YAKIN DA


Hataları bağışlamanın, affedici olmanın insan ilişkileri açısından önemi nedir? İslam’a göre affedici olmanın beş faydası.

Öyle insanlar görürüz ki birbirlerine küseli yıllar olmuş, maksadını aşan bir söz bir ömür sündürülmüştür. “O bana şöyle demişti” sözü küflenmiş vaziyette devamlı tekrarlanıp durmaktadır. Bu sebeple kardeş kardeşten uzak kalmış, âileler darmadağın olmuştur.
Hâlbuki “en iyi intikâm affetmektir” denilmiştir. Affetmek kişinin üzerindeki yükü atması demektir. Affeden insan surat asmanın yorgunluğundan, intikam fırsatı beklemenin gerginliğinden, insana göre tavır belirleme zahmetinden kurtulur. Zihni ve kalbi hafifler. Allah’ın kullarını sevindirir. Büyük bir iyilik yapmış olmanın huzur ve rahatlığıyla yaşar. Bu affı karşılığında âhirette alacağı sevabın ümidiyle heyecanlanır. Affede affede affa lâyık hâle gelir. Bunlar üzerinde düşündüğümüzde aslında ferdin ve toplumun huzurunun büyük oranda insanın “affedicilik” vasfını kazanmasına bağlı olduğunu görürüz. İnsanlar birbirlerini affettiklerinde çok büyük problemler daha doğmadan ölür, pek çok kötülüğün önüne baştan geçilmiş olur.

- Affedenleri Allah teâlâ sever. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” Âl-i İmrân 3/133
Mağfirete koşmanın insanları affetmekten geçtiğini görüyoruz. İnsanları affederek Allah’ın mağfiretini kazananlar hem müttakî hem de muhsin vasfını kazanıyorlar.
Buradan şunu da anlıyoruz ki insanın affedicilik vasfını kazanabilmesi, onun Allah’tan korkmasına bağlıdır. Ancak Allah’tan korkan ve rızasını kazanmak isteyen kimse fedakârlık yapabilir.
Diğer taraftan Allah’ı seven kimse O’nun sevdiği şeyleri de sever. Allah’ın affetmeyi ve affedenleri sevdiğini bilen insan kendini affedici olmaya zorlar. Başta bunu zorlanarak yapsa da sonra alışır ve bunu âdet hâline getirir.
Allah teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e, Uhud’da hata yapan ve yetmiş kişinin şehid olmasına sebep olan sahâbîleri affetmesini ve onlar için Allah’tan mağfiret dilemesini emretmesi ne büyük bir hâdisedir. Bunun üzerinde iyice düşünmek gerekir. Demek ki affedilmeyecek bir şey yoktur. Bu derece büyük hatalar bile affedilebilir ve onlar için mağfiret dilenebilir.
Affetmenin ihsan ve iyilik olduğu ve Allah’ın muhsinleri sevdiği muhtelif âyetlerde ifade edilmiştir. el-Mâide 5/13.

- Affetmek Allah’ın mağfiret ve rahmetine vesile olur.
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan da size düşman olanlar vardır, onlardan sakının. Ama affeder, hoşgörülü ve bağışlayıcı davranırsanız, şüphesiz Allah da çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir.” Tegâbün 64/14
Af ve mağfiret Allah’ın sıfatlarından olduğu için Allah kendi sıfatlarıyla vasıflanan kullarına daha iyisiyle karşılık vermekte, onlara mağfiretiyle birlikte rahmetiyle de muamele etmektedir.

- Affedenlerin ecri Allah’a âittir. Allah teâlâ şöyle buyurur:
“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” eş-Şûrâ 42/40
Kişi kendisine yapılan kötülüğe aynıyla karşılık verebilir. Bu onun hakkıdır ancak çok makbul bir şey değildir. Kötülüğü affetmek ise zordur. Zor olan şeylerin mükâfatı da büyük olur. Bu sebeple kötülüğü affedenlerin ecrini Allah teâlâ kendi üzerine almıştır. Bu da onların ecrinin çok büyük olacağını gösterir.
- Affetmek azmedilmeye değer bir iştir. Allah teâlâ “Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir” buyurur. [eş-Şûrâ 42/43]
- Allah Peygamberimize af yolunu tutmasını emretmiştir. [el-A‘râf 7/199] Kendisine zulmedeni affetmeyi, vermeyene vermeyi, gelmeyene gitmeyi öğretmiştir.
Allah’ın rahmeti o kadar nihayetsizdir ki kullarını kendisi affettiği gibi onların da birbirlerini affetmelerini istemekte ve buna ısrarla teşvik etmektedir. İnsanları affedelim, yükten kurtulup hafifleyelim ve susuzlara yetişen bahar yağmuru gibi olalım.
Dr. Murat Kaya
İslamiyet inancında affedici olmanın yeri nedir? Al-i İmran Suresi’nin ilgili ayetinden ve Kuranı Kerim içerisinde yer alan diğer ayetlerden anlaşılacağı üzere affedici olmak, güzel bir vasıftır. Bencillik, cimrilik, hırs ve kindarlık gibi kötü duygular; kişinin öfke, intikam ve kızgınlık hissetmesine neden olur. Bu gibi duygular kara birer leke gibi kalbi çevreler ve zamanla da manevi bir çöküşe dönüşür.

Kişinin affedici bir vasıfta olması aslında İslamiyet ahlakının esaslarından biridir. Bu şekilde davranmak her zaman kolay olmasa da, affedici olmanın kişiye sağladığı pek çok yarar bulunur. Hatta dinimizde affedici olmak, şifa bulmaya benzetilir. Kişinin affedici olmasının faziletleri nelerdir? Kişinin hem kendi yaptığı hem de başkaları tarafından yapılan hataları üstelemeyip, üstünü örtmesi; onun affedici olduğunun bir göstergesidir. Öfke hali nasıl olumsuzlukları beraberinde getiriyorsa, affedici olmak da faydalı şeyleri beraberinde getirir.

Kişinin affedici bir vasıfta olması aslında İslamiyet ahlakının esaslarından biridir. Bu şekilde davranmak her zaman kolay olmasa da, affedici olmanın kişiye sağladığı pek çok yarar bulunur. Hatta dinimizde affedici olmak, şifa bulmaya benzetilir. Kişinin affedici olmasının faziletleri nelerdir? Kişinin hem kendi yaptığı hem de başkaları tarafından yapılan hataları üstelemeyip, üstünü örtmesi; onun affedici olduğunun bir göstergesidir. Öfke hali nasıl olumsuzlukları beraberinde getiriyorsa, affedici olmak da faydalı şeyleri beraberinde getirir.

Tıp dünyasında yapılan birtakım araştırmalar, insan psikolojisi ve fiziksel sağlık arasında ciddi bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kapsamda kin tutmanın ve affedici olmaktan kaçınmanın bazı sonuçları; kalp ve damar hastalıkları, unutkanlık, hafıza kaybı ve diğer nörolojik bozukluklar şeklinde sıralanır.
Affetme kavramını benimsemeyen ve kin tutan bir kimsede fiziksel ve psikolojik bakımdan bazı bozukluklar görülür. Oysa affedici olmak sağlıklı bir ruh haline araçtır. Affetme erdemine sahip kişi, geçmişe takılı yaşamaz ve aldığı yaraları kendi içerisinde iyileştirmeyi bilir.
Zihinde oluşan negatif duygular, kişinin psikolojik baskı altında hissetmesine neden olur. Bu baskıyla birlikte kişinin tüm hayati sistemlerinde türlü olumsuzluklar ortaya çıkar. Kişi affedici olduğu takdirde de bu tarz problemler daha başlamadan son bulur.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed affedici olmakla alakalı ne buyururlar? Hata yapanı bağışlamak ve affedici olmak, İslamiyet inancında salih kimselerin taşıdığı bir vasıftır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed de konuyla alakalı bazı tavsiyelerde bulunur. Buna göre, kendisi bir hadisinde şöyle der: “Musa aleyhisselam, ‘Ya Rabbi, senin indinde en aziz kimdir?’ diye sordu. Allahü Teala da ‘İntikam almaya gücü yeterken affedendir’ buyurdu.” (Haraiti) İlgili hadisten de anlaşılacağı üzere affedici olmanın dinimizde yeri büyüktür. Konuyla alakalı türlü hadislere rastlamak ve Kuranı Kerim ayetlerine ulaşmak da mümkündür. Allahü Teala’nın hem bu dünyada hem de ahirette rızasına ve merhametine kavuşmanın tek yolu da affedici olmaktır

Affetme her zaman kolaylıkla gerçekleştirilebilen bir eylem değildir. Kişinin birini ya da bir olayı affedebilmesi için kendi iç dünyasında bir savaşa girmesi gerekir. Bu durum kişi mazlum taraftayken daha zor bir süreci kapsar. Yani haksız olan tarafı affetme oldukça zor bir olgudur. Dünya yaşamı aldatıcıdır ve herkes için türlü mücadelelerle geçer. Bu noktada, zalime karşı merhametli; haksıza karşı da bağışlayıcı olmak gerekir. Bu şekilde davrananlar dünya ve ahiret yaşamında saadete kavuşurlar. Zaten Kuranı Kerim ayetlerinde de bu durum açıkça belirtilir.


İnsanların birlikte yaşayabilmeleri için gereken en önemli şey sevgi, saygı ve merhamettir. Sevginin ve merhametin olmadığı yerde insanlar arasında kin ve nefret yaygınlaşır. Bu yüzden sevgi bizler için önemlidir. Yüce Allah bizlere iyilikle, sevgiyle ve birbirimize yardım ederek yaşamamızı öğütlemiştir. Sevgi; insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Sevgi insanı insan yapan en önemli değerdir. Sevgi sayesinde insanlar birbirlerine şefkat ve merhamet duyar, birbirlerinin iyiliğini ister ve kötülük yapmaktan kaçınırlar. Sevdiğimiz zaman insanlara zarar vermeyi düşünmez, onların ihtiyacı olan konularda yardımcı olmak isteriz. Arkadaşlarımızla iyi geçinir, sevinçlerimizi paylaşarak çoğaltmaya, üzüntülerimizi ise paylaşarak azaltmaya çalışırız. Sevginin olmadığı ortamlarda ise kötü davranışlar ortaya çıkar ve toplumun huzuru bozulur.
Severek yapılan her şey daha güzeldir. Severek yapılan iş hem zevkle yapılır hem de daha güzel sonuçlar verir. Sevmeden yapılan iş ise insana çok zor gelir. Okula severek giden öğrenci derslerinde daha başarılı olur. İşini severek yapan bir doktor hastalarına gülümser onlara yardımcı olmaktan mutluluk duyar. Böylece hastalar da kendilerini daha iyi hisseder. İşini severek yapan marangoz bir şeyler üretiyor olmaktan zevk alır. Böylece daha güzel ürünler ortaya çıkarabilir. Kısacası sevgi gibi bir nimet sayesinde yapılan bütün güzel işler insana mutluluk ve huzur verir.
Arkadaşlarımızla ve çevremizdeki insanlarla huzur içinde yaşayabilmemiz için sevginin yanında saygı da gereklidir. Saygı; bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranma, başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusudur. Birbirine saygı duymayan insanların bir arada yaşaması çok zordur. Çünkü bu kişiler karşılarındakileri sürekli kendi bakış açılarına ve zevklerine göre değerlendirirler. Oysaki kişilerin duygu, düşünce ve zevkleri farklıdır ve bu durum gayet doğaldır. Farklı düşünce ve davranışlar başkalarına zarar vermediği sürece zenginliktir. Herkes aynı oyunu sevmek veya aynı rengi beğenmek zorunda değildir. Bu nedenle sadece bizim tercihlerimizin ve beğendiklerimizin en güzel olduğunu düşünmemeliyiz. Farklılıkların aramızda huzursuzluk oluşturmasına ve bu yüzden aramızdaki sevginin azalmasına izin vermemeliyiz.

İnsanın mükerrem olduğu elimizdeki kitabımızın ilanıdır. Allah Teâlâ Âdem’i ve çocuklarını mükerrem yaratmıştır. İnsan saygındır. İmanına veya küfrüne bakılmadan sadece insan olduğu için saygın tutulması emredilmiştir. En ağır savaş şartlarında, en ağır cezalandırma durumlarında dahi bu ‘Âdem evladının saygın tutulması’ gerçeği yok kabul edilemez bir hakikattir.
İnsan, meskeninden giyimine kadar, en değerli organlarından biri olan gözünden kesip attığı tırnağına kadar bu saygın tutulma dairesi içindedir. Henüz sesi veremediği yerde yani anne rahminde iken, ses vermeye ve nefes almaya başlayacağı güne göre orada da saygın tutulur. Yolda yürüyen veya ana rahminde ayların geçmesini bekleyen biri olması aynıdır. Çünkü o, insandır. Bebek veya cenin ya da reşit bir insan; kural aynı kalmaktadır. İnsan mükerremdir. Her insan kendisini mükerrem bilmeye ve diğer insanlara karşı ‘mükerreme layık bir tutum’ içinde olmaya mecburdur. Âdem’in evladı olmak, kendi hemcinsleri arasında bir tarağın dişleri gibi bulunmak sonucunu getirmektedir.
Hayatın herhangi bir alanında insan olarak bulunduğumuz her zaman diliminde bizi kuşatan kural budur. Helal ve temiz yiyip içmekle mükellef olmamız bu insanlık sınırlarının zorunlu ettiği hakikattir. İnsan ve hayvan arasındaki fark yediği ve içtiğinde de açık gözle izlenebilir bir fark olmalıdır. Giyim böyledir. Oturup kalkma olarak özetlenebilecek sosyal ilişkilerdeki insan onuru taşımanın farkı da gözle izlenebilmelidir. İnsan kendisini ve diğer insanları ‘insan’ olarak görmeye mecburdur. İnsan, mahlukatın en şereflisi olup sıradan oturup kalkma, yeme içme, giyinme veya konuşma düzeyinde kalamaz. Yaratılışa aykırı düşmek olarak görebileceğimiz bir hata insan onurunun bizzat kişinin kendisi veya başka insanlar tarafından zedelenmesi olur.

Gözümüz, kulağımız, el ve ayağımız, bütün sıhhatimiz bize Allah’ın emaneti ise ki öyledir, insanlık onuru ve saygınlığı da bize, bizi yaratanın emanetidir. Kendi organı bile olsa ona zarar vermeyi caiz olmaz gören mü’min, insanı insan yapan değerlere de o değeri ihsan eden Allah’ın emaneti olarak baktığı için göz çıkarmayı algıladığı gibi algılar ve onur zedelemez, onurunun zedelenmesine izin vermez. Hiçbir derinliğe inmeden bakıldığında mesela gıybetin en ağır haramlardan biri olarak bize gösterilmesinin hikmeti başka ne olabilir? Nemime neden cennete girmeye mâni insan kökenli hastalıklardan biridir? Neden iftira cehennem ateşine davetiye olarak kabul edilmiştir?
İnsanın hayat hakkı saygın olduğu gibi onurlu bir hayat hakkı da saygındır. Böyle bakılması da bizim yaşadığımız asrın gerektirdiği bir kültür değildir. Mü’min insanın arkasından onun hoşlanmayacağı bir sözü konuşmayı yani gıybetini yapmayı, ‘onun ölü etini yemek’ gibi kabul eden kitabımız Kur’an’a iman ediyoruz. Bu da bizim, mü’min kardeşimizin ve kendimizin onurunu ya da insanca bulunma hakkını zedelemeyi bir insan için en tiksindirici iş olarak görmemiz gereken, ‘ölmüş etini yeme’ ikazına ya da insanı sözle de olsa saygın tutmamaya bakış derinliğimizi özetlemektedir.

İnsan saygındır. İnsanın bedeni saygındır. İnsanın kimliği saygındır. İnsana ait olan şeyler saygındır. İnsanın kendisine ve kendisi gibi diğer insanlara saygıyı benimsemesi ise insanca bir iştir. Böyle bir bakış asla fantezi sayılamaz.
Yaşadığımız evler insanca bulunduğumuz mekânlar olarak takdir edilmelidir. Mescitlerimizde insan olarak bulunmaya mecburuz. İş yerlerimizde vasfımız ne olursa olsun önce insanız. Konuşurken insanca konuşmaya, insanca olanı dinlemeye, insanın görebileceğine bakmaya, insanın temas edebileceğine temas etmeye mecburuz. Yürüyüşümüzden giyinişimize kadar insanca olmanın gereğine mecburuz.
İnsanı kuşatan ve ona mecbur olunan her neyse o bir insanlıktır. Bireyi veya toplumu ile o insanlık biziz. Biz de insanız. İnsan da mükerremdir, onu kuşatan insanlık da mükerremdir.
Nureddin Yıldız



Öfke duygusuyla ortaya çıkan olumsuz düşünce ve davranışlar hem psikolojik,
hem de toplumsal hayatı olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda psikoloji
insanın öfke duygusuyla baş edebilmesinde çözüm yolları bulmaya çalışırken,
din de bu konuda bir takım öneri ve tavsiyelerde bulunmaktadır. Bu çalışmada,
insanın temel duygularından birisi olan öfke duygusunun psikolojik yönü ile dinî
açıdan baş edebilme yolları ortaya konmaya çalışılmıştır. Bireylerin öfke ile mücadelede psikolojik çareler yanında dinî çarelere de başvurmasının hem bireysel,
hem de toplumsal hayatına olumlu katkılar sağlayacağı söylenebilir.
İnsanların kendileriyle ve içinde yaşadıkları toplumla uyum içinde hayatlarını devam ettirmelerinde duygu, düşünce ve davranışlar önemli yer tutar. Duygu ve heyecanlar, davranış ve yaşantımızla birlikte meydana gelir. Hayat boyunca karşılaştığımız olaylar ve davranışlar bizim duygu ve heyecanlarımızın harekete geçmesi ve şekillenmesinde de etkili olurlar. Örneğin, sevilmemek ve sayılmamak insanı üzer; başarılı olmak, mutlu eder; engellenmek ve hakarete uğramak ise öfkelendirir. Duygular, insanın kendisini daha iyi veya daha kötü hissetmesine sebep olurlar, ama bir insanı iyi ya da kötü olarak değerlendirmeye tek başına yetmezler. Olumlu duyguların hissedilebilmesi için insanın öncelikle yeme, barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmış olması gerekmektedir. Temel ihtiyaçları karşılanmayan insanlarda olumsuz duygular harekete geçer. İşte Öfke de olumsuz bu duygulardan biridir.

İnsanın hem bireysel hem de toplumsal yaşantısında huzurlu olabilmesi için olumsuz duygularını kontrol etmesi ve bunlarla baş edebilmesi gerekir. Bu bağlamda psikoloji insanın bu tür problemlerine çözüm yolları bulmaya çalışırken, din de aynı amaç doğrultusunda bireyin hem bu dünyada, hem de öteki dünyada (âhiret) mutlu olabilmesini sağlayacak prensip ve ilkeler ortaya koyar. Çünkü her din, mensupları için davranış kuralları belirler, davranış kalıpları üretir ve yaşanan olaylara ilişkin açıklamalar yapar. Bu yönüyle din bir anlamda davranış için güdü işlevi görür.
Günümüzde, öfke duygusu ve öfke duygusuyla ortaya çıkan istenmeyen davranışlar toplumsal hayat içerisinde önemli bir problem olarak görülmektedir. Bu çalışmamızda, insanın temel duygularından biri olan ve günlük hayat içerisinde zaman zaman hepimizi birdenbire içine çekiveren ve bütün bedenimize, duygularımıza, benliğimize hâkim olan öfke duygusunun psikolojik yönü ile dinî metinlerde yer alan açıklamalara dayalı olarak baş edebilme yolları ortaya konacaktır. Bu bağlamda dinin, insanları derinden etkileyen ve hayatlarına yön veren bir tarafı olduğu kadar, evrensel değerleri ile insanı olumlu yönde geliştiren bir tarafı da vardır. Yani, din, insanın hayatına inanç ve ritüellerle karışarak onun anlamlı, kendisi ve çevresiyle barışık bir hayat yaşamasına imkân vermekte; ümitsizliğe ve boşluğa düşmesini engellemektedir.

Psikoloji, öfke duygusunu, heyecan konusu içinde ele alır. Heyecan, çok yoğun olarak yaşanan ve insanda gerginlik ve taşkınlık yaratan duygulardır. Bu heyecan neticesinde ruhsal ve bedensel denge bozulur. Bu bakımdan korku, keder, sevinç, sevgi, kıskançlık
merhamet, öfke, nefret, hayret gibi duygular heyecanların en tipik
örneklerdir. Öfke duygusu, insanda, engellenme, incinme, saldırganlık, hışım ve hiddet tepkileridir. Öfke, güçlü olma ve başkalarına söz geçirme çabasının tipik bir örneği olarak da tanımlanır. Psikoloji sözlüğünde, öfke kavramı, “engellenme, saldırıya uğrama, tehdit edilme, yoksun bırakma, kısıtlama vb. gibi durumlarda hissedilen ve genellikle, sebep olan şeye ya da kişiye yönelik şu ya da bu biçimde saldırgan davranışlarla sonuçlanabilen oldukça yoğun olumsuz bir duygu” olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir tanıma göre öfke, hoş olmayan durumlar karşısında kişilerde ortaya çıkan önemli bir duygudur. Bu duygu, engellenme ve korku karşısında oluşan bir tepki olup aşırı derecesi bilinç bulanıklığına ve davranışsal bozukluklara yol açabilir. Başka bir yönüyle öfke, önem verdiğimiz kişinin, beklentilerimiz doğrultusunda davranmadığında ya da hakkımız olanı alamadığımızda yaşadığımız duygunun adıdır.

Öfke duygusunun ahlâk kitaplarında yapılan tanımlarından bazıları da şöyledir; öfke, insanın hayatını sürdürebilmesi ve onu dış tehlikelerden koruyabilmesi için fıtratına konulan bir duygudur. Öfke, insanda ve bütün canlılarda doğuştan var olan, tabii bir heyecan halidir. Duygusal ve oldukça şiddetli bir tepkidir. İrade dışı bitkisel reflekslerle birden meydana gelir. Ahmet Rıfat Efendi de öfkeyi; dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koyabilmek için Allah’ın tarafından insanlara ihsan edilen bir güç, olarak tanımlar.
Gazâlî ise öfkeyi şu şekilde açıklar; öfke, maksada erişilemediği anda kalpte meydana gelen bir hararet olup, kalp atışlarını hızlandırır. Kanın yüze ve beyine hücum etmesine neden olur. Böylece meydana gelen kuvvet, gelecek tehlikeyi önlemeye çalışır. Gazâlî, bireyin öfke duygusu sayesinde ruhsal ve bedensel dengesinin sağlandığını ifade ederek bu durumu örnekle şöyle açıklar: “Allah Teâlâ canlı varlıkları yaratırken onları iç ve dış bir takım bozulma ve hayâtî tehlikelerden koruyabilmek için bazı dengeleri de onların tabiatlarına koymuştur. Meselâ canlının iç bünyesinde yer alan harâret ve rutûbet özellikleri arasında kıyasıya bir mücadele vardır. Harâret sürekli olarak rutûbeti kurutmaya ve buharlaştırmaya çalışır. Ama Allah Teâlâ bu rutûbetin korunması için canlı fıtratına gıda alma ihtiyacını koymuştur. Böylece canlı organizma, harâretin rutûbete olan zararını dengeleyerek çürümekten korur. Tıpkı bunun gibi canlıyı yok etmeye yönelik dış unsurların da dâhili bir güç ve gayretle bertaraf edilmesi için gazap özelliğini ateşten yaratıp fıtratına yerleştirmiş; insanın mayasıyla yoğurmuştur.”

Öfkeyi doğuran nedenlerden biri de kışkırtmadır. Kışkırtma (tahrik-provocation), karşıdaki bireyi tahrik eden ve onu bir davranış yapmaya zorlayan uyarımlardır. Öfkenin ortaya çıkmasına neden olan etkenlerden biri de reddedilmedir.
Reddedilme katlanması güç bir durumdur. Kişi her yaşta aile ilişkilerinde veya toplum ile ilişkilerinde reddedilme ile karşılaştığında öfkelenir. Öfkeye neden olan diğer etkenler ise, rahatsız edici ve hoş olmayan uyaranlar, model alma, memnuniyetsizlik, kişisel haklara ve benliğe saygı gösterilmemesi ve değer verilen sosyal normların ihlal edilmesidir. Ayrıca ahlâksızlık ve kötülük içeren davranışlar da öfkeye sebep olan etkenler arasında sayılabilir. Genel olarak ifade edeceğimiz bu etkenlerin içte ve dışta farklı şekillerde görünümleri vardır. Yani öfke iki temel nedenle ortaya çıkabilir. Bunlardan birincisi bireyin kendisinden (iç etken), ikincisi ise karşıdaki bireylerin (dış etken) onda oluşturduğu duygulardan kaynaklanabilir. İnsanların öfkelenme nedenleri ve bu nedenlere tolerans düzeyleri birbirlerinden farklılık gösterebilir. Bu durum insanın kendi karakter özelliklerinden kaynaklanır. Bazı insanlar mizâç olarak öfkeli tiplerdir. Böyleleri çok hassastır, çabuk kızarlar, kötülüğe karşı serttir, metindir, iradeli ve inatçıdır.

Genel olarak görüleceği üzere, İslâm ahlâk kitaplarında, öfke duygusu ile ilgili tanımlamalarda; bunun öncelikle insanî bir duygu olduğu, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı insanın kendini koruyabilmesi için Allah tarafından insanın benliğine konulduğu, kalp içindeki bir sıcaklık olup bunun fizyolojik ve davranışsal bir takım etkilerinin olduğu ifade edilmiştir.
Psikologlar öfkeye neden olan etkenlerin farklılığına dikkat çekerler. Bunların başında engellenme (frustration) gelmektedir. Engellenme, istek, ihtiyaç ya da bir davranışın amaca ulaşmasının önlenmesidir. Başka bir deyişle engellenme, bireyin elde etmek istediği bir nesneye, ulaşmak istediği belirli bir amaca varmasında veya ihtiyaçlarının giderilmesi önlendiği zaman ortaya çıkan olumsuz duygudur. İnsan haz almaya yönelik bir özelliğe sahip olduğundan, haz almasını engelleyecek her durum, olay veya kişi, öfke duygusunun sebebini oluşturur. Engellenmeden kaynaklanan saldırganlıkla ilgili diğer bir husus da, imrenme ve kıskançlığın ortaya çıkardığı düşmanlıktır. Hem kıskançlık hem de imrenme özel bir tür engellenmedir.

Ayrıca bu durum bireyin kendisinden kaynaklanan içsel olaylarla da alakalıdır. Yani, takıntılar, kuruntular, kaygılar, merak ve
daha önce başımızdan geçen ve bireyi öfkelendirmiş olan anılar ve çağrışımlardır. Burada öfke düşünce ve duygularla harekete geçirilir.
Yine İslâm ahlâk kitaplarında, insanın kendisini üstün görmesi (kibir), kendisini beğenmesi, hırs göstermesi, şöhret düşkünü olması, övünmesi, aşırı şakacı olması, başkalarını kıskanması, başkalarıyla alay etmesi, inatçı olması ve bencil olması öfkelenmesine sebep olan içsel faktörler olarak sayılmaktadır. Bunun yanı sıra kişinin öfkelenmesine organik, bedensel rahatsızlıklar da sebep olmaktadır. Bunların başında guatr, sara, beyin urları, iç salgı bezi düzensizlikleri, kuduz, menopoz… vb gelmektedir.
Bireyin dışında, sosyo-kültürel çevreden (aile, iş ve arkadaş çevresi. vb.) kaynaklanan olaylar ve hatalı disiplin uygulamalarıdır. Bunların kişi üzerinde farklı boyutlarda etkileri olabilir. Bu, kişinin o andaki ilgi ve alakasıyla doğrudan ilişkilidir. Kişiye yapılan haksızlık, saygısızlık, aşırı şaka, alay, aşırı tenkit, kişinin dinî ve ahlâkî değerlerine yapılan sözlü veya fiilî saldırı vb. şekillerde yapılan şeyler kişinin öfkelenmesine sebep olabilir. Bunun yanı sıra, sadece bireyin kendisine değil, başkalarına veya sevdiği kimselere yapılan olumsuz tutum ve davranışlar da bireyi öfkelendirebilir.

Ayrıca sosyal ortamlar da öfkeyi ortaya çıkaran ve besleyen önemli unsurlardandır. Sosyal öğrenme kuramlarına göre, öfke ve saldırganlık gözlemsel öğrenme, taklit, özdeşleşme, kopyalama ve rol alma yoluyla öğrenilir. Bununla birlikte, insanın doğumundan ölüme kadar gelişim dönemlerindeki karşılaştığı bazı durumlar ve engellemeler öfke duygusunun ortaya çıkmasına, gelişmesine ve köklü bir hal almasına yol açar.
Çocukluk döneminde eğitim, terbiye ve çocuğun istekleri karşısında yer alan yasaklar çocuğu öfkelendirir. Ergenlik döneminde ise, aileden koparak bağımsız olma isteği ile güvensizlik ve yetişkinlerin desteğine duyulan ihtiyaç, çatışma ve öfkeyi doğurur. Yetişkinlikte rekabet şartları, sorumluluktan kaynaklanan zorluklar, aile, arkadaş ve toplum tarafından reddedilme duygusu insanda şiddetli öfkenin doğmasına yol açar. Orta yaştan ileri yaşa geçişte ise, gelecek ile ilgili güvensizlik ve bunun getirdiği belirsizlikler, yaşın getirmiş olduğu sınırlamalar öfke duygusuna neden olmaktadır.
Adler, içkiyi hiddet ve öfkenin ortaya çıkmasında en önemli dış etkenlerden biri olarak sayar. Çünkü çok az içki içmek bile çoğu zaman öfkeli bir sonuç yaratabilir. Böylece birey, içkinin etkisiyle toplum içinde uygarca davranmasını sağlayan kontrol mekanizmasını kaybetmiş olur. Bununla ilgili olarak yapılan deneysel bir çalışmada alkollü içki kullananların saldırgan sözlü ifadeleri, öfkenin ortaya çıkışını desteklediği ve tetiklediği ortaya konmuştur.

Öfkelenme nedenlerini belirlemek ve sınıflandırmak için yapılan amprik bir çalışmada, genel anlamda bireyin öfkelenmesine en çok sebep olan 10 ana faktör tespit edilmiştir.
Her zaman en iyiyi bildiğini düşünen, diğer kişilerin
görüşlerini ciddiye almayan kendini beğenmiş kişiler,
İftira atılması, zorbalık, yalan söylenmesi,
Aşağılanma, küçük düşürülme gibi durumlar,
Abes ve patavatsız davranışlar,
Alay edilmesi, sataşmalar,
Birey tarafından engellenme,
Çatışma, azarlanma, kusur bulunması,
Fiziksel olarak taciz edilme/rahatsız edilme, saldırılma,
Çevresel nedenli engellenme,
Kişisel eşyaların çalınması, tahrip edilmesi.

Öfke ifade tarzına giden yolda üç temel alt yapı olduğu belirtilmiştir. Bunlar ‘bilişsel yapı’, ‘fizyolojik yapı’, ve ‘davranışsal yapı’dır. Bunlardan bilişsel yapı, beklenti ve inançlar gibi öfke ile ilgili şemaları barındıran yorumlama şekilleridir. Fizyolojik yapı, kişi öfkelendiğinde kardiyovasküler sistem, endokrin, limbik sistem ve tansiyondaki değişimleri içermektedir. Davranışsal yapı ise, saldırganlık ve düşmanca davranışları içeren öğrenilmiş öfke ifade tarzlarıdır. Düşmanca yorumlamalar fizyolojik sistemi, fizyolojik sistem de davranışı etkileyerek bu üç yapı birbirine bağımlı ve etkileşim halinde, bireyin öfkesini ifade etmesindeki süreci betimlemektedir. Görüldüğü gibi öfkenin, duygusal yönünün yanında, fizyolojik ve bilişsel (zihinsel) bileşenleri de vardır. Diğer bir ifade ile öfke,
düşünce ve davranışlarla ilgilidir. Böyle bir duygu, bedenin kendisini olumsuz durumlardan korumaya yönelik bir tepkisidir.
Vücut stres altında kaldığı zaman, böbrek üstü bezlerinden adrenalin denilen bir hormon salgılayarak alarm durumuna geçer. Kandaki artan adrenalin miktarı, kan basıncının yükselmesi, kalp atışlarının
hızlanması gibi fizyolojik değişikliklere yol açar. Sonuç olarak da vücut kendini tehdit eden uyarana karşı kendini koruma gücü bulur. Kaçar, kovalar, saklanır, bağırır, dövüşür. Tüm bunlar fizyolojik
kökenleri olan davranışlardır ve bu davranışları kendimizi olumsuz duyguların etkilerinden kurtarmak için gerçekleştiririz.
Dış etkenler olarak sayılan şeylerin etkisi kişinin o anda, içinde bulunduğu duygu, düşünce ve ortama göre de değişiklik gösterebilir. Yani birey farklı zaman ve mekânda, farklı duygu ve düşünce içerisinde, aynı dış etkene karşı farklı şekil ve derecede tepki verebilir.

Öfke anında kaşlar çatılır, alın kırışır, boyun damarları genişler,
göz bebekleri büyür, yüz kızarır, burun delikleri açılıp kapanır, dudaklar titrer, gözler kızarır ve surat ekşir. insanın öfkeliyken söylemiş olduğu, daha sonra da pişmanlık duyduğu sözlerdir. Sesin kalınlaşması ve çirkinleşmesi, hakaret ve küfür içeren kaba sözler söylemek, sövüp saymak, tükürmek, dişleri sıkmak, dişleri gıcırdatmak, dudakların titremesi, hıçkırmak, sık sık nefes alıp verme vb. durumlardır. Ayrıca bu durumlarda ağızdan çıkan sözler ahenksiz ve biçimsizdir. Bedendeki hormonal dengedeki değişiklik, adrenalin hormonunun salgılanması, kalp basıncı artarak atışlarının hızlanması, kalp damarları genişlemesi, nabzın atışlarının sıklaşması tansiyonun yükselmesi, yüzün kızarması, sesin kalınlaşması, ellerin titremesi vb gibi. Bunlara ek olarak da vücut bazı “stres kimyasalları” salgılar. Bunların aşırı salgılanması da zamanla damarları tıkayarak kalp ritmini bozar ve kanın pıhtılaşma eğilimi artar.
İnsan, beklenmedik, ani, farklı tutum ve davranış içine girdiğinde organizmada gerilim artar, kaslarda sertleşme olur, kalp çarpıntısı artar, gözbebekleri büyür. Buna irkilme tepkisi denir. Öfkenin şiddeti, engelin şiddetine ve doyum sağlamak istediği güdünün önemine göre değişiklik gösterir. Öfkenin ifade biçimi yaş, cinsiyet ve kişilik özelliklerine, çevresel koşullara ve öfkelendiği kişinin mevkisi, otoritesi ve bunları kaybetme korkusuna göre de farklılaşır. İnsanın öfke anında bedeninin farklı bölgelerinde fizyolojik ve biyolojik bir takım belirtiler görünür. Ağlama, gülme, kendine zarar verme (başını duvara vurma), inatçılık, konuşmama, surat asma, alaya alma, tepinme, yemek yememe, öç alma, acısını başkasından çıkarma, uyuşturucu ve keyif verici maddelere yönelme bunlar arasındadır.

Yaratılış olarak insanların birbirlerinden farklı olmaları, yaş, cinsiyet, farklı kalıtımsal ve kişilik özellikleri de öfke duygusunun
insanlarda farklı şekil ve derecelerde ortaya çıkmasına yol açar.
İnsanın doğuştan getirdiği bu duygunun sınırlarını çizmek zor olmakla birlikte, genel anlamda üç farklı derecede değerlendirmek mümkündür.
Ayrıca kalp; kin, nefret, çekememezlik, karşıdakinin felaketine sevinmek, sevincine üzülmek, öfkelendiği kimse hakkında bildiklerini açıklamak, onu rezil etmek, onunla alay etmek gibi kötülüklerle dolar.
Öfkenin bu derecesinde olan insanlar öfkelerini dindiremedikleri zaman öfke içe döner ve kin duygusunu besler. Kin duygusu ise, genellikle düşmanca bir tavır takınmış olan insanların ayırt edici bir özelliği olarak karşımıza çıkar. Çoğu zaman ilk çocukluk döneminde görülen kin duyma eğilimleri, ya öfke nöbetlerinde olduğu gibi çok şiddetli bir şekil alabilir, ya da huysuzluk ve hainlik etme gibi daha yumuşak şekillerde ortaya çıkabilir.

Öfke duygusunun aşırı dereceye varması, din, itaat ve aklın hâkimiyetinden çıkmış olması halidir ki, buna tehevvür (taşkınlıksaldırganlık) denir. Bu anda düşünme ve muhâkeme devre dışı kalır. Bu derecede öfkeli olan kimseler ne maddî ne de manevî şeylerden korkmazlar. Öfkelendiği kimseye karşı kin ve düşmanlık beslerler. Gitgide çekememezlik, haset, alay hatta namusa leke sürmek derecesine kadar ulaşabilir. Bütün istibdâtlar, tahakkümler, haksızlıklar ve zulümler bu derecenin ürünüdür.
Bu duygunun kendisinde sürekli olarak var olduğu ve dikkat çeken alışılmış bir tepki olarak ortaya çıktığı görülen bazı insanlar, öfkeyi sistemli bir yöntem haline getirmişlerdir. Karşılaştıkları herhangi bir problemi başka türlü ele alamamaları dikkat çekicidir. Öfkeyi alışkanlık haline getirmiş olan insanlar, çok geçmeden karşılarına çıkan herkesle çatışır hale gelirler. Bundan dolayı hemen hiddetlenen, öfkeli, hırçın insanların, topluma ve hayata düşman oldukları da söylenebilir.
Ayrıca kin duygusunun çeşitli yönlere doğru çevrilmiş olduğu da söylenmektedir. Örneğin; tek tek insanlara, bir millete, bir sınıfa, belli bir ırka veya karşı cinse yönelebilir. Hatta kin, insanın her türlü ilişki kurma imkânını ortadan kaldıracak kadar yaygın bir şekil bile alabilir. Öfke duygusunun ileri derecede görünümlerinden biri de saldırganlık duygusudur. Saldırganlık, engellenmeye bilinçsiz yapılan
tepkilerden biri olarak karşımıza çıkar. Psikologların hemen hemen hepsi, insanlarda saldırganlığın yalnız doğuştan gelen faktörlere indirgenemeyeceğini, öğrenmenin saldırganlık davranışının türü ve miktarı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu savunur.

Tefrit….bu derecede öfke duygusu ya tamamen kaybolur ya da zayıf
kalır, korkulmayan şeylerden bile korkar ki, buna cebânet (korkaklık) denir. Bununla ilgili olarak İmâm-ı Şafii, “ Kızmayı gerektiren yerde kızmayan merkeptir.” demiştir. İmâm-ı Gazali ise, cebâneti aşırı gerilik ve korkaklık olarak, böyle duyguya sahip olan insanı da
hamiyetsiz olarak nitelendirir. Bu tip insanlar kendilerine yapılan zulme, haksızlığa, eziyetlere katlanır, hatta ailesine karşı yapılan hakaretlere bile aldırmaz, her türlü rezillik ve kepazeliklere boyun büker. Bu da kabul edilebilir bir durum değildir. Bazı psikologlar bu tür acizlik duygusu ve bunun neden olduğu ruhsal bunalım ve çöküntüyü bertaraf etmek için saldırganlık eğitimini tavsiye ederler. Burada kişiye gerektiğinde kendisine engel olanlara ve haksızlık edenlere kızabileceği ve böyle durumlarda öfkelenmenin olumlu bir davranış olduğu öğretilir.

Peygamber (sav), öfke duygusunun insanlardaki farklı görünümlerinden hareketle bu duygunun her insanda bir olmadığını ifade ederek öfkeli insan tiplerini şu şekilde açıklar. 1- Geç öfkelenip, çabuk yatışan.
2- Çabuk öfkelenip, çabuk yatışan.
3- Geç öfkelenip, geç yatışan.
4- Çabuk öfkelenip, geç yatışan.
Bu tiplemeleri yaptıktan sonra bunlardan insan için normal
olanının yani zararsız olanının birincisi olduğunu, dördüncüsünün de insanı belaya sürükleyen ve kendine zararlı olduğunu ifade eder.
İ’tidâl Yani orta yollu olanıdır ki, bu da şecaattir. Şecaat (cesaret), ihtiyaç görüldüğünde şiddet ve tehlikelere karşı korkmadan cesaretle karşı durabilmek ve mücadele edebilmektir. Bu, olması gereken normal bir durumdur. Zira belli düzeydeki öfke duygusu insanın varlığını sürdürebilmesi için gereklidir. İslâm düşünürleri ılımlı bir öfke duygusunu “şecaat” ve “hamiyet” olarak ifade ederek insanın
onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için bu iki duygunun gerekliliğini vurgulamışlar. İnsanların mizâcı öfke duygusunun kabul etme bakımından çeşitlilik gösterdiğini söyleyebiliriz. Kınalızâde’ye göre, “bazı mizâçlarda öfke duygusu barut ve ateş gibidir, parlamaya ve alev almaya hazırdır. En küçük olumsuz bir harekette bu duygu harekete geçer. Bazıların öfkesi tavadaki yağ gibidir, ses çıkarır, hemen alev almaz. Ama kiminin mizâcı ise, çabuk yanan ve sönen kuru odun gibidir, çabuk parlar hemen söner. Bir kısım insanın mizâcı da yaş oduna benzer ki, çabuk yanmaz, zor tutuşur ve hemen söner. En arzu edilen de bu mertebedir. Akıllı, ilim sahibi ve selîm kişiler buna örnektir.

Dinin insan üzerindeki olumlu etkilerinin olduğuna dair yapılan araştırma sonuçları ortaya çıktıkça dinin bu yapıcı yöndeki tavsiye ve ilkelerinden yararlanmaya yönelik çalışmaların da arttığı görülmektedir. Amerika’da alkolle mücadele eden bir kurum, inancın ve mâneviyatın birey üzerindeki olumlu etkilerinden yararlanarak alkolikleri tedavi etmektedir. Bu tedavide dinin manevi prensiplerine dayalı olarak, hastalara yüce bir gücün yardımına güvenmeleri telkin edilmektedir. Birey dini inancı sayesinde, sağlam ve güçlü bir maneviyata sahip olarak, hayatın getirdiği çeşitli engeller karşısında mücadele edebilme gücü bulabilmekte, stres ve depresyondan kendisini koruyabilmektedir. Ayrıca din, insan için üzüntü ve ızdırapları azaltan, ona teselli veren bir umut kaynağıdır. Dinî inanç, tutum ve davranışlar bir taraftan depresyon, intihar, kaygı gibi birtakım olumsuz ruhî durumları engellerken ya da ortadan kaldırırken, diğer taraftan fertlerin psikolojik açıdan daha iyi olmalarını sağlamaktadır.
Kendimizi kontrol edemediğimiz, ne zaman ortaya çıkacağını bilemediğimiz çok güçlü bir duygunun tüm benliğimizi kuşattığını hissettiğimiz zamanki öfke, bizim kendisiyle baş etmeye çalışacağımız öfkedir. Yani kontrolden çıkıp, yıkıcı bir hale dönüşüp, iş hayatında aile hayatında, okul hayatında, sosyal ilişkilerimizde ve hayat kalitemizin düşmesine sebebiyet veren öfkedir. İşte öfke duygusu, sağlıklı bir şekilde ifade edilmediğinde ve kontrol edilmediğinde, bedensel ve ruhsal bir takım rahatsızlıklara yol açar. Yoğun olarak yaşanan, ama ifade edilmeyen öfke bireyin enerjisini bitirdiği gibi davranışlarını kontrol etmesini de zorlaştırır. Bastırılarak içe atılan öfke yüksek tansiyon, migren, ülser gibi psikosomatik hastalıklara neden olmaktadır. Gündelik hayatımız içinde bizi sıkıntıya sokan öfke ile baş edebilmede dinî inancın önemli katkısının olduğunu söylemek mümkündür. Zira bilindiği gibi inançlar, genellikle hayatın zorluklarını yenmeye yarayan anlamlara sahiptir. İnsanın çevre şartlarını değiştirip değiştirmemesinden ziyade, zorlukları yenebileceğine olan inancı oldukça önemlidir.
Bununla birlikte din, insana karşılaştığı sıkıntıların karşılığını mükâfat olarak alacağını da vaat etmektedir. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, din, insanın hem bireysel hem de toplumsal yaşamında karşılaşmış olduğu ruhsal ve maddi problemlerin aşılmasında ve baş edilmesinde önemli katkı sağlamaktadır. Dinin ruh sağlığı üzerindeki etkisi hakkında yapılan çalışmalarda Allah’a olan imanın ve bağlanmanın artmasıyla bireyde özsaygının ve psikolojik huzurun arttığı, depresyon, umutsuzluk ve intiharın azaldığı ortaya konmuştur.

Zihinsel (Bilişsel) Çareler: Yani bilgiye ve bilince dayalı baş edebilme yollarıdır. Yani öfke/ duygusunun ne olduğu, faydalı ve zararlı yönlerinin bilinmesi, kontrol ve baş edebilme yollarını bilme ve bu durumun farkında olma halidir. Bunlar, hem öfkelenmeden önce koruyucu önlemler, hem de öfke anında başvurulan çareler olarak değerlendirilebilir.
Nasıl ki, tıpta koruyucu hekimlik bireyin hastalanmamasını sağlıyorsa, aynen bunun gibi, öfke konusunda bilgili ve bilinçli olma da öfkeyi önlemeyi ve kontrol etmeyi sağlar.
Bu çarelerin ilki, öfkesine hâkim olanlarla ilgili olarak Allah’ın verdiği mükâfatı, övgüyü ve O’nun sevgisini elde etmeyi düşünmektir. Nitekim öfkeyi kontrol etmenin önemine ayet-i kerimede de yer verilmekte ve bu kimseler övülmektedir.
“Onlar bollukta ve darlıkta infâk ederler, öfkelerini (gayz) yutarlar ve insanların kusurlarını affederler, Allah iyilik yapanları sever.” ( Kur’an, Âl-i İmrân, 3/134. ) Yine bir başka ayette de; “büyük günahtan ve fuhşiyâttan kaçınıp öfkelendikleri (gazap) zaman da bağışlayıcı olanlar” (Kur’an, Şûrâ, 42/37.) övülmektedir. Bu âyette büyük günahtan kaçınmanın hemen ardında öfkeden bahsedilmesi bu konunun önemli olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Kini, kızgınlığı ve düşmanlık duygusunu yöneterek affı öne çıkarmak, ahlâkın temel değerlerinden birini teşkil etmekte, olgun bir insan olmanın da zirve noktasını oluşturmaktadır. Elmalılı, bu âyette geçen öfkeyi yutmayı; zarar gördüğü kimselere karşı gücü yettiği halde intikâma kalkışmamak, hoş olmayan bir hal göstermeyip, hazmetmek ve sabretmek olarak açıklamaktadır.

Bir diğer çare ise, Allah’ın her şeye gücü yettiğini düşünerek
öfke neticesinde meydana gelecek olumsuzluktan dolayı vereceği cezayı hatırlayarak korkmaktır. Ayrıca, bir anlık öfkenin sonucu olarak, hem kendisine hem de karşı tarafa vereceği (belki de ölümle neticelenen) zararları düşünmektir. Kısaca, öfkeyle kalkanın zararla oturacağını aklından çıkarmamaktır.
İntikam almanın zillet ve neticesini düşünmektir. Âhiretteki akıbet üzerine düşünmenin de bu konuda bir çare sunacağı söylenebilir. Ahiret’te hesap vermeyi düşünmek insanın öfkeli davranışlar sergilemekten alıkoyar. Bu bağlamda, insanın yaptığı her fiilin sadece dünyada değil âhirette de bir karşılığının olduğu düşünerek, yaptığı her davranışın hesabını orada vereceğini hatırlamaktır. İnanan insandaki âhiret düşüncesi onu yapacağı yanlış davranışları engellemesi bakımından önemlidir. Zira âhiret inancı, yani, ölümden sonra hayatın devam edeceği ve esas olanın âhiret hayatı olduğu fikri, insanın yaşantısını daha bilinçli bir şekilde geçirmesine, kendisini oto-kritik etmesine yardımcı olur. Bu husus bireyin olumlu bir değişim ve kaliteli bir yaşam sürmesine imkân sağlar. Zira birbirinden çok farklı izah tarzları getirmiş olsalar bile tarih boyunca ölümden sonraki hayata atıfta bulunmayan hiçbir din yoktur.
Bununla birlikte, bu hayatın geçici ve fâni olduğu ve bir gün herkes gibi kendisinin de öleceği düşüncesi insanın öfkesiyle mücadelesinde önemli bir zihinsel kontrol mekanizması görevi üstlenir. Zira ölüm düşüncesi, insanın nefsî arzularının isteği doğrultusunda hareket etmesini engelleyen güçlü bir oto-kontrol mekanizmasıdır. Bu anlamıyla ölüm insan için en büyük bir nasihattir.

Yine, Peygamberimiz (sav)’in öfkesine hâkim olanlarla ve yumuşak huylu olmanın güzelliği ile ilgili olarak övgü dolu sözlerini
hatıra getirmektedir: “Kuvvetli kimse pehlivan değildir. Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.”
Yine, “Allah indinde kişinin yuttuğu en sevaplı yudum, Allah’ın rızasını düşünerek kendini tutup, yuttuğu öfke yudumudur.” “Allah sertliğe vermediği mükâfatı yumuşak huyluya vermiştir.” “Yumuşaklıktan mahrum olan kişi bütün bir hayırdan mahrum olur.” gibi hadisler bunu açık bir şekilde ifade ederler. Görüldüğü gibi burada dini inancın tavsiyesi sabır devreye girmektedir. Sabır, İnançlı insanın böylesi durumlarda başvuracağı önemli dinî motivasyonlardan biridir. Sabır, bireyin arzu etmediği bir durumla karşılaşması halinde ona tahammül göstermesidir. Bu tahammülü gösterdiği takdirde bunun mükâfatının Allah tarafından fazlasıyla verileceği, sabır ve tahammüllün karşılığının cennet olacağı inancına sahip olan bir kimse güven duygusu içerisinde olur, ruhu sıkıntıyla değil, genişlik, ferahlık ve huzurla dolar. Nitekim sabır Allah’a beslenen gerçek imânın esaslı bir yönünü oluşturmaktadır. Bu yüzden “Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunun” unutulmaması ve sabır duygusunun daha da geliştirilmesi önem arz etmektedir.
Sevgi duygusunu ön plana çıkararak olayları sevgi ile değerlendirmek öfke duygusu ile baş edebilmede bilişsel açıdan kolaylık sağlar. Nitekim Yunus Emre’nin “Yaratılanı sev yaratandan ötürü” öğüdü bir psikoterapi yöntemi olarak uygulanabilir. Bunun yanı sıra günlük hayat içerisinde duygularımızı sevgi içerikli kelimelerle ifade etme de sevgi duygusunun gelişimine katkı sağlar. Çünkü sevgi, bir kimseye veya bir şeye muhabbet besleme hissidir. Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan bir duygudur. Sevgi, topluma huzuru ve kardeşliği getiren birleştirici bir unsurdur. Kur’an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü’minin gönlü sevgi ile doludur. Allah Teâlâ iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: “…ve O, kalplerin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi.” Kur’an, Enfal, 8/63.
Kişinin öfkesine hâkim olması elbette büyük bir erdemdir. Çünkü kişi bu erdemli davranış sayesinde kendisini tehlikelerden korur. Öfke halinde kendini kaybetmemek, iradesine hâkim olmak, nefsini dizginlemek gerçekten büyük bir kuvvet ve maharet gerektirir. Zira insan öfkeliyken yaptığının ve söylediğinin farkında olamayacağı için her türlü davranışı sergileyebilir. Dolayısıyla öfke kontrolü çok önemli bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Öfke, sağlıklı olarak yaşandığında son derece fonksiyonel bir duyguyken kontrol edilemediği zaman hem kişi, hem de çevresi için oldukça zararlı bir duyguya dönüşmektedir. O halde bu duygunun yönetilmesi ahlaki açıdan fevkâlede gereklidir. Psikoloji bize insanın öfkeyle baş edebilmesinde bir takım çözüm yolları ortaya koyar. Ayrıca din de öfkeyle baş edebilme konusunda bir takım öneri ve öğütlerde bulunur. Biz de bu makalede özellikle dinin öfkeyle başa çıkmada bize sunduğu materyalleri din psikolojisi açısından değerlendirmeye çalıştık. Çünkü kişiye zarar verecek hâle dönüşen öfkeyle mücadeledeki psikolojik önlemler yanında din de bu olumsuz duyguyla baş edebilme konusunda hayatı daha sağlıklı ve kaliteli yaşamaya dair önemli katkılar sunmaktadır.

Tevhid düşüncesi de, öfkeyi bertaraf etmenin önemli zihinsel yollarından biridir. Bu, Allah’tan başka failin olmadığını, O’nun dışındaki her failin gerçek fail olmadığını bilmek ve hatıra getirmektir. Kişi, bir başkasından hoşuna gitmeyen bir davranışla karşılaştığında, “Allah isteseydi, bu olmazdı.” düşüncesini aklına getirmesi onu öfkeden uzaklaştıracaktır. Ayrıca bu işin, şeytanın ve nefsin bir oyunu ve aldatmacası olduğunu idrak etmektir. İşte nefs ve şeytanın öfke ateşini körüklediği o anda insan, dînî ve ahlâkî her türlü telkine ve uyarılara kapalıdır.
Doç. Dr. Hüseyin İbrahim YEĞİN

Rasulullah (s.a.v.)’ın kişilik kıvamı, Kur’an’da, yani Allah Teâlâ’nın nezdinde “Yüce bir ahlâk üzerine” diye tanımlanmışsa, Müslüman, önce Hazreti Peygamber’in “Yüce ahlâk”ını öğrenmek sonra da, onu kendi kişilik kıvamı haline getirmek durumundadır.

Bu çerçevede, mesela, Allah Rasulü (s.a.v.) ile hukuk da tanzim edilmiştir. O’nu Allah’ın elçisi olarak tanımak, onun önderliğini, örnekliğini, muallimliğini kabul etmek, O’nun getirdiğini kabul edip, nehyettiklerinden de kaçınmak, bu hukuk çerçevesine girer. Bunun yanında mesela, “onun yanında sesini onun sesinin üstüne çıkarmamak” gibi, “Onun zevcelerinin mü’minlerin anneleri olduğunu” kabul etmek gibi hukuk ölçüleri vardır; daha özel hukuk tanzimleri de söz konusudur.

İslam toplumu ölçüler toplumudur. ölçüler ilahi kaynaklıdır. Peygamber ilahi kaynaklı ölçülerin bir insan kimliğinde kişiliğinde müşahhaslaştığı şahsiyettir. bu vasfıyla da örnektir. Kur’an’ın ifadesiyle “Güzel örnek”tir.
Her bir Müslüman, bir kere İslâm dairesine girdikten sonra ölçüleri kalben içselleştirmeye ve sonra da Rasulullah’ta olanı kendi kişiliğine taşımaya yönelecektir. Rasulullah’ın kişiliği “Alemler” diye nitelenen ve adeta kainatı kapsayan bir alanda “Rahmet insanı” olmaksa Müslüman da önce “Rahmet” vasfının neyi kapsadığını öğrenecek, sonra da “Rahmet insanı” olma cehdine soyunacaktır.

Müslüman, terbiye yolculuğuna girer ve sebat ederek yürürse o ufku yakalar. O ufuk yolculuğu Müslüman’a şu çerçevede bir hassasiyet kazandırır:
-İstikamet sahibi olmak.
-Emin – güvenilir olmak.
-Haksızlığa, zulme yol açmamak.
-Kendi aleyhimize bile olsa adaleti ayakta tutmak.
-İncitmemek, incinmemek.
-Kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına karşı yapmamak.
-Bütün ilişkilerde sulhü öncelemek. Kavgalardan, tartışmalardan, öfkeden kaçınmak. Sonunda “Ben bunu neden yaptım?” denilecek işlerin içinde olmamak.
-Çalıştırdığımız insana, hakkını, alın teri kurumadan vermek.

İnsanın Allah Teâlâ ile, Rasulullah ile ilişkileri sağlıklı bir çerçeveye oturduktan sonra, “İbadullah – Allah’ın kulları” ile ilişkisinin tanzimine sıra gelir. Burası çok çok geniş bir hukuk alanıdır.
Dinin tarifinde bu alan “şefkat li halkillah” diye ifade edilmiştir. Yani “Allah’ın yarattığı her şeye karşı şefkat…”
Bu alan, Rasulullah’ın “alemlere rahmet” ve “yüce ahlâk” vasıflarının insanlar tarafından temessül edilmesi, yaşanması, örnek olarak hayata taşınmasıdır.
İnsan otomat ya da makine değildir. “Ahlâk sahibi” ya da “Rahmet insanı” olmak, ancak terbiye ile, donanım ile mümkündür. Allah Rasulü “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) buyuruyor. İnsan, yolunu bulup kendini inşa edecek.

Kul hakkına taalluk eden tüm alanlarda yarın hesabı verilecek hassasiyeti ile hareket etmek.
-Yönetici olduğumuzda sahip olduğumuz yetkiyi adaletle kullanmak, haksız tasarruflara, zulme ve insanlara tahakküme yönelmemek. Devlet malına tasallut etmemek.
-Teahhütlere riayet etmek, söz verince yerine getirmek.
-Aile içinde insaflı, müşfik, hakkaniyet sahibi, adil olmak.
-Anne-baba hukukunu gözetmek. Yaşlandıklarında onlara hizmet ederken “öf” bile dememek.
-Yetimlerin hukukunu gözetmek. Onların mallarını yönetmek söz konusu olduğunda sui istimali akla getirmemek.
-Sokağa her ne şekilde çıkılırsa çıkılsın, sokağın hukukunu gözetmek. Trafikte kul hakkını ihlal etmemek. Gözleri korumak, yolda insanlara eziyet verecek davranışlara (yanlış parklar, kaldırım işgalleri) yönelmemek, varsa mani olmak…

Ticari ilişkilerde, sözleşmelerde münazaalı durumlara sebebiyet verecek davranışlar içine girmemek.
-Medya alanında, ister yazılı, ister görsel, ister sosyal tüm medya ilişkilerinde haysiyetlere, mahremiyetlere tecavüz niteliği taşıyacak hiçbir hamle yapmamak. Her sözün, her davranışın yazıldığı ve ahirette önümüze çıkacağı bilincini kaybetmemek.
-Siyasette yalandan, kibirden, riyadan, iftiradan, lakap takmak gibi rakiplerin haysiyetini rencide edecek söylemlerden kaçınmak.

-Bütün davranışlarda haddi aşmama hassasiyeti geliştirmek ve nefsine “Dur” diyecek supablar oluşturmak. Bu çerçevede, tüm davranışlarda “Allah’ı görüyormuş gibi yaşama”, yani ihsan, “Dikenli bir yolda yürüyormuş gibi dikkat etmek” yani, takva, “Benim bu davranışımdan Allah razı olur mu?” yani Allah rızası, “Bunlar ahirette önüme çıkarsa savunabilir miyim?”, yani ahiret hassasiyeti disiplinleri içinde hareket etmek.

O yolculuğun gerçekleşmediği durumlarda ise, genel kabul itibariyle kişi ve toplum olarak “Müslüman” vasıflandırması yapılsa bile insan ilişkilerinde değer kayıpları, İslâm azalması gerçekleşir.
-Aile içi iletişimde namazında niyazında insanlar arasında bile sancılar yaşanıyorsa, namazı niyazı biliyor, İslam’ın aile içi hukukunu bilmiyoruz demektir.
-Daha çok para kazanmak için hileli mal üretiliyorsa, ticaret – sanayi ahlâkında aşınmalar var demektir.
-Fabrikamızın kimyasal artığı, çimento tozları yeri – göğü kirletiyor ve insanların hatta tüm canlıların varlığını tehdit ediyorsa, gökteki yerdeki tüm canlıların hukuku ihlal ediliyor demektir.
-Siyaset dili hakkaniyet hassasiyetini kaybetmiş, yalanı, dolanı, iftirayı bühtanı su gibi içer hale gelmişse, bu alandaki İslam hassasiyetleri, “siyaset gerçeği” jargonuna kurban edilmiş demektir.
-Medya – sosyal medya alanı mahremiyetlerin ayaklar altında süründüğü, haysiyetlere hunharca tecavüz edildiği, yargısız infazların yapıldığı bir alan haline gelmişse, oralardan İslâm hassasiyeti uzaklaşmış demektir.
-Mahkemeler cinayet davasından geçilmiyorsa, insan varlığına karşı İslam’ın istediği temel hassasiyetten yoksunluk var demektir.

Aile mahkemeleri boşanma davalarından geçmiyorsa, en derin sevgi – şefkat alanlarımız tarümar olmuş demektir.
Müslüman kimliği içinde yapılıp edilenler, insanların İslam’a gelişini engelleyecek mahiyette ise, farkında olarak – olmayarak yol kesici hale gelmişiz demektir.
Şu belli ki, İslam toplumlarının kişilik MR’ı çekilse, vücudumuzun bir çok yerinde cerahatler biriktiği görülecektir.

Elimiz temiz mi, dilimiz, gözümüz, kulağımız, kalbimiz, zihnimiz temiz mi?
Yetimin başını okşuyor muyuz?
Hasta ziyaret ediyor muyuz?
Aç kalan kediye süt veriyor muyuz?
Yoksa bir kere kapılarını çalalım diye yaşlı anne – babalarımızın gözleri yollarda mı kalıyor?

Dünyaya ölçü ihraç edeceğimize, “kriter” ithal eder hale gelmiş ve birileri zaman zaman gelip bizim o “kriterler”e ne kadar uyup uymadığımızı denetliyorsa, ya da kaybettiklerimizi başka dünyalardan yeniden toparlamaya çalışıyorsak ortada çok ciddi bir problem var demektir.
Sonuçta insan ilişkilerindeki kalite, bizim kim olduğumuzu ya da kimliğimizle aramıza ne kadar mesafe girdiğini göstermektedir.
İnsan ilişkilerinin dinimizdeki yeri nedir? İnsan ilişkileri nasıl olmalı? İnsani ilişkilerde üç temel: Sevgi, saygı, merhamet…



KUR’AN’DA İNSAN İLİŞKİLERİ
Bu yazımızda insani münasebetlerimiz bağlamında Hucurat Suresi’ni ve sufilerin beşeri ilişkilere verdiği ehemmiyeti sırasıyla ele alacağız:

1–Allah ve Resulü ile olan hukukumuz, onlara tam teslimiyet şeklinde olmalı, kul kendi düşünce ve fiillerini Kuran ve sünnetin önüne geçirmemelidir. Kendi aklımızla fetva verip Kur’an ve Sünnetin buyruklarını çiğnemeyeceğiz. Bu teslimiyet halini Mevlana Hazretlerinin şu beyitleri ne güzel anlatır:
“Ben yaşadıkça Kur’an’ın kölesiyim, Ben, Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum.
Biri benden bundan başkasını naklederse, Ondan da şikâyetçiyim, onun sözünden de”
2– Surede ikinci olarak Müminin mümin ile ilişkisi ele alınmış, bu ilişkinin çerçevesi kardeşlik olarak çizilmiştir. İnsan nasıl kendi ailesini ve kardeşlerini seviyorsa diğer müminleri de böyle sevmeli, onların aralarındaki anlaşmazlıkları da en güzel şekilde gidermelidir:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.” (Hucurat, 10) bir sonraki ayette kardeşlik hukukunu bozan bazı en temel davranışlar ise yasaklanmıştır: “Ey inananlar, içinizden bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin, olabilir ki alay edilenler, öbürlerinden daha hayırlıdır ve kadınların bir kısmı da başka kadınlarla alay etmesin, olabilir ki alay edilen kadınlar, öbürlerinden daha hayırlıdır ve birbirinizi kınamayın ve kötü lakaplarla çağırmayın.” (Hucurat, 11)
Allah Teâla müminler arasındaki ilişkileri bozan sui zan, tecessüs, dedikodu, gibi günahları zulüm olarak görmüş, tevbe etmeyenleri ciddi bir cezanın beklediğini haber vermiştir. Bugün Müslümanlar olarak kardeşlerimizle ilişkilerimizde bu hassasiyetleri gözden geçirmemiz gerekir. Sufiler ise bu yıkıcı davranışları kıllet-i kelam prensibi ile terbiye etmeyi hedeflerler. Dikkat edersek insan ayette bahsedilen haramları dilini kontrol edemediği için işler. Bu prensip sayesinde salik elinde geldiğince az konuşur, dili ile kul hakkına girmekten korunmuş olur.
Cenab-ı Hakkın büyük bir ciddiyetle men ettiği bu yıkıcı davranışlar maalesef İslam toplumlarında aynı ciddiyetle akis bulmamaktadır: Başka birinin bir lirasını almanın günah olduğunu bilen mümin bundan titizlikle kaçınırken, biraz sonra bir mümin kardeşinin şerefi, ırzı ile ilgili bir konuda hiç çekinmeden ileri geri konuşabilmektedir. Hümeze suresi önemsiz görülen bu çirkin davranışların acıklı sonunu şöyle anlatır: “Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline! (Hümeze, 1)
3– Devletlerarası ilişkilerimiz: Hucurat suresi Müslüman milletler arasındaki ilişkilerde adaleti öne çıkarmış, hiçbir şekilde bir kavmin başka bir kavme zulmetmesine seyirci kalınmamasını emretmiştir. Uluslararası ilişkilerin temeline her zaman sevgiyi koymak mümkün değildir, ama adaletli olmak mümkündür. Yine bu hususta günümüzde ayetin emrinin çok gerisinde kaldığımızı görmekteyiz. Müslüman ülkeler birbirlerine düşmanlık etmekte, hatta birbirleri aleyhine düşmanlarla işbirliği yapabilmektedir. Bu hususta idarecilerimizi uyarmalı, ümmetin dirliği için çalışanlara destek vermeyi vazife bilmeliyiz.

4– Gayr-i müslim milletler ile olan ilişkilerde ise muarefe onlarla tanışmak, konuşmak ve karşılıklı saygı öne çıkar. Allah Teâlâ hepimizin bir ana ve babadan geldiğimizi bu sebeple kimsenin kimseye üstünlüğünü olmadığını ifade eder. Irkçılık problemini en güzel şekilde çözen yüce kitabımızdır: “Ey insanlar, şüphe yok ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi, aşiretler ve kabileler haline getirdik tanışın diye; şüphe yok ki Allah katında sevabı en çok ve derecesi en yüce olanınız, en fazla çekineninizdir;” (Hucurat, 13) ayeti hiçbir kavmin bir diğerine üstünlüğünün olamayacağını zira hepimizin aynı anne babadan geldiğimizi ifade etmektedir. Üstünlük ancak güzel ahlakta ve takvadadır.
Modern hayata baktığımızda ise maalesef bugün gayri müslim halklar ile olan ilişkilerimiz onları taklit etme şeklinde olmaktadır. Onlar hiçbir konuda bizi ciddiye almaz iken biz kılık kıyafetimiz, düğünlerimiz, davet usullerimiz ve pek çok konuda onları körü körüne taklit etmekteyiz. Hâlbuki dinimiz bu hususta güzellikleri paylaşmayı emretmekte, dinimize ters olan taklidi yasaklamaktadır.

5– Ailemizin en kıymetli fertleri olan anne babalarımızla ilişkimizde de Kurani ölçü sevgi, saygı ve merhamettir. Bu saygı o kadar ileri boyuttadır ki en ufak bir rahatsızlık ifadesi olan “öf” demek bile ayet tarafından yasaklanmıştır: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle, Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra, 23-24)
6-Aile fertleri ve anne babalar ile ilişkide sevgi, merhamet öne çıkar. Rabbimiz eşler arasındaki ilişkiyi şu ayetle veciz olarak tarif eder: “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir.” (Rum, 21) Eğer bugün yuvalar yıkılıyor, aile içi şiddet hatta cinayetler artıyor ise bu bizim bu ayetin ruhundan ne kadar uzak olduğumuza delildir. Mahmut Sami Ramazanoğlu maneviyat dersi aldıktan bir süre sonra eşinden ayrılmak isteyen bir müridine; “Biz bu dersi sizin ailenizi parçalamak için vermedik” demiş ve ailenin bölünmesine izin vermemiştir.
İmam Rabbani hazretleri bu dünyada kullara karşı işlediğimiz sorumsuz davranışların ahirette karşımıza büyük bir vebal olarak çıkacağını, bu sebeple insanlarla ilişkilerimizde dikkatli olmamızı bizlere hatırlatır:
“Salik kul haklarını ödemek için azamî çaba sarf etmelidir ki boynunda kimsenin hakkı kalmasın. Dünyada kul hakkını ödemek mümkündür, insan yumuşaklıkla ve nezaketle kul haklarından kurtulabilir. Ama bu iş ahirete kalırsa, çözümü mümkün olmayan bir probleme dönüşür. (Mektubat, c.1:73. Mektup)

Netice olarak İslam insani ilişkilerin temeline saygı, sevgi, adalet, yumuşak başlılık, ara bulma gibi bugün çokça ihtiyacını duyduğumuz duyguları yerleştirmiştir. Bugün bazı mahfillerde Müslümanlara yakıştırılmaya çalışılan, şiddet yanlısı olma, insanlara kaba davranma, kadınları aşağılama gibi davranışların Kuran ve sünnet ile yakından uzaktan hiçbir alakası yoktur. Bilakis Peygamberimizin tüm hayatı şiddet, taassup, zulüm gibi çirkinliklerle savaşmakla geçmiştir. Peygamberimizin insani ilişkilerindeki nezaketi, hilmi, hoşgörüsü Sufiler tarafından en güzel şekilde yaşanmış ve Yunus Emre bu tutumu “Yaratılanı sevdik Yaratandan ötürü” şeklinde ifade etmiştir. İnsani ilişkilerimizde sufilerin bu nebevi anlayışlarına her zamankinden daha çok ihtiyaç duymaktayız. Rabbimiz güzel dinimizi tüm boyutları ile yaşamayı, aramızda kardeşliği, adaleti, sevgiyi ve merhameti yaşamayı hepimize nasip etsin. Amin
Süleyman Derin
İnsanlar için yalnız yaşamak zordur. Bu yüzden köy, şehir gibi yerlerde birbirine yakın evlerde yaşamayı tercih ederler. Birbirine yakın yaşayan bu insanlara komşu denir. Komşularımız bize en yakın kişiler arasındadır. Onlarla gün içinde çokça karşılaşırız. Hatta apartmanlarda yaşayan insanlar, birbirine çok daha yakın mesafelerde yaşarlar.


Komşularımıza kötülük yapmaktan kaçınmalı ve onların haklarını ihlal etmemeliyiz. Gösteriş yapmamalı ve onları küçümsememeliyiz. Komşularımıza birbirlerinin kötü özelliklerinden bahsetmekten kaçınmalıyız. Onların özel hayatlarıyla ilgili bilgileri başkalarıyla paylaşmamalıyız. Onları rahatsız etmemeye ve zarar vermemeye özen göstermeliyiz. Komşularımıza zor durumlarında yardımcı olmalı, bizde olanı onlarla paylaşmalıyız. Hastalandıklarında ziyaretlerine gitmeli, onlara destek olmalıyız. Selam vermeli ve güler yüzle iletişim kurarak aramızdaki sevgiyi artırmalıyız. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak biz de komşularımıza öyle davranmalıyız.

İnsanlar çevrelerinde vakit geçirebilecekleri ve konuşabilecekleri birilerine ihtiyaç duyarlar. Tek başına bir hayat sürmek hayatımızı zorlaştırır ve mutsuz olmamıza sebep olur. Birileriyle arkadaşlık yapmak ise yaptığımız etkinliklerden, oyunlardan zevk almamızı sağlar. Üzüntümüzü, sırrımızı, sevincimizi paylaşabileceğimiz birilerinin var olduğunu bilmek bizlere güven verir. Arkadaşlarımızla oyun oynarken veya sohbet ederken mutlu olmamızın sebebi, onlara duyduğumuz sevgidir. Çünkü arkadaşlıklar sevgi üzerine kurulur. Hz. Peygamber sevginin arkadaşlıklarımız üzerindeki önemini şu sözü ile bildirmiştir: “Kişi sevdiği ile beraberdir. Birbirini sevmeyen insanların arkadaşlıkları gerçek bir arkadaşlık değildir ve uzun süre devam etmez. Çünkü sevgi insanları birbirine bağlayan bir bağdır. Sevgi ile bağlandığımız arkadaşlarımızı, sık sık görmek ve konuşmak isteriz.

Arkadaşların birbirinden etkilenmesi kaçınılmazdır. Birbirini seven ve birlikte vakit geçiren insanlar zamanla benzer şekilde davranmaya başlarlar. Hatta sevdiğimiz bir kişiye benzemeyi istemek de ona olan sevgimizin bir göstergesidir. Bu yüzden sevdiğimiz ve arkadaşlık yaptığımız kişileri doğru seçmemiz önemlidir. Hz. Peygamber’in zamanında yaşamış, Müslüman olarak onu görmüş ve sohbetinde bulunmuş kişilere sahabe denir. Bu kelime, “dost, arkadaş ve sohbet edilen” anlamlarına gelir.
Hepimiz zaman zaman hatalar yapabilir, arkadaşlarımızı kırabilir veya arkadaşlarımıza kırılabiliriz. Ancak böyle durumlarda bizim de hata yapabileceğimizi unutmamalıyız. Hataları affetmeli ve bilmeyerek de olsa kırdığımız bir arkadaşımız varsa özür dilemeliyiz. Etrafımızda birbirine kırılmış arkadaşlarımız varsa onları da görmezlikten gelmemeliyiz. İslam dini insanların arasını düzeltmeyi sadakadan bile daha değerli görmüştür. Yüce Allah bu konuda bizlere şöyle buyurmuştur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” Bu nedenle bizler de birbirimizi affedebilmeli, küs olan arkadaşlarımızı barıştırmalı, onların da arkadaşlıklarını devam ettirmelerine yardımcı olmalıyız.
Birbirimize selam vererek, tebessüm ederek, dostumuzun ve arkadaşımızın hâlini hatırını sorarak aramızdaki sevgiyi artırmış oluruz. Hz. Peygamber “…Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” buyurarak tavsiyede bulunmuştur.
Allah (c.c.) birbirimize haksızlık yapmadan, kötü bir söz söylemeden, dostça ve kardeşçe yaşamamızı istemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) “Birbirinizi çekememezlik gibi kötü huylara kapılmayınız. Öfke ve hıncınızı birbirinizden çıkarmaya kalkmayınız. Birbirinizin ayıplarını araştırmayınız. Başkalarının konuştuklarına kulak kesilmeyiniz… Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz!” buyurmuş ve kardeşliğimizi bozacak şeylere karşı bizi uyarmıştır.


İnsan bakıma muhtaç olarak doğar. Anne, baba ya da büyüklerinin desteği ile hayata tutunur. Yeme, içme, giyinme, barınma gibi temel ihtiyaçları aile büyükleri tarafından karşılanır. Anne ve babalar, çocukları için her türlü fedakârlığı yapar. Çocuklarıyla ilgilenir, sorunlarını çözmede onlara yardımcı olurlar. Sevgi ve merhametle çocuklarını büyütür, çocuklarına maddi ve manevi her türlü konuda destek verirler. Tüm bu fedakârlıkları da karşılıksız olarak yaparlar.


İnsanların zor zamanlarında yardım isteyeceği ilk kişiler aile bireyleridir. Çocukların anne, baba ve aile büyüklerine yardım etmesi onlara olan saygılarının da bir göstergesidir. Aile büyükleri, yapabilecekleri işler konusunda çocuklarından yardım isteyebilir. Çocuklar da ev ödevlerini yaparken, bir konuyu araştırırken büyüklerinden destek isteyebilir. Bu ve benzeri durumlarda aile içindeki yardımlaşma ve dayanışma aile bağlarının güçlenmesine katkı sağlar. Aile içindeki her birey üzerine düşen görevi yerine getirdiği zaman birçok sorun
çözülür. Bu nedenle ailemiz içindeki birlik ve beraberliğe önem vermeliyiz. Sorunlarımızı birlikte çözmeli, birbirimize destek olmalıyız. İnsanlara sevgi ve saygıyla davranarak hem kendi mutluluğumuza hem de çevremizdeki kişilerin mutluluklarına katkı sağlamalıyız.
Anne babamız ve kardeşlerimiz bizim çekirdek ailemizdir. Bunun yanında bir de geniş ailemiz vardır. Dede, nine, teyze, amca, dayı, hala ve onların çocukları bizim geniş ailemizi oluşturur. Bu kişiler aynı zamanda bizim akrabalarımızdır ve çekirdek ailemizden sonra bize en yakın olan kişilerdir. Akrabalarımızla ilişkilerimiz önemlidir. Çünkü ailemizin bir parçası da akrabalarımızdır. Akrabalar zor zamanlarında birbirlerinin yardımına ilk koşan kişilerdir. İnsanlar üzüntülerini ilk olarak akrabalarıyla paylaşırlar, sorunlarını birlikte çözer ve birbirlerine destek olurlar. Düğünlerde, bayramlarda, hastalıklarda ve özel günlerde yanımızda olmasını istediğimiz ilk kişiler akrabalarımızdır. İslam dini akrabalar arasındaki ilişkilerin güzel olmasını önemsemiştir. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde akrabalara iyilik yapmak, yardım etmek ve onlarla sık sık görüşmek öğütlenmiştir. Hz. Peygamber, “Akrabalar arası bağların koparılmaması, aile içinde sevgi, malda bolluk ve ömrün uzamasına (bereketlenmesine) sebeptir.” buyurmuştur. Hz. Peygamberin bu sözü bize akrabalarımızla ilişkimizin ailede sevgi ve bereket için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Hz. Peygambere, cennete girmeyi sağlayacak ibadetler sorulduğunda bu ibadetlerden birinin de akrabalarla ilişkileri koparmamak olduğunu söylemiştir.
Aile içinde kardeşler arasında güçlü bir bağ vardır. Kardeş, insanın ilk arkadaşıdır. Kardeşler birbiriyle aynı aile ortamını paylaşır ve birlikte büyürler. Aynı ortamda yetişmiş olan kardeşlerin birçok ortak anısı vardır. Bu nedenle sevinç ve üzüntülerini birbirleri ile paylaşmak isterler. Zor zamanlarında birbirlerine destek olurlar. Bu durum kardeşler arasındaki sevgi bağını kuvvetlendirir. Kardeşler benzer ortamlarda yetişmelerine rağmen farklı özelliklere sahip olabilirler. İlgi alanları ve yetenekleri değişebilir. Bu tür durumlar kardeşlerin birbirine güzel şeyler öğretmesini sağlar. Böylece kardeşler arasındaki farklılıklar, aralarındaki bağı güçlendiren bir zenginlik haline gelir. Kardeşler arasındaki ilişkide büyüklerin küçüklere örnek olması, onlara sevgiyle yaklaşması gerekir. Böyle olursa küçükler de büyüklerine karşı saygılı olur ve onların öğütlerini dinlerler. Bu şekilde davranmaları kardeşlerin iyi geçinmelerini sağlar. Hz. Peygamber, “Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir.” buyurarak büyüklerin küçüklere, küçüklerin de büyüklere karşı görevlerini belirtmiştir.
Hz. Peygamber akrabalarını hiç ihmal etmemiş ve onları her fırsatta ziyaret etmiştir. O, teyzenin anne gibi, amcanın ise baba gibi olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber akrabalarının zor durumlarında onlara yardım etmiş, elindekini onlarla paylaşmıştır. Bizlere de akrabalarımıza karşılıksız bir şekilde yardımda bulunmayı, onlardan kötülük görsek bile affedip onlara iyilik yapmayı öğütlemiştir.
İlim öğrenen ve öğrendiklerini uygulayan kişiler toplumda ve Allah (c.c.) katında
daha değerli olurlar. Bu yüzden ilim sahibi olmak için çeşitli kitaplar okur, okullara
gider ve eğitimler alırız. İlim öğrenme yolunda bizlere rehberlik eden kişiler ise
öğretmenlerimizdir. Onlardan öğrendiğimiz bilgilerle daha iyi insanlar olmak için çaba gösterir ve insanlık için faydalı şeyler üretebiliriz.


İlim öğrenen ve öğrendiklerini uygulayan kişiler toplumda ve Allah (c.c.) katında
daha değerli olurlar. Bu yüzden ilim sahibi olmak için çeşitli kitaplar okur, okullara
gider ve eğitimler alırız. İlim öğrenme yolunda bizlere rehberlik eden kişiler ise
öğretmenlerimizdir. Onlardan öğrendiğimiz bilgilerle daha iyi insanlar olmak için çaba gösterir ve insanlık için faydalı şeyler üretebiliriz.

İslam dini öğrenmeye ve öğretmeye çok önem vermiştir. Yüce Allah ayetlerinde
bilmenin ve düşünmenin önemini çokça vurgulamıştır. Hz. Peygamber de öğrenmek
ve öğretmeyi en kıymetli şeyler olarak görmüş, kendisinin de bir öğretmen olduğunu söyleyerek şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, ben de sadece bir öğretici
olarak gönderildim.” Hz. Peygamber “İlim ancak öğrenmekle elde edilir.” buyurmuştur. Bize bilgiyi öğretecek olanlar öğretmenlerimizdir. Bilginin öneminin farkında olmalıyız. Bize bilgiyi veren öğretmenlerimize büyük bir saygıyla yaklaşmalı, onların değerini bilmeliyiz. Öğretmenlerimizin geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunu unutmamalı ve
onları üzecek davranışlardan kaçınmalıyız.

Bu uçsuz bucaksız feza boşluğunda bulunan bütün varlıklar, özellikle de üzerinde yaşadığımız, suyunu içtiğimiz, havasını teneffüs ettiğimiz, güneşinde ısındığımız, toprağından gıdalandığımız, velhasıl doğa-tabiat dediğimiz canlısıyla-cansızıyla, taşıyla-toprağıyla, yani mevcudat bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen ne varsa hepsi ama hepsi sırf insanlar için yaratılmıştır.
Çünkü insan kainatın en kutsal, en onurlu varlığıdır. Yüce Allah bu varlığı insanın emrine sunarken, birçok sorumlulukları da insana yüklemiştir. İnsan düşünen, akıl ve mantık sahibidir. Peki, insan kimin için yaratılmıştır? Dünyada geçici, ahirette ebedi mutluluğu elde etsin için insan da sırf ulu Allah cc. hazretleri için yaratılmıştır. Bu anlatılan gerçekler, akıl, mantık, düşünce, vicdan ve izan sahibi her sağlıklı düşünen insanların yakinen bildiği bir husustur. Ayrıca 1500 senedir bir harfi bile değişmeyen ve değiştirilemeyen ilahi kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de önemle vurgulanmış, insanın sorumlulukları tek tek sayılmış, Hz. Muhammed SAV. efendimizin de ilahi denetime tabi söz, fiil ve takrirleri ile de insanların ıttılaına sunulmuştur ve bu kainat insanlara onların vicdanlarına emanet edilmiştir.

Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lutuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır. Câsiye Suresi – 13

Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. Ahzâb Suresi – 72

O size istediğiniz her şeyi verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Şu bir gerçek ki insanoğlu çok zalim, çok nankördür! İbrâhîm Suresi – 34
Zumer Suresinin 31 ve 32. ayetlerinde, Yüce Allah Hz. Muhammed SAV.e hitaben; “Ya Muhammed SAV. Sen de öleceksin, onlar da ölecek. Dünya geçici bir hayattır. Ebedi olan ahirettir. Allah’ın huzurunda mutlaka toplanıp amellerinizin hesabını vereceksiniz. Ayrıca Ulu Allah dünya nimetlerinin iyi kazanılması ve nimetlerden en ileri seviyede yararlanılmasını isteyecek.
Kasas Suresi 77. ayetinde; “Allah’ın size verdiği bunca nimetlerle sadece dünya değil ebedi olan ahiret yurdu için de hazırlık yapın. Allah sizlere nasıl meccanen bedava bu nimetleri vermişse, siz de insanlarla bunları paylaşın. Yani, infak edin. Hayır yollarına harcayın ve bunların hepsi de ulu Allah’ın varlığı, birliği, eşi ve benzerinin olmadığı mülkün gerçek sahibinin ancak Allah cc. olduğu anlamına gelen iman, itikat, ibadet ve ahlak demek olan, yani kainat insan için insan da Allah için yaratılmış olduğu esasıdır.

Kur’an’ın birçok ayetinde, önce iman, itikat, inanç, sonra ibadet emredilmiştir.
Tin Suresinde; “İnsanı en güzel surette yarattım. (Onu kendim için yarattım)”
“Ben, insanlar ve cinleri sırf beni tanısınlar ve bana iman etsinler, ibadet etsinler için yarattım. Sizden Allah rızık istemiyor. Sadece kendisine iman etmenizi ve ona ibadet etmenizi emrediyor” buyurmuştur. (Zariyat Suresi 55-56-57. ayet)
Bütün bu açıklamalardan sonra esas mesele; İnsanın sorumluluklarının bilincinde olarak yaşamaları, ilahi kanunlara zıt hareketlerde bulunmamaları, tabiatın yaratılış gayesinde kullanılması, fiziki kanunları bozmamaları, nimetlerin kadir ve kıymetini bilerek kullanmaları, doğanın emanetinin bütün insanlara müşterek verildiği ve bunun bilinci ile kullanılması emredilmiştir. Bu hususta karşımıza çıan en önemli sorun; kainatın aslını esasını bozmadan doğaya saygılı bir yaşam tarzı uygulanmalıdır. Bugün bütün fiziki, ruhi ve manevi sıkıntıların ana kaynağı, virüslerin, ebolaların, kenelerin, bela ve musibetlerin temelinde işte bu hususlar yatmaktadır. Küresel ısınma, iklimin bozulması, havanın, suyun, toprağın, yani çevrenin hızla kirletilmesi doğa dengelerini bozmakta, yağmurlar sel gibi yağmakta, sıcaklar cehennem sıcağı gibi etkiemekte, hava, rüzgar, fırtına, afet şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Terazinin dengesi bozulursa doğru ölçüden, hak ve adaletten eser alır mı? Hayır. İşte doğa kendisine yapılan bu ihanetlerin intikamını koronavirüs, ebola, kene vs. gibi sel, yel, aşırı sıcakların yıkımı ile almaktadır. Ama milletler, ülkeler, devletler hala uykuda, gaflette, bütün bunlara rağmen herkes hırs ve tamah ile dünyayı yutmanın peşindedir. Ama dünya kurulalıdan beri dünyayı kimse yutamamış ama dünya kendisini yutmak isteyenleri değirmen taşının buğdayı un ettiği gibi bu insanları öğütmüş ve yutmuştur.

İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor. Rûm Suresi – 41
İnsanların yanılgıya düştükleri bir önemli husus daha vardır. O da şudur; İnsanların çoğu şu yanlışa düşüyorlar: Allah bizi günahlarımızdan dolayı cezalandırmak için bu belaları bizim başımıza musallat ediyor, derler ama bu anlayış ve inanış doğru değildir. Çünkü, elbette ki ulu Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile yere düşmez. Ama sonsuz, uçsuz, bucaksız rahmet sahibi olan ulu yaratan aciz olarak yarattığı kuluna niye bela versin. İnsanlar kendi belalarını kendileri bulurlar. Ne diyor büyüklerimiz; Kula bela gelmez hak yazmayınca, Allah bela yazmaz, kul azmayınca.

Allah kiminize kiminizden daha fazla rızık verdi. Ama kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilerle paylaşıp da onları bu hususta kendileriyle eşit hale getirmeye yanaşmıyorlar. Peki onlar Allah’ın nimetini inkâr etmiş olmuyorlar mı? Nahl Suresi – 71
Fikrettin ÇIPLAK
Musibetler Karşısında Müminin Tavrı

Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir gün, çocuğunun kabri başında feryat eden bir kadına rastladı. Acılı anneye, “Allah’a isyan etmekten sakın ve sabret!” diyerek nasihatte bulundu. Üzüntüsünden Allah Resûlü’nü tanıyamayan kadın, “Bana karışma! Benim başıma gelen senin başına gelmedi ki!” deyiverdi. Bir müddet sonra kendisine nasihat edenin Resûl-i Ekrem olduğunu anlayınca Peygamberimizin huzuruna gelerek özrünü beyan etti. Bunun üzerine Rahmet Elçisi (s.a.s), şu özlü tavsiyede bulundu: إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولَى “Gerçek sabır, musibetin geldiği ilk anda gösterilen sabırdır.”
Hayatın akışı içerisinde her birimizin yaşadığı zorluklar, çile ve kederler, maddi ve manevi sıkıntılar olması mukadderdir. Çünkü bu dünya, adı üstünde, “imtihan dünyası”dır. Başa çıkmak için uğraştığımız imtihanlardan çok daha fazlasını Resûlullah (s.a.s) yaşamıştır. O, daha doğmadan babasını, henüz altı yaşındayken annesini kaybetmiş, yetim ve öksüz olarak büyümüştür. Can yoldaşı eşini ve altı çocuğunu kendi elleriyle toprağa vermiştir. Mekke’de bir avuç müminle birlikte müşriklerin amansız baskı ve işkencelerine, kısıtlama ve dışlamalarına maruz kalmıştır. Bütün bu sıkıntı ve musibetlere rağmen, Peygamber Efendimiz asla ümidini ve inancını kaybetmemiş, daima Rabbine sığınmış ve O’ndan yardım istemiştir. Şiddetten değil, merhametten yana tavır almış ve hiçbir zaman Allah’ın razı olmayacağı çözümlere tevessül etmemiştir.
Elbette hiçbirimiz zorluklarla karşılaşmayı arzu etmeyiz. Ancak müminler olarak biliriz ki, hayatın güzel anları kadar, sıkıntılı zamanları da dünya imtihanımızın birer parçasıdır. Cenab-ı Hak, insanı bazen elindekileri alarak bazen de fazlasıyla nimet vererek imtihan eder. Bu yüzden, musibet karşısında isyan etmek, kırıp dökmek ya da kötü söz söylemek yerine öncelikle sabırlı ve metanetli olmaya gayret gösteririz. Sağduyu ve akl-ı selim ile hareket ederiz. Sıkıntıyı aşmak için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getiririz. Bizler, her musibetten dünyamıza ve ahiretimize yönelik dersler çıkartırız. Benzer sıkıntılara maruz kalmamak için hata ve ihmallerimizi gözden geçiririz. İlim sahibi, tecrübeli insanlardan yardım alır, ondan sonra da Rabbimize tevekkül ederiz.
Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Müminin hali ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde sabreder; bu da onun için hayır olur.” Müslim, Zühd, 64.
O halde, iyi günde olduğu kadar, kötü günde de hayata tutunmak ve Rabbimizle aramızdaki bağdan güç almak, imanın güzelliğindendir. Bunalmış bir insanın, çaresizliğini şiddete dönüştürmesi, kadın ve çocuklardan öfkesini çıkarması ise zulümdür. Hiçbir sıkıntı, anlaşmazlık ya da bunalım, kadına şiddeti reva gören bir zihniyetin mazereti olamaz. Çünkü şiddet, kul hakkı çiğnemektir; acı ve nefret tohumlarıyla aileyi zehirlemektir. Hâlbuki mümin, elinden ve dilinden merhamet yayılan, çevresine güven ve huzur aşılayan kimsedir. Zorluklar karşısında kişinin kendisine ya da ailesine zarar vermesi asla çözüm değildir. Dinimiz, ne kendinin ne de başkasının ıstırabını dindirmek amacıyla bile olsa Allah’ın emaneti olan canına kıymaya kesinlikle izin vermez. Çünkü dert varsa, dertlere derman olan Allah vardır. “O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!”[Enfâl, 8/40] Sıkıntı varsa, sıkıntılara elbirliği ile çözüm bulacak dostlar, komşular, akrabalar vardır. “Müminler ancak kardeştir!” [Hucurât, 49/10]
Acılarımızı isyana ve zulme dönüştürmeyelim. Yaşadığımız zorluklar karşısındaki metanetli tavrımızın, Allah katında nice kolaylığın müjdecisi olacağını unutmayalım. Bizler bu dünyaya, inanmak ve iyi işler yapmak için geldik. Peygamberimizin umut ve teselli vadeden şu hadisini hatırlayalım: “Vücuduna batan bir diken bile olsa, başına gelen her türlü musibet karşısında Müslüman’ın günahları affolunur.” [Buhârî, Merdâ, 1]Rabbimizin yardımından ve rahmetinden ümidimizi kesmeyelim. Resûl-i Ekrem (s.a.s)’in duasıyla Yüce Rabbimize niyaz edelim: “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Allah’ım! Başıma gelen musibetin mükâfatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.” [Müslim, Cenâiz, 4]
Diyanet İşleri Başkanlığı

Allâhû Teâla (cc) tarafından vahiy yolu ile indirilen, peygamberler tarafından tebliğ edilen, insanların dünyada ve ahirette kurtuluşuna vesile olan itikadi ve ameli nizama İslâm adı verilmiştir. Allah’a (cc) teslimiyeti ifade eden İslâm kelimesi, (S-L-M) fiilinin if’al babından mâsdarıdır. Kur’an-ı Kerim’de ikisi Mekkî, altısı Medenî döneme ait olmak üzere sekiz ayet-i kerime’de geçmektedir. İf’al babından diğer türevleriyle beraber yetmiş beş ayette yer almıştır. İslâm, mükellefin Allah’a (cc) teslim olması, sadece O’na ibadet etmesi ve O’nun tekliflerine gönülden boyun eğmesidir. Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.v): “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a (cc) yemin olsun ki, arzusunu İslâm’a tabi kılmayan kimse iman etmiş olmaz” buyurduğu ve teslimiyetin belirleyici unsurunu haber verdiği malûmdur. İslâm’a teslim olmak, aynı zamanda barışın ve esenliğin yayılmasını savunmaktır. Çare Allah’a Kaçmak mı, Allah’tan Kaçmak mı?
Günümüzde insanlığın belini büken ızdıraplar, sıkıntılar ve bunalımlar içinde kıvrandıran, perişan eden dertler vardır. Bu dertlerin öncelikle teşhis edilmesi, sonra da tedavisine başlanması hem şart hem çok acildir. Bu şuursuzluk, nemelazımcılık, bu acıklı hal ve korkunç durum; her şeyden önce derdin teşhisini iyi koyacak ve muhatabın durumuna ve anlayış seviyesine göre hareket edecek; yani, işin erbabı ve sahasının uzmanı olan kimseler ve aynı zamanda bu hususlarda tecrübeli ve deneyimli şahsiyetler istemektedir. Bu işi sahiplenecek kimseler iyi bilmelidirler ki, onlar sürekli olarak rahmet ve hürmetle hatırlanacak ve hiçbir zaman unutulmayacaklardır.

Bizim önceleri sahip olup da sonraları kaybettiğimiz bir kısım değerlerimiz vardır. Bu kaybediş, bizlere çok pahalıya mal olmuştur. Kaybettiğimiz ve bir an önce kendimizde ve neslimizde diriltmemiz gereken hususların başında aşk ve heyecan, azim ve hamle ruhu gelmektedir. Bu ruh; imanı, aşkı, heyecanı, azmi ve hareketi beraber görme ruhudur. Bu ruh; imanı, aşkı, heyecanı, azmi ve hareketi beraber görme ruhudur. Barış, bir akd, bir sözleşme olduğu gibi aynı zamanda eylemler ve davranışlar bütünüdür; yani barış sadece söz ile olmaz ve sağlanamaz. İnsanlar ilk sözleşmeyi yüce Rabbimizle yapmışlardır: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına insanlar: “Evet, biz buna şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin!” diye cevap vermişlerdir. Araf suresi 172

Bu açıdan İslam, Müslüman bireyde ve Müslüman toplumda bir barış kültürü oluşturmuştur. Allah bütün insanlığı barışa davet etmektedir:
Ey iman edenler! Hepiniz barış ve selamete girin de şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin aranızı açan belli bir düşmandır. Bakara Suresi 208
Allah’ın insanları silme/barışa daveti, İslam’a davetidir; İslam’a daveti, barışa davetidir. Çünkü İslam, hem bir din hem de bir “Dünya Görüşü” olarak barış ismini taşır. Bilindiği gibi İslam ismi ve Kur’an’ın kavramı barış (silm), sulh, sükûnet, huzur, esenlik anlamları olan S-L-M kökünden gelir. Her Müslümanın birbirine söylediği “Selâm” sözü de aynı köktendir. Yüce Rabb’imizin bir ismi de “es-Selâm”dır. Haşr Suresi 23
Cennetin isimlerinden biri de “Darü’s-Selâm”dır, selâm (mutluluk, barış) yurdu demektir.[ En’ am, 6/127]. “Allah kullarını Darü’s-Selâm’a (selam yurduna, cennete) çağırır.” [Yunus, 10/25] Peygamber (s.a.v.) namazından çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve “Allahümme entes-selâmü ve minkes-selâm tebârakte yâzel-celâli vel-ikram: Allah’ım selam sensin; selamet de ancak sendendir. Mübareksin; Ey celâl ve ikram sahibi!” derdi.

Karşılaştığı kişiyi “Selâm” (Es-selâmü aleyküm) kelimesiyle selamlayan insan, karşısındakine “İşim, tavrım, davranışım selamdan ve barıştan ibarettir. Selametin ve barışın dışında bir hedefim, isteğim ve iradem yoktur.” mesajını vermektedir. İslam, sadece ismiyle değil, akidesiyle, ibadet ve taatlarıyla, emir ve yasaklarıyla, helal ve haramlarıyla kısacası bütün öğretisiyle, düsturuyla barış dini demektir. Aynı zamanda “Müslüman” demek, kendi kendisiyle barışık ve barışta olan, hem kendisi hem de başkası için barış, esenlik dileyen kimse demektir.
Hayat Kavgadan mı İbaret?
Maddeci dünya görüşlerine göre ise, hayat sınıflar yahut bireyler arasında sürüp giden bir çatışmadır. Böyle bir hayat felsefesi, hırsları, menfaat duygusunu körükler. Güç firavunlaşır, hak kuvvetle tanımlanır. İnsanlığın mutluluk yolunda tek ümidi olan sevgi ve merhamet sadece lafta kalan süslü söylemlerden öteye geçemez. Vicdanlar etkisizleşir. Düşmanlık duyguları boy atmak için böyle ortamları arar. Zaten insanın hem cinsine karşı düşmanca davranma eğilimi onun mayasında vardır. Bu eğilim, insan soyu henüz ikinci kuşaktayken Kabil’in Habil’i öldürmesi ile [Maide, 5/27] ortaya çıkmıştır.

Günümüz insanı da kendisiyle barışık olmadığı için diğer varlıklarla da barışık değildir. İnsanın mutluluğunu ortadan kaldıran bu kendi kendisiyle barışık olmama durumunun temelinde de “Allah’la barışık” olmaması yatmaktadır. Hâlbuki Ataullah İskenderi’nin dediği gibi: “Başlangıcı Allah ile olanın sonu da Allah’a kavuşmak olur.”İnsanın kendi kendisiyle barışık olmama durumunun temelinde adaletsizlik vardır. Kendi kendisiyle ilişkisinde âdil olmayan insanın bir müddet sonra çelişkiler yumağına dönüşmesi sürpriz olmayacağı gibi, bu yolla vicdanını da sürekli yaralayan bir kimsenin mutluluğun asgari koşullarına dahi sahip olması düşünülemez. Kendi içindeki çelişkileri izale edemeyen ve vicdanıyla gerekli barışı sağlayamayan bir insanın toplumsal düzlemde âdil ve barışçıl davranışlar sergilemesi beklenemez.

Çağdaş insanın sıklıkla karşı karşıya kaldığı bencil ve iki yüzlü tutumların doğurduğu bireysel ve toplumsal hastalıkların temelinde bireyin öncelikle kendisini niyet ve vicdan açısından yeterince gözden geçirmemesi yatmaktadır. Oysa kişinin kendi kendisiyle barışının ve nihayet mutluluğunun temelinde ona adaleti emreden vicdanıyla barışık olması yatar. Ne yazık ki çağdaş insanının içine düştüğü psikolojik bunalım ortamı onu bir yandan vicdanın sesini duyamayacak bir hale getirirken, diğer yandan bu haliyle yaşamını sürdürebilmek için kendi kendisini kandırmayı kendisi için bir yaşama sanatı haline getirmiştir. Evet; kendi kendini kandırıyor, pek çok insan… Olduğu gibi de, göründüğü gibi de olamıyor. Günümüz insanının çoğu, hayatı kavgadan ibaret görüyor… Ya değilse bu savaşlar neyin nesi?


Çare Nedir?
Varlık içinde yokluk çekiyoruz. Dünyanın en fazla sosyal sermayesi olan insanları Müslümanlardır. Evinin altındaki hazineden haberi olmayıp, zül ve züğürt yaşayanlara benziyoruz. Kendi değerlerimizi, imkanlarımızı iyi bilmeli ve değerlendirmeliyiz. Mutluluğu İslam’ın dışında arayanlar, doğruyu yanlış yer ve zeminde arıyorlar demektir.
Hz. Mevlânâ; “Körler pazarında ayna satma, sağırlar diyarında nâra atma!” diyor. Doğru teşhis, doğru reçete, doğru tedavi ancak hastalığı tedavi eder.
İyi insan yetiştirmede yapılacak eğitim-öğretimin üç boyutu vardır.
Bilgilendirmek
Yönlendirmek
Uygulamak

Mükemmel değil, iyi insan yetiştirmeyi hedefleyin.

Uygulamak
Bilgilendirmek: Eğitim ve öğretimde yapılacak ilk iş, kişiye, önce Yaratanını, inanç esaslarını, maddî ve manevî değerlerini tanıtmak olmalıdır. Çünkü Yaratanını tanımayan ve O’nunla barış içinde olmayan, hem kendisiyle hem de başkalarıyla kavgalı olur, barışamaz.
Yönlendirmek: Eğitim sadece bir kültür ve bilgi kazanma vasıtası değildir. Edinilen bilgilerle kişilerin yönlendirilmesi, diğer bir ifadeyle ilim verilirken ilim öncülüğünde yön ve hedef tayini yapılması gerekmektedir.
Uygulamak: Yön ve hedefi olmayan bilgiler fayda vermediği gibi, uygulanmayan bilgilerden de istenilen sonuçlar alınamaz
Bilgilerimizi uygulamada niyet, usûl, zaman, mekan ve devamlılık çok önemlidir. Verilen bilgilerin ve yapılan yönlendirmelerin bu çerçeve içerisinde uygulanmasını sağlayacak bir tarzda eğitim ve öğretim yapılmalıdır. Mesela silah kullanmasını öğretir de nerede, ne zaman, nasıl ve kimlere karşı kullanılacağı hususunda gerekli eğitimi vermezseniz, silah bir zulüm makinesi olur.
Hz. Ömer (r.a): “Nasihatçileri olmayan ve nasihatçileri sevmeyen bir millette hayır yoktur” buyurmuştur. Aşkla, heyecanla, azimle ve ciddi bir hamle ruhuyla irşad, tebliğ, hizmet ve Hakkın hakimiyeti, yaşanması, yaşatılması ve yayılması gayretine girişilmelidir. Çünkü bir insanın kıymeti, himmeti nispetindedir. “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”

İnsan ancak gayret ve faaliyeti ölçüsünde olgunlaşabilir, ideal ufuklara doğru yol alabilir. Hizmet, insanı kâmilleştirir, mükemmelleştirir. İnsanın ne olduğu, neye ilgi duyduğuyla ölçülür. Allah davasına ilgi duyan da Allah adamı olur.
Kafa, kalp imanla dolmayınca, eşya, eğlence ve ideoloji ile dolmaktadır ki, bu da zihinsel kirliliği artırmakta, o da yorgun ve mutsuz insanları çoğaltmaktadır. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çevreyi kirletenlerin önce zihinleri kirlenmiştir.
Zihinleri kirlenen insanlar her yeri, her şeyi kirletebilmektedirler. Öyleyse imanın aydınlığında bir hayat için tüm insanlığı İslam ile buluşturmak gayreti içinde olunmalıdır. Zira çaresiz değiliz, çare biziz. Eşyanın, makamın, servetin, şöhretin kulu olanları “Allah’a kulluk şerefine” eriştirmek için her türlü imkanı kullanarak yoğun çalışmalar yapılmalıdır. “Her doğan çocuk, İslam fıtratı üzerine doğar.” [Münâvi, Feyzu’l- Kadir, 5/33] Bu fıtrat İslamî eğitimle büyütülürse kulluk yönü ağır basar. Yoksa çocuğun fıtratı bozulur, şeytani ve nefsanî yönü ağır basar. Kirli akan bir derenin veya kanalizasyonun içindekileri kirletmesi gibi bir zaman sonra haramlar, günahlar da kalbi tertemiz olan çocukların fıtratlarını bozar. Onun için nesillerimizin günah ve haram bombardımanlarına karşı korunmaları, donanımlı hale getirilmeleri, her nereye giderlerse gitsinler iyi insanlarla, hayır müesseseleriyle karşılaşmaları sağlanmalıdır. Unutmayalım: Şikayet, sızlanma ve nazlanma acizlerin işidir. Bizim şikayet etme değil, çözüm bulma, çare olma, çare sunma sorumluluğumuz vardır. Mevcut dinamiklerimizi, sosyal sermayemizi harekete geçirebilsek; pek çok meselenin hallolduğunu, karanlıkların aydınlandığını göreceğiz. Allah’tan kaçarak değil, Allah’a koşarak kurtulabiliriz. “O halde hepiniz Allah’a kaçın. [Zâriyât Suresi 50]
Halil ATALAY

Fikir ve gönül adamı allame Muhammed İkbal son derece veciz ve yalın bir şekilde ancak ciltlerle ifade edilebilecek bir tesbitte bulunuyor: “Aklın ölümü fikirsizlik, kalbin ölümü zikirsizliktir.” Herhangi bir alet bile belli bir süre kullanılmazsa devre dışı kalır. Atalarımız “işleyen demir ışıldar” demişler.
İnsan, aklı ve kalbiyle insandır. Hayvanlardan ayrıldığı nokta da burasıdır. Aklını ve kalbini kullanmayan insan Kur’an tabiriyle hayvanlardan daha aşağıdır. “Kalpleri vardır, gerçeği kavramazlar, gözleri vardır, doğruyu görmezler, kulakları vardır hakikati işitmezler. İşte onlar hayvan gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte asıl gafil onlardır.” (A’raf, 179) Hayvanların tek gayeleri yemek-içmek ve üremedir. Başkaca bir hedefi olmayan insanlar da hayvanlardan farksızdır. “İnkar edenler geçici zevklerin peşine takılarak hayvan gibi yeyip içerler. Onların varacakları yer cehennemdir.” (Muhammed, 12)
AKIL NİMETİ VE İMTİHANI
İnsan başta kendini, varlıkları ve olayları fark eden, anlamlandıran, olayların arka planını gören, sebep ve sonuç ilişkilerini değerlendiren varlıktır. Allah’ın muhteşem eseri olan bu alemin güzelliklerini farketmek ve sahibine şükretmek insanın öncelikli görevidir. Seyircisi ve yorumcusu olmayan bir sanat galerisinin anlamı da olmaz. Akıl ve duyu organlarıyla donatılmış insanoğlunun bu organları yaradılış gayesine uygun olarak kullanmaması haksızlıktır. Mevla bizden eserlerini görmemizi istiyor “De ki: Göklerde ve yerde ne varsa bir bakın” (Yunus, 101) Kur’an-ı Kerimin pek çok yerinde “Hiç akıl etmez misiniz?” “Hiç düşünmez misiniz?” “Hiç görmez misiniz?” şeklinde sitemler vardır. “Allah aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder.” (Yunus, 100)
Aklı sırf desise için ve şeytani tarzda çalıştırmak; sadece teknoloji alanında alet edavat yapımında ve kullanımında işletmek asıl maksat olamaz. Aklı diri tutmaktan maksat; hayat, eşya ve olayları anlamdırmaya yönelik derin tefekkür ve felsefi boyutta onu daima işler halde tutmaktır. İnsanın kendini tanıması, insani bir çerçeve içinde yaşaması ancak bu manadan diri bir akılla mümkündür. Felsefi ve metafizik boyutta tefekkür zor ve sancılıdır. Fakat insani mertebeye ancak bu derin tefekkürle ulaşılabilir. Bu zorluğu göze alamayan günümüz insanı kendini daha ziyade oyun-eğlence, alkol ve uyuşturucuya vererek aklı ve tefekkürü öldürmektedir. Gerçek manada Mütefekkiri ve Filozofu olmayan bir dönem yaşıyoruz
Asıl fazîlet muhtacın elinden tutabilmektir. Peki yardıma muhtaç insanları nasıl bulabiliriz?

Hz. Mevlânâ şöyle nasihat eder: “Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, tam bir kalp huzûru, tevâzû ve kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara, bul!” İşte asıl fazîlet, böyle muhtâcın elinden tutabilmektir. Yani istemekten hayâ ettiği için hâlini gizleyen takvâ sahibi muhtâcı arayıp bulmak ve onları sîmâlarından tanımayı kalbimizin bir hassâsiyeti hâline getirmek, Rabbimizin bir emridir. Şüphesiz ki bu hassâsiyeti kazanabilmek, malın helâlliği ve gönüllerdeki ihlâs nisbetinde mümkündür.
Osman Nûri Topbaş,
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.”

Zenginlik deyince, bizim aklımıza mal, mülk ve servet sahibi olmak gelir. Bu, zenginliğin maddî ve görünen yönüdür. Ama asıl zenginlik bunlardan mı ibarettir? İşin bir başka yönü daha yok mudur? Diğer bir ifade ile zenginlik, kasa – kese ile başlayıp orada biten bir mesele midir? Hadisimiz işte bu suallere gayet açık bir cevap vermektedir. Övgüye ve “zenginlik” demeye lâyık, Allah katında makbul ve âhirette faydası görülebilecek olan zenginlik, mal çokluğundan ibaret olan zenginlik değildir. Asıl zenginlik, – malın çokluğuna veya yokluğuna bakılmaksızın- gönül tokluğu, kalp zenginliğidir. Kiminin hem malı çoktur hem gönlü toktur. Ama kiminin de malı çoktur fakat gözü açtır, sınırsız bir mal hırsı içindedir. Nereden ve nasıl olursa olsun kazanmak ve mal sahibi olmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Böylesi kimseler mal zengini olsalar da gönül fakiri, hırs mahkûmudurlar. Kimilerinin de malı yoktur ama, gönlü toktur. Kimsenin malında mülkünde gözü yoktur. Eline geçenle geçinir. Daha fazla kazanmaya çalışır ama, asla rızasızlık, şükürsüzlük etmez, başkalarının kazancına hased çekmez, göz dikmez.
Bütün bunlardan dolayıdır ki, hadisimiz gerçek zenginliğin, mal zenginliğinden çok duygu zenginliği olduğunu ortaya koymuş, gözü ve gönlü aç olanın fakirliğinin, aslında, mal çokluğu ile telâfi edilemez bir açlık olduğuna dikkat çekmiştir. Gönül tokluğu, Allah’ın kendisi için verdiği rızka râzı olma temeline dayanır. Bu da en büyük zenginlik ve izzettir. Çünkü bunun sonucu Allah’ın taksimine ve emirlerine teslim olmaktır. Allah’ın takdirinin kendisi için daha hayırlı olduğunu kabullenmektir. Bu sebeple gönlü tok olan insan, Allah’tan başka kimseden bir şey istemez, kimseye el açmaz. Tam hürriyet ve şeref işte budur.
Elde ettiğiyle yetinmemek ise, neye sahip olursa olsun, insanı sınırsız bir hırsa, sonu gelmez bir tatminsizliğe sürükler. Gönül tokluğu insanı, vakitlerini güzellikler ve mükemmellikler peşinde harcamaya sevk eder. Bitip tükenmeyen bu üstünlükler, yok olmaya mahkûm maddî zenginliklerden elbette insan için daha faydalı ve gereklidir. İlim tahsili ve nefsin kemâli yönünde gösterilen gayretler, gerçek zenginliğe kavuşma çabasıdır. Çünkü mal, kısa sürede zeval bulur ama ilim bitmek-tükenmek bilmeyen bir hazinedir.

Öte yandan hırs ve tatminsizliğin neticesi, ferd ve toplum plânında sömürgeciliktir. Gönül tokluğu ise, duygu ve uygulama olarak kendi kendine yetmek, kimsenin hakkına tecavüz etmemek demektir. Maddî beklentilerin esiri olmamak için gönül tokluğu gereklidir. Bu arada şuna da işaret edelim ki kanaat, “bir lokma bir hırka” şeklinde anlatılamaz. Zira kanaat, ele geçen ile geçinmektir, yetinmek değil.. Daha fazla kazanmak ve üretmek için gayret göstermek kanaata aykırı değildir. Ancak sınırsız bir kazanma hırsı içinde olmamak gerekir. Bu hususu, İslâm büyükleri “Dünya elimizde olmalı ama gönlümüze girmemeli” diye ifade etmişlerdir. Herhalde gerçek zenginlik işte budur. Çünkü gönlü tok kimse, elindekileri harcamasını bilir. Gözü aç ya da aşırı derecede cimri olan ise, kimseye bir şey vermez kendisi de yeterince istifade etmez, edemez. Böyle birinin zenginliğine de asla zenginlik denilmez.

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Asıl zenginlik göz ve gönül tokluğudur. Mal çokluğuna aldanmamak ona gerçek zenginlikmiş gibi bakmamak lâzımdır.
2. Kanaat, Allah’ın kendisi için takdir ettiğine râzı olmak ve ele geçenle geçinmektir.
3. Mal kazanma hırsı insanı sınır tanımazlığa götürür.
4. Gönlü tok olmayan ne kadar zengin olursa olsun fakirdir.
5. İlim ve olgunluk peşinde olmak, gerçek zenginlik için çalışmak demektir.
(Riyazü’s Salihin – İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan sakının! Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Haşr 18

Dünya hayatı, bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, takva ehli olanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız? Enam suresi 32
Ey iman edenler! Allah’a, Resul’üne ve Resul’üne indirdiği Kitap’a ve daha önce indirilmiş kitaplara iman edin. Kim, Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve Ahiret Günü’nü küfrederse; o, çok derin bir sapkınlığa düşmüştür. Nisa suresi 136

Hepimizin bildiği gibi, insanlar; yaratılıştan, inanma ihtiyacıyla doğarlar. İman her kalpte yönlendirilmeye hazır bir duygu olarak mevcuttur. Yaratılış gereği en ilkel insanda bile ortaya çıkar ve doğar doğmaz bir şeylere inanmak yönünde hareket eder. Allah’a binlerce şükürler olsun ki bizler iman ve kitapla tanışmış, Allah’ın varlığına ve birliğine iman eden bir toplumda dünyaya gelmişiz. İçinde bulunduğumuz bu şeref için ne kadar şükretsek azdır.
Yüce kitabımız Kuran; bahsimize konu olan iman hakkında ayrıntılı bilgi verir ve ‘inandım’ diyen müminleri bile yeniden imana davet eder.(2) Pek çok ayeti kerimede cenâb-ı Allah Müminlerden; imanlarının gereğini yapmalarını istemekte, ve bunun karşılığında inananlara cennet ve cemâlullah’ı müjde olarak teklif etmekte, inanmayanları ise yakın ve elim bir azapla uyarmaktadır.
İman yalnızca “bir cümle, bir ifade ya da ‘inandım’ demekle gerçekleşen bir hal değil, bilakis başlı başına bir hayat tarzıdır. ‘İnandım’ diyen insan, rabbinin karşısında, söz verip, senet imzalayan, ve bunu yerine getireceğine dair teminat veren tüccara benzer. Sözünü tutması karşılığında cenneti satın alacaktır. Sözünü tutmayan ve dediğini yapıp senedinin icabını yerine getirmeyenler ise Allah’ın kitabında münafık, yalancı ve müşrik olarak zikredilmektedir.

Dünya ahiretin tarlasıdır
Dünya ahiretin tarlasıdır. Ahiret tarlasını iman ile ekmeyenler, vakti gelince cennet biçemezler. Çünkü insanı, Allah katında şerefli kılan, onun imanı ve Allah’a olan sıkı bağlılığıdır. Kim ne yapmışsa onu mutlaka görecektir. İman ekip, imanıyla amel edenler bunun karşılığını elbette alacaklardır. Nifak ve fesat ekenler de bu yaptıklarının karşılığını hem dünyada hem de ahirette mutlaka göreceklerdir.
İmanın şartlarını gerektiği gibi yerine getiren bir insan, geçici dünya nimetleri karşısında imanından ve imanın prensiplerini yerine getirmekten kolayca vazgeçmez. Allah’a olan ahdini hatırlar. İnancının gereklerini yerine getirir. Bunu çevresine yansıtır. Eşi, çocukları, komşuları, akraba ve yakın çevresiyle iyi ilişkiler kurar. İnsanlara ve etrafındaki her şeye karşı, Allah’ın ‘mümin’ kullarına yakışır bir davranışla muamele eder. Yaptığı her işin ardından, “bu iş bir mümine yakışır mı?” diye sorulduğunda hiç rahatsızlık duymadan ve rahatlıkla “evet” diyebilecek bir şekilde yaşar. İçki, kumar, fuhuş, hırsızlık, yalan ve sahtecilikten uzak durur. Bu işlerin münâfıkların, fâsıkların ve şeytanın yolundan gidenlerin (Maide 90) işleri olduğunu bilir. Hakkıyla iman eden bir insan tüm fiillerinin eksiksiz olarak kaydedildiğini, bir gün önüne konulup hesaba çekileceğini aklından asla çıkarmaz. Hepsinden de önemlisi peygamberimizin buyurduğu gibi; “bir mümin, büyük günahları işlemekten ateşten korkar gibi korkar”. Gerçek iman da bunu gerektirir.
Hiç aklımızdan çıkarmayalım ki; dünyada başımıza gelen her sorun ve sıkıntı, sabır ve metanetle atlatmamız gereken bir imtihandan öte bir şey değildir. Ve yine hiç unutmayalım ki: dünyada peşinde koştuğumuz bütün nimet ve zenginlikler de geçici birer oyalanmadan ibarettir. Her şey fanidir. Bâki olan yalnızca celal ve kerem sahibi olan Allah’tır. Biz müslümanlar için Allah’a iman etmek ve O’nun rızasını kazanmak her şeyin üstündedir. Ve Allah katındaki derecemiz imanımızın sağlamlığı ve amellerimizin güzelliği oranındadır. Rabbim imanımızı sağlam kılsın amellerimizi ve ahlakımızı güzelleştirsin.
Onlar, kötü ve çirkin bir söz duydukları zaman, ondan yüz çevirirler. Ve: “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Selam üzerinize olsun. Bizim cahillerle işimiz olmaz.” derler. Kasas 55

“Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki boş ve faydasız şeylerden uzak dururlar. Onlar ki zekâtı verirler. Ve onlar ki iffetlerini korurlar... Mü’minûn, 1-5
Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Faydasız söz ve lüzumsuz işleri terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.”
Yüce dinimiz İslam’ın en temel gayelerinden birisi, insanın hayatını anlamlı kılmaktır. Onun boş, anlamsız ve beyhude her türlü söz ve davranıştan uzak bir hayat yaşamasını sağlamaktır. Bu nedenledir ki, Kerim Kitabımızda kurtuluşa eren müminlerden şu şekilde söz edilmektedir: “Onlar, anlamsız bir söz işittiklerinde ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size olsun. Selam olsun size. Cahillik edenlerle işimiz yok’ derler.”
“Onlar, yalana şahitlik etmezler. Faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip giderler.” Furkân 72
İslam’ın özünden, yaratılış gayesinden uzaklaşıldığı içindir ki, günümüzde zihin ve gönüller kötü düşüncelere, diller hesabı verilemeyecek lüzumsuz ve beyhude sözlere esir oldu. Bedenler, faydasız işlerde heba edildi. Saygınlıklar, hayasızlıkla tarumar edildi. Ömür sermayeleri, hoyratça tüketildi.
Oysa Rabbimiz bizi vahiyle, peygamberle terbiye etti; akılla, idrakle ve sayılamayacak nice nimetlerle donattı. Bize yolumuzu ve yönümüzü gösterdi; varlığımız ve yaratılışımızın gayesini öğretti; merhamet, muhabbet ve adalet duygusu lütfetti. Yüce Rabbimiz, bütün bunlara karşılık bizi sorumlu kıldı. Dilimizden dökülen her bir sözün, elimizden sadır olan her bir işin mahkeme-i kübrada hesabının sorulacağını Kerim Kitabımızda defalarca hatırlattı.
Bilelim ki Allah’ın gazabına neden olan, kişinin kendisine ve çevresine zararı dokunan her iş ve söz haramdır. Dilimizden gelişigüzel, kuralsızca dökülen sözler, kaba ve çirkin ifadeler, yalan, iftira, gıybet, bunların her biri dinimizde yasaktır. İnsanların özel hallerini araştırmaya, insanlar arasında laf taşımaya, fitne ateşini körüklemeye yönelik her türlü kelam boş sözdür, günahtır. Her boş söz ise sadece dilin değil, insanın afetidir. Böylesi sözler, sahibinin şahsiyetini, onur ve haysiyetini zedelediği gibi buna muhatap olan şahsın da hem hakkını ihlaldir, hem de büyük bir vebaldir. Çünkü dilden dökülen her söz sorumluluk gerektirir. Her sözün bir ahlakının olması gerekir. Ahlakı olmayan her söz israftır, günahtır.
Boş ve gereksiz işler, insanın zihnini meşgul, gönlünü mahkum eder; çok değerli olan vaktini öldürür. Halbuki günümüz insanının en çok ihtiyaç duyduğu, çoğu kez yokluğundan yakındığı nimet, zamandır. Özellikle bugün, kitle iletişim araçlarının çeşitlenip çoğalması, teknolojik imkanların yaygınlaşması ile zamanı verimli ve anlamlı kullanma problemi daha çok hissedilir olmuştur. Üzülerek belirtmek gerekir ki, günümüzde nice ömürler, ekran karşısında anlamsızca tüketilmektedir. Nice hayatlar, nice umutlar, sanal dünyada yalanlar, sahtelikler üzerine inşa edilmektedir. Oysa vahiyle, peygamberle terbiye edilen, akılla desteklenen insan başıboş yaratılmamıştır.
Öyleyse geliniz, boş ve anlamsız her iş ve sözden, sorumluluk ve muhasebe bilinciyle uzak duralım. Hutbemizi Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in, anlam dolu şu duasıyla bitirelim: “…Allah’ım! Sana teslim olan bir kalp, doğru sözlü bir dil ve güzel bir ahlâk istiyorum. Günahlarımı bağışlamanı ve her türlü hayırdan bana lütfetmeni istiyorum. Bütün şerlerden de sana sığınıyorum…
Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü