logo

insanın vicdanı hatırladığı müddetçe, hiçbir hata unutulmuş değildir. 

İÇİNDEKİLER

İnsan yaşamında zorlandığı problemleriyle başa çıkamadığı dönemlerde davranış ve duygularında benliğini koruyacak tutum ve yaklaşımlar sergiler. Bu durum benliği algıladığı tehlikeden koruyan yaklaşım olarak değerlendirilir. Kişinin zorlandığı durumlar karşısında sergilediği savunma mekanizmaları aşağıda sunulmuştur.Savunma düzenleri (Defence mechanisms): Benliği kaygıdan kurtaran, geliştiren, olgunlaştıran, gerçekle bağlantısını ve gerçeğe uyumunu sağlayan ruhsal işlevlerin tümü olarak tanımlanabilir. Benliğin savunma düzenleri çatışmanın yarattığı kaygıya karşı kulllanılan ruhsal işlevler olup, genellikle bilinç dışı süreçlerdir. Birey çoğunlukla, kullandığı savunma düzeninin bilincinde değildir. Savunma düzenlerini ayrı ayrı sınıflandırmak kuramsaldır. Bunların arasında sınırlar kesin ve keskin değildir. Savunma düzenlerinin önemli bir bölümü insanların günlük davranışlarında görülür. Ancak, bunlardan bir kaçı etkinlik ve üstünlük kazanırsa bireyin gerçekle bağlantısını ve uyumunu bozar. Böylece savunma düzenlerinin önemli bir bölümü türlü hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasında rol oynar. Savunma düzenleri genel olarak benliğin karşılaştığı tehlikeyle başetme, savaşma ya da tehlikeden kaçıp kurtulma biçiminde işler. 

Bastırma (Repression, Refoulement): Benliğin ilk tanınan ve tanımlanan savunma düzenidir. İlk kez, Freud tarafından ortaya atılmış zamanla bütün öteki savunma düzenlerinin temelini oluşturmuştur. Korku ve suçluluk gibi kaygı yaratan durumların bilinç alanı dışına itilmesi ve bastırılmasıdır. Bilinç alanı dışında bulunan bu tür duygular konuşma sırasında, düşlerde ya da davranışlarda değişik biçimde ortaya çıkabilir. Bastırma düzeni kaygı yaratan durumların bellekten silinmesi değil, bilinç alanı dışında tutulma çabasıdır. Bastırılan duygular, düşünceler, değişmeden kalır, varlıklarını korur ve kendilerine çıkış yolu, eyleme geçmek için fırsat ararlar. Unutma, isteksizlik, durgunluk, dalgınlık, kimi kez bilinç alanına kadar yaklaşan kaygıdan kurtulmak için kişiliğin denetimi ve engellenmesi sonucu oluşan güncel yakınmalar ve belirtilerdir. İnsanı, söylediği ya da yaptığı zaman pişman olacağı kaygı duyacağı bir davranıştan korur. 

Yüceltme (Sublimation): İlkel nitelikte eğilim ve isteklerden doğan çatışma ve kaygıların toplumsal nitelik kazanması, yararlı etkinliklere dönüştürülmesidir. Yüceltmede, güdülerden kaynaklanan eğilime ket vurulmuş, güdünün amacına ulaşması engellenmiştir. Güdü kendi amacı dışında bir nesneye yöneltilmiştir.

Özgecilik (Diğerkâmlık) (Alturism): Ben tutkusunun ve bencilliğin bastırılarak, ilgi, sevgi ve saygının başkalarına yönelmesidir. Bu tür işleyen savunma düzenlemesinde kişi sürekli olarak başkalarının sorunlarıyla ilgilenir. Onlara çözüm bulmaya çalışır. Böylece, kaygıdan kurtulma yollarını arar. Özgeciciliğin sınır ve düzeyi, kişinin bilgi ve kültür düzeyine göre değişir. Kimsesiz bir çocuğa, komşusuna yardım eden insanla, insanlara yardımcı olmak için çalışan hekim, bilimadamı ya da insanları aydınlatmak için çabalayan yazar romancı da özgecidir. 

Sezinleme (Tahmin) (Anticipation): İnsanın kişiliğini, güçlerini, yeteneklerini ve gerçekleri iyi biçimde değerlendirmesi, geleceğe yönelik doğru çıkarımlar ve düzenlemeler yaparak karşılaşılması olası iç çatışmalardan, bunların yaratacağı kaygılardan uzak kalabilmesidir. Belirli alanlarda kendisini yetersiz, beceriksiz, aşağı gören insan, o alanla ilgili uğraşılardan uzak kalarak kendisine verdiği değer ve saygınlıkla, beceriksizliğin yarattığı aşağılık duygusu arasındaki çatışmadan doğan kaygıdan kurtulabilir. Ya da yetersiz ve beceriksiz olduğu alanda kendisini geliştirme ve yetiştirme çabasına girişerek kaygıdan uzak kalır. 

Şakaya Vurma (Mizah) (Humor): Kişide kaygı uyandıran duygu ve düşüncelerin cidiye alınmamasıdır. Bir insan bir konudaki yetersizliği ya da beceriksizliği nedeniyle çevrenin kendisini küçük göreceğinden çekinip bir girişimde bulunamaz ya da davranış yapamazsa, çevreden beklediği eleştirileri şakaya vurup kendi kendine yönelterek kaygıdan kurtulabilir. İstediği davranışı gerçekleştirebilir. 

Çilecilik (Ascetisism): Bilinçli bir biçimde boyun eğme düzenini kullanarak haz veren kişilerden, nesnelerden, olaylardan uzak kalabilmek için çaba harcamak, bunlara dinsel, mistik savunmalarla karşı koyabilmektir. Böylece, çatışma ve kaygı uyandıracak olan türlü ilişkilerin kurulmasından kaçınılır. Ancak bu tür biryaşam tekdüze sürüp gider. Bağlanılan düşünce ve amaç yeterli doyumu sağlayamazsa, ruhsal sorunlar ortaya çıkar. 

Dengeleme (Yerini Doldurma) (Telafi) (Compensation): Kişinin doyurulamayan, engellenen dilek, istek ve amaçları yerine başkalarını koymasıdır. Derslerinde başarısız olan bir öğrencinin spor yaparak saygınlık kazanması, işinde başarısız olan bir kişinin dernek işleri çok iyi ve yararlı biçimde yürütmesi, bu savunma düzeninin sağlıklı sonuçlarıdır. Bu savunma düzeni, bedensel eksiklik ve sakatlık durumlarından kaynaklanan aşağılık duygusunun karşılanmasında da önemli rol oynar. Bedensel eksiklik, sakatlık ve çirkinliklerin doğurduğu kaygıdan kurtulmak için harcanan çaba, kişinin yaratıcılığına ve kendisini gerçekleştirmesine olumlu katkılar yapar.

Buraya kadar anlatılan savunma düzenleri genellikle bir yandan bireyin ruh sağlığını bir yandan, topluma uyumunu bozmadan kullanabildiği düzeneklerdir.

Saplantı (Fixation): Çocukluk yaşantısında iz bırakmış bir dönemle ilgili, kişiye, nesneye, duruma bağlı kalmaktır. Saplantı sonucu çocukluk dönemine özgü duygu, düşünce ve davranışlar ortaya çıkar. Kimi insanda saplantı nesnesi değişmeden kalır. Kimi insanda, bunun yerine başkaları geçer. Saplantılar ve gerilemeler güdülerin doyumuna bağlıdır. Çocukluk ve gençlik çağında güdünün doyum biçimi kişinin kaygısını giderir.

Gerileme (Regression): Davranışların çocukluk ve gençlikteki duygusal gelişme dönemlerine geri dönmesidir. Gerçeklerden kaçmak, kaygı ve gerilimden kurutulmak için birey çok eskilerde kalmış çocukluk yaşlarının tutum ve davranışlarını benimseyerek, o yılların dirlik düzenlik içinde olan, aileden ve çevreden destek bulan, anlayış gören dönemini yeniden yaşamak ister. Bilinç alanı türlü korkular, endişeler, gerçekdışı düşüncelerle dolar. Günlük yaşamın gerçekleriyle başa çıkamayan, bunların yarattığı kaygıyı başarılı biçimde çözemeyen kişi, ruhsal bir yakınma ya da bozukluğa sığınarak kendisini savunur. Ancak bu savunma biçimi sağlıklı değildir. Kimi kez gelip geçici gerilemeler günlük yaşamda da ortaya çıkar. Yabancı birinin yanında heyecanlanmak, düşündüğünü söylememek, kekelemek, aşırı el kol hareketleri yapmak, küçük bir engel karşısında bağırıp çağırmak, çevreden anlayış ve destek beklemek, aşırı duyguların ya da çoşku belirtileri çocukluk dönemi saplantılarına geri dönüştür. 

Düşlem (Hayal Kurma) (Day Dream): Gerçeklere uymayan ya da günlük yaşamda doyum olanağı bulunamayan isteklere, beklentilere, amaçlara imgeleme ve düş yoluyla doyum aramaktır. Çocukluk ve gençlik çağında sık işleyen bir düzendir. Yaratıcılığı artırır. Duygu ve düşüncelere gelişme ve yüceltme olanağı kazandırır. Ancak, gerçekle düş arasındaki sınır iyi ayrılamazsa, çatışma ve kaygılar çözümü güç boyutlara ulaşır. 

Boyun Eğmek (Submission): Çatışma ve kaygıdan kurtulmak için başkalarından gelen etkileri kolayca kabul ederek bunlara tartışmasız uyum göstermektir. Çocukluk ve gençlik çağında, bir sınır içinde, kişilik gelişmesine olumlu katkısı olan bu düzenin bütün yaşam boyu sürmesi kişilik gelişmesini engeller. 

Dışa Yansıtma (Projection): İnsanın kendisinde görmek istemediği eksik, yersiz davranışları, beğenmediği duygu, düşünce, istek ve amaçları başkalarına ya da çevresine yüklemesidir. İki tür davranış söz konusudur. Birinde, kişi beceriksizliğinin, yetersizliğinin, başarısızlığının nedenlerini başkalarında arar. Okulda başarısız olan genç bu durumundan ana babasını, öğretmenini sorumlu görür. İkinci yansıtma biçiminde, kişi kendisinin olumsuz, çirkin hatalı istek ve tutumlarını başkalarına yakıştırır. Kimi kez dışa yansıtma düzeni, iki kişi arasında karşılıklı olarak işler. İki taraf da bütün çirkin ve kötü gördükleri yanlarını birbirlerine yansıtırlar. Belli sınırlar içinde, kişiliği kaygıdan koruyan, kişinin gelişmesinde olumlu katkıları olan bu düzenleme aşırı ve sürekli olursa, kişinin kendisini doğru tanıyıp değerlendirmesini bozar. 

Ket Vurma (Inhibition): Uyaranların varolmasına karşın, çatışma ve kaygıdan kurtulmak için bir davranışın başlamasını ya da başlayan bir davranışın sürdürülmesini engellemektir. İnsan ket vurmayı bilinçi ve bilinçsiz yapar. Bilinçli yapılan ket vurmaları, bilinçdışı işlev yapan bir alışkanlık ve davranış biçimi durumuna da dönüşebilir. 

Utangaçlık (Bashfulness): Gerçeklerden kaçmak çevreyle ilişki kurmamak için, sıkılma, az konuşma biçiminde oluşan bir savunma düzenidir. Çocuklarda ve gençlerde sık görülür. Güvensizlik sonucu ortaya çıkar. 

Cinselleştirme (Sexualization): Her konuda cinsel simgelere başvurulmasıdır. Her tür ilişkiye cinsellik yakıştırarak duygusal gelişmenin ilkel dönemlerine geri dönüp gerçeklerden kaçılır. 

Tutulma, Duygu Yalıtımı (Isolation): Bu tür düzenler sonucu uzun süre duygusal ilişki ve bağlantılar engellenerek çevreyle uyum bozulur. 

Akla Uydurma (Rationalization): Duygusal ve coşkusal kaynaklı düşünceye inanan kendisine ya da başkalarına karşı inandırıcı nedenler bulmasıdır. Yeteneksizliği yüzünden uyumsuz ve başarısız olan insan, bütün    çabasını   kullanarak kendisini haklı gösterecek neden ve etkenler arar. Başarısız öğrenci, eğitim düzenini; alkol bağımlısı, insanların anlayışışsızlığını; golü kaçıran oyuncu sahanın kötülüğünü ileri sürer. Çocuğuna kötü davranın, ona dayak atan baba, kendi babasının da böyle yaptığını söyleyip davranışını yararlı bulur. Kimi kez gerçeklerin verdiği kaygıdan, yalın ve yüzeyel mantık oyunlarıyla kaçılır. 

Gerçekleri Çarptırma (Distortion): Kaygı yaratıcı ya da rahatsız edici bir gerçek karşısında onu olduğu gibi değil de, olmasını istendiği biçimde görüp kabullenmektir. Halk arasında bazen “kendine yontmak” deyimiyle anlatılan durumda kişi, gerçeğin kendisine yararlı ya da çıkarına olan yanını görür. 

Yön Değiştirme (Displacement): Kişinin iç çatışmadan ve kaygıdan kurtulmak için bir nesneden, kişiden, durumdan başka bir nesneye, kişiye, duruma kaymasıdır. 

Kötüleme (Blaming): Elde edilemeyen, erişilemeyen, ulaşılamayan kişilerin, nesnelerin, amaçların kötülenerek kaygıdan kurtulma yoludur. Başarısız öğrenci okulu, sevdiği kızla evlenemeyen genç, kızı ya da ailesini kötüler, “Kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesi” gibi… 

Karşı Saldırı (Counteract): Bir eleştiri ya da kınama karşısında duyulan kaygıdan kurtulmak için, bunların doğru olup olmadığını düşünmeden, eleştiriyi yapanın kişiliğine saldırmaktır. Bu davranış biçimi, eleştiriyi yapan kişiyi savunucu duruma getirir. 

Dışlaştırma (Acting Out): Bilinç alanına gelen duygu, düşünce ve isteklerin hiçbir denetimden geçmeden ortaya konulması ve gerçekleşmesine çalışılmasıdır. Yakınlarına karşı olumsuz duygu ve düşünceleri olan birinin bunları onların yüzüne söylemesi, bu davranışı yüzünden doğacak kırgınlık ve tepkileri göze almasıdır. Birçok kişi kendilerini engelleyen, kaygı yaratan kişilere, nesnelere, durumlara karşı devamlı söver. Bu durum onlara bir süre rahatlık verir, ancak sık sık çatışmalara yol açar.

Gerçeklerden Kaçma (Avoidance): Çevreye uyumsuzluğun doğurduğu kaygıdan kurtulmak için gerçekleri kabul etmemek, onlardan uzak kalmak çabasıdır. Bu durumda, insan karşısına çıkan engeli aşmak için çalışacağına bütün çabasını ondan uzak kalmak için kullanır. Kişi bir düş dünyası içinde yaşamaya başlar, istek ve beklentilerine gerçeklerden doyum arama yerine, kendisine kolay gelen imgeleme ve düşlerden doyum bulmaya çalışır. 

Denetleme (Controlling): İç çatışmalardan kurtulmak, kaygı düzeyini azaltmak için davranışlara aşırı ve gereksiz özen gösterilmesidir. Ufak bir hata yapmak endişesi ve korkusu yüzünden davranışların bir çoğu engellenir ya da aşırı denetim yüzünden rahat yapılamaz. Türlü korkular ve takınaklı düşüncelerle davranışlar üzerinde sürekli bir denetim sağlanır. 

Yadsıma (İnkâr) (Denial): Erişilemeyen ya da ilişki kurulamayan kişilerin, nesnelerin, çevrelerin varlığını kabul etmemek, bunlardan haberdar değilmiş gibi davranmaktır. Kimi kez kınanmaktan ve eleştirilmekten çekinildiğinden, suçluluk duygusu ve cezadan korkulduğundan, kimi duygu ve düşünceler yok sayılır. 

Tepki Oluşturma (Reaction-Formation): Gerçek duygu düşünce ve beklentilerin tam karşıtlarını benimseyip göstermektir. Gerçekte kaygılı sıkıntılı, mutsuz olan bir insanın neşeli, şakacı mutlu görünmesi böyle bir düzenle oluşur.

Simgeleştirme (Symbolizition): Baskı altında bulunan duygu ve düşüncelerin biçim değiştirerek bilinç alanına girmesidir. Düşlem ve rüyalarda işlerliği olan bu düzen, ruh hastalıklarında algı ve düşünce bozukluklarının ortaya çıkmasına yol açar. 

Karşıtlar Birliği (Ambivalence): Aynı kişiye ya da nesneye, aynı anda sevgi, nefret gibi karşıt duygular beslenmesi; çekingen-saldırgan davranılması, iyi- kötü, güzel-çirkin, doğru-hatalı biçimde düşünülmesidir. “Ben babamı çok severim, bir an önce ölsede kurtulsam” cümlesi karşıt duygu ve düşüncelere bir örnektir.

Duygu Dönüşümü (Conversion): Ruhsal çatışma sonucu bastırılmış duygu ve düşüncelerin simgesel olarak bedensel belirti ve yakınmalarla dışırıya yansıtılmasıdır. Çekindiği, korktuğu için istediği yere gidemeyen, bu durumu kişiliğiyle bağdaştırmayan bir kimsede yürümenin bozulması. Sevip saydığı birine kızan, kötü söz söylemek, sövüp saymak isteyen ancak bunu yapmaktan savunma çekinen ve korkan birinde konuşmanın bozulması ya da konuşamamak, bu düzeni sonucu ortaya çıkan belirtiler arasındadır. 

Hastalık Hastası (Hypocondria): Benlik tarafından kubul edilemeyen olumlu doyumlu yolu bulamayan dürtülerin bedene yönelerek sürekli yakınmalara   yol açmasıdır. Çevreden ilgi ve sevgi görmediği kanısında olan kişi devamlı yakınmalarıyla bu ilgiyi sağlamaya çalışır. 

 Bedenleştirme (Somatization): Aynı türden bir savunma düzenidir. Kimi kez yakınmalar, belirli bir amaca erişmek için oluşan bedensel belirtilerle dışa yansıtılır. 

Bölünme (Dissociation): Duygusal ve coşkusal baskıların yarattağı kaygı ve endişeden kurtulmak için kendi aralarında birlik oluşturan etkinliklerin ayrı ayrı davranış biçimleri olarak ortaya çıkmasıdır. Bir sınırdan sonra bölünme ruhsal bozuklukların temel belirtisi durumuna girer. Duygu, düşünce davranış arasında bağlantı kalmaz. Sevgi öfkeyle anlatılır. Mutluluk ağlayıp dövünerek ortaya konur.

Yap Boz (Undoing): Kişinin yaptığı ya da yapmayı tasarladığı kötü, olumsuz bir eylemi ortadan kaldırmak amacıyla bir dizi davranışta bulunmasıdır. Bu davranışlar obsesif-kompulsif kişilikte ve nevrozlarda görülür.   

Bahattin GÖKTAN Uzman Psikolog

Aşırı duyarlı olma hali aslında kendini koruma içgüdüsünden kaynaklanır, bir tehlike durumunda ya da bizi kırabilecek birinin olması durumunda ortaya çıkar. Tehdit altında hissettiğimizde değişim geçiririz ve tüm bedenimiz alarma geçer. Vücut dilimiz yüksek gerginlik altında olduğumuzun, aşırı kırılgan hale geldiğimizin sinyalini verir. Sözsüz iletişimimiz de içinde bulunduğumuz durumla bağlantılı olarak değişir. Tehdit altında hissettiğimiz durumlarda vücut dilimiz daha ciddi bir hal alır: daha hızlı konuşur; rahatsızlığımızı, tehlikeyi belli eden daha fazla yüz ifadesi kullanırız. Biz hiçbir şey söylemesek bile vücudumuz dünyaya kendini koruma kalkanlarını ortaya çıkardığını duyurur.

Kendimizi nasıl savunuruz?

Vücut dilinin ve sözsüz iletişimin yanı sıra, aşırı kırılgan hissettiğimizde kendimizi belli bir şekilde ifade ederiz. Mesela kendimizi olası tehlikelerden ve ataklardan korumak niyetiyle belli kelimeleri ve cümleleri kullanırız. 

Ne yazık ki, pek çok durumda, savunmacı, kırılgan halimiz ağır basar ve kendimizi ifade etme biçimimiz uygunsuz ve saygısız bir hal alabilir. Kırılmış, rahatsız veya kızgın hissettiğimizde, genelde aşırı tepki veririz. Savunmacı bir tavır alırız, bu tavır bizi gergin hale getirir, o kadar stres altına gireriz ki alıngan ve öfkeli birine dönüşürüz. Sıklıkla, kendini koruma içgüdüsü olarak başlayan bu aşırı tepki verme hali, saldırgan tavırlara dönüşür. Kendimizi karşı taraftan geldiğini düşündüğümüz saldırgan tavırlardan korumak adına suçlamaya, ironiye, iğneleyiciliğe ya da kırıcı ifadelere başvururuz. 

Bilinçsizce karşı taraftan gelecek saldırılardan (ortada yoklarken bile) kendimizi nasıl koruyacağımızı düşünmeye odaklanır, durumdan nasıl yararlanacağımızı, nasıl ders çıkaracağımızı ya da karşımızdaki kişiyi nasıl tanıyabileceğimizi düşünmeyi bir kenara bırakırız. Sorun şudur ki, tehdit altında hissettiğimizde, otomatik olarak verdiğimiz reaksiyonlar ve takındığımız tavırlar bizi hiçbir şeyden ya da hiç kimseden gerçek anlamda koruyamaz. Aşırı kırılgan ve savunmacı davrandığımızda, eskisinden daha korunmasız ve kırılgan hale geliriz ve karşımızdaki kişiye duygularımızı, etkileşime geçecek yöntemlerimizin azlığını göstermiş oluruz.

Hiç şüphesiz korumacı bir tavır takınmamızın sebebi, kendimizi güvende hissetmememiz, güçlü hissetmememiz ya da kendimize güvenmememizdir. Bu nedenle de kendimizi koruma ve savunma duygusunu daha yoğun hissederiz. 

Olaylara nasıl daha farklı yaklaşabiliriz?

Öncelikle, dış kaynaklı durumları, objektif bir şekilde değerlendirmek adına elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Bunun için de korunmacı bir tavır takınmamıza sebep olan o tehlike duygusunu mantıksal süzgeçten geçirmeliyiz.Durumu yorumlamadan önce dışarıdan bir seyirci gözüyle değerlendirmeye çalışmakta fayda vardır. Bunu yaparsak saldırıya uğradığımız hissiyatından da kurtulmuş oluruz. Her durumun pek çok açıklaması olabileceği ve korunmacı bir tavır takınmamız gerekmediği anlaşılacağı için, saldırıya uğruyormuş gibi de hissetmeyebiliriz.

Tabii bu kendimizi korumamamız gerektiği anlamına da gelmiyor. Kendimize duyduğumuz özsaygı oldukça önemlidir. Ancak kendimize saygı duymamız demek, korunmacı bir tavır takınmamız gerektiği anlamına da gelmez. Kim olduğumuzu ve hayattan ne istediğimizi bilmek, durumları olduğu gibi kabullenecek özgüveni bize verir, bizi karşılaştığımız durumları bireysel tehditler olarak algılama yanılgısından kurtarır. Kendi farkındalığımızın olması diğerlerinin fikirlerini anlamamızı, bunların sadece ve sadece onların fikri olduğunun farkında olmamızı sağlar. Fikirlerinin, düşüncelerinin bizimkilerden farklı olması en doğal şeydir.

Kendini savunma amaçlı umursamazlık, ilk başlarda ilişkiler için kullanılmış olan yeni bir kavramdır. Fakat, daha sonradan başka alanlarda da kullanılmaya başlanmıştır. Farklı durumları yönetmek için iyi bir yol olduğu bilinen bir gerçektir. Kendini savunma amaçlı umursamazlık, herhangi bir durumda dışarıdan gelen bir tepkiyi bilinçli olarak engelleyen bir davranış türüdür. Karşılaştığınız olay sizin için önemli değilmiş ya da sizi hiç bir şekilde etkilemiyormuş gibi davranırsınız. Bu, gerçek duygularınızı diğer insanlara belli etmemek için uyguladığınız sahte bir davranıştır.

“İnsanlar nerede güvende hissederse (…), orada umursamazlık hissine kapılırlar.”

– Susan Sontag

Eğer bir insan iddialı bir şekilde umursamaz tavırlar sergiliyorsa, etrafındaki insanlara gerçek duygularını belli etmemeye çalışıyordur. Bu davranış ilk başta bir taklit ya da manipülasyon  olarak düşünülebilir. Fakat aslında tam tersidir. Buradaki amaç etrafta herhangi bir güç gösterme oyunu döndüğünde, bundan etkilenmemek için kişinin zayıf yönlerini saklamak istemesidir. Bu tür umursamazlıklara “kendini savunma amaçlı” umursamazlık denilmesinin sebebi budur.

Aşk hayatında umursamazlık

Aşk hayatımız bazen gül bahçesi gibiyken bazen de savaş alanı gibidir. İlişkilerde sık sık güç savaşları yaşanır. Sadece dünyanın her yerinde görülen erkeklik şovenizminden bahsetmiyoruz. Kadınların da gücünü kullanmak istediği birçok durum vardır.

İlişkilerde her iki tarafta sık sık birbirini dener ve ağzını arar. şans

Bu bir bilek güreşi gibidir, ve bu gibi durumlarda kayıtsız kalmak iyi bir seçenek olabilir. Eski eşinizin sizi manipüle etmesini engellemek veya bitirdiğiniz bir ilişkinin tekrar başlamasını önlemek için diğer kişi için hiçbir şey hissetmediğinizi varsayarsınız. Bu bir aldatmaca değil, aksine daha iyi hissedebilmek için uygulanan bir yöntemdir.

Tartışmalardan kaçınmak için umursamaz tavırlar sergilemek

Kendini savunma amaçlı umursamazlık, sürekli olarak tartıştığımız belirli kişilerle verilecek en uygun cevaptır. Rahatsız edici yorumları görmezden gelerek olayın kızışmasını önleyebilir ve böylece zamanla irtibatınızı kesebilirsiniz. Buradaki amaç tüm olayın daha kötü bir hal almasını engellemek için size söylenen şeylere cevap vermemekten kaçınmaktır. Kendini savunma amaçlı umursamazlık, zamanla diğer kişinin sakıncalı davranışını etkisiz hale getirmenin geçerli bir yolu haline gelir. Bu kişiler gülünç oyunlarıyla bir yere ulaşmadıklarını gördükleri zaman, er ya da geç oyunu bırakır ve rahatsız edici davranışlardan vazgeçerler

Olayların üstesinden gelmek için bir araç olan umursamazlık

Kendini savunma amaçlı umursamazlık, gün içinde karşılaşılan tartışmalarda kullanılabilir. Diğer insanlarla aramızda olan farklılıklar hayatın bir parçasıdır. Çoğu zaman bu farklılıklar önemsizdir. Fakat bazen ciddi tartışmalara neden olurlar. Bu nedenle, sık sık olayı büyütüp büyütmeyeceğimize karar vermek zorunda kalırız. Kendini savunmanın bir parçası da hangi durumlara karşı tepki göstermemiz gerektiğine karar vermektir. Umursamazlık kendinizi en etkin şekilde savunmanıza olanak sağlar. Zihinsel istismara  uğramanızı engeller. Fakat bunu etkili bir şekilde yapabilmek için, haklarınızın risk altında olduğu ve olmadığı zamanları ayırt etmeyi öğrenmelisiniz.

Tartışmalı her duruma dahil olmak gereksizdir. Kolayca durumdan sıyrılabiliriz, kendini savunma amaçlı umursamazlık kavramı da tam olarak budur. Bize hangi tepkinin daha büyük faydalar sağlayacağına ve daha az olumsuz sonuç doğuracağına karar vermemiz gerekir. Örnek olarak, sarhoş birinin saldırgan davranışına ancak bizim için bir tehdit oluşturduğu zaman tepki göstermeliyiz. Kendini savunma amaçlı umursamazlık olayların üstesinden gelmenin akıllıca bir yoludur. Bazen hiç bir şey yapmamak yapabileceğimiz en iyi şeydir. Bu kavramın amaçladığı asıl şey, uygun olduğu zaman hiç bir şey yapmama seçeneğini kullanmaktır.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Hepimiz, kesinlikle her birimiz, gururumuzu, onurumuzu ya da zihinsel sağlığımızı korumak adına kendimizi ince tabakalarla sarmaladık. Psikoloji alanında savunma mekanizması olarak adlandırılan bu tabakalar büyüleyicidir çünkü bizi zarar görmekten korurlar.

Ancak işin doğrusu, tehditle ve bazı durumlarda zarar görmekle, ilk başta göründüğü kadar kolay bir şekilde başa çıkamayız. Bir diğer deyişle, bu stratejiler söz verdikleri gibi etkili olmayabilir. Bu yüzden, bize acı vereceğini düşündüğümüz doğruları duymak istemediğimiz için bazen sıkıca kulaklarımızı tıkarız. Asıl sorun ise bunun gerçekleşmesidir. Daha sonra da “ruhumuzun kulaklarını” tıkarız. Duymak istemediğimiz şeyi hiçbir şekilde dinlemeyiz. Bu beni o kadar yaralayacaktır ki bunun yerine bilinmezliğin verdiği huzurla yaşamayı tercih ederim. Çok tehlikeli bir cehalet mutluluğu.

Asıl sorun bilmeden yaşamanın kendi içinde zaten bir ceza olmasıdır. Çünkü inkar ettiğimiz şeyler bizi ele geçirir. Tekrar tekrar önümüze gelir ve biz kabullenene kadar da devam eder. Ve bu… Carl Gustav Jung’un şunları söylerken anlatmaya çalıştığı şeydi:

“İnkar ettiğin ne ise ona boyun eğersin. Kabul ettiklerin ise seni başka bir insan yapar.”

– C. G. Jung

Hayat hiçbir zaman bizi görmezden ya da duymazdan gelmez. Kaçmak istediğimiz durumları tekrar ve tekrar önümüze sunar ki bunlarla yüzleşip kabullenelim. 

Savunma mekanizmaları bizi acı gerçeklerden korur

Savunma mekanizmaları bizi duyması acı veren doğrulardan korumak için vardır. Bu doğrular egomuzu zedeler, kendimize olan sevgimizi baltalar ve benlik algımızı yok eder. Kendisinde nefret ettiği bir tarafıyla ilgili şeyleri memnunuiyetle kabul eden insan sayısı çok azdır. Kendi yansımasıyla yüzleştiğinde kabullenmenin pek söz konusu olmadığı bir yönüdür bu.

Örneğin, partnerlerinin başkalarını arzuladığını düşünen bazı insanlar vardır. Bu onları çileden çıkarır. hatta bunu partnerlerinin yüzüne vurmaktan çekinmezler. Fakat aslında partnerinden başka birilerini arzulayan kendileridir. Yani, partnerlerini suçlayarak aslında  kendi arzularını  yansıtıyorlardır.

Kıskanan taraf olduğumuz zaman başkalarını da arzuladığımızı kabullenmek utanç verici olduğu kadar can da yakar. Bunu kabullenmek, başkalarında görmekten çok korktuğumuz şeyi aslında kendimizin yaptığının farkına varmak anlamına gelir. Yani, bizim “alçak” bir hareket olarak gördüğümüz şeyi yapan kişi ta kendimizdir.

Yansıtma, aslında bende olan bir şeyi başkasına nasıl yansıtırım

Bir fikir sahibi olabilmek için her şeyi açık ve net bir şekilde görmek zorunda hissettiğimiz bir noktaya geldik. Eğer bize olanların farkında değilsek tüm hayatımızı bunu başkalarında görerek ve yaşayarak geçiririz. Kendimizle ilgili nefret ettiğimiz ne ise başkasında da onu görürüz. Ayrıca bunu o kadar net bir şekilde görürüz ki sert ve katı yargılayıcılara dönüşür kurbana karşı bir gram bile empati duyamaz hale geliriz.

Bir bakıma benlik algımızın bütünlüğünü koruyan bu savunma mekanizmasına “yansıtma” denir. En yaygın şekilde kullanılan mekanizmalardan biridir. Bununla kendimizde nefret ettiğimiz şeyleri başkalarının üzerinden “yansıtırız.” Bu kişilik özelliğinin kendimizde olduğunu görmekten doğacak anksiyetenin üstünü kapatır ve bunu başka birinde görerek azaltırız. Ne kadar fazla dışa yansıtırsak bir o kadar da içimizdekilere karşı körleşiriz. KENDİMİ ne kadar dünya üzerinden yansıtırsam bir o kadar da görüşüm bulanıklaşır ve harekete geçme yetimi kaybederim. Bunun yerine kendimizi yavaş yavaş iyileştirebilir ve başkalarını onlara doğrulttuğumuz okların gazabından kurtarırız. Böyle yaparsanız kesinlikle dürüst ve farkındalık sahibi olan özünüze geri döneceksiniz.

İnkar, görmek istemediğimiz her şeyin üstünü nasıl kapatırız

Yansıtma inkar etmekle yakından ilişkilidir. İnkar ederek görmek istemediğimiz şeylerin üstünü kapatırız. Kabul etmemiz gereken doğruların doğal akışında boşluklar oluştururuz. Gerçeği görmek hatta koklamak bile istemeyiz. Gerçeklik ve doğru olan, görmek ya da uğraşmak istemediğimiz doğruları bıraktığımız, uzaktaki büyülü bir dünyaya gönderilir. Değişimden kaynaklı İnkar etmek acı ve ıztırap çekmekten kaçınmak için kullandığımız bir savunma mekanizmasıdır. Fakat hayatın kendisi zaten acı verir…ve hepimiz, ancak bu acıyı deneyimleyerek ve kabullenerek yolumuza devam edebileceğimizi biliyoruz. Savunma mekanizmalarımız çoğu zaman bize yardımcı olmak için vardır. Ancak istediğimiz hayatı yaşamak ve gerçekte olduğumuz kişiye sadık kalmak istiyorsak kendimizi bunlardan özgür bırakmalıyız.

Partnerinizden en iyisini beklemek ve potansiyelini görmek iyidir, ancak mevcut acıya katlanma pahasına değil. Neden değişmesini beklediğinizi ve bunun sizi nasıl etkileyebileceğini öğrenin.

Ne yazık ki, aşk ve ilişkiler kendini aldatma, mazeret ve çarpık inançlar için verimli zeminlerdir. En yaygın olanlardan biri ,partnerinizin değişeceğini ve olgunlaşacağını ve bunun ilişkinizi tamamen değiştireceğini düşünmenize neden olan durumdur. Bu inanca dayanarak, yıllarca mutsuzluğa dayanabilir ve kendinize çok zarar verebilirsiniz. Ancak, eşinizin potansiyeline aşık olmak asla iyi bir fikir değildir.

Bu tür durumlar daha çok ergenlik döneminde ve ilk aşklarda ortaya çıkar. Tecrübesizliğin hepimize zarar verme zamanlarıdır. Bununla birlikte, yetişkinlikte bile, gerçekte kim oldukları için değil, olabileceklerine inandıkları şey için biriyle birlikte kalanlar vardır. İlişkinizi değerlendirmek için kendinize şunu sorun: On yıl içinde hiçbir şeyin değişmeyeceğinden emin olsaydınız eşinizle kalır mıydınız? Burada deneyimler sayesinde hepimizin yaşadığı doğal gelişim ve evrimden değil, onların tutumlarının, değerlerinin ve alışkanlıklarının aynı kalacağı gerçeğinden bahsediyoruz. Onlarla kalır mısınız?

İdealleştirme, eşinizin potansiyeline aşık olmanızı sağlayabilir

İster inanın ister inanmayın, bir dereceye kadar eşinizin potansiyeline aşık olmanız normaldir. Aslında, aşık olmanın sosyal süreci ve bu sürece dahil olan nörokimyasallar tarafından kolaylaştırılır. Birini yeni tanımaya başladığınızda, en iyi tarafınızı gösterirsiniz. Dikkatli, hoş ve iddialısınız ve kusurlarınızı ve zayıflıklarınızı göstermemeye çalışıyorsunuz. Ayrıca, flörtün ilk aşamalarında beyniniz dopaminle dolup taşar. Bu, zevk ve ödül duyguları yaratır ve sizi ilişkiye devam etmeye teşvik eder. Ayrıca bu anlarda serebral amigdalanın (korkuyla ilgili) bir kısmı devre dışı kalır. Aynı nedenle, herhangi bir risk görmüyorsunuz, kırmızı alarmları görmezden geliyorsunuz ve sadece beğendiğinize bakıyorsunuz.

Gerçeği kabul etmek veya reddetmek

İlişki ilerledikçe gardınızı düşürür ve kendinizi olduğunuz gibi göstermeye başlarsınız. Ayrıca nörokimyasallara alışırsınız ve aynı etkiyi göstermeyi bırakırlar. Şu anda, birkaç seçeneğiniz var. Birbirinizi anlıyor ve ilişkinizi pekiştirmek istiyorsanız, aranızdaki küçük farklılıkları çözeceksiniz. Öte yandan, onların size göre olmadığını anlayabilir ve ilişkiyi sonlandırabilirsiniz. Üçüncü seçenek, potansiyellerine aşık olmaya devam etmenizdir.

MUTSUZSUNUZ

Kendinizi “Oldukça soğuk ve bana karşı kayıtsız, ama bunun nedeni zor bir çocukluk geçirmiş olması ve aşkımın onu iyileştirebileceğini biliyorum” veya “Kendini adamak istemiyor ama biliyorum ki gelecekte düzelecek” veya “Çocuk sahibi olmak istemiyor ama ne kadar mutlu olduğumuzu görünce yakında fikrini değiştirecek”. Bu ifadeler size tanıdık geliyorsa, kendinizi kandırıyorsunuz. Başladıkları yere geri dönmelerini beklemeye devam ederseniz, bu olmayacak. Muhtemelen, özellikle narsist iseler, onlara aşık olmanızı sağlamak için sadece bir paravandı. Partnerinizde gördüğünüz potansiyelin gelişmesini bekliyorsanız, sonunda sadece kendinize zarar vereceğinizi bilmelisiniz. Eğer insanlar değişiyorsa, bunun nedeni kendi kişisel süreçlerinde buna ihtiyaç duymalarıdır; biz istediğimiz için değil.

Sonuçları nelerdir?

Bir kişinin gerçekte kim olduğuna değil potansiyeline aşık olduğunuzda, sonuçlar son derece olumsuzdur:

  • Aşağılanmayı, ilgisizliği ve kötü muameleyi, bir gün biteceği ve özlem duyduğunuz şeye dönüşeceği umuduyla kabul edebilirsiniz.
  • Acı çekiyorsunuz, mutsuzsunuz ve kendini aylarca ya da yıllarca bir hayal kırıklığı ve memnuniyetsizlik ilişkisi içinde buluyorsunuz. Aslında araştırmalar, bir partnerden en iyisini beklemenin (özellikle sorunlar ciddi olduğunda ve ortaklar iyi kişilerarası becerilere sahip olmadığında) verimsiz olduğunu göstermiştir.. Bu, sorunları çözmenize veya gelişmenize yardımcı olmaz, yalnızca sahip olduklarınızın sahip olmak istediklerinizden ne kadar uzakta olduğunu hatırlatır.
  • Diğerini değiştirmeye ve onları olmadıkları bir şeye dönüştürmeye çalışırkenkendinizi duygusal olarak yıpratıyorsunuz Ek olarak, hiç kimse partneri tarafından reddedilmekten hoşlanmadığı ve onu başka birine dönüştürmek istediği için sürekli çatışmaların ortaya çıkması muhtemeldir.

Potansiyele aşık olmayın, objektiflik arayın

Yukarıdaki sonuçlardan kaçınmak için, gerçeği önünüzde görebilmeniz ve karar verirken ona bağlı kalmanız çok önemlidir. Partnerinizin size nasıl davrandığını, sizinle nasıl konuştuğunu, sizinle nasıl iletişim kurduğunu ve bir çatışma ortaya çıktığında nasıl bir eğilim sergilediğini analiz edin. Bu soruları cevaplarken objektif olmaya çalışın. Empatik olmak ve her insanın belirli bir şekilde davranmasına neden olan hangi yara ve travmalardan muzdarip olduğunu anlamak iyi olsa da, bu, kalıp herhangi bir kötü muameleye katlanmanız veya onları iyileştirmeye çalışmanız gerektiği anlamına gelmez.

Partnerinizde muazzam ve harika bir potansiyel görmeniz sorun değil. Hatta gerçekten sahip olabilirler, ancak onu geliştirmek veya gelişmesini beklemek (veya geliştirmemek) sizin işiniz değil. Asıl önemli olan burada ve şimdi, nasıl oldukları, hayatınıza ne getirdikleri ve bugün size ne sundukları. Bu iyi mi yoksa zararlı mı? Hayatınızı zenginleştiriyor ve besliyor mu yoksa büyük ıstıraplara mı neden oluyor? Her şeyden önce, bağlılığınızın kendinize olduğunu ve işinizin kendinizi sevmek ve korumak olduğunu unutmayın. İlişki, bugün olduğu gibi zararlıysa, acı veriyorsa veya ihtiyaçlarınıza uymuyorsa, olası bir gelecek değişikliğine bağlı kalmayın.

Psikolog Elena Sanz

İlk zamanlarda çok keyifli ve eğlenceli geçen ilişkilerde zaman içinde bir takım problemler çıkabiliyor. Yaşam yoğunluğu, günlük stresler ve ekonomik sıkıntılar ilişkilerin hızlı başlayıp hızlı bitmesine neden olabiliyor. Karşılaşılan problemlerden biri de çiftlerin birbirine sürekli küsmesi ve iletişimi tamamen kesmesi ilişkiyi sekteye uğratabiliyor. Bunların üstesinden gelebilmenin başlıca yolu da doğru bir iletişim kurabilmektir. Bu nedenle, eğer ilişkinizde problemler olduğunu düşünüyor, sorunlarınızı çözemediğinizi fark ediyorsanız, büyük bir ihtimalle ilişkinizde iletişim sorunları yaşanıyor demektir. Bu durum da zaman içinde kişinin kendisini değersiz hissetmesine ve ilişki içerisinde çözülemeyecek birçok iletişim problemine yol açabiliyor.

Kendi isteklerinizi zorlamadan belirtin

İkili ilişkilerde kişiler arası sorunlar olması oldukça normaldir. Çünkü her bireyin kendine ait bir karakteri ve farklı bir huy yapısı olabilmektedir. Fakat ilişki içerisinde çiftlerden birinin, karşısındakinin kendine ait huy ve davranışlarını değiştirmek istemesi oldukça büyük bir yanlıştır. Karşıdaki kişinin de kendine ait bir karakteri olduğu unutulmamalı ve bu tür durumlarda kişilerin birbirine karşı anlayışlı olması olası çıkabilecek bir iletişim problemini engellemiş olur.

Egolarınız ilişkinizin üstünde olmasın

Olası çıkabilecek herhangi bir tartışma veya kavga çiftleri olumsuz yönden etkileyen durumlardan biridir. Kavga sırasında çiftler arasında birbirini kıracak cümleler sarf etmek ve üstünlük sağlama içgüdüsüyle hareket edilebilir. Bu durumda çiftlerden birinin tartışma sırasında öfke kontrolünü sağlayabilmesi, çözüm sürecinin kolay atlatılabilmesi açısından oldukça önemli bir durumdur.

Eleştirileriniz yapıcı olsun

Eleştiri, çiftler arasında yapılma tarzına göre yapıcı veya yıkıcı etkileri olabilen bir davranıştır. Yıkıcı ve ağır eleştiri tarzı çiftlerin daha çok karakter ve kişilik özelliklerini içerdiği için kişi bu tür söylemleri kaldıramayabiliyor. Bu eleştirileri alan bireyler kendilerini mutsuz hissederek, kendinde bir sorun olduğunu düşünebiliyor. Kendisi hakkında bu tür söylemlerde bulunduğu içinde karşı taraftan soğuyabiliyor.

Sevdiğiniz kişinin size güvenmesini sağlayın

İkili ilişkilerde karşı tarafa güvenmek ve onun da size güvenmesini sağlamak mutlu bir birliktelik için en önemli faktörlerden biridir. Güvenmenin temelinde aslında karşındakine güvenmek değil, kişinin kendini güvende hissetmesi, kaygı ve korkularından arınması vardır. Güven, fiziksel aldatmanın yanında, duygusal-sosyal-düşünsel olarak da sadık kalabilmek, karşıdakini kazanmadan beraber olmadan öncede beraber iken de beraberlik başladıktan sonra da hep aynı şekilde sevgi saygı ve sadakati devam ettirmektir.  İlişki içerisinde çiftlerden birinin sürekli olarak karşı tarafın gizli olarak telefonlarını kurcalaması, sürekli soru sorması gibi davranış biçimleri güvensizliğin göstergelerindendir.

Koşullar ne olursa olsun birbirinize karşı anlayışlı olun

Empati, karşı tarafın duygu ve düşüncelerini anlayarak, kendini karşındakinin yerine koyup duyarlı bir yaklaşım gösterme çabasıdır. Empati ilişki içerisinde çiftlerin birbirlerinin duygularını daha iyi anlayabilmesi açısından da oldukça önemlidir. Çiftler arasındaki anlaşmazlıklarda veya tartışmalarda yapılan empati, daha sağlıklı ve sakin bir iletişim ortamına zemin hazırlar.

HİSAR HOSPITAL

Hepimiz, dürüstlükle beslenen ve oyunlar olmaksızın bizi her gün daha iyi olmaya iten gerçek aşkı yaşamayı hak ediyoruz. Korkularımızı dindirip bizi içeriden besleyen o güzel duyguyu yaşamayı hak ediyoruz. Kendimiz olmamıza izin veren, bizi mutlu eden ve asla kasıtlı zarara yol açmayan o duyguyu. Hepimiz kendimizi bir başkasının kalbinde bulmayı ve başka biri gibi davranmadan ya da onları yanımızda tutmaya çalışmadan iletişim kurmayı hak ediyoruz. Hepimiz aşkın akıp giderken aklın ve duygunun beraber yol almasını hak ediyoruz.

Hayatınızın aşkını her gün aynı insanda bulun

Büyümesine izin verildiğinde aşk, her haliyle en tatmin edici ve yüceltici duygudur. İşte bu yüzden samimi ve açık bir şekilde karşılık bulduğunda aşık olmak asla acı bir tecrübe olmamalıdır. Aşk, hem bağlılık hem de özgürlüktür. Sizi hayatınızı paylaşmak üzere defalarca aynı kişiyi seçmeye teşvik eder. Bir ilişkide takım çalışmasını anlamak ve kendinizi güvende hissedebileceğiniz ayrı bir dünya yaratmak için ondan faydalanmaktır. Hayatta en güzel şeylerin fiyatının üç katı olduğunu fark etmek ve bunu yıllar içinde unutmamaktır. Duyguları yenilemek, ortak özelliklerin farklılıklarla uyuştuğu bir yapbozu düzenlemek ve düşecebileceğinizi bile bile bilinmeyene atlamaktır. 

Aşk; nezaket, saygı ve karşılıklı şefkatten başka şey bilmez. Sıcaklık, dürtü, idealleştirme,anlam ve hayattır. Peki öyleyse neden zalimleşmesini kabul ediyoruz?

“Bir noktada hayat sana kötü davranırsa beni hatırla ve sana bakmaktan asla bıkmayan kişiyi beklemekten asla yorulmayacağını unutma.”

– Luís García Montero, Dedicatoria

Zarar veriyorsa, gerçek aşk değildir

Aşık olmanın basit ama karmaşık tecrübesi, insanların bazen kabul edilmez durumları kabul etmesine neden olur. Filmlerde gördüğünüz mutlu sonları ararken acı çekmenize neden olan aşk, gerçek değildir. Aşk kimi zaman can yakar ama asla kasten zarar vermez. İki insan birbirini sevdiğinde tek amaçları, bir nedenle gitmeye karar verseler bile diğer kişiyi mutlu görmektir. Zehirli ise o, karşılıklı aşk değildir. İlişkiyi sürdürmek için kim olduğunuzu inkar etmeniz gerekiyorsa bu sağlıklı bir durum değildir. 

“Büyüyemiyorsanız, hoşunuza gitse bile aynı yerde kalmaya devam edemezsiniz.”

– M. Sierra

Kıskançlık, cehalet ve psikolojik ve/veya fiziksel istismar varsa bunun adı aşk değildir çünkü aşk, sevgi ve şefkatle geri ödenir.

Önce kendinizi sevmelisiniz

Toplum, kendimizi bütün hissetmek ve yalnızlık duymamak için birini sevmemiz gerektiğine inandırır. Kayıp olan “diğer yarınızı” bulmak kendinizi tamamlayıp mutlu olmaktır bütün mesele. Ne var ki bu çok hatalı ve hatta tehlikeli bir fikirdir. 

Tarihteki en büyük düşünürlerden bir kısmı, önce kendinizi sevmedikçe bir başkasını sevmenin imkansızlığından söz etmiştir. Yani siz halihazırda bütünsünüz ve başkalarıyla sevgiyi paylaşmadan önce kendinize olan sevginizi büyütmeniz gerekir.

“Aşkın sizde olmayana sahip birini değil sizi anlayan, orada ebediyen yaşayabileceğiniz bakışını hissetmenizi, bulmanızı sağlayan kişiyi aramak olduğunu anladığınızda…”

– Sergio Sa

Birbirinizi tanıma şansını sunacağınız dürüst bir ilişki istiyorsanız, önce kendinizi sevmeyi öğrenin. Tam olarak ne aradığınızı, korkularınızı ve arzularınızı, kişisel olarak nasıl büyüyeceğinizi ve diğer kişinin kendi yolunu ne ölçüde değiştireceğini anlayın. Diğer bir deyişle, birini doğru şekilde sevmek için kendinizi sevmeniz ve her iki şey için de hazır olmanız gerekmektedir.

Çoğu duygu bizleri günlük hayatımızda zorlar. Bu zorlu duygular bünyelerinde birbirleriyle çelişebilen hisleri barındırırlar. Fakat bu duyguları anlayarak ve düzgün bir şekilde açığa vurarak, kendimiz ve başkalarıyla olan iletişimimizi geliştirebiliriz.

Zorlu duygular saf hallerinde gün yüzüne çıkmazlar. Hatta çoğu duygu bir şekilde zorluk teşkil eder. Örneğin, aynı anda hem nefret hem de sevgi hissetmeniz sandığınızdan daha fazla yaşadığınız bir durumdur. Bir diğer yaygın durum ise şefkat ve öfkenin ya da öfke ve üzüntünün bir arada hissedilmesidir. Bazen yaşadığımız duyguları genellemek ve bu duyguları yük olarak ifade etmek hoşumuza gider. Fakat bu durumdan ilginç bir şekilde keyif almaktansa bizleri farklı durumlara sürükleyen bu duyguları anlayabilmemiz oldukça önemlidir.

Bazen böylesi hisleri anlamak, bunları düşüncelere aktarmak ve yüksek sesle ifade etmekte zorlanırız. Bu üç adım, karmaşık olmakla birlikte, içinde bulunmak istemediğimiz duygu durumlarından çıkmak için başvurabileceğimiz birer yol olarak da karşımıza çıkar. Kesin olan bir şey var ki; zorlu duyguları ifade etmek için yeteri kadar kelime yok. Belki de şiir bu yüzden var. Şiir, sanatsal bir dışa vurumdan fazlasıdır. Şairler, şiirlerinin zorlu duyguları dünyaya ifade etmekte harika birer araç olduklarını düşünürler. Aynı şey, duygularını farklı sanat formları aracılığıyla aktarmayı seçen insanlar için de geçerlidir.

“Bazen kelimelere gerek yoktur ve kendini sanat aracılığıyla ifade etmenin basitliği en iyi iletişim yöntemlerinden biri olarak karşımıza çıkar.”

– Emmanuel Jal

Zorlu Duygular ve İfade Edilme Şekilleri

Bazı ifadelerin diller arasında kelimesi kelimesine doğrudan bir çevirisinin olmaması, duyguları belirlemenin ve ifade etmenin karmaşıklığına tuz biber olur. Böyle duyguların anlamını dilden dile aktarmanın bir yolu yoktur çünkü ya oldukça karmaşıktırlar ya da belirli bir sosyal bağlam ile ilişkilendirilmişlerdir. Bu gibi kelimelere birkaç örnek verelim:

  • Freizeitstress: Almanca’da kullanılan bu kelime yalnızca zaman öldürmek için yaptığımız bazı eylemlerden kaynaklanan stresi ifade ediyor.
  • Lítost: Çekçe dilinde yer alan bu kelime inanılmaz derecede acınası olduğumuz hissine kapıldığımız durumu açıklamak için kullanılıyor.
  • Gigil: Bu Filipince kelime bir şeyin çok tatlı olmasından dolayı içimizde doğan “sıkıştırma” isteğini yansıtıyor.
  • Sukha: Bu kelime Sanskritçe’de geçici olmayan mutluluğu anlatmak için kullanılıyor. Yoğun ve uzun süren mutluluğu ifade ediyor.

Çoğu kez bu kelimeleri birden fazla kelimeyle ifade etmeden bir dilden başka bir dile çeviremeyiz. Aynı şey zorlu duygular için de geçerlidir. Şimdiye kadar bu duyguları anlama, aktarma ya da ifade etmenin bir yolunu bulamadık. Bir duyguyu ifade etmenin başı onu anlamak olduğu için, bu aktarım zorluğu bizler için rahatsız edici bir hal alır.

Zorlu Duygular Nasıl Anlamlandırılır?

Çoğumuz duygularımızı beş temel şekilde gruplarız: mutluluk, mutsuzluk, öfke, korku, tiksinme. Genel olarak hissetiklerimiz bu duyguların bir kısmına tekabül eder. Fakat bu duygular görece evrensel duygular oldukları için daha açık bir şekilde kendimizi ifade etmek istediğimiz anlar da olur. Duygularımız her zaman saf şekillerde kendilerini göstermezler. Belki aşırı hassasiyetten dolayı korkuyor ya da korkakça öfkeleniyoruzdur.Zorlu duyguları meydana getiren şeyler, esasında birbirinden oldukça farklı olan pek çok duygunun bir araya gelmesidir. Bu duyguları anlamak için öncelikle düşünce sürecimizi daha esnek hale getirmeliyiz. “Genel” duygular bunları karşılamaya yeterli olmadığı için bu duyguları kategorilere ayırmak mümkün değildir.

Ayrıca duyguları etik bir noktadan değerlendirmeyi de bırakmalıyız. Hatta iyi duygu – kötü duygu diye bir şey yoktur. Tabii duruma göre bazı duygular görece iyi ya da görece kötü hissettirebilir. Bir duygunun temel özelliğini belli eden şey, o duyguyu nasıl yönettiğimiz ve onunla bağdaştırdığımız enerjidir. Diğer bir deyişle, bir duygu davranışlarımızın önüne geçebilir fakat davranışlarımızı meşrulaştırmaz. Hüzünlü bir neşe hissetmenin normal olduğunu anlamalıyız. Bir duygunun illa ki bir diğerine galip gelmesine gerek yoktur. Yani, duygularımızı oldukları gibi kabul etmeliyiz.

Duyguları Tanımlamanın ve Açığa Vurmanın Önemi

Kendinizi ifade etmeniz sizi özgürleştirir. Eğer her şeyi içinize atarsanız stresli ve kaygılı birine dönüşürsünüz. Başkalarıyla nasıl hissettiğinizi paylaştığınızda hem iletişim gücünüz hem de içsel diyaloğunuzun kalitesi artar. Bu aynı zamanda anlamayı (hem kendinizi hem de başkalarını), empatiyi ve içsel/dışsal huzuru besler. Zorlu duyguları dile getirmek için genel bir durumdan kaynaklanan duygularla özel bir durumdan kaynaklananları birbirinden ayırmalı ve analiz etmeliyiz.

Eğer öfkeyle karışık bir keyif hissediyorsak, elimizdeki duygular keyif ve öfkedir. Eğer hassasiyet gerektiren ve korku verici bir üzüntü hissediyorsak, burada iki temel ve bir spesifik duygu ile başa çıkıyoruz demektir. Tüm bu kavramlar çok daha iyi açıklanabilirler. Örneğin öfke; sinirlilik, kızgınlık, hayal kırıklığı ve başka bazı duygularla daha eş anlamlıdır. Hissettiğimiz şeye en iyi biçimde uyan kelimeyi bulmamız esastır.

Son olarak, nasıl hissettiğinizi anlama, aktarma ve açığa vurmanıza yardımcı olacak bir egzersizden bahsetmek istiyoruz. Şu cümleyi kurun: “… zamanlarda … hissediyorum.” ve boşlukları doldurun. Hissettiğiniz tüm duygular için bu cümleyi kurmayı deneyin. Ardından yazdıklarınıza bakın ve bir araya getirin. Bu bazen şairane sonuçlar veren ve duygu durumlarımızı daha iyi anlamamıza yardımcı olan ilginç bir egzersizdir.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Gün batımını gerçekten takdir etmemizin nedeni, içe dönük insanların bu kadar doğal görünmelerinin sebebiyle aynı olabilir. Huzur ve sakinliği takdir edebilmenin güzelliğidir bu. İçe dönük insanlar, sosyalleşmeyi sevmeyen insanlar olarak görülür. Oysa partilerden ya da eğlenceden nefret etmezler, sadece bunları iletişimin önünde engel olarak görürler. İçe dönük insanlar, iyi bir akşam yemeği yiyip TV’de güzel bir film izleyerek geçirdikleri zamanı boşa geçmiş olarak düşünmezler. Aksine, bu tür geceleri bir gereklilik olarak görürler. Tekrar dünyaya açılmadan önce zevk aldıkları eğlenceli bir zamandır bu. Nüfusun yaklaşık üçte birinin içe dönük olduğunu söyleyebiliriz. Psikolog ve The Introvert’s Way: Living A Quiet Life in a Noisy World kitabının yazarı Sophia Dembling’e göre, içe dönük insanlar tutkuyla konuşmak istedikleri konulara derinlemesine dalmak ister. Genellikle bu konulardan bazıları yaşamın anlamı veya sevginin doğasıdır.

Çoğu zaman, utangaçlığı içe dönüklükle karıştırırız. Ancak bunlar tamamen farklı iki kavramdır. Utangaçlık, sosyal olarak reddedilme korkusudur. İçe dönüklük ise çok uyarıcı olmayan ortamları tercih etmektir. Utangaçlık özünde acı vericidir. Ancak içe dönüklük kişiye huzur verir.

“Eğer içe dönük bir kişiyseniz, sessizlik tercihinin derin bir psişik acıya neden olabileceğini de biliyorsunuz. Bir çocuk olarak, ebeveynlerinizin utangaç davrandığınızda sizin adınıza özür dilediklerini duymuş olabilirsiniz. Ya da okulda ‘kır kabuğunu’ denmiştir.”

– Susan Cain

Kalabalıkta kendilerini yalnız hissediyorlar

Çelişkili gözükse de, içe dönük kişilerin birçok insanın bulunduğu ortamlarda yalnız hissetmesi normaldir. Sosyal enerjilerini yakın arkadaşlara meslektaşlarına ve ailelerine harcamayı tercih ediyorlar. Sadece sessizliği doldurmak için konuştuğumuz zamanları bir düşünsenize? Anlamsız konuşmalara kaç kez nefesimizi harcıyoruz? İçe dönük insanlar, güçlü sosyal becerilere sahip olabilir ve partilerin veya iş toplantılarının tadını çıkarabilirler. Fakat kısa bir süre sonra eve gitmeyi tercih ederler. Konuştuklarından daha fazla dinlerler, konuşmadan önce düşünürler ve genellikle kendilerini yazılı olarak daha iyi ifade ettiklerini hissederler. Çatışmalardan kaçınma eğilimindedirler. Bazıları küçük sohbetlerden korkabilir, ancak derin tartışmalardan hoşlanırlar. Birçok insanın veya uyaranın bulunduğu ortamlarda kolayca sıkılırlar. Bu, içe dönüklerin neden ayrıntılara daha fazla dikkat ettiğini ve çok fazla uyaran olduğunda neden bunaldıklarını açıklıyor.

“Her zaman insanların senden hoşlanmadığını söylüyorsun ama insanlar orada olmayan bir şeyi sevemezler.”
– Cath Crowley

İçe dönük kişilerin beyinleri farklı mı?

Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma sonucu içe dönük olarak sınıflandırılan insanların beyninde farklı şablonlar tespit edildi. Bu sonuçlar içe dönük kişilerin neden bu şekilde davrandıklarına ışık tutuyor. İçe dönük insanların beyinlerinde daha fazla gri madde var ve bu, prefrontal korteksin belirli bölgelerinde daha kalın. Bu alanlar soyut düşünce ve karar vermeyle ilgilidir .Daha gelişmiş prefrontal kortekslerin yanı sıra, içe dönük insanların beyinlerinin diğer özellikleri, ön loblarında ve anterior talamuslarında daha yüksek aktivite seviyeleri olmasıdır. Bu özellik bu insanları olayları hatırlamada, plan yapmada ve problem çözmede daha iyi kılar. Bu tür insanlar, etraflarında olanlar yerine kendi içlerinde neler olup bittiğine daha fazla dikkat eder. Aynı şekilde, öğrenme, motor kontrol ve dikkat alanlarında daha yüksek beyin aktivitesine sahiptirler. Bu onları daha temkinli kılar.

“Bilgelik arayışı içinde ilk adım sessizlik.”

– Pisagor

Psikolog Fátima Servián Franco

Jonathan Cheek ve Jennifer Grimes gibi bilim insanları, içe dönüklerin farklı türlerini ortaya çıkarmışlar ve bu insanların çok çeşitli özellikleri bulunduğunu belirlemişlerdir. Bu bağlamda, klasik ya da mitolojik tanımların son derece eksik olduklarının altını çizmek gerekir. İçe dönük bir davranışı tanımlayan faktörler, aslında bir kişinin sosyalleşme anlamındaki tutum ve davranışlarından çok daha fazlasını içerir. Bu gerçek, Susan Cain’in The Quiet Revolution adlı sitesinde yer alan 10 soruluk içe dönük – dışa dönük testi ile ortaya konmaktadır. Bu testte içe dönüklüğün farklı boyutları analiz ederek bu kavramın tanımının artık güncellendiğini keşfediyoruz. Yıllara önce içe dönüklük konusunda, “Yalnız kalmaktan hoşlanıyorum. / İnsanlarla bir arada olmaktan hoşlanıyorum.” temeline dayanan bir araştırma yapılmıştır. Bu bağlamda içe dönük davranışların, dışa dönük davranışlara göre çok daha fazla sayıda detay ve farklılık içerdiği ortaya çıkarılmıştır.

Yani içe dönük insanlardan oluşan bir grup içinde pek de bulunması mümkün olmayan sosyalleşme tercihlerine rastlamak olasıdır. Bundan dolayı bu insanlar evde kalmayı tercih edebilirler. Bu tip insanlar birbirleri ile birlikte olmaktan çok hoşlanırlar. Ancak bu hoşlanma durumu, dışa dönük insanlardan çok farklı özelliklere sahiptir. Tüm bunların da ötesinde belirli aktivitelere yönelik tercihleri diğer insanlarda olduğu gibi zaman içerisinde farklılıklar gösterebilir.

İçe Dönük Davranış Biçimleri ve Farklı Türleri

1920’li yıllarda Carl Gustav Jung, içe dönük/dışa dönük ayrımını ortaya koymuştur. Buna rağmen, bu ayrımın psikolojide yaygın olarak kullanılmaya başlanması 1940’lı yılları bulmuştur. Bu ayrım özellikle kişilik alanında yapılan çalışmalarda araştırılmaya başlanmıştır. Jung ayrıca üçüncü bir kişilik türü bulmuş olsa da bunu hiçbir zaman sınıflandırmamıştır.

Günümüzde ambivert olarak kullanılan ve hem içe kapanık hem de dışa dönük insanlar için kullanılan bir terim bulunmaktadır. Yani bu tür insanlar içe dönük / dışa dönük ekseninin tam ortasında yer almaktadırlar. Pek çok yönden ambivert kişiliğe sahip insanların hem içe dönük hem de dışa dönük dünyanın en iyi yönlerini barındırdıkları söylenebilir. İçinde bulundukları duruma göre bu iki türdeki insanların da güçlü yönlerini benimseyerek tercih edebilme yeteneğine sahiptirler. Jonathan Cheek ve Jennifer Grimes gibi bilim insanları ise içe dönük kişilerin farklı türlerini tanımlamışlardır. Bunlardan ilki, çok tanıdık gelen insanların oluşturduğu bir gruptur: sosyal içe dönükler.

1. Sosyal İçe Dönük Kişiler

Bu profil, içe dönüklük kavramının genel algısına en yakın olan profildir. Bu insanlar alışverişe çıkmaktansa evde oturup kitap okumaya daha fazla değer verirler. Sosyal içe dönük bir kişi yaşam alanını ve yakın arkadaşlıklarını son derece önemser. Örneğin Tomorrowland müzik festivaline gitmektense eski arkadaşları ile dışarı çıkıp bir şeyler içerek sohbet etmeyi tercih eder. Her ne kadar utangaç olduklarına yönelik yanlış bir algı oluşsa da aslında bu açıdan önemli bir fark bulunmaktadır. Utangaç insanlar, ilgi odağı olduklarında ya da böyle bir olasılıkla yüzleştiklerinde endişe duyarlar. Sosyal içe dönükler ise uyarıcı ve değişimlerin çok da fazla olmadığı daha ufak gruplarda kendilerini çok daha iyi hissederler.

2. İç Gözlemsel İçe Dönükler

Cheek ve Grimes tarafından tanımlanan diğer bir tür “iç gözlemsel içe dönükler” olarak adlandırılan gruptur. Bu boyutta odak noktası ya da dikkat daha çok iç ögelere ya da bileşenlere yoğunlaşmaktadır. Sosyal içe dönüklerin aksine iç gözlemsel içe dönüklerin sosyalleşme ile ilgili herhangi bir sorunları yoktur. Bu tür içe dönük insanların en büyük özelliği çok büyük bir iç dünyasına sahip olmalarıdır. Kendi kurgu dünyalarında kaybolma yeteneğine sahiptirler. Hayal güçlerini yaratıcı sonuçlar elde etmek için bir avantaj olarak kullanabilirler. Profesör Cheek, bu tür içe dönüklerin, “nevrotik olmayan fakat daha çok hayal ürünü ve yaratıcı bir şekilde kendi iç fantazi dünyalarında kaybolma kabiliyetine sahip” insanlar olduklarının altını çizmektedir. Cheek, iç gözlemsel içe dönüklere örnek olarak Harry Potter’dan Luna Lovegood’u göstermektedir. İç dünyasındaki çılgınlıklar onu bir yandan gizemli diğer yandan da dengesiz bir kişi haline getirmektedir. Bu özellikler ise ruhsal bir içe dönük kişinin mükemmel bir tanımı olarak nitelendirilebilir.

3. Sınırlı İçe Dönükler

Jonathan Cheek tarafından öne sürülen içe dönüklerin üçüncü kategorisi, düşünceden çok davranış stiline göre tanımlanmıştır. Bunlar, hareketlerini ya da bu hareketleri yapma biçimlerini normalden daha yavaş bir biçimde gerçekleştiren “sınırlı içe dönüklerdir.” Sınırlı ya da tutuk içe dönükler harekete geçmeden önce düşünmeyi tercih ederler. Bu nedenle ilerlemeleri normalden daha uzun bir süre alabilir. Profesör Cheek; “Bu tür bir içe dönüklüğü daha önce hiç düşünmemiştim. O yüzden gelecekte yapılacak olan araştırmaların sınırlı içe dönüklük ve bunun diğer türlerle olan ilişkisi konusunda neler ortaya çıkaracağını görmek istiyorum.” ifadelerini kullanmıştır. Bu tür insanlar herhangi bir şey yapmadan önce belirli bir zaman harcarlar, gün içinde yapacakları her şeyi planlarlar ve durumu kontrol altında tutmayı severler. Endişeli olanların aksine kendilerini güvensiz hissetme gibi bir durumları yoktur. Kısacası, sınırlı içe dönüklerin dünyayı analiz eden ve dürtüsel yönelimleri bir kenara bırakan insanlar oldukları söylenebilir.

4. Endişeli İçe Dönükler mi Sosyal Anksiyete mi?

Profesör Cheek diğer bir içe dönük türünün endişeli içe dönükler olduğunu ifade etmektedir. Bu kişiler şu tür cümleler kurarlar: “Yabancı kişilerin yanında olduğumda kendimi acı verici derecede içime kapanık hissediyorum.” ya da “Arkadaşlarımdan oluşan bir grup içinde bile olsam çok yalnız ve huzursuz hissediyorum.” Bu ve buna benzer durumlarda aslında kimi zaman içe dönüklük, kimi zaman da sosyal anksiyete ile karşı karşıya kalıyoruz demektir.

İçe Dönüklük Konusunda Düşünceler

İçe dönükler yalnızlıktan keyif alan ve genellikle aktif bir iç dünyası bulunan insanlardır. Kişisel gelişim konusunda daha bilinçli bir yaklaşım sergileyen bu insanlar, aşırı derece uyarıcılarla dolu olan bir ortamda yogun düşerler. Farklı insanlarda farklı bileşenlerin daha önemli ya da daha önemsiz olduğu görülebilir. Ancak genel olarak bakıldığında hepsi aynı noktalarda benzer özellikler taşırlar. İçe dönüklüğün bileşenlerinin farklılıkları konusunda şaşırtıcı olan durum, bunların tamamının gerçekten de zenginleştirici bir etkiye sahip olmasıdır. Oysa genellikle dışa dönük insanlar, kendi yaşam tarzlarının psikolojik olarak sağlıklı olduğu varsayımından faydalanma eğilimi göstermektedirler.

Cain ve Dembling gibi araştırmacılar yaptıkları çalışmalarda, farklı ve uygulanabilir içe dönük davranışların neler olabileceği hakkında bizleri aydınlatmaya devam etmektedirler.

Psikolog Cristina Roda Rivera

Yalnızlık genellikle olumsuz olarak görülür. Ancak, birçok insan için yalnız olmak bir tercih olabilir.

Genellikle yalnızlığı olumsuz bir bakış açısıyla düşünürüz. Ancak, yalnız olmanın bazı faydaları vardır. Gerçekten de, çoğu insan başkalarıyla çevrili olmaktansa kendi başlarına daha iyi hissediyor. Bu nedenle yalnızlığın sağlıklı olup olmadığı konusunda araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Bir grup içinde, bir çift olarak veya bir aile olarak yapıldığında tüm etkinliklerin daha eğlenceli olduğuna inanılıyor. Bu, sinemaya gitmekten akşam yemeği yemeye, yılbaşı ya da bayramları kutlamaya veya sadece bir kahve içmeye kadar uzanır. Ayrıca egzersiz yapmak, parkta yürümek veya alışverişe gitmek. Yine de, bu tür şeyleri tek başına yapmanın sorunu nedir? Acı, depresyon, üzüntü ve terk edilme anlamına geldiği düşünüldüğü için mi?

Gerçekten de, neden yalnızlık her zaman kötü duygularla ilişkilendirilir? Sonuçta, belki de tek başınayken o anlardan gerçekten zevk alan insanlardan birisin. Aslında, tercih ettiğiniz şeyi yapmak için aile ve sosyal gelenekleri bir kenara bile koyabilirsiniz. Eğer öyleyse, Yılbaşı Gecesini evde kendi başınıza geçirmenin kesinlikle çılgınca olduğunu düşünmeyeceksiniz. Yanınıza sadece bavulunuzu aldığınız bir tatil planlamanın saçma bir fikir olduğuna da inanamayacaksınız. Aslında, sizin için bu tür deneyimler benzersiz olacaktır.

Neden yalnız kalmak istemeye olumsuz bakılıyor?

Olumsuz yalnızlık görüşü, insanın başka insanlarla çevrili bir toplumda yaşaması gerektiği fikrine dayanma eğilimindedir. Bu nedenle, hangi yönden bakarsak bakalım, yalnızlığın olumsuz bir şey olduğuna hararetle inanma eğilimindeyiz. Ancak, ya yalnız olmayı tercih ederseniz ve kendinizi hiç depresif veya üzgün hissetmiyorsanız? Bu, bir keşiş ya da antisosyal bir varlık olduğunuz anlamına gelmez, sadece alanınızdan zevk almak ve içsel benliğinizle bağlantı kurmak istiyorsunuz. Öte yandan, yalnızlık korkusuyla karşısına çıkan ilk kişiyle ilişki kurmak gibi akılsızca kararlar verenler de var. Veya üyeleriyle kesinlikle ortak hiçbir noktaları olmayan bir gruba katılırlar. Yine de, kendilerini “yalnız” hissetmemek için olmadıkları gibi davranarak orada kalırlar.

Psikolog Cecilia Rodríguez Díaz, yalnızlığın “tamamen kişisel ve öznel bir deneyim” olarak tanımlanması gerektiğini açıklıyor. Aslında, birçok şekilde deneyimlenebilir. Örneğin, etrafınız insanlarla çevrili olabilir, ancak kendinizi yalnız hissedebilirsiniz. Alternatif olarak, tamamen kendi başınıza olsanız da kendinizi yalnızlık hissine uzak hissedebilirsiniz. Yalnızlık, yakın bağların, ağların ve ilişkilerin eksikliği ile ilgili olma eğilimindedir. Aslında, bugün içinde yaşadığımız toplumu yansıtıyor. Kısa mesajların, sosyal medyanın ve görüntülü aramaların olduğu bir teknoloji çağında yaşıyor olsak da, başkalarıyla yakın teması sürdürmenin son derece zor olduğu bir toplum.

Yalnız olmayı istemekte yanlış bir şey var mı?

Bu soruyu cevaplamadan önce, atıfta bulunulan yalnızlık türünü anlamamız gerekiyor. Uzmanlar, farklı türleri olduğunu söylüyor. Ayrıca, her şey onun hakkında nasıl hissettiğinize ve yalnızlığın neden mi yoksa ‘zorla mı’ olduğuna bağlıdır. Gerçekten de, neden yalnız olmayı tercih ettiğinizi ve belirli bir anda neler yaşadığınızı ve etrafınız başkaları tarafından sarıldığında içinizde neler olduğunu bileceksiniz.

Bununla birlikte, yalnızlığı seçenlerde belirgin olan bazı davranış kalıpları vardır. Örneğin, utangaçlık, korku, ilişki kurmada zorluk , reddedilme korkusu, yanılma veya incinme. Bu nedenle başkalarıyla dışarı çıkmaktan ve arkadaş gruplarıyla konuşmaktan kaçınırlar. Bu yalnızlık duygularını tetikler. Öte yandan, böyle daha iyi hissettikleri için gerçekten yalnız olmayı tercih edenler var. Aslında, kendi kendilerine yeterli olduklarını, başka birine ihtiyaç duymadıklarını ve yalnızlıklarının onları daha az savunmasız hale getirdiğini düşünürler vb.

Diğer yalnızlık türleri, insanların bundan zevk aldığı ve sevdiklerini konuşmadan veya görmeden haftalar geçmesini gerçekten umursamadıkları türdendir. Gerçekten de kendilerini diğerlerinden soyutlamaya çalışırlar, doğum günlerinde asla bir araya gelmezler ve yalnız işleri tercih ederler vb.

Son olarak, ‘ikinci derece yalnızlık’ vardır. Boşanma veya ölüm gibi farklı nedenlerle ortaya çıkabilen bir durumdur. İstekli bir şekilde planlanan bir şey değildir, tamamen aniden ortaya çıkar. Bu nedenle, yas tutmayı ve kaybın anlaşılmasını gerektirir.

Sağlıklı yalnızlık

Bu şüphesiz çoğu insan için anlaşılması en zor kavramdır. Bu, sosyal varlıklar olarak, bir topluluk içinde yaşama, bir aileye sahip olma ve ‘ait olma’ ihtiyacı anlayışımızdan kaynaklanmaktadır. Bu, yalnızlığın tatmin veya mutlulukla eşanlamlı olabileceğini anlamayı son derece zorlaştırıyor. Başka bir deyişle, sağlıklı bir şekilde yalnız olunabileceğini.

Yine de, sınırları aşmadığınızda yalnızlık son derece uyumlu ve zenginleştirici bir deneyim haline gelebilir. Bu, bir dağın tepesinde tek başına yaşamak ya da bir günden diğerine ailenizle konuşmayı bırakmak anlamına gelmez. Sadece günün veya haftanın belirli anlarını sadece kendinle kalmaya adamaya dayanır.

Nitekim içsel benliğinizle olan ilişkiniz gerçekten önemlidir ve ancak yalnızlık ile elde edilebilir. Size neler olduğunu fark etmenize yardımcı olur. Ayrıca, çevrenizde olup bitenlerden kendinizi korumak ve vücudunuzun size söylediklerini dinlemek için.

Hayranlığı aşktan ayıran çizgi çok incedir. Öyle incedir ki, hayranlık ve aşk duyguları sıklıkla birbirleriyle karıştırılır.

Bu nispeten yaygındır, çünkü bu duygular karmaşık bir dinamikten oluşur. Birini sevmeden ona hayranlık duyabiliriz. Ancak, aynı anda hayran olmadığımız birini sevemeyiz. Aşık olmanın, sevdiğimiz kişiyi belli bir şekilde idealleştirdiğini düşünürsek daha da karmaşık hale gelir. İlişkinin bu ilk aşamasında, hayranlık ve aşk, neredeyse aynı şeylerdir. Fakat zamanla, bir duygu hakim olmaya başlar. Sonunda, aklımız ve kalbimiz o kişi hakkında nasıl hissedeceğimize karar verir. Örneğin fiziksel güzellik, hayranlık ve arzu uyandırabilen bir şeydir. Bu duygular gerçekten çok yoğun olabilir. Öyle yoğundur ki, bazen bu duyguları aşk ile karıştırırız. Aynı şey, şöhret veya güç gibi diğer geçici özellikler için de geçerlidir. O kadar hayranlık uyandırırlar ki bazen bu duyguları aşkla karıştırırız.

“Aşık olmak, kalbe hayran olmaktır; hayran olmak, aklı sevmektir.”

– Alfredo La Mont

Hayranlık ve aşk

Öyle veya böyle bir şekilde, aşkın olduğu her an hayranlık da vardır. Bu şekilde, aşk ve hayranlık el ele gider. Ancak işleri tersine çevirdiğimizde aynı şey gerçekleşmez. Yani, birine hayran olmak için ona aşık olmak zorunda değilsiniz. Bu mantığın karmaşıklığı, özellikle beklentilerimiz veya ihtiyaçlarımız bir şekilde karşılandığında, başkalarını idealleştirme yeteneğine sahip olmamızdan geliyor. Hayranlık ve aşk arasındaki ilişki de daha karmaşık hale gelir, çünkü bazen sevilmek arzusu kontrolü ele geçirir. İdealleştirmeden bahsederken, insanlara sahip olmadıkları erdemleri nasıl atfettiğimizden bahsediyoruz. Bu aynı zamanda sahip oldukları nitelikleri abarttığımızda da ortaya çıkar. Bu, sevdalanma aşamasında çok olur. Diğer kişiyi çok iyi tanımayız ve ona bir filtreden bakarız. Harika biri olmasını isteriz. Bu gibi durumlarda, hem aşk hem de hayranlık söz konusudur. Ancak, her ikisinin de zayıf temelleri vardır, çünkü bu aşkın çoğu beklentilere ve fantezilere dayanır.

Öte yandan, çoğu insan odadaki en popüler, en çekici veya en güçlü kişi tarafından “sevilmek” ister. Bu figürlerin aldığı sevgi, toplumsal “statüleri” ile artar. Bu nedenle, böyle birinden gelecek olan sevgi, derinden arzulayabileceğimiz ve aşkla kolayca karışabileceğimiz bir şeydir.

Hayranlık ve özsaygı

Özsaygısı düşük insanlarda aşkı idealleştirmek yaygın görülür. Ortalamanın üzerinde olarak değerlendirdikleri insanlara “aşık olurlar”. Bu şekilde, sözde aşk hissi hayranlıktan gelir. Sonuçta, aradıkları şey, kendilerinde eksik olan o öz sevgiyi ele geçirmektir. Onay isterler ve güçlü ya da önemli olduğunu düşündükleri biri tarafından sevilmek isterler.

Kültürümüzde, neye hayran kalmamız veya kalmamamız gerektiğine dair belli basmakalıplar vardır. “Ticari” deyişle hayranlık uyandıran biri, toplumumuzun hayata geçirdiği ideallere uyan bir kişidir. Bu, toplumun standartlarına uyan bir insandır. Güzel, atletik, varlıklı ve kararlı olabilirler. Bu nedenle, kabul edilmeye istekli birçok kişi bu nitelikleri potansiyel bir partnerde arayacaktır. Bunu yapmak, kendilerini dahil hissetmek ve böylece reddedilme endişesini ortadan kaldırmak için bir yoldur. Ancak bu ilişkilerde hayranlık ya da aşk yoktur. Mevcut olan tek şey çok düşük öz sevgi ve öz saygıdır.

Sağlıklı hayranlık ve sağlıklı aşk

Gerçek aşk, diğer insandaki aşkı uyandırmaktan çok, diğerinin iyiliğine kendini adamaya odaklanmaktır. Bu bir “kör edici duygu” değildir ve sadece bir gecede ortaya çıkmaz. Diğer kişiyi tanımak, onu kabul etmek ve ona hayran olmayı içerir. Bu durumda, hayranlık bilgi ve yakınlıktan gelir.

Aşk söz konusu olduğunda hayranlık vardır, çünkü onu ilişki içinde derinleştirmek mümkündür. Partnerimizin, çoğunu ilk bakışta görmediğimiz veya anlamadığımız birçok özelliğini keşfederiz ve partnerimize daha da bağlanırız. Partnerimizle ilgili olumlu şeyler keşfetmek bizi mutlu eder ve onu arı yeni bir şekilde görmemizi sağlar. Yeteneklerini lehimize kullanmakla ilgilenmeyiz. Aksine, onları severiz çünkü bu özellikleri kendilerinde toplarlar.

Bu arada, aşksız hayranlık düşüncenin meyvesidir. Hayranlık, değerli olduğunu düşündüğümüz farklı değerleri, yetenekleri veya nitelikleri takdir edişimizi gösterir. Yeteneği için bir sanatçıya, kararlılığı için bir lidere veya bilgeliği için bir öğretmene hayranlık duyarız. Bunların hiçbiri, kelimenin romantik anlamında aşkı ima etmez. Bu nedenle, birisine onları sevmeden hayran olmak oldukça mümkündür fakat tam tersi çok zordur.

Hem erkekler hem de kadınlarda, aşkın o meşhur parıltısını gözlerde görmek mümkündür. Hoşunuza giden ya da çekici bulduğunuz bir şey gördüğünüzde gözlerinizin içi parlar.

Ortalama bir erkeğin duygularını ifade etme konusunda kadınlara göre daha çekingen olduğunu hepimiz biliriz. Her ne kadar bu durum, daha önceki nesillerde olduğu kadar büyük bir sorun niteliği taşımasa da, duygusal dili kullanma anlamında hala oldukça beceriksiz olan çok sayıda erkek bulunduğunun altını çizmek gerekir. İşte bu durum, vücut dilini önemli yapan nedenlerden biridir. Vücut dili, karşı tarafın kelimelerle ifade edemediklerini anlamamıza yardımcı olur.

Gerçek şu ki, insanlar sürekli olarak birbirleri ile iletişim halindedirler. Bunu kimi zaman sözcüklerle, kimi zaman da başka yöntemler kullanarak yaparız. Aslında mimik ve jestlerine dikkat ederek bir kişinin sadece kelimelere döktüklerinden çok daha fazlasını anlama şansına sahip oluruz. Bu bağlamda, aşık bir erkeğin vücut dili garip ve pek alışılmamış çok farklı anlamlar ifade eder. 

Sözcüklerle ifade edilmeyen dil aslında çok daha içtendir. Ancak aynı zamanda, anlamaya çalışan kişiye bağlı olarak çoğu kez anlaşılması çok daha güçtür. Diğer taraftan, ne kadar yoğun yaşanırsa yaşansın aşk, konuşma becerilerimizi engelleyen ancak vücut dilimize herhangi bir etkisi olmayan duygulardan bir tanesidir. Aşık bir erkeğin vücut dilinin bize göstereceği işaretlerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.

“Adeta delirmişcesine abartılı bir biçimde aşık bir adamdan bahsettiğinizde, genellikle zavallı bir biçimde aşık olmuş bir adamdan bahsediyorsunuz demektir.”

– Noel Clarasó

Bakışlar Her Zaman Gerçeği Gösterir

Hem erkekler hem de kadınlarda, aşkın o meşhur parıltısını gözlerde görmek mümkündür. Hoşunuza giden ya da çekici bulduğunuz bir şey gördüğünüzde gözlerinizin içi parlar. İlginizi çeken şeye olan konsantrasyonunuz o denli yüksektir ki, bu durum gözyaşı torbalarınızın normalden daha fazla harekete geçmesine neden olur. İşte bu yüzden o eşsiz parlaklık ortaya çıkar.

Elbette gözlerle ilgili tek belirti bu değildir. Bir erkeğin aşık olduğunu ele veren en önemli vücut işaretlerinden biri de bakışlarıdır. Siz nereye giderseniz gidin bu bakışlar sizi takip eder. Uzaklaşıp gittiğinizde bu bakışlar sizi arar; kalabalığa karıştığınızda şaşkın bir hal alır. Bu bakış nereye giderseniz mutlaka hep sizin yanınızda olacaktır.

Bakışlarla ilgili bize çok önemli ipuçları veren bir özellik daha bulunmaktadır: sizin dudaklarınıza yönelen bakışlar. Konuşuyor olmanız ya da sessiz bir biçimde durmanız fark etmez. Aşık bir erkeğin vücut dili incelendiğinde, bu tür bakışlar aslında her şeyi açıklar niteliktedir.

Aşık Bir Erkeğin Yüzü, Vücut Dilinin Önemli Bir Parçasıdır

Bakışlara ek olarak, yüzünde bir erkeğin ilgisini gösteren daha farklı mimikler de bulunmaktadır. Örnek olarak kaşların yukarıya kaldırılması. Eğer sizinle birlikteyken kaşlarını normalden daha sık bir biçimde yukarıya doğru kaldırıyorsa şunu söylemek istiyordur: ilgimi çekiyorsun.

Aynı durum gülümseme için de geçerlidir. Aslında gülümsemek hem erkekler hem de kadınlar için aynı anlama gelen ortak bir harekettir. Bir insan aşık olduğunda, suratında istese de bir türlü silemediği o “aptalca” gülümseme belirir. Bu gülümseme anlık olarak beklenmedik bir biçimde ortaya çıkar ve sürekli olarak yüzünde kalır. Bu durum, yanında bulunan kişinin onun üzerinde yarattığı keyif hissinden doğar. Aynı zamanda o kişiyle birlikte olmanın getirdiği mutluluğun da bir tür ifadesidir.

Bunlara ek olarak, eğer bir erkek sizden hoşlanıyorsa, kendisi farkında olmadan sizin yaptığınız uüz mimiklerini taklit eder. Bu tür durumlarda, hayran olduğu şeyin taklit edilmesi ve bunun kendisi için bir referans olarak alınması gerektiğini düşünür. Kendisini sizinle tanımlama isteği nedeniyle de sizin yüzünüzdeki ifadelerin benzerlerini kendi yüzünde de ürettiğinin farkında olmayacaktır.

Açığa Çıkaran Diğer İfadeler

Bir erkek sizi çekici buluyorsa, kendi kişisel görünüşü ile ilgili bazı hareketleri istemsiz olarak yapar. Örnek olarak saçını düzeltir. Benzer şekilde bulunduğu ortama girdiğinizde farkında olmadan kravatını, ceketini ya da başka bir kıyafetini düzeltme eğilimde olacaktır. Bu tür tavırlar, size daha çekici görünmek için bir tür hazırlık çalışmalarıdır.

Diğer sık bir biçimde görülen jest ise ellerini beline dayayarak sanki sizi yönlendiriyor gibi bir tavır takınmasıdır. Bu davranış biçimi, bir şeye sahip olma dürtüsü ile yapılan eski tarz bir davranış olarak algılanabilir. Bir çiftin aşık olması açısından bakıldığında ise, bu tarz bir sahip olma niteliğinin daha az olduğunu söyleyebiliriz. Aslında oldukça erkeksi görünen bu jest, sizin belinize nazikçe dokunan bir el olma isteğini taşıdığını adeta ele vermektedir.

Fark edeceğiniz diğer bir detay, konuşurken size doğru eğilmesidir. Özellikle ilk buluşma anında eğer ayaktaysa omuzlarını geriye doğru atar, göğsünü dışarı doğru çıkarır ve dik bir şekilde durur. Bu duruş, güçlü olduğunu gösterme duruşudur. İstediği şeyi almak için harekete geçmeye hazırlandığını ifade eder. Eğer oturuyorsa, örnek olarak bir yemek masasındaysa, size bakmadığı zamanlarda kısa aralıklarla peçete ya da çatal bıçakla oynar.

Aşık bir erkeğin vücut dili, yukarıda sıraladığımız davranış, jest ve mimiklere büyük oranda uymaktadır. Bu davranışların ortaya koyduğu şeyler, çekici bulma, hayranlık duyma ve ilgisini uyandırma hisleridir. Sizi gerçek anlamda sevdiğini, sizin söylediklerinize önem verdiğinde, size her koşulda destek olduğunda ve ihtiyaç ve istekleriniz konusunda hassas davrandığında anlarsınız.

Çok sık yaşanır bu. Gerçek istedikleri için değil bu hareketleriyle partnerlerinin tepkisini ölçmek için ilişkilerini sonlandırmaya kalkışan kişiler vardır. Aslında kayıp ihtimaliyle karşılaşan partnerlerinin korkup duygusal ihtiyaçlarına karşılık vermesidir. Bu ihtiyaçlar o ana dek ihmal edilmiştir. Oysa bu, kısa vadede işe yarasa bile uzun vadede büyük bir bedele mal olabilir.

Manipülasyon ve duygusal şantaj, ilişkilerde sorunları çözmenin en iyi yolu değildir. Tam tersine: berbat bir alternatiftir çünkü nihayetinde soruna bir çözüm sunmak yerine onu örter, erteler ve çoğu zaman daha kötü hale getirir.

“İzolasyon, kontrol, belirsizlik, mesajı tekrar etmek ve duygusal manipülasyon, beyin yıkamada kullanılan tekniklerdir.”

– Eduardo Punset

Ültimatom ve sahte ayrılıklar kısıtlı etkiye sahip araçlardır. Evet, belki bu şekilde partneriniz, kararınızdan vazgeçin diye bir anlamda değişecek (tabi gerçekten değil). Ama bunu yaparken, her an sizin aleyhinize dönebilecek şartlanma ve kontrol mantığını devreye sokmuş oluyorsunuz.

Tuzak olarak ayrılmak 

Partnerimizin tepki göstermesi için ayrılmanın nihai hedefi, o kişiyi kontrol altına alabilmektir. Bu bakımdan, manipülatif bir davranıştır ve duygusal şantaj anlamına gelir. Diğer kişi ‘köşeye sıkıştırılmaktadır’ ve hiçbir seçenek sunulmamaktadır. Böylece elleri kolları bağlanmış, kontrol altına alınmış olurlar. Kendi ihtiyaçlarınızı onun omzuna yıkarak diğer kişinin tepki vermesine izin vermezsiniz.

Sizi kaybetme tehdidi, bir yem görevi görür. Diğer kişi kancayı ısırırsa, ardından gelecek olan şey, manipülasyonun yönettiği bir ilişki olacaktır. Hoşunuza gitmese bile işi ilerletip ‘diğer kişinin duygularıyla oynamakta’ bir mahsur olmadığını düşünmeye başlarsınız. Doğallık yoktur artık. Atacağınız adımları, hesaplar belirler. Sizi birleştiren bağlantıyı tanımlayan samimiyet değil taktiklerdir. En kötü durumlarda, yanlış hesaplar ortaya çıkar. Size yalvarmaları ve istediğinizi yapacağına söz vermesi için partnerinizden ayrılıyorsunuz. Ama kimi zaman işler dilediğiniz gibi gitmez ve tam tersi yaşanır: diğer kişi kendi değerini savunur ve ilişkiyi sonlandırmaya karar verir çünkü ilişkinin mağduru olmak istemez. Ardından bu tehlikeli oyun aleyhinize döner ve tükürdüğünüzü yalamak zorunda kalırsınız. Bulgura giderken pirinçten olursunuz.

Sözlerinize ve eylemlerinize değer vermeyi öğrenin 

Bu tür taktikleri kullanan insanların çoğu, bu hareketleriyle yalnızca diğer kişinin değil kendi değerlerini de alıp götürmektedir. Çok geçmeden başkaları, söyledikleri ya da yaptıklarının göreceli bir değeri olduğunu öğreneceklerdir. O kişinin gerçekte ne düşündüğü ya da hissettiğinin ifadesi değildir, ama harekete geçirilen bir tür psikolojik oyunun göstergesi olabilir. Dolayısıyla, manipülasyon ve şantajın bedeli, güven ve gerçek samimiyetin olduğu bir ilişki kuramamaktır.

Bazen de bir ilişki vaktinden önce ya da sebepsiz yere sona erer. Kişilerden biri, partnerinin tepki göstermesi için ilişkiyi sonlandırır; manipüle edilmek istemeyen partner ise bağımsızlığını yitirmemek için son bedeli ödemeyi kabul eder. ve bundan iki tarafında bir çıkarı olmaz.

Bir ilişkiyi, güç mantığı altına yerleştirmek asla iyi bir fikir değildir. Bazı faydalar elde edebilirsiniz bundan ama kazandığınızdan çok fazlasını kaybedersiniz. İlişkinizin değer kaybetmesine, ‘ucuzlaşmasına’ neden olursunuz ve farkına bile varmadan hayatınızı zenginleştiren bir bağı yok etmiş olursunuz. Böylece birliktelik, endişe ve acı yaratan, bize bir şey katmaktan ziyade eksilten bir şey hâline gelir. Bu tür manipülasyon ve şantaj varsa, er ya da geç roller değişecek ve iki kişinin bir çiftten ziyade iki rakip ya da düşman gibi davranacağo bir dizi olay yaşanacaktır.

İlişkilerde çatışmalar, bilhassa ciddi olduğunda can yakar ve korkuya sebep olur. Ama bunları çözmenin tek yolu, çatışmalara yakından bakıp onlarla baş etmenin sağlıklı bir yolunu bulmaktır. İletişim daima mükemmel bir çözümdür. Tüm kalbinizle konuşmak, anlayışı getirir. Bunu yapmazsak, ilişkinin gelişme şansı olmaz. Bu durumda, iki tarafın yaşamını iyileştirmekten başka hedef yoksa gerçekten de ilişkiyi kesmeye değecektir.

Hepimiz bir noktada aşk hakkında şüphe duyarız. İlişkiler hassasiyet, dikkat ve bazen biraz sabır ister. İşte bu yüzden kendimize bazen, bu ilişkide kalmanın değip değmeyeceğini sormamız şaşırtıcı değildir.

Aşk konusunda şüphelerimiz olması çok normaldir, ancak genellikle bunlar için hazırlıklı değiliz. Böyle hissettiğimizde, bu durumu kötü bir şekilde alırız. “Benim şüphelerim, onun benim için doğru kişi olmadığı anlamına mı geliyor? Ayrılmalı mıyız, şu ana kadar her şey yolunda mıydı? ” Bazen şüpheler, çözmeniz gereken daha derin bir problemin belirtisidir. İlişkinin yürümeyeceği anlamına gelebilir. Bu, genellikle bir ilişkide gerçekçi olmayan beklentilerimizin bir işareti olduğunu gösterir.

Neden aşk hakkında şüphelerimiz var?

Romantik bir ilişki hakkındaki şüpheler, birçok farklı nedene sahip olabilir. Bazıları ilişkinin sağlığı hakkında bir şey ifade etmez. Diğerleri ise, ilişkinin bir değişime ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Genel olarak, aşkla ilgili en yaygın şüpheler aşağıdaki durumlarda olur:

  • Değişime yanıt olarak (dış veya iç).
  • Partnerlerden birisi başka birine ilgi duymaya başladığında.

İlişki değiştiğinde

Romantik filmler çok fazla hasar verdi. Filmler, neredeyse her zaman, bir ilişki başlangıcını gösterir, duygular en güçlü ve her şey mükemmel görünür. Her iki insan da mükemmel bir şekilde uyumludur ve tüm günü birbirlerinin gözlerine sersem gibi gülümsemelerle bakmaya harcarlar. Ama kameralar daha sonra ne olduğunu göstermez. Yeni biriyle ilişkiye başladığınızda başladığınızda, bazen öyle bir aşık olursunuz ki karşınızdaki kişide sadece iyi şeyler görürsünüz. Negatif olan her şeyin üstünü örtersiniz. Birkaç ay sizi çok mutlu edecek bir ilişki başlatırsınız.

Peki sorun nedir? Bu duygular her zaman bir noktada sona erer. Sevgiyle ilgili son çalışmalara göre, teknik olarak “tutku” olarak bilinen bu evre, üç ay ile bir yıl arasında sürmektedir. Bundan sonra, duygular değişir ve gerçek aşk görünür. Bu, işlerin normal evrimi olmasına rağmen, çoğu zaman ilk hisler kaybolduğunda panik yaparız. O zaman ilişkiniz hakkında şüpheleriniz oluşur. Sevginizden, partnerinizin sevgisinden veya her ikisinden şüphe duyabilirsiniz.

Böyle bir şey başınıza geldiğinde endişelenmeyin: Bu sevginin normal evrimi. Önemli olan, iyi iletişim ve güvene odaklanmaktır. Ayrıca uzun vadede tutkuyu sürdürmek için çok önemli. Araştırmacılara göre, bunlar uzun süreli aşkın üç temel bileşenidir. Büyük bir yaşam değişimi varsa aynı şey olabilir. Burada, iki kişi ilişkilerini sağlıklı tutmak istiyorlarsa bir ekip olarak hareket etmelidirler. Genel olarak, tüm ilişkilerin böyle inişleri ve çıkışları vardır. Bununla birlikte, çift dengeyi koruyor ve iletişim hatları açıksa, bu durumdan daha güçlü çıkacaklar.

Başkası varsa ne olur?

Yine burada, Hollywood bize oldukça zarar veren, sevgiyle ilgili propagandalarla bombalıyor. Şüpheler, partnerinize ilgi duymadığınızı hissettiğinizde ya da onun yeni bir kişiye ilgi duyduğunu fark ettiğinizde ortaya çıkar. Ancak bu ilişkinin mahvolduğu anlamına mı geliyor? Tam olarak değil.

Gerçek şu ki, çoğumuz için aşık olmak, başka hiç kimseye ilgi duyamayacağımız anlamına gelmez. Tam aksine. Ancak, siz partnerinize başka bir anlık ya da gündelik ilginin üzerinde bir bağlılık oluşturdunuz. Yani, yeni birine ilgi duyuyorsanız ve bu ilişkinizden şüphe duyuyorsanız, bir soluk alın. Bu dünyanın sonu değil, sadece ilişkinizin sonu. Yine de, sadece siz mevcut ilişkinize son verme ya da devam kararını verebilirsiniz. Sadece mantıklı düşünün ve anlık duygularınıza kapılmayın.

Aldatma, elbette, tamamen farklı bir konudur. Bu gibi durumlarda, sorun ilgi duymak değil, daha çok güven kopmasıdır. İlişkideki iki kişi de, yeniden inşa edip edemeyeceğine veya ayrılmaya ve yeniden başlamanın daha iyi olup olmadığına karar vermelidir.

Psikolog Sergio De Dios González

İlişkileriniz, farklı deneyimler yaşadığınız ve farklı zorlukların üstesinden geldiğiniz birkaç aşamadan geçer. Ancak, bu sürekli değişim süreçlerinde, ilişkinizin ilerlemediğini ve büyümediğini hissedebilirsiniz. Bu olduğunda, ilişkiniz durgundur. Bazen birlikte kalma arzunuza rağmen ilişkiniz gelişmez veya ikinizin de bireysel gelişiminin tersi yönde gelişir. Bu neden oluyor? Her zaman bir ilişkinin sonunu mu gösterir?

İlişkinizle ilgili belirli bilgileri nasıl yorumlayacağınızı bilmek, bir değişim sürecini başlatabilmek için çok önemlidir. Her zaman bir şeylerin değişmesi gerektiğini kabul etmenizle başlar.

Aşağıda, ilişkinizin ilerlemediğini gösteren ana işaretleri açıklıyoruz.

1. Boş hissediyorsunuz

İlişkiniz, içinizdeki boşluk hissini yansıtır. Belki hayatınızın diğer alanlarında tatmin olmuş hissediyorsunuz ama eşinizi ve ilişkinizi düşündüğünüzde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorsunuz. Ne olduğunu bile bilmiyor olabilirsiniz.Boşluk, ilişkinizdeki anlamın yokluğundan gelebilir. Birlikte yürümek için bir geleceğiniz yok gibi görünüyor ve ilişkide gerçekte ne yaptığınızı merak ediyorsunuz. Bu yön, amaç ve anlam eksikliği bir boşluk hissi bırakır.

2. Ortak planlarınız yok

İlişkiniz durgunlaştığında, flört planları yapmaktan kaçınırsınız. Bunun nedeni genellikle ikiniz arasında çözülmemiş bir çatışma olması ve sizin yalnızca minimum düzeyde teması istemenizdir. Bu nedenle kaçınma, çatışmanın verdiği rahatsızlığı uzak tutmak için uyguladığınız bir stratejidir. Bu strateji, işte veya arkadaşlarınızla daha fazla zaman geçirdiğinizi fark ettiğinizde ortaya çıkar. İlişkiniz durgunsa, birlikte plan yapmayı nasıl bıraktığınızı fark edeceksiniz. Bu tür bir kaçınma, durumu daha da kötüleştirir ve ilişkiyi daha da durgunlaştırır çünkü zorluk ve engellerle yüzleşmezsiniz. Çünkü sorunlarınızı çözmenin en iyi yolu onlarla yüzleşmektir.

3. Tutku, yakınlık veya bağlılık eksikliği

İlişkiniz durgunsa, partnerinizle birlikte olma tutkunuzun ve arzunuzun yavaş yavaş nasıl azaldığını fark edeceksiniz. İkiniz arasındaki yakınlığın ve bağın nasıl seyreltildiğini göreceksiniz. Ayrıca, daha önce zorlukların üstesinden gelmek ve istikrarlı bir ilişki sürdürmek için sahip olduğunuz taahhüdün artık eskisi kadar güçlü olmadığını fark edeceksiniz. Tıkanıklık gerçekten fark edildiğinde, üç boyutta da eksiklikleri fark edeceksiniz. Ancak, ilişkinin durağan kabul edilmesi için hepsinin mevcut olması gerekli değildir. Belirli bir bileşenin etkilenip etkilenmemesi, ilişkinizin ilerlemesini engelleyen nedenlere veya dirence bağlıdır.

4. Bulanık bir ufuk

İlişkinizin durgun olduğunun bir başka işareti de birlikte bir gelecek düşünmekten kaçınmanızdır. Örneğin, kendinizi partnerinizle birkaç yıl sonra da beraber hayal etmekte zorlanıyor musunuz? İlişkinizin geleceği hakkında konuşmaktan kaçındıklarını mı fark ettiniz? Alternatif olarak, gelecek hakkında konuşmaktan ve hatta hayal kurmaktan gerçekten hoşlanıyor musunuz, ancak eşiniz bu konuda konuşmakta zorlanıyor mu veya konuyu açtığınızda konuyu değiştiriyor mu? Birlikte bir gelecek vizyonuna sahip olmamak, ilişkinizin durgun olduğunun bir işaretidir. Bunun nedeni, ilişkiyi koruma arzusunun olmamasıdır. Sonuç olarak, eğer bir gelecek yoksa, ilerleyip ilerlemediğinizi nasıl bileceksiniz? Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız, doğru yolda nasıl ilerleyeceksiniz?

5. Bireysel evriminiz farklı

Bir ilişki, ikinizin de yaptığı ortak katkı ile sürdürülür. Farklı yollara girerseniz ilişkinizin ilerlemesi son derece zorlaşır ve durgunlaşır. Sanki arka tekerlekler ön tekerleklerin aksi yönünde dönerken bir arabanın ilerlemesini bekliyormuşsunuz gibi.Bir kişiden bir çift olmaz. En az iki kişi gereklidir. Aslında, ilişkinizin evrimi ve gelişimi büyük ölçüde aranızdaki uyuma, iletişime ve birbirinize sunduğunuz desteğe bağlıdır. Bu, sizi birlikte görselleştirdiğiniz geleceğe doğru yürümeye motive eder.

6. Hayal kırıklığı

Birbirinizin söylediklerine veya yaptıklarına ikiniz de sinirli veya kızgınsanız, bu ilişkinizin durgunlaştığının bir işaretidir. Genellikle, bu duygular, birlikte olmanın memnuniyetsizliği veya rahatsızlığı ile ilgilidir. İkiniz arasındaki sürekli çatışma, ikinizin de hayal kırıklığına uğramasına neden olabilir. Çünkü denemiş olsanız bile hiçbir şey değişmiyor.

Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, bir ilişkinin durgunlaştığını iddia etmek için tek bir uyarı işareti yeterli değildir. Aslında, durağan bir ilişki, bu makalede bahsettiğimiz (ve bazılarını yapmadığımız) belirtilerin ortaya çıkmasını destekleyen birçok faktörün ürünüdür.

Reddetme eylemi, birisini veya bir şeyi kendinden uzaklaştırmak olarak tanımlanabilir. “Reddedilme”yi ise bir kişi, topluluk ve/veya kuruluş tarafından kabul edilmemek, geri çevrilmek ve/veya yok sayılmak olarak ifade edebiliriz. Reddetme ve reddedilme günlük yaşamımızda büyük veya küçük ölçeklerde yaşayabiliriz. Hayatın bir parçası olsalar da, bazı reddedilme türleriyle başa çıkmak oldukça zor olabilir. Reddedilme, çeşitli durumlarda ortaya çıkabilir. Örneğin, bir kişi önemli bir duygusal ilişkisi bittiğinde reddedilmiş hissedebilir. Evlat edinilmiş biri, biyolojik annesi tarafından ya da arkadaş edinmekte sıkıntı yaşayan bir çocuk akranları tarafından reddedilmiş hissedebilirler. Ayrıca “reddedilme”, çalışma ortamında bir pozisyon için reddedilme veya başvurulan bir okuldan kabul edilmemek gibi, yaşam olaylarından da kaynaklanabilir. Başkaları tarafından kabul edilmediğimizde, genellikle utanç, üzüntü ve/veya keder gibi acı verici duygular yaşarız. “Reddedilme korkusu”, yaşamlarımız üzerinde yüksek etkiye sahip olabilen güçlü bir korku ve kaçınma duygusudur. Bazılarımız için reddedilme durumları sinir bozucu görünürken, bazılarımız için bu korku dayanılmazdır.

Reddedilme korkusu veya hassasiyeti olan insanlar, reddedilmekten korktukları için başkalarından izole yaşayabilir veya ilişkilerde bağ kurmaktan kaçınabilirler. Bu korku veya hassasiyet, ruhsal sağlığımızda “kronik yalnızlık” ve ”depresyon” gibi sorunlara yol açabilir.

Reddedilmenin Psikolojik Etkileri

Reddedilme çok acı verici olabilir. Çünkü insanları sanki istenmiyor, değer görmüyor ya da olduğu gibi kabul edilmiyormuş gibi hissettirebilir. Bir çocuk, geçici olarak meşgul bir ebeveyn tarafından reddedilmiş hissedebilir veya soru sormak için görüşmek isteyen bir öğrenci müsait olmayan bir profesör tarafından reddedilmiş olabilir. Bu reddedilme türleri, hızlı bir şekilde çözülebilir ve uzun süren etkilere sahip değillerdir. Öte yandan, uzun vadede ve süreklilik gösteren veya hali hazırda devam eden reddedilmeler, derin ve kalıcı psikolojik etkilere neden olabilir.

Bu etkiler şunlardır;

  • Travma:
    Aşırı duygusal sonuçlara yol açan veya süreklilik gösteren reddedilmeler, ciddi psikolojik etkilere veya bir travmaya sebep olabilir. Bazı kişiler, genellikle yaşamın erken dönemlerinde reddedilmiş olan “çoklu travmatik deneyimler”in bir sonucu olarak kronik bir reddedilme korkusu yaşayabilirler.
    Örneğin, ebeveynleri tarafından sürekli olarak reddedilmiş hisseden çocuk, okulda ve akranlarıyla ilişkilerinde başarılı olamayabilir ve bu durum atlatılamazsa, yetişkinliğindeki özel ve/veya iş ilişkilerinde de sıkıntı devam edebilir.
     
  • Depresyon: Sürekli reddedilme deneyimi yaşayan herkes depresyona girebilir. Ayrıca, esasen dışlanma ve reddedilmenin bir birleşimi olan “zorbalık” deneyimi; depresyon, stres, yeme bozuklukları ve kendine zarar verme davranışları gibi birçok olumsuz etkiye sahip olabilir.
     
  • Acı: Reddedildiğimizde yaşadığımız acı ile fiziksel yaşadığımız acıya verdiğimiz tepki aynıdır.  Araştırmalar, fiziksel acının aktive ettiği aynı beyin yollarının, sosyal acılar ve reddedilmeyle de aktive olduğunu göstermiştir. Bu sebepten beynimiz, kişi fiziksel acı yaşadığında doğal ağrı kesicilerini (opioidler) salgıladığı gibi, sosyal acı yaşadığı zaman da salgılamaktadır.
  • Anksiyete ve stres: Reddedilmek, stres ve ankisiyete’nin oluşmasına ve artmasına yol açabilir.
     
  • Taciz/suistimal: Bir araştırma, ebeveyn(ler)i tarafından yüksek oranda reddedilmiş olan çocukların, yetişkinlik çağlarındaki yakın ilişkilerinde, taciz/suistimal durumlarını sürekli yaşadıkları ya da yaşattıklarını saptamıştır.
    Evet, reddedilmek acıtır. Ancak, reddedilmenin acısını duygusal taciz veya fiziksel şiddet ile bir başkasından çıkarmak, hiç sağlıklı değildir.
  • Şefkatli bir terapist, reddedilmiş hisseden kişinin, reddedilme ile nasıl baş edeceğini öğrenmesine ve de daha sağlıklı ilişkiler kurması için sosyal beceriler geliştirmesine yardımcı olabilir.

Ailevi reddedilme:

Kişinin ailesinden reddedilme hissi (genellikle ebeveyn reddi); istismar, terk edilme, ihmal veya sevgi ve şefkatin eksikliğinden dolayı oluşabilir. Bu reddedilme şeklinin bir bireyi yaşam boyunca etkilemesi muhtemeldir ve ciddi sonuçları olabilir.

Toplumsal reddedilme:

Bu tür reddedilme, sosyal ortamlarda zorbalık ve dışlanmak olarak, her yaşta yaşanabilir.

İlişkide reddedilme:

Flört ya da ilişki içinde reddedilmedir. Birkaç örnek verirsek; bir kişi partneri ile bir olayı/deneyimi paylaşmayı istemeyebilir. Ya da sevgisini, şefkatini ve/veya cinselliği esirgeyebilir. Ya da partnerine sıradan önemsiz biri gibi davranabilir. Ayrıca, bir taraf ilişkiye son verdiğinde, diğer partner kendini reddedilmiş hissedebilir.

Romantik reddedilme:

Kişinin, hoşlandığı biriyle romantik bir ilişki istediği ancak reddedildiği durumlardır.

Tüm reddedilme biçimleri acı verebilir. Özellikle, güvendiğiniz ve sevdiğiniz biri tarafından reddedildiğimizde, öz-değerimizi ve öz-güvenimizi derinden zedeleyebilir.

Reddedilmenin Üstesinden Gelmek

Yakın bir arkadaşımızla veya bir aile ferdimizle, reddedilme deneyimi hakkında konuşmak ve paylaşmak yararlı olabilir. Ancak, reddedilmeye karşı hassas olanlar ve reddedilme ya da dışlanma davranışlarına sıklıkla maruz kalanlar için, hissettikleri acıyla başa çıkmak o kadar da kolay olmayabilir. Psikoterapi; reddedilme durumunda derinden etkilenen insanların duygularını keşfetmelerine, duygusal yaralarının iyileşmesi için çalışmalarına, öz-saygı ve öz-güvenlerini geliştirip başkalarıyla daha anlamlı ilişkiler kurmalarına olanak sağlar. Öte yandan, günlük yaşamda meydana gelen,  ‘hafif’ denebilecek, reddedilme türlerini kabul etmeye de yardımcı olur.

Reddedilme bazen depresyon, uyuşturucu madde kullanımı ve/veya intihar düşüncesi gibi ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu sonuçlar, terapide ele alınabilir ve iyileştirilebilir. Terapist, ayrıca bireyin reddedilmesinin olası nedenlerini keşfetmesine ve bu alanlarda kişisel gelişim için çalışmasına yardımcı olabilir. Bazı bireyler reddedilme acısını içselleştirip, kendilerinde bir sorun olduğuna inanırken, diğerleri bu sorunun onları reddedenlerde olduğuna inanarak dışsallaştırırlar. Bu dışsallaştıran bakış açısı, ‘saldırganlık’ gibi aşırı tepkilere yol açabilir. Saldırgan davranışları, bireyin daha fazla dışlanmasına sebep olur. Kişinin duygularını bir terapistle gözden geçirmesi, bu zararlı davranışları önlemeye yardımcı olabilir.

Sürekli olarak reddedilen bir kişi, yaşadığı kronik reddedilme durumlarının potansiyel sebeplerini terapi yardımıyla keşfedip bulabilir. Ayrıca, tekrar reddedilmekten korkan ya da geçmişte reddedildiği durumun duygusal yükünden kurtulmak isteyen kişiler, bir terapistinin yardımı ve desteği ile bu duygularından kurtulabilirler. Sürekli reddedilmek sinir bozucu olabilir. Kendinden şüphe duymaya ve içsel sıkıntıya neden olabilir. Sürekli reddedilen kişiler, başkaları için yeterince iyi olmadıklarını düşünerek veya asla başaramayacaklarına inanarak, ‘kendi kendini reddetme’ye başlayabilirler. Terapi, kişiye bu sorunları çözmekte de yardımcı olacaktır.

Özellikle “sürekli” olduğunda, reddedilmeyle baş etmek zor olsa da, yine de aşağıdaki öneriler iyileşme sürecini kolaylaştırabilir:

  • Yaşadığınız reddedilme olayını ve ne kadar acı verici olduğunu kabul edin. Reddedilme yaygın bir deneyimdir. Acı ve sıkıntı normal tepkilerdir.
  • Duygularınızı, kendinize veya başkalarına sözlü olarak ifade edin. Böylelikle, olay netleşir ve reddedilme nedeninin anlaşılması kolaylaşır.
  • Bu olayın üzerinde durmaktan kaçının, çünkü bu kendi kendini suçlamaya sebep olabilir ve reddedildikten sonra hayatımıza devam etmeyi zorlaştırabilir.
  • Reddedilmeyi anlamak için “gerçek” sebep(ler)ini fark edin. Kendinizi suçlamaktan veya kendiniz hakkında olumsuz düşüncelerden kaçının.
  • Dostlarınız ve/veya ailenizle vakit geçirin. Olumlu sosyal etkileşimler, acınızın azalmasında doğal bir yardımcıdır.
  • Egzersiz, reddedilmenin acısını hafifletebileceğinden, fiziksel aktivite(ler) yapın.

Öz-saygısı daha düşük bireyler için, reddedilme daha acı verici olabilir ve iyileşmeleri daha çok emek isteyebilir. Araştırmalar, reddedilmeye daha duyarlı kişilerin, reddedilmeye yol açan davranışlarda bulunmaya daha yatkın olabileceğini göstermiştir. Ayrıca, ilişkilerinde bu kronik reddedilmeyi engellemeye çalıştıkları için, sosyal durumlardan tamamen kaçınarak, yalnızlığı tercih edebilirler. Reddedilmeye duyarlı kişilerin, bu duyarlılığın üstesinden gelmesi ve kendi değerleri konusundaki inancını güçlendirmesi için güvenilir aile ve arkadaşlardan oluşan güçlü bir destek sistemi oluşturmak çok yardımcı olacaktır.

Kaynakça;
1.Rejection (Goodtherapy.org)
2.Overcoming Rejection (Goodtherapy.org)

Çeviri: Yaşantı Psikoloji

İnsanlar yaşamları boyunca birçok zorlukla karşılaşır. Bu zorlukların bazıları üstesinden gelinmesi daha zor olurken bazıları daha kolay olabilir.

Karşılaşılan problemlerin niteliklerinin farklı olması gibi kişilerin karşılaştığı probleme verdiği tepkiler de birbirinden farklılık gösterebilir. Aynı olay bir kişiyi derinden etkileyip, önceki yaşamına dönmesini engellerken başka bir kişinin daha kolay üstesinden gelebildiği bir şekilde sonlanabilir. Kişilerin olaylara verdiği tepkileri etkileyen birçok faktör olabilir. Kimi insanlar travmanın olumsuz sonuçları karşısında daha dayanıklı olabilirken, kimileri de travma sonrası çeşitli semptomlar geliştirip, günlük hayatına önceki haliyle geri dönmekte zorlanabilir. Yaşanılan bir stres faktörü sonrasında kişinin eski haline dönmesini psikolojik dayanıklılık olarak ifade edebiliriz. Kişinin mizaç özellikleri, zihinsel kapasitesi gibi doğuştan gelen faktörlerden etkilendiği gibi, psikolojik dayanıklılık çevresel faktörlerden de oldukça yoğun bir şekilde etkilenir.

Kişinin dayanıklılığını etkileyen pek çok faktörlerden vardır. Bunlar;

Sosyal desteklerimiz

Kurduğumuz olumlu ve sıcak ilişkiler sosyal desteklerimizdir. Sosyal destek ise bizim hayata dair kaynaklarımızdır. Yani, olumsuz bir durum karşısında olumsuzluğun üstesinden gelmek için bize güç veren kaynaklardır. Çevremizden gelen bu sosyal destek bizi destekler ve psikolojik dayanma gücümüzün gelişmesini sağlar. İnsanda mutluluk ve haz duygularının taşıyıcısı olan serotonin hormonunun, kurulan sosyal ilişkiler ile daha duyarlı hale geldiği de birçok araştırma ile kanıtlanmış bir bilgidir. Kısacası, yaşadığımız olumsuz olaylar karşısında daha güçlü hissedebilmemiz için hayatta sosyal kaynaklarımızın olması önemlidir.

Bireysel travmalarda olduğu gibi toplumsal travmalarda da sosyal destek dayanıklılığımızı arttıran bir unsurdur. Yaşanılan bir toplumsal travma olarak depremi düşünelim. Bu afet sonrası, toplumun geri kalan kesiminin afetzedeler ile bağlantı kurması, ihtiyaçlarına yönelik müdahalelerde ve desteklerde bulunması bu kişilerin başa çıkma becerilerinin güçlenmesini sağlar. Bir başka deyişle, yalnızca bireysel değil toplumsal sosyal destek de bireyin dayanıklılığını arttırmaya yardımcı olur. Yapılan birçok çalışmada travmatik olay sonrası bireyin sosyal desteğinin düşük olması travma sonrası stres bozukluğu için bir risk faktörü olduğu bulgulanmıştır.

Problem çözebilme becerilerimiz

Yaşanılan olumsuz durum karşısında çözüm odaklı bir yaklaşımla “Bu durumla nasıl başa çıkabilirim?” sorusunu soran kişiler genellikle dayanıklılığı daha yüksek kişilerdir. Bu durum, hayatımızın çocukluk dönemine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir.  Çocukluk döneminde herhangi bir problem ile karşılaştığımızda ebeveynlerimiz doğrudan öneri vermek ya da sorunumuzu önemsemeden o an için geçiştirmek yerine bu sorunu bizim nasıl çözebileceğimizi bizlere sormuşsa bu problem çözme becerimizi geliştirir.

Geçmiş kaynaklarımızın gücü

Aile ilişkilerinin iyi olması, geçmişte güzel ilişkiler kurduğu öğretmenlerinin, arkadaşlarının olması, iş arkadaşları ile ilişkilerinin sağlıklı olması gibi birçok unsur kişinin strese karşı daha dayanıklı olmasını sağlayan kaynaklarıdır.

Bir birey için aile ve sonrasında da okul, gelişim açısından oldukça temel katkıları olan iki unsurdur. Çocukluk döneminde sevgi ve güven ortamında büyüdüğünü hisseden, anne ve babasının ilişkilerinin iyi olduğuna tanık olan, gösterdiği çaba karşısında ebeveynlerinin bunu fark ettiği ve ifade ettiği, fikir ayrılıkları yaşandığında sağlıklı çözüme kavuşturulan aile içinde büyüyen kişilerin aile ile ilgili kaynakları güçlüdür. Aynı şekilde, öğretmenleri ile sağlıklı iletişim kurmuş, anladığını ve anlaşıldığını hissetmiş, diğer arkadaşları ile eşit olanaklara sahip olmuş kişilerde de dayanıklılık daha yüksektir.

Günlük rutinlerimiz ve hedeflerimiz

Hayatta bazı rutinlerin olması kişiye güvende olduğu hissini vererek tutarlı ve güvenilir bir ortamda yaşadığını düşünmesine sebep olabilir. Bu nedenle, planlı ve belirli hedeflere doğru ilerleyen bir hayatta olumsuzluklar ile karşılaşıldığında da varılacak noktaların olduğunu bilmek, ilerlemek için kişiyi motive eder. Belirlenen hedefler ve bu hedefler için günlük yapılan rutinler kişinin hedefe ilerlemesini sağlar. Bu yolda karşılaşılan zorluklar ise hedefe odaklanıldığı zaman daha az yıpratıcı olabilir. Bu nedenle böyle kişiler dayanıklılığı daha yüksek, kaldığı yerden devam edebilme motivasyonu daha güçlüdür.

Yaşanılan olayın anlamlandırabilmemiz

İnsan, yaşamda anlam arayışında olan bir varlıktır.  Yani yaşadığı olayları, duyguları, düşünceleri anlamaya ve anlamlandırmaya ihtiyaç duyar. Herhangi bir problem karşısında o problemin yaşanma nedeninde bulunan anlam, karşılaşılan zorluğa karşı kişiyi daha dayanıklı hala getirir. Bu sebeple, zor zamanlar kişinin kendisi hakkında da epey şey öğrendiği ve anlaşılmaya çalışılması gereken zamanlar olabilir. Bu problemin nasıl bir sebep ile ortaya çıktığını, tekrarlanmaması için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini düşünebilmek, psikolojik dayanıklılığı olumlu etkileyen faktörlerdendir.  

YAŞANTI PSİKOLOJİ

Gelişmiş bilişsel özelliklerimiz sayesinde kendi deneyimlerimizi ve çevreyle olan etkileşimlerimizi algılayabilir, anlamlandırabilir ve uygun yanıtları üretebiliriz. Fakat aynı bilişsel kapasite bazen, yaşadıklarımız ve çevremizdeki insanların davranışlarıyla ilgili aşırı detaylı düşünmeye de hizmet edebilir. Çoğunlukla karşı konulamaz bir dürtü gibi meydana gelen bu düşünme biçiminde, kişiler istemeseler dahi geçmişe ve şu ana ait olumsuz yaşantılarını uzun uzun düşünebilir ve analiz edebilir. Sürekli olarak zihinlerinde geleceğe yönelik olumsuz senaryoları tasarlayabilirler. Bunun sonucunda da karar alma süreçleri ve duygu durum olumsuz etkilenebilir.

Aşırı detaylı düşündüğümüzü nasıl anlayabiliriz?

Zaman zaman her birimiz kendi kararlarımızı, davranışlarımızı, duygu ve düşüncelerimizi veya başkalarının bizi etkileyen sözlerini ve eylemlerini düşünebilir; bunun sonucunda üzülebilir ya da pişmanlık duyabiliriz. Genellikle bu düşünme süreci, belirli bir tetikleyici sonucunda ve belirli bir süre içinde gerçekleşir. Örneğin; sevdiğimiz bir yakınımızla tartıştığımızda karşılıklı söylenen sözleri ve yapılan eylemleri düşünebiliriz. Bu düşünme süreci sağlıklı bir ilişki için gereklidir de. Çünkü böylelikle neden bu tartışmanın başladığını daha iyi anlayabilir ve bir süre sonra bu sorunun nasıl çözüleceğini bulabiliriz. Oysa ki aşırı detaylı düşünme süreci herhangi bir uyarandan tetiklenebilir ve yaşanan olumsuzluğu çözme eğiliminde değildir. Kişiler akıllarına gelen bu olayın ne anlama geldiğini, neden böyle hissettiklerini veya düşündüklerini, bunları düşünmeye daha ne kadar devam edeceklerini ve böyle giderse hayatlarının nasıl bir hal alacağını uzun uzun düşünebilirler.

Bir fırtınanın yaklaştığını hayal edelim. Aşırı detaylı düşünen bir kişi fırtınanın ne zaman geleceğine, nasıl tahribatlara yol açacağına ve geçmişteki fırtınalarda neler olduğuna dair uzun uzun düşünebilir; fakat en gerekli şeylerden birini, kendisini ve evini yaklaşan fırtınadan nasıl koruyacağının yollarını aramayı ihmal edebilir. Görüldüğü gibi bu düşünme biçimi olumsuz duygu durumlara yol açabilmesinin yanında kişiyi eyleme geçmekten de alıkoyabilir.

Kişiler sıkça tarif edildiği gibi kendilerini zihinlerinin içinde hapsolmuş gibi hissedebilirler. Devamlı olarak, bir kameraya kaydediyormuş gibi düşüncelerini izliyor olabilirler. Dolayısıyla da dikkatlerini içinde bulundukları ana ve çevrelerine yöneltmekte güçlük çekebilirler. Örnek olarak yeni boşanmış bir kişiyi düşünelim. Eğer bu kişi geçmişte yaşadığı tartışmaları kimin haklı kimin haksız olduğunu tespit etmek için sürekli olarak analiz etmeye çalışıyorsa, içinde bulunduğu şu anı kaçırabilir. Herhangi bir çözüme hizmet etmeyen bu zihinsel süreç, boşanma sonrası hayatını nasıl şekillendireceğini düşünmesini de engelleyebilir.

Ayrıca karar alma süreçleri de olumsuz etkilenebilir. Normalde çok dikkat edilmeyecek detaylar dahi düşünülebilir ve gerçekleşme ihtimali zayıf olan olumsuzluklar kaygı yaratabilir. Dolayısıyla bir seçim yapmak zorlaşabilir. Örneğin; öğle yemeğine çıkacak bir çalışanı düşünelim. Bu durumda kişi eğer aşırı detaylı düşünüyorsa, öğle arasını, birbirine benzer özellikler taşısalar dahi, çevresindeki restoranları kıyaslayarak geçirebilir.

Aşırı Detaylı Düşünme ile Nasıl Başa Çıkabiliriz?

  • Aşırı detaylı düşünmenin üstesinden gelebilmek için onu görmezden gelmek ve ciddiye almamak yerine onun varlığını kabul etmek iyi bir başlangıç olabilir. Böylelikle çözüm önerilerine daha açık hale gelebiliriz. Bunun yanı sıra o düşünceyle bir mücadele içine girmemek de gerekir. İster onu yok saymaya çalışalım ister yok etmeye, her iki tutumda da dikkatimizi rahatsız olduğumuz düşünceye yöneltiriz ve aslında böylelikle o düşünceyi sürekli tekrar etmiş oluruz. Tıpkı karşımızdaki kişi ‘‘Bir kutup ayısını düşünmemeye çalışın.’’ şeklinde bir cümle kurduktan sonra, kutup ayısını bir türlü zihnimizden çıkarmayışımız gibi söz konusu düşünceden de kurtulamayız. Bunun yerine o düşünceyi de diğerleri gibi zihnimizin akışına bırakmak daha faydalı olabilir.
  • Düşünmek için gün içerisinde belirli bir zaman belirleyebilirsiniz. Diyelim her gün 18:00-18:15 aralığını seçtiniz. Düşünceler aklınıza geldiğinde bu zaman aralığında düşünmek üzere onları bekletebilirsiniz. Belirlediğiniz zaman aralığı geldiğinde, onu ertelemenizden dolayı düşüncenizin şiddeti eski seviyesine göre azalmış olabilir. Böylelikle onunla baş etmek daha kolay bir hale gelebilir.  Örneğin; sabah önünden geçtiğiniz bir kafe size eski ilişkinizi hatırlatabilir ve o anki etkisiyle sizi ayrılık sürecinize yönelik düşüncelere yönlendirebilir. Fakat saat 18:00 olduğunda bu durumun etkisi sabaha göre azalabilir. Ayrıca bu tekniği kullanarak, gün içerisinde rahatsız edici düşüncelerle yaşama becerinizi de geliştirebilirsiniz.
  • Düşüncelerinizi yazmak bir başka yöntem olarak tercih edilebilir. Böylelikle düşüncelerinizi sürekli zihninizde tutmak yerine kağıda dökerek zihninizde yer açabilirsiniz.
  • Düşünme süreçlerine ayırdığınız zamanın bir kısmını keyif aldığınız uğraşlarınızla ilgilenmeye ayırabilirsiniz. Dikkatinizi farklı aktivitelere yönlendirmek rahatlamanıza yardımcı olabilir.

YAŞANTI PSİKOLOJİ

Önceliklerimize karar vermemiz gerektiğinde bazı aşamalardan geçiyoruz. Bize farkında olmadan zarar veren beklentilerin kölesi olmaktan ve kendimizi kötü hissetmemize neden olan şeylerden mümkün olduğunda uzak durmalıyız.

Bazen, başkalarının fikirlerini önemsemeden özgürce hareket edebiliyoruz. Başka görüşlerin önemli olmadığı zamanlar vardır ve böyle zamanlarda biz sadece derin bir nefes alıp rahatlayarak kendimiz olmak isteriz. Hayatımızın belirli dönemlerinde, kendi sorunlarımız yerine başkalarının sorunlarıyla ilgilenmemiz gerektiği fikrinden kurtuluyoruz. Başkalarının sorunları da bizi yıpratır; bu nedenle kendimizi bunlardan uzak tutmak iyi bir fikir olacaktır. Bu şekilde, dolaylı olarak zihnimizi boşaltıyoruz ve kim olduğumuzun farkına varabiliyoruz.

Mutlu olmak için duygularımızı bastırmaktan uzak durmalıyız. Bir duyguyu engellemeye çalışmak sonrasında bizi daha çok etkileyecektir. Örneğin çoğumuz mutsuzluk duygumuzu bastırmaya çalışıyoruz. Mutlu olmanın kabule geçmekten, kendimizi anlamaktan ve duygularımızı yaşamamıza izin vermekten geçtiğini fark edemiyoruz. Şunu unutmamalıyız ki bütün duygularımız dile getirilmeyi hak ediyor. Bu, kendini tanıma ve kişisel gelişimle ilgili bir durumdur. Eğer yüzümüzü bir yapboz olarak düşünürsek, mutsuzluk da bu yapbozun bir parçası olacaktır ve korkularımızı sakladığımızda bunun sonucunda yüzümüzdeki gülümseme de kaybolacaktır.

Peki, neden? Çünkü bize bir şeyler anlatmaya çalışan parçamızı görmezden geliyoruz halbuki bu duygunun da sesini duyurmaya ihtiyacı vardır. Bu nedenle, duygularımızı özgür bırakmalıyız ve hislerimizi saklamadan ifade etmeliyiz. Alışkanlıklarımızı gözden geçirmek de iyi bir fikir olacaktır. Gün boyunca ne hissettiğimizi ya da çevremizde neler olup bittiğini bir yerlere yazmayı alışkanlık haline getirebiliriz. Duygusal deneyimlere yoğunlaşmak, aslında yok saydığımız dışa vurma ihtiyacını gidermenin en iyi yoludur. Duygusal yanınızla yeniden bağlantı kurun. Beynimizde tecrübelerimizin hem iyi hem de kötü yanları saklanmaktadır. Beyin her şeyi işler, bilgileri yükler ve boşaltır. Zihnimizdeki çatışmaların yoğunluğu ve dışa vurduğumuz duygular, duygusal gözcümüz olan amigdalada hissedilir.

Hipokampusun yanı sıra, her duygusal olayın bulunduğu yer burasıdır. Amigdalanın anı ve tecrübeleri depolama işlevi görmesi de, bazen sorduğumuz sorulara yanıt alırken bazen alamamamızın sebebidir. Aslında beynimizi eğitirsek, her duygusal olayı travma olarak algılamayız ve kolayca atlatabiliriz. Duygusal geçmişin ‘hatırlanmasından’ sorumlu olan amigdala prefrontal korteks ile birlikte, farklı duyguların işlenmesini ve düzenlenmesini kolaylaştıracaktır.

Bugün, yeni teknolojiler ve iletişim kanalları sayesinde, uzun mesafeli bir ilişkiyi sürdürmek, birkaç yıl öncesine göre çok daha kolay. Bununla birlikte, hala karmaşık ve genellikle acı verici bir süreçtir. Aslında, bu tür bir ilişki sırasında, duygularınızı korumak ve aranızdaki bağın tadını çıkarabilmek için kendinize her zamankinden daha fazla güvenmeniz gerekiyor.

Uzun mesafeli ilişkiler, fiziksel yakınlık bağlamında gelişenler kadar önemlidir. Bununla birlikte, eşiniz uzakta yaşıyorsa, muhtemelen size yakın olanlardan bazılarının yargı ve inançsızlıklarıyla yüzleşmek zorunda kalmışsınızdır. Bununla birlikte, araştırmalar, bu tür bağlantıları sürdürenlerin ilişkilerinde daha yüksek düzeyde yakınlık ve memnuniyet elde etmeyi başardıklarını göstermektedir.

Bu gerçeğe rağmen, çoğu durumda mesafe negatif bir değişken haline gelir. Bu genellikle partnerinizin zor bir günün ardından size sarılmak için orada olmaması, kötü zamanlarda sizi rahatlatamaması veya gezilerde veya kutlamalarda size eşlik edememesi gibi faktörlere bağlıdır. Bu, ikinizde de korkuları, güvensizlikleri ve uygunsuz davranışları uyandırabilir. Bu nedenle, kendinize iyi bakmanız ve gereksiz acılardan kaçınmanız için size bazı ipuçları sunmak istiyoruz.

Bir ilişki kurduğunuzda, genellikle bilinçsizce iyi halinizin büyük bir kısmını bu ilişkiye yatırırsınız. Memnuniyetsizlik ve mutsuzluk karşısında, hayatınızı daha iyi hale getirmek için ihtiyaç duyduğunuz şeye katkıda bulunmadığınız için ilişkinizi suçlayabilirsiniz. Ancak, kendinize bakmak sizin sorumluluğunuzdadır. Gerçekten de, her şeyden çok, iç huzurunuzu belirleyen düşünceleriniz ve tutumlarınızdır.

Partnerinizden uzak kalmak, içinizde olumsuz bir iç diyalog uyandırabilir, sizi bir şeylerin yanlış olduğuna ikna etmeye çalışan o iç sabotajcının sesi. Aynı nedenle, kendinizi sürekli olarak partnerinizin sizi aldatacağını veya siz olmadan daha mutlu olduklarını keşfedeceğini düşünürken bulabilirsiniz. Bu güvensizlikler, partnerinizi sürekli şikayet etmek veya eleştirmek, onları kontrol etmeye çalışmak, her zaman nerede olduklarını bilmek zorunda kalmak, hatta onları gözetlemenin yollarını aramak gibi sağlıksız davranışlarda bulunmanıza neden olabilir. Bu sadece ilişkinizi bozmakla ve aranızdaki güveni kırmakla kalmaz, aynı zamanda aşırı derecede gereksiz duygusal acı çekmenize de neden olur. Bu nedenle, bu tür düşünceleri ortaya çıkar çıkmaz tespit etmeniz, doğruluğunu analiz etmeniz ve bunları daha uygun ve faydalı olanlarla değiştirmeniz önemlidir.

Şimdiki zamanda yaşayın
Uzun mesafeli bir ilişkiniz varsa, partnerinizle geçirdiğiniz sürenin sınırlı olması muhtemeldir. Bu nedenle, paylaştığınız o birkaç günde, sürekli olarak yakında tekrar ayrılacağınızı düşünüyorsunuz ve bu da anın tadını çıkarmanızı engelliyor olabilir. Bunun size olduğunu fark ederseniz, kendinizi şimdiye, burada ve şimdi, her şeyin yolunda olduğu yere demirlemeye çalışın. Paylaşılan anlarınızı dolu dolu yaşayın ve beklentinizin sizi hüzünle doldurmasına izin vermeyin.

Hayatınız devam ediyor

Ayrılmadan önce eşinize yakın yaşadıysanız, hayatınızın aniden durduğu hissine kapılabilirsiniz. Bunun nedeni, önceki rutinlerinizin artık geçerli olmamasıdır. Ancak hayatınızı eşinizin geri dönmesini bekleyerek geçirmek ikiniz için de olumlu bir hareket değil. İkiniz de ilerlemeye devam etmelisiniz. Aslında bu ayrı zaman kendinize, kariyerinize, hobilerinize ve hayatınızdaki diğer insanlara odaklanmak için ideal olabilir. Ayrıca, kendinizi zenginleştirerek, ilişkinizi geliştirmeye de katkıda bulunacaksınız.

Kendinize ve eşinize karşı net olun

Uzun mesafeli bir ilişkinin yürümesi için iletişim ve dürüstlük esastır, böylece hiçbir üye gereksiz yere acı çekmez. Bu nedenle partnerinize ne hissettiğinizi ve neye ihtiyaç duyduğunuzu her zaman iletmeye çalışmalı ve ihtiyaçlarını da dinlemelisiniz. Her şeyden önce, kendinize karşı net olmanız çok önemlidir.

Uzun mesafeli bir ilişki farklı şekillerde gelişebilir. Belli bir noktada, aşınma ve yıpranmanın birinize zarar vermesi ve arzularınızın ve önceliklerinizin değişmesi olasıdır.

Bu nedenle, sizin ve eşinizin aynı seviyede olup olmadığını, ikinizin de gelecek için aynı hedefleri ve planları paylaştığını ve benzer şekilde birbirinize bağlı olup olmadığını kontrol etmek önemlidir. İlişkiyi canlı tutmak için çabalayan, her zaman teslim olan ve her ikinizin de tekrar yakın olacağınız bir geleceği planlayan tek kişi sizseniz, kendinizi kandırmayı bırakın. Sonuçta, bir ilişkiyi bitirmek acı verici olsa da, sürdürülemez olanı sürdürmek yıkıcı olabilir.

Uzun mesafeli bir ilişki olgunluk gerektirir
Partnerinizle geçici bir ayrılığı sürdürmek felaket olmak zorunda değildir. Hatta aranızdaki bağı bile güçlendirebilir. Bununla birlikte, bu tür bir ilişkinin başarılı olması ve süreçte aşırı hasar görmemesi için olgunluk gerekir. Duygusal zeka, atılganlık ve sakinlik, aranızdaki mesafe devam ederken en iyi müttefikleriniz olacak. Düşüncelerinizi inanmadan önce sorgulayın, kendinizi her zaman saygı ve açıklıkla ifade edin ve olumsuz duygulara kapılmamak için sakinleşmeyi öğrenin. Gerçekten de, duygusal olgunluğa sahipseniz, uzun mesafeli bir ilişki değerli bir deneyim olabilir.

Psikolog Elena Sanz

Uzak mesafe ilişkisi herkese göre değildir. Bazı insanlar, sevgilisinin kilometrelerce ötede olmasına dayanamaz. Bazıları için, mesafe kıvılcımı canlı tutan şeydir. Birbirini özlemek ve günlerce görmemek her şeyi daha yoğun bir hale getirebilir.

Kimileri için de mesafe katlandıkları bir şeydir, çünkü sevginin her şeyden önemli olduğuna inanmaktadırlar. Fiziksel olarak ayrı düşme kararı bu çiftler için çok karmaşıktır ve hatta bazen de çok acı vericidir. Ama yine de kişisel ve/veya profesyonel durumlara teslim olurlar ve bunu denerler.

Bir ilişkinin başlangıcında, sürekli dokunma, sarılma, öpme isteğinin çok güçlü olduğunu belirtmek önemlidir. Sevgilinize yakın olmak istersiniz, onunla zaman geçirmek istersiniz. İlişki ilerledikçe de yakın olma ve ilgi isteği genellikle devam eder. Her insan eşsizdir evet, ama çoğu uzak mesafe ilişkisinde benzer konular gündeme gelir. “Bununla baş edebilecek miyim?”, “Uzaktayken heyecanı nasıl canlı tutacağım?” gibi sorular yaygındır.

Uzak Mesafe İlişkisi: İletişim Anahtardır
Uzak mesafedeki bir ilişkinin yürümesi için iyi bir iletişim kesinlikle vazgeçilmezdir. Bugün sahip olduğumuz teknolojik olanaklar sayesinde, mesafe bir engel olmaktan çıkmaktadır. Sevgilinizle saatlerce mesajlaşabilirsiniz ve görüntülü konuşabilirsiniz, bunlar belli bir derecede yakınlık sağlar. Eskiden böyle bir şey mümkün bile değildi. Crystal Jiang tarafından yürütülen, Journal of Communication‘da (İletişim Dergisi) yayımlanan bir çalışmada, uzak mesafe ilişkisi yaşayan kişilerin diğer çiftlere göre daha güçlü bağlara sahip olduğu fikrini destekleyen veriler incelenmektedir. Bu çalışmaya göre, uzak mesafe ilişkisi daha derin ve anlamlı bir iletişimi teşvik eder.

İletişimin hoşlanmadığınız veya canınızı sıkan şeyleri de içermesi gerektiğini netleştirmek önemlidir. Uzak mesafe ilişkisinde çiftler genellikle herhangi bir çatışmadan kaçınmaya çalışırlar çünkü geçirdikleri kısacık zamanı kavga ederek harcamak istemezler.

Fakat çatışma her zaman negatif bir şey değildir. İlişki çatışmalar ile gelişir ve büyür. Bunun sebebi de, sevgilinizin zor durumlarla nasıl baş ettiğini bilmenin ve onu böyle bir alanda görmenin gerekliliğidir.

Uzak mesafe ilişkide, kilometreler iletişime ve kendini anlatmaya engel olmak zorunda değildir.

Görüşmelerinizi Ayarlayın

Birbirinizi bir daha ne zaman göreceğinizi planlayın ve günlük hayatınızda da birbirinizle konuşmak için zamanlar ayarlayın. Yani, nerede ve ne zaman birbirinizle vakit geçireceğinizi belirleyin. 

Zamanı birlikte organize etmek mesafe ile başa çıkmanın harika bir yoludur. Belirlenmiş günlere ve saatlere sahip olmak sizi motive edecektir ve bu randevular iple çekeceğiniz bir şey haline gelecektir.

“Motive edici bir şey varsa, mesafenin önemi yoktur.”

– Jane Austen

Değişimi Kabul Edin

Sevgiliniz kilometrelerce ötede ve onu haftalarca görmeyeceksiniz. Kolay değil, fakat durumu kabul etmeli ve zamanınızı akıllıca yönetmelisiniz. Kendiniz, hobileriniz ve sosyal hayatınız için zaman yaratmak çok önemlidir. Bu şekilde sevgilinize duygusal olarak bağımlı olmaktan ve bütün zamanınızı onu bekleyerek harcamaktan kaçınırsınız. Bunun yerine, hayatınızdan, özgürlüğünüzden ve böylelikle sevgilinizle geçirdiğiniz zamanınızdan zevk alırsınız. Sevgilinize güvenmenin ve saygı duymanın değişimi kabul etmek ve kendi hayatınızı yaşamak kadar önemli olduğunu unutmamalısınız. Güven ve saygı her ilişkinin temelidir. Sevgilinizi her gün görmediğinizde, güvensizliğe kapılmak daha kolaydır. Bu yüzden, aklınızda olan şüpheleri netleştirmeyi ve çözmeyi denemelisiniz. Bu şekilde saygı ve güvene dayalı sağlam bir temel oluşturursunuz .

“Mesafe geçicidir, kalıcı olan bizim sevgimiz.”

– Ben Harper

Psikolog Laura Rodríguez

Eski Sevgiliniz Geri Döndüğünde

Bir mesaj, bir cevapsız arama ve sonrasında işte karşınızda: Eski sevgiliniz geri döndü. İsimlerini dahi unutup, kalbinize temiz hava doldurmaya başladığınız tam şu sıralarda eski sevgiliniz ortaya çıkar ve tıpkı bir bağımlı gibi sizden bir doz daha “ego” dilenir. Sahip olduğunuz tüm o güzel anları size tekrar hatırlatır. Ancak unutmayın, aranızda olan şeyler çok da mükemmel değildi. Hatta sahip olduğunuz, sağlıksız bir ilişkiydi. Bu anlattıklarımız sanki ikinci sınıf bir gerilim filmi gibi geliyor kulağa; adı da “Eski Sevgilinin Geri Dönüşü”. Ancak endişelenmeyin, işler o kadar da kötü değil. Mutlu veya mutsuz, olgun veya toy çok fazla sayıda duygusal ilişki çeşidi bulunmaktadır. Bu duygusal ilişki türlerinin hepsi de, farklı karakterlere ve davranış şekillerine sahiptir.

“Ben-Huzur-İstiyorum. Ben ego demektir, istemek ise tutkuyu işaret eder. Ben’i ve tutku’yu kaldırın, işte o zaman huzura sahip olabilirsiniz.”

– Sri Sathya Sai Baba

Geri dönen eski sevgililerin yanında, bir de sonsuza kadar ortadan kaybolanlar vardır. Onların ardından akıttığınız gözyaşlarınızı hatırlarsınız. Bunların yanında, ayrıldıktan sonra sırf siz devam ettirdiğiniz için etrafınızda ve sosyal çevrenizde kalmaya devam eden eski sevgililer vardır. Ancak her bir birey kendi dünyasında yaşar ve her bir dünya kendi psikolojik dinamiklerine sahiptir. Ancak kendini sürekli olarak tekrar eden bir durum vardır. Bu durum, eski sevgililerin tekrar her şeyi berbat etmek için geri dönmeye karar vermeleridir. Dikkat çekme açlığı içinde size geri gelirler ve bencillikleri yüzünden zamanında çarpıp gittikleri bu kapıya tekrar vurmaya başlarlar.

Kaybettiklerini geri almak için ortaya çıkan eski sevgililer

Eski sevgilileriniz kendilerinin olduğunu sandıkları bir şeyi geri almak için geri gelebilirler. Size ait olan duygusal alana sızmak için farklı birçok psikolojik strateji uygularlar. Sizi sadece kendilerinin mutlu edebileceğini söylemekten çekinmezler. Kimse sizi onların tanıdığı gibi tanımıyor, ikinizin sahip olduğu şey oldukça eşsizdi ve bu eşsiz şeyden öylece vazgeçmemelisiniz. Bunun gibi düşünceler bir anda sizi sarmaya başlar.

Bazı insanlar sonlara inanmaz. Öylece veda edemezler ve hatta bazen geri dönme isteklerini tamamen haklı bulurlar. Çünkü bir zamanlar sahip oldukları şeye hala sahip olabileceklerini düşünürler. Bu tarz durumlar oldukça zarar veririci ve şiddetli olabilir. Bunun nedeni, karmaşık ve tehlikeli olan bazı beyin mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. İnsanbilimci ve biyolog olan Helen Fisher gibi birçok ünlü bilim insanı ve yazar, bazı kişilerin ayrılık kavramını istemsizce anlayamayabileceklerini ifade etmektedir. 

Genellikle bu insanların beyinlerinin ön tavan bölgesinde ve ödül merkezlerinde hiperaktivite baş gösterir. Bu iki bölge bağımlılıkla, takıntıyla ve beynin ödül sistemiyle bağlantılıdır. Beyindeki ödül sistemi ise dopamin salınımıyla ilişkilendirilir.

Bazen “yeter” dersiniz, hayatınızı dramaya çeviren ve sizi mutsuz eden bir kişiyle yaşamaktan bıkmışsınızdır. Ancak bittiği konusunda ne kadar net olsanız da, eski sevgiliniz önceden sahip olduğu şeyi almak için geri dönebilir. Psikolojik anlamda sağlıklı olmayan takıntıları yüzünden güvenli bölgenize girer ve her şeyi tekrar berbat hale getirir. Bunu yapmalarına neden olan şey ise onların sağlıklı olmayan takıntılarıdır.

Sonsuza kadar kapalı kalması gereken kapıları tekrar açmayın

Bazen eski sevgiliniz yeni sevgilisiyle arası iyi olmadığı zamanlarda size geri dönebilir. Bu, oldukça yaygın bir durumdur. Eski sevgiliniz yeteri kadar ilgi bulamadığında ya da egosu aşağılara indiğinde nostalji yüklü bir mesajla bir anda karşınıza çıkar. Bu, en beklemediğiniz anda karşınıza çıkan bir durumdur. Bu nedenle bazen bu mesajlara kanabilirsiniz.

Bu tuzağa düşmeniz oldukça anlaşılabilir bir durumdur. Ancak böyle bir yemin peşinde bu şekilde kancaya takılmanız ve devam etmeniz iyi bir fikir değildir. Artık ayrıldınız, ikiniz de ayrı hayatlar yaşamaya başladınız ve farklı yollara gittiniz. Eski sevgilinizin bu isteklerine ve ilgi açlığına cevap vermeniz kabul edilebilir bir şey değil. Sırf şu anki ilişkisi eski sevgilinize yetemediği için tekrar sizin kapınıza geliyor. Bu gerçeği unutmamalısınız. Duygu teröristleri gerçektir ve her ilişkide ortaya çıkabilir. Duygu teröristleri, ayrılık sonrası tekrar inşa ettiğiniz her şeyi yıkmak için gelir. Sahte hediyeleriyle, yalanlarla dolu laflarıyla ve ikiyüzlülükleriyle birden ortaya çıkarlar. Bu nedenle hislerinizi törpüleyin ve eski sevgilinizin size sevgi yerine ego sunmaya geldiğini asla unutmayın. Çünkü bu insanlar sadece bencilliklerinden dolayı şu anda buradalar, size karşı hissetleri gerçek sevgiden dolayı değil.

Her çift, kendi özel dünyasında bir ilişki yaşar. Hepimiz bunu biliyoruz. Bu nedenle, bitirdiğiniz bir önceki ilişkinize tekrar şans verme isteğinizi tamamen anlıyoruz. Ancak bu, dikkatlice verilmesi gereken bir karardır. Anlık hislerinize göre bu kararı vermemelisiniz. Unutmayın ki bazı kapılar tekrar açılmamalıdır. Bu ilişkiyi yürütmeyi denediniz, yapabileceğiniz her şeyi çoktan yaptınız. Geriye kalan, mutlu anılardan çok yara izleri oldu. Akıllı olun, önleminizi alın ve temkinkinli yaklaşın. Samimiyetsizlik içinde kapınıza gelenleri içeri almayın. O kapıyı sürgülerle kilitleyin.

Psikolog Valeria Sabater

Bazı Mutsuz Çiftler Neden Hala Birlikteler?

Bir çok insan için, aşkta başarılı olmak en azından işte ya da aileleriyle başarılı olmak kadar önemlidir. Ancak mükemmel bir ilişki kurmanın kolay bir yolu yoktur. Bu yüzden bu kadar çok mutsuz çift var ve tam olarak kendileri için ideal olmayan insanlarla birlikteler. Bu yüzden mutsuz çiftler çok fazla problemleri olsa bile birlikte kalıyorlar. Bazı mutsuz çiftler neden hala birlikte kalıyorlar? Muhtemelen hepiniz işe yaramayan en az bir ilişkiye şahit olmuşsunuzdur (ya da önemli olmadığı için hatırlamıyorsunuzdur) ve bu çiftlerin hala ayrılmadıklarını, birlikte olduklarını görürsünüz. İlişki psikolojisi hala ilk aşamalarındadır ve yenidir, ancak bu bilim adamlarının bir şeylere bakmadıkları, araştırmadıkları anlamına gelmez. Araştırdıkları ana şeylerden biri, mutsuz çiftlerin neden hala birlikte beraber olduklarıdır. Bazı çalışmalara göre, insanların sancılı olsa bile ilişkilerinde devam etmesinin bazı yaygın nedenleri vardır. İşte bunlardan bazıları:
  • İlişkinin dışındaki nedenlerden dolayı.
  • Dini sebeplerden dolayı.
  • Birbirlerine güçlü bir bağlılık duymaktan dolayı.
  • “Batık maliyet” hatasından dolayı.

1. İlişkinin dışındaki nedenlerden dolayı

Mutsuz çiftlerin ayrılmadıklarını söyleyen ana nedenlerden biri, yeterli paralarının olmaması veya birlikte çocuk sahibi olmaları gibi onları durduran dış etkenlerin bulunmasıdır. İlişkinin sona ermesi, bu faktörlerden dolayı çok fazla acı çekmeye  yol açacaktır. Böylece çift kötü olsa bile birlikte kalmaya karar verir. Bununla birlikte, çoğu kez gelecekte sadece acı çekmek için acı çekiyorlar. Acıları çok daha uzun sürüyor. Örneğin, çocukları için bir arada duran çiftlerin çoğu, uzun vadede iyilikten çok daha fazla zarara neden olurlar. Bu yüzden, ilişkiyi uzun süre önce durdursa bile ilişkiyi canlı tutan dış faktörler olduğunda bir çözüm bulmak genellikle daha iyidir.

2. Dini sebeplerden dolayı

Bir çok mutsuz çiftin bir arada kalmasının bir başka nedeni de dini inançları. Örnek olarak, Katolikliğin çok önemli olduğu herhangi bir ülkeye bakın. Bu yerlerde boşanma ücretleri, laik ülkelerde olduğundan daha yüksektir. Bu durumdaki çiftler için, evliliğin kutsal olduğuna dair dini inancı yerine getirmek önemlidir. Böylece, çift boşanmayı yapabilecekleri en kötü şeylerden biri olarak görür. Bu nedenle, evli Katolikler genellikle ilişkilerinde böylesine korkunç bir eylemde (akıllarında) bulunmaktan çok rahatsız olurlar.

3. Birbirlerine güçlü bir bağlılık duymaktan dolayı

Ama birlikte kalan mutsuz çiftlerin hepsi para ya da din gibi dış nedenlerden dolayı bunu yapmazlar. Bazen insanların eski ilişkileri ile başa çıkmalarının ana sebebi, birbirlerine güçlü bir bağlılık göstermeleridir. İlişkilerin nasıl yürüdüğüne dair en yaygın kabul gören teorilerden biri Sternberg’in Üçgen Sevgi Teorisi. Teori, herhangi bir ilişkinin önemli bir kısmının taahhüt olduğunu söylüyor. Aynı zamanda güçlü bir ilişkiye sahip olmanız gereken iki şey daha var: samimiyet ve tutku. Ama hala sadece bağlılığa dayalı bir tür sevgi var ve buna boş aşk deniyor. Bazen bir ilişkiyi sürdürmek için gereken her şey budur. Çiftin yaşadığı sorunların üstesinden gelmek için yeterince güçlüdür.

4. “Batık maliyet” hatasından dolayı

Düşenebileceğin en zararlı bilişsel önyargılardan biri, batık maliyet hatasıdır. Burada, çok fazla çaba ve kaynağa sahip olduğunuz bir şey var ve bu işe yaramazsa bile, o şeyle uğraşmanız gerektiğini hissediyorsunuz. Bu genellikle kumarbazlar – ve çiftlerde olan bir durumdur.

Batık maliyet hatası, sizi birçok farklı şekilde incitebilir. İlişkiler söz konusu olduğunda, artık işe yaramayan bir ilişki için savaşmaya zorlayabilir. Temelde sadece bunu yap, çünkü çoktan beri birlikte oldun. Teoride kulağa hoş gelebilir, ancak sadece eşinize boyun eğeceksiniz. Sadece birbirinizden uzaklaştırır, asla yakınlaştırmaz. Bir süredir birlikte olduğunuz için bir ilişkide kalmaya eğilimliyseniz, bu şeyleri hatırlamaya çalışın. Bazen kısa vadede, uzun vadede çok fazla acı çekmekten daha az acı çekmek daha iyidir.

Psikolog Sergio De Dios González

Geçmişi Değiştiremezsiniz Ama Bugün Sizin Elinizde

Bazı insanlar geçmişe odaklanma eğilimindedir. Ancak bu onların daha iyi bir geleceğe doğru ilerlemelerini engeller. Kuşkusuz geçmiş acı verebilir ama ne kadar isteseniz de geçmişi değiştiremezsiniz. Bu nedenle, şimdinin gücünün tadını çıkarmak ve şimdiki zamanda yaşamak, mutluluğu bulmanın anahtarıdır.

Bilinç burada ve bu anda

Şimdiki anda yaşamak için, bilinciniz şimdi ve burada merkezlenmelidir. Bu sayede gelecek için endişe duymazsınız ve olumsuz duygular geçmişinizden dolayı ilerlemenize engel olmaz. Aslında, anda yaşamak, şu anda hayatınızı yaşadığınız anlamına gelir. Geçmiş ve gelecek yanılsama gibidir, sadece zihninizde var olurlar. Ancak geçmiş artık yoktur ve gelecek henüz yaratılmamıştır. Gerçekte, sadece bir kavram olduğu için yarın asla gelmez. Önemli olan şimdidir, tam da bu an içinde bulunduğumuz zamandır.

“Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım, yalnızca inatla kalıcı bir yanılsamadır.”

– Albert Einstein

Anı yaşamak hayatınızı değiştirebilir

Eğer şimdiki zamanda yaşamıyorsanız, hayal dünyasında yaşıyorsunuz demektir. Örneğin, olacağından emin bile olmadığınız şeyler hakkında kaç kez endişelendiniz ve kendinizi kötü hissettiniz? Ne kadar zaman önce olmuş olabileceğine bakılmaksızın, yaptığınız hatalar için kaç kez kendinizi suçladınız? Bunu çok fazla yaptığınızı fark ederseniz, bunun nedeni muhtemelen geçmiş ve gelecek dünyalarda kapana kısılmış olmanızdır.

Şimdiki zamanda yaşamak, fiziksel sağlığınızın yanı sıra duygusal sağlığınızı da iyileştirmenize yardımcı olacaktır. Şimdiki zamanda yaşamamak sizi kötü etkiler. Aslında, gerçek dışı yaşamaktan kaynaklanan zihinsel stres ve endişe, fiziksel ve duygusal sağlığınız üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olacaktır. Şimdiyi yaşadığınızda geçmişinizle barışırsınız ve geleceğinizi kontrol etmeye çalışmazsınız. Aslında, bazı şeyleri kabul etmeye başlarsınız. Hayatı, olmasını istediğiniz gibi değil, olduğu gibi kabul etmeye başlarsınız.

Bir şeyleri kabul ettiğinizde, her şeyi olduğu gibi anlarsınız. Geçmişte yaptığınız hatalar için kendinizi affedebilirsiniz. Ayrıca, olması gerekenin olacağını bilerek kalbinizde huzur bulabilirsiniz.

Şimdiki zamanda yaşamanın zor olduğu zamanlar vardır

Bazı insanlar ya sürekli olarak geriye baktıklarından ya da geleceğe bakmayı bırakmadıkları için derin bir kaygı yaşarlar. Ancak, şimdiki zamanda yaşamakta zorlanabilmenizin en büyük nedeni, düşünmeyi bırakmamanızdır. Aslında, sürekli kendi kendinize konuşursunuz. Aslında, düşünceleriniz dışında bir şeyi dinlemeniz zordur. Sonuç olarak, gerçeklikle bağlantı kurmayı unutursunuz.

Hikayeler yaratmayı, anlatmayı ve başkalarının hikayeleriyle karşılaştırabilmek için onları dinlemeyi seversiniz. Bu kötü bir şey değildir. Sonuçta, hayatın kendisi bir hikayeler koleksiyonudur. Ancak sorun, her şey hakkında hikaye oluşturma ihtiyacı hissettiğinizde başlar ve kafanız karışır. Gerçeklik bir kavram değildir, gerçeklik şimdidir. Bunu anladığınızda huzuru bulacaksınız.

“Gelecek bize eziyet eder, geçmiş bizi tutar, bu yüzden şimdiki zaman bizden kaçar.”

– Gustave Flaubert

Kendinizi geçmişten kurtarın ve şimdi yaşamaya başlayın

Geçmişte yaşamanın ya da sürekli geleceği düşünmenin en kötü yanı, içsel gücünüzden vazgeçiyor olmanızdır. Eğer şu anda yaşamıyorsanız, hayatınızdan vazgeçiyorsunuz, yaratma yeteneğinizi veto ediyorsunuz ve kendi duygusal iyiliğiniz için hayatınızı şekillendirme fırsatının sadece sizin elinizde olduğunu unutuyorsunuz. Hayatınızı daha iyi hale getirmek için değişiklik yapmanız gerekiyorsa gerekiyorsa, daha fazla beklemeyin. Onları şimdi yapın. Sadece yürümeye başlayarak yolunuzu bulacaksınız. Geçmişte yaşıyorsanız, bunu değiştirmek için hiçbir şey yapamayacağınızı bilmelisiniz. Öte yandan, yalnızca geleceği önemsiyorsanız, şimdi, bu anda değişiklik yapmazsanız, onu iyileştirmek için hiçbir şey yapamazsınız. Bu nedenle, geçmişinizle barış içinde yaşamak ve daha iyi bir geleceğe sahip olmak istiyorsanız, bugün sahip olduğunuz gerçeği kabul edin.

Şimdiki zamanda yaşamak zor görünebilir, ancak yalnızca geçmişin zincirlerini kırmanız ve gelecekte neler olabileceğini tahmin etmeyi bırakmanız gerekir. Bugününüz üzerinde çalışın. Bu şekilde geçmiş sadece güzel anılardan oluşacak ve gelecek eninde sonunda seyahat ettiğiniz yol olacaktır.

Psikolog María José Roldán

Geçmiş Şimdi Olduğunda

Ekmnezili kişiler dünkü olayları şimdi ve burada oluyormuş gibi yeniden yaşarlar. Demans gibi beyin problemlerinin aracılık ettiği bir değişikliktir, ancak uyuşturucu kullanımının bir etkisi de olabilir.

Ekmnezi, şimdinin bulanıklaştığı, ancak onun yerine geçmişin anılarının ortaya çıktığı tuhaf bir hafıza bozukluğudur. Bu, birden fazla faktörün aracılık ettiği, büyük yoğunlukta bir algısal halüsinasyon türüdür. Demans, beyin yaralanmaları ve hatta uyuşturucu kullanımı bu eşsiz fenomeni açıklayabilir. Aylar veya yıllar önce olanları insan zihninde yoğun bir şekilde yaşatmak, hipnozun geleneksel olarak izlediği bir stratejidir. Gerçekten de, bu terapötik araç (birçok kişi tarafından sorgulanmıştır), bu tür ‘yeniden yaşama’yı kolaylaştırmayı amaçlar. Bu bozuklukta, bazı değişiklikler en önemli olanı bulanıklaştırır: şimdiki zaman. Hadi daha yakından bakalım.

Hafızanın maruz kalabileceği çarpıtmalar arasında, kişinin şimdiki olayları yıllar önce meydana gelen olaylarla karıştırabileceği amnezi türü vardır.

Ekmnezi hoş bir rahatsızlık değildir. İyi bir prognoza sahip olma eğilimi de yoktur. Rusya’daki Tyumen Üniversitesi tarafından yürütülen bir araştırma, bu tür tanıma paramnezisinin şizofreninin son derece ileri evrelerindeki hastalarda yaygın olduğunu vurgulamaktadır. Bu, acı çeken kişinin ruhsal durumunda büyük bir gerilemeyi içeren bir rahatsızlıktır. Dünün anılarının şimdiki zamanla iç içe geçtiği bu halüsinasyon şekli, bundan muzdarip olanlar üzerinde büyük bir yıpranmaya neden olur. İlginç bir şekilde, tek başına değil, diğer bozukluklarla birlikte ortaya çıkıyor. Ekmnezi çok fazla çalışılmamıştır, ancak son derece büyüleyici bir durumdur.

Ekmnezi nasıl bir psikolojik değişimdir? Portellano’ya (2005) göre ekmnezi, tanımayı etkileyen bir tür paramnezidir (hafıza bozukluğu). Geçmişin anıları kişinin aklına gelir ve sanki gerçekmiş ve burada ve şimdi oluyormuş gibi işlenir. Halüsinasyonların görüldüğü bir bozukluktur. Bunlar, var olmayan şeylerin duyulduğu, görüldüğü ve hissedildiği yanlış algılardır. Bu bozuklukta, sanrıların yaşanması da yaygındır. Bunlar, bilinç ve düşüncede değişikliklerin ortaya çıktığı, büyük karışıklık ve yönelim bozukluğunun zihinsel durumlarıdır.

Ekmnezinin tezahürü

Ekmnezi böyle bir tanı kategorisi oluşturmaz. Aslında, belirli bir zihinsel veya beyinsel sorunla ilişkili bir etkidir. Bu, birden fazla özelliğin eşlik edebileceği anlamına gelir. Örneğin, Alzheimer, ile ilgili olanlar veya şizofreni veya beyin travması ile bağlantılı olanlar.

Kural olarak, aşağıdaki değişiklikler meydana gelir:

  • Mağdur olan kişiler, yakın gerçekliklerine bağlı değildir.
  • Az önce ne yaptıklarını hatırlamıyorlar. Ancak, geçmişe dair gerçekten canlı anıları var.
  • Dünün hatıraları canlanır, öyle ki onları yoğun bir şekilde hissedebilirler.
  • Bilinçte bir bozukluk vardır. Başka bir deyişle, temasa veya iletişime yanıt vermezler. Yönlerini şaşırmış ve bir dizi halüsinasyon ve sanrılar içinde kapana kısılmış hissederler.
  • Epileptik krizlerle birlikte ortaya çıkabilir.

Ekmnezi, Alzheimer hastalığı veya şizofreni gibi durumlardan kaynaklanabilir. Bununla birlikte, travma sonrası stresi olan kişiler bu fenomenleri flaşlar olarak deneyimleyebilirler. Bu, travmatik geçmişin bir an için mevcut olduğunu hissettikleri anlamına gelir.

Nedenleri

Ekmnezi, bugüne kadar üzerinde fazla çalışılmamış bir tür hafıza bozukluğudur. Nörolojik dejenerasyonun bariz bir belirtisi olarak yaşlılarda görmek son derece yaygındır. Farklı nedenleri vardır:

  • Demans ile ilişkili nörolojik bozukluklar.
  • Epilepsi ile ilişkili değişiklikler. Alacakaranlık durumu denen, bilincin değişmesinden oluşan bir fenomen var. Bu algıyı değiştirir ve özellikle epileptik nöbetlerde sık görülür.
  • Ekmnezi de şizofreninin bir özelliğidir.
  • Bir diğer ilişkili faktör, travma sonrası stres bozukluğudur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hasta travmatik anlarını bellekteki kısa değişiklikler olarak çağrıştırır. Ayrıca, bu anılar şimdi ve burada olduğu gibi aynı yoğunlukta mevcut olur ve deneyimlenir.
  • Son olarak, bu bozukluğun LSD ve meskalin veya psilosibin içeren mantarlar gibi birçok madde bağımlısı arasında yaygın olduğu belirtilmelidir.

Tedaviler
Ekmnezideki terapötik yaklaşım, kökenine veya nedenine bağlı olacaktır. Bu nedenle doğru bir nörolojik, medikal ve psikolojik değerlendirme yapılmalıdır. Genel olarak, multidisipliner müdahaleler en uygunudur. Bilişsel uyarım, nörolojik ve/veya sosyal rehabilitasyon ve farmakolojik tedavilerin bir kombinasyonu olma eğilimindedirler. Bu fenomenin insidansı son derece düşüktür ve yaşlılık ve yaşlı nüfus arasında kendini daha sık gösterme eğilimindedir. Bu nedenle, her zaman güvenli, sakin bir ortam ve en iyi klinik destek sağlanmalıdır.

Psikolog Valeria Sabater

Çektiğim acılar sayesinde kendimi daha iyi tanıyabildim, daha önce fark edemediğim ya da kabul etmek istemediğim taraflarımı öğrendim. Her zaman, hayatta başıma kötü bir şeylerin gelmeyeceğini düşünürdüm ancak bunun imkansız bir istek olduğunu fark ettim.

Hepimiz bir şekilde acı çekiyoruz. Hayatlarımızda izler bırakan zor durumlar yaşıyoruz. Pek çoğunu yaşamamış olmayı tercih etsek de, bunun imkansız olduğunu biliyoruz. Kimileri bu zor durumlardan daha az zararla kurtulmayı başarsa da, hayat kimse için toz pembe değildir. Aslında, işin sırrı olaylardan daha az etkilenmeyi bilmektir. Acı çekmeden yaşamaya çalışmak yerine, acıyla başka bir yolla yüzleşmeyi öğrenmek daha mantıklıdır. Zor tecrübeleri olgunlaşmak ve kendinizi kişisel olarak geliştirmek için kullanmayı bilin çünkü çoğunlukla rahatlamak için farklı yöntemlere ihtiyaç duyulur.

Yapılması gereken acıdan kaçmaktan ziyade, bu zorluğu bir tecrübe olarak görüp ders çıkararak kişisel gelişiminize katkıda bulunmaktır.

Güvenli bir alan: Terapi

Psikolojik terapi, zor zamanlar geçiren insanlar için bir rahatlama kaynağı olarak görülmelidir. Terapilerde, kimse sizi yargılamaz, mutlak doğrular yoktur ve söylediğiniz her şey uzman ve sizin aranızda kalır. Verdiğiniz sırlar yalnızca hastanın kendine veya başkalarına zarar verebileceği durumlarda ya da adli bir gereklilik olduğunda başkalarıyla paylaşılır. Dahası terapi, zor bir hayatınız olsa da size huzur veren bir güven ortamıdır. Bunun için, psikologlar hastalarıyla birlikte terapinin temelini oluşturacak bir bağlantı olan terapötik ittifak kurmaya çalışıyorlar. İyi kurulduğu takdirde bu eşsiz bağ, aradaki güven duygusunu pekiştirecektir. Güven ortamı ise içinizdeki korkuların ve acıların tedavi edilmesini kolaylaştıracaktır çünkü sorunlarla yüzleşmeyi öğrenmeden önce soruna neden olan şeylerin farkına varacaksınız ve bunun sonucunda da çekinmeden tüm korkularınızdan bahsedebileceksiniz.

Asıl mesele kendinizi korkuya teslim etmek değil, güçlü bir temel oluşturup korkularla birlikte ilerlemeyi bilmektir.

Acının nedeni geçmişte olan bir şey olduğunda ve artık değiştirilemediğinde, bunun üstesinden gelmenin en iyi yolu onu hayatınızın bir parçası haline getirmektir. Bu yapılması kolay bir şey değildir, ancak imkansız da değildir. Bunu hayatımızla bütünleştirmek için önce kabul etmeliyiz. Ne yaşanmış olursa olsun, suçlu hissetmenin artık hiçbir amaca hizmet etmediğini kabul etmek zorundayız. Suçu başkalarında bulmak da yararlı değildir, çünkü geçmiş geçmiştir ve artık değiştirilemez. Bu bütünleşme için gerekli olan acıyı kabullenme durumu size çok iyi gelecektir. Ancak kötü şeylerin olmasına da izin verin ve onu yeni bir siz oluşturmak için kabul edin.

Kendinizi yeniden yapılandırmak büyük bir adımdır ancak bu adım siz içinizden çıkan karanlık tarafı kabul etmeye yönlendirir. Artık kendinizi acı dolu hissetmeyeceksiniz ya da içinizdeki şeytanla savaşmak zorunda kalmayacaksınız. Kendinizi yeniden inşa edeceksiniz ve başınıza gelenler sayesinde bugün olduğunuz kişi olacaksınız.

Kendiniz olmak ne demektir? Doğal ve spontane davranmaktır diyebiliriz. Korkusuz, yalnız ya da çok güvendiğimiz insanlarla beraberken böyle oluruz.

Korkular, insanların özgünlüğünü azaltmakla kalmaz bazen de değişik sebeplerle gerçekte olduğumuz gibi yani değerlerimize, becerilerimize ve hayata bakış açımıza göre yaşamayız. Bizi etkileyerek kendimiz olmaktan uzaklaştıran pek çok şey olabilir. Gelenekler bilgi eksikliği ya da başkalarını memnun etmek için bir şeyler yapmak buna dahildir.

Gerçek varlığımızla yaşayıp yaşamadığımızı düşünmek ya da başkalarıyla yüzleşmek için bir karakter mi yaratıyoruz diye sormak çok önemlidir. Hepimiz bir noktada maskeler ardına saklanırız. Ama gerçek ‘özünüzü’ yaşamadığınız takdirde mutluluk ve sağlılığa erişmek imkansızdır.

Kendi özümüze göre yaşayabilmek için kendimizi tanımamız gerekir. Bunu yapabilmek için üç noktayı açıklığa kavuşturmalıyız.

1. İyi olduğum bazı şeyler nelerdir? Beni öne çıkaran şeyler nelerdir? En iyi yeteneklerim hangileri? Güçlü yanlarımızı tanıyarak, bize sağlık ve başarı getirecek bir yola yönelebiliriz.

2. Benim değerlerim neler? Hayatta bizim için en önemli şey ne? Hayatta ne istiyorum? Eğer bilinçli yaşar ve şansın hayatımızı yönetmesine izin vermezsek, daha dolu bir hayat sürebiliriz çünkü gerçekten istediğimiz şeylere göre seçimler yaparız.

3. Motivasyonumu harekete geçiren şeyler nelerdir? Nelerden zevk alıyorum? Nelerden zevk aldığımızı daha iyi anlayabilmek için çocukluğumuza dönüp bakabiliriz. Tekrar başlamadığımız ama yaptığımızda bizi çok mutlu eden aktiviteler çıkacaktır karşımıza.

Kendimizi daha iyi tanımak sayesinde bize daha fazla güvenlik verecek araçlar ediniriz. Ama çoğu zaman, spontane olamamamızın nedenleri başkadır.

Doğallığın 3 düşmanı
1. Kendinizin daha iyi bir versiyonunu göstermek istemek. Kendimize dair mümkün olan en iyi imajı sunmak istiyorsak ve insanları memnun etmek için didiniyorsak, tam tersi bir sorunla karşılaşabiliriz. Kendimize dair en kötü versiyonu sunarız çünkü daha iyi versiyonumuzu göstermek için kendimizi zorlarsak, doğal davranamayız.
Kişisel kabul, iyileşmenin anahtarıdır. Hepimiz eşsiz ve benzersiziz. Hepimizin iyi ve kötü yanları vardır. Karar verenler bizleriz. En çok neyi umursuyoruz? Bir düşünelim. İyi bir imaj sunduğumuzda, ne kazanırız? Başkaları bizim hakkımızda iyi bir izlenim edinebilir ama gerçek varlığımızı gösteremediğimiz için yine memnuniyetsiz kalırız.
Başkalarını memnun etmek için asla maskeler ardına gizlenmemeliyiz. En çok kendi sağlığımızı düşünmeliyiz ve bunu ancak olduğumuz gibi davranırsak başarırız. 
2. Yapacağınız izlenime odaklanmayın. Dikkatimizi kendimize yöneltirsek, özgüvensiz hissederiz ve başkalarının hakkımızda düşünecekleri konusunda endişelenerek doğal davranamayız.
Doğallık, sunduğumuz izlenime odaklanmadığımızda, tersine iyi ya da kötü gözüktüğümüzü düşünmeden etrafımızdaki şeylerin tadını çıkardığımızda ortaya çıkar.
3. Gerginlik. Gerginlik de doğallığı yok eder ve farklı nedenlerden kaynaklanabilir. Ama en yaygın neden, reddedilme korkusuyla iyi gözükmeye çalışmaktır. İnsan kendini olduğu gibi kabul etmeyip başkalarını memnun etmeye uğraştığında bu durum yaşanır. Oysa önceliğiniz, bizi bekleyen şeyi yaşamaktır. İşte o zaman en özgün ve doğal halimizde oluruz çünkü bu sayede korkuyu saf dışı bırakırız.

Hepimiz bu prensipleri benimsemenin güç olduğunu biliyoruz. Günlük hayatımızda eşya ve insanlarla çok yakınız, onlara çok bağlıyız. Partneriniz ya da ailenizden daha çok takdir görmeye ihtiyacınız olduğunu biliyorsunuz ama … Onar ilk adımı atmadıkça bunu nasıl başaracaksınız?

Hak ettiklerinize uzanın ve göreceksiniz, ihtiyacınız olanlar ardından gelecektir. Bu basit denklemi düşündüğünüz oldu mu hiç? Öyle olağanüstü bir tarafı yok. Hedeflerimize ulaşmamız için her adımda bize rehberlik edebilecek çok kolay bir kişisel keşiften ibaret. Hakikaten ihtiyacımız olan bir rehberlik bu. Günlük hayatınızı bir düşünün. Baskıyla, sorumluluklarla ve gerçekleştirilmeyi bekleyen hedeflerle dolu. Bu gerçeklere öyle büyük bir güçle tutunursunuz ki en önemli şeyi unutursunuz. Kendinizi. Hak ettiğinizi, ihtiyaç duyduğunuzu. Saygı görmeyi hak ettiğinizi fark ettiğiniz an, bunu dile getirecek ve ihtiyacınız olanı elde edeceksiniz: takdir edilme. Mutlu olmayı hak ettiğinizi fark ettiğiniz an, değişim çarklarını harekete geçireceksiniz. Ve yavaş yavaş, tatmin ve dengeye ulaşacaksınız.

Hepimiz bu prensipleri benimsemenin güç olduğunu biliyoruz. Günlük hayatımızda eşya ve insanlarla çok yakınız, onlara çok bağlıyız. Partneriniz ya da ailenizden daha çok takdir görmeye ihtiyacınız olduğunu biliyorsunuz ama … Onar ilk adımı atmadıkça bunu nasıl başaracaksınız?

Gerçekte, değişim daima bizimle başlamalıdır. İnsanlar değişmez. Dolayısıyla, imkânlarınızı kullanarak hak ettiğinizi başarıp elde edecek olan sizsiniz. Ne kadar küçük olursa olsun her hareket, her tavır değişikliği, büyük sonuçlar verebilir.

Siz, kendi hayatınızın mimarısınız. İlerleyip her anı yaratırken, yolunuza aşmanız gereken ve dersler çıkaracağınız engeller çıkacak. Hak ettiğinizin ne olduğundan pek emin değilseniz, kaybolmanız muhtemeldir.

Hak ettiğiniz bir şey varsa, o da mutlu olmak. Bu yüzden, kaderin sizin için neler sakladığını görmek için beklemeyin. Ayağa kalkın ve kaderinizi kendi eylem ve düşüncelerinizle yaratın.

Bazı insanlar, ne hak ettikleri konusunda pek emin değildir. Zaman geçip gider ve hayat başarıları ile trajedilerini bağlar. Saygı, özgürlük ve kişisel gelişme hakkını hak ettiğinizden emin değilseniz, üçüncü kişilerin sizin izninizi istemeden bu prensipleri ihlal etmesi muhtemeldir. Buna izin vermemelisiniz. Her gün geliştirmeniz gereken bir ihtiyaç varsa, gerçekten neleri hak ettiğini konusunda kesin olma ihtiyacıdır. Beni yanlış anlamayın, ihtiyacınız olan ve hak ettiğiniz şeyleri elde etmenize izin vermek, bencilce bir davranış değildir. Sadece kendinize dikkat etmek, saygı göstermek, kendinizi ve öz saygınızı korumak anlamına gelir bu.

İçinizdeki sesi dinleyin

Kendinizle en son ne zaman konuştunuz? Bunun işe yaramaz bir sohbet olduğunu mu düşünüyorsunuz?  Gerçek şu ki inanması güç olsa da özgün bir iç diyalog gerçekleştirmek son derece güç bir iştir.

  • Akıl genelde “gürültüyle” doludur. Kısıtlayıcı düşünceler, endişeler, gün boyunca yaptığımız hataları hatırlamak, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler. Bütün bunlar iç sesimiz için çok küçük bir alan kalmasına neden olur.
  • Günde bir iki saati kendinize ayırın. Bu sizin kişisel ve özel alanınız olmalı. Rahatlayın ve kendinize nasıl hissettiğinizi sormakla başlayın. Sonra başka bir soru sorun: neye ihtiyacınız var?
  • Son olarak, bir başka meseleyle yüzleşin: hayatınızın her gününde kendiniz olduğunuzu düşünüyor musunuz? Bazen başkalarının ihtiyaçlarını ilk sıraya koyarız. Bu yüzden zamanla geride kalırız ve “kendimizin gölgesi” hâline geliriz. Dikkatli olun.
İhtiyacınız olanı elde etmek için önce hak ettiğinizi almanıza izin vermelisiniz
Çok basit. Bir ihtiyacı karşılamak için, öncelikle bir kapıyı açabilmeniz gerek. Siz su kaynağı aramadıkça ya da dışarı çıkıp yağmuru beklemedikçe, susuzluğunuzu kimse gidermeyecektir. Bu dünyaya elimizde hiçbir şey olmadan geliriz ve aynı şekilde bu dünyadan ayrılırız. Bırakın, hayat denen bu yolculuk şeref ve mutlulukla aksın ve ne istediğinizi, yaşam özünüzün neye ihtiyaç duyduğunu bilerek yürüyün bu yolu. Gördüğünüz gibi, sınırlarımız ve hangi yolu izleyeceğimiz konusunda çok açık olması gereken kendi iç gücümüz, kararlılığımız ve irademizdir. Biri sizi hafife alırsa, size saldırmak için ironiye başvurursa ya da her gün kendilerine öncelik vererek sizi geri planda bırakıyorsa, izin verdiğiniz sınırı aşıyorlar demektir. Bunu hak etmiyorsunuz.
Bu basit prensipleri daima aklınızda tutun:
Düşünceleriniz etrafınızı saran şeyleri belirler: Yaşananlar değildir mesele, sizin onun hakkında ne düşündüğünüzdür. 
Daha açık ve özgürce düşünün. Korkulardan, inkardan ve kararsızlıktan kaçının. Perspektifinizi genişletin. Günlük rahat bölgenizden çıkın.
Bağımsız olmayı hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Dünyada kendi yerinize sahip olmak? Her güne bir amaç belirleyin ve bu hedeflerin ötesine geçin. Sonunda ihtiyacınız olan size gelecektir: kendi takdiriniz ve kişisel tatmin duygunuz.
Sizi gerçekten seven birini hak ediyor musunuz? Olmak istediğiniz kişi olarak işe başlayın. Kendinizle gurur duyduğunuz zaman, kalbinizin gerçekten gereksinim duyduğu kişiyi kendinize çekeceksiniz.
Mutlu olmayı hak ediyor musunuz? Öyleyse, bariyerleri yıkın. Canınızı yakmış kişilerden uzaklaşın. Yeni deneyimler edinin ve ihtiyacınız olana daha çok yaklaşın: gerçek sağlık, kişisel tatmin.

Sevilmeye layık olmadığını hisseden insanlar, iyilik istemekte zorlanırlar. Başkalarının dikkatini çektiklerinde kendilerini gerçekten iyi hissederler, ancak aynı zamanda bunu hak etmediklerini de hissederler.

Sevilmeye layık olmadıklarını hisseden insanlar genellikle hayatlarını performanslarını ciddi şekilde sınırlayacak şekilde yapılandırırlar. Bununla birlikte, bu özgüven eksikliği, kişisel gelişimleri üzerinde büyük bir engel olduğunu kanıtlıyor. Ayrıca, sevilmeye layık olmadığını hisseden insanlar, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmakta da zorluk çekerler. Bu nedenle toksik veya istismar edildikleri ilişkiler kurma riskleri artar. Değişmek için kendileriyle barışık olmaları önemlidir. Bu olmazsa, büyümeye devam etmeyi ve yaşamlarında herhangi bir denge veya istikrara ulaşmayı zor bulacaklardır.

Sevilmeye layık olmadığını düşünen insanlarda bazı ortak özellikler vardır. İşte bunlardan beşi:

“Bir insan kendi onayı olmadan rahat olamaz.”

– Mark Twain

Sevilmeye layık olmadığını hisseden insanlar, başkalarından kabul görmek için fazladan yol kat etmeleri gerektiği inancıyla yaşarlar. Aslında, kaynaklarının büyük bir kısmını bu hedefe ulaşmaya yatırma konusunda kendilerine baskı yaparlar. Bu, başkalarını memnun etmek için sürekli bir arzu şeklinde kendini gösterir. Onlar için sosyal pekiştirme son derece önemlidir. Birinin işini veya değerini tanıması, onlar için çabalarının buna değdiğinin bir göstergesidir. Öte yandan, gerçek bir eleştiri korkusu hissederler. Bunun nedeni, bu eleştirileri kişisel olarak alma eğiliminde olmalarıdır. Gerçekten de, içlerinde derinlerde var olan, aşırı derecede yoğun bir sosyal ret korkusudur.

Sevilmeye layık olmadığını hisseden insanları karakterize eden bir başka özellik de, düşündükleri, hissettikleri ve oldukları konusunda sürekli şüphe duymalarıdır. Yanlış olma korkuları yoğun olduğu kadar tekrarlayıcıdır. Fırsatları veya zorlukları, yanlış gidebilecekleri tuzaklar olarak görürler ve başkalarına gerçekte ne kadar az değerli olduklarını gösterirler. Bu nedenle risk içeren herhangi bir adım atmadan önce tereddüt ederler. Bu durumlarda, kişi fikirlerinin gerçekten çok değerli olmadığı fikrinden yola çıkar. Bu nedenle onları kendilerine saklamayı tercih ederler. Aslında, onları detaylandırmaktan kaçınırlar ve başkalarının görüşlerine tutunmayı tercih ederler. Bir takımda çalıştıklarında genellikle karar verme işini başkalarına bırakırlar. Aslında, orta-düşük zorluktaki görevler verildiğinde kendilerini çok daha rahat hissederler. / Başkalarını memnun etme motivasyonu son derece yüksektir.

Bu tür insanların bir şey istemesi çok zordur. Bu bazen son derece acil son dakika talepleri yapmak zorunda kaldıkları anlamına gelir. Doğal olarak, bu onlara yardım etmek isteyenler için çok az pay bırakır. Bu insanlar, başkalarından herhangi bir yardımı hak etmedikleri temelinde çalışırlar. Aynı zamanda, yardım taleplerinin bir zayıflık imajı yansıttığını düşünme eğilimindedirler. Ayrıca, bir talepte bulunurlarsa ve bu talepleri reddedilirse ortaya çıkabilecek çatışmadan korkarlar. Bu anlamda, başkalarının yaşamları üzerinde mümkün olan en az etkiye sahip olmaya çalışırlar. “Benden uzak dururlarsa saklanmam daha kolay olur ve zayıf yönlerimi görmezler” gibi düşünürler. / Şüphe onları felç eder

Sevilmeye layık olmadığını hisseden insanlar duygularını da saklarlar. Aslında, hissettiklerine çok az değer verirler, öyle ki çoğu zaman onu görmezden gelirler. Bu durumlarda, her zaman biraz bağlam dışı, yanlış yerde veya baş belası olduklarını hissetme eğilimleri vardır. Hissettiklerini ifade etmeleri çok zordur. Bunun nedeni, hissettiklerinin gerçekten önemli olmadığını düşünmeleridir. Ayrıca, duygularını artık içlerinde tutamayacaklarını fark ettikleri durumlarda da sıklıkla özür dilerler. Bu, özellikle öfke gibi iddia içeren duygularla ilgilidir. / Sormazlar ve kesinlikle talep etmezler

Bir şekilde çelişki gibi görünse de, sevilmeye layık olmadığını hisseden insanlar başkalarıyla güçlü duygusal bağlar kurarlar. Bununla birlikte, yabancılardan gelen saygısızlığı bile görmezden gelmeleri nadir değildir. Aslında, buna hırpalanmış duygusal bedenlerinde açılan bir yara olarak bakarlar. Aynı zamanda, kendilerine ilgi ve şefkat gösteren herkese aşırı değer verme eğilimindedirler. / Duygularını gizlerler

Aslında, sanki karşılarındaki kişi, onların sahip olmadığı şeye, yani kendilerine karşı sevgiye sahipmiş gibidir. Ne yazık ki, bu genellikle oldukları kişiyi daha iyi takdir etmelerine değil, simbiyotik bir ilişki kurma girişimine yol açar. Gerçekten de, diğer kişiyi idealleştirmeleri ve daha sonra onlara bağımlı hale gelmeleri son derece kolaydır. / Kendilerine ilgi gösterenlere aşırı değer verirler.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Bütün hayatımız boyunca bize “romantik aşk” fikrini satıp durdular. Bu fikri onlarca romanda okuduk, binlerce filmde, yüzlerce televizyon dizisinde seyrettik, hatta reklamlarda bile karşımıza çıktı. Peki “romantik aşkın” bir aldatmaca olduğunu söyleyebilir miyiz? Belki de tam olarak değil… Yine de onu bir tür “mantıksız aşk” olarak daha kesin bir şekilde tanımlayabiliriz, zira, bir şekilde duygusal ilişkilerin idealize edilmiş biçiminden daha fazla bir şey değildir. Onunla, neredeyse hiçbir zaman iyi bitmeyen ilişkilere gerçekten yoğun bir bağlanma ve karşılıklı bir bağımlılık kurarız.

Gerçek aşk ya da “mükemmel kişi” fikrini romantikçe idealize etmek sağlıklı değildir. Sonuçta, fanteziden başka bir şey olmayan ve hayali “mükemmel” kişi imajını aklımızda tutmak, bizim için “en iyi” kişiyle tanışmakla aramıza girebilir. Gerçek aşkın birisinden değil de kendi içimizden geldiği düşüncesini akılda tutmak daha iyi bir fikir olsa gerek!

Şunu demek istiyoruz ki, en iyi ilişki “bilinçli” bir şekilde inşa edilmelidir, amaç güderek, adanmışlıkla ve duygusal olgunlukla…

“Bilinçli” aşk yalnız kalmaktan korkmaz

Eğer “bilinçli” aşk ifadesini hiç duymadıysanız, kesinlikle keşfetmenize değer:

“Bilinçli” aşkı paylaşan çiftler, karşılarındaki kişiyi tam olabilmek için birbirine ihtiyaç duyan “ruh ikizi” olarak görmezler. Onlar kendi başlarına olmaktan korkmayan zaten tam insanlardır. İlişkiye hoşnutluklarını ve duygusal olgunluklarını özgürce katar ve birbiriyle paylaşırlar.

“Bilinçsiz” ilişkilerin parçası olan kişiler genelde olgun değillerdir. Duygusal ihtiyaçlarını gidermek ve bir denge bulmak için birilerini ararlar ve bir tür zehirli bağlılık oluştururlar. Bu kişiler için yönlendirilme ve duygusal şantaj, ilişki kurmalarını sağlamanın cevabı gibidir, çünkü tek başlarına kalmaktan korkarlar. Duygusal hamlıklarıyla nasıl yüzleşmeleri gerektiğinin farkında değillerdir. Bununla beraber, kendilerini tam bir birey olarak gören ve kendileri gibi duygusal olgunlukta bir eş bulma şansına sahip olanlar, her şeyin doğal olarak akışında gittiği “bilinçli” bir aşk yaşarlar. Talepler, dolduracak boşluklar yoktur; sadece sağlıklı bir ilişki inşa ettiklerine dair karşılıklı güven ve anlayış vardır. Belki ideal olan değilse de gerçek bir ilişki…

Bilinçli bir ilişki nasıl inşa edilir?

Gerçekten işe yarayan duygusal bağlar kurmak mümkün müdür? Hiç şüpheniz olmasın! Bilinçli bir sevgiye dayalı bir ilişki kurmak için, ilk olarak “duygusal bir boşluğu doldurmak” ihtiyacından kurtulmak gereklidir.

Kendi başımıza tam kişiler olmak için çıkılan yolculuğa başlarken bütün mesele sabır göstermektir. Yaşadıklarınızın, her gün öğrendiğiniz yeni şeylerin, duygusal olgunluğunuzu geliştirerek zenginleşmenin keyfini çıkarın. Gerçek şu ki, siz bütünüyle tam olduğunuzda, bilinçli aşk size gelecektir, sadece “mükemmel” kişiyi bulmak için kendinizi zorlamayın.

Daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki tavsiyeleri deneyin:

  1. Kendiniz için yapabileceğiniz en iyi şey, mükemmel kişiyi ARAMAMAKTIR. Kendinizden başlayın, olabileceğiniz en iyi “siz” olmak için uğraşın… Gerçekten seveceğiniz bir “siz” olmaya çalışın.
  2. Duygusal olgunluğunuzu geliştirin, öz saygınızı güçlendirin, değer yargılarınızı savunun.
  3. Kendi kendinizle yetinmeyi öğrenmek, tek başına olmanın tehlikeli ya da zararlı olmadığını öğrenmek önemlidir. Yalnız başına kalmaktan korktuğunuz için hiç kimseyi sizinle birlikte olmaya zorlamayın.
  4. Yeni ilişkilere başlama heyecanını asla kaybetmeyin. Geçmişte yaptığınız hataları tekrarlamaktan korkmayın; çok şey öğrendiniz ve neye ihtiyacınız olduğunu kesin olarak biliyorsunuz.
  5. Anlıyoruz ki, herkes “ideal” partnerlerinin nasıl biri olması gerektiğine dair bir fikre sahip. Bu hepimizin yaptığı ve kaçınamayacağı bir şey… Fakat, istediğinizin ne olduğunu çok net olarak biliyorsanız, yanınızda olmasını isteyeceğiniz gibi biri olmaya çalışın, böylece doğru kişi kendi içinizde yansıyacaktır.
  6. Son olarak, hiç aklınızdan çıkarmayın: Siz sevilmeye layıksınız. Asla, ama asla kendinize bundan başka bir şey söylemeyin.

Son yıllarda adı sıklıkla duyulan kırık kalp sendromu, vücut tarafından yoğun strese karşı verilen bir yanıttır. Kalp krizine benzer bulgularla kendini belli eden bu hastalığı, 1990 yılında Hiraru Sato keşfederek Takotsubo Kardiyomiyopatisi olarak adlandırmıştır. 

Bu isimlendirme, sendromun geliştiği esnada kalbin sol bölümünün Japon balıkçılarının kullandığı ahtapot avlama kabına benzemesinden gelmektedir. Kırık kalp sendromu ayrıca stres kardiyomiyopatisi ve apikal balon sendromu olarak da adlandırılır. Hastalık tıpkı bir kalp krizi gibi gelişir ve hasta kendini kriz geçiriyormuş gibi hisseder. Bu esnada hastaya ait EKG ölçümleri ve kan değerlerine ilişkin parametreler de kalp krizi bulgularına benzer. Aşırı stres altındaki bireylerde görülme olasılığı daha yüksek olan bu hastalık kalp durmasına kadar gidebilen ciddi sonuçlar doğurabilir.

Kırık kalp sendromu nedir?

Kırık kalp sendromu sevilen birinin ölümü, terk edilme veya ayrılık gibi ağır stres oluşturan durumların sonucunda ortaya çıkan geçici bir kalp hastalığıdır. Geçirilen şiddetli travmalar, ameliyatlar veya fiziksel hastalıklar da kırık kalp sendromunun ortaya çıkma ihtimalini artırabilir.

Bu sendromun ortaya çıktığı kişilerde ani başlayan bir göğüs ağrısı ortaya çıkar ve hasta adeta kalp krizi geçiriyormuş gibi görünür. Kırık kalp sendromunun gelişiminde kalbin sol bölgesindeki pompalama işlevinde geçici bir bozukluk ortaya çıkar. Kalbin geri kalan kısmı ise normal düzeninde veya daha kuvvetli şekilde kasılmaya devam eder. Gelişim mekanizması tam olarak bilinmese de, bu sendromun kalbin stres hormonlarının seviyelerindeki dalgalamalara verdiği tepkiye bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülür.

Kalp krizi ile kırık kalp sendromu sıklıkla karıştırılsa da aslında aralarında önemli farklar vardır. Kalp krizlerine genellikle kalpte bulunan arterlerin kısmen ya da tamamen tıkanması neden olur. Oluşan bu tıkanıklığın nedeni kan yağlarının yüksek olmasına bağlı olarak gelişen ateroskleroz veya damar içinde oluşan pıhtılar olabilir. Kırık kalp sendromunda ise damarlarda herhangi bir tıkanıklık durumu söz konusu değildir ancak kalp damarlarında kan akışı yavaşlar.

Kırık kalp sendromu belirtileri nelerdir?

Kırık kalp sendromunda belirtiler kalp krizi ile hemen hemen aynıdır. Bu nedenle hastaneye başvurulduğu andan kişiye ait tetkiklerin incelenmesine kadar geçen süreçte kırık kalp sendromu kalp krizi ile karıştırılabilir. Hastalığın en önemli iki belirtisi göğüs ağrısı ve nefes darlığıdır. Göğüste hafif veya şiddetli uzun süreli bir ağrı, kalp krizi veya kırık kalp sendromunun belirtisi olabilir. Bu nedenle ciddiye alınmalı ve mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır. Çok hızlı ya da düzensiz kalp atışları, kişiyi derinden etkileyen ve ağır stres oluşturan bir olayın ardından yaşanan nefes darlığı gibi durumlarda vakit kaybedilmeksizin hastaneye gidilmelidir. Bunların haricinde kırık kalp sendromunu işaret eden diğer belirtiler şu şekilde sıralanabilir:

  • Sol kolda ve alt bölgesinde ağrı
  • Terleme
  • Kalpte sürekli sıkışma hissi
  • Yorgunluk, huzursuzluk ve stres
  • Vücut hareketlerinde kontrolsüzlük ve dengesizlik
  • Yalnızlık korkusu
  • Baş ağrısı
  • Konsantrasyon güçlüğü

Kırık kalp sendromu neden olur?

Kırık kalp sendromunun nedeni kesin olarak bilinmese de hastalığın gelişimini tetikleyen faktörler kalbin çalışma düzenine geçici de olsa zarar verebileceği bilinmektedir. Bu hormonun kalbe ne şekilde zarar verdiğine ilişkin mekanizma tam olarak aydınlatılamamış olsa da adrenalin hormonu seviyesini yükselten üzüntü, stres, kötü haber, heyecan gibi durumların kırık kalp sendromunun gelişiminde birincil neden olduğu bilinir. Bunun haricinde kırık kalp sendromunun ortaya çıkmasını tetikleyen diğer potansiyel nedenler şu şekilde sıralanabilir:

  • Sevilen bir kişinin beklenmeyen ölüm haberini alma
  • Korkutucu bir hastalık tanısı alma
  • Bir anda fazla miktarda para kazanmak veya kaybetme
  • Aile içi şiddet
  • Ayrılık, boşanma, aldatılma veya terk edilme
  • Geniş bir kitleye açıklama yapmak durumunda olma
  • İşin kaybedilmesi
  • Beklenmeyen sürprizler
  • Şiddetli bir tartışmanın içinde olma
  • Astım krizi
  • Hırsızlık olayları
  • Kaza ve travmalar
  • Geçirilen ciddi ameliyatlar
  • Depresyon ve diğer psikolojik hastalıklar
  • İleri yaş
  • Epilepsi hastalığı

Yukarıda belirtilen nedenlere ek olarak kandaki adrenalin seviyesini yükseltebilen bazı ilaçların kullanımı da kırık kalp sendromuna yakalanma riskini artırır. Astım krizlerinin ve alerjik reaksiyonların önlenmesi için kullanılan Epinefrin ilaçları, diyabet ve depresyon hastalarında sinirsel problemlerin önüne geçmek için kullanılan Duloxetin ve Venlafaksin, tiroid bezi yeterli miktarda çalışmayan hastaların tedavisinde kullanılan Levotiroksin ilaçları kandaki adrenalin seviyesini yükselterek kırık kalp sendromuna yakalanmayı kolaylaştırabilir. Bu nedenle bu ilaçları kullanan kişiler hastalığın belirtileri konusunda diğer bireylere oranla daha dikkatli olmalıdır.

Kırık kalp sendromu tanısı nasıl konulur?

Kırık kalp sendromu yaşayan hastalar acil servislere yukarıda belirtilen kalp krizi benzeri şikayetlerle başvurur. Bu hastalarda genellikle elektrokardiyografi (EKG) ve kan bulguları da kalp krizi ile örtüşür. Mümkünse hasta yakınlarından hastanın öyküsü alınmalıdır. Öncelikli müdahaleler yapıldıktan ve hastanın can güvenliği sağlandıktan sonra kalp damarlarına ilişkin uygulanan görüntüleme teknikleri incelenir. Bu aşamada kırık kalp sendromu geçiren hastalarda genellikle görüntüler normaldir, herhangi bir anormal durum teşhis edilmez. Fakat hastalığın kesin tanısı kalbin ultrasonografik olarak görüntülenmesini sağlayan ekokardiyografi sonuçlarına bakılarak koyulur. Hastalık nadir görülen bir durumdur, özellikle 40-50 yaş üzerinde ani bir stres yaşamış olan hastalarda bu sendromun varlığı düşünülerek gerekli incelemeler yapılmalıdır. Nadiren ölümcül olabilen kırık kalp sendromunda hastalarda genellikle uzun süreli etkiler görülmez ve yapılan müdahalelerin ardından hızla iyileşme gözlenir.

Kırık kalp sendromu tedavi yöntemleri nelerdir?

Akut koroner sendrom olarak adlandırılan kalp krizi tablosu ile hastanelere başvuran hastaların yaklaşık %1-2’sinin kırık kalp sendromu vakası olduğu tahmin edilir. Bu şekilde gelen hastalarda kan bulguları, EKG, ekokardiyografi ve anjiyografi incelemelerinden sonra kırık kalp sendromu teşhisi konulması durumunda tedavi genellikle destekleyici tedavi şeklinde olur. Hastanın durumuna göre değişebilmekle birlikte hekimler tarafından genellikle beta blokörler, ACE inhibitörleri ve diüretikler ile ilaç tedavisi uygulanalarak akut semptomlar giderilir ve sendromun tekrarlama ihtimaline karşı koruma sağlanır.

terosklerozu bulunan hastalarda genellikle Aspirin benzeri bir kan sulandırıcı kullanımı önerilir. Hastalığa ilişkin uygulanması önerilen, tedavi gücü tam olarak kanıtlanmış uzun süreli bir tedavi planı mevcut değildir; fakat hastalığın az da olsa tekrarlayabilme olasılığı bulunduğundan beta blokörler belirli bir dozda sürekli olarak kullanılabilir. Bu şekilde kandaki adrenalin düzeylerinin kontrol altında tutulması sağlanabilir. Yine aynı ihtimale karşılık hastalar fiziksel ve duygusal stresten uzak durmaya yönelik önlemler almalıdır.

Akut tedavi sürecinde kalbin sistolik fonksiyonu ve ventrikül duvarı hareketine ilişkin bozukluklar, bir ile dört hafta aralığında tamamen düzelir. Kırık kalp sendromu hastalarında kalp yetmezliğinin görülme riski de daha yüksek olduğundan hastalar bu açıdan da değerlendirilmeli ve gerekli görüldüğünde kalp kasılmasını iyileştiren ajanlar kullanılmalıdır. Belirtiler tamamen ortadan kalktıktan sonra ise hastalar hekim tarafından önerilecek aralıklarla düzenli olarak sağlık kontrolünden geçirilmelidir.

Eğer siz de hayatınızın önceki bir döneminde kırık kalp sendromu geçirdiyseniz düzenli yaptırmanız gereken kontrollerinizi ihmal etmemeli, hastalığın belirtilerinden bazılarını yaşıyorsanız mutlaka bir sağlık kuruluşuna başvurarak muayene olmalısınız. Hekiminiz tarafından önerilecek tedavi ilkelerine özen göstererek kalp sağlığınızı koruyabilirsiniz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Duyguların fizyolojimiz ve özellikle kalbimiz üzerindeki etkisi, romantik edebiyatın sınırlarını aşıp bilim tarafından incelenecek bir konu haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün kendimize bilimin bu konuda bize ne söyleyebileceğini soruyoruz.

Sembolik olarak kalp atışları hayatın ritmine karşılık geldiği için duyguların organı olarak anılır. Fizyolojik olarak ise bu durumdan uzaktır. Duygularımızın yönetiminin dolaşım sistemimiz üzerinde dolaylı da olsa etkisinin olduğu su götürmez bir gerçektir. Özellikle de yoğun bir şekilde, merkez organı olan “kalbin” üstünde etkileri hissedilir. Bireyin gerçekten stresle karşılaştığı yaşamı boyunca endişe verici derecede travmatik durumlar meydana gelebilir. Dolayısıyla yüksek derecede hayal kırıklığı ve acı veren tüm deneyimler, bireyin yaşam kalitesini doğrudan etkiler.

“Yüzyıl önce, bilim adamı Karl Pearson mezarlıklardaki mezar taşlarını incelerken tuhaf bir keşifle karşılaştı: Eşler genellikle birbiri ardına vefat etmişti.”

– Anahad O’Connor, The New York Times

The New Yortk Times, Duyguların kalp üzerindeki etkisi adlı makalesinde, bu organın muazzam ve aynı zamanda da basit bir biyolojik makine ve sembolik bir yükü olan hayati bir organ olduğunu iddia etmektedir. Romantik edebiyatın, üzüntünün, korkunun veya cesaretin sahne aldığı yerdir

Kalp, batı kültüründe, sevginin yansıtıldığı ve beslendiği bir tür kristal yüzey olarak kabul edildiğinden, büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca New York gazetesinde yayımlanan bir yazıda stres ve umutsuluğun sağlığı önemli ölçüde etkileyebileceği belirtilmiştir. Stresin en yüksek olduğu zamanlarda, vücudun geri kalanı ona eşlik etmeyeceği zaman (egzersiz yaptığımız zamanların aksine) kalbin acı çekmesine, nabzının ve gerginliğinin artmasına neden olduğunu açıklığa kavuşturur.

“Duygusal ağırlık, kalbin takotsubo adı verilen bir Japon kafesi şeklini almasına neden olur: Geniş bir taban ve dar bir boyun.”

– Anahad O’Connor, The New York Times

Duyguların kalp üzerindeki etkisini gösteren çalışmalar
1984 yılında İspanya’da kalp naklini gerçekleştiren ilk kalp cerrahı olan Josep M. Caralps, kalbin kendi his ve duygularını üretme olasılığının yüksek olduğu fikrini ortaya atmıştır. Bu açıklama bu konuda hala hiçbir kanıtı olmayan tıp camiasını derinden sarsmıştır.

Bu sayede Josep, kalp nakli olan hastalarının çoğunun daha önce hiç yapmadıkları eylemlere karşı yeni duygular beslediğini doğrulamaktadır. Kardiyoloji uzmanı, tüm bunların eski vücudunu özleyen kalp nakline bağlı olduğunun altını çizer. Tüm bu örneklere rağmen birçok meslektaşı, bu açıklamaların yeterli bilimsel desteğe sahip olmadıklarını düşündüklerinden sözlerine tepki göstermektedir.

“Benim nokta atışım; hücrelerin sezgisel temelli olduğu ve sadece nakledilen dokularda depolanan donörün kişisel geçmişinin bazı yönlerini tespit edilmesine  izin verdiği sürece, nakil olan kişi bunu hissetmesidir. Üretilen spekülasyonların hiçbirini duymuyorum.”

– Josep M. Caralps

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Hayatımızın bazı dönemlerinde üzüntünün sanki her şeyi kapladığını hissederiz. Bazen haftalar ve hatta aylar boyunca bu duyguyu ve elbette etkilerini yaşamak zorunda kalırız. Peki üzüntü neden bu kadar uzun süre devam eden bir duygudur?

Pek çok duygu gibi üzüntü de insanda kötü bir etkiye neden olur. Üzgün olduğumuzda ne yapmamız gerektiğini bilemez ve sanki en kötü düşmanımızmış gibi bir an önce ondan kurtulmak isteriz. Bunun da ötesinde eğer birisi üzgün ve moralsiz halimizin farkına varırsa, sıkça söylenen ancak yanlış bir biçimde kullanılan şu ifadeleri söylemekten asla geri kalmayacaktır:

“Biraz neşelen artık, böyle üzülmene değmez. Hayat gerçekten de çok kısa.”

Üzüntü neden insanı diğer duygulardan daha uzun süre etkisi altına alır? Pek çoğumuz mutlaka bu durumun farkına varmışızdır. Üzüntü duygusu ortaya çıktığında zihnimize adeta çok kötü bir yol arkadaşı gibi çöker. Bu duygu tıpkı solgun bir tül gibi üstümüze çöktüğünde çevremizdeki her şey bir anda gri tonlara bürünür. Bizi günler, bazen de haftalar boyunca dış dünyadan saklanarak kendi kabuğumuza çekilmeye zorlar.

Antoine de Saint-Exupery, üzüntünün bize yaşadığımızı hatırlattığı sürece bir etkileşim olmadığını, bir etkisinin bulunmadığını söylemiştir. Bu belki de doğrudur. Aslında çok az duygunun varoluşun anlamı konusunda bu denli belirgin bir örnek olduğu söylenebilir. Sadece bir hayal kırıklığından çok öte insanın kayıpları ile yüzleşmesi, pişmanlıkları ile başa çıkmak zorunda kalması ve bir daha hiçbir zaman geri gelmeyecek şeylerin bıraktığı izler, üzüntünün çok yoğun yaşanan bir duygu olmasına verebileceğimiz örnekler arasında yer alır.

Bunların yanında kesinlikle farkında olduğumuz bir şey daha vardır. Bu duyguyu kolayca söküp atmak, ondan kaçmak ya da beğenmediğimiz bir hediyeyi bir kenara atar gibi uzaklaşmak mümkün değildir. Üzüntü, şaşkınlık, neşe, sıkıntı, iğrenme ya da kızgınlıktan bile çok daha uzun süre etkisini sürdüren bir duygudur. 

Ortak inanışlarımız nedeniyle bu duyguyu zayıflıkla ilişkilendiririz. Belki de bundan ötürü böyle bir durumla son derece mantıksız şekillerde başa çıkmaya çabalarız. Bu bağlamda, duygular konusunda yapılan çalışmalarda öncü psikologlardan biri olan Paul Ekman’a göre, eğer bu tür psikofizyolojik durumları daha iyi anlasaydık psikolojik evrenimiz çok daha iyi olurdu.

Öncelikle, Ekman’ın Daniel Goleman ile birlikte yazdığı Knowing Our Emotions adlı kitapta açıkladığı gibi üzüntünün diğer duygulardan daha uzun süre etkisini sürdürmesinin özel bir nedeni bulunmaktadır. Çünkü üzüntü pek çok diğer duygunun bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkar. Yani bu hiçbir zaman tek başına görülmeyen bir duyguyla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir. Üzüntü tıpkı bir şişenin mantarı gibidir. Çıkardığımızda öfke, kızgınlık ve hatta korku gibi duyguların tamamı ortaya çıkar.

Bu gerçeği anlamak ve “üzüntünün nelerden oluştuğunu bilmek”, bu olumsuz duygunun üstesinden gelebilmek adına bize yardımcı olacaktır. Ancak bununla birlikte bu duygusal durumun neden daha kalıcı olduğunu açıklayan daha fazla faktör bulunduğunun da altını çizmek gerekir.

Üzüntü, Sebebi Olan Faktörlerle ve Bizim Yorumlama Biçimimizle Orantılıdır

Beş yıldır her şeyinizi verdiğiniz bir ilişki yaşıyorsunuz. İşlerin yolunda gitmesi için çok çaba sarf ettiniz ama sonunda durumu kabullendiniz. En iyi yol o kişiden ayrılmak. Ayrılıklardan ve özellikle de uzun süre mücadele ettiğiniz bir aşkın ardından hissettiğiniz tek şey sonsuz bir üzüntüdür. Ve bu durum sizi aylar ve belki de yıllar boyunca bırakmayacaktır.

Öte yandan sizinle aynı durumu yaşayan başka biri ise verdiği kararı bir tür rahatlama olarak görebilir. Bu küçük örnek bizlere aslında her şeyin son derece basit olduğunu göstermektedir. Üzüntü diğer duygulardan daha uzun sürer çünkü bu duyguyu harekete geçiren nedenler daha önemlidir. Yani üzüntüyle ilişkili olan olaylar aynı zamanda travmatik olabilirler. Ancak bunlara rağmen her şeyin aslında bunları tecrübe eden kişilerin yorumuna bağlı olduğunu da unutmamak gerekir.

Bunların da ötesinde, gerçekleri nasıl gördüğümüze ek olarak bir de sorunlarla başa çıkma konusundaki yeteneklerimiz de önemli bir faktördür. Bazı insanlar zorluklarla mücadele konusunda daha dayanıklı ve güçlüdürler. Diğer bir kısım insanlar ise kendilerini son derece savunmasız hisseder ve bu olumsuz duyguyu çok daha uzun süre hissetmek durumunda kalırlar.

Aynı Noktada Dönüp Durma Tehlikesi: Düşünceler Üzüntüyü Beslediğinde

Leuven Üniversitesi tarafından duyguların daha iyi anlaşılması için derinlemesine bir çalışma yapılmıştır. Bu bağlamda, neşe, korku, utanç vb. psikofizyolojik gerçeklerin ortalama olarak ne kadar sürdüğü araştırılmıştır. Sonuçta mutluluğun aslında düşündüğümüz kadar da uzun süren bir duygu olmadığı açık bir biçimde ortaya konmuştur.

  • Korku, şaşkınlık, sıkıntı ya da iğrenme gibi duygular çok kısa sürmüştür. Ancak yapılan tüm analizlerde her zaman etkisini en uzun süre devam ettiren bir duyguya rastlanmıştır: üzüntü.
  • Araştırmacılar bu durumun neden kaynaklandığını anlamak istemişler, üzüntünün neden haftalar ve bazen aylarca hayatımızdan çıkmadığını merak etmişlerdir. Bu sorunun cevabı düşünce tarzımızda gizlidir.
  • Sürekli olarak aynı noktaya gelme ve üzüntüyü tetikleyen uyarıcıları durmaksızın düşünme nedeniyle bu olumsuz duygudan sıyrılmak daha zor olmaktadır.

Bizi hayal kırıklığına uğratan, değer verdiğimiz bir şeyi kaybetmemize ya da acı çekmemize neden olan faktörleri düşünmeden duramamak sadece daha uzun süre üzülmemize neden olmaz, aynı zamanda duyduğumuz üzüntünün yoğunluğunu da artırır. Ayrıca bir gerçek daha vardır. Bazen bu duyguyu ortada özel bir sebep olmadan da hissederiz. Ancak bu tür durumlarda da düşüncelerimiz acı ve olumsuzluk derecesini yükselten bir kazan gibi kaynamaya devam eder.

Üzüntü Neden Diğer Duygulara Göre Daha Uzun Sürer? Direnç Faktörü
Üzüntünün diğer duygulara oranla daha uzun sürmesinin diğer bir nedeni ise gösterdiğimiz dirençtir. Duyguyu kabullenmeyi reddetmek onu kontrol altına almayı daha da zorlaştıran bir etkendir. Bu bağlamda, hissettiğimiz her duygunun var olduğunu onaylamak sağlıklı bir durumdur. Yani yaşadığımız anormal durumlarda karmaşık duygular içine düşmemiz son derece doğaldır. Bu duyguları anlamak, kabul etmek ve nasıl başa çıkacağımızı bilmek yaşamsal dengeyi sağlamamıza ve bunun sonucunda da daha sakin ve huzurlu günlere ulaşmamıza yardımcı olacaktır.
Bu yüzden içimizde bir yerlerde artık kalıcı hale gelmiş olan kalıpları yeniden düzenleme zamanının geldiğini söyleyebiliriz. Güçlü insan en fazla destek veren ve her yere yetişen insan demek değildir. Güçlü ve cesur insan, kendisini tanımlayabilen, rahatlamak için ağlayabilen ve daha iyi kararlar verebilmek adına kendi iç yolculuğuna çıkabilen insandır.

Direnç göstermek, güçlü görünmeye çalışmak ve hayatın bizi yıpratmadığı izlenimi vermek yaralarımızı daha büyük ve derin hale getirir. Bunun sonucunda da üzüntülerimiz daha uzun ve daha kalıcı bir şekle dönüşür. Antonio Damasio’nun da dediği gibi, insanlar duygusal davranan mantıklı varlıklar değil, mantıklı davranabilen duygusal varlıklardır. Duygusal farkındalık konusunda yetenekli olmak çok daha tatminkar ve sağlıklı bir hayata kavuşmamızı sağlayacaktır.

Psikolog Valeria Sabater

Bazı insanlar, sürekli olarak eleştiri yapmayı, şikayetçi olmayı ve aynı problemler etrafında dolanıp durmayı bir yaşam tarzı olarak benimsemişlerdir. Peki bu insanlar neden böyle davranırlar? Bu tür davranışların arkasında yatan sebep nedir? İnsanların, kendi hareketlerinden çok başkalarının davranış biçimlerine eleştiri getirmesi ve bunlar hakkında şikayetçi olmaları çok sık rastlanan bir durumdur. Peki bu insanlar ne gibi konulardan şikayet ederler? Neyi ya da kimi eleştirirler? Neden dolayı şikayetçi olurlar? Eleştiri yaparken amaçları nedir?

Diğer insanları eleştirme ve onlar hakkında sürekli bir biçimde şikayet etme eğilimi, günümüz yaşam stilinin bir parçası olan ve tamamen yapısal bir uyuşukluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir davranış biçimidir. Bu tür davranışların farklı türlerini aşağıdaki özellikleri gözlemleyerek anlayabiliriz:

  • Eleştirel kişiliğe sahip insanlar, hem kendilerinde hem de başkalarındaki eksiklikleri sistematik bir biçimde ön plana çıkaran özel bir insan türüdür.
  • Şikayetçiler, eleştirel kişiliklerin kuzenleri gibidir. Bu iki grup genellikle birbirleri ile birleşip güçlenirler.
  • Son olarak, bir soruna takılıp sürekli aynı konuya geri dönen kişiler ise kafalarına giren bu fikirleri, düşünceleri görüntüleri vb. tekrar tekrar düşünürler. Bu fikirlerden bazıları şikayet kategorisine girerken diğerleri ise zihinde kalıcı olarak yer almaya devam ederler.

Genel olarak bakıldığında bu özellikler kendiliğinden ve spontane bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu tür insanlar, yukarıda belirttiğimiz tarzdaki davranış şekillerini o denli içselleştirmiştir ki, sistematik olarak tanımlanabilecek bu durumun aslında kişiliği şekillendiren bir özellik olduğunun farkında değillerdir. Aslında bu tür insanların düşünce yapılarının bir kısmı, kendi kendini açıklayan kehanetlere verilebilecek iyi birer örnek niteliği taşımaktadır. Çünkü bu denli şikayetçi bir tavır sergilemek, hayata karşı olumsuz bir duruş benimsemeye neden olur. Bunun sonucunda da, aynı kişinin olumsuz fikirlerini adeta onaylayan durumlar günden güne daha fazla yaşanmaya başlar.

Örnek olarak, bir iş görüşmesine gitmeden önce sürekli olarak başarısız olacağımızı düşünüyor ve görüşmeyi yapacak kişinin bizim başvurduğumuz pozisyon için yetersiz olduğumuzu ileri süreceğini düşünüyoruz. Bu düşüncelerle görüşme yapılacak yere girdiğimizde o denli stres yüklü, endişeliyiz ve kendimizi o denli güvensiz hissediyoruz ki, bu durumda yapılacak en kolay şeyin sonunda nasıl olsa seçilmeyeceğimizi kabul etmek olur. Olumsuz düşünceler sadece bu seviyede de kalmaz. Çünkü ilk başta sahip olduğumuz negatif hislere ek olarak, işe kabul edilmediğimiz de artık şikayetçi olacak başka bir neden haline dönüşmüş olur.

Bunlara ek olarak, eğer bu üçlü profile – eleştiren, şikayet eden ve sorun döngüsünden kurtulamayan – herhangi bir rahatsızlık eşlik ederse, bu özelliklerin rahatsızlığı olumsuz yönde etkileyeceğini de belirtmek gerekir. Örneğin eğer gribal bir enfeksiyon yaşıyorsak, başımız ağrıyorsa, acı çekiyorsak, panik durumu varsa, yemek yeme bozukluğu çekiyorsak ya da mide spazmı varsa… En basit rahatsızlıktan en karmaşık olanına kadar her türlü hastalık şikayet etmek için son derece uygun bir nedendir. İşte bunun bir sonucu olarak da yaşadığımız olumsuz durum daha da içinden çıkılmaz bir hale gelecektir.

Bir Şikayet Defteri Oluşturun

Üzerinde durduğumuz üç tür davranış şeklinin de – eleştirel davranma, şikayetçi olma, olumsuz döngüye girme – kendine göre bir senaryosu olmak zorundadır. Bu senaryolar başarısızlıkla sonuçlanan bir durum ya da bu üç davranış şeklinden birine yol açan başka herhangi bir neden olabilir.

Aslında bu bağlamda incelenebilecek durumların pek çoğunda senaryonun çözülmesi oldukça zordur. Çünkü bu tür davranışlar sergileyen insanlar, bunlara açıklama getirecek bir senaryo ya da neden bulamazlar. İşte bu yüzden sorunlu durumları değiştirme konusunda direnç gösterirler. Çünkü ya şikayet edemez ya da eleştiri yapamazlarsa ne olur? İşte bu nedenle, içinde bulundukları sorunları devam ettirmeyi ve böylece tutumlarını sürdürmeyi tercih ederler.

Davranış Özellikleri

Tüm bunların yanında eleştirenlerin, şikayet edenlerin ve sorun döngüsünde yaşayanların arasında pek çok fark bulunmaktadır. Aşağıda belirtilen bu farklar, davranışların özelliklerini anlama konusunda yardımcı olacak niteliktedirler.

  • Eleştirel kişiler ve şikayetçiler açık bir biçimde fark edilirler. Yani bu davranış biçimleri herkesin görebileceği şekilde seslendirilen türdedir. Ancak sorun döngüsünde takılanlar ise süreci daha çok mental bir biçimde yaşarlar. Düşüncelerini sürekli bir biçimde yinelerler. Eğer bunlar açık bir hale dönüşürse, o durumda eleştirel ya da şikayetçi sınıfına girmiş olurlar.
  • Şikayetçi olma durumu daha çok kişisel olmayan bir özelliğe sahiptir. Eğer bir insan bir durumdan şikayet ediyorsa, bu genellikle kendi hatalarından kaynaklanır. Eleştiri ise daha çok interaktif bir eylemdir. Diğer insanlara yönelik olarak yapılır. Bunun yanında kişinin kendisine yönelttiği ve öz eleştiri adı verilen bir türü de bulunmaktadır. Tüm bunların dışında üç tür davranış biçimi de hem kişinin kendisinin hem de etrafındaki insanların olumsuz yönlerine – eksikliklerine – odaklanır.

Yukarıda da gördüğümüz gibi, eleştirenler, şikayetçiler ve sorun döngüsüne takılanların hepsi, ne kadar küçük olursa olsun kusurları ya da eksiklikleri tespit etme yeteneğine sahiptirler. Yani başka insanlardaki ufak bir sorunu dahi belirleme özelliğine sahip adeta içsel bir radara sahiptirler. Bu durum, özellikle eleştirel yapıya sahip olan insanlarda belirgin bir biçimde ön plana çıkmaktadır.

Aşırı derecede zorlayıcı ve müşkülpesent yapıya sahip insanlar, çevrelerinde bulunan kişilerdeki eksiklikleri işaret etmek konusunda uzmandırlar. Bu insanların şikayetçi olmak ya da eleştirmek konusunda son derece kusursuznedenleri ve senaryoları bulunur. Çünkü böyle davrandıklarında bir taşla iki kuş vurmuş olurlar: Hem nefes almaları için gerekli kaynağı bulurlar, hem de aynı zamanda eleştirmek için bir fırsat yakalamış olurlar.

Eleştiri ve Kıskançlık

Vurgulanması gereken bir diğer önemli detay ise eleştiri ile birlikte kıskançlık duygusunun da ortaya çıkmasıdır. Kıskançlık, genellikle eleştiri yoluyla harekete geçen son derece olumsuz ve değersizleştiren bir histir. Kişiyi ileriye götürecek her türlü girişimden ve başarılardan uzaklaştırır. Sanki çok iyi bir arkadaş hissi uyandıran bu özelliği derhal yok etmek ve bu duygudan hemen kurtulmak gerekir.

Eleştiriciler, şikayetçiler ve döngüye takılanlar, bardağın dolu ya da boş tarafı ikilemi ile karşı karşıya kaldıklarında özellikle eksik yönleri ön plana çıkarma konusunda uzmanlaşmış insanlardır. Aslında hayata pozitif, bir biçimde yaklaştığımızda bizlere inanılmaz fırsatlar sunmaktadır. Ancak bu üç tür insan, geçmişte yapılması durumunda olumlu sonuçlar verecek olan fakat yapılmayan konuların altını çizerek eleştirel ve şikayetçi tutumlarına devam ederler. Yani yapılmış ya da başarılmış olanlara odaklanmazlar. Buna ek olarak, takdir etmek ve hayranlık duymak yerine kıskançlık beslemeyi tercih ederler.

Bu bağlamda konunun sadece olumsuzluklara ya da eksik parçalara odaklanma olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü bir konuyu gündeme getirerek çeşitli davranışları daha olumlu hale getirmek, yanlışlıkları düzeltmek ve kendimizi geliştirmek mümkündür. Eğer özellikle eleştiri ve şikayet ağırlıklı bir biçimde olumsuzluklara işaret etmeyi tercih edersek, o durumda değişimin önünü kesen bir bakış açısını hayatımızın odağına koymuş oluruz demektir.

Şikayet ve Eleştiri Değişimi Engeller

Şikayet etmek, bir konu ya da durum ile ilgili değişim ve gelişim olasılığını engelleyen bir mekanizmadır. İnsanlar şikayet edip eleştiri yaparken, aslında üzerinde durdukları sorun bakış açılarını belirler ve sonuçta o sorunun bir parçası haline gelirler. Bu yüzden de daha başlangıçta reddetme hissine kapıldıklarından çözüme giden yoldan da sürekli bir biçimde uzaklaşmış olurlar.

Buna ek olarak daima eksik parçaya odaklanarak bunu gündeme getirmeye çalışmak, belirli bir noktadan sonra bıkkınlık ve hayal kırıklığını getirir. Yani ne yapılırsa yapılsın aklımızda sürekli olarak şu bakış açısı bulunacaktır: Aslında biraz daha çok ya da daha iyi yapılabilirdi… Diğer bir deyişle, aslında şikayetçi olma tutumu ile ilintili bir diğer faktör de harekete geçmeme durumudur. Çünkü şikayetçiler ya da eleştiriciler kendi bakış açılarına uyumlu bir biçimde şikayet dualarını yinelerken, davranışları da adeta bir ağıt havası ile şekillenir. Bunun sonucunda, çözüme yönelik herhangi bir girişim olmaması nedeniyle de bu yolun önünde bir engel olarak duran şikayet etme sürecini destekleyen bir durum ortaya çıkar. İşte bu durum sonsuz bir kısır döngünün başlaması anlamına gelir.

Eleştiri ve Öz Saygı

Gördüğümüz gibi eleştiri ve şikayet cesaret kırıcı, değersizleştiren ve olumsuz etkilere yol açan davranış biçimleridir. Bu nedenle, öz saygı kavramının tam zıttı bir etki yaratırlar. Buna ilave olarak bu tür tavırlar, kişinin çevresinden antipati ve olumsuz geri tepkiler almasına da neden olur. Çünkü kimse etrafında sürekli bir biçimde yapılmayanı, olmayanı, eksik olanı ya da hataları vurgulayan insanların bulunmasını istemez.

Diğer taraftan, olumlu eleştiri yapmanın ciddi anlamda zor olduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü eleştiri, yapısı gereği eksiklikleri ve noksanlıkları vurgular. Bunun yanında eleştirinin sadece içeriği değil, aynı zamanda nasıl bir biçimde ifade edildiği de son derece önemlidir. Kullanılan ton, ses ritmi, yüzdeki ifade biçimi, ellerin hareketi ve genel olarak vücut hareketleri çok önemli mesajlar ileten detaylardır.

İçerik ve ifade biçimi bir araya geldiğinde şikayet ya da eleştiri eylemi bir sinerji oluşturarak hedefine ulaşır: kişinin hem kendisini hem de başkalarını reddetmesi. Pek çok insan eleştiriyi, diğer insanları değersizleştirmek ya da yıpratmak için bir araç olarak kullanarak kendilerini onların üzerinde bir noktaya konumlandırır. Bu sayede, ikili ilişkilerinde sorunlu taraf olma hissinden kaçmaya çalışırlar. Ancak buna rağmen eleştirdikleri insanlarla kıyaslandığında her zaman dezavantajlı olanlar da yine kendileri olur. Çünkü bu tür insanlar kendilerini hep daha eksik hissederler.

Eleştiriyi Olumlu Çıkarımlara Dönüştürün

Genel olarak bir çift arasındaki ilişki ya da aile içinde anne ve babanın çocukları ile ilişkileri gibi sevgi içeren ilişkilerde ortaya çıkan eleştiriler, buna yol açan gerçek nedeni ortaya koymazlar. Yani bir eleştiri yapılır ancak bunun neden yapıldığı açık bir biçimde ifade edilmez.

Örneğin, ergenlik çağlarındaki bir çocuk annesine; “Hiçbir zaman benimle değilsin, sürekli olarak başka işlerle ilgileniyorsun ve beni hiç dinlemiyorsun!” dediğinde, aslında şunu söylemek ister: “Annecim, seni seviyorum ve senin benimle daha fazla vakit geçirmene ihtiyacım var”. Ya da eşini eleştiren bir adam; “Sürekli olarak erkenden yatıyorsun ve benimle hiçbir şey paylaşmak istemiyorsun!” dediğinde, aslında şunu ifade etmek istemektedir: “Eğer akşamları biraz birlikte oturup sohbet etsek ne güzel olurdu”.

Yani bir şey istediğimizde karşı tarafın imkanları ve kaynaklarının da dikkate alınması çok önemli bir ayrıntıdır. Çünkü eğer bu tip detayları düşünmeden hareket edersek, isteklerimizin karşılıksız kalma ihtimali çok yüksek olacaktır. Tıpkı bir maruldan karpuz çıkaramayacağımız ya da kısa ve esmer bir çocuğu sarışın ve uzun boylu olarak göremeyeceğimiz gibi, isteklerimizin gerçekçi ve ihtimaller içinde olmasına özen göstermemiz gerekir. Aksi halde, imkansız isteklerde bulunup karşılık alamadığımızda diğer insanları eleştirmek gibi bir tuzağın içine düşmüş oluruz.

Sonuç Olarak…

Son olarak, eleştiren ya da şikayet eden kişi kendini karşısındaki insanın daha üzerinde bir pozisyonda görür. Çünkü diğer insanları değerlendirme ve onları yargılamaya yönelik olarak yaptığı eleştirileri her zaman için mükemmeliyetçi bir açıdan gerçekleştirir. Bu durum elbette karşıdaki insanın sinirlenmesine yol açar.

Eleştirmek farklı bir şey istemek ise farklı bir durumdur. Bir şey istendiğinde, isteyen ve isteğin iletildiği insanlar eşit seviyede konumlanır. Kimi zaman aradaki ilişkiye bağlı olarak biri diğerinden daha alt bir düzeyde de olabilir. Eğer bir insan diğerinden değer görmek isterse, o durumda karşıdaki kişi de kendisini duygusal olarak önemli biri olarak hisseder. Eleştiride ise fatura hep karşıdaki kişiye çıkar ve o insanın değersizleşmesine ya da önemsiz biri haline gelmesine neden olur. O nedenle yapmamız gereken şey, istemenin eleştiri yapmaktan daha önemli olduğunu anlamaktır.

Psikopati bir tür kişilik bozukluğudur. Psikopat, kişiliği tehditler yoluyla başkalarına hükmetme, eylemleri için suçluluk veya pişmanlık hissetmeme ve kendi çıkarlarını elde etmek için manipülasyon kullanma ile karakterize edilen bir kişidir. “Psikopat” kelimesi, aklımızı hemen modern kültürün birkaç ikonuna yönlendirir. Hepsi söz konusu patolojiyle uyumlu olmayabilir, ancak genel olarak film, televizyon ve edebiyat, aynı anda hayranlık, korku, merak ve reddedilmeye neden olan gerçek ve kurgusal karakterlerle doludur. Psikopatlardan neden bu kadar etkileniyoruz? Akıllarında ve davranış biçimlerinde bizi açıklamalar ve olası gerekçeler aramaya iten şey nedir? Psikopati bir tür kişilik bozukluğudur. Psikopat, kişiliği tehditler yoluyla başkalarına hükmetme, eylemleri için suçluluk veya pişmanlık hissetmeme ve kendi çıkarlarını elde etmek için manipülasyon kullanma ile karakterize edilen bir kişidir. Hepsi kesinlikle normal olma görüntüsü altında gerçekleşir.
İnsanlar genellikle psikopatları psikotiklerle karıştırma hatasına düşerler. Temel fark, birincisinin halüsinasyonlara veya diğer irrasyonel düşünme biçimlerine sahip olmaması ve hiçbir zaman gerçeklikle temasını kaybetmemesidir. Gerçekten de bu kişilerin toplumdaki varlığı istatistiksel olarak çok düşüktür ve çoğu topluma entegre olmuş durumdadır.
“İnsanlar psikopatları suçlu olarak görme eğilimindedir. Aslında, psikopatların çoğu suçlu değildir.” Robert D. Hare

Cleckley on altı kriter belirledi. Listesinde şunlar vardır: Temel duygusal tepkilerin eksikliği, sevememe, sinirlilik yokluğu, çekici kişilik, suçluluk ve utanç eksikliği, yalan kullanımı ve kişisel olmayan cinsel yaşam ve benzerleri… Aslında iki tür psikopat vardır: Birinciller ve ikinciller. İlki duyarsız, acımasız ve manipülatiftir. Muhtemelen kibir gösterirken, çevrelerindekilerle aldatıcı ilişkiler kurarlar. Şiddet kullanırlarsa, genellikle kendilerine fayda sağlamak için bir araç olarak kullanılır. İkinciller ise can sıkıntısına tahammül etmekte güçlük çekerler, sonuçlarını düşünmeden hareket ederler, dürtüsel ve şiddetlidirler. Bir psikopatın empati kapasitesiyle ilgili araştırmalar, onların başkalarının mutluluğu veya korkusuyla empati kuramadıklarını göstermiştir. Başkalarına sempati duymakta güçlük çekerler; duygusal tepkileri yoktur.

Doğaları gereği kötü insanlar mı?

Bu konuda birkaç teori vardır ve bazıları ana nedenin biyolojik kökenli olduğunu öne sürer. Araştırmacılar, korkutucu veya incitici durumlarda denekleri ve hasar/ceza belirtileri sunulduğunda duygusal tepkilerini incelediler. Birincil psikopatların pervasız oldukları sonucuna varıldı. Küçüklüklerinden itibaren zarar görme veya cezalandırılma korkusu yaşamazlarsa, duygusal bir deneyim yaşamazlar ve bu nedenle gelecekte tehdit veya tehlike işaretleri karşısında korkuyla tepki göstermezler.

Bu insanların korku, acı ve ıstırap görüntülerine (duygusal tepkilerin işlenmesinden ve depolanmasından sorumlu olan amigdalanın düşük aktivasyonu) beyinlerinde minimum tepkiye sahip oldukları yaygın olarak bilinmektedir. Aslında Yang, Raine, D.Phil ve meslektaşları tarafından yürütülen araştırmalar, beyin yapılarının önemli ölçüde daha küçük olduğuna işaret etti. Bununla birlikte, psikopatların nüfusun geri kalanına kıyasla zayıf bir vicdana sahip olduğunu biliyoruz.

Ana araştırma, sosyal normlarla ilgili yeni korkular edinmekte büyük zorluk çektiklerini, cezadan ve sonuçlarından çok az korktuklarını ve vicdanın gelişimi için çok önemli olan ceza bileşenini anlamakta daha fazla zorluk çektiklerini göstermiştir. Bu nedenle, özellikler, araştırma ve biyoloji göz önüne alındığında, son soru şudur: Bir psikopat iyiyi ve kötüyü ayırt eder mi? Cevap evet.
İyi ve kötü arasında tutmaları gereken kalibrasyonun tamamen farkındadırlar ve eğer ona zarar verirlerse ne yaptıklarının farkındadırlar.Bilimsel olarak konuşursak gerçekten de kötü insanlar var ve konu hala araştırılıyor ama çok şükür çoğumuz karanlık tarafa geçmedik.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Çocuklukta yaşanan güç deneyimler ve bilişsel esneklik

Çocuklukta yaşanmış güç deneyimler erişkinlikte depresyon ve kalp hastalıkları gibi türlü sağlık problemlerine zemin hazırlamaktadır. Bu deneyimler; istismar, ihmal ve yoksunluk gibi çocuğu normal gelişimin dışına itecek çevresel faktörler olarak tanımlanabilir. Bu deneyimlerin nöral gelişimi negatif etkileyerek özellikle stratejik düşünmede etkili olan prefrontal korteks fonksiyonunu bozduğu ve bilişsel esnekliği azaltıcı etkisinin olduğu düşünülmektedir. Bunun yanı sıra, hipotalamus- hipofiz- adrenal aksına zarar vererek kişinin kısa süreli ve geçici stres uyaranlarına dahi kronik stres yanıtları vermesine neden olabilir.

Stresin kontrol edilmesi konusunda duygu kontrol stratejileri önemli rol oynamaktadır. Gross’un modeline göre duyguların düzenlenmesi, faydalı ve zararlı şeklinde tanımlanmasının hemen ardından başlamaktadır. Duygu kontrol stratejileri içerisinde, dışavurumcu bastırma ve bilişsel yeniden değerlendirme olmak üzere iki farklı metot mevcuttur. Dışavurumcu bastırma duyguları değiştirmeye yeterli olmayan, gizlemeye ve bastırmaya dayalıdır. Gereğinden fazla fizyolojik yanıta sebep olarak kişide uzun vadede kronik yorgunluk ve özgüvende azalmalara yol açabilmektedir. Yeniden değerlendirme yöntemi ise kişinin stresöre yaklaşımını değiştirmeyi hedefler. Stres, kişinin kendinden talep edilene yeterli kaynakla yanıt veremeyeceğine inanması durumunda yaşadığı duygusal deneyim olarak tanımlanabilir, kognitif yeniden değerlendirme ile kişi elindeki kaynakların yeterliliğine ikna olur; uyaran onun için tehditkâr olmaktan çıkar.

Güç deneyimlerin kişide yarattığı nöral değişimlerin patolojik olduğu varsayıldığı gibi, bazı bilişsel yetileri güçlendirdiğine dair varsayımlar da mevcuttur. Örneğin, güç deneyimler yaşamış kişiler, bu deneyimleri yaşamamış kişilere göre duygusal düzenleme stratejileri geliştirmek konusunda daha başarılı görünmektedirler. Ancak deneyimin kişiler üzerindeki etkisi kişiden kişiye değişebilir ve tartışmaya açıktır. Kognitif esneklik ise çeşitli tanımları olan bir kavramdır; kimi araştırmacılar dikkatin değişen çevreye uyarlanması olarak değerlendirirken kimileri davranışların çevreye adapte edilmesi olarak değerlendirmektedir.

Miami Üniversitesi Psikoloji bölümünden Kalia ve Knauft’un yaptığı çalışmada (2020) katılımcıların zorlu çocukluk deneyimlerini, duygu kontrol stratejilerini, son bir ay içinde yaşadıkları stres düzeylerini ve sorun çözme- kriz yönetimi üzerinden bilişsel esneklik becerilerini ölçmüşlerdir.

Çalışmanın sonunda şu bulgularla karşılaşılmıştır:

  1. Duygu Kontrol Stratejisinde Fark: Aynı miktarda güç deneyim yaşamış kişilerden bilişsel yeniden değerlendirme stratejisini kullananların stres düzeylerinin bu stratejiyi kullanmayanlara göre daha düşüktür ancak
  2. Deneyimin Şiddeti: Yaşanan zorlu deneyimlerin sayısı arttıkça bilişsel yeniden değerlendirme stratejisinin stres azaltıcı etkisi azalmaktadır.
  3. Az Deneyim ve Bastırma Stratejisi: Öte yandan dışavurumcu bastırma stratejisini kullananların stres düzeylerinin daha yüksek olmasının yanı sıra, bu yöntemi kullananlardan daha az sayıda güç deneyim yaşamış olanların stresleri daha yüksektir.
  4. Duygu Kontrol Stratejisi Kullanım Sıklığı: Belirli bir değerin altında sıklıkta yeniden değerlendirme yöntemini kullananların ve belirli bir değerin üzerinde sıklıkta dışavurumcu bastırma yöntemini kullananların benzer şekilde, güç deneyim miktarından bağımsız olarak daha yüksek strese sahip oldukları görülmüştür.
  5. Bilişsel Esneklik vs. Güç Deneyim İlişkisi: Bilişsel esneklik değerlerinin ise güç deneyim miktarıyla ters orantılı olduğu görülmüştür.

Kalia ve Knauft’un çalışmasını sınırlandıran iki faktör bulunuyor: Anket cevaplarının kişilerin kendiyle ilgili olduğu için sübjektif olabilmesi ve kişilerin ekonomik durumlarının araştırılmamış olması. Nitekim sosyo ekonomik düzeyi düşük bireylerin psikolojik gelişimden bağımsız şekilde yüksek stres düzeyi içeren hayatlar yaşayabildikleri açıktır.

Sonuç olarak, bireylerin çocukluklarında yaşadığı güçlüklerin onları gündelik yaşamındaki olağan uyaranları tehditkâr olarak algılamasına neden olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar bu güç deneyimler bilişsel esnekliği negatif etkiliyormuş gibi görünse de sorunları farklı açılardan ele alabilmekle ilgili olan fonksiyonları olumsuz etkilemediği görülmüştür ki bu, güç deneyimlerle büyümüş bireyler için sevindirici olabilir.

Prof. Dr. Kemal Arıkan

KAYNAK:
– Kalia, V., & Knauft, K. (2020). Emotion regulation strategies modulate the effect of adverse childhood experiences on perceived chronic stress with implications for cognitive flexibility. Plos one, 15(6), e0235412.

Bir ebeveyn olarak, çocuklarınız için en iyisini arar ve istersiniz. Mutlu, başarılı olmalarını ve hedeflerine ulaşmalarını istersiniz.

 Peki, hedeflere ulaşmak ve “başarı” elde etmek konusunda çocuklarınıza verebileceğiniz en kötü beş öğüt ne olabilir?

Bunun ne olabileceğini Yale School of Management’ta profesör ve aynı okuldaki kadınlar için liderlik programı direktörü Emma Seppälä’dan öğreneceğiz. Emma, bir kitap yazmak için araştırma yaparken, başarılı olmak için gerekenlerle ilgili popüler olarak kabul edilen planların veya öncüllerin çoğunun geri tepebileceğini keşfetti. Aslında, istenen etkinin tam tersini yapabilirler.

Bunlar, kısa vadede iyi sonuçlar üretebilecek, ancak uzun vadede kötü olan belirli teoriler ve fikirlerdir.

1. “Geleceğe odaklan”

Belki de çocuklarınıza verebileceğiniz en kötü öğütlerden biri şudur: “Geleceğe odaklan.” Çünkü bu stratejinin arkasında izlenecek bir yol değil, bir hedef, ulaşılması gereken bir dönüm noktası olarak başarı kavramı yatmaktadır. Bunu yaparak, çocuklarınıza bugünü yalnızca gelecekte belirli bir yerde olmaya çalışmanın bir yolu olarak görmeleri için baskı yaparsınız. Belki de onlara bu anda yaşamalarını ve burada mutlu olmak için çalışmalarını söylemek daha iyi olur.

2. “Stres kaçınılmazdır, denemekten vazgeçme”

Bu noktada, östres ve sıkıntı (distres) arasındaki fark üzerinde düşünmek iyi olacaktır. Östres, sizi olumlu etkileyen stres türüdür, distres ise olumsuz bir etkiye sahiptir. Bazı engelleri aşmak için belli bir gerilim düzeyi hem kaçınılmaz hem de gereklidir. Aslında, çok düşük aktivasyon seviyeleri performansa zarar verir. Öte yandan, bırakmayı bilmek de bir sanattır. Gerçekten de, bir girişimi sona erdirmek veya ertelemek, refahı iyileştirebilir. Karar vermede zekaya ve iyi bir duygusal öz düzenlemeye sahip olmayı içerir. Bu nedenle, çaba gibi değerleri teşvik etmek iyi bir fikirdir, ancak diğer unsurlar olmadan tek etkisinin aşınma olduğunu eklemeyi unutmayın.

3. “Meşgul kal”

Meşgul olmak, hedeflere, motivasyonlara ve hayallere sahip olmak sorun değildir. Ancak, her zaman meşgul olmak gerçekten gerekli mi? Her zaman meşgul olmak stres ve daha fazla baskı yaratır. O halde neden çocuklarınıza dinlenmeye, “hiçbir şey yapmamaya”, hatta sıkılmaya hakları olduğunu söylemeye çalışmıyorsunuz?

4. “Güçlü yönlerinden yararlan”

Genel olarak, daha yetenekli olduğunuz yönleri geliştirmenize izin veren aktivite türlerinden hoşlanırsınız. Yine de, böyle olmak zorunda değil. Nitekim, bir aktiviteyi derse dönüştürerek çocuklarının zevk almasını engellemeyi başaran uzun bir ebeveyn listesi var. Pek iyi olmadıkları bir aktivite, hatalarından ders çıkardıkları anlamına gelir. Ek olarak, gelişme ve ilerleme yeteneğine sahip olduklarını hissederler. Ayrıca multidisipliner bir dünya, çeşitli alanlarda performans gösterebilen multidisipliner insanlara ihtiyaç duyar.

5. “Dışarısı kurtlar sofrası, bu yüzden bazı insanlara karşı dikkatli ol”

Son olarak, Emma’ya göre, ebeveynlerin çocuklarına verdikleri bir diğer kötü tavsiye de şudur: “Dışarısı kurtlar sofrası, bu yüzden bazı insanlara dikkat et.” Bunun yerine, onları başkalarına karşı şefkatlerini artırmaya teşvik edebilirsiniz. Sonuçta herkes bir şansı hak eder. Öte yandan, eleştirel düşünmeyi ve öz saygıyı teşvik etmek de sorun değildir.

Öğüt vermek yerine… Onlara gösterin

Çocuklarınıza nasihat etmek yerine onlara örnek olarak göstermek ve öğretmek daha iyidir.

Açıkçası, size çocuklarınızı nasıl eğitmeniz gerektiğini söyleyen sihirli bir eğitim kılavuzu yok. Ayrıca gerçek bir doğru ya da yanlış eylem yoktur. Sadece onları öğrenme, hatalar ve deneyim yoluyla mümkün olan en iyi şekilde eğitme arzusuna ihtiyacınız var.

Belki de anahtar, kendi kriterlerinizi bulmaktır. Bununla birlikte, kesinlikle her zaman sevgi ve saygıdan başlamalı ve çocuklarınızın özel ihtiyaçlarını dikkate almalıdır.

Onları başarılı değil, mutlu olmaları için eğitin
Bu yazıda, başarıya ulaşma konusunda çocuklarınıza verebileceğiniz en kötü tavsiyelerden bazılarını gördük. Bununla birlikte, paradoks, mantra veya mutlak olmadıkları sürece birçoğunun olumlu olabilmesidir. Belki de olay çocukları başarılı olmak için değil, mutlu olmak için yetiştirmekle ilgilidir. Ayrıca, bu makalede verilen tüm örneklerin, yalnızca hedeflere ulaşmaya odaklanan türden değil, genel olarak eğitime de uygulanabileceğini hatırlamakta fayda var.
Son olarak, çocukları anın tadını çıkarmaya, güçlü yanlarını bilmeye ve aynı zamanda hayal kırıklıklarını veya teslim olmayı kabul etmeyi öğrenmeye teşvik etmek önemlidir. Bocalamaya, hata yapmaya ve sıkılmaya hakları olduğunu hissetmelerine izin verin!

Transgenerasyonel travma duygusal, fiziksel ya da sosyal acıların sonraki nesillere aktarılmasıdır. Öğrenilmiş davranıştan çok daha derin ilerler. Epigenetikten söz ediyoruz. Bu da çevresel etkilerin belirli genlerin ifade edilişini nasıl değiştirdiği ile ilgilidir. Bu yeni değil. Aslında transgenerasyonel travma ya da kuşaklar arası çatışma konsepti İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmıştır. O tarihten bu yana çeşitli çalışmalar soykırımdan sonra hayatta kalan çocukların ve torunların belirli travma belirtileri gösterdiklerini kanıtladı. Kabuslar ile duygusal ve davranışsal sorunlar anne babaların ya da büyükanne ve babaların asıl travmasından etkilendiklerini gösteriyor.

Zihin, iç büyüme, çevrenin etkisi ve eğitim yoluyla tıpkı bir vücut gibi gelişir. Gelişimi fiziksel rahatsızlıklar veya travma nedeniyle engellenebilir. Umberto Eco

Tüm bunlar çocuk yetiştirme tarzı ve eğitimle belirlenir. Aile dinamiklerini çevreleyen bilinçli ya da bilinçaltı bellek ve anlatı da bir rol oynamaktadır. Yani geçmiş, kendisini farklı şekillerde sunmaya devam eder. Yine de bunun daha geniş etkileri olabilir. Hatta daha önce de söz ettiğimiz gibi genetik boyutta yansımaları olabilir. Örneğin yetersiz beslenmenin sonuçlarını bir düşünün. Kortizol düzeylerinin yükselmesinden dolayı korku ve acı çekmenin genetik etkisini de düşünelim. Birkaç yıl boyunca sürmesi halinde, bu yüksek seviyeler vücuda zarar verebilir.

Transgenerasyonel travmaya bir örnek

Andrea bir akrabası tarafından çocukluğunda ve ergenliğinde uzun yıllar boyunca istismar edildi. Yapısız bir çevrede büyüdü. Annesinden de iyi muamele görmedi.18 yaşına gelip de evi terk edebildiğinde travmasını yok etmek için psikolojik yardım almayı reddetti. Sadece her şeyi unutup hayatının o bölümünü mümkün olduğunca çabuk kapamak istiyordu.Bu deneyimin onda bıraktığı yara hayatında hala iz taşıyor. Anksiyete, yeme bozuklukları, özgüvensizlik, dikkat artışı, depresyon ve insomnia gibi birçok sorun yaşadı. Bütün bunlara ilaveten bağışıklık sistemi zayıfladı ve bu da onu hastalıklara daha açık hale getirip alerji, soğuk algınlığı gibi hastalıklar karşısında güçsüz bıraktı.Andrea’nın şimdi 7 yaşında bir oğlu var. Oğlu onun bütün dünyası. Oğlu sayesinde kendisine bakabilecek, istikrarını koruyabilecek ve ayakta kalabilecek gücü buldu. Yine de oğlunu büyütmek onun için her geçen gün daha da zorlaşıyor. Oğlu iyi uyuyamıyor, dikkat sorunları yaşıyor, devamlı sorun çıkarıyor ve asi davranıyor. Okul ne zaman arasa Andrea sanki oğlunu yetiştiremeyen bir anne olarak eleştirildiğini hissediyor. Kesinlikle “bir şeyleri yanlış yaptığını” hissediyor.

Andrea’nın yapması gereken en son şey kendi anneliğini sorgulamak olacaktır. Peter Loewenberg bir psikotarihçi ve Kaliforniya Üniversitesinde görevli. Kendisi transgenerasyonel travma hakkında en ileri görüşlü uzmanlardan biri. Tedavi edilmeyen keder ve travmanın sonraki nesilleri farklı şekillerde etkilediğini açıklıyor.

  • Örneğin hamilelik süresince kandaki kortizol miktarının artışı fetüsün gelişimini etkiliyor. Psikobiyolog BeaVan Den Bergh bu süreçte yüksek stres ve anksiyetenin fetüsteki bazı biyolojik sistemleri etkilediğini gözlemledi. Bu da bebeğin çeşitli hastalıklara ve duygusal bozukluklar açık hale gelmesine neden olur.
  • Diğer yandan Peter Loewenberg’in de açıkladığı gibi yönetilmeyen travma ve giderilmeyen keder bir çeşit sinirsel kısa devreye neden oluyor. Bu gerçekten de DNA’mızı bilinçsizce orijinal travma ile bir tür kolektif ve bilinç dışı dayanışmayla yakalayacak şekilde değiştiriyor.

Epigenetik ve transgenerasyonel travma. Hepimiz biyoloji dersinde genlerimizi anne ve babalarımızdan aldığımızı öğrendik. Bu genlerin bizim fiziksel özelliklerimizi, zekamızı (belirli bir ölçüye kadar) ve hatta bazı hastalıklara genetik olarak yakalanma ihtimalimizi belirlediğini öğrendik.Ancak travmanın bir ailenin soyuna yayıldığını kabul etmek o kadar kolay değil. Epigenetik, bu fenomeni açıklamak için daha fazla uygun genetikten belirgin niteliksel bir sıçrama yaptı. Başta yaşam biçimimiz olmak üzere yaşadığımız çevre, beslenme biçimi ve hatta travmatik olaylar torunlarımızda genetik değişiklikler yaratabilir. Bu, “epigenom” adı verilen küçük bir kimyasal “etiket” ile açıklanmaktadır. Bu son derece küçük unsurun yaptığı şey büyüleyici. Yukarıdaki değişkenlere bağlı olarak bazı gen ifadelerini değiştirir.

Mount Sinai Hastanesinden çeşitli bilim insanları soykırımdan kurtulmuş kişilerdeki travma sonrası stresin kişinin gen ifadesini değiştirebilen epigenomu harekete geçirdiğini ortaya çıkardı. Soykırımdan kurtulanlar bu travmanın etkilerini sonraki nesillere farklı yollardan aktarmıştır. Ancak trangenerasyonel travma, anne babalarımızın ya da büyükanne ve büyük babalarımızın yaşadıkları acıların kişiliğimiz üzerinde %100 etkiye sahip olduğu anlamına gelmiyor. Sadece depresyon, anksiyete, uyku bozuklukları, duygusal sorunlar ve hiperaktivite gibi durumlara daha fazla maruz kalma riskimiz olduğu anlamına geliyor.

Andrea’nın yapması gereken şey ise geçmiş travmasını atlatabilmek için doğru yolları bulmak. Bu süreçten kazanacağı güç kendisi ve oğlu için en iyisi olmasını sağlayacak. Böylece oğluna ihtiyaçlarını verebilir ve davranışları konusunda ona yardımcı olabilir. Oğlunu mutlu, güçlü ve duygusal anlamda olgun olarak yetiştirebilir.

Psikolog Valeria Sabater

Bir ilişkinin yürümesi için aşktan daha fazlası gerekir. Birini sevmeniz, mutlu olacağınız ve günlük problemlerinizi daha kolay çözeceğiniz anlamına gelmez. Hatta bazı insanlar birbirini sevmesine rağmen ayrılabilir.

Birbirini seven iki insan neden ayrılır? Bu her an her yerde yaşanan bir durumdur. Belki sizin de başınızdan böyle bir şey geçti ve sevdiğiniz birinden ayrılmak zorunda kaldınız. Bu ayrılıkların perde arkasında geçimsizlik, iletişim problemleri ya da ilişkinin heyecanını yitirmekten çok daha fazlası olabilir. Birbirini seven iki insan ilişkilerini sonlandırmadan önce birkaç kez ayrılıp barışmış olabilir. “Bu böyle yürümüyor, birbirimize biraz zaman tanıyalım.” ile “Haydi tekrar deneyelim. Bu sefer becereceğiz.” tarzında düşünceler döner. Ne yazık ki hiçbir şey işe yaramaz. Bir ilişki bitmeye yüz tuttuğunda aşk sadece acı verir. İlişkiyi canlı tutmak için göze aldığınız şeyler yaranızı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Françoise Sagan birini sevmenin onunla olmayı istemek değil, onu ve onun gerçekliğini anlamak olduğunu söylemiş. Belki de sevdiği kişiden ayrılan insanlar da bu yüzden vazgeçmeyi başarabiliyordur. Bazen birinin gitmesine izin vermek, onun kendisi olmasını ve sonsuz bir mutsuzluğun içinde kaybolmamasını sağlamanın tek yoludur.
Muhtemelen hayatınızın büyük bir kısmını (özellikle de gençliğinizi) aşkın her şeyi affettiğine inanarak geçirdiniz. Ancak yaş aldıkça ve hayat deneyimi kazandıkça aşkın her şeyi affetmediğinin farkına varmanız kaçınılmazdır. Maalesef mutlu bir ilişkinin anahtarı sadece aşk değildir.
İnsanların neden bir arada kaldığını ya da ayrıldığını anlamak için John Gottman’ın klasiklerinden birine bakabiliriz. Son 40 yıldır Gottman ile Robert Levenson çiftlerle terapi, söyleşi, anket yaparak ve zaman içinde onları izleyerek ilişki dinamiklerini araştırdı. Uzun ve mutlu bir ilişki Rubik Küpü çözmek kadar karmaşık gelse de aslında düşündüğünüzden daha basittir. Birbirini seven iki insanın ayrılmak istemesine sebep olan temel faktörleri anlamak ilişkinizi de anlamanıza yardımcı olabilir.

Biriyle ilişkinizi sürdürmeyi seçmek için birçok sebebiniz olabilir; tutku, tensel çekim, arkadaşlık, ortaklık ve kimyanızın tutması gibi. Ancak yine de aranızda kapanmayan bir boşluk, bitmeyen bir dert kaynağı varmış gibi gelir. Hayattaki planlarınızın farklı olması hayalinizdeki mükemmel ilişkinin önünde engel oluşturabilir. Belki sizin için işiniz her şeyinizdir. Gelecekteki tüm planlarınızı kariyerinizin etrafına kurmuşsunuzdur. Partnerinizin odağı ise çocuk yapmaktır. Bu durumda profesyonel tutkunuza sizin kadar heyecan duymaz.

Seni seviyorum ama seni anlamıyorum. Birini anlamak demek kendinizi onun yerine koyabilmek ve kendinizin dışındaki gerçekliği de algılayabilmek demektir. Bu temel ve gerekli bir şey olsa da romantik partneriniz söz konusu olduğunda son derece zor gelir. Bazen aşk nasıl anlayacağını bilmez, hatta anlamak bile istemez.

Bana değer vermiyorsun. Çiftlerin ayrılma sebepleri arasında en yaygın olanlardan biri de taraflardan birinin yeteri kadar değer görmediğini hissetmesidir. Bu durumda ilişki artık somut bir şekilde kötü gitmeye başlar. Eğer uzun süredir biriyle beraberseniz karşınızdakini cepte görebilirsiniz. Eylemlerini, çabalarını, küçük jestlerini, değerli özelliklerini, her şeyini… Elbette partneriniz sizi devamlı övme ihtiyacı hissetmemeli ama onaylanmak ve takdir görmek sağlıklı bir ilişkide çok önemli konulardır.

İletişim problemleri
İletişim kurmak ilişkilerde son derece önemlidir. Dinlemeyi bilmek, kendini dinlettirmek, aşırı duygusal davranmadan fikir ayrılıklarını tartışabilmek ve bazen kendinizden ödün vermek her ilişkinin temel taşlarını oluşturur. Bu yüzden, birbirini seven iki insan neden ayrılır sorusunun cevaplarından biri de iletişimsizliktir.

Vazgeçmek
İlişkinizi bir fanusun içinde yaşamıyorsunuz. Bu yüzden de hayatınızdaki olaylar ve koşullardan etkilenmesi de çok normal.

Hatta aileler konusunda özellikle ebeveynler önemli bir dış faktör olabiliyor. Bazen ebeveyn-çocuk ilişkisi öyle güçlü olur ki partnerinizle olan ilişkinizin arasına girebilir. Buna ek olarak, profesyonel ve sosyal hayatınızda da ilişkinizi etkileyen bir sürü engel karşınıza çıkabilir. İhanet, baştan çıkarılma ya da kıskançlık yaratan konular çiftlerin aklına şüphe düşürebilir. Bazen kendinizi içinde bulduğunuz durumlar partnerinizin gerçek yüzünü görmenize vesile olabilir. Bir hastalık, hukuki bir mevzu gibi… Partnerinizin bu tarz güçlükler karşısında nasıl davrandığını görmek ona olan bakışınızı değiştirebilir.Sonuç olarak, bazen birbirini seven iki insan neden ayrılır sorusuna bir cevap bulmak zordur. Ancak, bu yazımızdan da anlayabileceğiniz üzere aşk bir ilişkiyi sürdürmeye tek başına yetmez.

İlişkiler zaman içinde ilmek ilmek kurulur. Büyük bir özenle ve elinizdeki imkanları en iyi şekilde kullanarak ilişkinizi ortak bir çabayla yapılandırmanız gerekir. Bu şekilde sağlam, güzel ve kalıcı bir ilişkiniz olabilir.

Psikolog Valeria Sabater

Sevgiye hasret olan insanlar genellikle çocukluk çağında sevgiden yoksun kalırlar. Bu durum telafi edilmezse, çok sayıda kalp kırıklığına neden olabilir. 

Sevgiden yoksun halde büyüyen insanlar hayatları boyunca bu yaranın iyileşmesini bekler. Problem, iyileşmek için başkalarına ihtiyaç duyduklarını düşünmelerinden kaynaklanır. Bununla birlikte, sadece kendilerini oldukları gibi kabul etmeleri ve sevmeleri gerçekten iyileşmelerine yardımcı olabilir.

Bu insanlar genellikle bu iki kavramı diğer insanlardan gelen sevgi ve kabul ile karıştırırlar. Tabii ki, dış dünyadan sevgi ve kabul görmenin yanlış bir yanı yok; ancak sevgiye hasret insanlar söz konusu olduğunda durum daha sıkıntılıdır. Bunun nedeni, sevgiden yoksun oldukları gerçeğini telafi etmek adına diğer insanlar aracılığıyla sevgiye ulaşma çabalarıdır.

Sevgiye hasret olan insanların yedi özelliği

Sevgiye özlem duyan kimi insanlar şefkat konusuna aşırı anlam yükler. Başka hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünebilirler. Bu nedenle, birisi onlara şefkat gösterdiğinde içlerinde bir tür ateş yanar. Şefkati doğal bir şekilde karşılamakta ve özgür bırakmakta zorluk yaşarlar. Şefkat görmenin salt düşünce hali bile endişelenmelerine neden olur. Bu konuda hem heyecan duyar hem de dehşete düşerler ve genellikle bu konu bir takıntı geliştirirler.

Sevgiye hasret olan insanlar arasında, onlara ilgi gösteren insanlara karşı sahiplenici ve kontrolcü bir tavır sargılamak yaygındır. Tam olarak diğer kişinin hayatını kontrol etmeye çalışmazlar ancak bunu, sadece kendi acılarından kaçabilmek istemelerinden ötürü yaparlar. Bu insan, eğer karşısındakini gözü önünde tutarsa onu asla kaybetmeyeceği gibi kasıtsız bir inanca sahip olma eğilimi gösterir. Terk edilme ve ihanet korkusu (duygusal yaralarının bir ürünü) onu kontrole aç bir hale getirir. Bununla birlikte, bu genellikle aranın açılmasına ya da ayrılıklara yol açar.

Zamanında gerçek sevgiyi tatmamış insanlar, daha sonraları ona inanmakta zorlanırlar. Bu nedenle, sürekli olarak sevginin gösterilmesini talep ederler. Partnerleri ya da duygusal bir bağ kurdukları her kimse onun karşısında oldukça talepkar olabilirler. Örneğin, “orada olman gerekiyordu, ama sen yoktun” veya “özel bir şey yapmanı umuyordum, ama yapmadın” gibi cümleler kurabilirler. Sevgiyi mutlak ve koşulsuz bir şey olarak görürler. Ancak bir anne bile size bunu veremez.

Sevgiye hasret olan insanlar oldukça talepkar bireylerdir; ancak, aynı zamanda birçok şeyi de görmezden gelirler. Onlara göre, her şey sevdikleri kişiyi kaybetmekten daha iyidir. Sonuç olarak, genellikle kendi ihtiyaçlarını ve refahlarını ihmal ederler. Diğer kişinin kendilerinden uzaklaştığını düşünüyorlarsa, onu kaybetmemek için hemen hemen her şeyi yaparlar. Kendilerini değersiz hissederler ve diğer kişinin sevgisinin onların hayatına anlam kattığına inanırlar. Bu, zorunda kaldıklarında istismara bile katlanabilecekleri anlamına geliyor.

Bu insanlar aynı zamanda sevgiyi olması gerekenden çok daha dramatik ve acı verici bir şey haline getirirler. Birisi onları sevdiğinde o kadar müteşekkir hissederler ki karşı tarafı memnun etmek için her türlü fedakarlıkta bulunurlar.  Sevgi, zaman zaman fedakarlık yapmak anlamına gelir, bunu inkar etmiyoruz. Ancak bu insanlar bunu aşırılara taşırlar. Hak ve ayrıcalıklara sahip tek kişi karşı tarafmış gibi davranırlar, sanki fedakarlıkta bulunması gereken tek kişi de onlarmış gibi.

Ne kadar çaba gösterseler de, sevgiye aç olan insanlar başkalarına güvenemezler. Sürekli olarak şüphe duyar ve bu nedenle de ilişkinin bağlarını yavaş yavaş zayıflatırlar. Her zaman terk edilmeyi ya da incinmeyi beklerler, bu nedenle gördükleri tek şey budur. Güvensizlikleri o kadar yoğun bir hal alır ki, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmekte zorluk çekerler. Her şeyde art niyet, saklı çıkar ve komplo arayışına girerler. Bunların hepsi, zarar görmek konusunda duydukları büyük korkunun bir parçasıdır.

İstismar, her haliyle kabul edilemez bir şeydir. Ne yazık ki, sevgi eksikliği, genellikle insanları duygusal bir bağ kurdukları insanlardan bu tür davranışları kabul edecekleri bir döngünün içine iter. Bir anlaşmazlık ya da çatışma ile istismarcı bir durum arasındaki farkı göremezler. En ufak şey hakkında sinirlenebilir ancak aynı zamanda fiziksel ve zihinsel saldırıları kabul edebilirler.

İçinden çıkılması zor bir durum. Sevgiye hasret olan insanlar, onu, içlerindeki boşluğu doldurmak adına başkalarında ararlar. Ancak, kendilerine karşı duydukları sevginin eksik olması nedeniyle, bir kalp kırıklığından diğerine koşarlar. Bu nedenle, bu gibi durumlarda profesyonel yardım çok önemlidir.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Ruh sağlığı, insan hayatında en az fizyolojik sağlık kadar önemlidir. Psikolojinin sağlam ve güçlü olması bireylerin mutlu ve sağlıklı bir yaşam sürmesini, yaşamdan keyif almasını sağlar.

Aynı zamanda kişinin kendini güçlü hissetmesi açısından da oldukça önemlidir. Sağlam ve güçlü psikoloji sahibi bireylerin en önemli özelliklerinden bir tanesi kendi davranışlarının, hislerinin ve düşüncelerinin sorumluluğunu kendisinin alabilmesidir. Yapılan her şeyi; yanlışı ve doğrusuyla kabul edebilmek, güçlü psikolojinin ve ruh sağlığının kilit taşıdır. Çoğu insan yaşamı boyunca yaptığı bazı hatalardan çevresindeki belirli kişileri sorumlu tutma eğilimindedir. Genel olarak bakıldığı zaman bu durum kişide suçluluk duygusunu azaltarak geçici bir rahatlamaya neden olabilse de uzun süren bir huzursuzluk hissine ve soru işaretlerine yol açtığından psikolojiyi önemli ölçüde olumsuz etkiler ve bu durumun uzun süre boyunca devam etmesi ve tekrarlanması zamanla daha ciddi sorunlara yol açabilir. Güçlü bir psikolojiye sahip olmak bazı bireylerde doğuştan var olan ve herhangi bir çaba gerektirmeyen bir kişisel özelliktir. Fakat birçok kişide bunun elde edilmesi çaba, zaman ve istikrar gerektirebilir. 
Güçlü psikolojiye sahip insanlar ne gibi özelliklere sahiptir?
Güçlü bir psikolojiye sahip insanların davranış ve düşünme tarzlarına ilişkin bazı özellikleri söz konusudur. Psikolojiyi güçlendirmek için bu davranışların ve düşünme yöntemlerinin kazanılması ve alışkanlık haline getirilmesi gerekir. Güçlü psikolojiye sahip olan bireylerin ortak özellikleri arasında şunlar yer alır:

1. Zorlukları kabul eder, bunları daha güçlü bir birey olabilmek için bir fırsat olarak görürler. 

2. Negatif insanların onları etkilemesine izin vermez, bu insanların kendi ruh halleri üzerinde güç sahibi olmalarına engel olurlar.

3. Kendilerine yük olan olumsuzluklara değil, sahip oldukları nimetlere odaklanırlar.

4. Ortaya çıkabilecek olumsuzluk ihtimallerine odaklanıp endişelenmek yerine ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışırlar. Bu sayede güçlü, üretken ve etkili kalabilirler.

5. Mantık ve duyguları dengeli bir şekilde değerlendirerek karşı karşıya olabilecekleri riskleri önceden hesaplarlar. Yeni fırsatlar arayıp bulduklarında da bunları değerlendirerek yaşamdan keyif alabilirler.

6. Geçmişle barışıktırlar. Geçmişten ders alabilirler fakat geçmişte takılıp kalmaz, pişmanlık ve kinin onları olumsuz etkilemesine izin vermez ve geleceğe odaklanırlar.

7. Diğer insanların sahip olduklarına sinirlenmek yerine onların sevinçlerini paylaşırlar. Başkalarının başarısının kendilerinin başarısızlığı anlamına gelmediğini bilir, başarıyı kendilerince tanımlar ve buna odaklanırlar.

8. Düşünceleriyle baş başa kalabilmek için kendilerine zaman ayırırlar. Yalnızlığın da sağlıklı düşünebilmek için gerekli olabildiğinin bilincindedirler.

9. Hayatta ulaşılabilecek güzel hedefler için sabırlı olmanın ve doğru zamanı beklemenin gerekli olduğunun bilincindedirler. Bu nedenle azimli bir şekilde hedeflerine ulaşmak için çaba gösterebilirler.

10. Kendilerini kısıtlayan, olumsuzluklara iten sağlıksız düşünce ve inançlarına mantıklı açıklamalar getirerek doğruları ile değiştirebilirler.

11. Zihinsel enerjilerini değiştiremeyecekleri hatalar, olumsuzluklar ve geçmişte kalmış olaylar yerine üretken olmaya ayırırlar. 

12. Kendilerine güvenir ve gerçekçi bir iyimserlik yaparlar. Karamsarlıktan uzak kalırken kendilerine aşırı güvenerek gerçeklikten uzaklaşmaz, bu iki durumu bir denge içerisinde yürütürler.

13. Başarıları elde edebilmek için biraz acıya katlanmaktan çekinmezler, kendilerine öz disiplin uygularlar.

14. Kendilerini başkalarına göre şekillendirmek yerine kendi değerlerine göre yaşama cesaretini gösterirler.

Güçlü bir psikolojiye sahip omak için çeşitli davranış değişikliklerinin yapılması oldukça önemlidir. İşte güçlü psikoloji sahibi olmanın 5 önemli kuralı…
1. DUYGULARINIZI KONTROL ALTINDA TUTUN
Güçlü psikolojiye sahip olmayan bireylerin düştüğü en büyük hatalardan bir tanesi morallerini ve duygularını başkalarının belirlemesine izin vermeleridir. İnsan psikolojisinde duyguları meydana getiren güç bireyin kendi düşünceleridir. Dolayısıyla bu olumsuzlukları sağlıklı şekilde düşünerek çözebilir, olumsuz duygularınızın üstesinden mantıklı bir şekilde düşünerek gelebilirsiniz. Çevrenizdeki bireylerin sizin üzerinizde güç sahibi olmasına ve davranışlarıyla sizi kötü hissetmeye itmelerine engel olmalısınız. Bunu, bağımsız ve özgür bir birey olduğunuzu göz önünde bulundurarak, başkalarının düşüncelerini ya da davranışlarını değiştiremeseniz de kendinizinkileri değiştirebileceğinizin bilincinde olarak yapabilirsiniz.

2. FEDAKARLIK PSİKOLOJİSİNDEN UZAK DURUN

Kariyeriniz, sosyal çevreniz, eşiniz ve aileniz için çok şeyden ödün verdiğinizi ve aşırı fedakarlık yaptığınızı hissediyorsanız oturup bunu sağlıklı bir şekilde düşünmenizde fayda vardır. Bu durum sizin başkaları için aşırı fedakarlık yaparak kendinizi yoksaydığınızı gösteriyor olabilir. Aynı zamanda hatalarınızın sorumluluğunu almaktan kaçındığınız için kendinize bu şekilde bir kurban rolü üstlenmiş de olabilirsiniz. Sağlıklı bir şekilde bunun üzerinde düşünerek, yaptığınız hataların istenmeyen sonuçları olabildiğini fakat hiçbir şeyin çözümsüz olmadığının bilincine vararak mevcut durumdan çıkış yolları arayabilirsiniz.

3. ŞİKAYET ETMEK YERİNE ÇÖZÜM ARAYIN

Kendinizden, eşinizden, işinizden ve çevrenizde gelişen olaylardan sürekli olarak şikayet etmek olaylara çözüm sağlamayacağı gibi sizi istenmeyen karamsızlıklara ve olumsuz düşüncelere sürükleyebilir. Sürekli olarak şikayet etme eğiliminde olmanız aynı zamanda sorunlar karşısında kendi tutumunuzu kontrol edemediğinizin de bir göstergesi olabilir. Bunun için şikayet ettiğiniz sorunları ele alarak enerjinizi bunlardan şikayet etmeye değil, bunlarla başa çıkmaya veya yaşadığınız sorunları nasıl çözüme kavuşturabileceğiniz üzerinde yoğunlaşmaya ayırmalısınız. 

4. BARIŞMAYI VE AFFETMEYİ TERCİH EDİN

Yakın bir arkadaşınız, bir aile bireyiniz veya iş arkadaşınız sizi kırmış veya üzmüş olabilir. Bu kişiye karşı büyük bir öfke duymak, giderek çoğalan bir kin beslemek aslında karşıdaki kişiden çok sizi olumsuz etkileyecektir. Bu kişiye karşı beslediğiniz öfke, sizin kendi vaktinizden çalarak bir olumsuzluğa odaklanmanıza neden olur. Dolayısıyla bu vaktinizi ve enerjinizi geri alabilmek adına yapabileceğiniz en yararlı davranış affetmektir. Sizi kıran kişiyi affetmeniz bu kişiye hayatınızda yeniden yer vereceğiniz, geçmişi tamamen unutacağınız ya da hatalarıyla birlikte kabul edeceğiniz anlamına gelmez. Burada bahsedilen affetme, karşınızdaki kişinin sizi üzmüş olan davranışlarının kendi hatalarından kaynaklı olduğunu kabul etmek ve bunların sizin ruh halinizi olumsuz etkilemesine izin vermemek anlamına gelir.

5. BAŞKALARININ SİZİN ÜZERİNİZDE KONTROL SAHİBİ OLMASINA İZİN VERMEYİN

Kendinize olan güveniniz yetersizse veya kendi duygu ve düşünceleriniz, değerleriniz net değilse çevrenizdeki kişilerin sizi etkilemesi oldukça kolaydır. Başkalarının sizin üzerinizde güç sahibi olması ve ruh halinizi etkilemesi sizi depresyona itebilecek en büyük olumsuzluklar arasında yer alır. Her bireyin birbirinden farklı olduğunu kabullenmeli, başkalarına göre yaşamaktan kesinlikle kaçınmalı ve kendi doğrularınıza göre tutarlı bir şekilde yaşamalısınız. Bunun yanı sıra başarılı bir insan olmak için çevrenizdeki bireylerin onayını ve takdirini kazanmanın gerekli olmadığını da bilmelisiniz. Elbette yapıcı eleştirilere kulak vermekte ve bunlar arasından size de mantıklı gelenlere yönelik önlem almakta fayda vardır. Fakat kendinize olan inancınız ve kendinize verdiğiniz değer kesinlikle başkalarının sizin hakkınızdaki düşüncelerine bağlı olmamalıdır. 

Güçlü bir psikolojiye sahip olmak için yukarıdaki önerilere dikkat etmeniz oldukça etkilidir. Bununla birlikte her bireyin duygu ve düşünceleri kendine özgü olduğundan psikolojinin güçlendirilmesi için yapılması gerekenler de farklılık gösterebilir. Kendinizi güçsüz ve yıpranmış hissetmeniz, hayatınızda gerekli önlemleri almak ve değişiklikler yapmak için gücünüzün olmadığını fark etmeniz gibi durumlarda profesyonel anlamda psikolojik destek almanızda fayda vardır. Yaşadığınız ruhsal sorunları ertelemek yerine şiddetlenmeden ve hayatınızı istemediğiniz bir şekilde geçirmenize neden olmadan ortadan kaldırabilmek adına bir sağlık kuruluşuna başvurarak profesyonel destek almaktan çekinmeyiniz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Uykudan korkma hastalığı yani hipnofobi, somniphobia veya oneirophobia anormal olarak uyumaktan korkmaktır. Hipnoz korkusu ile karıştırılmamalıdır. 

Fobiler genel olarak sık gözlenen kaygı bozuklularıdır ve psikoloji merkezlerine başvurmanın ana nedenlerinden biridir. Endişe veren rahatsızlıklardır çünkü bu rahatsızlığa sahip olan bireyler bir uyarana karşı mantıksız bir korku hissederler. Korkulan durum ya da nesne diğer insanlara saçma gelse de fobisi olan bireyler için durum bu şekilde değildir. Uyku fobisi ise en zararlı fobilerden biridir. Çünkü uyku insanın sağlıklı yaşamı için gereklidir. 

Düzgün dinlenemeyen kişiler, hem zihinsel hem fiziksel olarak düşük yaşam kalitesine sahip olurlar ve iyilik halleri giderek kötüleşir. İnsanlar birçok farklı nedenden dolayı uyumaktan ve uykuya dalmaktan korkabilir. Bazıları uyanamayacaklarından bazıları ise uyurken kötü şeylerin olabileceğinden korkabilir. Korku nedeniyle uyuyamayanlar yeterli uyku almadıkları için başta depresyon olmak üzere birçok sağlık sorununa sahip olabilir. Uyku sırasında vücut dinlenir, güç ve enerji depoları yenilenir. Vücudun normal çalışmasını sağlamak için hormonların gelişmesini sağlar. Uyku, yemek yemek ve nefes almak gibi doğal bir davranıştır. Uykudan korkma hastalığı olan bireyler uykunun bu faydalarından yararlanamaz. 

Uykudan korkma hastalığı öldürücü boyutlara varabilir. İnsanlar rüyada çaresizdir ve ani bir tehlikeye karşı koyamaz. Bu hastalığa sahip bireyler uykularında kötü rüyalar görmekten yani kabuslardan korkmaktadır veya sadece uyku zamanın boşa gittiğini düşünerek üzüldükleri için de uyumayabilirler. Ayrıca rüyada öldüğünü görmekten korkuyor ve bu yüzden uykudan kaçınmaya çalışıyor olabilirler. Yani aslında uykudan korkma hastalığı ölüm korkusu ve kabus görme korkusu ile içiçe olarak bulunur. İnsan vücudunun doğal ihtiyacı bu hastalarda doğal sayılmaz. Bu hastalığa sahip bireyler alarm durumundadır , akşamları uyku vakti geldiğinde yatağa gitmeleri gerektiği için bile endişe duyarlar.Bu endişeler, hastalığı olan bireyleri çok çabucak tüketir ve hatta bazen deliliğe kadar götürürler. Hafif hipnofobide insanlar uykuya dalabilir ancak rahat uyuyamazlar. Kişi yorgun, bitkin uyanır.

Yavaş yavaş hayata, insanlara, olaylara olan ilgisini kaybederek öfke ve saldırganlık davranışları göstermeye başlar. Uykudan korktukları için yeterli uyuyamayan bireyler halüsinasyonlar görmeye başlar. Aynı zamanda panik ataklar, görme ve işitme sorunları ortaya çıkmaya başlar diğer yandan solunum, kardiovasküler ve sinir sistemlerinde kademeli olarak sorunlar baş gösterir. Aşırı şiddetli olarak geçirilen hipnofobi yani uykudan korkma hastalığı ölümcül olabilir. 

Uykudan korkma hastalığı kimde görülür? 
Uykudan korkma hastalığı her yaşta ve her cinsiyette ortaya çıkabilen bir rahatsızlıktır. Genellikle uykuya dalma, ölme ve kabus görme korkuları ile iç içedir. Uykudan korkma hastalığı genellikle dengesiz hayat süren ya da sürekli kabus görenlerde ortaya çıkar. Uykudan korkma hastalığına sahip olan bireyler genellikle uyku ile ilgili olumsuz deneyim yaşamış bireylerdir. Depresif bir hastalığı veya anksiyete problemi olan bireylerde görülme olasılığı daha yüksektir.
Uykudan korkma hastalığı belirtileri nelerdir? 
Uykudan korkma yani hipnofobinin belirtileri hastayı hem fiziksel hem zihinsel olarak etkileyebilmektedir. Hastaların birçoğu uyku hakkında konuşurken ve onu düşünürken endişe duyar. Ayrıca belirtiler genellikle kişinin yatmaya hazırlandığı anda veya yatakta yatmaya çalıştığında ortaya çıkar. Endişe, gerginlik, en ciddi durumlarda ise panik ile kendini gösteren bir rahatsızlıktır. Uykudan korkma hastalığına sahip bireyler bazen uyanık kalmak için uyarıcı ilaçlar alabilir. Uykudan korkma hastalığı olanlar uzun süredir bu hastalıktan muzdarip ise tamamen uykudan kaçamaz ve hasta gece uyuyakalabilir. Fakat bu uyku huzurlu ve yeterli değildir. Hastalar sık sık uyanıp tekrar uykuya dalmakta güçlük çekerler. Genel olarak uykudan korkma hastalığının semptomları şu şekildedir: 
  • Hızlı nefes alma
  •  Nefes darlığı 
  • Terleme 
  • Panik hissi
  • Bilinç bulanıklığı 
  • Terör hissi
  • Uyuklama
  • Kuru ağız
  • Uyuşukluk
  • Endişe 
  • Gerginlik
  • Aritmi (düzensiz kalp atışı) 
  • Mide bulantısı 
  • Çarpıntı
  • Migren ve baş ağrıları
  • Yorgunluk
  • Şok
  • Soğuk terleme
  • Bulanık görme 
  • Yutkunma güçlüğü
  • Ani tansiyon düşüşü
  • Bayılma
  • Sinir krizi
  • İleri aşamalarda depresyon 
  • Semptomların varlığı ve şiddeti hastalara göre değişiklik gösterebilir. 

Uykudan korkma hastalığının nedenleri nelerdir? 

Genel olarak nedeni bilinmemekle birlikte tekrarlanan kabusların neden olabileceği düşünülmektedir. Altta yatan bir depresif bozukluktan ya da anksiyeteden kaynaklı da olabilir. Travmatik bir geçmişe bağlı olarak ortaya çıkabileceği söylenir. Örneğin bir trafik kazası, ev yangını ya da doğal afet sonrası oluşabilir. Hastalar uykudayken travmatik bir olay yaşamış olabilir. Örneğin, sigara içerken uyuyakalan bir hasta, yangın ile uyanmış olabilir. 

Uykudan korkma hastalığının tedavi yöntemleri nelerdir? 

Fobiler sık rastlanan hastalıklardandır fakat tedaviye iyi yanıt verirler. Tüm fobilerde kaygı problemi baş gösterir. Bu nedenle tüm fobilerde olduğu gibi hipnofobi yani uykudan korkma hastalığını tedavi etmenin en önemli noktası kaygıyı azaltmak ya da tamamen ortadan kaldırmaktır. Meditasyon veya yoga gibi seçenekler tedavi sürecinde pozitif etkiye sahiptir. Bir hasta uyurken güvende olmadığını hissettiği için hipnofobi yaşıyorsa, uyurken kendisine bir şey olmayacağına emin olmak için birinin yanında uyuması tavsiye edilir. Uykudan korkma hastalığına sahip bireylere genel olarak psikolojik tedavi ile birlikte ilaç tedavisi uygulanabilir. Psikolojik tedavinin hastalara yardımcı olduğu görülür.

Psikolojik tedavi ilerledikçe yavaş yavaş azaltılan ilaç tedavisi arka planda kalır. Ayrıca doktor tarafından reçetelenen ilaçlar hastalığın geçmesini sağlamaz sadece semptomların daha hafif seyretmesine yardımcı olur. Bu ilaçlar yan etkilerin ve yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Psikolojik tedaviye gelirsek; Bilişsel Davranış Terapisi iyi bir seçenek olabilir. Bu terapi çoğu kaygı-anksiyete bozukluğu için yaygın olarak kullanılan bir tedavi şeklidir. Bu terapötik yöntemde gevşeme teknikleri ve maruz kalma teknikleri gibi farklı teknikler kullanılır. Hastanın gerçekte bir durumdan korkmadığı, fakat söz konusu durumun gerçeklemesinden dolayı oluşabilecek kaygı ve korkularla mücadele için etkili olabilecek bir yöntemdir. Bu terapinin amacı, korku duyulan şeyle alakalı çarpık düşünceleri ya da yanılgıları değiştirmektir.

Böylece bu düşüncelerin değiştirilmesinin kaygı ve bazı durumlardan kaçınmayı sağlayacağı söylenir. Bu tedaviler dışında sadece anksiyete yönetimi tedavisi kullanılabilir. Anksiyete yönetiminde uyku korkusunun neden olduğu anksiyete ataklarını kontrol altına almayı amaçlayan gevşeme teknikleri genellikle nefesi yönetmek ve ona odaklanmayı sağlayan teknikler kullanılır. Duyarsızlaşma tekniği ise kişinin yavaş yavaş korkuya neden olan duruma maruz kalması ile oluşan bir tedavi yöntemidir. Hasta korkudan yavaş yavaş kurtulur. Psikanalizde ise psikanalitik terapiler ile hastanın uyku korkusuyla yüzleşmesi ve ona neden olan sebebin bulunması için kullanılabilir. Örneğin, çocukluk döneminde oluşan bir olayın nedenleri bulunabilir. PNL yani Neurolinguistic Programming ile uyumaktan korkan kişinin yanlış inançlara neden olan düşüncelerini değiştirmek için kullanılır. İyileşme süresi, uygulanan tedavinin türüne ve hastanın kişisel özelliklerine bağlı olarak farklılıklar gösterebilir. Bazen, bir hastanın uykudan korkma hastalığından tamamen kurtulabilmesi için birden fazla tedavi yönteminin birlikte uygulanması gerekebilir. 

MEDICALPARK

Unutmayın ki, uykudan korkma hastalığı (hipnofobi) çok ciddi sağlık sorunlara yol açabilir. 

Eğer siz de uykudan korkma hastalığı belirtilerine sahipseniz, en yakın sağlık kuruluşuna giderek yardım alabilirsiniz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

Pek çok farklı sebepten ortaya çıkabilen cinsel isteksizlik, kişinin en az 6 ay süreyle hiç cinsel düşüncesinin olmaması olarak tanımlanabilir. 

Cinsel ilişkiye girme isteğinde azalma, cinsel açıdan herhangi bir istek duyulmaması, cinsel etkinliğin azalması ya da hiç olmaması gibi durumların tamamı cinsel isteksizlik başlığı altında incelenir. Cinsel işlev bozukluklarından biri olan cinsel isteksizlik, hem kadınlarda hem de erkeklerde görülebilir. Kadınlarda erkeklere oranla daha sık rastlanan bu durumun en sık görülen sebebi strestir. Hekimlerin sıklıkla karşılaştığı “kadınlarda cinsel isteksizlik nasıl giderilir?” sorusunu yanıtlamadan önce cinsel isteksizlik kadın ve erkeklerde nasıl ve neden oluşur bunları iyi kavramak gerekir.
Cinsel isteksizlik nedir?
Kadın ya da erkeğin cinsel hayatına sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için kişi, psikolojik ve fizyolojik açıdan sağlıklı olmalıdır. Bazı dönemlerde, kişinin aklına cinsel açıdan hiçbir şey gelmemesi ya da cinsel isteksizlik duyması normal karşılansa da bu isteksizlik, 6 ay ve daha fazla zaman boyunca devam ederse mutlaka tedavi edilmelidir. Cinsel isteksizlik, kadın ya da erkeğin cinsel ilişkiye girme isteğinde azalma olarak da tanımlanır. Cinsel isteksizlik, kişinin cinsel olarak uyarılması durumunda da değişiklik göstermez. Ya da farklı bir deyişle kişi, cinsel açıdan uyarılsa bile isteksizdir. Ayrıca fiziksel ve psikolojik yorgunluğun yanı sıra yaşam kalitesindeki değişimler de cinsel istekte değişimlere yol açabilir.

Cinsel isteksizlik türleri nelerdir?

Cinsel isteksizlik 3 başlık altında incelenir:

  • Primer Cinsel İsteksizlik: Ergenlik döneminde başlayan primer cinsel isteksizlikte kişi, hiçbir cinsel aktiviteye ilgi duymaz ya da bu durumu arzulamaz.
  • Sekonder Cinsel İsteksizlik: Kişinin önceden cinsel açıdan aktif olmasına rağmen, sonradan cinsel isteğinin azalması ya da kaybolması olarak açıklanır. Sonradan gelişen bu durum çoğunlukla yaşanan olumsuzlukların ardından görülür.
  • Durumsal Cinsel İsteksizlik: Zaman zaman kişide cinsel isteğin kaybolmasıdır. Çoğunlukla yorucu ve stresli günler, maddi kaygılar, duygu durumda ani gelişen değişimler bu duruma yol açar.
Cinsel isteksizlik belirtileri nelerdir?
Cinsel isteksizliğin birincil belirtisi kişide cinsel arzunun olmamasıdır. Kadınlarda cinsel isteksizlik, erkeklere oranla çok daha sık görülmektedir. Öyle ki toplumda toplam kadın nüfusunun yaklaşık olarak %33’ünün, erkek nüfusunun ise yaklaşık %14’ünün cinsel isteksizlik sorunu yaşadığı düşünülür. Yaşın ilerlemesi, gebelik, menopoz gibi durumlar da cinsel isteksizliğin oluşmasına neden olur. Özellikle menopoz dönemine giren kadınların yaklaşık yarısının cinsel isteğinin azaldığı düşünülür. Erkeklerde de cinsel isteksizlik, yaşın ilerlemesi ile birlikte azalır. Cinsel isteksizliğin diğer belirtileri şu şekildedir:
Libidoda azalma
İlişkiden zevk almama
Motive olamama
Cinsel isteksizlik neden olur?
Cinselliği başlatmak için istekli olmamak, partnerden gelen cinsel uyaranlara tepki vermemek olarak da tanımlanabilen cinsel isteksizlik, hem kadın hem de erkeklerde görülebilen bir sağlık problemidir. Cinsel açıdan duyulan istek, yaşın ilerlemesi ile birlikte azalma eğiliminde olsa da bu durum, her yaş döneminde görülebilir. Cinsel isteksizlik nedenleri arasında, cinsellikten utanma, korku, kaygı bozuklukları, cinsel birleşmeyi sağlayamama, ilişki sırasında acı ya da ağrı, uyarılamama, cinsel uyumsuzluk, erkeklerde sertleşme güçlüğü, erken ya da geç boşalma gibi problemler sıralanabilir.

Fiziksel ve psikolojik nedenlere bağlı olarak görülen cinsel isteksizlik, bazı durumlarda sosyal değişimlerden de kaynaklanabilir. Örneğin, yeni bir işe başlamak, işten çıkarılmak ya da terfi etmek, doğum, aile yakınlarından birinin vefat etmesi gibi ani değişimler her iki cins için de cinsel isteksizliğe neden olabilir. Ancak bu durumlar genellikle geçicidir. Cinsel isteksizlik fiziksel ve psikolojik sebeplerden dolayı görüldüğünde genellikle bu durum çok daha uzun sürelidir.

Fiziksel faktörlere bağlı görülen cinsel isteksizlik
Kişinin fiziksel sağlığı ile direkt bağlantılı olan bu durumun pek çok farklı sebebi bulunur. İleri yaş, menopoz, uzun süre cinsel ilişkiye girmemek, kullanılan bazı ilaçlar, başta kalp olmak üzere pek çok organ yetmezliğine bağlı hastalıklar, tiroit hastalıkları, multiple skleroz, parkinson, diyabet, tansiyon, rahim ağzı ve vajen enfeksiyonları, vajinal mantar, kuruluk ve alkol tüketimi sıklıkla cinsel isteksizliğe yol açan fiziksel faktörlerin arasında yer alır. Tüm bunların yanı sıra gebelik, lohusalık ve emzirme dönemlerinde de cinsel isteksizlik oluşabilir. Hormonal değişimler; özellikle süt hormonu olarak bilinen, hem kadın hem de erkeklerde bulunan prolaktin hormon seviyesinin yüksekliği, her iki cinsiyette yaşa bağlı olarak düşen testosteron hormon düzeyi, menopoz döneminde azalan östrojen ve böbrek üstü bezlerinde oluşan bozukluklar da cinsel isteksizliğe yol açabilir. Cinsel organlarda var olan yapı ve fonksiyon bozuklukları, cinsel fonksiyonu etkileyen ürolojik ya da jinekolojik rahatsızlıklar da cinsel istekte azalmaya yol açan fiziksel nedenler arasında yer alır.
Psikolojik faktörlere bağlı görülen cinsel isteksizlik
Psikolojik nedenlere bağlı olarak görülen cinsel isteksizlik, en sık görülen cinsel işlev bozuklukları arasındadır. Öyle ki tüm cinsel isteksizlik vakalarının yaklaşık olarak %99’unu psikolojik faktörler oluşturur. Bu durum evlilik ile ilgili problemlerden kaynaklanabileceği gibi, vajinismus vb. rahatsızlıkların sonucu olarak da görülebilir. Oldukça geniş bir yelpazede yer alan rahatsızlıkların yanı sıra ağrılı cinsel ilişki, cinsel fobi, tiksinti, depresyon ve depresyon ile birlikte seyreden bozukluklar sıklıkla cinsel isteksizliğe yol açar. Özellikle depresyon dönemlerinde cinsel istek tamamen kaybolur. Kişinin cinsel açıdan herhangi bir arzu, istek ve motivasyonu bulunmaz. Aynı şekilde anksiyete ve panik bozukluk vakalarında da kişinin odağı korku ve kaygılara yöneldiğinden, cinsel açıdan isteksiz olabilir. Ağır kişilik bozukluklarından şizoid kişilik, paranoid kişililik ve obsesif kişilik bozukluğu vakalarında da cinsel isteksizlik sıklıkla görülür. Psikolojik faktörlerin tedavisinde kullanılan serotonin düzeyini artıran bazı ilaçların yan etkisi olarak da cinsel isteksizlik görülebilir. Ayrıca hamilelikle ilgili kaygılar da cinsel isteksizliğe yol açabilir. Hem hamile kalabilecek miyim kaygısı hem de ya hamile kalırsam korkusu da bunu tetikleyebilir. Sağlıklı korunma yöntemlerini uygulamak gebelik düşünmeyen bireyler için sonuç verici olabilir. Gebe kalmak isteyenler ise şayet kısırlık ve diğer problemlerle ilgli sorunları varsa tüp bebek nasıl yapılır araştırması yapabilir ve bir tüp bebek merkezine başvurabilir.
Kadınlarda cinsel isteksizlik
Kadınların yaklaşık olarak %33’ü cinsel açıdan isteksizlik duyar. Önemli bir sağlık problemi olan cinsel isteksizliğin temel sebeplerinden biri kişinin, kendi bedenini yeterince tanımaması ve ilişkiden nasıl zevk alacağını bilememesidir. Ayrıca kültürel, ahlaki ve dini değerler kadınlar üzerinde baskı oluşturabilir. Geçmiş dönemde yaşanan taciz ya da tecavüz vakaları da cinsel isteksizliğe neden olabilir. Gebelik korkusu, görev bilinciyle girilen ilişkiler, partnerin erken boşalması ya da sertleşme sorunu yaşaması, kuruluk, cinsel ilişki sırasında duyulan ağrı, menopoz döneminde hormon seviyelerindeki değişim ve bazı ilaçların yan etkileri, cinsel isteksizliğe yol açan etkenler arasında yer alır. İş ve sosyal hayatın oluşturduğu stres de cinsel isteksizliğe yol açabilir. Gebelik korkusu korunmayla gerçekleşen cinsel ilişkilerde en aza yakındır. Ayrıca, korunmasız cinsel birliktelik pek çok cinsel yolla bulaşan hastalığa da yol açabilir, aids belirtileri gösterdikten sonra önlem almak mümkün olmayacağı için cinsel yolla bulaşan hastalıklar söz konusu olduğunda da korku taşınılması normaldir.
Erkeklerde cinsel isteksizlik
Erkeklerde cinsel isteksizlik, hayatın her döneminde zaman zaman görülebilir. Bu durum çoğunlukla stres, alkol kullanımı gibi nedenlerden ötürü ortaya çıksa da kalp ve damar hastalıkları gibi çok daha ciddi sağlık problemlerinden de kaynaklanabilir. Diyabet, böbrek ve karaciğer rahatsızlıkları, tiroit problemleri ve ilaç kullanımı gibi nedenler erkeklerde cinsel isteksizliğe yol açabilir. Evlilikte yaşanan tartışmalar ve ileri yaş da cinsel isteksizliğe yol açabilir. Sıklıkla sorulan “Kadınlarda veya erkeklerde cinsel isteksizlik nasıl giderilir?” sorusunun doğru şekilde yanıtlanabilmesi için isteksizliğe neden olan faktörün doğru bir şekilde belirlenmesi ve öncelikle bu sorunun ortadan kaldırılması son derece önemlidir.
Cinsel isteksizlik nasıl tedavi edilir?
Cinsel isteksizliğe sebep olan pek çok metabolik ve psikolojik rahatsızlık bulunur. Tedavi için öncelikle altta yatan sebep araştırılmalıdır. Bu yüzden kişinin, hekime doğru anamnez vermesi son derece önemlidir. Altta yatan sebep, kalp, prostat, nörolojik hastalıklar ya da diyabet gibi metabolik kaynaklı ise bu rahatsızlıkların tedavi edilmesi ile cinsel isteksizlik ortadan kalkar. Ancak cinsel isteksizliğin altında yer alan odak psikolojikse kişinin psikiyatri uzmanı ile görüşmesi ve bu konuda yardım alması gerekir. Tedavi süresi boyunca eşlerin birbirini zorlamaması ve sabırlı olması da son derece önemlidir.

Eğer siz de cinsel isteksizlik sorunu yaşıyorsanız, altta yatan sebeplerin araştırılması ve uygun şekilde tedavi edilmesi için hekime başvurmayı ihmal etmeyin.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Pek çok toplumda ve inanışta dürüstlük ahlaki açıdan en önemli erdem olarak kabul edilmektedir. Genel kabul edilen görüş yalan söylemenin sadakatsizliği beraberinde getirdiği ve ilişkilere zarar verdiğidir. 

Yalan söylemek bilerek ve isteyerek yanlış ifadede bulunmaktır. Genellikle gerçeği söylemenin yaratacağı sonuçlardan kaçınmak için yalan söylenir. Çocukluktan itibaren yalan söylemenin doğru olmadığı öğretilse de her insan yalan söyleyebilir. Yapılan araştırmalar normal insanların günde en az 1- 2 kez yalan söylediğini göstermektedir. İnsanlar yalan söyleyerek hem kendi çıkarlarını korurlar, hem de diğer insanlarla ilişkilerini devam ettirirler. Yalanı detaylı olarak inceleyen araştırmacı Bryant (2008),  niyet, sonuç, fayda sağlayan kişi, doğruluk ve kabul edilebilirliğine göre gruplara ayırmıştır. Bryant’ın çalışmasına göre yalan:

Gerçek yalan: Kötü niyetli ve aldatıcıdır. Vahim sonuçlar doğurabilir. Yalan söyleyenin kendisine faydası vardır. İçinde gerçeklik barındırmaz ve kabul edilemez. Yalan söylenilen kişiye zararı olması, karşılıklı ilişkileri ve güveni zedelemesi nedeniyle yalanın olumsuz türü olarak değerlendirilebilir.

Beyaz yalan: Hilesiz ve iyi niyetle söylenir. Başkasını üzüntüden, sıkıntıdan ve / veya olumsuzluktan kurtarma amacıyla söylenen genel olarak başkasının yararını göz önünde bulunduran, doğru olmayan ifadelerdir. Sonuç zararsızdır. Karşı tarafı koruyucu özelliği vardır. Biraz yalan biraz gerçektir (kıvırma). Kabul edilebilir niteliktedir.

Gri yalan: Niyet belirsizdir, iyi veya kötü niyetle söylenebilir. Sonucu belirsizdir yani farklı sonuçlar doğurabilir. Yalandan elde edilen fayda belirsizdir. Doğruluk düzeyi belirsizdir. Sonuç yoruma bağlıdır. Bazen iyiye bazen kötüye yorumlanabilir. 

Patolojik yalan, yalan söyleme alışkanlığıdır. Psikiyatride mitomani olarak tanımlanır. Hastalığa sahip kişilere mitoman denir. Mitomani yunanca muthos (efsane) ve latince mania (delilik) kelimelerinin birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Psikiyatride pseudologia fantastica olarak da adlandırılmaktadır. Mitomani hastaları yeteri kadar araştırılmamış ve anlaşılmamıştır. Mitomani hastalığı ilk kez 1891 yılında Alman doktor Anton Delbrueck tarafından tanımlanmıştır. O zamandan beri üzerinde çok fazla çalışma yapılmış bir konu değildir. 

Mitomani hastasının özellikleri nelerdir?
Mitomanya hastaları yalan söylediklerinin farkında değildirler. Düşünce tarzlarına ”büyüsel düşünce” denir. Hayal gücüyle ürettikleri düşüncelerin gerçekliğine inanırlar. Çocuklarda normal karşılanan bu durum yetişkinler için patolojiktir. 
Normal insanlar yalan söylediklerinde utanç ve suçluluk duyabilirler ancak mitomanlarda böyle bir durum yoktur.
Çoğu zaman çok güzel ve etkileyici fantastik yalanlar söylerler. Gerçekle fantazi iç içe geçtiğinde inandırıcı olabilirler.
Yalan söyleyerek kendilerini önemli bir insan veya kahraman gibi gösterirler.
Çoğu zaman kendi yalanlarına inanırlar.
Eski yalanlarını desteklemek için sürekli yeni yalanlar uydururlar.
Çoğu zaman yalan söylemenin bir amacı olmayabilir. Yani yalan söyleyerek kar elde etmezler. 
Bazen kendilerini suçlayıcı ve zarar verici olabilirler.
Genel toplumda görülme oranı 1000 kişide 1 dir. Erkeklerde ve kadınlarda eşit oranda görülür. 
Gelişimi 15-16 yaş gibi ergenlik çağından başlar ve tedavi edilmezse erişkinlik dönemine kadar devam eder. 
  • Mitomani hastaları çok üstün sözel yeteneğe sahiptir.
  • Mitomani hastaları stresli durumlardan kaçmak için yalanı kullanabilirler. Mitomanlar kendi gerçekliklerinden kopmuş insanlardır. Yüksek kaygılı durumlarda daha fazla yalan söylerler. 
  • Hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik ve intihal suçlarını işleyenler arasında mitomanlar tespit edilmiştir. Özellikle telefon dolandırıcılarının bu gurupta olduğu düşünülmektedir. 
  • Kendilerini olduğu gibi kabul edemeyen, kendine güvensiz insanlardır.
  • Yalanlarını geçmişte yaşadıkları anılar gibi anlatabilirler.
  • Mitoman gerçeği de söyleyebilir ancak öyle bir süsler öyle bir büyütür ki inanamazsınız.
  • Zamanla aile ilişkileri bozulur.
  • Sosyal yalnızlaşma onların kendilerini keşfedilmemiş yetenek olarak görmelerine neden olur.
  • Mitomani hastaları yalan söylemeyeceklerine söz verirler ancak sözlerini tutamazlar.
  • Bazen yalan makinasında yakalanamayabilirler. Çünkü diğer insanların yalan makinasında verdikleri fiziksel tepkileri vermezler.
  • Mitomani hastaları hasta olduklarının farkında değildir. Bu nedenle kendiliklerinden doktora gitmezler. Birlikte yaşadıkları insanlar durumdan rahatsız olup onları doktora götürürler. 
  • Mitomanlar çok övüngen insanlardır

Mitomani psikiyatrik hastalıklar sınıflandırmasında ayrı bir tanı olarak geçmemektedir. Ancak bazı hastalıkların bir bulgusu olabilmektedir. Bu hastalıklar:

  • Bipolar bozukluklar
  • Dikkat eksikliği sendromu
  • Dürtü kontrol problemleri
  • Madde bağımlılığı
  • Sınırda kişilik
  • Narsistik kişilik bozukluğu
  • Takıntı bozuklukları

Mitomani hastaları üzerinde yapılan gözlemlerde bazılarında epilepsi veya EEG bozuklukları, geçirilmiş kafa travması ve aile içinde psikiyatrik hastaların olduğu gözlenmiştir. Mitomani genellikle kişilik gelişiminin en hızlı olduğu ergenlik çağlarında başlar. Tanı ise genellikle 21-22 yaşlarında konur. Mitomaninin kökeninde düşük öz benlik saygısı ve kendine güvensizlik yatar. Bu eksiklikleri kişi yalan söyleyerek doldurmaya çalışır. Çoğunluğunun çalkantılı aile yaşamlarının olduğu tespit edilmiştir. Mitomani hastalarında sahte benlik duygusu, gerçek benliği sahte benlikten korumak için idealizasyon, mükemmellik ve görkem yaratma mekanizmalarını kullanır. Mitomania hastalığının ileri evresi nevroz ve psikozdur. 

Yeteri kadar ruhsal olgunluğa ulaşmamış biri hayatın zorlayıcı durumlarından kaçmak için mitoman haline dönüşebilir.  

Mitomaninin diğer hastalıklardan ayırıcı tanısı nasıl yapılır?

Mitomani bazen kişilik bozuklukları ile karıştırılabilir. Ancak kişilik bozukluklarının aksine mitomanlar yalandan kazanç elde etmeyi ummazlar. Kişilik bozuklukları genellikle çocukluk çağında, mitomani ise ergenlikte başlar. Mitomanlarda kişilik bozukluklarında görülen yoğun duygusal sorunlar görülmez. Mitomanlarda intihar eğilimi gözlenmez. Konfabulasyon hastalığı ile karıştırılabilir. Konfabulasyon masal anlatma ve gerçeği saptırmadır. Bu yönüyle birbirlerine çok benzerler. Konfabulasyonun mitomaniden farkı organik nedenlerle bellekte oluşan boşlukların doldurulmaya çalışılmasıdır. İlk olarak alkol bağımlısı hastalarda tanımlanmıştır. Konfabulasyon Korsakoff sendromu, beyin travması yada ön beyin damarlarının yırtılması sonucu ortaya çıkabilir. Yani mitomaninin aksine organik bir temel vardır. 

Mitomani tedavisi nasıl yapılır?

Tedavi, tedavi gören kişi durumunu kabul ettiğinde en iyi sonucu verir. Kişi tedaviye zorlanırsa, işbirliği yapma olasılığı düşüktür. İdeal olarak, terapideki kişi yardımın gerekli olduğuna inanacak ve değiştirmek için samimi bir çaba gösterecektir. Bir kişi terapistine yalan söylediğinde, tedavi zor olabilir. Terapist bir yalan yakalasa bile, kişi sahtekârlığını kabul etmeyi reddedebilir. Mitomaninin ciddi sonuçlarını en aza indirmeye ve düzeltmeye yardımcı olan 3 tür yöntem kullanılabilir.

  1. Bilişsel tedavi: Bilişsel tedavide amaç mitomanlardaki düşük öz saygının ve kendine güvensizliğin kökenini bulmaktır. Daha sonra tespiitler üzerine gidilir ve terapi başlar. Bireysel yada gurup tedavisi tercih edilebilir. Çiftlerin birlikte tedavisi olumlu sonuçlar verir. 
  2. İletişim: Mitomani tedavisi orta, uzun vadeli bir iştir. Hastanın terapistine güvenmesi gerekir. Hem psikiyatrist hemde yakın aile bireyleri sabır, şefkat ve azim göstermelidirler.
  3. İlaç tedavisi

Adli yönden mitomani

Yalan söylediği saptanan sanığın normal bir yalancı mı mitomani hastası mı tespit edilmesi gerekir. Bireyin davranışları üzerinde kontrol sahibi olup olmadığı çok önemlidir. Mitomani hastaları arasında hırsızlık, dolandırıcılık ve intihal gibi suçlara karışanlar vardır. Yakın çevrenizde yukarıda anlattığım özellikleri gösteren insanlar varsa bir psikiyatriste görüşmesini sağlayınız. beraber olduğunuz insanda bu belirtileri görüyorsanız onu terapi esnasında yalnız bırakmayınız, sabırlı ve anlayışlı olunuz. Sağlıklı günler dileriz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Sosyal psikolojinin bize söylediği gibi, insanlar kategoriler yaratır ve diğer insanları bu kategorilere göre böler. Başka bir deyişle, milliyet, etnik köken, din, cinsiyet, tercih ve benzeri kavramlara dayanan gruplar oluşturuyoruz. Bu, bazı insanların aynı grupta olacağı ve diğerlerinin olmayacağı anlamına gelir. Bu, grup içi bir önyargıya yol açar. Grup içi kayırmacılık olarak da adlandırılan grup içi önyargı, insanların gruplarının üyelerini grup dışındaki insanlardan daha fazla tercih etme veya onlara daha fazla değer verme eğilimi olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle, gruba ait olmayan insanlardan ziyade grup içindeki insanları tercih ederler.

Grup içi önyargı, gruplar arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak kabul edilir. Bu, gruplar arasındaki farklı çıkarlardan veya uyumsuz hedeflere sahip olmaktan kaynaklanır. İki grup aynı hedeflere sahip olabilir, ancak biri hedefe ulaştığında bu diğer grubun ulaşamayacağı anlamına gelir. Futbol bu kavrama mükemmel bir örnektir. Futbol taraftarları takımlarıyla özdeşleşir, bu nedenle kendi takımlarının taraftarlarını içeren ancak diğer takımların taraftarlarını dışarıda tutan bir kategori oluştururlar. Öte yandan, bir futbol liginde amaç şampiyonluğu kazanmaktır. Ancak şampiyonluğu sadece bir takım kazanabilir. Bu nedenle, rakip takımlar, sizin taraftarı olduğunuz takıma kıyasla kazanmak için daha fazla fırsatları olduğunu düşündüğünüz için bir tehdit oluşturuyorlarsa, diğer takımların taraftarlarıyla bir çatışma yaşarsınız.

Çatışma az ya da çok şiddetli olabilir. Bu, grubunuzla olan katılımınıza ve diğer faktörlere bağlıdır. Grup içi önyargı ile ilgili olarak tutumlarımız, algılarımız, tercihlerimiz ve hatta davranışlarımız değişecektir. Örneğin, diğer takımların taraftarı olan insanları daha az arkadaş canlısı olarak göreceğiz. Bu da bizim onlara kötü davranmamıza, takımımızın taraftarlarına ise daha iyi davranmamıza neden olur.

Bu konudaki araştırmalar, grup içi bir önyargının ortaya çıkması için çıkarların çatışmasının veya bir anlaşmazlığın gerekli olmadığını göstermiştir. Diğer grupların üyeleri her zaman kötü muamele görmese de, grup içi önyargı her zaman ortaya çıkar. Tercih yapmamız gereken her durumda ait olduğumuz grubumuzu destekleriz. Bu araştırmalar ayrıca grup içi önyargının arkasındaki nedeni açıklamayı da başardı. İnsanların kendileri hakkında olumlu bir kavram ve imaja sahip olmak ve bunu sürdürmek için motive oldukları gerçeğinden yola çıkarak, insanların kısmen ait oldukları gruplar tarafından tanımlandığını görüyoruz. Bu nedenle, bir kişi iyi bir imaja sahip olmak istiyorsa, grubunun imajını da olumlu hale getirmelidir. Sonuç olarak, insanlar ait oldukları grupları olumlu bir şekilde değerlendirmeye motive olurlar.

Öte yandan, olumlu grup ayrımı arayışı sonucunda grup içi önyargı üretebilmek ve algılarımızı, değerlendirmelerimizi ve davranışlarımızı değiştirebilmek için dört koşulun gerçekleşmesi gerekir:

  • İnsanlar gruplarıyla özdeşleşmeli ve bu kimliği kendilerine ait imajı tanımlamak için kullanmalıdır.
  • Önemli olarak kabul edilen bir özelliğe dayanarak gruplarını diğerleriyle karşılaştırmaları gerekir.
  • Gruplarını karşılaştırmaları gereken grup önemli olarak algılanmalıdır.
  • Karşılaştırılan grupların gerçek konumları bir miktar belirsizliğe tabi olmalıdır.

Kısacası, bir gruba ait olmanın her zaman fark etmediğimiz sonuçları vardır. Grubumuzun üyelerini diğer grupların üyelerinden daha fazla tercih etmek bunlardan biridir. Bu nedenle, grupla özdeşleşmenin etkilerini bilmek, onun üzerimizdeki etkisini yönetmeye yönelik ilk adımı temsil eder.

Psikolog Roberto Muelas Lobato

Şiddet Öğrenilir… Fakat Öğrendiğinizi Unutmak da Mümkündür

İnsan bilimleri yirminci yüzyılın ortalarındaki şiddet kavramını araştırmaya başladığından beri her araştırmanın üzerinde durduğu tek bir soru vardı: İnsanlarda şiddet  içgüdüsel midir yoksa sonradan mı öğrenilir? Bu konuda birçok hipotez ortaya atıldı. Ancak, net olarak bildiğimiz tek bir şey var: insanoğlu tüm kültürlerde ve tarihin tümünde hep saldırgan davranışlar göstermiştir.
Bu konu hakkındaki endişelerimiz son yıllarda daha da artmaya başladı. Dünyada yaşanan savaşlar, insanoğlunun birbirine ne kadar zarar verebileceğini ve bunun bir sınırı olmadığını bize gösterdi. Bununla beraber daha birçok gerçek yüzünden içimizi korkular kapladı.
“Şiddet başkalarının ideallerine karşı duyulan korkudur.” Mahatma Gandhi

Saldırganlık kavramının bu denli olumsuz bir anlam ifade etmesinin sebebi tarihte gördüğümüz olaylara dayanıyor. Ancak bu her zaman böyle değildir. Hatta saldırganlığa tepki gösterme ya da geri saldırma yetimiz olmasaydı insan türü olarak hayatta kalmamız mümkün olmazdı. Fakat insanlar saldırganlıkta artık fazla ileri gitti ve bizi asıl endişelendiren de budur.

Saldırı ve şiddet, farklı iki kavram
Bazen saldırı ile şiddetin aynı anlama geldiğini düşünüyoruz, fakat bu yanlıştır. Saldırmak içgüdüsel olarak gelir. Bununla doğarız ve zihnimize yerleşmiş bir şeydir. Bizim farkında olmadığımız otomatik olarak gelişen birçok fiziksel ve kimyasal süreçlerin yarattığı bir tepkidir

Saldırganlık biyolojiktir. Tehlike ile karşılaştığımız zaman bizi alarma geçirir. Gerektiğinde ve çevreye uyum sağlamak için kendimizi savunmamıza yardım eder. Örneğin, bizi itmeye çalışan birine agresif bir tepki vermek gayet normal ve sağlıklıdır. Tehditlere karşı gösterdiğimiz saldırganlık da hayatta kalma içgüdüsü dediğimiz kavramın bir yansımasıdır.

Şiddet ise kültürel bir olgudur. Kişi, hayatta kalmak gibi objektif bir ihtiyaç söz konusu olmasa da başkalarına zarar vermeye eğilimli davranışlar gösterir. Şiddet göstermek insana özgü bir şeydir; başka hiçbir hayvanda böyle bir eğilim yoktur.

İşte bu yüzden şiddetin öğrenilen bir davranış olduğunu söylüyoruz. Saldırmak içgüdüsel, şiddet ise semboliktir. Bu da demek oluyor ki hayatımızı korumamız gerektiğinde saldırgan bir tepki vermenin kalıtsal olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ancak başka sebeplerden dolayı başkalarına zarar verme arzusu ve eğilimi sonradan öğrenilir. İyi haber ise bunu öğrendiğiniz gibi unutmanız da mümkündür.

Şiddeti öğrenmek ve öğrendiğini unutmak

Şiddete eğilimli insanların neredeyse hepsi bu davranışlarını yanlış sebeplere dayandırır. Çoğu kendini savunmak ya da karşısındakine olumlu bir şey öğretmek veya doğru olduğuna inandığı bir fikir aşılamak için bir başkasına zarar verdiğini iddia eder. Ayrıca kurbanın kışkırtıcı davranışlarda bulunmakla suçlanmasını da sıkça görürüz. Bunu dini ya da politik bir amaca hizmet etmek için yaptığını savunan da birçok kişi vardır.

Bu yanlış inanışların ardında yine yanlış olan birçok karmaşık ideolojik yapılanmalar yatar. Şiddet her şeyden önce semboliktir (kültürel) ve fiziksel yansıması sonradan gelir. Örneğin, siyahilerin tüm dünyada köleleştirilmesi fikri ilk başta ruhları olmadığına inanılmasıyla ortaya çıktı. Onların “aşağılık” ve “vahşi” davranışları üzerine birçok “bilimsel” kitap yazıldı. Köleliği savunanlar siyahilere gösterdikleri şiddeti işte bu şekilde meşrulaştırmıştı. Aynı durum kadınlarla ve yerli halkla da yaşandı, şimdi ise hayvanlarla aynı durum söz konusu.

İnsanlar “kendini savunma” gerektiren durumlarda kullanılan şiddetin kabul edilebilir olduğunu söyler. Ancak, bu savunmanın  içinin boş olduğu durumları da çok görürüz; yani aslında ortada bir tehdit olmadığı durumlar. Diğer gerekçeler ise dinle ilgilidir: bazı kutsal kitaplarda kadınlar, erkeklerin varoluşunu kötü etkileyen bir dert kaynağı olarak gösteriliyor.

Aynı şekilde, birçok savaşın çıkma sebebi de tarafların karşılıklı olarak birbirilerinin tanrısına karşı çıkmasıydı; kendi tanrısına inanmayan herkesi dünyadan silmek istediler. Ayrıca sizin de gördüğünüz ya da duyduğunuz gibi, insanların şiddet içeren hareketlerini kendi kişisel “kanaat”lerine dayandırarak haklı çıkarmaları çok sık rastladığımız bir durumdur.

Şiddetin sona ermesi
Bu yüzden şiddeti akıldan çıkarmak gerekir, yoksa bu durum aynı şekilde devam edecektir. Bireysel silahlanma yasaklanabilir ya da fiziksel şiddet gören birini içinde bulunduğu durumdan kurtarmayı başarabiliriz. Ancak kişi karşısındaki insana saygı duymadığı sürece şiddet tekrarlanacaktır. Fiziksel olmayan şiddet de vardır; mesela sert eleştirilerde bulunarak, kırıcı bir şekilde alay ederek ya da soğuk bir tavırla kayıtsız kalarak da şiddet uygulamış olursunuz. Özetle, agresif duygulardan korkmaya hiç gerek yoktur çünkü bu bizim savunma içgüdümüzün bir parçasıdır. Ancak kendimizi şiddet kullanma dürtüsünden uzak tutmalıyız ki daha fazla şiddete sebep olmayalım.

Araştırmalar, şiddet kurbanı olmanın ya da şiddete tanık olmanın, kişinin gelecekte kesinlikle saldırgan biri olacağı anlamına gelmediğini gösteriyor.

Agresyon ya da saldırganlığın yaralanmalar ve ölümlerle sonuçlanması, saldırgan kişilikli insanların nasıl bu duruma geldiklerinin araştırılmasını çok önemli bir etmen haline getiriyor. Bu sebepten ötürü, bir ilişki içerisinde ve diğer durumlarda şiddetin nasıl doğduğunu anlamak için öncelikle saldırgan kişiliğin nasıl geliştiğini anlamamız gerekir. Ayrıca, bu insanların ilişkilerinde neler deneyimlediklerini anlayabilmemiz de büyük önem taşır.
Araştırmalar, şiddet kurbanı olmanın ya da şiddete tanık olmanın, kişinin gelecekte kesinlikle saldırgan biri olacağı anlamına gelmediğini gösteriyor. Fakat yine araştırmalar, çoğu saldırgan kişinin geçmişinde (%54 oranında) aile içi şiddet durumu gözlemlendiğini gösteriyor.
Saldırgan Kişilikli Olma Hali Çocukluk ve Ergenlikte Gelişir
Bağlanma dünya ile, özellikle hayatımızdaki duygusal figürlerle, bağ kurma biçimidir. Küçük yaştan itibaren herhangi bir tehdit karşısında bağlanma sistemimiz devreye girer. Bu yüzden korku duyduğumuz bir anda, ebeveynlerimiz gibi duygusal figürlerimizin güven veren kollarına sığınırız.
Öte yandan, bu enerji bazen saldırganlığa dönüşebilir. Bu koşullar altında şiddet, duygusal figürlerimizden yardım almak adına onların ilgisini çekmek için kullandığımız bir araç haline gelir.

Sınırda kişilik bozukluğu ve antisosyal saldırganlar duygusal figürleri ile olan bağlarını tanımlayan güvensiz bir bağlanma göstermektedirler. Bu tip bir güvensiz bağlanma biçimi şiddet, aşağılanma ve figürlerle arada bir mesafe olması ile birleşince; kişilik bozukluklarına ve şiddete eğilimli davranışlara yol açabilir.

Dutton’a göre (2003), bu etmenlerin bir araya gelmesi durumu “kimlik bocalaması” ile sonuçlanır. Kimlik bocalaması vakalarında, şiddet ve duygusal uzaklaşma kısır bir döngü haline gelerek ilişkileri yerle bir eder.

Saldırgan Kişiler Geçmişlerinde Ne Gibi Şeyler Yaşarlar?
Bildiğimiz üzere, duygusal figürlerimizle olan deneyimimiz kişiliğimizin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Dutton’a göre (2003), saldırgan kişilerin ailelerinde yaşadıkları şeyler ve bunlar sonucunda yaşanan psikolojik ve fiziksel durumlarla ilgili pek çok örnek bulunmaktadır:
  • Reddedilme ve aşağılanma: Düşük öz güven, öfke, dış faktörleri suçlama, duygusal hakimiyet eksikliği, sık sık şiddete başvurma ve insanlara duygusal olarak uygunsuz biçimde davranma ile sonuçlanır.
  • Güvensiz bağlanma: Oldukça kıskanç ve öfkeli olurlar. Kontrolü elde tutmak isterler.
  • Fiziksel istismar kurbanı olma ya da bu duruma tanık olma: Anılarında şiddet büyük bir yer edinir, sorunları çözmek adına olumlu stratejileri bulunmaz, şiddet kurbanları ile empati kuramazlar ve diğerlerini istismar etmeye eğilimlidirler.
  • Reddedilme, aşağılanma ve güvensiz bağlanma: Şiddet özel ilişkilerinin merkezinde yer alır.
  • Reddedilme, aşağılanma, güvensiz bağlanma ve fiziksel istismar kurbanı olma ya da bu duruma tanık olma: Egoları ilişkileri üzerinden temsil edildiği için hükmeden kişi olmaya çalışırlar, insanlara kötü davranırlar ve insanlara eziyet ederler.

Bu durumlardan ötürü, saldırgan kişinin terk edilme korkusu, onları kontrolü ellerinde tutmaya ve kurban durumundaki kişiye zarar vermeye iter.

Şiddet Konusu Bağlamında Değerlerin Rolü

Güvensiz bağlanma sorunu olan genç bir birey dünyayı algılama biçimini meşrulaştıran bir değerler biçimi geliştirir. Bu sebepten ötürü, bu durum partnerleriyle olan ilişkilerini de meşrulaştırır. Bu değerler aile, akranlar, okul, filmler ve benzeri şeyler aracılığıyla yayılır. Aile içi şiddet ile ilişkilendirilen temel değerler şunlardır:

  • Erkeğin egemenliği: Erkeğin bir şeyleri sağlayan  biri olduğunu, rastgele cinsel ilişkide bulunabilme özgürlüğü olduğunu, partnerinden ev içinde hizmet beklemekte hakkı olduğunu destekleyen Süpermen miti, oldukça yaygın bir mittir.
  • Şiddeti algılama biçimleri: Yaygın görüşlerden bazıları, kötü ruh halinin şiddete sebep olduğu, kıskançlığın erkeklerin doğasında olduğu, bir şeyleri kırmanın saldırganlık olmadığı ve bazen başka alternatifin olmadığıdır.
  • Kadınları konumlandırmaları: Bu tip insanlar kadınların çıkarcı olduklarını, erkekleri para kaynağı olarak gördüklerini, erkeklerin baskınlığından hoşlandıklarını ya da kadınların da erkekler kadar saldırgan olduklarını düşünürler.

Saldırgan Kişilikli İnsanlar Neden Aile İçi Şiddete Başvururlar?

Holma ve araştırma ekibine göre (2006) saldırganlık, şiddeti altı biçimde meşrulaştırır:

  • Şiddetin doğal olduğu düşünülür.
  • Şiddet saldırganın zor durumları yönetememesi ile ilişkilidir.
  • Saldırgan kişilikli insanlar köşeye sıkışmış olduklarını düşünürler.
  • Partnerleri bu saldırgan kişileri üzmüştür.
  • Bir an için kontrolü kaybetmişlerdir.
  • Travmatik geçmişlerini ya da stresli hallerini kendi davranışlarını meşru kılmak için kullanırlar.

Konunun saldırgan kişi karşısında bir savaş kazanmak olmadığını akılda tutmak gerekir. Esas olan bunların herkes için en iyisi olduğudur. Her türlü şiddet kötüdür. Şiddetten yana sorunları olan bir kurban yardım istiyorsa, profesyoneller öz güvenlerini yeniden kazanmaları ve tekrar hayatlarını kontrol altına almaları için yardımcı olabilirler.

Psikolog Beatriz Caballero

Etrafta tonlarca insan olsa bile yardım alma ihtimalinizin neden düşük olduğunu öğrenmek için bu yazıyı okuyun. Bunun sebebi, Genovese Sendromu adlı bir şey.

Genovese sendromu, insanların; bir tehlike altında olan ve yardıma ihtiyacı olan birilerini gördüklerinde neden yardım etmek yerine donup kaldıklarını açıklamak için kullandığımız bir psikolojik fenomenin adıdır. Bu kulağa çok garip geliyor, değil mi?
“Genovese Sendromu” adı, 1964’te Amerika’da gerçekleşen bir suçtan geliyor. Bir adam, düzinelerce tanığın önünde, Kitty Genovese adlı kadını, kadının kendi evinin önünde bıçakladı. Hiç kimse ona yardım etmek için hiçbir şey yapmadı.
Bu o kadar büyük bir şoktu ki, sosyal psikoloji 1968’den beri bu olayın neden gerçekleştiğine dair bir sebep bulmaya çalışıyor. Neden o insanların hiçbiri Kitty Genovese’e yardım etmedi? Araştırma, üzücü bir sonuca ulaştı. Bir suça veya tehlikeli bir olaya tanıklık eden ne kadar fazla insan varsa, insanların yardım etme ihtimali o kadar az; ve bu durumun tam tersi de geçerli. Ne kadar az tanık varsa, şansınız o kadar yüksek.
Genovese sendromu
Kitty Genovese’in cinayeti, 13 Mart 1964’te New York’ta gerçekleşti. Büyük şehirlerde yaşayan insanların yalnızlıklarına ve birbirleri ile ne kadar az ilgilendiklerine dair örnekler hep görülmüştür. Ancak bu dava, büyük şehirlerde fazlasıyla yaygın olan bu ilgisizliğin karanlık tarafının rahatsız edici bir simgesiydi.

Genovese sendromu ile ilgili gerçekler

Polis raporuna göre, olaylar şu şekilde gerçekleşti; Kitty Genovese uzun bir iş gününden sonra evine gidiyordu. Arabasını yaşadığı apartmana yakın bir yere park etti. Arabasından çıktığında, bir adam ona doğru koştu ve onu iki kere sırtından bıçakladı.

Kitty Genovese’in yardım çığlıkları gecenin ıssızlığında kayboldu. Yakınlarda olan kimse ona yardım etmek için herhangi bir şey yapmadı. Birkaç dakika sonra, Kitty’nin saldırganı olay yerinden kaçtı ve Kitty’yi yaralı bir biçimde orada bıraktı.

Birkaç dakika daha geçtikten sonra, saldırgan olay yerine geri döndü ve Kitty’yi yaşadığı apartmanın girişinde yerde yatarken buldu. Sonrasında, saldırgan neredeyse yarım saat boyunca Kitty’yi bıçaklamaya devam etti.

Saldırı sonunda sona erdikten birkaç dakika sonra, bir tanık polisi aradı. İlk yardım görevlileri olay yerine ulaştığında, Kitty Genovese’in hayatının kurtulması için artık çok geçti. Kitty, hastaneye giderken ambulansta öldü.

Genovese’in saldırganı

Polisler Kitty’ye saldıran kişi Winston Moseley’yi birkaç gün sonra bulmayı başardılar. Moseley, bir karısı ve üç çocuğu olan bir tamirciydi. Polis tarafından baskıya alındığında, sadece Kitty’yi değil, onun yanında iki kadını daha öldürdüğünü itiraf etti.

Psikiyatrik değerlendirmesinde nekrofilik eğilimleri olduğu ve antisosyal bir kişiliği olduğu tespit edildi. Bu cinayetler dolayısıyla şartlı tahliyesiz ölüm cezasına çarptırıldı.
Kitty Genovese cinayeti ülke genelinde büyük bir kargaşaya sebep oldu ve çabucak tartışmalara sebep olan bir konu haline geldi. En büyük problem, halk saldırının en azından bir kısmına en az 38 kişinin tanık olduğunu öğrendiğinde ortaya çıktı.
En az 38 kişi Genovese’in başına gelenleri gördü ama bir tanesi bile ona yardım etmek için herhangi bir şey yapmadı. Saldırı sona erene kadar kimse polisi bile aramadı. Ama neden? Neden hiç kimse hiçbir şey yapmadı?
Eğer psikolojiyi bir anlığına kenara bırakır ve sadece ne olduğu ile ilgili düşünürseniz, yarattığımız toplum, inşa ettiğimiz değerler ve unuttuğumuz değerler hakkında şüpheye düşebilirsiniz.
Sorumluluğun yayılması
Kitty Genovese hikayesi gerçek bir harekete sebep oldu ve sayısız psikolojik ve psikososyal çalışma yapılmasını sağladı. John Darley ve Bibb Latané olayı en küçük ayrıntısına kadar inceledi ve sorumluluğun yayılması adlı fenomeni geliştirdi.
Bu fenomen, Genovese sendromuna ya da diğer adıyla seyirci etkisi ile ilgilidir. Basit bir şekilde anlatmak gerekirse, eğer bir kriz anında etrafta bir kişi yerine çok fazla insan varsa birilerinin size yardım etme ihtimali daha düşüktür.
Bu fenomenin temel fikri, bu tip olaylara tanık olan insanların birilerinin olaya müdahale edeceğini var saymasından gelir. Ama problem şudur ki, herkes bunu var saydığında, kimse herhangi bir şey yapmaz. Bu iki bilim insanının yaptıkları etkileyici sosyal çalışma ile ulaştıkları sonuç buydu.
İşte bu fenomenin dayandığı temellerden bazıları:
Oradaki herkesin kimsenin yardım etmiyor olduğunu görmesi. 
Herkesin, etrafta mağdura yardım edebilecek onlardan daha yetkin birinin olduğunu düşünmesi.
İnsanların, etrafta onların müdahale edişini görecek çok fazla insan olduğunu düşünerek müdahale etmekle ilgili güvensiz veya utangaç hissetmeleri.

Sonuç olarak

Yazımızı sonlandırmadan önce, şunu da işaret etmek isteriz: bu fenomenin tam olarak ne demek olduğunu düşündüğünüzde, pasif davranmamızın ne kadar tehlikeli olabileceğine dair bir fikir edinmelisiniz.

Eğer, dünya vatandaşları olarak, bu gerçeğin farkında isek ancak bununla savaşmak için hiçbir şey yapmıyorsak, herhangi birimiz kendimizi yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek için hiçbir şey yapmadığımız bir durumda bulabiliriz.

Genovese sendromu hepimiz için, böyle korkunç şeylerin tekrar yaşanmasına asla izin vermemek adına iyileştirmemiz gereken sosyal durumlarla ilgili bir ders yerine geçmelidir.

Psikolog Maria Prieto

Genovese Vakası, Sosyal Psikolojide Bir Dönüm Noktası

Genel olarak, empati ve işbirliği özelliklerine sahip, sosyal bir türüz. Ancak, Genovese vakası sosyal psikoloji alanında bir dönüm noktası oldu. Kriz anlarında gerçekten yardım edip etmememizi etkileyen belirli çevresel faktörlerin anlaşılmasını sağladı.

Genovese Vakası

Genovese vakası , Catherine Susan Genovese’nin öldürülmesiyle ilgilidir. Bu olay 13 Mart 1964’te New York’ta yaşandı. Catherine, eşiyle birlikte Queens, New York’ta bir apartman dairesinde yaşayan 29 yaşında bir kadındı. Aynı bölgede bir barda yönetici olarak çalışıyordu.

O akşam Kitty (takma adı) her zamanki gibi gece yarısından sonra işten ayrıldı. Daha sonra evine gitti ve yaşadığı binadan 30 metre uzağa park etti. Dairesine doğru yürürken bir adam onu üç yerinden bıçakladı. Saldırı sırasında kaçmaya çalıştı ve çığlık atmaya başladı.

Birkaç komşusu onun yardım çığlığını duydu. Hatta bazıları pencerelerinden dışarı bile baktılar. Saldırının ardından saldırgan bir otomobille kaçtı. Bazı komşuların polisi arayıp aramadığı bilinmiyor, ama kesinlikle olay yerine gelmediler. Belki de  gerçekten  kimse onları aramadı.

İkinci saldırı
Yaklaşık 10 dakika geçti ve Kitty, binasının girişine doğru sürünmeyi başardı. Ancak, ağır yaralıydı ve kapısına ulaşamadı. Ne yazık ki, saldırgan geri döndü ve onu tekrar bıçakladı. Kadın yerde bırakıldı.
Görünüşe göre, kendini savunmaya çalışsa da başarılı olamadı. O ölürken, katil ona tecavüz etti ve ardından 49 dolarını çaldı.
Suçun bir kısmını gören bir tanık polisi aradı ve polis hızla olay yerine geldi. Ancak, ne yazık ki, Catherine Genovese ambulansla hastaneye giderken yolda hayatını kaybetti. Günler sonra, gazeteci Martin Ginsburg, Cinayeti Gören 38 Kişi Polisi Aramadı adlı bir makale yayınladı. Tanıklara atıfta bulunuyordu.

Makale, gerçeklerin kabaca bir anlatımını yaptı. Tanıkların tepkisine veya tepkisizliğine odaklandı. Yardım isteyen ağır yaralı bir kadından ve onun çığlıklarını duymazdan gelen birçok insandan bahsediyordu. Aslında makale, bir kişinin çığlıkları duymamak için televizyonunun sesini açtığını belirtti.

Apati ve manipülasyon
Genovese vakasından esinlenen iki araştırmacı, sorumluluğun yayılmasına ilişkin teorilerini 1968’de yayınladılar. Seyirci etkisi fikrini ortaya atanlar Darley ve Latane’di. Bu temel olarak, bir suç veya şiddete tanık olan birçok kişi olduğunda, insanların herhangi bir sorumluluk duygusu hissetme olasılığının daha düşük olduğu önermesini desteklemektedir. Bu nedenle, müdahale etmeye daha az eğilimlidirler.
Genel olarak konuşursak, araştırmacılar bunun, insanlar olarak kaynaklarımızı tasarruflu şekilde kullanma eğiliminde olmamızdan kaynaklandığına dikkat çektiler. Buna ek olarak, birçok insan tanıklar arasında her zaman onlardan daha iyi yardım edecek birinin olacağına inanma eğilimindedir. Ayrıca mağdurla özdeşleşmekten kaçınmak ve “sorunlardan kaçınmak” isterler.

Ancak, 2014 civarında uzmanlar, Ginsburg makalesinin birçok yanlışlık içerdiğini keşfetti. Her şeyden önce, 38 tanık yoktu, bu sayı muhtemelen sadece 12 idi. İkincisi, hiçbiri her şeyi görmemişti. Aslında, çoğu Catherine’in bıçaklandığının farkında bile değildi. Üstelik hemen hemen hepsi, adamın sadece ona vurduğunu ve hayatının tehlikede olmadığını düşünmüştü. Evlerinin konumuna göre, anlatımları güvenilirdir.

Bu bizi büyük şehirlerin bizi insanlıktan çıkardığı sonucuna götürüyor. Ayrıca, şiddet haberlerinden yararlanmaya çalışan bir basın sektörü var. Daha büyük bir etki yaratmak için kanlı ve aldatıcı bir şekilde buna odaklanma eğilimindedirler. Sonuç olarak, bu sayede daha geniş bir kitleye ulaşırlar.

Comments are closed.