu biçimde saldırgan davranışlarla sonuçlanabilen oldukça yoğun olumsuz bir duygu” olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir tanıma göre öfke, hoş olmayan durumlar karşısında kişilerde ortaya çıkan önemli bir duygudur. Bu duygu, engellenme ve korku karşısında oluşan bir tepki olup aşırı derecesi bilinç bulanıklığına ve davranışsal bozukluklara yol açabilir. Başka bir yönüyle öfke, önem verdiğimiz kişinin, beklentilerimiz doğrultusunda davranmadığında ya da hakkımız olanı alamadığımızda yaşadığımız duygunun adıdır.

Öfke duygusunun ahlâk kitaplarında yapılan tanımlarından bazıları da şöyledir; öfke, insanın hayatını sürdürebilmesi ve onu dış tehlikelerden koruyabilmesi için fıtratına konulan bir duygudur. Öfke, insanda ve bütün canlılarda doğuştan var olan, tabii bir heyecan halidir. Duygusal ve oldukça şiddetli bir tepkidir. İrade dışı bitkisel reflekslerle birden meydana gelir. Ahmet Rıfat Efendi de öfkeyi; dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koyabilmek için Allah’ın tarafından insanlara ihsan edilen bir güç, olarak tanımlar.

Gazâlî ise öfkeyi şu şekilde açıklar; öfke, maksada erişilemediği anda kalpte meydana gelen bir hararet olup, kalp atışlarını hızlandırır. Kanın yüze ve beyine hücum etmesine neden olur. Böylece meydana gelen kuvvet, gelecek tehlikeyi önlemeye çalışır. Gazâlî, bireyin öfke duygusu sayesinde ruhsal ve bedensel dengesinin sağlandığını ifade ederek bu durumu örnekle şöyle açıklar: “Allah Teâlâ canlı varlıkları yaratırken onları iç ve dış bir takım bozulma ve hayâtî tehlikelerden koruyabilmek için bazı dengeleri de onların tabiatlarına koymuştur. Meselâ canlının iç bünyesinde yer alan harâret ve rutûbet özellikleri arasında kıyasıya bir mücadele vardır. Harâret sürekli olarak rutûbeti kurutmaya ve buharlaştırmaya çalışır. Ama Allah Teâlâ bu rutûbetin korunması için canlı fıtratına gıda alma ihtiyacını koymuştur. Böylece canlı organizma, harâretin rutûbete olan zararını dengeleyerek çürümekten korur. Tıpkı bunun gibi canlıyı yok etmeye yönelik dış unsurların da dâhili bir güç ve gayretle bertaraf edilmesi için gazap özelliğini ateşten yaratıp fıtratına yerleştirmiş; insanın mayasıyla yoğurmuştur.”

Öfkeyi doğuran nedenlerden biri de kışkırtmadır. Kışkırtma (tahrik-provocation), karşıdaki bireyi tahrik eden ve onu bir davranış yapmaya zorlayan uyarımlardır. Öfkenin ortaya çıkmasına neden olan etkenlerden biri de reddedilmedir.

Reddedilme katlanması güç bir durumdur. Kişi her yaşta aile ilişkilerinde veya toplum ile ilişkilerinde reddedilme ile karşılaştığında öfkelenir. Öfkeye neden olan diğer etkenler ise, rahatsız edici ve hoş olmayan uyaranlar, model alma, memnuniyetsizlik, kişisel haklara ve benliğe saygı gösterilmemesi ve değer verilen sosyal normların ihlal edilmesidir. Ayrıca ahlâksızlık ve kötülük içeren davranışlar da öfkeye sebep olan etkenler arasında sayılabilir. Genel olarak ifade edeceğimiz bu etkenlerin içte ve dışta farklı şekillerde görünümleri vardır. Yani öfke iki temel nedenle ortaya çıkabilir. Bunlardan birincisi bireyin kendisinden (iç etken), ikincisi ise karşıdaki bireylerin (dış etken) onda oluşturduğu duygulardan kaynaklanabilir. İnsanların öfkelenme nedenleri ve bu nedenlere tolerans düzeyleri birbirlerinden farklılık gösterebilir. Bu durum insanın kendi karakter özelliklerinden kaynaklanır. Bazı insanlar mizâç olarak öfkeli tiplerdir. Böyleleri çok hassastır, çabuk kızarlar, kötülüğe karşı serttir, metindir, iradeli ve inatçıdır.

Genel olarak görüleceği üzere, İslâm ahlâk kitaplarında, öfke duygusu ile ilgili tanımlamalarda; bunun öncelikle insanî bir duygu olduğu, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı insanın kendini koruyabilmesi için Allah tarafından insanın benliğine konulduğu, kalp içindeki bir sıcaklık olup bunun fizyolojik ve davranışsal bir takım etkilerinin olduğu ifade edilmiştir.

Psikologlar öfkeye neden olan etkenlerin farklılığına dikkat çekerler. Bunların başında engellenme (frustration) gelmektedir. Engellenme, istek, ihtiyaç ya da bir davranışın amaca ulaşmasının önlenmesidir. Başka bir deyişle engellenme, bireyin elde etmek istediği bir nesneye, ulaşmak istediği belirli bir amaca varmasında veya ihtiyaçlarının giderilmesi önlendiği zaman ortaya çıkan olumsuz duygudur. İnsan haz almaya yönelik bir özelliğe sahip olduğundan, haz almasını engelleyecek her durum, olay veya kişi, öfke duygusunun sebebini oluşturur. Engellenmeden kaynaklanan saldırganlıkla ilgili diğer bir husus da, imrenme ve kıskançlığın ortaya çıkardığı düşmanlıktır. Hem kıskançlık hem de imrenme özel bir tür engellenmedir.

Ayrıca bu durum bireyin kendisinden kaynaklanan içsel olaylarla da alakalıdır. Yani, takıntılar, kuruntular, kaygılar, merak ve
daha önce başımızdan geçen ve bireyi öfkelendirmiş olan anılar ve çağrışımlardır. Burada öfke düşünce ve duygularla harekete geçirilir. 

Yine İslâm ahlâk kitaplarında, insanın kendisini üstün görmesi (kibir), kendisini beğenmesi, hırs göstermesi, şöhret düşkünü olması, övünmesi, aşırı şakacı olması, başkalarını kıskanması, başkalarıyla alay etmesi, inatçı olması ve bencil olması öfkelenmesine sebep olan içsel faktörler olarak sayılmaktadır. Bunun yanı sıra kişinin öfkelenmesine organik, bedensel rahatsızlıklar da sebep olmaktadır. Bunların başında guatr, sara, beyin urları, iç salgı bezi düzensizlikleri, kuduz, menopoz… vb gelmektedir.

Bireyin dışında, sosyo-kültürel çevreden (aile, iş ve arkadaş çevresi. vb.) kaynaklanan olaylar ve hatalı disiplin uygulamalarıdır. Bunların kişi üzerinde farklı boyutlarda etkileri olabilir. Bu, kişinin o andaki ilgi ve alakasıyla doğrudan ilişkilidir. Kişiye yapılan haksızlık, saygısızlık, aşırı şaka, alay, aşırı tenkit, kişinin dinî ve ahlâkî değerlerine yapılan sözlü veya fiilî saldırı vb. şekillerde yapılan şeyler kişinin öfkelenmesine sebep olabilir. Bunun yanı sıra, sadece bireyin kendisine değil, başkalarına veya sevdiği kimselere yapılan olumsuz tutum ve davranışlar da bireyi öfkelendirebilir.

Ayrıca sosyal ortamlar da öfkeyi ortaya çıkaran ve besleyen önemli unsurlardandır. Sosyal öğrenme kuramlarına göre, öfke ve saldırganlık gözlemsel öğrenme, taklit, özdeşleşme, kopyalama ve rol alma yoluyla öğrenilir. Bununla birlikte, insanın doğumundan ölüme kadar gelişim dönemlerindeki karşılaştığı bazı durumlar ve engellemeler öfke duygusunun ortaya çıkmasına, gelişmesine ve köklü bir hal almasına yol açar.

Çocukluk döneminde eğitim, terbiye ve çocuğun istekleri karşısında yer alan yasaklar çocuğu öfkelendirir. Ergenlik döneminde ise, aileden koparak bağımsız olma isteği ile güvensizlik ve yetişkinlerin desteğine duyulan ihtiyaç, çatışma ve öfkeyi doğurur. Yetişkinlikte rekabet şartları, sorumluluktan kaynaklanan zorluklar, aile, arkadaş ve toplum tarafından reddedilme duygusu insanda şiddetli öfkenin doğmasına yol açar. Orta yaştan ileri yaşa geçişte ise, gelecek ile ilgili güvensizlik ve bunun getirdiği belirsizlikler, yaşın getirmiş olduğu sınırlamalar öfke duygusuna neden olmaktadır.

Adler, içkiyi hiddet ve öfkenin ortaya çıkmasında en önemli dış etkenlerden biri olarak sayar. Çünkü çok az içki içmek bile çoğu zaman öfkeli bir sonuç yaratabilir. Böylece birey, içkinin etkisiyle toplum içinde uygarca davranmasını sağlayan kontrol mekanizmasını kaybetmiş olur. Bununla ilgili olarak yapılan deneysel bir çalışmada alkollü içki kullananların saldırgan sözlü ifadeleri, öfkenin ortaya çıkışını desteklediği ve tetiklediği ortaya konmuştur.

Öfkelenme nedenlerini belirlemek ve sınıflandırmak için yapılan amprik bir çalışmada, genel anlamda bireyin öfkelenmesine en çok sebep olan 10 ana faktör tespit edilmiştir.
Her zaman en iyiyi bildiğini düşünen, diğer kişilerin
görüşlerini ciddiye almayan kendini beğenmiş kişiler,
İftira atılması, zorbalık, yalan söylenmesi,
Aşağılanma, küçük düşürülme gibi durumlar,
Abes ve patavatsız davranışlar,
Alay edilmesi, sataşmalar,
Birey tarafından engellenme,
Çatışma, azarlanma, kusur bulunması,
Fiziksel olarak taciz edilme/rahatsız edilme, saldırılma,
Çevresel nedenli engellenme,
Kişisel eşyaların çalınması, tahrip edilmesi.

Öfke ifade tarzına giden yolda üç temel alt yapı olduğu belirtilmiştir. Bunlar ‘bilişsel yapı’, ‘fizyolojik yapı’, ve ‘davranışsal yapı’dır. Bunlardan bilişsel yapı, beklenti ve inançlar gibi öfke ile ilgili şemaları barındıran yorumlama şekilleridir. Fizyolojik yapı, kişi öfkelendiğinde kardiyovasküler sistem, endokrin, limbik sistem ve tansiyondaki değişimleri içermektedir. Davranışsal yapı ise, saldırganlık ve düşmanca davranışları içeren öğrenilmiş öfke ifade tarzlarıdır. Düşmanca yorumlamalar fizyolojik sistemi, fizyolojik sistem de davranışı etkileyerek bu üç yapı birbirine bağımlı ve etkileşim halinde, bireyin öfkesini ifade etmesindeki süreci betimlemektedir. Görüldüğü gibi öfkenin, duygusal yönünün yanında, fizyolojik ve bilişsel (zihinsel) bileşenleri de vardır. Diğer bir ifade ile öfke,
düşünce ve davranışlarla ilgilidir. Böyle bir duygu, bedenin kendisini olumsuz durumlardan korumaya yönelik bir tepkisidir.

Vücut stres altında kaldığı zaman, böbrek üstü bezlerinden adrenalin denilen bir hormon salgılayarak alarm durumuna geçer. Kandaki artan adrenalin miktarı, kan basıncının yükselmesi, kalp atışlarının
hızlanması gibi fizyolojik değişikliklere yol açar. Sonuç olarak da vücut kendini tehdit eden uyarana karşı kendini koruma gücü bulur. Kaçar, kovalar, saklanır, bağırır, dövüşür. Tüm bunlar fizyolojik
kökenleri olan davranışlardır ve bu davranışları kendimizi olumsuz duyguların etkilerinden kurtarmak için gerçekleştiririz.

Dış etkenler olarak sayılan şeylerin etkisi kişinin o anda, içinde bulunduğu duygu, düşünce ve ortama göre de değişiklik gösterebilir. Yani birey farklı zaman ve mekânda, farklı duygu ve düşünce içerisinde, aynı dış etkene karşı farklı şekil ve derecede tepki verebilir.

Öfke anında kaşlar çatılır, alın kırışır, boyun damarları genişler,
göz bebekleri büyür, yüz kızarır, burun delikleri açılıp kapanır, dudaklar titrer, gözler kızarır ve surat ekşir. insanın öfkeliyken söylemiş olduğu, daha sonra da pişmanlık duyduğu sözlerdir. Sesin kalınlaşması ve çirkinleşmesi, hakaret ve küfür içeren kaba sözler söylemek, sövüp saymak, tükürmek, dişleri sıkmak, dişleri gıcırdatmak, dudakların titremesi, hıçkırmak, sık sık nefes alıp verme vb. durumlardır. Ayrıca bu durumlarda ağızdan çıkan sözler ahenksiz ve biçimsizdir. Bedendeki hormonal dengedeki değişiklik, adrenalin hormonunun salgılanması, kalp basıncı artarak atışlarının hızlanması, kalp damarları genişlemesi, nabzın atışlarının sıklaşması tansiyonun yükselmesi, yüzün kızarması, sesin kalınlaşması, ellerin titremesi vb gibi. Bunlara ek olarak da vücut bazı “stres kimyasalları” salgılar. Bunların aşırı salgılanması da zamanla damarları tıkayarak kalp ritmini bozar ve kanın pıhtılaşma eğilimi artar.

İnsan, beklenmedik, ani, farklı tutum ve davranış içine girdiğinde organizmada gerilim artar, kaslarda sertleşme olur, kalp çarpıntısı artar, gözbebekleri büyür. Buna irkilme tepkisi denir. Öfkenin şiddeti, engelin şiddetine ve doyum sağlamak istediği güdünün önemine göre değişiklik gösterir. Öfkenin ifade biçimi yaş, cinsiyet ve kişilik özelliklerine, çevresel koşullara ve öfkelendiği kişinin mevkisi, otoritesi ve bunları kaybetme korkusuna göre de farklılaşır. İnsanın öfke anında bedeninin farklı bölgelerinde fizyolojik ve biyolojik bir takım belirtiler görünür. Ağlama, gülme, kendine zarar verme (başını duvara vurma), inatçılık, konuşmama, surat asma, alaya alma, tepinme, yemek yememe, öç alma, acısını başkasından çıkarma, uyuşturucu ve keyif verici maddelere yönelme bunlar arasındadır.

Yaratılış olarak insanların birbirlerinden farklı olmaları, yaş, cinsiyet, farklı kalıtımsal ve kişilik özellikleri de öfke duygusunun
insanlarda farklı şekil ve derecelerde ortaya çıkmasına yol açar.

İnsanın doğuştan getirdiği bu duygunun sınırlarını çizmek zor olmakla birlikte, genel anlamda üç farklı derecede değerlendirmek mümkündür.

Ayrıca kalp; kin, nefret, çekememezlik, karşıdakinin felaketine sevinmek, sevincine üzülmek, öfkelendiği kimse hakkında bildiklerini açıklamak, onu rezil etmek, onunla alay etmek gibi kötülüklerle dolar.

Öfkenin bu derecesinde olan insanlar öfkelerini dindiremedikleri zaman öfke içe döner ve kin duygusunu besler. Kin duygusu ise, genellikle düşmanca bir tavır takınmış olan insanların ayırt edici bir özelliği olarak karşımıza çıkar. Çoğu zaman ilk çocukluk döneminde görülen kin duyma eğilimleri, ya öfke nöbetlerinde olduğu gibi çok şiddetli bir şekil alabilir, ya da huysuzluk ve hainlik etme gibi daha yumuşak şekillerde ortaya çıkabilir.

Öfke duygusunun aşırı dereceye varması, din, itaat ve aklın hâkimiyetinden çıkmış olması halidir ki, buna tehevvür (taşkınlıksaldırganlık) denir. Bu anda düşünme ve muhâkeme devre dışı kalır. Bu derecede öfkeli olan kimseler ne maddî ne de manevî şeylerden korkmazlar. Öfkelendiği kimseye karşı kin ve düşmanlık beslerler. Gitgide çekememezlik, haset, alay hatta namusa leke sürmek derecesine kadar ulaşabilir. Bütün istibdâtlar, tahakkümler, haksızlıklar ve zulümler bu derecenin ürünüdür.

Bu duygunun kendisinde sürekli olarak var olduğu ve dikkat çeken alışılmış bir tepki olarak ortaya çıktığı görülen bazı insanlar, öfkeyi sistemli bir yöntem haline getirmişlerdir. Karşılaştıkları herhangi bir problemi başka türlü ele alamamaları dikkat çekicidir. Öfkeyi alışkanlık haline getirmiş olan insanlar, çok geçmeden karşılarına çıkan herkesle çatışır hale gelirler. Bundan dolayı hemen hiddetlenen, öfkeli, hırçın insanların, topluma ve hayata düşman oldukları da söylenebilir.

Ayrıca kin duygusunun çeşitli yönlere doğru çevrilmiş olduğu da söylenmektedir. Örneğin; tek tek insanlara, bir millete, bir sınıfa, belli bir ırka veya karşı cinse yönelebilir. Hatta kin, insanın her türlü ilişki kurma imkânını ortadan kaldıracak kadar yaygın bir şekil bile alabilir. Öfke duygusunun ileri derecede görünümlerinden biri de saldırganlık duygusudur. Saldırganlık, engellenmeye bilinçsiz yapılan
tepkilerden biri olarak karşımıza çıkar. Psikologların hemen hemen hepsi, insanlarda saldırganlığın yalnız doğuştan gelen faktörlere indirgenemeyeceğini, öğrenmenin saldırganlık davranışının türü ve miktarı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu savunur.

Tefrit….bu derecede öfke duygusu ya tamamen kaybolur ya da zayıf
kalır, korkulmayan şeylerden bile korkar ki, buna cebânet (korkaklık) denir. Bununla ilgili olarak İmâm-ı Şafii, “ Kızmayı gerektiren yerde kızmayan merkeptir.” demiştir. İmâm-ı Gazali ise, cebâneti aşırı gerilik ve korkaklık olarak, böyle duyguya sahip olan insanı da
hamiyetsiz olarak nitelendirir. Bu tip insanlar kendilerine yapılan zulme, haksızlığa, eziyetlere katlanır, hatta ailesine karşı yapılan hakaretlere bile aldırmaz, her türlü rezillik ve kepazeliklere boyun büker. Bu da kabul edilebilir bir durum değildir. Bazı psikologlar bu tür acizlik duygusu ve bunun neden olduğu ruhsal bunalım ve çöküntüyü bertaraf etmek için saldırganlık eğitimini tavsiye ederler. Burada kişiye gerektiğinde kendisine engel olanlara ve haksızlık edenlere kızabileceği ve böyle durumlarda öfkelenmenin olumlu bir davranış olduğu öğretilir.

Peygamber (sav), öfke duygusunun insanlardaki farklı görünümlerinden hareketle bu duygunun her insanda bir olmadığını ifade ederek öfkeli insan tiplerini şu şekilde açıklar. 1- Geç öfkelenip, çabuk yatışan.
2- Çabuk öfkelenip, çabuk yatışan.
3- Geç öfkelenip, geç yatışan.
4- Çabuk öfkelenip, geç yatışan.
Bu tiplemeleri yaptıktan sonra bunlardan insan için normal
olanının yani zararsız olanının birincisi olduğunu, dördüncüsünün de insanı belaya sürükleyen ve kendine zararlı olduğunu ifade eder.

İ’tidâl Yani orta yollu olanıdır ki, bu da şecaattir. Şecaat (cesaret), ihtiyaç görüldüğünde şiddet ve tehlikelere karşı korkmadan cesaretle karşı durabilmek ve mücadele edebilmektir. Bu, olması gereken normal bir durumdur. Zira belli düzeydeki öfke duygusu insanın varlığını sürdürebilmesi için gereklidir. İslâm düşünürleri ılımlı bir öfke duygusunu “şecaat” ve “hamiyet” olarak ifade ederek insanın
onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için bu iki duygunun gerekliliğini vurgulamışlar. İnsanların mizâcı öfke duygusunun kabul etme bakımından çeşitlilik gösterdiğini söyleyebiliriz. Kınalızâde’ye göre, “bazı mizâçlarda öfke duygusu barut ve ateş gibidir, parlamaya ve alev almaya hazırdır. En küçük olumsuz bir harekette bu duygu harekete geçer. Bazıların öfkesi tavadaki yağ gibidir, ses çıkarır, hemen alev almaz. Ama kiminin mizâcı ise, çabuk yanan ve sönen kuru odun gibidir, çabuk parlar hemen söner. Bir kısım insanın mizâcı da yaş oduna benzer ki, çabuk yanmaz, zor tutuşur ve hemen söner. En arzu edilen de bu mertebedir. Akıllı, ilim sahibi ve selîm kişiler buna örnektir.

Dinin insan üzerindeki olumlu etkilerinin olduğuna dair yapılan araştırma sonuçları ortaya çıktıkça dinin bu yapıcı yöndeki tavsiye ve ilkelerinden yararlanmaya yönelik çalışmaların da arttığı görülmektedir. Amerika’da alkolle mücadele eden bir kurum, inancın ve mâneviyatın birey üzerindeki olumlu etkilerinden yararlanarak alkolikleri tedavi etmektedir. Bu tedavide dinin manevi prensiplerine dayalı olarak, hastalara yüce bir gücün yardımına güvenmeleri telkin edilmektedir. Birey dini inancı sayesinde, sağlam ve güçlü bir maneviyata sahip olarak, hayatın getirdiği çeşitli engeller karşısında mücadele edebilme gücü bulabilmekte, stres ve depresyondan kendisini koruyabilmektedir. Ayrıca din, insan için üzüntü ve ızdırapları azaltan, ona teselli veren bir umut kaynağıdır. Dinî inanç, tutum ve davranışlar bir taraftan depresyon, intihar, kaygı gibi birtakım olumsuz ruhî durumları engellerken ya da ortadan kaldırırken, diğer taraftan fertlerin psikolojik açıdan daha iyi olmalarını sağlamaktadır.

Kendimizi kontrol edemediğimiz, ne zaman ortaya çıkacağını bilemediğimiz çok güçlü bir duygunun tüm benliğimizi kuşattığını hissettiğimiz zamanki öfke, bizim kendisiyle baş etmeye çalışacağımız öfkedir. Yani kontrolden çıkıp, yıkıcı bir hale dönüşüp, iş hayatında aile hayatında, okul hayatında, sosyal ilişkilerimizde ve hayat kalitemizin düşmesine sebebiyet veren öfkedir. İşte öfke duygusu, sağlıklı bir şekilde ifade edilmediğinde ve kontrol edilmediğinde, bedensel ve ruhsal bir takım rahatsızlıklara yol açar. Yoğun olarak yaşanan, ama ifade edilmeyen öfke bireyin enerjisini bitirdiği gibi davranışlarını kontrol etmesini de zorlaştırır. Bastırılarak içe atılan öfke yüksek tansiyon, migren, ülser gibi psikosomatik hastalıklara neden olmaktadır. Gündelik hayatımız içinde bizi sıkıntıya sokan öfke ile baş edebilmede dinî inancın önemli katkısının olduğunu söylemek mümkündür. Zira bilindiği gibi inançlar, genellikle hayatın zorluklarını yenmeye yarayan anlamlara sahiptir. İnsanın çevre şartlarını değiştirip değiştirmemesinden ziyade, zorlukları yenebileceğine olan inancı oldukça önemlidir.

Bununla birlikte din, insana karşılaştığı sıkıntıların karşılığını mükâfat olarak alacağını da vaat etmektedir. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, din, insanın hem bireysel hem de toplumsal yaşamında karşılaşmış olduğu ruhsal ve maddi problemlerin aşılmasında ve baş edilmesinde önemli katkı sağlamaktadır. Dinin ruh sağlığı üzerindeki etkisi hakkında yapılan çalışmalarda Allah’a olan imanın ve bağlanmanın artmasıyla bireyde özsaygının ve psikolojik huzurun arttığı, depresyon, umutsuzluk ve intiharın azaldığı ortaya konmuştur.

Zihinsel (Bilişsel) Çareler: Yani bilgiye ve bilince dayalı baş edebilme yollarıdır. Yani öfke/ duygusunun ne olduğu, faydalı ve zararlı yönlerinin bilinmesi, kontrol ve baş edebilme yollarını bilme ve bu durumun farkında olma halidir. Bunlar, hem öfkelenmeden önce koruyucu önlemler, hem de öfke anında başvurulan çareler olarak değerlendirilebilir.
Nasıl ki, tıpta koruyucu hekimlik bireyin hastalanmamasını sağlıyorsa, aynen bunun gibi, öfke konusunda bilgili ve bilinçli olma da öfkeyi önlemeyi ve kontrol etmeyi sağlar.
Bu çarelerin ilki, öfkesine hâkim olanlarla ilgili olarak Allah’ın verdiği mükâfatı, övgüyü ve O’nun sevgisini elde etmeyi düşünmektir. Nitekim öfkeyi kontrol etmenin önemine ayet-i kerimede de yer verilmekte ve bu kimseler övülmektedir.

“Onlar bollukta ve darlıkta infâk ederler, öfkelerini (gayz) yutarlar ve insanların kusurlarını affederler, Allah iyilik yapanları sever.” ( Kur’an, Âl-i İmrân, 3/134. ) Yine bir başka ayette de; “büyük günahtan ve fuhşiyâttan kaçınıp öfkelendikleri (gazap) zaman da bağışlayıcı olanlar” (Kur’an, Şûrâ, 42/37.) övülmektedir. Bu âyette büyük günahtan kaçınmanın hemen ardında öfkeden bahsedilmesi bu konunun önemli olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Kini, kızgınlığı ve düşmanlık duygusunu yöneterek affı öne çıkarmak, ahlâkın temel değerlerinden birini teşkil etmekte, olgun bir insan olmanın da zirve noktasını oluşturmaktadır. Elmalılı, bu âyette geçen öfkeyi yutmayı; zarar gördüğü kimselere karşı gücü yettiği halde intikâma kalkışmamak, hoş olmayan bir hal göstermeyip, hazmetmek ve sabretmek olarak açıklamaktadır.

Bir diğer çare ise, Allah’ın her şeye gücü yettiğini düşünerek
öfke neticesinde meydana gelecek olumsuzluktan dolayı vereceği cezayı hatırlayarak korkmaktır. Ayrıca, bir anlık öfkenin sonucu olarak, hem kendisine hem de karşı tarafa vereceği (belki de ölümle neticelenen) zararları düşünmektir. Kısaca, öfkeyle kalkanın zararla oturacağını aklından çıkarmamaktır. 

İntikam almanın zillet ve neticesini düşünmektir. Âhiretteki akıbet üzerine düşünmenin de bu konuda bir çare sunacağı söylenebilir. Ahiret’te hesap vermeyi düşünmek insanın öfkeli davranışlar sergilemekten alıkoyar. Bu bağlamda, insanın yaptığı her fiilin sadece dünyada değil âhirette de bir karşılığının olduğu düşünerek, yaptığı her davranışın hesabını orada vereceğini hatırlamaktır. İnanan insandaki âhiret düşüncesi onu yapacağı yanlış davranışları engellemesi bakımından önemlidir. Zira âhiret inancı, yani, ölümden sonra hayatın devam edeceği ve esas olanın âhiret hayatı olduğu fikri, insanın yaşantısını daha bilinçli bir şekilde geçirmesine, kendisini oto-kritik etmesine yardımcı olur. Bu husus bireyin olumlu bir değişim ve kaliteli bir yaşam sürmesine imkân sağlar. Zira birbirinden çok farklı izah tarzları getirmiş olsalar bile tarih boyunca ölümden sonraki hayata atıfta bulunmayan hiçbir din yoktur.

Bununla birlikte, bu hayatın geçici ve fâni olduğu ve bir gün herkes gibi kendisinin de öleceği düşüncesi insanın öfkesiyle mücadelesinde önemli bir zihinsel kontrol mekanizması görevi üstlenir. Zira ölüm düşüncesi, insanın nefsî arzularının isteği doğrultusunda hareket etmesini engelleyen güçlü bir oto-kontrol mekanizmasıdır. Bu anlamıyla ölüm insan için en büyük bir nasihattir.

Yine, Peygamberimiz (sav)’in öfkesine hâkim olanlarla ve yumuşak huylu olmanın güzelliği ile ilgili olarak övgü dolu sözlerini
hatıra getirmektedir: “Kuvvetli kimse pehlivan değildir. Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.”

Yine, “Allah indinde kişinin yuttuğu en sevaplı yudum, Allah’ın rızasını düşünerek kendini tutup, yuttuğu öfke yudumudur.” “Allah sertliğe vermediği mükâfatı yumuşak huyluya vermiştir.” “Yumuşaklıktan mahrum olan kişi bütün bir hayırdan mahrum olur.” gibi hadisler bunu açık bir şekilde ifade ederler. Görüldüğü gibi burada dini inancın tavsiyesi sabır devreye girmektedir. Sabır, İnançlı insanın böylesi durumlarda başvuracağı önemli dinî motivasyonlardan biridir. Sabır, bireyin arzu etmediği bir durumla karşılaşması halinde ona tahammül göstermesidir. Bu tahammülü gösterdiği takdirde bunun mükâfatının Allah tarafından fazlasıyla verileceği, sabır ve tahammüllün karşılığının cennet olacağı inancına sahip olan bir kimse güven duygusu içerisinde olur, ruhu sıkıntıyla değil, genişlik, ferahlık ve huzurla dolar. Nitekim sabır Allah’a beslenen gerçek imânın esaslı bir yönünü oluşturmaktadır. Bu yüzden “Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunun” unutulmaması ve sabır duygusunun daha da geliştirilmesi önem arz etmektedir.

Sevgi duygusunu ön plana çıkararak olayları sevgi ile değerlendirmek öfke duygusu ile baş edebilmede bilişsel açıdan kolaylık sağlar. Nitekim Yunus Emre’nin “Yaratılanı sev yaratandan ötürü” öğüdü bir psikoterapi yöntemi olarak uygulanabilir. Bunun yanı sıra günlük hayat içerisinde duygularımızı sevgi içerikli kelimelerle ifade etme de sevgi duygusunun gelişimine katkı sağlar. Çünkü sevgi, bir kimseye veya bir şeye muhabbet besleme hissidir. Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan bir duygudur. Sevgi, topluma huzuru ve kardeşliği getiren birleştirici bir unsurdur. Kur’an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü’minin gönlü sevgi ile doludur. Allah Teâlâ iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: “…ve O, kalplerin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi.” Kur’an, Enfal, 8/63.

Kişinin öfkesine hâkim olması elbette büyük bir erdemdir. Çünkü kişi bu erdemli davranış sayesinde kendisini tehlikelerden korur. Öfke halinde kendini kaybetmemek, iradesine hâkim olmak, nefsini dizginlemek gerçekten büyük bir kuvvet ve maharet gerektirir. Zira insan öfkeliyken yaptığının ve söylediğinin farkında olamayacağı için her türlü davranışı sergileyebilir. Dolayısıyla öfke kontrolü çok önemli bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Öfke, sağlıklı olarak yaşandığında son derece fonksiyonel bir duyguyken kontrol edilemediği zaman hem kişi, hem de çevresi için oldukça zararlı bir duyguya dönüşmektedir. O halde bu duygunun yönetilmesi ahlaki açıdan fevkâlede gereklidir. Psikoloji bize insanın öfkeyle baş edebilmesinde bir takım çözüm yolları ortaya koyar. Ayrıca din de öfkeyle baş edebilme konusunda bir takım öneri ve öğütlerde bulunur. Biz de bu makalede özellikle dinin öfkeyle başa çıkmada bize sunduğu materyalleri din psikolojisi açısından değerlendirmeye çalıştık. Çünkü kişiye zarar verecek hâle dönüşen öfkeyle mücadeledeki psikolojik önlemler yanında din de bu olumsuz duyguyla baş edebilme konusunda hayatı daha sağlıklı ve kaliteli yaşamaya dair önemli katkılar sunmaktadır.

Tevhid düşüncesi de, öfkeyi bertaraf etmenin önemli zihinsel yollarından biridir. Bu, Allah’tan başka failin olmadığını, O’nun dışındaki her failin gerçek fail olmadığını bilmek ve hatıra getirmektir. Kişi, bir başkasından hoşuna gitmeyen bir davranışla karşılaştığında, “Allah isteseydi, bu olmazdı.” düşüncesini aklına getirmesi onu öfkeden uzaklaştıracaktır. Ayrıca bu işin, şeytanın ve nefsin bir oyunu ve aldatmacası olduğunu idrak etmektir. İşte nefs ve şeytanın öfke ateşini körüklediği o anda insan, dînî ve ahlâkî her türlü telkine ve uyarılara kapalıdır.

Doç. Dr. Hüseyin İbrahim YEĞİN

Rasulullah (s.a.v.)’ın kişilik kıvamı, Kur’an’da, yani Allah Teâlâ’nın nezdinde “Yüce bir ahlâk üzerine” diye tanımlanmışsa, Müslüman, önce Hazreti Peygamber’in “Yüce ahlâk”ını öğrenmek sonra da, onu kendi kişilik kıvamı haline getirmek durumundadır.

Ölçülerin bir kısmı insanın, Yaratan ile ilişkilerini tanzim eder. İnsan bütün hayatı boyunca bu ilişkilerde hassasiyet gösterecektir. Bu, yaratılmış olmanın hukukudur. “İman” onun başında gelir, ardından “Kulluk” çerçevesindeki sorumluluklar sıralanır. Allah’a bağlı hukuk, O’nun, diğer varlıklarla hukuk alanındaki tanzimine de riayeti gerektirir.
Bu çerçevede, mesela, Allah Rasulü (s.a.v.) ile hukuk da tanzim edilmiştir. O’nu Allah’ın elçisi olarak tanımak, onun önderliğini, örnekliğini, muallimliğini kabul etmek, O’nun getirdiğini kabul edip, nehyettiklerinden de kaçınmak, bu hukuk çerçevesine girer. Bunun yanında mesela, “onun yanında sesini onun sesinin üstüne çıkarmamak” gibi, “Onun zevcelerinin mü’minlerin anneleri olduğunu” kabul etmek gibi hukuk ölçüleri vardır; daha özel hukuk tanzimleri de söz konusudur.

İslam toplumu ölçüler toplumudur. ölçüler ilahi kaynaklıdır. Peygamber ilahi kaynaklı ölçülerin bir insan kimliğinde kişiliğinde müşahhaslaştığı şahsiyettir. bu vasfıyla da örnektir. Kur’an’ın ifadesiyle “Güzel örnek”tir.

Her bir Müslüman, bir kere İslâm dairesine girdikten sonra ölçüleri kalben içselleştirmeye ve sonra da Rasulullah’ta olanı kendi kişiliğine taşımaya yönelecektir. Rasulullah’ın kişiliği “Alemler” diye nitelenen ve adeta kainatı kapsayan bir alanda “Rahmet insanı” olmaksa Müslüman da önce “Rahmet” vasfının neyi kapsadığını öğrenecek, sonra da “Rahmet insanı” olma cehdine soyunacaktır.

Müslüman, terbiye yolculuğuna girer ve sebat ederek yürürse o ufku yakalar. O ufuk yolculuğu Müslüman’a şu çerçevede bir hassasiyet kazandırır:
-İstikamet sahibi olmak.
-Emin – güvenilir olmak.
-Haksızlığa, zulme yol açmamak.
-Kendi aleyhimize bile olsa adaleti ayakta tutmak.
-İncitmemek, incinmemek.
-Kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına karşı yapmamak.
-Bütün ilişkilerde sulhü öncelemek. Kavgalardan, tartışmalardan, öfkeden kaçınmak. Sonunda “Ben bunu neden yaptım?” denilecek işlerin içinde olmamak.
-Çalıştırdığımız insana, hakkını, alın teri kurumadan vermek.

İnsanın Allah Teâlâ ile, Rasu­lullah ile ilişkileri sağlıklı bir çerçeveye oturduktan sonra, “İbadullah – Allah’ın kulları” ile ilişkisinin tanzimine sıra gelir. Burası çok çok geniş bir hukuk alanıdır.
Dinin tarifinde bu alan “şefkat li halkillah” diye ifade edilmiştir. Yani “Allah’ın yarattığı her şeye karşı şefkat…”
Bu alan, Rasulullah’ın “alemlere rahmet” ve “yüce ahlâk” vasıflarının insanlar tarafından temessül edilmesi, yaşanması, örnek olarak hayata taşınmasıdır.
İnsan otomat ya da makine değildir. “Ahlâk sahibi” ya da “Rahmet insanı” olmak, ancak terbiye ile, donanım ile mümkündür. Allah Rasulü “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) buyuruyor. İnsan, yolunu bulup kendini inşa edecek.

Kul hakkına taalluk eden tüm alanlarda yarın hesabı verilecek hassasiyeti ile hareket etmek.
-Yönetici olduğumuzda sahip olduğumuz yetkiyi adaletle kullanmak, haksız tasarruflara, zulme ve insanlara tahakküme yönelmemek. Devlet malına tasallut etmemek.
-Teahhütlere riayet etmek, söz verince yerine getirmek.
-Aile içinde insaflı, müşfik, hakkaniyet sahibi, adil olmak.
-Anne-baba hukukunu gözetmek. Yaşlandıklarında onlara hizmet ederken “öf” bile dememek.
-Yetimlerin hukukunu gözetmek. Onların mallarını yönetmek söz konusu olduğunda sui istimali akla getirmemek.
-Sokağa her ne şekilde çıkılırsa çıkılsın, sokağın hukukunu gözetmek. Trafikte kul hakkını ihlal etmemek. Gözleri korumak, yolda insanlara eziyet verecek davranışlara (yanlış parklar, kaldırım işgalleri) yönelmemek, varsa mani olmak…

Ticari ilişkilerde, sözleşmelerde münazaalı durumlara sebebiyet verecek davranışlar içine girmemek.
-Medya alanında, ister yazılı, ister görsel, ister sosyal tüm medya ilişkilerinde haysiyetlere, mahremiyetlere tecavüz niteliği taşıyacak hiçbir hamle yapmamak. Her sözün, her davranışın yazıldığı ve ahirette önümüze çıkacağı bilincini kaybetmemek.
-Siyasette yalandan, kibirden, riyadan, iftiradan, lakap takmak gibi rakiplerin haysiyetini rencide edecek söylemlerden kaçınmak.

-Bütün davranışlarda haddi aşmama hassasiyeti geliştirmek ve nefsine “Dur” diyecek supablar oluşturmak. Bu çerçevede, tüm davranışlarda “Allah’ı görüyormuş gibi yaşama”, yani ihsan, “Dikenli bir yolda yürüyormuş gibi dikkat etmek” yani, takva, “Benim bu davranışımdan Allah razı olur mu?” yani Allah rızası, “Bunlar ahirette önüme çıkarsa savunabilir miyim?”, yani ahiret hassasiyeti disiplinleri içinde hareket etmek.

O yolculuğun gerçekleşmediği durumlarda ise, genel kabul itibariyle kişi ve toplum olarak “Müslüman” vasıflandırması yapılsa bile insan ilişkilerinde değer kayıpları, İslâm azalması gerçekleşir.
-Aile içi iletişimde namazında niyazında insanlar arasında bile sancılar yaşanıyorsa, namazı niyazı biliyor, İslam’ın aile içi hukukunu bilmiyoruz demektir.
-Daha çok para kazanmak için hileli mal üretiliyorsa, ticaret – sanayi ahlâkında aşınmalar var demektir.

-Fabrikamızın kimyasal artığı, çimento tozları yeri – göğü kirletiyor ve insanların hatta tüm canlıların varlığını tehdit ediyorsa, gökteki yerdeki tüm canlıların hukuku ihlal ediliyor demektir.
-Siyaset dili hakkaniyet hassasiyetini kaybetmiş, yalanı, dolanı, iftirayı bühtanı su gibi içer hale gelmişse, bu alandaki İslam hassasiyetleri, “siyaset gerçeği” jargonuna kurban edilmiş demektir.
-Medya – sosyal medya alanı mahremiyetlerin ayaklar altında süründüğü, haysiyetlere hunharca tecavüz edildiği, yargısız infazların yapıldığı bir alan haline gelmişse, oralardan İslâm hassasiyeti uzaklaşmış demektir.
-Mahkemeler cinayet davasından geçilmiyorsa, insan varlığına karşı İslam’ın istediği temel hassasiyetten yoksunluk var demektir.

Aile mahkemeleri boşanma davalarından geçmiyorsa, en derin sevgi – şefkat alanlarımız tarümar olmuş demektir.
Müslüman kimliği içinde yapılıp edilenler, insanların İslam’a gelişini engelleyecek mahiyette ise, farkında olarak – olmayarak yol kesici hale gelmişiz demektir.
Şu belli ki, İslam toplumlarının kişilik MR’ı çekilse, vücudumuzun bir çok yerinde cerahatler biriktiği görülecektir.

Elimiz temiz mi, dilimiz, gözümüz, kulağımız, kalbimiz, zihnimiz temiz mi?
Yetimin başını okşuyor muyuz?
Hasta ziyaret ediyor muyuz?
Aç kalan kediye süt veriyor muyuz?
Yoksa bir kere kapılarını çalalım diye yaşlı anne – babalarımızın gözleri yollarda mı kalıyor?

Dünyaya ölçü ihraç edeceğimize, “kriter” ithal eder hale gelmiş ve birileri zaman zaman gelip bizim o “kriterler”e ne kadar uyup uymadığımızı denetliyorsa, ya da kaybettiklerimizi başka dünyalardan yeniden toparlamaya çalışıyorsak ortada çok ciddi bir problem var demektir.
Sonuçta insan ilişkilerindeki kalite, bizim kim olduğumuzu ya da kimliğimizle aramıza ne kadar mesafe girdiğini göstermektedir.

İnsan ilişkilerinin dinimizdeki yeri nedir? İnsan ilişkileri nasıl olmalı? İnsani ilişkilerde üç temel: Sevgi, saygı, merhamet…

Tarih boyunca İlahi Dinler Allah ile kul arasındaki münasebeti düzenlemekle kalmamış, insanlar arasındaki ilişkileri de tanzim etmiştir. Ne var ki kralların zorlaması, din adamlarının tavizleri ile dinler tahrife uğramış, insanın sosyal hayatını şekillendiren ilahi kanunlar rafa kaldırılmıştır. Din uzlet içinde yaşanan, kul ile Allah arasındaki ibadet hayatını düzenleyen, toplumun işleyişine karışmayan bir hale getirilmiştir. Avrupalılar bu yaklaşımı “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” şeklinde özetlemişlerdir.
Yüce dinimiz evvel emirde insan ile Rabbi arasındaki münasebeti kulluk bağlamında düzenlemiş, hemen peşinden de insanın sosyal ilişkilerini tanzim etmiştir: İslam akrabalık, anne-babalık, karı-kocalık, komşuluk, dindaşlık kısaca her tür insani bağlar ile ilgili emir ve yasaklar koymuştur, yapılan ihlalleri de cezalandırmıştır. Bugün İslami yaşantıya yapılan itirazların çoğu bu sahalarda görülür. Bazıları istiyor ki din kul ile Allah arasına sıkıştırılsın,  ticaret, evlilik, akrabalık, devletlerarası ilişkilerimizi biz kendi menfaatlerimize göre şekillendirelim. Hâlbuki Kuran-ı Kerim’in önemli bir bölümü bizim bu dünyadaki yaşantımız ve ilişkilerimiz ile ilgilidir.

KUR’AN’DA İNSAN İLİŞKİLERİ

Bu yazımızda insani münasebetlerimiz bağlamında Hucurat Suresi’ni ve sufilerin beşeri ilişkilere verdiği ehemmiyeti sırasıyla ele alacağız:

1Allah ve Resulü ile olan hukukumuz, onlara tam teslimiyet şeklinde olmalı, kul kendi düşünce ve fiillerini Kuran ve sünnetin önüne geçirmemelidir. Kendi aklımızla fetva verip Kur’an ve Sünnetin buyruklarını çiğnemeyeceğiz. Bu teslimiyet halini Mevlana Hazretlerinin şu beyitleri ne güzel anlatır:

Ben yaşadıkça Kur’an’ın kölesiyim, Ben, Hz. Muhammed Musta­fa’nın yolunun tozuyum.

Biri benden bundan başkasını naklederse, Ondan da şikâyetçiyim, onun sözünden de

2– Surede ikinci olarak Müminin mümin ile ilişkisi ele alınmış, bu ilişkinin çerçevesi kardeşlik olarak çizilmiştir. İnsan nasıl kendi ailesini ve kardeşlerini seviyorsa diğer müminleri de böyle sevmeli, onların aralarındaki anlaşmazlıkları da en güzel şekilde gidermelidir:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.” (Hucurat, 10) bir sonraki ayette kardeşlik hukukunu bozan bazı en temel davranışlar ise yasaklanmıştır: “Ey inananlar, içinizden bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin, olabilir ki alay edilenler, öbürlerinden daha hayırlıdır ve kadınların bir kısmı da başka kadınlarla alay etmesin, olabilir ki alay edilen kadınlar, öbürlerinden daha hayırlıdır ve birbirinizi kınamayın ve kötü lakaplarla çağırmayın.” (Hucurat, 11)

Allah Teâla müminler arasındaki ilişkileri bozan sui zan, tecessüs, dedikodu, gibi günahları zulüm olarak görmüş, tevbe etmeyenleri ciddi bir cezanın beklediğini haber vermiştir. Bugün Müslümanlar olarak kardeşlerimizle ilişkilerimizde bu hassasiyetleri gözden geçirmemiz gerekir. Sufiler ise bu yıkıcı davranışları kıllet-i kelam prensibi ile terbiye etmeyi hedeflerler. Dikkat edersek insan ayette bahsedilen haramları dilini kontrol edemediği için işler. Bu prensip sayesinde salik elinde geldiğince az konuşur, dili ile kul hakkına girmekten korunmuş olur.

Cenab-ı Hakkın büyük bir ciddiyetle men ettiği bu yıkıcı davranışlar  maalesef İslam toplumlarında aynı ciddiyetle akis bulmamaktadır: Başka birinin bir lirasını almanın günah olduğunu bilen mümin bundan titizlikle kaçınırken, biraz sonra bir mümin kardeşinin şerefi, ırzı ile ilgili bir konuda hiç çekinmeden ileri geri konuşabilmektedir. Hümeze suresi önemsiz görülen bu çirkin davranışların acıklı sonunu şöyle anlatır: “Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline! (Hümeze, 1)

3– Devletlerarası ilişkilerimiz: Hucurat suresi Müslüman milletler arasındaki ilişkilerde adaleti öne çıkarmış, hiçbir şekilde bir kavmin başka bir kavme zulmetmesine seyirci kalınmamasını emretmiştir. Uluslararası ilişkilerin temeline her zaman sevgiyi koymak mümkün değildir, ama adaletli olmak mümkündür. Yine bu hususta günümüzde ayetin emrinin çok gerisinde kaldığımızı görmekteyiz. Müslüman ülkeler birbirlerine düşmanlık etmekte, hatta birbirleri aleyhine düşmanlarla işbirliği yapabilmektedir. Bu hususta idarecilerimizi uyarmalı, ümmetin dirliği için çalışanlara destek vermeyi vazife bilmeliyiz.

4– Gayr-i müslim milletler ile olan ilişkilerde ise muarefe onlarla tanışmak, konuşmak ve karşılıklı saygı öne çıkar. Allah Teâlâ hepimizin bir ana ve babadan geldiğimizi bu sebeple kimsenin kimseye üstünlüğünü olmadığını ifade eder. Irkçılık problemini en güzel şekilde çözen yüce kitabımızdır: “Ey insanlar, şüphe yok ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi, aşiretler ve kabileler haline getirdik tanışın diye; şüphe yok ki Allah katında sevabı en çok ve derecesi en yüce olanınız, en fazla çekineninizdir;” (Hucurat, 13) ayeti hiçbir kavmin bir diğerine üstünlüğünün olamayacağını zira hepimizin aynı anne babadan geldiğimizi ifade etmektedir. Üstünlük ancak güzel ahlakta ve takvadadır.

Modern hayata baktığımızda ise maalesef bugün gayri müslim halklar ile olan ilişkilerimiz onları taklit etme şeklinde olmaktadır. Onlar hiçbir konuda bizi ciddiye almaz iken biz kılık kıyafetimiz, düğünlerimiz, davet usullerimiz ve pek çok konuda onları körü körüne taklit etmekteyiz. Hâlbuki dinimiz bu hususta güzellikleri paylaşmayı emretmekte, dinimize ters olan taklidi yasaklamaktadır.

5– Ailemizin en kıymetli fertleri olan anne babalarımızla ilişkimizde de Kurani ölçü sevgi, saygı ve merhamettir. Bu saygı o kadar ileri boyuttadır ki en ufak bir rahatsızlık ifadesi olan “öf” demek bile ayet tarafından yasaklanmıştır: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle, Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra, 23-24)

6-Aile fertleri ve anne babalar ile ilişkide sevgi, merhamet öne çıkar. Rabbimiz eşler arasındaki ilişkiyi şu ayetle veciz olarak tarif eder: “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir.” (Rum, 21) Eğer bugün yuvalar yıkılıyor, aile içi şiddet hatta cinayetler artıyor ise bu bizim bu ayetin ruhundan ne kadar uzak olduğumuza delildir. Mahmut Sami Ramazanoğlu maneviyat dersi aldıktan bir süre sonra eşinden ayrılmak isteyen bir müridine; “Biz bu dersi sizin ailenizi parçalamak için vermedik” demiş ve ailenin bölünmesine izin vermemiştir.

İmam Rabbani hazretleri bu dünyada kullara karşı işlediğimiz sorumsuz davranışların ahirette karşımıza büyük bir vebal olarak çıkacağını, bu sebeple insanlarla ilişkilerimizde dikkatli olmamızı bizlere hatırlatır:

“Salik kul haklarını ödemek için azamî çaba sarf etmelidir ki boynunda kimsenin hakkı kalmasın. Dünyada kul hakkını ödemek mümkündür, insan yumuşaklıkla ve nezaketle kul haklarından kurtulabilir. Ama bu iş ahirete kalırsa, çözümü mümkün olmayan bir probleme dönüşür. (Mektubat, c.1:73. Mektup)

Netice olarak İslam insani ilişkilerin temeline saygı, sevgi, adalet, yumuşak başlılık, ara bulma gibi bugün çokça ihtiyacını duyduğumuz duyguları yerleştirmiştir. Bugün bazı mahfillerde Müslümanlara yakıştırılmaya çalışılan, şiddet yanlısı olma, insanlara kaba davranma, kadınları aşağılama gibi davranışların Kuran ve sünnet ile yakından uzaktan hiçbir alakası yoktur. Bilakis Peygamberimizin tüm hayatı şiddet, taassup,  zulüm gibi çirkinliklerle savaşmakla geçmiştir. Peygamberimizin insani ilişkilerindeki nezaketi, hilmi, hoşgörüsü Sufiler tarafından en güzel şekilde yaşanmış ve Yunus Emre bu tutumu “Yaratılanı sevdik Yaratandan ötürü” şeklinde ifade etmiştir. İnsani ilişkilerimizde sufilerin bu nebevi anlayışlarına her zamankinden daha çok ihtiyaç duymaktayız. Rabbimiz güzel dinimizi tüm boyutları ile yaşamayı, aramızda kardeşliği, adaleti, sevgiyi ve merhameti yaşamayı hepimize nasip etsin.  Amin

Süleyman Derin

İnsanlar için yalnız yaşamak zordur. Bu yüzden köy, şehir gibi yerlerde birbirine yakın evlerde yaşamayı tercih ederler. Birbirine yakın yaşayan bu insanlara komşu denir. Komşularımız bize en yakın kişiler arasındadır. Onlarla gün içinde çokça karşılaşırız. Hatta apartmanlarda yaşayan insanlar, birbirine çok daha yakın mesafelerde yaşarlar. 

Bazı durumlarda akrabalarımızdan da önce sıkıntılarımızı paylaştığımız kişiler komşularımızdır. Çünkü akrabalarımızla bazen uzak mesafelerde olabiliriz ama komşularımız evimize en yakın olan kişilerdir. Evimizde karşılaştığımız acil bir olayda ilk olarak komşumuzun kapısını çalar, ondan yardım isteriz. Bu yüzden komşularımız bizim için önemlidir. Hz. Peygamber iyi bir komşuyu mutluluk kaynağı olarak görmüştür. Komşuların birbirleriyle iyi geçinmesini çok önemsemiş ve hediyeleşip ikramlarda bulunulmasını tavsiye etmiştir.

Komşularımıza kötülük yapmaktan kaçınmalı ve onların haklarını ihlal etmemeliyiz. Gösteriş yapmamalı ve onları küçümsememeliyiz. Komşularımıza birbirlerinin kötü özelliklerinden bahsetmekten kaçınmalıyız. Onların özel hayatlarıyla ilgili bilgileri başkalarıyla paylaşmamalıyız. Onları rahatsız etmemeye ve zarar vermemeye özen göstermeliyiz. Komşularımıza zor durumlarında yardımcı olmalı, bizde olanı onlarla paylaşmalıyız. Hastalandıklarında ziyaretlerine gitmeli, onlara destek olmalıyız. Selam vermeli ve güler yüzle iletişim kurarak aramızdaki sevgiyi artırmalıyız. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak biz de komşularımıza öyle davranmalıyız.

İnsanlar çevrelerinde vakit geçirebilecekleri ve konuşabilecekleri birilerine ihtiyaç duyarlar. Tek başına bir hayat sürmek hayatımızı zorlaştırır ve mutsuz olmamıza sebep olur. Birileriyle arkadaşlık yapmak ise yaptığımız etkinliklerden, oyunlardan zevk almamızı sağlar. Üzüntümüzü, sırrımızı, sevincimizi paylaşabileceğimiz birilerinin var olduğunu bilmek bizlere güven verir. Arkadaşlarımızla oyun oynarken veya sohbet ederken mutlu olmamızın sebebi, onlara duyduğumuz sevgidir. Çünkü arkadaşlıklar sevgi üzerine kurulur. Hz. Peygamber sevginin arkadaşlıklarımız üzerindeki önemini şu sözü ile bildirmiştir: “Kişi sevdiği ile beraberdir. Birbirini sevmeyen insanların arkadaşlıkları gerçek bir arkadaşlık değildir ve uzun süre devam etmez. Çünkü sevgi insanları birbirine bağlayan bir bağdır. Sevgi ile bağlandığımız arkadaşlarımızı, sık sık görmek ve konuşmak isteriz.

Arkadaşların birbirinden etkilenmesi kaçınılmazdır. Birbirini seven ve birlikte vakit geçiren insanlar zamanla benzer şekilde davranmaya başlarlar. Hatta sevdiğimiz bir kişiye benzemeyi istemek de ona olan sevgimizin bir göstergesidir. Bu yüzden sevdiğimiz ve arkadaşlık yaptığımız kişileri doğru seçmemiz önemlidir. Hz. Peygamber’in zamanında yaşamış, Müslüman olarak onu görmüş ve sohbetinde bulunmuş kişilere sahabe denir. Bu kelime, “dost, arkadaş ve sohbet edilen” anlamlarına gelir.

Hepimiz zaman zaman hatalar yapabilir, arkadaşlarımızı kırabilir veya arkadaşlarımıza kırılabiliriz. Ancak böyle durumlarda bizim de hata yapabileceğimizi unutmamalıyız. Hataları affetmeli ve bilmeyerek de olsa kırdığımız bir arkadaşımız varsa özür dilemeliyiz. Etrafımızda birbirine kırılmış arkadaşlarımız varsa onları da görmezlikten gelmemeliyiz. İslam dini insanların arasını düzeltmeyi sadakadan bile daha değerli görmüştür. Yüce Allah bu konuda bizlere şöyle buyurmuştur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” Bu nedenle bizler de birbirimizi affedebilmeli, küs olan arkadaşlarımızı barıştırmalı, onların da arkadaşlıklarını devam ettirmelerine yardımcı olmalıyız.

Birbirimize selam vererek, tebessüm ederek, dostumuzun ve arkadaşımızın hâlini hatırını sorarak aramızdaki sevgiyi artırmış oluruz. Hz. Peygamber “…Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” buyurarak tavsiyede bulunmuştur.

Allah (c.c.) birbirimize haksızlık yapmadan, kötü bir söz söylemeden, dostça ve kardeşçe yaşamamızı istemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) “Birbirinizi çekememezlik gibi kötü huylara kapılmayınız. Öfke ve hıncınızı birbirinizden çıkarmaya kalkmayınız. Birbirinizin ayıplarını araştırmayınız. Başkalarının konuştuklarına kulak kesilmeyiniz… Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz!” buyurmuş ve kardeşliğimizi bozacak şeylere karşı bizi uyarmıştır.

İnsan bakıma muhtaç olarak doğar. Anne, baba ya da büyüklerinin desteği ile hayata tutunur. Yeme, içme, giyinme, barınma gibi temel ihtiyaçları aile büyükleri tarafından karşılanır. Anne ve babalar, çocukları için her türlü fedakârlığı yapar. Çocuklarıyla ilgilenir, sorunlarını çözmede onlara yardımcı olurlar. Sevgi ve merhametle çocuklarını büyütür, çocuklarına maddi ve manevi her türlü konuda destek verirler. Tüm bu fedakârlıkları da karşılıksız olarak yaparlar.

İslam dini anne baba hakkına büyük önem verir. Yüce Allah “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti…” buyurarak anne baba hakkının önemini vurgulamıştır. Aile içinde çocukların anne babalarına karşı bazı sorumlulukları vardır. Çocuğun en temel görevi, onu fedakârlıklarla büyüten anne ve babasına ve aile büyüklerine iyi davranmaktır. Onların dine uygun olan isteklerini yerine getirmektir. Kur’an-ı Kerim’de “Biz insana anne babasına iyi davranmayı emrettik…” buyrularak anne ve babaya iyi davranılması istenmektedir. Anne ve babanın rızasını alarak hareket emek, onların hoşnutluğunu kazanmak gerekir. Bu konuda Hz. Peygamber, “Rabbin hoşnutluğu anne babanın hoşnutluğuna bağlıdır…” buyurarak anne babanın rızasını almanın önemine dikkat çekmiştir.

İnsanların zor zamanlarında yardım isteyeceği ilk kişiler aile bireyleridir. Çocukların anne, baba ve aile büyüklerine yardım etmesi onlara olan saygılarının da bir göstergesidir. Aile büyükleri, yapabilecekleri işler konusunda çocuklarından yardım isteyebilir. Çocuklar da ev ödevlerini yaparken, bir konuyu araştırırken büyüklerinden destek isteyebilir. Bu ve benzeri durumlarda aile içindeki yardımlaşma ve dayanışma aile bağlarının güçlenmesine katkı sağlar. Aile içindeki her birey üzerine düşen görevi yerine getirdiği zaman birçok sorun
çözülür. Bu nedenle ailemiz içindeki birlik ve beraberliğe önem vermeliyiz. Sorunlarımızı birlikte çözmeli, birbirimize destek olmalıyız. İnsanlara sevgi ve saygıyla davranarak hem kendi mutluluğumuza hem de çevremizdeki kişilerin mutluluklarına katkı sağlamalıyız.

Anne babamız ve kardeşlerimiz bizim çekirdek ailemizdir. Bunun yanında bir de geniş ailemiz vardır. Dede, nine, teyze, amca, dayı, hala ve onların çocukları bizim geniş ailemizi oluşturur. Bu kişiler aynı zamanda bizim akrabalarımızdır ve çekirdek ailemizden sonra bize en yakın olan kişilerdir. Akrabalarımızla ilişkilerimiz önemlidir. Çünkü ailemizin bir parçası da akrabalarımızdır. Akrabalar zor zamanlarında birbirlerinin yardımına ilk koşan kişilerdir. İnsanlar üzüntülerini ilk olarak akrabalarıyla paylaşırlar, sorunlarını birlikte çözer ve birbirlerine destek olurlar. Düğünlerde, bayramlarda, hastalıklarda ve özel günlerde yanımızda olmasını istediğimiz ilk kişiler akrabalarımızdır. İslam dini akrabalar arasındaki ilişkilerin güzel olmasını önemsemiştir. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde akrabalara iyilik yapmak, yardım etmek ve onlarla sık sık görüşmek öğütlenmiştir. Hz. Peygamber, “Akrabalar arası bağların koparılmaması, aile içinde sevgi, malda bolluk ve ömrün uzamasına (bereketlenmesine) sebeptir.” buyurmuştur. Hz. Peygamberin bu sözü bize akrabalarımızla ilişkimizin ailede sevgi ve bereket için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Hz. Peygambere, cennete girmeyi sağlayacak ibadetler sorulduğunda bu ibadetlerden birinin de akrabalarla ilişkileri koparmamak olduğunu söylemiştir.

Aile içinde kardeşler arasında güçlü bir bağ vardır. Kardeş, insanın ilk arkadaşıdır. Kardeşler birbiriyle aynı aile ortamını paylaşır ve birlikte büyürler. Aynı ortamda yetişmiş olan kardeşlerin birçok ortak anısı vardır. Bu nedenle sevinç ve üzüntülerini birbirleri ile paylaşmak isterler. Zor zamanlarında birbirlerine destek olurlar. Bu durum kardeşler arasındaki sevgi bağını kuvvetlendirir. Kardeşler benzer ortamlarda yetişmelerine rağmen farklı özelliklere sahip olabilirler. İlgi alanları ve yetenekleri değişebilir. Bu tür durumlar kardeşlerin birbirine güzel şeyler öğretmesini sağlar. Böylece kardeşler arasındaki farklılıklar, aralarındaki bağı güçlendiren bir zenginlik haline gelir. Kardeşler arasındaki ilişkide büyüklerin küçüklere örnek olması, onlara sevgiyle yaklaşması gerekir. Böyle olursa küçükler de büyüklerine karşı saygılı olur ve onların öğütlerini dinlerler. Bu şekilde davranmaları kardeşlerin iyi geçinmelerini sağlar. Hz. Peygamber, “Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir.” buyurarak büyüklerin küçüklere, küçüklerin de büyüklere karşı görevlerini belirtmiştir.

Hz. Peygamber akrabalarını hiç ihmal etmemiş ve onları her fırsatta ziyaret etmiştir. O, teyzenin anne gibi, amcanın ise baba gibi olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber akrabalarının zor durumlarında onlara yardım etmiş, elindekini onlarla paylaşmıştır. Bizlere de akrabalarımıza karşılıksız bir şekilde yardımda bulunmayı, onlardan kötülük görsek bile affedip onlara iyilik yapmayı öğütlemiştir.

İlim öğrenen ve öğrendiklerini uygulayan kişiler toplumda ve Allah (c.c.) katında
daha değerli olurlar. Bu yüzden ilim sahibi olmak için çeşitli kitaplar okur, okullara
gider ve eğitimler alırız. İlim öğrenme yolunda bizlere rehberlik eden kişiler ise
öğretmenlerimizdir. Onlardan öğrendiğimiz bilgilerle daha iyi insanlar olmak için çaba gösterir ve insanlık için faydalı şeyler üretebiliriz.

Yüce Allah bizleri akıl sahibi varlıklar olarak yaratmıştır. Aklımız ve duyu organlarımız sayesinde bilgi edinir ve bu bilgilerle insanlar için faydalı bireyler olmak için çalışırız. Bilgi çok önemli bir güçtür ve gelişmek için de gereklidir. Bu yüzden hayatımız için faydalı olabilecek bilgilere sahip olmak bizim öncelikli amaçlarımız arasındadır.

İlim öğrenen ve öğrendiklerini uygulayan kişiler toplumda ve Allah (c.c.) katında
daha değerli olurlar. Bu yüzden ilim sahibi olmak için çeşitli kitaplar okur, okullara
gider ve eğitimler alırız. İlim öğrenme yolunda bizlere rehberlik eden kişiler ise
öğretmenlerimizdir. Onlardan öğrendiğimiz bilgilerle daha iyi insanlar olmak için çaba gösterir ve insanlık için faydalı şeyler üretebiliriz.

İslam dini öğrenmeye ve öğretmeye çok önem vermiştir. Yüce Allah ayetlerinde
bilmenin ve düşünmenin önemini çokça vurgulamıştır. Hz. Peygamber de öğrenmek
ve öğretmeyi en kıymetli şeyler olarak görmüş, kendisinin de bir öğretmen olduğunu söyleyerek şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, ben de sadece bir öğretici
olarak gönderildim.” Hz. Peygamber “İlim ancak öğrenmekle elde edilir.” buyurmuştur. Bize bilgiyi öğretecek olanlar öğretmenlerimizdir. Bilginin öneminin farkında olmalıyız. Bize bilgiyi veren öğretmenlerimize büyük bir saygıyla yaklaşmalı, onların değerini bilmeliyiz. Öğretmenlerimizin geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunu unutmamalı ve
onları üzecek davranışlardan kaçınmalıyız.

Bu uçsuz bucaksız feza boşluğunda bulunan bütün varlıklar, özellikle de üzerinde yaşadığımız, suyunu içtiğimiz, havasını teneffüs ettiğimiz, güneşinde ısındığımız, toprağından gıdalandığımız, velhasıl doğa-tabiat dediğimiz canlısıyla-cansızıyla, taşıyla-toprağıyla, yani mevcudat bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen ne varsa hepsi ama hepsi sırf insanlar için yaratılmıştır.

Çünkü insan kainatın en kutsal, en onurlu varlığıdır. Yüce Allah bu varlığı insanın emrine sunarken, birçok sorumlulukları da insana yüklemiştir. İnsan düşünen, akıl ve mantık sahibidir. Peki, insan kimin için yaratılmıştır? Dünyada geçici, ahirette ebedi mutluluğu elde etsin için insan da sırf ulu Allah cc. hazretleri için yaratılmıştır. Bu anlatılan gerçekler, akıl, mantık, düşünce, vicdan ve izan sahibi her sağlıklı düşünen insanların yakinen bildiği bir husustur. Ayrıca 1500 senedir bir harfi bile değişmeyen ve değiştirilemeyen ilahi kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de önemle vurgulanmış, insanın sorumlulukları tek tek sayılmış, Hz. Muhammed SAV. efendimizin de ilahi denetime tabi söz, fiil ve takrirleri ile de insanların ıttılaına sunulmuştur ve bu kainat insanlara onların vicdanlarına emanet edilmiştir.

Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lutuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır. Câsiye Suresi – 13

Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. Ahzâb Suresi – 72

O size istediğiniz her şeyi verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Şu bir gerçek ki insanoğlu çok zalim, çok nankördür! İbrâhîm Suresi – 34

Zumer Suresinin 31 ve 32. ayetlerinde, Yüce Allah Hz. Muhammed SAV.e hitaben; “Ya Muhammed SAV. Sen de öleceksin, onlar da ölecek. Dünya geçici bir hayattır. Ebedi olan ahirettir. Allah’ın huzurunda mutlaka toplanıp amellerinizin hesabını vereceksiniz. Ayrıca Ulu Allah dünya nimetlerinin iyi kazanılması ve nimetlerden en ileri seviyede yararlanılmasını isteyecek.

Kasas Suresi 77. ayetinde; “Allah’ın size verdiği bunca nimetlerle sadece dünya değil ebedi olan ahiret yurdu için de hazırlık yapın. Allah sizlere nasıl meccanen bedava bu nimetleri vermişse, siz de insanlarla bunları paylaşın. Yani, infak edin. Hayır yollarına harcayın ve bunların hepsi de ulu Allah’ın varlığı, birliği, eşi ve benzerinin olmadığı mülkün gerçek sahibinin ancak Allah cc. olduğu anlamına gelen iman, itikat, ibadet ve ahlak demek olan, yani kainat insan için insan da Allah için yaratılmış olduğu esasıdır.

Kur’an’ın birçok ayetinde, önce iman, itikat, inanç, sonra ibadet emredilmiştir.

Tin Suresinde; “İnsanı en güzel surette yarattım. (Onu kendim için yarattım)”

“Ben, insanlar ve cinleri sırf beni tanısınlar ve bana iman etsinler, ibadet etsinler için yarattım. Sizden Allah rızık istemiyor. Sadece kendisine iman etmenizi ve ona ibadet etmenizi emrediyor” buyurmuştur. (Zariyat Suresi 55-56-57. ayet)

Bütün bu açıklamalardan sonra esas mesele; İnsanın sorumluluklarının bilincinde olarak yaşamaları, ilahi kanunlara zıt hareketlerde bulunmamaları, tabiatın yaratılış gayesinde kullanılması, fiziki kanunları bozmamaları, nimetlerin kadir ve kıymetini bilerek kullanmaları, doğanın emanetinin bütün insanlara müşterek verildiği ve bunun bilinci ile kullanılması emredilmiştir. Bu hususta karşımıza çıan en önemli sorun; kainatın aslını esasını bozmadan doğaya saygılı bir yaşam tarzı uygulanmalıdır. Bugün bütün fiziki, ruhi ve manevi sıkıntıların ana kaynağı, virüslerin, ebolaların, kenelerin, bela ve musibetlerin temelinde işte bu hususlar yatmaktadır. Küresel ısınma, iklimin bozulması, havanın, suyun, toprağın, yani çevrenin hızla kirletilmesi doğa dengelerini bozmakta, yağmurlar sel gibi yağmakta, sıcaklar cehennem sıcağı gibi etkiemekte, hava, rüzgar, fırtına, afet şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Terazinin dengesi bozulursa doğru ölçüden, hak ve adaletten eser alır mı? Hayır. İşte doğa kendisine yapılan bu ihanetlerin intikamını koronavirüs, ebola, kene vs. gibi sel, yel, aşırı sıcakların yıkımı ile almaktadır. Ama milletler, ülkeler, devletler hala uykuda, gaflette, bütün bunlara rağmen herkes hırs ve tamah ile dünyayı yutmanın peşindedir. Ama dünya kurulalıdan beri dünyayı kimse yutamamış ama dünya kendisini yutmak isteyenleri değirmen taşının buğdayı un ettiği gibi bu insanları öğütmüş ve yutmuştur.

 İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor. Rûm Suresi – 41 

İnsanların yanılgıya düştükleri bir önemli husus daha vardır. O da şudur; İnsanların çoğu şu yanlışa düşüyorlar: Allah bizi günahlarımızdan dolayı cezalandırmak için bu belaları bizim başımıza musallat ediyor, derler ama bu anlayış ve inanış doğru değildir. Çünkü, elbette ki ulu Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile yere düşmez. Ama sonsuz, uçsuz, bucaksız rahmet sahibi olan ulu yaratan aciz olarak yarattığı kuluna niye bela versin. İnsanlar kendi belalarını kendileri bulurlar. Ne diyor büyüklerimiz; Kula bela gelmez hak yazmayınca, Allah bela yazmaz, kul azmayınca.

 Allah kiminize kiminizden daha fazla rızık verdi. Ama kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilerle paylaşıp da onları bu hususta kendileriyle eşit hale getirmeye yanaşmıyorlar. Peki onlar Allah’ın nimetini inkâr etmiş olmuyorlar mı? Nahl Suresi – 71

Fikrettin ÇIPLAK

Musibetler Karşısında Müminin Tavrı

Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir gün, çocuğunun kabri başında feryat eden bir kadına rastladı. Acılı anneye, “Allah’a isyan etmekten sakın ve sabret!” diyerek nasihatte bulundu. Üzüntüsünden Allah Resûlü’nü tanıyamayan kadın, “Bana karışma! Benim başıma gelen senin başına gelmedi ki!” deyiverdi. Bir müddet sonra kendisine nasihat edenin Resûl-i Ekrem olduğunu anlayınca Peygamberimizin huzuruna gelerek özrünü beyan etti. Bunun üzerine Rahmet Elçisi (s.a.s), şu özlü tavsiyede bulundu: إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولَى “Gerçek sabır, musibetin geldiği ilk anda gösterilen sabırdır.”

Hayatın akışı içerisinde her birimizin yaşadığı zorluklar, çile ve kederler, maddi ve manevi sıkıntılar olması mukadderdir. Çünkü bu dünya, adı üstünde, “imtihan dünyası”dır. Başa çıkmak için uğraştığımız imtihanlardan çok daha fazlasını Resûlullah (s.a.s) yaşamıştır. O, daha doğmadan babasını, henüz altı yaşındayken annesini kaybetmiş, yetim ve öksüz olarak büyümüştür. Can yoldaşı eşini ve altı çocuğunu kendi elleriyle toprağa vermiştir. Mekke’de bir avuç müminle birlikte müşriklerin amansız baskı ve işkencelerine, kısıtlama ve dışlamalarına maruz kalmıştır. Bütün bu sıkıntı ve musibetlere rağmen, Peygamber Efendimiz asla ümidini ve inancını kaybetmemiş, daima Rabbine sığınmış ve O’ndan yardım istemiştir. Şiddetten değil, merhametten yana tavır almış ve hiçbir zaman Allah’ın razı olmayacağı çözümlere tevessül etmemiştir.

Elbette hiçbirimiz zorluklarla karşılaşmayı arzu etmeyiz. Ancak müminler olarak biliriz ki, hayatın güzel anları kadar, sıkıntılı zamanları da dünya imtihanımızın birer parçasıdır. Cenab-ı Hak, insanı bazen elindekileri alarak bazen de fazlasıyla nimet vererek imtihan eder. Bu yüzden, musibet karşısında isyan etmek, kırıp dökmek ya da kötü söz söylemek yerine öncelikle sabırlı ve metanetli olmaya gayret gösteririz. Sağduyu ve akl-ı selim ile hareket ederiz. Sıkıntıyı aşmak için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getiririz. Bizler, her musibetten dünyamıza ve ahiretimize yönelik dersler çıkartırız. Benzer sıkıntılara maruz kalmamak için hata ve ihmallerimizi gözden geçiririz. İlim sahibi, tecrübeli insanlardan yardım alır, ondan sonra da Rabbimize tevekkül ederiz.

Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Müminin hali ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde sabreder; bu da onun için hayır olur.” Müslim, Zühd, 64.

O halde, iyi günde olduğu kadar, kötü günde de hayata tutunmak ve Rabbimizle aramızdaki bağdan güç almak, imanın güzelliğindendir. Bunalmış bir insanın, çaresizliğini şiddete dönüştürmesi, kadın ve çocuklardan öfkesini çıkarması ise zulümdür. Hiçbir sıkıntı, anlaşmazlık ya da bunalım, kadına şiddeti reva gören bir zihniyetin mazereti olamaz. Çünkü şiddet, kul hakkı çiğnemektir; acı ve nefret tohumlarıyla aileyi zehirlemektir. Hâlbuki mümin, elinden ve dilinden merhamet yayılan, çevresine güven ve huzur aşılayan kimsedir. Zorluklar karşısında kişinin kendisine ya da ailesine zarar vermesi asla çözüm değildir. Dinimiz, ne kendinin ne de başkasının ıstırabını dindirmek amacıyla bile olsa Allah’ın emaneti olan canına kıymaya kesinlikle izin vermez. Çünkü dert varsa, dertlere derman olan Allah vardır. “O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!”[Enfâl, 8/40] Sıkıntı varsa, sıkıntılara elbirliği ile çözüm bulacak dostlar, komşular, akrabalar vardır. “Müminler ancak kardeştir!” [Hucurât, 49/10]

Acılarımızı isyana ve zulme dönüştürmeyelim. Yaşadığımız zorluklar karşısındaki metanetli tavrımızın, Allah katında nice kolaylığın müjdecisi olacağını unutmayalım. Bizler bu dünyaya, inanmak ve iyi işler yapmak için geldik. Peygamberimizin umut ve teselli vadeden şu hadisini hatırlayalım: “Vücuduna batan bir diken bile olsa, başına gelen her türlü musibet karşısında Müslüman’ın günahları affolunur.” [Buhârî, Merdâ, 1]Rabbimizin yardımından ve rahmetinden ümidimizi kesmeyelim. Resûl-i Ekrem (s.a.s)’in duasıyla Yüce Rabbimize niyaz edelim: “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Allah’ım! Başıma gelen musibetin mükâfatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.” [Müslim, Cenâiz, 4]

Diyanet İşleri Başkanlığı

Allâhû Teâla (cc) tarafından vahiy yolu ile indirilen, peygamberler tarafından tebliğ edilen, insanların dünyada ve ahirette kurtuluşuna vesile olan itikadi ve ameli nizama İslâm adı verilmiştir. Allah’a (cc) teslimiyeti ifade eden İslâm kelimesi, (S-L-M) fiilinin if’al babından mâsdarıdır. Kur’an-ı Kerim’de ikisi Mekkî, altısı Medenî döneme ait olmak üzere sekiz ayet-i kerime’de geçmektedir. İf’al babından diğer türevleriyle beraber yetmiş beş ayette yer almıştır. İslâm, mükellefin Allah’a (cc) teslim olması, sadece O’na ibadet etmesi ve O’nun tekliflerine gönülden boyun eğmesidir. Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.v): “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a (cc) yemin olsun ki, arzusunu İslâm’a tabi kılmayan kimse iman etmiş olmaz” buyurduğu ve teslimiyetin belirleyici unsurunu haber verdiği malûmdur. İslâm’a teslim olmak, aynı zamanda barışın ve esenliğin yayılmasını savunmaktır. Çare Allah’a Kaçmak mı, Allah’tan Kaçmak mı?

Günümüzde insanlığın belini büken ızdıraplar, sıkıntılar ve bunalımlar içinde kıvrandıran, perişan eden dertler vardır. Bu dertlerin öncelikle teşhis edilmesi, sonra da tedavisine başlanması hem şart hem çok acildir. Bu şuursuzluk, nemelazımcılık, bu acıklı hal ve korkunç durum; her şeyden önce derdin teşhisini iyi koyacak ve muhatabın durumuna ve anlayış seviyesine göre hareket edecek; yani, işin erbabı ve sahasının uzmanı olan kimseler ve aynı zamanda bu hususlarda tecrübeli ve deneyimli şahsiyetler istemektedir. Bu işi sahiplenecek kimseler iyi bilmelidirler ki, onlar sürekli olarak rahmet ve hürmetle hatırlanacak ve hiçbir zaman unutulmayacaklardır.

Bizim önceleri sahip olup da sonraları kaybettiğimiz bir kısım değerlerimiz vardır. Bu kaybediş, bizlere çok pahalıya mal olmuştur. Kaybettiğimiz ve bir an önce kendimizde ve neslimizde diriltmemiz gereken hususların başında aşk ve heyecan, azim ve hamle ruhu gelmektedir. Bu ruh; imanı, aşkı, heyecanı, azmi ve hareketi beraber görme ruhudur. Bu ruh; imanı, aşkı, heyecanı, azmi ve hareketi beraber görme ruhudur. Barış, bir akd, bir sözleşme olduğu gibi aynı zamanda eylemler ve davranışlar bütünüdür; yani barış sadece söz ile olmaz ve sağlanamaz. İnsanlar ilk sözleşmeyi yüce Rabbimizle yapmışlardır: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına insanlar: “Evet, biz buna şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin!” diye cevap vermişlerdir. Araf suresi 172

Bu açıdan İslam, Müslüman bireyde ve Müslüman toplumda bir barış kültürü oluşturmuştur. Allah bütün insanlığı barışa davet etmektedir:
Ey iman edenler! Hepiniz barış ve selamete girin de şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin aranızı açan belli bir düşmandır. Bakara Suresi 208

Allah’ın insanları silme/barışa daveti, İslam’a davetidir; İslam’a daveti, barışa davetidir. Çünkü İslam, hem bir din hem de bir “Dünya Görüşü” olarak barış ismini taşır. Bilindiği gibi İslam ismi ve Kur’an’ın kavramı barış (silm), sulh, sükûnet, huzur, esenlik anlamları olan S-L-M kökünden gelir. Her Müslümanın birbirine söylediği “Selâm” sözü de aynı köktendir. Yüce Rabb’imizin bir ismi de “es-Selâm”dır. Haşr Suresi 23

Cennetin isimlerinden biri de “Darü’s-Selâm”dır, selâm (mutluluk, barış) yurdu demektir.[ En’ am, 6/127]. “Allah kullarını Darü’s-Selâm’a (selam yurduna, cennete) çağırır.” [Yunus, 10/25] Peygamber (s.a.v.) namazından çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve “Allahümme entes-selâmü ve minkes-selâm tebârakte yâzel-celâli vel-ikram: Allah’ım selam sensin; selamet de ancak sendendir. Mübareksin; Ey celâl ve ikram sahibi!” derdi.

Karşılaştığı kişiyi “Selâm” (Es-selâmü aleyküm) kelimesiyle selamlayan insan, karşısındakine “İşim, tavrım, davranışım selamdan ve barıştan ibarettir. Selametin ve barışın dışında bir hedefim, isteğim ve iradem yoktur.” mesajını vermektedir. İslam, sadece ismiyle değil, akidesiyle, ibadet ve taatlarıyla, emir ve yasaklarıyla, helal ve haramlarıyla kısacası bütün öğretisiyle, düsturuyla barış dini demektir. Aynı zamanda “Müslüman” demek, kendi kendisiyle barışık ve barışta olan, hem kendisi hem de başkası için barış, esenlik dileyen kimse demektir.

Hayat Kavgadan mı İbaret?

Maddeci dünya görüşlerine göre ise, hayat sınıflar yahut bireyler arasında sürüp giden bir çatışmadır. Böyle bir hayat felsefesi, hırsları, menfaat duygusunu körükler. Güç firavunlaşır, hak kuvvetle tanımlanır. İnsanlığın mutluluk yolunda tek ümidi olan sevgi ve merhamet sadece lafta kalan süslü söylemlerden öteye geçemez. Vicdanlar etkisizleşir. Düşmanlık duyguları boy atmak için böyle ortamları arar. Zaten insanın hem cinsine karşı düşmanca davranma eğilimi onun mayasında vardır. Bu eğilim, insan soyu henüz ikinci kuşaktayken Kabil’in Habil’i öldürmesi ile [Maide, 5/27] ortaya çıkmıştır.

Günümüz insanı da kendisiyle barışık olmadığı için diğer varlıklarla da barışık değildir. İnsanın mutluluğunu ortadan kaldıran bu kendi kendisiyle barışık olmama durumunun temelinde de “Allah’la barışık” olmaması yatmaktadır. Hâlbuki Ataullah İskenderi’nin dediği gibi: “Başlangıcı Allah ile olanın sonu da Allah’a kavuşmak olur.”İnsanın kendi kendisiyle barışık olmama durumunun temelinde adaletsizlik vardır. Kendi kendisiyle ilişkisinde âdil olmayan insanın bir müddet sonra çelişkiler yumağına dönüşmesi sürpriz olmayacağı gibi, bu yolla vicdanını da sürekli yaralayan bir kimsenin mutluluğun asgari koşullarına dahi sahip olması düşünülemez. Kendi içindeki çelişkileri izale edemeyen ve vicdanıyla gerekli barışı sağlayamayan bir insanın toplumsal düzlemde âdil ve barışçıl davranışlar sergilemesi beklenemez.

Çağdaş insanın sıklıkla karşı karşıya kaldığı bencil ve iki yüzlü tutumların doğurduğu bireysel ve toplumsal hastalıkların temelinde bireyin öncelikle kendisini niyet ve vicdan açısından yeterince gözden geçirmemesi yatmaktadır. Oysa kişinin kendi kendisiyle barışının ve nihayet mutluluğunun temelinde ona adaleti emreden vicdanıyla barışık olması yatar. Ne yazık ki çağdaş insanının içine düştüğü psikolojik bunalım ortamı onu bir yandan vicdanın sesini duyamayacak bir hale getirirken, diğer yandan bu haliyle yaşamını sürdürebilmek için kendi kendisini kandırmayı kendisi için bir yaşama sanatı haline getirmiştir. Evet; kendi kendini kandırıyor, pek çok insan… Olduğu gibi de, göründüğü gibi de olamıyor. Günümüz insanının çoğu, hayatı kavgadan ibaret görüyor… Ya değilse bu savaşlar neyin nesi?

Çare Nedir?

Varlık içinde yokluk çekiyoruz. Dünyanın en fazla sosyal sermayesi olan insanları Müslümanlardır. Evinin altındaki hazineden haberi olmayıp, zül ve züğürt yaşayanlara benziyoruz. Kendi değerlerimizi, imkanlarımızı iyi bilmeli ve değerlendirmeliyiz. Mutluluğu İslam’ın dışında arayanlar, doğruyu yanlış yer ve zeminde arıyorlar demektir.

Hz. Mevlânâ; “Körler pazarında ayna satma, sağırlar diyarında nâra atma!” diyor. Doğru teşhis, doğru reçete, doğru tedavi ancak hastalığı tedavi eder.

İyi insan yetiştirmede yapılacak eğitim-öğretimin üç boyutu vardır.

Bilgilendirmek

Yönlendirmek

Uygulamak

Mükemmel değil, iyi insan yetiştirmeyi hedefleyin.

Uygulamak

Bilgilendirmek: Eğitim ve öğretimde yapılacak ilk iş, kişiye, önce Yaratanını, inanç esaslarını, maddî ve manevî değerlerini tanıtmak olmalıdır. Çünkü Yaratanını tanımayan ve O’nunla barış içinde olmayan, hem kendisiyle hem de başkalarıyla kavgalı olur, barışamaz.

Yönlendirmek: Eğitim sadece bir kültür ve bilgi kazanma vasıtası değildir. Edinilen bilgilerle kişilerin yönlendirilmesi, diğer bir ifadeyle ilim verilirken ilim öncülüğünde yön ve hedef tayini yapılması gerekmektedir.

Uygulamak: Yön ve hedefi olmayan bilgiler fayda vermediği gibi, uygulanmayan bilgilerden de istenilen sonuçlar alınamaz

Bilgilerimizi uygulamada niyet, usûl, zaman, mekan ve devamlılık çok önemlidir. Verilen bilgilerin ve yapılan yönlendirmelerin bu çerçeve içerisinde uygulanmasını sağlayacak bir tarzda eğitim ve öğretim yapılmalıdır. Mesela silah kullanmasını öğretir de nerede, ne zaman, nasıl ve kimlere karşı kullanılacağı hususunda gerekli eğitimi vermezseniz, silah bir zulüm makinesi olur.

Hz. Ömer (r.a): “Nasihatçileri olmayan ve nasihatçileri sevmeyen bir millette hayır yoktur” buyurmuştur. Aşkla, heyecanla, azimle ve ciddi bir hamle ruhuyla irşad, tebliğ, hizmet ve Hakkın hakimiyeti, yaşanması, yaşatılması ve yayılması gayretine girişilmelidir. Çünkü bir insanın kıymeti, himmeti nispetindedir. “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”

İnsan ancak gayret ve faaliyeti ölçüsünde olgunlaşabilir, ideal ufuklara doğru yol alabilir. Hizmet, insanı kâmilleştirir, mükemmelleştirir. İnsanın ne olduğu, neye ilgi duyduğuyla ölçülür. Allah davasına ilgi duyan da Allah adamı olur.

Kafa, kalp imanla dolmayınca, eşya, eğlence ve ideoloji ile dolmaktadır ki, bu da zihinsel kirliliği artırmakta, o da yorgun ve mutsuz insanları çoğaltmaktadır. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çevreyi kirletenlerin önce zihinleri kirlenmiştir.

Zihinleri kirlenen insanlar her yeri, her şeyi kirletebilmektedirler. Öyleyse imanın aydınlığında bir hayat için tüm insanlığı İslam ile buluşturmak gayreti içinde olunmalıdır. Zira çaresiz değiliz, çare biziz. Eşyanın, makamın, servetin, şöhretin kulu olanları “Allah’a kulluk şerefine” eriştirmek için her türlü imkanı kullanarak yoğun çalışmalar yapılmalıdır. “Her doğan çocuk, İslam fıtratı üzerine doğar.” [Münâvi, Feyzu’l- Kadir, 5/33] Bu fıtrat İslamî eğitimle büyütülürse kulluk yönü ağır basar. Yoksa çocuğun fıtratı bozulur, şeytani ve nefsanî yönü ağır basar. Kirli akan bir derenin veya kanalizasyonun içindekileri kirletmesi gibi bir zaman sonra haramlar, günahlar da kalbi tertemiz olan çocukların fıtratlarını bozar. Onun için nesillerimizin günah ve haram bombardımanlarına karşı korunmaları, donanımlı hale getirilmeleri, her nereye giderlerse gitsinler iyi insanlarla, hayır müesseseleriyle karşılaşmaları sağlanmalıdır. Unutmayalım: Şikayet, sızlanma ve nazlanma acizlerin işidir. Bizim şikayet etme değil, çözüm bulma, çare olma, çare sunma sorumluluğumuz vardır. Mevcut dinamiklerimizi, sosyal sermayemizi harekete geçirebilsek; pek çok meselenin hallolduğunu, karanlıkların aydınlandığını göreceğiz. Allah’tan kaçarak değil, Allah’a koşarak kurtulabiliriz. “O halde hepiniz Allah’a kaçın. [Zâriyât Suresi 50]

Halil ATALAY

Fikir ve gönül adamı allame Muhammed İkbal son derece veciz ve yalın bir şekilde ancak ciltlerle ifade edilebilecek bir tesbitte bulunuyor: “Aklın ölümü fikirsizlik, kalbin ölümü zikirsizliktir.” Herhangi bir alet bile belli bir süre kullanılmazsa devre dışı kalır. Atalarımız “işleyen demir ışıldar” demişler.

İnsan, aklı ve kalbiyle insandır. Hayvanlardan ayrıldığı nokta da burasıdır. Aklını ve kalbini kullanmayan insan Kur’an tabiriyle hayvanlardan daha aşağıdır. “Kalpleri vardır, gerçeği kavramazlar, gözleri vardır, doğruyu görmezler, kulakları vardır hakikati işitmezler. İşte onlar hayvan gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte asıl gafil onlardır.” (A’raf, 179) Hayvanların tek gayeleri yemek-içmek ve üremedir. Başkaca bir hedefi olmayan insanlar da hayvanlardan farksızdır. “İnkar edenler geçici zevklerin peşine takılarak hayvan gibi yeyip içerler. Onların varacakları yer cehennemdir.” (Muhammed, 12)

AKIL NİMETİ VE İMTİHANI

İnsan başta kendini, varlıkları ve olayları fark eden, anlamlandıran, olayların arka planını gören, sebep ve sonuç ilişkilerini değerlendiren varlıktır. Allah’ın muhteşem eseri olan bu alemin güzelliklerini farketmek ve sahibine şükretmek insanın öncelikli görevidir. Seyircisi ve yorumcusu olmayan bir sanat galerisinin anlamı da olmaz. Akıl ve duyu organlarıyla donatılmış insanoğlunun bu organları yaradılış gayesine uygun olarak kullanmaması haksızlıktır. Mevla bizden eserlerini görmemizi istiyor “De ki: Göklerde ve yerde ne varsa bir bakın” (Yunus, 101) Kur’an-ı Kerimin pek çok yerinde “Hiç akıl etmez misiniz?” “Hiç düşünmez misiniz?” “Hiç görmez misiniz?” şeklinde sitemler vardır. “Allah aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder.” (Yunus, 100)

Aklı sırf desise için ve şeytani tarzda çalıştırmak; sadece teknoloji alanında alet edavat yapımında ve kullanımında işletmek asıl maksat olamaz. Aklı diri tutmaktan maksat; hayat, eşya ve olayları anlamdırmaya yönelik derin tefekkür ve felsefi boyutta onu daima işler halde tutmaktır. İnsanın kendini tanıması, insani bir çerçeve içinde yaşaması ancak bu manadan diri bir akılla mümkündür. Felsefi ve metafizik boyutta tefekkür zor ve sancılıdır. Fakat insani mertebeye ancak bu derin tefekkürle ulaşılabilir. Bu zorluğu göze alamayan günümüz insanı kendini daha ziyade oyun-eğlence, alkol ve uyuşturucuya vererek aklı ve tefekkürü öldürmektedir. Gerçek manada Mütefekkiri ve Filozofu olmayan bir dönem yaşıyoruz

Asıl fazîlet muhtacın elinden tutabilmektir. Peki yardıma muhtaç insanları nasıl bulabiliriz?

Hz. Mevlânâ şöyle nasihat eder: “Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, tam bir kalp huzûru, tevâzû ve kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara, bul!” İşte asıl fazîlet, böyle muhtâcın elinden tutabilmektir. Yani istemekten hayâ ettiği için hâlini gizleyen takvâ sahibi muhtâcı arayıp bulmak ve onları sîmâlarından tanımayı kalbimizin bir hassâsiyeti hâline getirmek, Rabbimizin bir emridir. Şüphesiz ki bu hassâsiyeti kazanabilmek, malın helâlliği ve gönüllerdeki ihlâs nisbetinde mümkündür.

Osman Nûri Topbaş,

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.”

Zenginlik deyince, bizim aklımıza mal, mülk ve servet sahibi olmak gelir. Bu, zenginliğin maddî ve görünen yönüdür. Ama asıl zenginlik bunlardan mı ibarettir? İşin bir başka yönü daha yok mudur? Diğer bir ifade ile zenginlik, kasa – kese ile başlayıp orada biten bir mesele midir? Hadisimiz işte bu suallere gayet açık bir cevap vermektedir. Övgüye ve “zenginlik” demeye lâyık, Allah katında makbul ve âhirette faydası görülebilecek olan zenginlik, mal çokluğundan ibaret olan zenginlik değildir. Asıl zenginlik, – malın çokluğuna veya yokluğuna bakılmaksızın- gönül tokluğu, kalp zenginliğidir. Kiminin hem malı çoktur hem gönlü toktur. Ama kiminin de malı çoktur fakat gözü açtır, sınırsız bir mal hırsı içindedir. Nereden ve nasıl olursa olsun kazanmak ve mal sahibi olmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Böylesi kimseler mal zengini olsalar da gönül fakiri, hırs mahkûmudurlar. Kimilerinin de malı yoktur ama, gönlü toktur. Kimsenin malında mülkünde gözü yoktur. Eline geçenle geçinir. Daha fazla kazanmaya çalışır ama, asla rızasızlık, şükürsüzlük etmez, başkalarının kazancına hased çekmez, göz dikmez.

Bütün bunlardan dolayıdır ki, hadisimiz gerçek zenginliğin, mal zenginliğinden çok duygu zenginliği olduğunu ortaya koymuş, gözü ve gönlü aç olanın fakirliğinin, aslında, mal çokluğu ile telâfi edilemez bir açlık olduğuna dikkat çekmiştir. Gönül tokluğu, Allah’ın kendisi için verdiği rızka râzı olma temeline dayanır. Bu da en büyük zenginlik ve izzettir. Çünkü bunun sonucu Allah’ın taksimine ve emirlerine teslim olmaktır. Allah’ın takdirinin kendisi için daha hayırlı olduğunu kabullenmektir. Bu sebeple gönlü tok olan insan, Allah’tan başka kimseden bir şey istemez, kimseye el açmaz. Tam hürriyet ve şeref işte budur.

Elde ettiğiyle yetinmemek ise, neye sahip olursa olsun, insanı sınırsız bir hırsa, sonu gelmez bir tatminsizliğe sürükler. Gönül tokluğu insanı, vakitlerini güzellikler ve mükemmellikler peşinde harcamaya sevk eder. Bitip tükenmeyen bu üstünlükler, yok olmaya mahkûm maddî zenginliklerden elbette insan için daha faydalı ve gereklidir. İlim tahsili ve nefsin kemâli yönünde gösterilen gayretler, gerçek zenginliğe kavuşma çabasıdır. Çünkü mal, kısa sürede zeval bulur ama ilim bitmek-tükenmek bilmeyen bir hazinedir.

Öte yandan hırs ve tatminsizliğin neticesi, ferd ve toplum plânında sömürgeciliktir. Gönül tokluğu ise, duygu ve uygulama olarak kendi kendine yetmek, kimsenin hakkına tecavüz etmemek demektir. Maddî beklentilerin esiri olmamak için gönül tokluğu gereklidir. Bu arada şuna da işaret edelim ki kanaat, “bir lokma bir hırka” şeklinde anlatılamaz. Zira kanaat, ele geçen ile geçinmektir, yetinmek değil.. Daha fazla kazanmak ve üretmek için gayret göstermek kanaata aykırı değildir. Ancak sınırsız bir kazanma hırsı içinde olmamak gerekir. Bu hususu, İslâm büyükleri “Dünya elimizde olmalı ama gönlümüze girmemeli” diye ifade etmişlerdir. Herhalde gerçek zenginlik işte budur. Çünkü gönlü tok kimse, elindekileri harcamasını bilir. Gözü aç ya da aşırı derecede cimri olan ise, kimseye bir şey vermez kendisi de yeterince istifade etmez, edemez. Böyle birinin zenginliğine de asla zenginlik denilmez.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Asıl zenginlik göz ve gönül tokluğudur. Mal çokluğuna aldanmamak ona gerçek zenginlikmiş gibi bakmamak lâzımdır.
2. Kanaat, Allah’ın kendisi için takdir ettiğine râzı olmak ve ele geçenle geçinmektir.
3. Mal kazanma hırsı insanı sınır tanımazlığa götürür.
4. Gönlü tok olmayan ne kadar zengin olursa olsun fakirdir.
5. İlim ve olgunluk peşinde olmak, gerçek zenginlik için çalışmak demektir.

(Riyazü’s Salihin – İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan sakının! Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Haşr 18


Dünya hayatı, bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, takva ehli olanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız? Enam suresi 32

Ey iman edenler! Allah’a, Resul’üne ve Resul’üne indirdiği Kitap’a ve daha önce indirilmiş kitaplara iman edin. Kim, Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve Ahiret Günü’nü küfrederse; o, çok derin bir sapkınlığa düşmüştür. Nisa suresi 136

Hepimizin bildiği gibi, insanlar; yaratılıştan, inanma ihtiyacıyla doğarlar. İman her kalpte yönlendirilmeye hazır bir duygu olarak mevcuttur. Yaratılış gereği en ilkel insanda bile ortaya çıkar ve doğar doğmaz bir şeylere inanmak yönünde hareket eder. Allah’a binlerce şükürler olsun ki bizler iman ve kitapla tanışmış, Allah’ın varlığına ve birliğine iman eden bir toplumda dünyaya gelmişiz. İçinde bulunduğumuz bu şeref için ne kadar şükretsek azdır.

Yüce kitabımız Kuran; bahsimize konu olan iman hakkında ayrıntılı bilgi verir ve ‘inandım’ diyen müminleri bile yeniden imana davet eder.(2) Pek çok ayeti kerimede cenâb-ı Allah Müminlerden; imanlarının gereğini yapmalarını istemekte, ve bunun karşılığında inananlara cennet ve cemâlullah’ı müjde olarak teklif etmekte, inanmayanları ise yakın ve elim bir azapla uyarmaktadır.

İman yalnızca “bir cümle, bir ifade ya da ‘inandım’ demekle gerçekleşen bir hal değil, bilakis başlı başına bir hayat tarzıdır. ‘İnandım’ diyen insan, rabbinin karşısında, söz verip, senet imzalayan, ve bunu yerine getireceğine dair teminat veren tüccara benzer. Sözünü tutması karşılığında cenneti satın alacaktır. Sözünü tutmayan ve dediğini yapıp senedinin icabını yerine getirmeyenler ise Allah’ın kitabında münafık, yalancı ve müşrik olarak zikredilmektedir.

cuma

Dünya ahiretin tarlasıdır

Dünya ahiretin tarlasıdır. Ahiret tarlasını iman ile ekmeyenler, vakti gelince cennet biçemezler. Çünkü insanı, Allah katında şerefli kılan, onun imanı ve Allah’a olan sıkı bağlılığıdır. Kim ne yapmışsa onu mutlaka görecektir. İman ekip, imanıyla amel edenler bunun karşılığını elbette alacaklardır. Nifak ve fesat ekenler de bu yaptıklarının karşılığını hem dünyada hem de ahirette mutlaka göreceklerdir.

İmanın şartlarını gerektiği gibi yerine getiren bir insan, geçici dünya nimetleri karşısında imanından ve imanın prensiplerini yerine getirmekten kolayca vazgeçmez. Allah’a olan ahdini hatırlar. İnancının gereklerini yerine getirir. Bunu çevresine yansıtır. Eşi, çocukları, komşuları, akraba ve yakın çevresiyle iyi ilişkiler kurar. İnsanlara ve etrafındaki her şeye karşı, Allah’ın ‘mümin’ kullarına yakışır bir davranışla muamele eder. Yaptığı her işin ardından, “bu iş bir mümine yakışır mı?” diye sorulduğunda hiç rahatsızlık duymadan ve rahatlıkla “evet” diyebilecek bir şekilde yaşar. İçki, kumar, fuhuş, hırsızlık, yalan ve sahtecilikten uzak durur. Bu işlerin münâfıkların, fâsıkların ve şeytanın yolundan gidenlerin (Maide 90) işleri olduğunu bilir. Hakkıyla iman eden bir insan tüm fiillerinin eksiksiz olarak kaydedildiğini, bir gün önüne konulup hesaba çekileceğini aklından asla çıkarmaz. Hepsinden de önemlisi peygamberimizin buyurduğu gibi; “bir mümin, büyük günahları işlemekten ateşten korkar gibi korkar”. Gerçek iman da bunu gerektirir.

Hiç aklımızdan çıkarmayalım ki; dünyada başımıza gelen her sorun ve sıkıntı, sabır ve metanetle atlatmamız gereken bir imtihandan öte bir şey değildir. Ve yine hiç unutmayalım ki: dünyada peşinde koştuğumuz bütün nimet ve zenginlikler de geçici birer oyalanmadan ibarettir. Her şey fanidir. Bâki olan yalnızca celal ve kerem sahibi olan Allah’tır. Biz müslümanlar için Allah’a iman etmek ve O’nun rızasını kazanmak her şeyin üstündedir. Ve Allah katındaki derecemiz imanımızın sağlamlığı ve amellerimizin güzelliği oranındadır. Rabbim imanımızı sağlam kılsın amellerimizi ve ahlakımızı güzelleştirsin.

Onlar, kötü ve çirkin bir söz duydukları zaman, ondan yüz çevirirler. Ve: “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Selam üzerinize olsun. Bizim cahillerle işimiz olmaz.” derler. Kasas 55

Resul-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz de, boş ve gereksiz işleri terk edenleri kamil mümin olarak nitelendirdi. “Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi, ya hayır konuşsun ya da sussun…” buyurarak kelamımızın anlamlı ve hikmetli olmasını istedi.

“Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki boş ve faydasız şeylerden uzak dururlar. Onlar ki zekâtı verirler. Ve onlar ki iffetlerini korurlar... Mü’minûn, 1-5

 Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Faydasız söz ve lüzumsuz işleri terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.”

Yüce dinimiz İslam’ın en temel gayelerinden birisi, insanın hayatını anlamlı kılmaktır. Onun boş, anlamsız ve beyhude her türlü söz ve davranıştan uzak bir hayat yaşamasını sağlamaktır. Bu nedenledir ki, Kerim Kitabımızda kurtuluşa eren müminlerden şu şekilde söz edilmektedir: “Onlar, anlamsız bir söz işittiklerinde ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size olsun. Selam olsun size. Cahillik edenlerle işimiz yok’ derler.”

“Onlar, yalana şahitlik etmezler. Faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip giderler.” Furkân 72

İslam’ın özünden, yaratılış gayesinden uzaklaşıldığı içindir ki, günümüzde zihin ve gönüller kötü düşüncelere, diller hesabı verilemeyecek lüzumsuz ve beyhude sözlere esir oldu. Bedenler, faydasız işlerde heba edildi. Saygınlıklar, hayasızlıkla tarumar edildi. Ömür sermayeleri, hoyratça tüketildi.

Oysa Rabbimiz bizi vahiyle, peygamberle terbiye etti; akılla, idrakle ve sayılamayacak nice nimetlerle donattı. Bize yolumuzu ve yönümüzü gösterdi; varlığımız ve yaratılışımızın gayesini öğretti; merhamet, muhabbet ve adalet duygusu lütfetti. Yüce Rabbimiz, bütün bunlara karşılık bizi sorumlu kıldı. Dilimizden dökülen her bir sözün, elimizden sadır olan her bir işin mahkeme-i kübrada hesabının sorulacağını Kerim Kitabımızda defalarca hatırlattı.

Bilelim ki Allah’ın gazabına neden olan, kişinin kendisine ve çevresine zararı dokunan her iş ve söz haramdır. Dilimizden gelişigüzel, kuralsızca dökülen sözler, kaba ve çirkin ifadeler, yalan, iftira, gıybet, bunların her biri dinimizde yasaktır. İnsanların özel hallerini araştırmaya, insanlar arasında laf taşımaya, fitne ateşini körüklemeye yönelik her türlü kelam boş sözdür, günahtır. Her boş söz ise sadece dilin değil, insanın afetidir. Böylesi sözler, sahibinin şahsiyetini, onur ve haysiyetini zedelediği gibi buna muhatap olan şahsın da hem hakkını ihlaldir, hem de büyük bir vebaldir. Çünkü dilden dökülen her söz sorumluluk gerektirir. Her sözün bir ahlakının olması gerekir. Ahlakı olmayan her söz israftır, günahtır.

Boş ve gereksiz işler, insanın zihnini meşgul, gönlünü mahkum eder; çok değerli olan vaktini öldürür. Halbuki günümüz insanının en çok ihtiyaç duyduğu, çoğu kez yokluğundan yakındığı nimet, zamandır. Özellikle bugün, kitle iletişim araçlarının çeşitlenip çoğalması, teknolojik imkanların yaygınlaşması ile zamanı verimli ve anlamlı kullanma problemi daha çok hissedilir olmuştur. Üzülerek belirtmek gerekir ki, günümüzde nice ömürler, ekran karşısında anlamsızca tüketilmektedir. Nice hayatlar, nice umutlar, sanal dünyada yalanlar, sahtelikler üzerine inşa edilmektedir. Oysa vahiyle, peygamberle terbiye edilen, akılla desteklenen insan başıboş yaratılmamıştır.

Öyleyse geliniz, boş ve anlamsız her iş ve sözden, sorumluluk ve muhasebe bilinciyle uzak duralım. Hutbemizi Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in, anlam dolu şu duasıyla bitirelim: “…Allah’ım! Sana teslim olan bir kalp, doğru sözlü bir dil ve güzel bir ahlâk istiyorum. Günahlarımı bağışlamanı ve her türlü hayırdan bana lütfetmeni istiyorum. Bütün şerlerden de sana sığınıyorum…

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

Comments are closed.