logo

İnsanlar kendi kendilerinin aleti oldular.

Trans-hümanizm, elbette diğer her alanlarda olduğu gibi kötü kişilere hizmet etme olasılığına da açıktır. Özellikle gelecekte, yapay zekâ ve ölümsüzlüğü bir devlet teşkilatı içinde kontrol altına alma durumu, belki de tek tür robotların ortaya çıkmasına sebep olacak, devlet yönetimini elinde bulunduran kişi bütün zekâ kontrolünü kendi elinde bulunduracak ve ölümsüzlüğün bulunması ile de iktidar, devlet yönetiminde elinde bulundurduğu kontrolü ve gücü asla bırakmak istemeyecektir. Kendi iktidar ve çıkarına göre kendi adaletini kurma çabasına girişecektir. Nitekim bu düşünceyi savunanlar trans-hümanizmi ‘insanoğlunun en cesur, yaratıcı ve idealist amaçlarını temsil eden bir hareket’ olarak tanımlanırken, bu hareketin karşıtları trans-hümanizmi ‘dünyanın en tehlikeli fikri’ olarak görmektedirler.

Trans-hümanizm teriminin ilk kullanıldığı tarih 1957’ye kadar uzansa da terimin çağdaş anlamı 1980’lerde California tabanlı bir grup gelecek bilimcisi, bilim adamı ve sanatçının o zamana kadar olan gelişmeleri düzenleyip trans-hümanist hareketi oluşturmasıyla başlar. Transhümanist Düşüncenin Tarihi” isimli makalesinde filozof Nick Bostrom, söz konusu akımın yeni yetenekler kazanmayı ifade eden antik temellerinin mitsel düşüncede yerini bulduğunu belirtir. Ne var ki, Bostrom bu akımın daha sonraki evrelerini Rönesans ve Aydınlanma Çağı’na dayandırır. Transhümanist kavramların 20. yüzyılda doğrudan ve etkili bir habercisi ise John Burdon Sanderson Haldane’in 1923 yılında yayınladığı makalesi Daedalus: Science and the Future ‘dır. Haldane bu makalesinde genetik ve diğer gelişmiş bilimlerin insan biyolojisine sağlayacağı büyük faydalardan söz etmiştir.

Trans-hümanizm, insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin artırılması, yaşlanma ve hastalanma gibi istenmeyen yönlerinin ortadan kaldırılması, zeki yaşamın mevcut insan formu ve kısıtlamalarının ötesinde devam edebilmesi amacıyla bilim ve teknolojiden faydalanılması gerektiğini öne süren bir düşünce hareketidir. Trans-hümanizm, nano teknoloji, gen kodlama, yapay zekâ vb. gibi ileri teknolojilerin insan üzerindeki detaylı bir biçimde kullanılmasını destekleyen kültürel bir hareketliliktir.

Trans-hümanizm düşüncesini savunanların asıl amacı; insanları fiziksel ve bilişsel olarak geliştirip, bir anlamda insanlığın yaşam sınırlarını daha iyiye doğru genişletmektir. Gelişen teknoloji ile birlikte insanoğlunu daha uzun ömürlerde ve hastalıksız olarak yaşatmayı planlar. Diğer bir deyişle amaç, insan yaşamı ile insan olmayı daha da iyileştirmek ve bunu da aşkın bir yolla yapmaktır. Kısaca trans-hümanizm; hastalıkları, genetik risk faktörlerini, yaşlanmayı, engelleri, yetersizliği hatta ölümü ortadan kaldırmayı amaçlar.

Hümanizm, insanların hayat kalitesiyle ilgilenmekle sınırlıyken trans-hümanizm düşüncesinin temel anlayışı yaşlanma, hastalanma gibi insan bedeninde istenmeyen tüm olguları ortadan kaldırmak, insan ömrünü olabildiğince uzatmak ve hatta ölümsüzlüğü bulmaktır. Hümanizm, insanın temel ihtiyaçlarından biri olan toplum içindeki bireyi temel alan her şeyi insanın hak ettiği biçimde yaşaması gerektiğini savunan düşünceyken, trans-hümanizm için sadece insanca yaşamakla yetinmeyip teknolojik olanaklar el verdiği sürece, insanın ve insan oğlunun daha üst düzeylere çıkmasının mümkün olduğunu savunan düşüncedir.

Günümüzde görüntü işleme çalışmalarında en aktif kullanılan kütüphanelerin başında gelmektedir. İçerisinde bir çok hazır fonksiyon bulundurması sebebiyle hızlı bir şekilde proje gerçekleştirilebilir. Aynı zamanda C++, Java, Python, C#, MATLAB gibi farklı programlama dilleri içerisinde  kullanılabilmesi en büyük avantajlarından biridir.

İnsansız hava araçları, görüntü ile hedef takibi yapan roketler gibi araçların bünyesinde bulunan donanımlar, görüntü işleme sonucu elde edilen veriler doğrultusunda hareket gerçekleştirir. Diğer alanlardan bazıları ise şu şekildedir:

  • Uydu görüntüleri üzerinden nüfus yoğunluğu, çevre kirliliği gibi çevresel durumların tespiti
  • Hava Gözlem Ve Tahmin
  • Güvenlik Sistemleri
  • Kriminal Laboratuvarlar
  • Uzaktan Algılama Sistemleri

Görüntü işleme teknikleri sayesinde bir çok hastalığın teşhisi gerçekleştirilebilmektedir. Doğum öncesi fetüsün oluşumu ve takibi, tıbbi görüntülerin incelenmesi ,şüpheli dokuların belirgin hale getirilip uzmanlara doğru tanı koyabilme olanağı tanıması, meme kanserinin erken teşhisi gibi alanlarda görüntü işleme teknikleri kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra beyin görüntüleme, kemik şeklinin ve yapısının analizi, kanser tanısı koyma ve tümörü fark etme gibi işlemlerde tıp biliminde kullanılabilmektedir.

Tespit edilecek cisme göre gerekli yöntemler ve algoritmalar kullanılarak görüntü üzerinden herhangi bir cismin tespiti ve takibi gerçekleştirilebilir. Örneğin yurt dışında  bir çok ülkede suçluların tespiti bu yöntem ile gerçekleştirilmektedir. Mevcut olan kamera düzeneklerinden alınan görüntüler üzerinden her hangi bir insanın tespiti sağlanabilir. Bunun dışında trafik alanında da kullanımı mevcuttur. Trafik içerisinde bulunan araçları sayabilir ve araçların hızı ölçülebilir. Bu sayede trafik yoğunluğu olma ve ya aşırı hız yapma gibi durumların tespiti gerçekleştirilip merkeze gerekli bildirimler yapılabilir.

Alınan görüntülerde gürültü olarak adlandırılan ve görüntü üzerinde bozulmalara neden olan bazı istenmeyen yapılar bulunabilir. Bu gürültülere örnek olarak tuz-biber gürültüsü, gauss gürültüsü, shot gürültüsü verilebilir. Görüntü işleme teknikleri içerisinde bulunan mean (ortalama) filtre, medium (ortanca) filtre gibi tekniklerle görüntü daha kaliteli ve gürültüsüz hale getirilebilir. Bu sayede görüntü üzerinde daha doğru sonuçlar elde edilecektir.

Görüntü işleme teknikleri kullanılarak yapılabilecek işlemlere göz atacak olursak şunları görebiliriz;

Görüntü üzerinde bulunan gürültülerin arındırılması ve temiz bir görüntü elde edilmesi. Görüntü üzerinde bulunan ve insan algısının görmekte zorlandığı nesnelerin tespiti. Görüntünün daha kaliteli bir hale getirilmesi. Görüntü üzerindeki farklı nesnelerin birbirinden ayırt edilmesi. Nesne takibi yapılması.

Görüntü işleme, elimizde bulunan görüntüden anlamlı ifadeler çıkarmamıza yarayan işlemler bütünüdür. Bu işlemler, görüntüyü oluşturan pikseller üzerinde gerçekleştirilecek matematiksel işlemler sayesinde gerçekleştirilir. Görüntü elde edildikten sonra, yapılması istenen göreve göre bir algoritma tasarlanır ve görüntü bu aşamalardan geçerek istenen görevi yerine getirir.

Görüntü, sürekli gibi görünse de aslında parçalardan oluşan yapılardır. Bu parçalara ise piksel denmektedir. Her görüntü, iki boyutlu piksel dizisidir. Kameralarda görünen 1280 x 7201920 x 1080 gibi sayılar ise görüntünün çözünürlüğünü göstermektedir. Aslında bu sayılar, görüntü üzerindeki yatay ve dikey uzunluklarda bulunan piksel sayısını ifade etmektedir.  Her bir piksel, RGB denilen ve üç ana renk olan kırmızı, mavi ve yeşil renklerinin yoğunluklarının ayarlanmasıyla elde edilen farklı renklerden oluşurlar. Bu sayede, farklı görüntüler elde edilir ve bu görüntüler bilgisayarların anlayabileceği şekilde ‘0’ ve ‘1’ ler ile ifade edilirler.

Kameraların hayatımıza girmesi ile birlikte, içinde bulunduğumuz anı ölümsüzleştirmek amacıyla çok rahat bir şekilde telefonumuz ile görüntü ve ya video alıyor ve o dosyaları geçmişimize ayna tutması için hatıra olarak saklıyoruz. Aradan yıllar geçse bile eski resimlerimizi kurcalayıp birkaç dakikalığına da olsa geçmişe gidiyor ve eski anılarımızı hatırlıyoruz. Peki kamera vasıtasıyla aldığımız görüntüler sadece bu amaca mı hizmet ediyor? Tabii ki cevap “Hayır”.  Günümüzde gelişen teknoloji ile alınan görüntüler, görüntü işleme teknikleri kullanılarak mühendislik ve bilim alanında etkin bir biçimde kullanılıyor. Görüntü işleme teknikleri ile nesne bulma, uzay ortamında konum bulma, düşman tespiti gibi bir çok işlem yerine getirilebilir. Talha Sevinç

Modern oyun sistemleri, insan hareketini tanıyan ve bilgiyi ekranda canlandırılmış figürler tarafından gerçekleştirilen hareketlere dönüştüren bilgisayarlı görü robotlarını içerir. Kinect® teknolojisi, oyun alanına kızılötesi bir lazer ızgarası yayan bir cihazdan oluşur. Cihazda bulunan hareket sensörleri, cihaza doğru yansıyan ışınları algılar. Yazılım bu sinyalleri gerçek zamanlı olarak ve üç boyutlu modellerde yorumlar. Ardından program bu hareketleri ekrandaki insani temsillere aktarır.

Video gözetim sistemleri, hareket izlemeyi gerçek zamanlı olarak analiz edebilen bilgisayarlı görme robot yazılımı ile video kameraları, belirli bir bölgeyi izler. Yazılım başlangıçta hareketli ve sabit nesneler arasındaki farkı öğrenir. Program daha sonra insan ve insan dışı hareket arasında ayrım yapar. Son olarak, programlar normal ve anormal yürüme düzenleri veya kendine özgü uzuv hareketi arasında ayrım yapar.

İki boyutlu üç boyutlu görüntülere dönüştürmek için bilgisayarlı görme robotiği gerekir. Bir nesnenin veya konumun etrafına yerleştirilmiş kameralar, farklı açılardan görüntüleri yakalar. Yazılım daha sonra bu görüntüleri derler ve çok boyutlu bir tasvir oluşturur. Benzer şekilde, bilgisayarlı teknoloji, tıbbi görüntüleme cihazları tarafından yayılan enerji sinyallerini insan vücudunun iç yapılarını gösteren çok boyutlu görüntülere dönüştürür.

Endüstriyel üreticilerin kullandığı bilgisayarlı görme robotikleri genellikle yüksek hızlı video kameralar veya lazer ışınları ile konveyör bandından geçen ürünleri tespit edebilen sensörler içerir. Bu bilgi, maddeleri sayan veya bitmiş ürünün kalitesini kontrol eden bilgisayarlı bir sisteme aktarılır. Bir hata oluşursa, yazılım bir alarmı tetikleyerek yanıt verebilir. Şirketler genellikle sıralama ve paketleme için mekanik etkileşim ile birlikte görüntü tanıma kullanır.

Gerekli yazılım genellikle, genellikle Açık Kaynak Bilgisayarlı Görme Kitaplığı veya Açık CV’den kaynaklanan bilgisayarlı görme algoritmaları içerir. Kütüphane, Intel Corporation tarafından yazılım tasarımcıları için geliştirilen ücretsiz bir veritabanıdır. Bu algoritmaları kullanarak, programcılar nesne tanımayı öğrenen, görsel verileri alan ve genellikle mekanik bir yanıt başlatan bir yazılım oluşturur. Yazılım, bilgileri görüntülere çevirebilir veya belirli bir alandaki bilgileri kaydedebilir.

Bir tür yapay zeka, bilgisayarlı görme robotiği, belirli bir görevi başarmak amacıyla elektronik veya mekanik aygıtları görmeye donatır. Teknoloji, görüntü yakalayan, verileri yorumlayan ve programlanmış bir yanıt veren donanım ve yazılımı bir araya getirir. Bilgisayarla görüş teknolojisi, yorumlayıcı yazılım içeren bir bilgisayara bağlı bir video kameradan başka bir şey içermeyebilir. Daha ayrıntılı bilgisayar görme biçimleri, kızılötesi lazer ağını ve analitik yazılıma bilgi ileten sensör alıcılarını içerebilir. Yaygın olarak kullanılan bilgisayar görme uygulamaları, endüstriyel muayene, tıbbi görüntüleme ve gözetimi içerir.

Casus programlarının sürekli olarak çalışması nedeni ile telefonda bir yavaşlama meydana gelir. Telefon ile hiçbir şey yapmamanız halinde bile oldukça yavaş çalışıyorsa bu casus programının olduğunu gösteren bir durumdur. Casus yazılımları genel olarak sizin verilerinizin yer aldığı bir klasör içerisinde dosyalanır. Telefonun dosya yöneticisi içerisinde bilmediğiniz dosyaları silmeniz işinize yarar. Ancak bu durum telefonunuzu kurtarmanıza yardımcı olmaz. Telefon da casus programının olup olmadığına emin değilseniz o zaman telefonunuza anti virüs programı yüklemeniz yeterli olur. Bu sayede casus programı tespit edilerek silmeniz sağlanır. Eğer telefonunuzda casus programları olduğu yönünde bir şüpheniz varsa telefon rehberinizi yedekleyerek telefonunuza format atmanız ya da telefonunuzu sıfırlamanız telefonunuzu kurtarmak için yeterli bir davranış olur. Bu sayede telefonunuzu casus yazılımından kurtarma durumunuz meydana gelmiş olur. 

Telefonunuza yüklediğiniz uygulamaların arasında sizin yüklemediğiniz ve ne olduğu hakkında bir bilginizin olmadığı uygulamalar varsa onları araştırmanız en iyi yöntem olur. çünkü bazı casus programları kendilerini belli ederler. Casus programları telefona girdiği zaman arka planda sürekli olarak çalışır bu da işlemcinin sürekli olarak meşgul olmasına neden olur. Bu durum da telefonunuzda ısınma meydana gelir. 

Telefona kapanması için bir komut verdiğinizde telefonun kapanma işlemi olması gerekenden uzun sürüyor ise bu casus yazılımının olduğu anlamına gelir. 
Casus yazılım sistemi telefon hareketlerini kontrol etmek için internet üzerinden kullanır. Bu da telefonunuzun internet kullanımında artışa neden olur. Telefonu hiç kullanmadığınız esnalarda telefonunuzdan bildirim sesi geliyor ancak herhangi bir bildirim yoksa bu casus yazılımların telefonunuzda bulunduğu anlamına gelir. 

Casus yazılım telefonda bulunan donanıma bir yükleme yapacağı için RAM de bir şişmeye neden olur. Aynı zamanda bu durum işlemcinin zorlanmasına da neden olabilir. Bu durum da telefonun kendi kendine kapanmasına ya da yeniden başlamasına neden olur. Sizin de telefonunuzda böyle bir sorun varsa o zaman casus yazılımlar telefonunuzu ele geçirmiş olabilir. 

Casus yazılımlar telefon ile yapılan görüşmeleri kayıt eder. Bu nedenle de sizin telefon ile görüşme yaptığınız sırada değişik sesler duyma durumunuz ortaya çıkar. 

Casus yazılımının telefona girmesi durumunda sizden bağımsız olacak şekilde arka plan çalışır. Bu nedenle de şarj sürekli olarak tükenir. Telefonun şarjının normalden hızlı tükeniyor olması durumunda telefonunuzda casus yazılımı olabilir. 

Casus yazılım uygulamaları bilgisayardan sonra artık telefonu da ele geçirmeye çalışıyor. Önemli birçok bilginin yer aldığı telefonlara casus yazılımının girip girmediğini anlamanın farklı bazı yolları vardır. Bu durumların telefonunuzda görülmesi durumunda olay ilgili tam bir bilgi sahibi olmanız gerekiyor. 

Telefonların akıllanması nedeni ile bazı beklenmedik durumlar meydana gelebilir. Telefonun arka ışığının hiçbir şey olmadan yanması, uyarı vermesi durumunda fabrika ayarlarına döndürme denenmelidir. Ancak bu durum yapılmadan önce rehberin yedeklenmesi unutulmamalıdır. 

İnsan herhangi bir konu hakkında yeterince bilgi sahibi değilse veya daha önce emsallerini hiç görmemişse, elbette ilk duyduğunda şaşırıp kalır. Fikir yürütemez, yorum yapamaz, çekimser kalır. Bu herhangi bir seçim yaparken de böyledir, bir soru karşısında cevap ararken de.. Kitap okumak insana çabuk ve kolay karar verme alışkanlığı kazandırır. Çok okuyan biri kelimelerin denizinde daha rahat yüzüyor demektir. Şimdiye kadar birçok olay, hikaye, kurgu okumuştur. Dolayısıyla daha kolay fikir yürütüp, daha rahat karar verebilir.

Aslında her gün gözlerimizin önünde akıp giden muhteşem bir hayat var. Ama biz büyük mutlulukların peşinden koşarken, çoğu zaman küçük mutlulukları kaçırabiliyoruz. İşte kitaplar, hayatın güzelliğinin farkına varmamızı sağlayan yegane araçlardır. Okuduğunuz hikayenin birinde; ekilen bir tohumun çimlenmesi, yeşermesi, büyüyüp altında çocukların oynaması anlatılır. Başka bir hikayede; hasta birinin yenilgiyi kabul etmeyip savaşması, hayata dört elle sarılması ve mücadeleyi kazanması; başka bir öyküde, Afganistan’da okumasına engel olunan bir kız çocuğunun, her türlü engeli aşarak okulunu bitirmesi ve dünyaya sesini duyurması anlatılır. Bu öykülerin kimisi gerçek kimisi kurgudur ama hepsi hayatı daha çok sevmemizi, dört elle sarılmamızı sağlar.

Eğer bir insan söz konusu durum hakkında bilgi sahibi değilse, yorum yapmaz. Konuşmaktan ve tartışmaya girmekten çekinir. Çünkü yeterince bilgiye sahip olmadığından, karşı tarafı ekarte edemeyeceğini düşünür. Oysaki sürekli kitap okuyan biri, az da olsa her konuya hakimdir. Bu durum ise ona özgüven kazandırır. Kendinde her tartışmaya girebilme ve bildiklerini karşı tarafa inandırabilme potansiyelini görür.

Hangi türde kitap severseniz sevin, okuduğunuz her kitap size bir şeyler katacaktır. Örneğin tarih kitapları geçmişte yaşanan olaylara ışık tutarken, felsefe kitapları sizi düşünmeye sevk eder. Düşünen insan öğrenmeye aç insan demektir. Okuduğunuz her kitaptan küçük de olsa bir bilgi edinirsiniz. Bu da zamanla sizin dev bir genel kültür ansiklopedisine dönüşmenizi sağlar. Artık ortamlarda, her konuda yorum yapabilecek kadar bilgi sahibi olup, havanızı atabilirsiniz.
Şimdi sokaktan kimi çevirip sorsak, hayatından memnun olmadığını söyler. Bu memnuniyetsizlik öyle büyük bir alanı kaplar ki… Kimisi dış görünümünden, kimisi yaşadığı hayattan, kimisi ailesinden şikayetçidir. Ve insanoğlunun doğasında olan bir gerçek de şudur ki, herkes yaşadığı acıyı dünyanın en büyük acısı olarak görür. Sonra elinize bir kitap alıp okumaya başlarsınız. Dünyanın herhangi bir yerinde sizle aynı yaşta, aynı özellikte olan birinin hayatta kalabilmek için savaşmak zorunda olduğunu okursunuz. Oyuncaklarıyla oynaması gereken 9 yaşında bir çocuğun, çalışmak zorunda olduğunu, kariyerinin zirvesinde birinin, bir kaza sonucu felç kaldığını öğrenirsiniz. Ve bir anda hayata bakış açınız değişir. Artık daha az şikayet edip, daha çok şükür eden bir insan olursunuz.

Düzenli olarak okumak hayatı sevgiyle doldurur. Okuyanlar, okudukları hikâyelerin içeriğinde biraz mutluluk fark edecekler. Bu küçük sevinçler, insanların hayata daha olumlu bakmasını sağlıyor. Kitap okuyan insanlar bu şekilde hayatı daha çok sever.

Düzenli olarak okumak uyku kalitesini artırabilir. Yatmadan önce okuyan kişiler boş olacak ve kortizol seviyeleri düşecek. Bu durum stresi azaltır, insanların kendilerini daha huzurlu hissetmelerini ve uyumalarını kolaylaştırır. Düzenli okuma, başarının anahtarıdır. Çok okuyan insanlar hayatın her alanında diğerlerinden daha başarılıdır. Kitap okumak, algı ve anlayışı önemli ölçüde geliştirebilir. Bu sayede bir şeyi okuyan kişi onu hemen algılayabilir ve kısa sürede başarısını artırabilir.

Hızlı düşünmek için düzenli olarak kitap okuyun. Kitap okuyan insanların beyinleri her zaman aktiftir. Beynin dinlenmemesi ve sürekli çalışıyor olması, her şeyi daha hızlı düşünmenizi sağlayacaktır.

Düzenli okuma hayatı düzene sokar. Kitap okuyan kişiler, kitap sayısı veya okuyacakları sayfa sayısı gibi hedefler belirler. Bu hedefe ulaşmak için hayatını düzenlemelidir. Düzenli okuyanların hedefleri nedeniyle hayatları daha organize olacak.

Düzenli olarak okumak konsantrasyonu artırır. Kitap okuyan insanlar hemen her ortamda okumak isterler. Her ortamın sessiz ve sakin olamayacağı düşünülürse, gürültülü yerlerde okuyan insanların daha konsantre olması gerekir. Bu durumda konsantrasyonu artıracaktır.
Düzenli okumak en iyi ilaçtır. Kitap okumak, ruhsal problemlerden kurtulmak için en iyi ilaçtır. Kitap okuyan kişiler, kitabın geniş dünyasını derinlemesine okuyarak kafalarındaki tüm olumsuz düşüncelerden kolayca kurtulabilirler.

Düzenli olarak kitap okumak vizyonu geliştirir. Okurlar hangi ortamda yaşarlarsa yaşasın, fırsatları olsun veya olmasın, vizyonları çok geniş olacaktır. Kitaplar, insanların hayata daha umutlu bakmasını ve daha doğru hedefler ve planlar için temel atmasını sağlar.

Düzenli olarak okumak iletişimi kolaylaştırır. Çok okuyan insanlar kendilerini daha doğru ve kolay ifade edeceklerdir. Yeni insanlarla tanıştığınızda düşüncelerinizi ifade etmeniz çok daha kolay. Bu nedenle kurulan iletişim daha güçlü ve daha kolay olacaktır.
Düzenli okumak kendine olan güveni artırmaktadır. İnsanların özgüvenleri genellikle genel kültürleriyle orantılıdır. Bir kişi ne kadar çok bilgiye sahip olursa, sohbetlere ve tartışmalara katılma fırsatı o kadar kolay olur. Çok okuyan insanlar çok fazla bilgi alacak, bu yüzden özgüvenleri artacaktır.

Düzenli okuma, genel kültürü geliştirir. Kitaplar birçok farklı konuda içerik içerir. Farklı tarzlarda kitap okuyan insanlar hemen hemen her konuda fikir sahibidir. Bu şekilde çok kitap okuyan insanların genel kültürü de gelişir.

Düzenli olarak okumak daha iyi konuşmanıza yardımcı olacaktır. Sıradan okuyucular birçok kelimenin doğru yazımını ve telaffuzu öğrenebilir. Ne kadar dikkatli okursanız, kelime hafızanız o kadar doğru gelişim gösterir. Çok kitap okuyarak iyi konuşmaya sahip olabilirsiniz.

Düzenli olarak okumak, insanların hayata ilişkin görüşlerini değiştirecektir. Bugün pek çok insan hayatlarından memnun olmadığını söylüyor. Her zaman herkesin şikayet ettiği sorunlar olacaktır. Kitap okuyan insanlar, farklı okuma içerikleri nedeniyle hayata dair görüşlerini geliştirmiş ve değiştirmiştir. Bu sizi hayatınızdan daha fazla tatmin olmazınızı sağlayacak.
Düzenli olarak okumak empatiyi geliştirir. Çok kitap okuyan insanlar hayatı daha iyi anlar. Okunan her hikaye, başka bir kişinin hayatı hakkında bilgi sağlar. Bu sayede çok okuyan kişiler bir süre sonra insanlara empati göstermeye başlayacak. Düzenli olarak kitap okumak hafızayı güçlendirir. Okumak, insanların beyinlerinin tembelleşmesine izin vermez. Beyin ne kadar çok egzersiz yaparsa o kadar güçlü olacaktır. Okumak sayesinde beynin sürekli çalışarak hafızayı güçlendirir.
Düzenli okumak yalnızlığı ortadan kaldırır. Kitap insanların en iyi arkadaşlarından biridir. En zor zamanlarda bile hemen herkesin yanında taşıyabileceği kitaplar da yanlarında taşınabilir. Okuyan insanlar asla yalnız hissetmeyecekler. Düzenli okuma, yaratıcılığı ve hayal gücünü artırır. Çok okuyan insanlar pek çok yeri seyahat etmiş gibi olurlar. Özellikle fantezi ve bilimkurgu tarzındaki kitaplar insanların hayal gücünü sınırlarını zorlayacaktır.
Kelime dağarcığını geliştirmek için düzenli olarak kitap okuyun. Çok okuyan insanlar çok fazla kelime ve cümle ile karşılaşır. Bu durum günlük hayatta daha fazla kelime kullanmayı kolaylaştırır. Okurken yeni kelimeler öğrenmeye devam edebilirsiniz. Böylelikle kişi konuşma veya tartışmada çok düşünmez, sürekli oluşturulabilecek cümleler bulacaktır.
Düzenli bir şekilde kitap okumak stresin azalmasına yardım olmaktadır. Ne kadar fazla kitap okunursa o kadar fazla cümle ve kelimeyle karşılaşılır. Kitap okuyorken devamlı yeni kelimeler öğrenilir. Böylece bir konuşma ve tartışma esnasında duraksamaz ve devamlı kurabilecek yeni cümleler bulunur.

İnsanların yoğun tempo altında hayat sürmeleri nedeniyle kitap okumak için kendilerine vakit ayıramazlar. Bulundukları yoğun tempo içerisinde kitap okumak için fırsat yaratanlar, çok daha şanslı durumdadırlar. Kitap okumak stres gidermekte ve insanı rahatlatmaya birebirdir. Kitap okumak, pek çok kişi için vazgeçilmez bir tutku haline gelmiştir. Kitapların içinde kaybolan insanlar, gerçek dünyanın stresinden bir an olsun uzaklaşıyorlar. Kitap okumak insanlara birden fazla katkı sağlamaktadır.

Eğitim, ferdin yaşama sanatını idrak edebilmesi için rehber olmalıdır. Alfred North Whitehead
Pergelin sabit ayağını bir noktada tutamadığımız sürece daire çizemeyiz. Düşünce ve eylemlerimizde özden uzaklaştığımız zaman sürekli bir sapma ve sapkınlık hâli yaşar dururuz. Savrukluk ve savrulma hâlinden kaynaklanan sarhoşluk da bizim eşyalar ve şeyler arasında sağlam bağlar kurmamızı engel­ler. Bu da rastladığımız şeyleri düşünüp tartmadan, tanımak için bir uyum süreci yaşayacak kadar zamanı kendimize ayırmadan, verdiğimiz kararların neticesini ‘kötü’ olarak etkileyecektir. Tanrı’yı merkezden uzaklaştıran bir kül­türün aracı olan dijital kültür; yalnız kendi trajedisinin oyuncusunu ve seyir­cisini üretebilir. Bilgemiz Aliya’nın şu belirlemesi ufkumuzu aydınlatabilir: Kültür semadan gelen prologla başlamıştır ve dolayısıyla sema­dan gelen insanın sema ile olan münasebetiyle daima uğraşa­caktır. Din, sanat, ahlak ve felsefe vasıtasıyla… / Aliya İzzetbegovic , Doğu- Batı Arasında İslam, Çev:Salih Uyan,Yarın Yayınları,ist. 2012,s.84
Benzer bir durum televizyon programlan için de uygulanmaktadır. Programların içeriklerine göre “+18 yaş”, “şiddet” gibi kıstasların belirlenmesi bireyin ahlakını korumaktan ziyade sadece psikolojisini gelecekte kabul edile­bilir davranış kalıplarına hazırlamak amacıyla toplumun bilinçaltına yerleştir­me gayreti taşımaktadır. Güya bireyi aşırılıktan sakındırmak amacıyla yapılan bu sınıflandırmanın insanın kişiliğinin çürümesini geciktirmekten başka bir fayda sağlamayacaktır. Sistemli işlenen bu kötülüğe dijital kültürün katkısı insanları oyalama, kandırma ve kanıksatma noktasında olayın vahametini absorbe edici bir tampon olmuştur sadece. Ne yazık ki geniş toplum kitleleri, kendilerine yöneltilen bu hipnozun etkisiyle yaşanan bu başkalaşım trajedisini anlayacak kabiliyetten yoksundurlar. Artık ağrıyan yanlarımız uyuşmuştur. Terry Eagleton’un dediği gibi: Hortlaklara ve vampirlere düşkünlüklerine rağmen, genelde postmodern kültürlerin kötülüğe dair söyleyecek çok sözü yok­tur. Bu belki de postmodern erkek ve kadının -havalı, bağımsız, kaygısız ve merkezlerinden edilmiş insanın- gerçek yıkımın gereksindiği derinlikten yoksun olmasındandır. / Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, İletişim Yayınları, s 19

Hâl böyle olunca sistem, ürettiği bu kötülüğü, yine kendisinin ürettiği kötü bir usulle örtmektedir. Önceleri gıda ve temizlik maddeleri gibi ürün­lerin içeriklerinde sağlığa zararlı katkıların dozlarını ayarlarken “kabul edi­lebilir” olarak adlandırdığı kendince bir standart geliştirmiştir. Bu oransal mantığa göre bir gıda maddesinin raf ömrünü uzatmak için insan vücuduna zararlı olduğu bilinen kanserojen maddenin belli oranda kullanımının bir sakıncası yoktur. Bu anlayışın asıl gayesi üretici firmanın tüzel kişiliğini hukuken koruma altına almaktır. Kişinin şimdilik mağdur olmaması yeterli görülmektedir. Uygulamadan dolayı gelecekte çıkabilecek bir felaket öngö­rülebilir olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.

Bu bağlamda dijital kültür kendinden önce oluşan sanayi kültürünün kötü etkilerini hızlandırarak nerdeyse yeryüzünün tamamına yakınını kuşat­mış ve kapitalist kültür elinde araçsallaşmıştır. Bireye sunduğu imkânlar kış­kırtıcı ve yaşattığı hazdan dolayı da bireysel tutkuları kışkırtıcı boyutlarda­dır. Dijital kültürün kötücül etkilerinin yayılımında reklam sektörü etkin rol oynamaktadır. Bu sektörün kullandığı dil ise pazarlanan nesnenin tanıtımın­dan ziyade, nesneyi kişinin temel ihtiyacıymış gibi hissettirmeye odaklıdır. Her reklam kuşağı toplum için düzenlenmiş bir hipnoz seansıdır adeta. Bu kültürün kullandığı dil ise tam anlamıyla pornografiktir. Pornografiyi sade­ce cinsel birleşimi teşhir etme biçimi olarak düşünmemeliyiz. Seyredenin düşünme melekelerini sadece bir noktaya kilitleyerek, bakışı, gösterilmek istenenin üzerinde sabitleme işidir pornografi. Bu da içinde bulunduğu­muz yüzyılın en ahlaksız, en kötü, en vahşi durumudur. Öte yandan bu dil yalnız reklam dili olarak da kullanılmamaktadır. Basılı ve görsel medyanın ekseriyeti bu dil üzerinden mesajlarını iletmektedir. Birkaç cümlelik haber metninden sonra haberin görüntüsüne kilitlenen toplum, sadece seyreden konumundadır. Seyredilen görüntü vahşet, mahrem ve gayrı insani olabil­mektedir. Özellikle sosyal medyada kontrolsüzce paylaşılan insanlık dışı görüntüler paylaşım rekorları kırabilmektedir. Bir de sosyal medyayı yöne­ten güç, hedeflediği topluluğa manipülatif düşüncelerle hakikatin farklı bir yönünü izaha çalışıyormuş gibi -ilk bakışta yaratıcı bir fikir gibi gelse de- bir­birinden bağımsız ve bağlantısız bir yığın malzemeyi paylaşarak zihnin işle­yişini çirkin bir kurguya teslim etmektedir. Şimdilerde internet trolü olarak da adlandırılan kesimin yaptığı bu işten bencilce bir haz aldığı su götürmez bir gerçektir. Vahşice işlenen bir cinayet ne kadar kötüyse, o cinayetin görün­tüsünü yaymak da kötücül bir eylemdir.

İkinci durumda ise bu kişiyi yaşadığı çevreden koparıp şehirde yaşama­ya mecbur ettiğiniz kişilerden biri olarak düşünelim. Evvela bir adres sahibi olmalı; ev kirası, elektrik, su faturası, gıda ve giyim ihtiyacım asgari düzeyde karşılayabilen bir birey olarak topluma kazandırdınız diyelim. Bu kişi zorla dâhil ettiğiniz toplumun efendileri tarafından tanımlanan alt kültür sınıfının bir üyesi olduğunu bilmeden ölecek belki de… Köyünde üreterek doğal hayatın tüm şartlarım doğuştan kabul etmiş ve ilişkilerini bu yaşam biçimi üzerine kurmuş bu kişiyi yalnızlaştırmak gibi bir kötülüğün içine atıvereceksiniz. Sonrası cebine koyduğunuz birkaç sertifika ve kimlikle yaşamaya mecbur kılmaktan başka ne olabilir ki ona kazandırdığınız? Her iki durumda da çıkar gruplarının kendine biçtiği rolün dışında başkaca bir rol tercihi olmayan bir birey kötülüğe karşı savunmasızdır. Elindeki tüm maddi kazanımlar, büyük sermaye gruplarının, kartellerin biçtiği değerden fazlası değildir. Bu bağlamda düşünce olarak bir banka kurmak emekçiyi faiz kanalıyla ezme; sermaye sahibini ise daha çok zengin etme yönteminin kurumsal karşılığıdır.

Bahse konu olan bu insanın iki şekilde eğitildiğini düşünelim. Birinci durumda bu saf insanı bağlı olduğu toplumdan koparmadan yerinde eğitim verip ona modern aletler kullanmayı öğreterek hayatını çizdiğimiz minvalde sürdürmesini sağlamak. Bu durumda kullanmayı öğrettiğiniz makineyi satın alabilmesi için bu kişinin ya mülkünün bir kısmını satması gerekecek ya da belli bir zaman diliminde ürettiklerinin belki de büyük bir miktarını makineyi aldığı firmaya vermek zorunda kalacaktır. Her iki durumda da sadece üretici olarak yaşayan bu kişi tüketici bir birey olarak tanımlanmak zorunda kalacak­tır. Ayrıca makinenin sarf malzemelerini almak, bakımını yaptırmak, enerji gereksinimini sağlamak için birçok masrafı da dolaylı olarak kabullenmiş ola­caktır. Bu kişi borçlandırıldıysa banka karşısında mükelleftir. Borcunu ödeye­mediği durumda malına el konulması gibi bir riskle karşı karşıyadır. Kapitalist çevre dolaylı telkinlerle daha çok üretmesi, daha çok kazanması, gerektiğim öğütleyecektir. Kişi rekabet etmeyi öğreneceği için, çıkar ilişkilerinin önceden ikincil planda olduğu bir pozisyonda sürdürdüğü hayatım çıkar ilişkilerinin birincil pozisyonda olduğu bir yaşam biçimiyle takas etmiş olacaktır. Şehir onun için modern hayatin elzem kıldığı bir sürü ihtiyacım karşılayacağı bir pazar yeridir. Artık onun da evinin çatışma bir kazıkla sabitlediği uydu yayım alan bir televizyonu, sürekli kapsama alanında olduğu ve bir tip’ adresi ata­narak takip edildiğinin farkında olmasa da bir cep telefonu vardır. Böylece bu birey -önceden saf insan demiştim- dijital kültürün kullanıcı düzeyinde bir üyesidir artık.

Bilgisayarının Ethernet girişinden bir ağa bağlanan kişi uluslararası protokol gereği birçok kural ve kuramlara karşı sorumlu kılınmıştır ve artık bu bilgisayarın da bir kimliği vardır. Batının on dokuzuncu yüzyıldan bu yana kültürünü üzerinde bina ettiği personalizm (kişiselcilik) felsefesi, kişiyi cebren tüm değerlerinden soyarak kurumlar karşısında yeni roller ve yeni değerlerle hızla şekillendirmiş ve onun için birçok kimlik üretmiştir. Birey artık ait olduğu kurumun bir üyesidir. Üyeliğinin delili ise o kuram tarafın­dan sadece ona özgü olmayan (onun gibilerin tümüne verilen) fakat kayıt, seri numarası ve kişisel bilgilerle diğerlerinden ayrılan bir belgeden ibarettir. Öyle ki kişi varlığını, yeteneğini, gücünü bu kimliklerle ispatlar duruma gelmiştir. Bu öyle bir kötülüktür ki kişisel varlığınızın ispatı, kuramsal kim­liğinizin ibrazıyla mümkün hâle gelmiştir. Ayrıca kurumun vizyonu kişinin sadece maddi güdülerini tahrik ettiği için bencil bir rekabetin ortasındadır ve etrafındaki herkes onun gizli veya açık rakibidir. Oysa ülkenin herhangi bir köyünde atalarından elde ettiği bilgiyle sahip olduğu toprağı ekip biçerek ve hayvancılık yaparak geçimini temin eden, belki de modern insandan çok daha fazla mutlu olmayı beceren saf insan, modern insanın taşıdığı kaygı­ların birçoğunu yaşamamaktadır. Hâlbuki modern insan nazarında bu saf insan modern yaşamın gerektirdiği bilgilerden yoksun olduğu için ilkeldir ve cahildir ve hatta kimliksizdir. Onun tez elden eğitilmesi gerekmektedir. Eğitime muhtaç görülen bu insanların ekseriyeti modern sosyolojinin tanımıyla sınırladığı “alt kültür” sınıfına dâhil edilecektir.

Dijital kültür kendini sınırlı bir alanda konumlandırarak sadece o alan dâhilinde etkinliklerini yönetmiyor ya da etkileri etkinlik alanının çok daha uzağındaki bir toplumu etkileyebiliyor. Dijital sistemin hedefinde tüm insan­lık var. Uydu aracılığıyla sınırların ortadan kalktığı bir dünyadan bahsedi­yoruz. Öyle ki “Google Earth” programıyla uydudan, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir insanın alışverişten dönerken çekilmiş fotoğraflarım bir web sayfasında görebiliyoruz. Gerçek sınırların stratejik anlamının dışında hiçbir anlam taşımadığı bir çağda yaşıyoruz. Oysa kültür bir toplumun ken­dini var eden değerleri üreterek oluşturduğu yaşamsal bir sistemdir. Kendi içerisinde de bir otokontrol mekanizması vardır.

Albert Einstein: “İnsan öyle sorunlar üretir ki var olan bilgi birikimiyle bu sorunlara çözüm bulamaz ” der. Modern insanın üretme iştahı dünyayı -belki de evreni- bir çöplüğe çevir­miştir… İmkânlarını, sınırlarını, hızını artırmak adına sürekli insani unsurları, çevreyi, hayatı geriye dönüşü imkânsız kılacak biçimde değiştiren ve yok eden bir anlayış… Eliotun şu belirlemesiyle devam edelim: “‘Kendimi farklı bir insan yapacağım’ diyemediğimiz hâlde, ‘Bu kötü alışkanlığı bıra­kacağım, bu iyi alışkanlığı geliştirmeye çalışacağım’ diyebiliriz. Aynı şekilde toplum içinde -sadece şu veya bu bakımdan- açıkça görülen kusur ve ifratları düzeltmeye çalışacağım; ancak bir şeyi düzeltirken, diğerini bozmayacak şekilde aynı anda pek çok şeyi göz önünde tutmaya çalışmalıyım, diyebiliriz. Hatta bu bile başa­rabileceğimizden daha büyük bir özlemi ifade etmektedir. Çünkü neticelerini önceden görmeden ve anlamadan parça parça yaptığımız şeylerden dolayıdır ki bir çağın kül­türü kendisinden bir evvelki çağın kültürü kadar veya ondan daha farklı olmaktadır.” T.S Eliot, Kültür Üzerine Düşünceler, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987, s.10

Sürekli bir gelişim ve değişimden bahsederken ortaya bir kültür tasav­vuru ve tanımı koymadan, bu ‘dijital kültür’ dediğimiz şeyin alanını belirle­yemeyiz. Belirsizlik de bizi sürekli kötülüğe götürür. Zira insanın ürettiği her şey iyi olarak adlandırılamaz. İcat edilen bir şeyin iyi ya da kötülüğü birey ve toplum üzerinde uzun bir zaman diliminde sınanmış olmalıdır. Ne yazık ki insanoğlu bir toplumu kültürden medeniyete taşıyan gelişmelerin etkilerini ancak deneme yanılma yöntemiyle öğrenmek zorundadır.
Tasarlanan araçların fonksiyonları geliştikçe insanların tecrübi alanda elde ettiği birikimlerim elektronik mimari altyapı­da kurulan dijital ortama taşıma gayreti de arttı. Bilginin elektronik ortama taşınması yazılımlar sayesinde gerçekleşti. Dijital ortamda depolanan bilginin insanların kullanımına sunulması gerekiyordu. Taşınabilen belleklerin yanı sıra dünyadaki bütün bilgisayarları birbirine bağlayabilen bir ağ olan interne­tin gelişmesiyle birlikte bilginin üretimi ve paylaşılması anlık diyebileceğimiz bir hıza ulaştı.
Bilgisayarların hayatımıza girmesiyle birlikte sıklıkla kullandığımız dijital (sayısal) kavramı da handiyse hayatımızın her alanında kendi mantalitesini bize dayatan bir durum arz etmeye başladı. Hayatımızı kolaylaştırmak ya da tasarlayanın amaçladığı doğrultuda farklı bir anlam katmak adına insanın yaşam biçimini değiştirip dönüştüren bir araç hâline geldi. Araç diyorum, zira sayısal dediğimiz kavramın temelinde yazılıp kodlanabilen entegre devreler­den oluşan teknolojik mimari yatmaktadır. Bu teknoloji mekanik altyapıyla birleşti. Doğallıkla makineleşmenin insan hayatına girdiği 18. yüzyıldan bu yana otomatik -kendi kendine çalışan- kavramının sürekli gelişmesiyle bir­likte ‘akıllı’ diye adlandırılarak, insanın düşünce ve eylemlerim taklit eden araçların üretilmesine sebep oldu, insan hayatının hemen her alanına giren bu araçlar ve bu araçlar üzerinden anlam dünyamızda (dilimizde) yer eden sem­boller kendilerine insan hayatının önünde yem bir alan açtılar. Bu alan dijital kültür alanı olarak tanımlanabilir.

Tabiatı yıkmaya, onu gemlemeye, tutsak edip zincirlemeye çalışan zihniyet kendi doğrul­tusunda ilerleyerek tabiatı koruma fikrine varmıştır. As­lında tabiata “hakim” olma fikrinde bir değişiklik yoktur. Tabiata hakim olmanın biçiminde bir değişiklik yapma teklifi vardır. Sanayi olsun, ama denizi kirletmesin, elektronik aygıtlar hayatımızı yönetsin ama aklımızı kaçırmayalım, vahşi hayvanlar yaşasınlar ama, bizim kont­rolümüzde yaşasınlar, sular aksın ama biz istediğimiz için, bizim istediğimiz tarafa aksın, İyi bir göz, bu yakla­şımda tabiatla budalaca bir savaşa girmiş geçen yüzyıllar insanının sahip olduğundan çok daha tehlikeli bir niyeti görebilir. Şerri olduğu kadar, hayrı da insan kay­naklı esaslara oturtmak istiyor bunlar. Bir önemli noktayı da vurgulamak gerek: Tabiatı koruma ideolojisi korunacak tabiatın kalmadığı bir za­manda yaygınlaştırılmıştır. Bugün batılı insan medeni­yetinin vardığı nokta “yapay çevre” olmaksızın bir gün bile yaşanamıyacak bir noktadır. Bu yüzden tabiatı ko­ruma ideolojisi batı medeniyetini yıkmaya yönelmiş sa­yılamaz.

Bugün dünya ölçüsünde bir “tabiatı koruma” ideo­lojisi yürürlüğe girdi. Batılı düşünce içinde yakınmalar, pişmanlıklar, ahlar vahlar pek moda. Medeniyet çok kö­tüymüş de, niye insanoğlu tabiatı bunca tahrip etmiş de, Batı’yı dünyaya egemen kılan temel fikriyat çok yanlış, çok hastalıklı imiş de… Artık ilerlemeyelim diye ter ter tepinen batılı düşünür sayısı günden güne artıyor. Her­kes, Brigitte Bardot’dân, katolik papazlarına kadar her­kes vahşi tabiatın korunması işiyle yükümlü sayıyor kendini. Nesli tükenmekte olan hayvanlar korunmaya almıyor, tarıma açılan topraklarda sınırlamaya gidilmesi isteniyor, ağaçlar için, denizi temiz tutmak için kampan­yalar açılıyor, daha bilmem neler… Tabiatı korumak için yapılan bunca iş, gösterilen (sınırlı da olsa) bunca çaba gereksiz ve kötü mü? İnşaallah gereklidir diye cevap verebiliriz bu soruya. Benim dikkat çekmek istediğim, tabiatı koruma ide­olojisinin tabiatı yıkma ideolojisiyle tıpatıp aynı felsefe­den kaynaklandığıdır. 

İnsan kendi şerefini insan­dan gayri ne varsa onu yenmek, zincirlemek ve kullan­makta aradı ve bunu başardığı oranda güçlü saydı ken­dini, 20. yüzyılın sonuna geldiğimizde vahşi tabiatın da sonu gelmişti. İnsanoğlu kendi için yarattığı yapay çevrenin bir nimet değil bir belâ olduğunu anlamakta gecik­medi. Gerçi insan eli değmemiş tabiat bölgesi kalmamış­tı, ama bir yanıyla ehlileşmiş gibi görünen tabiat ehlileş­tiği İçin tehlikeli olmaya, insanı hem bazı şeylerden mahrum kılmaya, hem de insandaki bazı hayatiyet un­surlarını yıkmaya, çürütmeye yönelmişti. Tabiat, vahşetini görünür sahalardan görünmez bölgelere “gizlilik ve sinsilik’’ alanlarına taşıdı.

Yaşadığımız günlere varan sanayi devrimi insanın kas gücünü en az ölçüde kullanmaya yönelmişti. Makinaların hayatta belirleyici rol oynamalarıyla birlikte “ya­kıt” en önemli enerji kaynağı oldu. Yakıt elde etmek bir yandan tabiattan birşey koparırken, yakıtı kullanmak da tabiatın çehresini bozuyor, kirletiyordu. Yüzyıllar bo­yunca tabiata hakim olmak. Batılı insanın temel felsefesi, sürükleyici kuvveti oldu. İnsan kendine yalnız bir “çev­re” yaratmakla kalmıyor, bütün önüne çıkan yaratıkları kendi emrine almak, kendi keyfince onlar üzerinde ta­sarrufta bulunmak istiyordu.

Kapitalizmin türevi olarak Batı Aydınlanması, geliştirdiği ve kapitalizmin amacına uygun anlamlar yüklediği bilimler sayesin­de, bin yıllık değerleri önemsizleştirmiştir. Bugün Aydınlanmacı tarih, filoloji ve arkeoloji bilimleri, insanlığın binlerce yıllık de­ğerlerini, ölü bir müze kültürü biçiminde algılamamızı öngörü­yor. İnsan, eskiten, tüketen, modasını geçiren bir algı biçiminin kıskacındadır. Ve bu, farkında olmadığımız psikolojik bir sorun­dur.

İnsanlığın alçalmasına yol açan bir başka et­ken olarak “pazar için kitlesel üretim” histerisine gerekçe sağla­yan, sözde “sonsuz ihtiyaçların” deşifre edilmesinde de, bu antikapitalist kavramların olağanüstü bir kolaylık sağlayacağı kuş­kusuzdur. Kapitalizmin kitlesel üretim ve tüketim ahlâksızlığına karşı, geleneğimizin ve tarihimizin kanaat ahlâkı, insanın mad­di ihtiyaçlarının aslında sınırsız olmadığı konusunda, bize yeterli dayanak sunabilir. Burada insanlığın binlerce yıl boyunca, sadece bazı ihtiyaçlarına atfettiği kutsallık sıfatını, ölçüt olarak öner­mek mümkün görünüyor. Kapitalizmin doğurduğu meta fetişiz­mi, insanlığın olmazsa olmaz kutsallarını gölgede bırakarak, asli ihtiyaçlarımızın, sanal ve yapay ihtiyaçlarla yer değiştirmesine yol açmıştır. Veya özünde binlerce gereksiz “produkt” sanki asli bir ihtiyaç gibi algılanır olmuştur. Bu yanılsamanın süreklililiği için, reklamcılık, pazarlama, moda, vb. teknikler geliştirilmiştir. Bu kadarını sezebiliyoruz.

Fakat modern toplumda ekmeğin kutsallığı bir kez yitiril- dikten, nimet dolayısıyla duyulan şükran, bir kez adres değiştir­dikten sonra insan için psikiyatriden başka sığınacak liman kal­mamıştır. Psikiyatrinin bu modern toplum bilimi olarak ortaya çıkışı bu noktada ayrıca kayda değer. Sözde uygarlaşmanın bugün geldiği aşamada ekmek, bayat­layınca çöpe atılabilen herhangi bir üründür. Ekmeği çöpe atan insan, anlaşılmaz bir gurur ve hevesle psikiyatrinin öznesine dö­nüşüyor. Yeterince farkında değiliz belki, şükürsüzlük ve kadir bilmezlik, insanı alçaltmakta ve bu yolla cezalandırmaktadır.
İnsanın, başlangıçta Hümanizm ve devamıyla Aydınlanma, Kapitalizm ve Sanayi Devrimi süreci içinde, bir “hesap ve man­tık” varlığına dönüşmesi, onun dünyalılaşmasıdır. Dünyalılaşma, tarihte ileri bir aşama olarak nitelense de, dünvalılaşan insan, tabiat ve madde üzerindeki hakimiyetini mutlak sanarak, kadir ve kıymet bilirliğini yitirme sürecine girmiştir. Burada bir eğre­tileme yapacak olursak: insanın cennetten kovularak yeryüzüne inişi, Hz. Adem ve Havva döneminde değil, kapitalizmin ortaya çıkışıyla başgöstermiştir. Büyüleyici aşk’ın, keramet’in, hikmet ve marifet’in, daralarak henüz kapitalizmin egemen olmadığı coğrafyalara çekilmesinin başlangıcıdır bu. Kapitalizm, binlerce yıllık temel insani değerlerin kaybına yol açan bu süreci gizlemek için, “modern toplum’’, “birey olmak”, “aklın bağımsızlığı”, “hukukun ve bilimin üstünlüğü”, “ilerle­me, büyüme ve gelişme” gibi, özünde insanı yalnızlaştıran ve yoksullaştıran bir dizi kavram türeterek işin üstesinden gelmeye çalışıyor.

Buna bağlı olarak: işgünü, iş elbisesi, çalışma zamanı, iş molası, iş kazası, iş bölümü, iş sözleşmesi, iş sigortası, iş­yeri, işyeri güvencesi, işsizlik, angarya iş, çalışma kampı, işçi partisi, iş bankası, iş borsası, iş pazarı, iş dağıtımı, iş gücü, iş temposu, iş hacmi, iş hukuku, iş aletleri, iş göçü, iş ücreti, iş bulma kurumu, çalışma izni, çalışma karnesi, vs. Bu liste hayli uzatılabilir. Bu kavramlardan açıkça anlaşılabi­leceği gibi çalışma sosyo-ekonomik, rasyonel bir kategoriye dö­nüşmüş ve salt etik anlamının bütünüyle dışına savrulmuştur.

Antik çağda erdem olarak tanımlanan çalışma, kapitalizmin verisi olan modern toplumlarda da bir erdem olarak anlaşıl­mıştır. Buna rağmen modern toplumda bu kavramın anlamı, Aristoteles’in atfettiği değerin hayli ötesinde bulunmaktadır. Doğal bir eylem olan çalışma, kapitalizmin öngördüğü özel bir eyleme dönüşmüştür. Kapitalizm koşullarında çalışmanın, ya­bancılaşmış bir anlam taşıdığı söylenebilir. Artık çalışma, para, zaman ve ürünle ölçülebilen “rasyonel” bir eylemdir. »Evrensel bir kültür tarihinde bizim için salt iktisadi merkez] problem: kendisi­ni sadece her yerde maceranın veya ticaretin veya savaşın, politik, idari, kâr fırsatçısı olarak bin bir surat biçiminde değiştiren kapitalizm değil, bilakis onun rasyonel organizasyonu olan özgür çalışmadır. Bu şekliyle çalışma, daha çök rasyonel bir erdem olarak modern bağımlılık sürecinin belirleyici bir etkinliğine dönüşmüştür. Bu sayede kapitalizmin temelinde yatan sömürü kısmen gizlenmek­te ve bu sömürü süreci, çalışan insanlar tarafından erdem olarak anlaşılmaktadır. Çalışma, sıradan ve serbest bir eylem olmak bir yana, bunun ötesinde bütün Batı hayatını belirleyen toplumsal ve rasyonel bir kategoriye dönüşmüştür. »Onun [çalışmanın] ras­yonelliği aslen bugün teknik belirleyici unsurlarla hesaplanabilir olmasındadır: kesin hesap belgeleri. Eakat hakikatte bunun anlamı: bi­limin Batıya özgü tarzı sayesinde, özellikle matematik ve deneysel, kesin ve rasyonel temelli doğa bilimleridir’ Küçük bir örnek kapsamında gündelik dilde iş ve çalışma sözcüklerini içeren kavramları ha­tırlayacak olursak, bu insan etkinliğinin ne tür sosyo-ekonomik bir kategoriye dönüştüğünü anlayabiliriz.

Hangi sanat dalında olursa olsun, çalışma, o sanatın en yüksek değerine ulaşmayı amaç edinmeli­dir. Bu bakış doğrultusunda çalışkanlık en yüksek değeri içeri­yor. Öyleyse paranın da başka amaçlar için bir araç olmak dışında anlamı yoktur. Bu türlü bir tasarım büyük olasılıkla Antik dö­nemde ve Kapitalizm öncesi toplumlarda hayli önemsenmiştir. Antik dönemde çalışma, hakiki anlamını, amaca yönelik maddi üretimin ötesinde, tinsel alanda bulur. İnsana ulaşabilen en yüksek iyi kendisini asli çalışkanlığı anlamında ruhun bir etkinliği (çalış­ması) olarak sergiler. Hakikatte, çalışmanın maddi nesneler dünyasını değiştirme ve nesneler üzerinde hakimiyet tesis etme niteliğinden öte, ruhi bir etkinlik olarak; tinsel ve toplumsal bir disiplin olarak görül­mesi, onun erdemselliğinin bir ifadesidir. Politika ve felsefe yap­mak, edebiyat ve benzeri sanatlarla uğraşmak, yani bu alanlarda çalışkan olmak, aynı anlamda manevi bir yücelme ve arınma imkanı sunar. Çalışma, bu açıdan gözlendiğinde, kendisini, in­sanı elemden koruyan ve mutluluğunu sağlayan bir eylem olarak gösterir. “Fakat eğer söylediğimiz gibi çalışma, hayata kendi karakterini verirse, böylece mutlu bir insan eleme düşmez çünkü onun asla alçak ve tiksinç bir şey yapmasını öylesine bekleyemeyiz.” [Aristoteles: age. S.26] Fakat modern toplumlarda, bu anlayışın nasıl topyekün tersine döndüğünü, açık ve belirgin şekilde görebiliyoruz.

Çalışmanın toplumsal etkilere yol açan bir faaliyet olması, insanın toplumsal bir varlık olmasına ve ortaklaşa bir yaşam sürdürmesine yol açan etkenlerdendir. Bireysel amaçlara yö­nelik herhangi bir faaliyet bile, eninde sonunda başka insanları ilgilendiren sonuçlara yol açar. Bu nedenden ötürü daha antik dönemden itibaren, çalışmaya tinsel ve ahlâki bağlamda özel bir önem atfedilmiştir. Tekrar Aristoteles’e dönersek: onun, çalışmayı belirleyici bir toplumsal değer olarak tasarladığı söylenebilir. Etik bir değer olarak ifi her türlü insan eyleminin amacıdır. Bundan ötürü çalışma da “iyi” ye ulaşmayı amaçlar. ”Genel olarak kabul edildiği gibi, her uygulanabilir kudret ve her bilimsel araştırma, yani bütün eylem ve tercihler bir iyi’yi amaçlarlar Buna göre iyi’nin doğru tanımı, her şeyin ulaşmaya çalıştığı amaçtır” Fakat ,iyi’ nin belirlenimi, üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken esaslı bir meseledir. Bizim için bura­da önemli olan “iyi”nin belirlenimi değil, ahlâki bir ölçüt olarak “iyi“yi de içeren, çalışma ve erdem arasındaki ilgidir.

Demek ki ekonomik olarak gelişmiş Batı toplumlarında dahi, çalışmak, artık karın doyurmaya bile yetmiyor. Çalışarak refahı­nı artırmayı amaçlayan insanlar, tam tersine, çalıştıkları ölçüde kendi yoksulluklarının arttığına tanık oluyorlar. Ülkemizde ise haftada kırk ile altmış saat çalışmasına rağmen, ev kirasını bile ödeyemeyen milyonlarca insanın varlığından haberdarız. Çalı­şanlarla, işsizler arasında giderek azalan refah farla, çalışanların emeğini ayrıcalıklı kılmaktan giderek uzaklaşıyor, Öyleyse bu ya­pay erdemden derhal vaz geçmek gerekmez mi? Batı’da İşsiz insanların, tembellik, asalaklık, vs. nedenlerle toplumda aşağılanmasına yol açan, sahte ahlâki – psikolojik bas­kının, çalışarak yoksullaşmak sloganı sayesinde giderek kırıl­dığını görebiliriz.

Kapitalizmin belirlediği modern zamanlarda ve modern toplumlarda, çalışan kitlelerden gasp edilen artık değerin ve belli azınlıkların elinde biriken devasa zenginliğin sürekli kılınması esastır. Bu nedenle kapitalist emek pazarında, kendi iş gücünü yarı fiyatına satan insanlar, iş güçlerinin öteki yarısını da gönül­lü olarak patrona kâr biçiminde devretmektedirler. Bu anlamda, insanlık tarihinin en acımasız ve adaletsiz gerçeği olan artı değer gaspının gizlenmesiyle, çalışmanın erdem olarak pazarlanma- sı arasında derin bir ilgi vardır. Günümüzde iş ve ödev ahlâkı, firma etiği, alın terinin kutsallığı, vb. başlıklarla yürütülen tüm propagandaların, ucuz emeğin sürekliliğini psikolojik olarak ga­rantiye almak dışında hiçbir anlam ve işlevi yoktur. Ne demektir “firma etiği”? Bu başlık altında bize her fırsatta örnek gösterilen Japonlar, dünyadaki kapitalist felaket içinde çok özel bir yer tu­tan zavallılardan başka ne olabilirler? İnsanın kendi hayatını, iş yerine adaması kadar saçma ve insana düşman başka bir anlayış olabilir mi? Yakın geçmişte bize Almanların çalışkanlığı örnek gösterilir­di. Oysa çalışkan Almanlar bugün kendi dillerinde bir deyim ge­liştirdiler: çalışarak yoksullaşmak (sich arm arbeiten.) Son yıl­larda aynı deyimin Amerikalılar ve İngilizler tarafından da, kendi dillerinde sıkça kullanıldığına tanık oluyoruz: working poor.

Bana göre bu türlü bir çalışmanın biricik ölçütü “kamu hay­rı” na yapılan bir çalışma olsa gerek. Kendisine hiçbir maddi getirisi olmamasına rağmen, bir âlimin tüm insanlığa hediye etti­ği bir bilgi, bir şairin ruhumuzu arındıran hikmet dolu mısraları, bir mimarın yolcu ve garipler için tasarladığı bir kervansaray, bir çeşme. Bir köylünün Allah rızası için budadığı sahipsiz bir ağaç. Doğu geleneğinde sayısız örneği olan, bu ve benzeri işler için harcanan emek ve yapılan çalışma, insan ruhunu yücelten, onu erdemli kılan bir etkinliktir. Öyleyse çalışmanın erdem anlamı kazanmasının tek imkânı, onun kamu’ya dönük yüzünde beli­riyor. Ve bu türlü bir emek, günümüz kapitalizminin geliştirdiği toplumsal bir kategori olan çalışma’dan çok farklıdır. Fakat elbetteki, sadece kendine çalışarak para kazanmak, hâttâ yer yer çok kazanmak da mümkündür. Gelgelelim, bu tür­lü bir çalışmanın ne ‘en yüksek iyi’ ile, ne de herhangi bir erdem­le ilgisi olmadığı açıktır: “Para insanının yaşamı, kendi içinde gelişmiş bir şeydir ve açıkçası zenginlik aranan en yüksek iyi değildir. Bu sadece başka amaçlar için bir kullanım değeridir. Bu yüzden daha önce adı geçen şeyleri (haz ve onur) nihai amaç olarak kavrayabiliriz, çünkü onlar kendi iradeleri tarafından değerlendirilirler. Buradan anlaşılıyor ki, zen­gin bir insanın, çalışkanlığıyla övünmesi ve başkalarından övgü beklemesi boş ve anlamsızdır. Öyle ya, çok çalıştın ve zengin oldun. Peki niçin başkaları seni, senin zenginliğin için övsün.

İnsanın yaşamsal maddi gereksinimlerini karşılamak ama­cıyla çalışmasının ötesinde, başka türlü bir çalışmadan da söz edebiliriz. Özellikle Aristoteles’in hakkını yemeden belirtmemiz gerekiyor ki, Antik Yunan’da çalışma, ruhsal bir etkinlik olarak tasarlanmış, ahlâki bir değer olan ‘en yüksek iyi’ ye ulaşmanın bir yolu olduğuna inanılmıştı: “İnsana eriyebilen en yüksek iyi kendisini ruhun etkinliği olarak sergileyen türsel anlamdaki çalışmadır. İnsan ruhunun ‘en yüksek iyi’ ye ulaşabileceği bir etkinlik olarak çalış­ma, günlük maddi gereksinimlerin ötesinde bir emeği ifade ediyor.
Eski yunanca’da erdem anlamına gelen arete kavramı, aynı zamanda çalışmak anlamına geliyordu. Doğruluk, bilgelik, ce­saret, ölçülülük, inançlı olmak gibi, bilinen bütün öteki ahlâki davranışlar, erdem anlamına gelen çalışma yanı afete kavramı altında toplanmışlardı. Köle çalıştıran bir toplum olarak eski Yunanlılar’ın, erdem’le çalışma kavramını özdeş bir biçimde kullanmaları çok ilginç­tir. Aynı anlayışın sonraki tarihi dönemlerde, Roma üzerinden kuzeyli kavimlere, Germen’lere, Kelt’lere, vd. kadar uzandığını gözlüyoruz. İnsanın, yaşamını sürdürmek amacıyla, beslenmek, barın­mak, kendisini savunmak gibi ihtiyaçları kapsamında çaba sarfetmesi, çalışması son derece doğal bir davranıştır. Hâttâ çalış­mak o kadar doğaldır ki, yemek, içmek, uyumak, dans edip şarkı söylemek, oynamak, nefes almak gibi bir şeydir. Elbetteki, karnı acıkan insan yerinden doğrularak, eline bir çomak alıp, dalındaki elmayı düşürmeye çalışacaktır. Bu doğal davranış niçin bir er­dem olsun? İnsanın uyuması da zorunlu ve son derece doğal bir davranıştır. Peki uyumak bir erdem midir? Kuşkusuz hayır. Peki niçin uyumak,- neslin devamı için çiftleşmek gibi doğal davranış­lar bir erdem değildir de, çalışmak gibi doğal bir başka davranış erdem payesine almıştır? Çünkü çalışarak üretilen zenginlikler, tarih boyunca belli azınlıkların elinde toplanmakta ve bu zenginlikten istifade eden azınlıklar, toplumsal ahlâk üzerinde etkili olabilecek aygıtları da ellerinde tutmaktadırlar. Felsefe, bilgi, iletişim ve siyaset gibi. Dolayısıyla çalışmanın erdem olarak algılanması, en çok çalıştı­ranların ve daha çok çalışılmasını talep edenlerin yararınadır.
Antropoloji ve sosyoloji gibi batılılarca geliştirilen bilimle­rin öngördüğü kadarıyla, insanlığın geçtirdiği çeşitli aşamalar varmış. Dikkat edilirse, batıklar tarafından toplayıcılık, avcılık, besicilik ve tarım toplumu, endüstri toplumu ve son olarak da bilgi toplumu gibi aşamalarla tanımlanan bu toplum biçimleri, insanın çalışma şeklinden yola çıkılarak yapılan saptamaları dile getiriyor. Yine aynı bağlamda, batılılarca ilkel komünal toplum, köle­ci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, vs. şeklinde yapı­lan tanımlamalar da insanı, sadece çalışma esasına; çalışmanın ekonomik yaşantı birlikteliği içinde aldığı şekle göre tarif eden ifadelerdir. Tabiatta kendi halinde, kendi kendine, bir “kendinde şey” olarak varolan nesnelerin, insan tarafından keşfedilerek, insanın tüketimine sunulması, bu “kendinde şey” lerin, artık “insan için şey” lere dönüşmesi sürecini başlatıyor. Tarih boyunca, yeraltında ve yerüstünde milyonlarca yıldır öylece kendi halinde mevcut olan şeylerin, denizlerdeki balıkla­rın, dağların doruklarındaki su kaynaklarının, yerin metrelerce altındaki cevherlerin, başlangıcı bitimi, önü arkası belli olmayan amansız bir çalışma sayesinde “insan için şey” lere dönüştürül­mesiyle oluşan zenginlik, insanın başını döndürmüş, onu tabiata düşman bir varlığa çevirmiştir. İşte çalışma denilen basit insani eylem, bu doymak bilmez insan nefsi dolayısıyla hayatın merkezine oturtulmuş ve böylece ona erdem payesi verilmesinin yolu açılmış oluyor.
Gezegenimizde yaşayan canlılar arasında yer değiştirebi­lenler, doğdukları andan itibaren varlıklarını sürdürebilmek amacıyla beslenmek, besin bulmak üzere harekete geçerler. Bazı türler belli bir süre anne ve babaları tarafından beslense de, sonuçta her canlı bir gün kendi ekmeğini kendisi temin etmek zorundadır. Yaşamak, yaşam enerjisi edinebilmek, kendini savu­nabilmek ve türünün devamını sağlamak, kısacası var olmak için beslenmek gerekiyor. İnsan da böyle bir canlı türü. İnsanın da varlığını sürdürebil­mesi, tabiattaki tehlikelerden korunması ve neslini çoğaltması için, zorunlu olan enerjiyi, beslenerek temin etmesi kaçınılmaz­dır. Bu amaçla bir ağaç dalından üç beş yemişin kopartılması, bir taşı diğerine sürterek elde edilen keskin ve sivri bir aletle, bir hayvanın avlanması, belki de insanın çalışma hayatının başlangı­cını oluşturmuştur.
Çalışmanın en yüksek erdem olduğu yönündeki önyargı, yer­yüzünde milyonlarca insanın hayatını karartan sonuçlara yol aç­mıştır. Bize daha çocukluğumuzdan itibaren, çevremizdeki çalış­kan insanların örnek gösterilmesi, sürekli onlara özenmemizin talep edilmesi, bıkkınlık veren bir durum değil midir? Zengin olmanın, bu dünyada iyi bir hayat sürmenin, çalışmakla ve daha çok çalışmakla mümkün olduğu yönündeki kanı, insana ve do­ğaya karşı işlenen sayısız suçların da gölgelenmesine yol açıyor. Birçok kültür ve medeniyette çalışmaya özel bir önem atfet- dildiği söylenebilir. Ancak gerek kapitalizm öncesinde, gerekse kapitalistleştikten sonra Batı medeniyetinin çalışma kavramına atfettiği değer ve önem, başka kültür ve medeniyetlerde rastlan­madık özellikler içeriyor.

Makineler dünyasında insan özgürlüğünün çeşitli ne­denlerle azaldığı açıktır. Belki de insanın kalan son özgürlük parçasını koruyabilmesi için yapması gereken, hayatına çok­tan girmiş olan makineleri otorite sahibi olacak şekilde değil de karar alma aşamasında insana yardıma olacak şekilde ta­sarlamaktır. Makineler insanlara alternatifleri işaret edip in­sanların farklı seçeneklere açık olmasını sağlayabilirler. Veya herhangi bir seçeneğin olası sonuçlan konusunda onlara bilgi vererek her bir tercihin artı ve eksi yönlerini gösterebilirler. Böylece kişi, aldığı kararların bilincinde olup sonuçlarını üst­lenebilecek konumda olabilir. Aksi takdirde her zaman iki nokta arasındaki en kısa yolu tercih edecek ve insana inisiya­tif hakkı tanımayacak makineler insan özgürlüğünü ortadan kaldıracaktır. Sebile Başok Diş

Fromm’un da belirttiği gibi aksi yöndeki sloganlara rağ­men iyi beslenmiş, iyi bakılmış, insanlıktan uzaklaştırılmış, bunalmış sıradan insanı bürokratların idare ettiği bir toplu­ma doğru hızla yaklaşıyor, makinelere benzeyen insanlar ve insanlara benzeyen makineler yaratıyoruz (Fromm, 2018, 47- 48). Alternatif edim imkânlarının olmadığı, insanların yapıp ettiklerinin sonuçlarını göremediği, bunlarla yüzleşip sorum­luluğunu üstlenemediği, birey olarak iç muhasebede buluna­rak ne tür bir fail olduğunu değerlendiremediği bir döneme girmiş bulunmaktayız. Yapıp ettiklerimiz biz onları ortaya koyduktan hemen sonra adeta bizden kopuyor. Bizimle çok az ilgisinin kaldığı bu edimlerin sonuçları dünyayı etkilerken, biz olan bitene bigâne kalıyoruz. Teknoloji sayesinde örneğin yerin yüzlerce metre altında bulunan maddeleri çıkarabiliyo­ruz fakat bunun doğa ve çevre halkı üzerindeki etkilerini tam olarak bilemiyoruz. Bazı tuşlara basmış olan kimseler ortaya çıkan sonuçlar üzerindeki rolünü kabul etmek istemiyor. Bu bakımdan bir şeyler yapan fakat yaptıklarının boyutlarından habersiz olan çocuklara benziyoruz. Bu nedenle özgürlük ve sorumluluk açısından birer çocuk seviyesine düştüğümüzü söylemek abartılı bir ifade değildir. Diğer taraftan her işimizi makinelere yaptırdığımız için kaslarımızı, aklımızı, yaratıcı­lığımızı ve duyularımızı yeterince kullanmıyoruz. Bu özellik ve yetilerimizi kullanıp yetkinleştiremediğimiz için bu açılar­dan köreliyoruz.

Köleler sayesinde köle sahiplerinin ağır işlerden kurtul­duğu gibi makineler sayesinde de makine kullanıcıları her tür işten kurtulmaktadır. Fromm’a göre ağır işlerden kurtulmak, “modern ilerleme”nin en büyük nimeti sayılmaktadır. Fakat bu durum sadece insan gücünün daha yüce ve yaratıcı işlere harcanması durumunda bir nimettir. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Ağır işlerden kurtuluş, her tür fiili çabadan nefret etmeye, tam bir tembellik fikrine yol açmıştır. İyi bir hayat çabasız hayat olarak görülmüş, güçlü çabalar sarf etme gerekliliği bir bakıma Ortaçağ’a özgü bir durum olarak adde­dilmiş ve insanlar isteyerek değil de yalnızca gerçekten mec­bur kaldıklarında sıkı çaba harcamaya başlamıştır. Yürümek “zahmet” i çekmemek için iki sokak ötedeki markete arabayla gitmek bunun günlük hayatta en sık rastlanan örneklerinden biridir (Fromm, 2017,46). Bu tembellik çocuklardan yetişkin­lere, kentlilerden köylülere her kesim insanda görülmektedir. Geleneksel olarak yumurta, süt, peynir, yoğurt gibi ürünler üretmiş olan köylülerin büyük kısmı, bu ürünleri üretmeyi bırakmıştır. Artık köylülerin büyük kısmı bunları marketler­den tedarik etmektedir.

Fromm’un iddiaları, ihtiyaçların belirlendiği görüşünü destekleyecek türdedir. Fromm’a göre insanlar sadece üretim alanında değil, sözde özgür tercihlerini dile getirebildikleri tek alan olan tüketim alanında da yönlendirilmekte ve yöne­tilmektedir. İster yiyecek, giyim, içki tüketimi olsun isterse sinema ve televizyon programı tüketimi olsun her alanda tü­ketimin artması istenmektedir. Bireyin yeni mallara iştahını arttırmak ve bu isteği sanayinin en kârlı kanallarına yönlen­dirmek amacıyla güçlü bir telkin mekanizması devreye gir­mektedir. İnsan bu tür mekanizmalarla tek isteği daha çok ve daha iyi şeyler üretmek olan ebedi bir süt kuzusuna, ” tüketi­ciye dönüştürülmektedir (Fromm, 2018, 45-46).

Baudrillard ise akıllı makinelerin ortaya çıkarılmasını farklı bir açıdan yorumlamıştır. Ona göre insanların özgün ve dâhi makineler düşlemelerinin nedeni, kendi özgünlük­lerinden umudu kesip veya bundan vazgeçip üçüncü şahıs olan makineler aracılığı ile bu özgünlükten yararlanmayı yeğlemeleridir (Baudrillard, 2016, 56). Düşünmenin sadece teknik düşünme olarak kabul edilmesi durumunda kuşkusuz makineler insanlardan çok daha iyi düşünecektir. Heidegger ise düşünmenin teknik hale gelmesini, onun kamusal olanın diktatörlüğü altına girmesi olarak tanımlar. Böyle bir durum­da her şey, insanın gündelik ihtiyaçları ve arzulan bağlamın­da anlaşılacaktır. Kamusal alan bu ihtiyaçları belirleyecek ve bunların nasıl karşılanacağına ilişkin parametreleri ortaya ko­yacaktır (Johnson, 2013,93). Teknolojinin egemen hale geldiği bir dünyada düşüncenin kendisi de teknik hale gelmektedir ve insan kendi ihtiyaçlarını dahi belirleyebilecek bir konum­da bulunmamaktadır.

Örneğin akıllı arabaların kullanımı ile insan, araba üze­rindeki kontrolünü tamamen kaybedecektir. Böyle bir araç ile insan “sürücü” olmaktan çıkarak bütünüyle araba tarafından taşman bir nesne konumuna düşecektir. Byung-Chul Han’ın da söylediği gibi kendi kendini süren arabadaki insan ne ak­tör, ne hakim ne de dramaturgdur. Sadece küresel iletişim ağlarındaki bir arayüzdür (Han, 2018,16). Ancak bu araçlarm insanların kullandığı araçlara nazaran daha risksiz ve dola­yısıyla daha güvenli olduğu açıktır. Bu da akıllı araçları sa­vunmak için güçlü bir argümandır. Her işi insana göre daha kusursuz ve hatasız yapan makineler, doğal olarak insanlara göre daha iyi “sürücüler” olacaklardır. Plinius, kendi dönemi insanlarının özgürlüklerinden vazgeçişlerini haz dolayımın da açıklamıştı. Özgürlük haz uğruna vazgeçilebilen bir değer olduğu gibi güvenlik uğruna da kolaylıkla terk edilebilmek­tedir. Tarih, daha güvende olmak için vazgeçilen özgürlük örnekleriyle doludur. Dolayısıyla insanların inisiyatiflerini yitirme pahasına akıllı araçlara yönelmelerini garipsememek gerekir.
Çevremiz, işimize gelen bir çeşit otorite kaynağına dö­nüşen algoritmalarla kuşatılmış durumdadır. Bu yol hem düşünmeden saptığımız kestirme bir yoldur hem de sorum­luluğu dağıtmanın kolay bir yoludur. İnsanlar sorumluluğu makinelere devrederken, özgür algoritmalar kendi başlarına kararlar alıp uygulayabilmektedir. Bu algoritmalar mahke­mede hüküm vermekten kanser hastalarının tedavisine ve araba kazalarında ne yapılacağına dek hayatımızın pek çok aşamasında bizim adımıza tercihte bulunmaya başlamıştır (Fry, 2019, 22-25). Bulut merkezli akıllı yazılım robotlarının (botların) kul­lanıcıları için her tür görevi yerine getireceği bir otomasyon dünyasına geçmekteyiz. Yakında görüşmeleri onlar ayarlaya­cak, restoran rezervasyonlarını onlar yapacaklar. İnsanlar ise botların nasıl karar verdiklerini bile anlamadan hayatlarının yönetimini onlara bırakacak (Leonhard, 2018, 40).
Makineleri kullananların inisiyatifleri azalır. Mesela nor­malde neredeyse her tür yolda yürüyebilen ve çok farklı yerle­re gidebilen insan, otomobil kullanırken yalnızca belli yollar­dan, otomobilin gidebileceği yerlerden gidebilir. Otoyolların dışında kalan patikalar, ara yollar, dağlık yollar, taşlı-dikenli yollar, otomobil oralardan geçemeyeceği için otomobil kulla­nıcısı için birer yol değildir. Bu nedenle otomobili olanlar bu tür yerlere gitmemeyi tercih etmektedirler. İnisiyatifin insan elinden makinelere geçmesi özellikle fabrikalarda görülmek­tedir. Geçmişte halı veya kilim dokuyan insanlar bile ürettik­leri bu ürünlere yeni bir model getirme, farklı bir motif katma imkânına sahiptiler. Şimdi ise halı ya da kilim fabrikalarında çalışan işçilerin farklı tek bir ilmik atma hakları bile yoktur. Özellikle akıllı makinelerin geliştirilmesi kimi durumlar­da insanların inisiyatiflerini tamamen kaybetmesi anlamına gelebilecektir. Çevremiz, işimize gelen bir çeşit otorite kaynağına dö­nüşen algoritmalarla kuşatılmış durumdadır. Bu yol hem düşünmeden saptığımız kestirme bir yoldur hem de sorum­luluğu dağıtmanın kolay bir yoludur. İnsanlar sorumluluğu makinelere devrederken, özgür algoritmalar kendi başlarına kararlar alıp uygulayabilmektedir. Bu algoritmalar mahke­mede hüküm vermekten kanser hastalarının tedavisine ve araba kazalarında ne yapılacağına dek hayatımızın pek çok aşamasında bizim adımıza tercihte bulunmaya başlamıştır (Fry, 2019, 22-25).

Makinelerle kölelik arasında farklı bir ilişkinin de Hobbes tarafından kurulduğu söylenebilir. Bilindiği üzere Hobbes’un insan anlayışı mekaniktir. Mumford’a göre bu nedenle despo­tizmin bütün iddiaları, insanın bir makine olduğu tezine dayandırarak meşrulaştırmak mümkündür. Dolayısıyla insa­nın dahi insani bir sisteme ihtiyacı kalmamaktadır. Despotun ideallerine ulaşmanın yolu, daha fazla mekanikleşmektir (Mumford, 2015, 247). Despotizm özgür yurttaşların varlığı­na müsaade eden bir yönetim biçimi değildir. Böyle bir yönetimin temellendirilmesi insan özgürlüğüne değil, mekanik­liğine yapılacak vurgularla mümkündür. İnsanlar ne kadar mekanik olursa despotizm altında yönetilmeleri de o ölçüde kolay olacaktır. Kuşkusuz bu da özgürlüklerin yitirilmesini gerektirecektir. Makine sahibi tarafından kurulan saatin çal­ması ile despot tarafından verilen talimatlara göre yaşamını süren insanlar arasında büyük bir fark yoktur. Ancak insan yalnızca despotik yönetim altındayken değil, kimi zaman makineleri kullanırken de özgürlüğünü kaybetme riskiyle karşılaşmaktadır. Bunun öncelikli nede­ni, makineleri kullanarak bir şeyler yapan insanlar için ger­çek anlamda “edim” ve “inisiyatif” sözcüklerinin uygunsuz kaçmasıdır. Kişi, makineleri kullanırken ediminin yol açtığı sonuçları istememiş ve hatta bunları akıl bile edememiş du­rumda olabilir. Ayrıca bu sonuçları akıl etme veya aklının ucundan geçirme özgürlüğü bile yoktur. Bu nedenle içinde yer aldığı eylemin etik dişiliğim hissetmesinin önüne geçil­miştir. Hatta eylemin insanlık dışı olduğunu hissetmekten mahrum bırakılmış, vicdan azabı duyma hakkı elinden alın­mıştır. Kendisini sorumsuz biri olarak bile hissedemez. Bu nedenle artık sorumluluk üstlenme hakkına sahip failler söz konusu değildir (Anders, 2018b, 84).

Eylemde bulunma, inisiyatif alma, bedenin uzuvlarını kullanma, gerçek manada bir şeyler yapma, sorumluluğu üstlenme açısından insan özgürlüğü konusuna bakıldığın­da, kölelerin kullanımı ile makinelerin kullanımı arasında çarpıcı benzerlikler görülmektedir. Belki de Edgar Poe, he­nüz ondokuzuncu yüzyılın başında böyle bir yaklaşımla “…Teknolojiler en yüksek mevkiye çıkarılmışlardır. Ancak tahtlarına kurulur kurulmaz zincirlerini onları yaratmış olan zekâların üstüne geçiriverdiler.” demiştir (Akt. Virilio, 2003, 98). İşlerin yapılması açısından köleler ile makinelerin kulla­nımı oldukça benzerdir. Bu durum zaten robot kelimesinin etimolojisine bakıldığında da görülebilmektedir. “Robot” sözcüğü 1920 yılında Karel Capek tarafından, tiyatro oyunu R.U.R (Rossum’un Umumi Robotları) için yaratılmış bir kelime­dir. Oyun, insan işçilerin yerine geçerek çalışma maliyetlerini azaltmak için Rossum’un yarattığı insana benzeyen yapay in­sanları konu almaktadır (Kakoudaki, 2017, 24). Rusçada ça­lışma anlamına gelen rabota sözcüğü de köle anlamındaki rab sözcüğünden türemiştir. Aylak toplum düşüncesinin ortaya çıkış noktası, insanların işleri robotlara bırakıp efendi hayatı sürme hayalidir (Zeldin, 2010, 20).

İnsanlar hayatlarını kusursuz bir sanat eseri haline getir­me özgürlüğü ve sorumluluğu karşısında yetersiz kalmakta­dır. insandan iş, aile, evlilik, duygular, ebeveynlik dahil ol­mak üzere her alanda mükemmel olmasının beklenmesi, ona ağır gelmekte bu nedenle kişi inisiyatif almak istememekte­dir. Ne de olsa inisiyatif almaktansa başkalarına tabi olmak çok daha kolay bir yoldur. Ancak bu yol kolay olmasına kar­şın bir özgürlük kaybıdır. Arno Gruen’in de söylediği gibi özgürlük, özerklik ve sorumluluğu gerektirmektedir (Gruen, 2015b, 146). Kendi hayatı ile ilgili kararların alınmasını başka­larına devreden insan, özerkliğini yitirdiği ve sorumluluğunu terk ettiği için özgürlüğünü kaybetmiş olur. Kendi kendini yönetme, özgür insan ile köle arasındaki en temel ayrımı oluşturur. Aristoteles de insanları kendilerini yönetmeleri açısından ikiye ayırmıştır. Ona göre insanların bir kısmı yöneten konumundayken, diğerleri yönetilenleri oluşturmaktadır. Bedenlerini kullanarak belirli işleri yapma­ları dışında kendilerinden başka bir şey yapmaları beklenme­yen insanlar kölelerdir. Aristoteles bunların yönetilmelerini ve emir beklemelerini daha uygun bulur. Çünkü köleler di­ğerlerine bağlı, aklını kullanma yetileri az da olsa gelişmiş fakat onun iradesine sahip olmayan kimselerdir (Aristoteles, 2013,31). Platon özgürlüğü Aristoteles gibi irade ve kendini yönetme ile ilişkilendirilerek ele almıştır. Ona göre en doğru insan en mutlu insandır; bu kişi de içinde en fazla krallık olan, kendisini en iyi dizginleyen kimsedir (Platon, 2005, 244). Platon’un bu görüşlerini özgürlükle ilişkilendirmemizin ne­deni, onun “içinde en fazla krallık olan” ifadesini kullanmış olmasıdır. Kuşkusuz bir devlette gücü en fazla olan, iradesi­ni en yetkin şekilde kullanabilecek, dolayısıyla en özgür kişi olarak nitelendirilebilecek insan kraldır. Bu nedenle Platon’a göre en özgür kişinin kendisini en iyi dizginleyen kimse oldu­ğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Makineler dünyasında, dünya üzerindeki gücümüz ve etkimiz azalırken, özgürlüğü daha çok bireysel hayatımız, bedenimiz ve duygularımız üzerindeki kontrol ve seçim fik­ri ile ilişkilendiriyoruz. Makinelerin sağladığı olanaklar sa­yesinde artık şişman olmak, çirkin görünmek, fit olmamak, depresyonda olmak vb. şeyler bir kader olarak görülmekten çıkmış, bir seçenek olarak kişilerin özgürlüğü içerisinde de­ğerlendirilmeye başlamıştır. Geçmişten farklı olarak bugün bu olumsuzluklar kişinin sorumluluğu içinde görülmekte ve kişinin bunları halletmesi beklenmektedir. Teknoloji sayesin­de herkesin yağlarını aldırarak ya da midesini küçülterek ide­al ölçülere kavuşacağı varsayılmaktadır. Estetik cerrahinin imkânlarından faydalanmamak çirkin olmaktan memnun olmak şeklinde yorumlanmaktadır. Başarısız biri, çalışma yöntemlerinden bihaber tembel biri olarak düşünülmektedir. Hasta kişi de ya sağlığını koruma konusunda yeterince başa­rılı olamamış ya da uygun tedaviyi bulmada başarısız olmuş biridir. Nihayetinde teknolojinin ve teknik bilginin imkânla­rından faydalanarak sorunlarını çözmeyen kişi, bu sorunların asıl sorumlusudur. Makine başındayken makineye hükmeden insan, benzer bir tavrı kendisine karşı da sergilemekte hem ilişkilerini hem duygularını hem de bedenini aynı şekilde yönetmeye çalış­maktadır. Bu yönetim, kendi kendinin efendisi olmanın, yani özgür olmanın gereği sayılmaktadır. Özgürlük, insanın ma­kineleri kontrol eder gibi tüm unsurları ile kendisini ve haya­tını tercihleri doğrultusunda kontrol edip yönetmesi olarak anlaşılmaktadır. Duygularını, diğerleriyle ilişkilerini, aşkı, önselliği ve bedenini yönetmek isteyen insan, bunlarla ilgili her şeyi denetleyemeyeceği gerçeğini kabul etmediği için sık sık acı bir başarısızlık duygusu yaşamaktadır.

Makineleri kontrol etmeye alışan insan adeta kendisine de bir tür makine gibi davranmaktadır: Kendi bedenini tıpkı bir klavye gibi kullanmak istemekte, tuşlara basarak klavye üzerinde çeşitli işlemler yaptığı gibi kendi ve hayatı üzerinde de tasarrufta bulunmaya çalışmaktadır. Her sorunu bu şekil­de kolayca çözmek isteyen modern insan, yüzündeki sivil­celerin varlığına dahi tahammül edememektedir. Hayatı ve kendisi ile ilgili her tür sorun, olay ve duruma bu şekilde yak­laşan bizler, tüm bunları mekanik bir şekilde değerlendirme eğilimindeyiz. Hem bedenimize hem de insanlarla ilişkileri­mize ve duygularımıza yaklaşımımız bu bakış açısının izleri­ni taşımaktadır. Hayatta ortaya çıkan sonuçların salt bir seçim mesele­si olduğu fikrinin hâkimiyet kazanması ile beraber, aşk ve cinsellikle ilgili meseleler de kariyer ya da tatil seçimi yap­mak kadar kolay halledilebilecek meseleler olarak görülme­ye başlamıştır. Seçme fikri, hisler konusundaki algımıza da derinden etki etmiş ve neticede insanlar bir şeyler hissedip hissetmemeyi seçebilirmiş gibi davranmaya başlamıştır. Bu durumu özellikle üzücü duygulardan kurtulma çabalarında gözlemlemek mümkündür. Ancak seçme fikrini duygular alanına sokmak, kaygı ve suçluluk duygularını arttırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Örneğin ne yapılırsa yapılsın öfke duygusunun ortadan kalkmadığı durumlarda kişiler muhtemelen bu üzücü duygunun üstesinden gelemedikleri için kendilerine kızmaya başlıyordun Öfke, her ne kadar arzu edilmeyen bir duygu olarak görülse de gerekli bir duygu ol­duğu ve toplumsal değişimi hızlandırdığı unutulmamalıdır. Bu açıdan bakıldığında insanları öfkeden kurtarma çabalan, onları yatıştırmanın ve dikkatleri toplumsal meselelerden uzaklaştırıp bireysel sorunlara yöneltmenin bir yolu olarak değerlendirilebilir (Salecl, 2016,28-30).

Özgürlük kavrayışımızda bazı sorunlar vardır. Belirli alanlarda bazı özgürlüklere sahip oluşumuz, hayatımızın bütünüyle efendisi ve şekillendiricisi olduğumuz anlamına gelmemektedir. İnsanlar gerçekte sayısız sınırlandırmaya tabidir. Yaygın özgürlük söylemleri ise bu gerçeğin göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Bu söylemin benimsenmesi ne­deniyle insanlara içindeki her unsuru diledikleri gibi biçim­lendirerek yaşamlarını bir sanat eserine çevirebileceklermiş gibi davranılmaktadır. İnsanlar ideal bir dünyada yaşıyormuş gibi, yaptıkları seçimler geri döndürülemez değillermiş gibi hareket etmeye teşvik edilmektedir. Oysa gerçekte ekonomik koşullar, seçme özgürlüğünü kısıtladığı gibi tek bir yanlış ka­rarın da telafisi mümkün olmayan feci sonuçları olabilmekte­dir (Salecl, 2016,15). Hayatımızı bizim karar ve eylemlerimiz dışında etkile­yen pek çok etken vardır. Örneğin bir kişi işinde ne kadar çalışkan ve başarılı olursa olsun, ekonomik bir kriz sonrası çalıştığı firma iflas edebilir ve bu kişi işsiz kalabilir. Bir sürücü aracını ne kadar dikkatli kullanırsa kullansın, isterse tüm tra­fik kurallarına harfiyen uysun yine de sarhoş bir sürücünün kurbanı olabilir. Sağlığımıza ne kadar dikkat edersek edelim, bizim dışımızda kalan bir etken nedeniyle, mesela bir sivri­sinek ısırması nedeniyle, hasta olabiliriz, insan tüm hayatını kontrol edebilecek ve bu hayatı dilediği gibi şekillendirebilecek bir güce sahip değildir. Ona böyle mutlak bir güce sahip­miş gibi davranmak büyük bir haksızlıktır. Kişiler, kendilerini hayatlarına ilişkin her şeyin kontro­lünden sorumlu tutup bu kontrolü ne kadar çok üstlenirse her tür sorun daha da ürkütücü hale gelir. Böyle bir yakla­şım nedeniyle sağlık sorunları bireylerin en büyük günahı haline gelirken; birey işini kaybettiğinde, işini kaybetmeden önce yeni bir iş aramadı diye kendisini suçlu hissedebiliyor. Hasta insanlar ise hastalıklarının önüne geçemedikleri için kendilerini suçlayabiliyor. Bir hastalığı atlatamadığımızda bu yüzden kendi kendimizi suçlayabiliyoruz (Salecl, 2016, 51-52). Oysa insanın kişiliği bile tamamen kendisinin kont­rolü ile oluşmamaktadır. Jonathan Glover’in de söylediği gibi karakterin kendisi, insan kontrolünün dışındaki genetik ve çevresel etmenlerden de etkilenerek şekillenmektedir. Kendi kendisini yaratma, en başarılı halde bile kısmen mümkündür. Bu yüzden karakterin kendisi bir ölçüye kadar “işlerin öyle gelişmesi” ile ilgilidir (Glover, 2003,608).

Kişilerin kendi akıllarına, muhakeme güçlerine, içgüdü­lerine ve olgunluklarına duydukları güvenin azalması, seçe­nekler bolluğu karşında uzmanların ellerine teslim olmala­rına yol açmaktadır. Uzmanlar birer profesyoneldir ve Ivan illich’e göre profesyonellerin işleri insanlara neye ihtiyaçları olduğunu söylemektir. Bu kişiler, reçete yazma gücünün ken­di ellerinde olduğunu ileri sürerler. Yalnızca neyin iyi oldu­ğunu ilan etmekle kalmaz, ayrıca neyin doğru olduğunu da takdir ederler. Bu kişilerin alameti ne aldıkları maaş, ne aldık­ları uzun eğitim, ne yaptıkları hassas iş ne de sosyal statüle­ridir. Maaşları düşük ya da vergilerle kuşa çevrilmiş olabilir, eğitimleri yıllar boyunca sürmemiş yalnızca birkaç haftaya sıkıştırılmış olabilir, sosyal statüleri pek yüksek olmayabilir. Profesyonelin alameti, otoritesidir ve bu otorite ona bir kişiyi müşteri olarak tanımlama, o kişinin ihtiyaçlarını belirleme ve o kişiye reçete yazma yetkisi verir (Illich, 2010, 54). Konularının uzmanları olan profesyoneller yakın zaman­da ortaya çıkmıştır. Ancak insanları onlara yönlendiren da­nışma ihtiyacı yeni değildir. İnsanlar geçmişte de önemli ve zor kararlar almanın eşiğinde olduklarında başka insanların fikirlerini alma, onların tecrübelerinden faydalanma ihtiyacı duymuşlardır. Aile ve akrabalık ilişkilerinin güçlü olduğu, aile büyüklerinin saygı gördüğü, hayatın şimdiki gibi hızlı değişmediği dönemlerde başkalarına danışmak daha kolay ve risksizdi. Çağımızda hayat çok hızlı değişmektedir ve bu nedenle geleceği öngörmek zorlaşmaktadır. Bu nedenle pek çok insan özellikle önemli kararların arifesinde, tanıdıktan “sıradan” insanlara değil, profesyonellere danışma ihtiyacı duymaktadır.

Yaşamlarımızı kişiselleştirip kusursuzlaşmamızı sağ­laması gereken seçenek artışı, daha çok doyum yerine daha büyük kaygı, yetersizlik ve suçluluk duygusu doğurmakta­dır. insanlar bu duyguları hafifletmek için pazarlamacılardan veya yıldız fallarından tavsiye almaya, kozmetik sektöründen güzellik tüyoları edinmeye, ekonomistlerin ekonomi tahmin­leriyle yönlerini bulmaya, ilişkilerinde kişisel gelişim uzman­larının tavsiyelerine uymaya razı olmaktadır (Salecl, 2016, 11). Artan seçenek bolluğu, seçilebilecek alternatifler olarak insanların kafalarını karıştırmakta, insanlar karşılanma çıkan seçeneklerin çokluğu karşısında şaşkına dönmektedir. Öyle ki marketten alınacak bir diş macunu ya da peynirin seçimi bile bir problem olmaktadır. Kalite, fiyat ve tür bakımından birbiriyle yarışan bu ürünlerden hangisini almanın en doğ­ru karar olacağım belirlemek pek de kolay değildir, insanlar daha önemli konularda daha büyük zorluklar yaşamaktadır. Üniversiteye gidecek bir genç hangi bölümü, hangi üniver­sitede okumalıdır? Bir insan, çalışılması mümkün olan iş sa­halarından hangisini tercih etmeli, kiminle evlenmeli, hangi şehirde yaşamalı, çocuğunu ne şekilde yetiştirmeli ve hangi okula vermelidir? Bu konularda varolan çeşitli alternatifler arasında en doğrusu hangisidir? Bu konularda ortaya çıkan her yeni alternatif, verilecek karan zorlaştıran bir unsur ola­rak kişinin seçim özgürlüğüne dahil olmaktadır. Tercihte bulunmayı veya karar vermeyi güçleştiren önemli bir husus da kişilerin bilgisizlik içinde olmalarıdır. Günümüz insanları, çocuk yetiştirmeyi bilmeden çocuk sahi­bi oldukları için ebeveynlik uzmanlarına, kilolarım denetle­meyi bilmedikleri için diyetisyenlere, kendileriyle ya da di­ğer insanlarla etkili iletişim kurmayı bilmedikleri için iletişim uzmanlarına ve psikiyatrlara başvurmaktadır (Köse, 2010, 112-113). Bu açıdan eğitim sistemlerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Mevcut eğitim sistemlerinin ve ebeveynlerin büyük çoğunluğu çocuğu yalnızca iş gücü piyasasına kazan­dırmayı hedeflemektedir. Oysa hayat iş yaşamından ibaret değildir. Kişinin kendi başına yeterli olmasını sağlayacak bir donanım, etkili iletişim becerisi, doğru şekilde beslenme bil­gisi vb. de insan hayatı için lüzumlu bilgilerdir. Bu bilgilerle donatılmamış birey, hayat bunları bilmeyi gerektirdiğinde kendisi yeterli olmadığı için başkalarına muhtaç olacaktır.

Özgürlük içinde yaptığımız seçimlerin birtakım sonuç­ları olmakta, bizlerin de bu sonuçları üstlenmesi gerekmek­tedir. Ancak Yıldız Silier’in de belirttiği gibi insanların çoğu özgürlük isterken kendisini kandırmaktadır. Bu kişilerin asıl istediği, özgürlük değil, serbestlik ya da bedeli ödenmemiş bir özgürlüktür. Bunların durumu adeta yerçekimsiz bir or­tamda yürümeyi istemek gibidir. Yürümeyi mümkün kılanın sürtünme olması gibi özgürlüğü mümkün kılan da sorumlu­luktur (Silier, 2014, 61). Özgürlükçü olmak ölçüsüz olmak anlamına gelmedi­ği gibi özgür olmak da rahat olmak demek değildir. Özgür olmak varoluşun sonsuz zorluklarını tanımak ve ahlaki dav­ranış için hazır reçetelerin olmadığını fark etmek demektir (Billington, 1997, 302). Yalnızca ahlak alanında değil, nere­deyse hayatın insani hiçbir alanında hazır reçeteler bulun­mamaktadır. Her önemli karar sonrası birtakım sonuçlar doğmakta, bu sonuçlar karan alanın sorumluluk alanına girivermektedir. Sorumluluğun özgürlüğün ayrılmaz bir parçası olması, kimi insanların özgürlüğü bir yük gibi görmesine ne­den olmaktadır. Seçilecek alternatiflerin artışı bu yükü daha da ağırlaştırmaktadır.

Özgürlükte imkânların mevcudiyeti zorunludur. Kierkegaard’ın ifadesi ile olabilirden yoksun olmak, her şeyin bizim için ya zorunluluk ya da bayağılık haline dönüşmesi anlamım taşır. Kişilik de olabilirin ve zorunluluğun bir sente­zidir (Kierkegaard, 2004, 51). İnsan kişiliğinin ortaya çıkması açısından özgürlük bir zorunluluktur. Sadece zorunlulukla­rın bulunduğu, olabilirliklerin, yani imkânların mevcut olma­dığı bir yerde özgürlük olamayacağı için birey de ortaya çıka­maz. Birey, kişilik sahibi insandır ve kişilik kendisini bireysel farklılıklarla gösterir. Bu farklılıkların ortaya çıkabilmesi için olabilirlikler olmalıdır. Kısıtlamaların yokluğu ve imkânların varlığı insanlara gerçekten seçme özgürlüğü verir. Günümüzde insanların önemli kararlarda etkin olma olanağı küreselleşme, bürok­rasi, çok uluslu şirketlerin muazzamı gücü gibi nedenlerle azalmaktayken, kişisel hayatlarında görece önemsiz konu­larda seçimler yapma imkânları artmaktadır. Örneğin geliş­miş ulaşım araçları sayesinde gerekli maddi imkânlara ve zamana sahip olan herkes dünyanın neredeyse her köşesine gitme özgürlüğüne sahiptir. Buna karşın küresel ısınma gibi önemli konularda bireysel seçimleriyle etkin olması neredey­se imkânsızdır. Yalnızca kişisel hayat söz konusu olduğunda bile özgür­lük sorumluluğu beraberinde getirir. Bauman’ın da söylediği gibi özgür bir ülkede olmanın anlamı, kişinin kendi yaptık­larından sorumlu olmasıdır. Kişi hedeflerinin peşinde koş­makta özgürken, hata yapmada da özgür olur. İlki, İkincisi ile aynı pakettedir. Kişinin yapmak istediğinin ve yaptığının ona beklediği faydayı ve hatta herhangi bir fayda getireceğinin bir garantisi bulunmamaktadır (Bauman, 2015, 8). Özgürlüğün imkânlar içermesi, olabilirliklere kapı açar. Bauman bu ne­denle bir oyuna benzettiği özgürlüğe katılanların deneyim­lerinin kaderleri kadar belirsiz, olumsal ve uçsuz olduğunu söyler (Bauman, 2013a, 296).
Modern dönemlerin en çok yüceltilen kavramı muhteme­len özgürlük kavramıdır. Devletler öyle olmadıkların­da bile özgür bir devlet olmakla övünürken, küçük çocuklar bile ailelerinden özgürlük talep etmekte, insanlar kararlarına meşruiyet kazandırmak istediklerinde onun özgürce alınmış bir karar olduğunu söylemektedir. İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü gibi özgürlükler medya­da dünya çapında tartışmalara konu olmaktadır. Çoğunlukla da özgürlükten seçme hakkı anlaşılmakta ve kişisel tercihler adeta kutsanmaktadır. Modern dönemde insanların seçim yapabilme gücüne büyük önem verilmektedir. Modern dönemin büyük düşü­nürlerinden biri olan John Stuart Mill’e göre seçim yapabil­menin önemli olmasının nedeni, onun insana katkıda bulun­masıdır. Mill, bu çerçevede insanların algılama ve ayırt etme duygusunun, zihinsel aktivitelerinin ve hatta ahlaki tercih yeterliliğinin ancak seçim yapmakla gelişebileceği iddiasın­dadır (Akt. Harris, 1998,272). Modern kabullere göre kişi, hayatının nihai efendisidir ve her ayrıntıyı belirlemekte özgürdür. Günümüz tüketim top- lumlarında kişiler yalnızca ürünler arasında seçim yapmak durumunda kalmamakta, ondan aynı zamanda tüm hayatını karar ve seçimlerden oluşan koca bir alaşım gibi görmesi de istenmektedir (Salecl, 2016,9). Kişinin seçim yapabilmesi, seçim yapabilmeyi mümkün kılacak imkânların olmasıyla anlam kazanır. Bauman, özgür olmakta ve özgür kalmaktaki tek önemli unsurun özgür bi­reylerden oluşan “özgür toplum”un, kişinin dilediği gibi dav­ranmasını yasaklamaması ve onu bu eylemlerden dolayı ce­zalandırmaktan kaçınması olduğunu belirtir. Yasaklamaların ve cezai yaptırımların olmayışı, kişinin dilediği gibi davran­ması için gerekli olan fakat yeterli olmayan bir koşuldur. Kişi dilediği ülkeye gitmekte özgür olsa da bilet için parası olma­dığında bir yere gidemez. Seçtiği alanda yetenekli olmakta özgür olabilir ama bu o alanda kendine yer bulabileceği anla­mına gelmez. Kişi ilgisini çeken işte çalışmakta özgür olsa da hazırda böyle bir iş mevcut olmayabilir. Dilediğini söyleme özgürlüğüne sahip birey, sesini hiç duyuramayabilir. Bu yüz­den özgürlük kısıtlamalarının yokluğunun yanı sıra imkânla­rın da mevcut olmasını gerektirir (Bauman, 2015, 8-9).

“Teknolojiyi tümüyle yermek, tuzdan arındırılmış deniz suyu ile yeşeren bahçeleri görmezlikten gelmek, onu gözü kapalı övmek ise Hiroşima’yı unutmak demektir.” Stuart Chase

Bunların yanı sıra İngiltere’de Kanser Araştırma Merkezi (CRUK) 90’lı yıllardan 2016’ya cep telefonu kullanımının yüzde 500 oranında arttığını, buna bağlı olarak beyin tümörü vakarının da eskiye nazaran yüzde 34 oranında artış gösterdiğini açıkladı. Uluslararası Kanser Araştırma Merkezi ise cep telefonlarını 2011’de “kansere yol açabilecek etken” olarak tanımlamıştır. Sonuç olarak 5G teknolojisinin insan, hayvan ve bitkiler üzerinde zararlı bir etkisi olmadığı gerekli kurumlarca test edilmiş ve onaylanmıştır. Ancak yüksek miktarda cep telefonu kullanımı son 5 yılda insanlarda beyin tümörü hastalığını yüzde 34 oranında arttırdığı kanıtlanmıştır. Sağlığımız için teknolojiyi ihtiyacımız kadar kullanmalı ve toplumu bilinçli hale getirmeliyiz. Günlük hayatımızın temelinde doğanın olduğunu unutmamalı ve doğa ile iç içe sürdürülebilir teknolojilerle birlikte hayatımızı daha sağlıklı ve verimli hale getirebiliriz.

Hacettepe Üniversitesi’nden Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’a göre 5G’nin veya başka bir teknolojinin bu virüsü ortaya çıkarmış olma ihtimali yok. “Radyasyonun bu şekilde bir mutasyona yol açması mümkün değil. Çünkü bu, radyasyon gibi bir etkenin bir gen parçasında değişiklik yapmasıyla çıkmış bir virüs değil.” dedi. Ayrıca “Bu koronavirüsün yüzde 81’i yarasa koronavirüsünden yani SARS virüsünden, yüzde 19’u da tamamen pangolin koronavirüsünden oluşan bir gen yapısına sahip. Yani bir laboratuvar ortamında ya da böyle bir teknolojik imkanla yapılsa içinde bunlar dışında genler de olurdu.” diye ekledi.

Reading Üniversitesi bünyesinde görev alan Hücresel Mikrobiyoloji Doç. Dr. Simon Clarke, yaptığı açıklama ile birlikte bu iddiaların “tam bir çöp” olduğunu ifade etti. Açıklamasına “Bağışıklık sistemi yorulmak veya iyi bir beslenme düzeni uygulamamak gibi her türlü şeyle zayıflayabilir. Bu dalgalanmalar çok büyük olmasa da sizi enfekte olmaya açık hale getirebilir. Temelde radyo dalgaları fizyolojinizi bozup bağışıklık sisteminize olumsuz etkiler yansıtabilir. Ancak 5G radyo dalgalarının enerji seviyeleri çok küçüktür ve bağışıklık sistemini etkileyebilecek güçte değildir. Bu konuda çok çalışma var.” dedi. Öte yandan 5G’nin Kovid-19 hastalığına sebep olduğu iddialarını komplo teorisi diye nitelendirmek gerekir. Çünkü 5G’nin Kovid-19’a sebep olduğunu ortaya koyan herhangi bilimsel bir çalışma henüz bulunmamaktadır.

Özellikle Avrupa ülkeleri 5G teknolojisine radyasyon yaydığı gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Konunun uzmanı bazı firmalar ve bilim insanları, 5G teknolojisinin yaydığı radyasyon miktarının insan sağlığı için tehlikeli boyutlarda olabileceğini söyledi. 5G şebekesinin yaydığı frekansların zararı hakkında rapor hazırlayan International Commission on Non-Ionizing Radiation Protection (ICNIRP), yüksek frekansa maruz kalmanın insan sağlığına ciddi etkileri olacağını savundu. 5G’nin yaydığı radyasyon miktarının incelenmesi için ortak bildiri yayınlayan Uluslararası EMF (Elektro Manyetik Alan) Bilim İnsanları Kurulu’nda görevli 240’ı aşkın araştırmacı ise 5G ile birlikte insan ve hayvan sağlığının tehlikeye gireceğini savundu. Tüm bunlara rağmen, elektromanyetik alanların insanlar üzerindeki sağlık etkilerini araştıran Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ise, elektromanyetik alanlardan kaynaklanan önemli bir halk sağlığı riskinin ortaya çıkmadığını belirtti.

5G hizmeti, yeni nesil kablosuz iletişim teknolojisidir. Mobil telefonların kullandığı hücresel ağlarda bulunan teknolojik altyapının yeni kurallar ile yeniden yapılandırılması da denebilir.  Ayrıca dördüncü nesil teknolojinin yaklaşık 10 katı veri iletim hızı sağlamaktadır. Bu çerçevede radyo frekansları, işlemciler ve antenlerin kullanılma şeklinde yapılan değişiklikler ve kapasite yükseltici yeni eklemelerden de söz edilebilir. Mobil iletişim sistemlerinde veri transferi radyo dalga boyundaki elektromanyetik dalgalar aracılığıyla sağlanır. Bugüne kadar mobil iletişim sistemlerinde kullanılan sinyallerin dalga boyu santimetre ölçeğindeydi. 5G teknolojisinde dalga boyu milimetre ölçeğinde olan (6-100 gigahertz frekans aralığında) sinyallerin kullanılıyor. Mobil cihazların sayısının her geçen gün artmasına rağmen kullanılan frekans aralıklarının aynı kalması yavaşlama ve bağlantıda kopma gibi sorunlara neden olur. 5G teknolojisinde sinyallerin daha önce mobil iletişim sistemlerinde kullanılmayan bir frekans aralığında olmasının bu sorunlara çözüm olabilir. Mobil iletişim sistemlerinde aşılması gereken başka bir sorun gecikmenin azaltılmasıdır. Gecikme, verinin bir noktadan başka bir noktaya iletilmesinde geçen süre olarak tanımlanabilir. Sürücüsüz araç teknolojileri, otonom ve uzaktan kontrol sistemleri gibi alanlarda gecikmenin azaltılması hayli önemlidir. 4G’de gecikme süresi 30 milisaniye ile 50 milisaniye arasındaydı. 5G teknolojisinde ise gecikmenin 1 milisaniyeye düşürülebilir.

Her işyeri ve konaklama ortamının can sıkıcı görüntüleri arasında ortalığa saçılmış kablolar gelir. 5G altyapısının, yeni uygulamaların ve yardımcı programların artan gelişimi ile birlikte başta fabrikalar olmak üzere fiziksel mekânlar ‘kablo sorunundan’ kurtulacak gibi görünüyor. Diğer yandan daha yüksek hızlı İnternet talebi ve kaliteli bağlantılı evlere, akıllı kentlere ve otonom mobiliteye geçiş, 5G-6G İnternet teknolojisinin ilerlemesini teşvik ediyor. 2021 ve sonrasında yeni teknolojik altyapı, yardımcı program veya uygulama geliştirme güncellemelerini sıklıkla göreceğiz. Tüm dünyada 5G teknolojisinin fiili uygulamaları için önemli çalışmalar var. Dünyanın ABD ve Çin gibi büyük ekonomilerinde 5G ağı yaygınlaşma yoluna çıktı. Bu sektörde çalışan şirketler arasında Verizon, Ericsson gibi isimleri daha sık duyacağız. Şu anda 5G’ye yatırım yapan 400’den fazla operatör var. 35’ten fazla ülke ticari 5G hizmetlerini şimdiden başlattı. 5G teknolojisi, daha uzak mesafelerden veri aktarılmasına yardımcı olacak. Bu arada yerel yönetimler ve yerel kuruluşlar aydınlatma ağları, akıllı kent uygulamaları ve sensörlerle yerleşimleri izleme gibi konularda 5G’den yararlanacak. Hem fay hatları hem de su kirliliği gibi nedenlerle ilgi çeken, ama aynı oranda zorluklar yaşanan deniz tabanı araştırmalarında 5G önemli katkılar sunacak.

Video konferans yoluyla dersler veren alanında okullar, üniversiteler ve hatta koçluk merkezlerinde önemli fırsatlar oluştu. Her ne kadar mevcut çevrimiçi metodolojiler, teknikler ve araçlar henüz yeterli değilse de bu alanda tüm dünyada çok ciddi çalışmalar var. Yazılım sektörü, Endüstri 4.0 teknolojilerinin de katkılarıyla kendine yeni bir girişim alanı buldu. Salgın sırasında toplumlara hizmet eden –Udacity, Coursera, Age of Learning, Outschool vb. gibi– çok sayıda çevrimiçi öğrenme platformu oluştu. 2021’den başlayarak bunların sayısının ve çeşitliliğinin artacağını tahmin edebiliriz.

Özellikle sağlık hizmetlerinde bulunan kurumlar, Covid-19’un hastalara ve çalışanlara –bulaş riskini azaltmak üzere– doğrudan etkileşimini azaltmak için çalışıyor. Teknolojide de öncü olan sağlık kuruluşlarında birçok farklı uygulama, örneğin doktor-hasta görüntülü sanal iletişim, yapay zekâ tabanlı teşhis ve temassız ilaç dağıtımı gibi daha fazla tele-sağlık hizmeti şimdiden uygulanmaya başladı. Önümüzdeki dönemde gelişmiş ekonomilerden başlayarak çok fazla sayıda insan sanal teşhis ve bakım hizmetlerinden yararlanacak. Tele-sağlık hizmetleri, küresel ölçekte giderek daha fazla filiz girişimin ilgisini çekiyor. Bu alana yönelen kuruluşlar arasında farklı ülkelerde hem kamu hem de özel kesimde yer alan girişimler var. Tele sağlığın ötesinde, 2021’de genel anlamda sağlık konusunda daha fazla çalışma, ürün ve hizmet görmeyi bekleyebiliriz. Biyoteknoloji alanındaki gelişmelerinin yanı sıra teşhis ve robotik sağlık hizmetlerini desteklemek üzere –bir yapay zekâ alt alanı olan– makine öğrenmesinin daha fazla ilgi göreceğini söyleyebiliriz.

Temassız teslimat yeni dönemin kavramlarından biri olan yeni normal balığı altında yer alan bir gelişmedir. Küresel ölçekte DoorDash, Postmates, Instacart vb. gibi girişimler fiziksel teması en aza indirmek için farklı uygulamalar sunuyorlar. Ülkemizde de bu tür uygulamaları, müşterilerine bir hizmet özelliği olarak sunan girişimler oluşmaya başladı. Gelişmiş ekonomilerde temassız teslimat için hizmet robotu kullanımı yaygınlaşıyor. Çin’de ve ABD’de bu tür otonom araçların yapay zekâlı yazılımlarla desteklendiğini izliyoruz. Covid-19 salgını ile birlikte tıp, biyoteknoloji ve genetik gibi alanlar öne çıktı. Yeni ve evrimleşen teknolojiler ile birlikte tele-sağlık ve tele-tıp gibi alanlar 2021’de daha fazla ilgi çekmeye ve çalışma yapılmaya aday görünüyor.

2011’de bir filiz girişim olarak yola çıkan Zoom, salgın sırasında tanınan ve yaygın kullanılan bir yazılım uygulaması oldu.  Webex (Cisco), Teams (Microsoft), Google Hangouts, GoToMeeting ve BlueJeans (Verizon) gibi diğer kurumsal araçlar da teknolojik video konferans sistemleri sağlayarak dünya çapında uzaktan çalışmayı kolaylaştırıyor. Bu arada uzaktan çalışma sektöründe birçok yeni girişim ortaya çıkıyor. Bluescape, Eloops, Figma, Slab, Tandem vb. gibi girişimler takımların içerik oluşturup paylaşmasına, etkileşimde bulunmasına, projeleri izlemesine, çalışanların eğitilmesine, sanal takım oluşturma etkinliklerinin yürütülmesine olanak tanıyan görsel işbirliği platformları sağladı. Bu araçlar ayrıca, dağıtık takımların paylaşılan eğitimleri ve dokümanları izlemesine yardımcı oluyor. Çalışma arkadaşlarının birbirleriyle etkin iletişim kurmasına ve işbirliği yapmasına izin vererek, birlikte çalışmayı kolaylaştıran bir sanal ofis oluşturma imkânı sağlıyor. Ayrıca IdeaBoardz, LucidPark, Miro vb. gibi yazılımlar pek çok fikir geliştirme faaliyetini sanal olarak gerçekleştirme imkânı sunuyor. Covid-19 riskinin yükselişi ile birlikte bir diğer yönelim ise temassız taşıma ve teslimat şeklinde gelişti. Başta perakende olmak üzere küresel ölçekte çeşitli sektörler farklı temassız uygulama seçenekleri geliştirdiler.

Covid-19 salgını iş dünyasını ciddi biçimde etkiledi. Tüketici tercihlerindeki ve iş modellerindeki değişikliklerin bu salgından daha uzun süreceğini tahmin edebiliriz. Tüketiciler yeni dijital veya uzaktan modellere alıştıktan sonra, yeni teknoloji ve yaklaşımların insanların beklentilerini kalıcı olarak değiştirmesi beklenen bir durum olacak. 2021’de yaygın kullanılan yeni sayılabilecek bazı anahtar sözcük ve kavramlara tanık olacağız. Aynı zamanda, salgın sırasındaki insanların deneyimlerine dayalı olarak teknolojik ve ticari yeniliklerde hızlı değişimler göreceğiz. Covid-19’a karşı aşı geliştirme çabalarına baktığımızda ilk yönelimin ipuçlarına tanık oluyoruz. 2021 yılının Covid-19’la mücadele yanında ilaç geliştirme konusunda devrim niteliğinde dönüşümlere yol açacağı anlaşılıyor. Covid-19, ilaç endüstrisinde büyük bir sarsıntıya neden olarak ilaçların denenmesini daha hızlı ve daha kolay hale getirdi. Araştırmacılar birçok geleneksel klinik araştırmayı askıya aldılar veya çevrimiçi izleme ve danışmalar yaparak ve uzaktan veri toplayarak sanal bir yapıya geçtiler. Uzaktan klinik araştırmalar ve diğer değişimler, eczacılık alanındaki gelişimi önemli biçimde değiştirebilir. Salgının yarattığı sınırlı ve kısıtlı yaşam şartlarında bilgisayar ve İnternet, yaşamın vazgeçilmezleri arasında girdi. Bu durum, 2021 ve sonrasında bilişim araçları ve sanal platformlar aracılığı ile uzaktan çalışma ve video konferans deneyimlerinin artacağına dair ipuçları veriyor. Bu alan, salgın sırasında hızlı bir büyüme gördü ve muhtemelen 2021’de büyümeye devam edecek.

Bilgi Çağı’nda çocuğun eğitimini, sadece onu özne kabul ederek başaramayız. Bu denli yoğun ve karmaşık hale gelmiş bir dünya düzeninde çocuğun eğitimi, sistemi oluşturan başka unsurların da eğitim ve danışmanlık hizmetleri ile iyileştirilmesi gereği anlamına gelir. Özetle; yeni eğitim sisteminin ön şartlarından biri Bilgi Çağı’na uygun yetişkin eğitimi, kurum ve yapılarının geliştirilmesidir. Bundan çıkaracağımız sonuç, çocuğun eğitiminin ailenin yetişkin eğitimi ile eklemlenmiş olmasıdır. Eğer böyle bir kurumsal eklemlenme başarılamazsa, bir kez daha geleneksel eğitimin eskimiş tuzağına düşülmüş olur. Bu tuzak ‘okul’ ile aile arasındaki mesafenin yok edilememiş ve duvarların kaldırılamamış olmasıdır. Yeni eğitim ekosisteminde, bugün özellikle okul olarak isimlendirdiğimiz –yeni dönemde farklılaşmış olacak yeni– eğitim alanları ile evin (ailenin) ilişkisinin açık, kolay, zengin ve akışkan olması gerekiyor.

Her problem, yeni fırsatlar yaratır. Yaşadığımız Covid-19 salgını da ekonomiyi, sosyal yaşamı ve özel olarak eğitimi yeniden düşünmemiz için fırsatlar yaratıyor. Dünyanın bilimsel ve teknolojik olarak hızla değiştiği böyle bir dönem, eğitimi yeniden düşünmek ve tasarlamak için değerlendirilmek zorunda… Sadece yeni eğitime –ki artık “öğrenme” demek daha doğru– sadece teknoloji, metodoloji, teknikler ve fiziksel altyapı açılarından değil; ilkeler ve içerik olarak da yenilikçi bir vizyonla bakmak gerekiyor. Eğitim sisteminin ilerleme sürecinde en belirgin yönelimlerden biri, ailelerin çocuklarının eğitimine verdikleri önem oldu. Anne ve babalar, eğitimin toplumsal yaşam içinde yükselen değerini dikkate alarak bu konu ile daha yakından ilgilendiler. Diğer yandan son yarım yüzyılda bilişim, iletişim, medya ve İnternet teknolojilerindeki değişim ile Bilgi Çağı’nın gerekleri eğitim kurumu karşısında ailenin konumunu da değişmeye zorladı. Günümüzde çocuğun okula devamlılığı ve giyimi ile okul malzemesinin sağlanması gibi sıradan ihtiyaçlar, ailenin eğitim sistemindeki görevini tanımlamakta yeterli değil. Artık aile, değişen sistemin farkında olmak ve kendi fonksiyonunu bu duruma göre biteviye yeniden tanımlamak zorunda.

Bilişimdeki gelişmelere bağlı olarak İnternet teknolojilerindeki gelişme ve yaygınlaşma ile birlikte bir gerçeğin farkına vardık. Enformasyon çeşitlenir ve yaygınlaşırken onunla birlikte hatalı, yanlış veya kötü niyetli veri / bilgi anlamına gelen dezenformasyon da üretiliyor ve büyük insan topluluklarına ulaşıyor. Eğitimcilerin, gerçeğin ifadesi olarak doğrulanmış sağlam bilginin eğitim sisteminin yararlanıcıları olan öğrencilere ulaşmasını sağlamaları gerekiyor. Bu amaçla bilim ve teknolojinin geldiği noktada mümkün yöntem, teknik ve araçların kullanıma hazır hale getirilmesi yukarıda sayılan kişi, kurum ve kuruluşların görevi haline geliyor. Eğitim, bir uzmanlık alanı… Bu nedenle eğitimcilerin ve eğitim yöneticilerinin bu alandaki sorumlulukları daha ileri noktalara taşınıyor. Bu sorumluluk ve yükümlülük süreci eğitimcilerin işbirliği, iletişim ve koordinasyonunun önemini artırıyor. Bu nedenle sistem, eğitimciler için erişimi ve kullanımı kolay yeni ağlar oluşturmak zorunda.

Eğer Bilgi Çağı’nın yönetimi herkese eğitim hakkı veren ve bunu farklılıkları dikkate alarak yapan bir anlayış olacaktır. Bunu artık eğitimin sadece okulda değil, yaşamın her alanında olacağı şeklinde okuyabiliriz. Yaşamın tamamına yayılmış bir eğitim ihtiyacı ise toplumun farklı alanlarındaki kişi, kurum ve kuruluşların yönetim anlamında da işbirliği yapmaları anlamına gelir. Bu nedenle Bilgi Çağı’nda eğitim sadece devletin işi değildir.

Sistemin oluşturulması ve yürütülmesinden sorumlu olan eğitimcilerin, öncelikle bu kuruma olan ihtiyacın bireyselleşme yönünde geliştiğini fark etmeleri gerekiyor. Bilgi Çağı’nın eğitim sistemi, bireyin farklılaşan ve giderek kişiye özel hale gelmesi gerektiğinin ayırdına varmak zorunda. Bu bağlamda eğitimciler de öğrenciler için bireysel öğrenme programlarını geliştirmeliler. İnsan uygarlığı olarak öğrencilerin derslik adını verdiğimiz seri üretim hattında, birbirinin tıpatıp benzeri olarak üretildikleri zamanı çoktan aştık.

Yaşadığımız Bilgi Çağı, öğrencilerin eski dönemlere göre ihtiyaç ve taleplerinin değişmesine neden oluyor. Ama konu sadece ihtiyaç ve talebin ifadesinden ibaret kalamaz. Eğitim yöneticilerinin ve eğitimcilerin değişen ve gelişen şartlar çerçevesinde yeni taslaklar ve kurgular hazırlığı içinde olmaları lazım.

Eğitimi fiziksel okul ile sınırlama algımızı değiştirmek zorundayız. Okul öğrenmenin gerçekleştiği tek seçenek olmaktan çıkmalı. Geleneksel okul, genç insanların yetişmesinde yetişkinlerin daha farklı roller aldıkları yeni bir anlayışla yeniden kurgulanmalı.

Yeni bir eğitim sistemine ilişkin olarak öğrenciler açısından neler söyleyebiliriz? Yeni eğitim öğrencilerin farklı ihtiyaç ve ilgi alanlarına yönelik olmalı. Her genç (ya da yetişkin) bireyin kendisi için tasarlanmış olan bir öğrenme deneyimini yaşamalı. Bu yaklaşımla oluşturulmuş deneyim zenginliği oluşmalı. Mevcut sistemin dayatmacı yaklaşımına oranla öğrencilerin daha fazla kişisel seçimleri olabilmeli. Kendi durumlarına uygun öğrenme yaklaşımlarını seçebilmeleri için cesaretlendirilmeli ve bu yönlü gelişmeleri sağlanmalı. Yeni bir eğitim düzeninde öğrencilerin birden fazla öğrenim modelini seçebilme fırsatları olacağını düşünebiliriz. Tek bir eğitim süreci içinde tek başına, küçük gruplar içinde veya daha büyük topluluklarda eğitim alabilme fırsatları olmalı. Eğitim yöntemi olarak ders dinleme, proje yapma, öğrenme odaklı oyun oynama ya da yeni geliştirilmiş başka teknikleri seçebilme imkânları bulunmalı.

Covid-19 salgını nedeniyle pek çok kurum gibi eğitim sisteminin de sarsıntılar geçirdiği bir dönemi yaşıyoruz. Okul gibi fiziksel mekânlarda yapılan eğitimin yerini İnternet uygulamaları ve TV kanalları aldı. Ama memnuniyetsizlik kaynaklı çeşitli eleştiriler eğitim kurumunun iç ve dış gündemini işgal etmeyi sürdürüyor. Şu anda yaşanmakta olan kısıtlı yaşam sonsuza kadar sürmeyecek. Diğer yandan her sorunun yeni fırsatlar yarattığını düşünürsek, eğitimin içine düştüğü sıkıntılı durum yeni çözümlerin de vesilesi olabilir. Şu an geçmişteki fiziksel mekânda yapılan eğitimi sanal olanla ikame etme gayreti içindeyiz. Hâlbuki çağın ihtiyaçlarına uygun yeni eğitim içeriğini, ilkelerini, metodolojisi ve tekniklerini geliştirmek zorundayız.

Artan nüfusun talebini karşılamak üzere daha fazla sayıda okullar yapıldı. Derslik sayısı arttı. Müteahhit vicdanların ve kontrolcü dürüstlüğün elverdiği ölçülerde eğitim binaları daha kaliteli hale geldi. Öğretmen sayısı yükseldi. Eskiden depolarda kullanılmadan eskiyen bilgisayarlar öğrencilere sunulur hale geldi. Sınıflara bilgisayar ve projeksiyon cihazı koyduk. Daha fazla ders malzemesi bulunabiliyor. Her öğrencinin bir tablet bilgisayarı olması için çalışmalar var. Tüm bunlar, sistemin değiştiği anlamına geliyor mu?

Eğitim sistemine hâlâ nesneleri ve araçları açısından bakmayı sürdürüyoruz. İşin özü gözden kaçmaya devam ediyor. Bilimsel ve teknolojik değişimin dünyayı dönüştürmeye başladığı çağda eğitimi alanın ve ne aldığının önemi ve değeri yeterince anlaşılmış görünmüyor. Ne yazık ki, eğitim sistemimiz öğrencilere hâlâ tek tip programlanması gereken makine-teçhizat gibi bakmayı sürdürüyor. Bunda eğitim sistemini kurgulayan, değiştiren ve yönetenlerin zafiyeti var. Ama daha önemli olan, dünya ve teknoloji ile birlikte, eğitim kurumunun da özü açısından değişmesi gerektiğinin gerçek anlamda anlaşılamaması… Örneğin konjonktür, farklılaşmanın öne çıkarılmasını öngördüğü halde eğitim sistemi dersliğinden öğretmenine, yöneticisinden eğitim malzemesine kadar her şeyi aynılaştırmak üzerine kurguluyor.

Farklılığın ve çeşitliliğin bu kadar arttığı bir çağda hâlâ ‘tek tip elbise’ mantığı ile eğitimi kurumunu işletmeye çalışıyor olmamız anlaşılır ve kabul edilebilir değildir. Eğitim sisteminin aktardığı bilgi sanki aynı işi yapmak üzere robot programlama işine benziyor. Çeşitliliği ve farklılıkları dikkate almadan tüm genç insanlara aynı ‘programı yüklemeye’ çalışıyoruz. Bunu yaparken ilköğretimden lisans sonrası eğitimine kadar asla farklı bir yaklaşım göstermiyoruz. Genç insanların değişik olabilen ilgilerini, tercihlerini ve motivasyonlarını dikkate almaksızın diploma almak (ve bir sonraki aşamaya geçmek) üzere aynı şekilde programlanmış olmalarını istiyoruz. İşin ilginci, aynılaştırılmış bir şekilde kötü bir eğitim sisteminin süzgecinden geçmiş genç insanların değişen iş yaşamının ve ekonominin şartlarına uyum sağlayamadıkları konusunda biteviye şikâyet ediyoruz.

Çoğu zaman kabul ettiğimiz kalıplaşmış eğitim modelinden vazgeçmeden eskisini iyileştirerek çağa ve yeni ekosisteme uyum sağlayabileceğimizi varsayıyoruz. İnternet, bilgisayar ve projeksiyon cihazı kullansak da sistem hâlâ öğretmen odaklı olmayı sürdürüyor. Bu eğitim şekli bilgi miktarının arttığı ve çeşitlendiği bir dünyanın ihtiyaçlarını karşılamaktan hayli uzak. Diğer yandan geleneksel derslik eğitiminin ‘icat edildiği’ çağlara oranla çok daha farklı teknoloji meraklısı öğrencilere sahibiz.

Uyum ve uyarlanma sıkıntısı çekenler arasında eğitim kurumu dikkatimizi çekiyor. İlköğretimden yüksek öğrenime kadar hâlâ sınıf kurumu içine sıkışmış haldeyiz. Sınıftan vazgeçemiyoruz ama daha da önemlisi hızla gelişen teknoloji sınıf üzerinde çok az etki yapmış gibi görünüyor. Dersliklere İnternet bağlantısı kurmak, projeksiyon cihazı koymak ya da sınıftaki her öğrenciye bir tablet bilgisayar vermek zevali kurtaracak mıdır? Mevcut haliyle uzaktan eğitim sorunlara çözüm olamadı ki, tekrar yüz yüze eğitime geri dönmek için şartlar zorlanıyor.

İnsanın ve toplumların yaşam çevresi değiştikçe eğitim dediğimiz kurumun özü ve şekli de değişiyor. Ama her zaman eğitimin değişimi çevre şartları ile eşzamanlı olamıyor. Dünya değişirken bazı kurumların geride kaldığı gibi eğitim de yeni şartlara ayak uydurmakta sıkıntılar, ayak sürümeler, engellemeler veya değişime direnmeler yaşayabiliyor. Son 50 yılın en önemli özelliklerinden birisi bilişim ve iletişim ile diğer benzeri teknolojilerdeki ilerleme oldu. Bu gelişmeler dünyanın geleneksel kabul edebileceğimiz varsayımlarını, kabullerini ve alışkanlıklarını iyiden iyiye sarsıyor. Değişime uyum gösterenler var. Bazı kurum, kuruluş ve yaşam-iş modelleri ise zaman içinde silinip gidiyor.

Yazılım Tabanlı Her Şey (YTH)”, kullanıcılara donanım hizmeti sunarken bunu sanallaştırarak yapıyor. Donanım sanallaştırmayı bir örnekle açıklayabiliriz. Bilgisayarınıza bağlı fiziksel bir yedekleme diski var ve dosyalarınızı oraya aktararak yedekliyorsunuz. Diğer yandan yedekleme işini İnternet üzerindeki bir yere de yapabilirsiniz. Bu yerin nerede, hangi işletim sistemi altında ve hangi fiziksel şekilde olduğunu bilmezsiniz. Yedeğinizi gönderirsiniz yerine gider, geri istersiniz size gelir. İnternet ortamındaki depolama imkânı sizin fiziksel diskinizin yerine size sanal disk hizmeti sunmuş olur. Bu hizmet için belli bir abonelik bedeli ödemeniz gerekir (gerekebilir). Sonuçta fiziksel bir disk almak yerine İnternetten sanal disk hizmeti alarak ihtiyacınızı tatmin edebilirsiniz. YTH kapsamındaki teknolojik hizmetler burada örneklenen özü içerirler. Örneği geliştirelim. İnternetten satın aldığınız sanal disk asla dolmaz çünkü bu tür fiziksel donanım gerekleri bununla ilgilenen şirket tarafından halledilir. Kullandığınız sanal disk asla eskimez, demode olmaz çünkü bunun gereklerini de YTH hizmetini veren şirket yerine getirir. YTH hizmeti verilen kuruluş, mevcut teknolojisini biteviye yenilediği için daima yeni BT mimarileri ve uygulamaları deneyimleme fırsatlarına sahip olur. Aldığınız YTH sanal hizmeti konusunda ağ performansı ve güvenlik konularında fazlaca sorun yaşamazsınız çünkü hizmet sağlayıcı bunları da çözüyor olacaktır.

Yazılım Tanımlı Her Şey (YTH olarak kısaltalım)”, yazılım tanımlı bilişim teknolojilerini tek bir başlık altında toplamak için kullanılan bir çatı isimdir. YTH, donanımla sağlanabilen otomasyonu yazılım ile gerçekleştirerek ilgili sisteme dinamiklik kazandırır ve maliyet düşürücü etki yapar. Bu çatı isim altında sanallaştırma ve hizmet sağlama işleri çerçevesinde ağ, depolama, veri merkezi ve çoklu işletim sistemi çalıştırabilme gibi hizmetler ilk sırada yer alır. Son yıllarda BT alanında “hizmet olarak” şeklinde çevirebileceğimiz “as-a-service” ifadesi sıklıkla kullanılır oldu. Örneğin yazılımı satın almadan abonelik yoluyla yazılım kullanımı için “hizmet olarak yazılım (SaaS)” ya da bulut bilişim alanında aynı iş biçimi mantığıyla “hizmet olarak platform (Paas)” sıklıkla kullanılanlar arasında yer alıyor. Yazılımın donanım gereklerini daha fazla yerine getiriyor olması ile birlikte “hizmet olarak altyapı (IaaS)” şeklinde yeni bir terim daha türetildi. Herhangi bir işletim sistemi ile bir veri merkezine bağlanan kişi, aboneliği karşılığında oradaki çok uyumlu platform sayesinde programı işletme, verileri depolama ve ağ işlemleri gerçekleştirme imkânlarına sahip oluyor.

1980’li yıllarda kişisel bilgisayarların üretilmesi ile başlayan süreçte uzun bir zaman dilimi için donanım konusu yazılımın önünde yer aldı. Teknolojik gelişim açısından 1990’lı yıllara kadar yazılımdaki gelişmeler bir değişim görünümü yaratacak kadar etkili olmadı. 20’nci yüzyılın son on yılı ile başlayan dönem ise yazılımın yükselişine tanık oldu. Her ne kadar donanım alanında önemli gelişmeler olduysa da artık yazılım çok hızlı ve kolay uyum sağladı. Hatta yazılım ihtiyaçları yeni donanım unsurlarının geliştirilmesi için itici güç haline geldi. Sonunda geliştirilen yazılım araçları ve çözümleri, daha önce donanımla halledilen bazı çözümlerin yerini almaya başladı. Bu nedenle BT alanındaki yönelimlerden bir tanesi, örten çatı anlamına gelecek şekilde “Yazılım Tanımlı Her Şey” olarak isimlendiriliyor.

Bilişim teknolojisi (BT) ve ilgili alanlarda son yıllardaki gelişim giderek daha fazla veri ve yazılım eksenli olmaya başladı. Sensör (veri toplama) teknolojilerindeki gelişime bağlı olarak büyük veri, analitikler ile BT ürün ve hizmetlerinin daha yaygın tüketilebilir hale getirilmesi izlediğimiz yönelimler arasında yer alıyor. BT alanında son yılın çok konuşulan biri ise İngilizce sektörel jargonda SDE olarak kısaltılan “Yazılım Tanımlı Her Şey” oldu.
Yazılım alanındaki gelişmelerin günlük olarak kullanılan ürünleri nasıl değiştirdiğini izliyoruz. Arabadan buzdolabına, cep telefonundan televizyona kadar pek çok alanda yazılım gömülü olarak yer alıyor. Çok yakında gömülü yazılım içermeyen ve İnternet aracılığı ile elektronik dünyaya bağlı olmayan ürün ya da eşya kalmayacak. Bu çerçeve örneğin makine üretiminde de yazılım ve otomasyon unsurunun oranının ve ağırlığının artacağını ifade ediyor. Yakın gelecekte bir uluslararası fuarda gizlice resmi çekilerek kopyalanabilecek makine teçhizatı kalmayacak. Çünkü sergilenen makinenin gerçek gücü onun içine gömülmüş olan yazılımdan kaynaklanacak. “Yazılım Tanımlı Her Şey” terimi, özetlenen bu türden bir dünyayı anlatıyor. Rekabetçi, kalıcı ve sürdürülebilir olmak isteyen işletmelerin bu gerçeği göz önünde bulundurmaları gerekiyor.

Daha genel söylendiğinde yazılım, insan deneyiminin kodlanmış biçimidir. Yazılım, iş yapma biçimlerini (know-how) tekrar kullanılabilir hale dönüştüren genelleştirilip soyutlanmış hale getiren iş yapma biçimidir. Bu karışık görünümlü tanımlamalardan çıkan somu sonuç; bir işletmenin yazılıma yatırım yapma isteğinin, gerçekte kendi beceri, yetenek ve yetkinlikleri ile verimliliğini yükseltme girişimi olduğudur. Günümüzün iş fırsatları bir işletmeyi çepeçevre saran ekosistemde bulunur. Ama bu fırsatların değerlendirilmesi, işletmenin içinde mevcut olan beceri, yetenek ve yetkinlikler ile verimlilik sayesinde yapılacaktır. Yazılım bunların iyileştirilip geliştirilmesine katkı verdiğine göre çağdaş işletmenin kârlılığı, verimliliği ve büyüme başarısı yazılım teknolojisine sahip olması ile de ilgilidir.

Bilgisayar sistemlerinden veya bilişimden söz ettiğimizde bunun donanım ve yazılım olarak iki ana unsurdan oluştuğunu söyleriz. Fiziksel olan donanıma karşılık yazılımı, elle tutulmayan ve insan düşüncesinin ürünü olan soyut unsurlar (programlama dilleri, işletim sistemleri, programlar, yöntemler, teknikler, belgeler vb.) olarak tanımlarız.

İleri düzeyde geliştirilmiş programlar tarafından denetlenen ve –fiziksel olana karşılık– sanal ortamda yapılandırılmış sistemlere “Yazılım Tanımlı Her Şey” adı veriliyor. Bu kavram bilişim alanında gelişen çok sayıda teknolojiyi aynı çatı altında toplar. Bu yeni kavramlardan yaygın olarak kullanılan iki tanesini “Yazılım Tanımlı Ağ” ve “Yazılım Tanımlı Veri Merkezi” olarak sayabiliriz. Yazılım tanımlı ağ kavramı, fiziksel donanımın yüksek niteliklere sahip yazılım sistemi tarafından ikame edildiği sanal ağlar ve bunların oluşturulmasına işaret eder. Yazılım tanımlı veri merkezi ise bir veri merkezi oluşturmak için sanal tekniklerin kullanılması ile ilgilidir. Bir başka benzer kullanım ise bilgi depolama sistemleri için geliştirilmiştir. “Yazılım Tanımlı Veri Depolama” kavramı fiziksel dağıtık depolama donanımının sanal depolama sistemleri ile ikame edilmesine ilişkidir. “Yazılım Tanımlı Her Şey” terimi, bilişim ağırlıklı olmak üzere yeni teknolojilere ilişkin uygulamaları bir çatı altında toplayan bir düşüncedir. Yeni teknolojik (yazılım odaklı) literatürde bu kavram “sonraki büyük şey” olarak niteleniyor. Bu başlık altında bir ana işletim sistemi diğer işletim sistemlerini çalıştırma imkânına sahip olacak. Sanal bilişsel makineler ve sanal depolama ortamları geçmişte doğrudan donanım kullanılarak yapılan bilişim işlerini (donanımın görünmez hale geldiği) sanal dünyaya taşıyacak.

Eğer bilgi miktar ve çeşitlilik olarak çoğalmaya başladıysa yeni oluşan alan, tema ve konularda yepyeni terimler de türetiliyor. Diğer yandan anlaşılabilir olmanın birinci kuralı, anlatırken, açıklama yaparken ya da yorumlarken sağlam biçimde tanımlı ve aynı veya benzer biçimde anlaşılan sözcük ve terimler üzerinden yol almaktır. Bu nedenle günlük kullanımdaki sözcüklerle oluşturulmuş “Yazılım Tanımlı Her Şey” terimini tanımlayarak başlamak uygun olur.

Geleceğin işletmesini bugünden başlayarak oluşturmak için öncelikle değişimin varlığını ve kaçınılmazlığını kabul etmek gerekiyor. Bugün değişime başlamak için doğru andır. Önümüzdeki dönem asla ‘olduğumuz gibi kalabileceğimiz’ bir zaman dilimi olmayacak. Durmaya, duraklamaya çalışan kaybedecek. Değişimi 10 yıl gibi aralıklarla incelediğimizde büyük farklılıklar göreceğiz. Ama değişimin kendisi zamanın olağan akışı içinde bir evrim niteliği gösterecek. Evrim eğilimi hâlâ bize stratejiler üretme ve planlama yapma –dolayısıyla işletme olarak evrimleşme– imkânı sağlayacak. Her işletmenin geleceğe hazırlanmak üzere kendi önceliklerini belirlemesi ve gelecek tasarımını hazırlaması gerekiyor. Bu, işletmeye farklılaştıracak olan bir değişim planı demektir. İnsan kaynağının nitelikli hale getirilmesi, dinamik takım çalışması kültürünün oluşturulması, işletmenin hız – çeviklik – esneklik yeteneklerinin geliştirilmesi, küresel ürünün yerelde kişiselleştirilmesi, yerel ve küresel ağlara dâhil olunması, müşteri deneyimi ve tedarik zinciri görünürlüğü gibi unsurlar değişimin zaman planı içine yerleştirilmelidir.

Bilimsel ve teknolojik gelişimler ile bunların ekonomik ve sosyal yaşamdaki yansılarına göre kısa-orta-uzun vade tanımları da değişiyor. Yere sağlam basarak tutarlı öngörü ve projeksiyonları 2020’li on yıla kadar götürebiliyoruz; daha sonrası ise bir gelecek kurmacası oluyor. İşletmenin ve imalatın geleceğine bakmaya çalıştığımızda 2020’li yıllara doğru mobilitenin yaygınlaşma eğilimini görüyoruz. Bir rapora göre 2020’lerde kişi başına İnternete bağlı cihaz sayısının 15’i aşacağı tahmin ediliyor. İş ortamlarında da mobil cihazlar, gerçek zamanlı iş modeline geçişin bir parçası olarak kritik konularda vazgeçilmez donanım haline gelecek. Başta pazarlama ve müşteri hizmetleri olmak üzere sosyal medya platformlarının pek çok kurumsal fonksiyonu yeniden tanımlayacağını söyleyebiliriz. Bu tür ortamlar işletme içi ve dışı işbirliği ile ortak çalışmanın zeminini oluşturacak. İletişimin çok yönlü, boyutlu ve derinlikli gelişimi “işe göre kendiliğinden oluşan takım” kültürünün gelişimine katkı yapacak. Bilişim altyapısı her an daha fazla yayılarak bulut bilişim üzerine kurulacak. Sensor (veri toplama) ve otomasyon teknolojilerindeki gelişime bağlı olarak büyük veri işleme tekniklerinin işletmelerde yaygınlaşacağı anlaşılıyor. Büyük veri işleme yaklaşımı pazarlamaya, müşteri ilişkilerine, ürün geliştirmeye ve gelecek öngörülerine yeni biçim verecek.

Gerçek zamanlı, dinamik ve işbirlikçi bir çalışma ortamı yaratmanın, planlama ve karar verme süreçlerini iyileştirmenin önemli bir adımını bilişim teknolojisine verilen önem ve yapılan yatırım oluşturacak. Bu adımın unsurları ise bulut bilişim, mobilite, kurumsal sosyal medya, büyük veri ve analitiklerin kullanımıyla şekillenecek. BT konusundaki bu değişim süreci, işlem (hareket) bazlı çalışmadan gerçek zamanlı, pazar-müşteri duyarlı, hızlı, çevik ve esnek iş modeline geçişte kaldıraçlama görevi yapacak.

Teknolojideki gelişmeler yanında pazardaki değişimi izlediğimizde imalat işletmesinin iş modelinin dönüşümü gereği konusunda kuşkumuz kalmıyor. Bu dönüşüm, işlem (hareket) bazılı iş yaklaşımından gerçek zamanlı çalışmaya doğru olmak zorunda. Bu amaçla bilgi teknolojilerinin desteğine ihtiyaç var. Ayrıca daha dinamik ve işbirlikçi bir çalışma modeli için organizasyon şemalarının dikey hiyerarşilerinden kurtulmak gerekiyor. Bu yatay örgütlenme sayesinde pazarın ve müşterinin hızına erişmek mümkün olabilir.

Günün gelişmeleri, gelecekte kalıcı ve sürdürülebilir olmak isteyen imalat firmalarının öncelikle iş modellerini dönüştürmelerini öngörüyor. Bunun önemli adımlarından birisi, müşterinin hız, esneklik ve beceri gerektiren yeni türden talep ve beklentilerinin karşılanmasıdır. İşletmeler müşterilerin gelişen taleplerini hızla anlamak ve bunları tatmin etmek üzere yeni ürün ve hizmetleri pazara sunmak durumunda olacaklar. Bu arz, müşterinin özel beklentilerini karşılayacak biçimde çeşitlenmiş özellik, kalite ve fiyat şartlarında –sayısı birden fazla olan– küresel pazarlara doğru olmak zorunda.

Eğer bugünden başlayarak geleceğin müşterisini tasvir eden bir motto bulmak istersek ulaşacağımız slogan “Hemen şimdi!” olacaktır. Gelinen noktada müşterinin tatmini, ürünün kendisi kadar ona erişim süresi ile de ilgilidir. Bu durum, karşımıza yeni bir problemi, iş yapma hızı konusunu getiriyor. Geleceğin işletmelerinin karar verme ve gerçekleştirmede hızlı, çevik ve cevap verici olmaları zorunlu hale geliyor. Geleceğin vaat ettiği fırsatlardan yararlanmak isteyen işletmeler kaçınılmaz biçimde hızlı olmak zorundalar. Değişen piyasa-müşteri taleplerine tatmin edici cevaplar verebilmenin başkaca bir yolu yok. Öyle ki, firmalar mevcut ihtiyaç ve beklentilere hızlı tatmin üretmenin yanında geleceğin (yeni) taleplerinin de neler olabileceği konusunda öngörüler geliştirmek ve bunlara hazırlanmak durumunda olacaklar. Sözü edilen bu hız, çeviklik ve cevap verme dinamizminin nasıl sağlanacağı ciddi bir sorudur. Genel hatlarıyla da olsa bu zor sorunun cevabı sürdürülebilir değişim yönetimi, yüksek tempolu inovasyon, bilgi paylaşımı, müşterinin durum ve ihtiyaçlarının öngörülmesi, gerçek zamanlı tedarik zinciri görünürlüğü olarak özetlenebilir. Günümüzde bilgi de aynen kalite gibi iş dünyasının ayrılmaz bir doğal gerçeği haline dönüştü. Geleceğin rekabet üstünlüğü sağlayacak temel ekseni ise hız ve çeviklik olacak.

İş ile ilgili ekosistem (küreselleşme, sertleşen rekabet ve karmaşıklaşma gibi) yeni şartlar uyarınca çok daha zor hale geliyor. Bu giderek zorlaşan durumla baş etmek için işletmenin odağında nitelikli insan kaynağı olmak zorunda. Bu sayede ihtiyaç duyulan esneklik ve karar verme yetkinliği sağlanabilir. Geleceğin işletmesinin bugüne oranla daha yatay ve işbirlikçi olması gerekiyor. Dik yönetim piramidinin işbirliğine imkân sağlayacak biçimde yalınlaştırılmasına ihtiyaç var. Gene aynı bağlamda çalışanların, tedarik zincirini oluşturan iç ve dış unsurlarla iletişiminin geliştirilmesi iş süreçlerini daha kolay akar hale getirecek. Bu yeni durum, çalışanları geliştirirken bilgi (bilgilenme) esaslı proaktif karar vermeyi mümkün kılacak.

Geleceğin işleri daha zengin ve yüksek becerilerle donanmış insan kaynağı gerektiriyor. Bu nedenle geleceğin işletmeleri, yüksek donanımlı genç çalışanları işe almak ve kalıcılıklarını sağlamak durumunda olacaklar. İnovasyona yatkınlık, yeni teknolojilere kolay uyum sağlama ve işbirliğine uygunluk gibi özelliklere sahip olması umulan genç çalışanlar, geleceğin işletmesinde katma değerli başarı için kaçınılmaz unsur olacak. Özetlenen bu çerçeveden anlaşılacağı gibi geleceğin firmaları, yeni insan kaynağının etkili ve verimli çalışması için işbirlikçi çalışma ortamı geliştirmek durumunda olacaklar. Her karar verme aşamasından bilgiden yararlanacak bu yeni firma türünü açık ve bilgi odaklı olarak niteleyebiliriz.

Alternatif enerji kaynakları arayışı, –güneş ve rüzgâr gibi sürdürülebilir olanları bir yana koyarsak– zaten kullanılan veya gelecekte kullanılabilecek olan kaynaklar konusunda bir planlama gerektiriyor. Kaynaklar daha az bulunur hale geldikçe ekonominin doğal sonucu olarak tüketiciye yansımak üzere fiyatlar yükseliyor. Özetle; imalatın geleceğindeki ana sorunlardan bir tanesi, girdi (hammadde, yardımcı malzeme, enerji, su vb.) tedariki olacak.

Talep ve buna bağlı olarak üretim arttıkça kaynak ihtiyacı da buna bağlı olarak yükseliyor. Bir kez daha ekonominin başladığı noktaya –sonsuz ihtiyaçlar, sınırlı kaynaklar noktasına– geri döndük. Tatlı su konusunda sorunlar hâlâ çok ciddi olmaya devam etmekle birlikte enerji alanında yeni üretim ve tüketim alternatifleri ile çözüm aranıyor. Bir başka kritik darboğaz ise nadir toprak elementleri olarak isimlendirilen konuda yaşanıyor. Genelde 57-71 arasında atom numaralarına sahip bu elementler teknolojik donanım üretiminde kullanılıyor. Bunların tedarik durumu doğrudan havacılık, savunma, makine üretimi ve ilaç imalatı gibi sektörlerini etkiliyor. Bu tür elementlerin talebinin yaklaşık yüzde 95’i Çin tarafından karşılanıyor. Bu değerli girdiler konusunda neredeyse bir tekel oluşması imalatın geleceği açısından –bir kriz durumu dikkate alındığında– bazı soru işaretlerine neden oluyor.

Piyasanın yapısı ve satın alma biçimleri, veri akışını çeşitlendirip kolaylaştıran mobilite sayesinde hızlı değişimini sürdürüyor. Akıllı telefonlardan tablet bilgisayarlara kadar çok çeşitli bilişim-iletişim araçları sayesinde müşteriler, pazardaki ürün ve hizmetler –bunların marka ve modelleri, teknik özellikleri ve fiyatları– konusunda hızlı ve ayrıntılı biçimde bilgileniyorlar. Geçmişin marka bağımlılığı artık eski gücünde ve geçerliliğinde değil. Bir başka değişim ise müşterilerin seçtikleri ürüne ‘hemen şimdi’ ulaşmak istemeleri şeklinde oluştu. Hiç kimse sahip olmak için beklemek istemiyor.

Özetlenen bu piyasa görünümü, sadece işin perakende boyutunu değiştirmekle kalmıyor; tedarik zincirinin tamamı yeni iş yapma biçimlerine doğru zorlanıyor. Yeni düzende ürünün müşteriye beğendirilmesi ve müşterinin memnun edilmesi sorumluluğu sadece üretici veya satıcıya ait değil. İmalatın malzeme tedarik aşamasından geri dönüşüm anına kadar zincirin her halkası müşteri memnuniyeti konusunda sorumluluk ve yükümlülüklere sahip. Kalite anlayışı ve müşteri memnuniyeti, pazarda kalıcı ve sürdürülebilir olmak adına daha bütünleşik bir duruma geldi.

Bilimsel ve teknolojik değişim, iş dünyasında değişimin ivmesini yükseltiyor. Kötü sürprizler yaşamamak için imalat işletmelerinin ilk gözden geçirmeleri gereken konuların arasında iş modeli geliyor. İmalatın geleceğinde firmalar yeni iş becerilerine ihtiyaç duyacaklar. Bu süreçte işletmelerin işlem (hareket) bazlı olmaktan gerçek zamanlı olmaya dönüşmeleri gerekecek. Bulut bilişim, mobilite, sosyal sorumluluk, büyük veri ile analitikleri kullanma becerilerini ve ihtiyaç duyulan altyapıyı geliştirmeleri zorunlu olacak. Yeni kuşak kurumsal kaynak planlama yazılımları işletmeler için vazgeçilmez önemde olacak.

Ne yazık ki, hâlâ sanayinin 19’uncu yüzyıldaki barbar görünümünde olduğunu zanneden yöneticilerimiz var. Gelişmiş ekonomilerde ise endüstri karşıtı yaklaşımlar, yeni gelişmelerin verdiği aydınlanma ve yenilenme sayesinde olumluluğa döndü, dönmeye devam ediyor. Kendilerini yenilemekte zorluk çeken ‘dinozorlara’ karşılık Üçüncü Sanayi Devrimi’ne özgü bilimsel ve teknolojik gelişmeler, yepyeni bir sınaî görünüme yol veriyor. Buna “sanayinin geri dönüşü” diyebiliriz. Yeni durumdan kaynaklanan fırsatları imalat sektörlerinde değerlendirebilmek için firmaların kendilerini dönüştürmeleri gerekiyor. Çok kolay gözükmeyen bu dönüşüm için öncelikle iş modeli, örgütsel yapı ve bilişim altyapısının yeniden ele alınması kaçınılmaz görünüyor.

Üretim ortamında veya hatlarındaki darboğazların tespiti, imalat fonksiyonunda yer alan tüm çalışanların sorumluluğundadır. Akışın düzenli ve sağlıklı olmasıyla görevli liderler bir yana; darboğaz tespit becerisi, çoğu zaman kendiliğinden oluşmaz, gelişmez. Bu amaçla geliştirme programlarına –eğitimlere, danışmanlık hizmetlerine ve artık kaçınılmaz olan üretim yazılımlarına– ihtiyaç duyulabilir. Tespitin ardından önceliklendirilmiş iyileştirme çalışmaları ile –pazarın değişim temposuna cevap vermek üzere– kalite, maliyet, miktar ve zamanlama dörtlüsünün en uygun düzenlemesine erişilebilir.

Pazar ve müşterinin değişim ihtiyaç ve beklentilerine imalat ekseninde doğru cevapları vermenin bir diğer ihtimali, her seviyede süreçlerin toleranslarının düzenlenmesidir. Bununla ilgili kavramlar kalite, maliyet, miktar (hacim) ve ürünün çıkış zamanlamasıdır. Bu dört kavram, bir yanıyla müşteriyi tatmin etmek diğer yanıyla tüm imalat süreçlerini organize etmek açısından belirleyici rol oynar. Dolayısıyla üretim ortamında her süreci, makineyi, mühendisi, teknisyeni, mavi yakalıyı ve üretim yönetimi bilişimini ilgilendirir.

Değişen piyasa ve teknoloji şartları ile baş etme konusunda ilk ümit verici durumun, imalat ortamının (örneğin üretim hattının) birden fazla ürün ve/veya model işleyecek biçimde yapılandırılması olduğunu söylemiştim. Buna imalatın standartlaştırılması veya esnek üretim sistemi gibi isimler verebiliriz.

Esnek üretim sistemi, öngörülen veya beklenmeyen değişikliklere belli oranda da olsa uyarlanma tepkisi verebilen imalat sistemidir. Buradaki esneklik olgusu makine esnekliği ve rota esnekliği olmak üzere iki ayrı kategoride ele alınabilir. Makine esnekliği, sistemin yeni ürünler imal edebilme ve operasyonların sırasını (düzenini) değiştirebilme yeteneğini ifade eder. Rota esnekliği ise bir parçanın üretiminde birden fazla makineyi kullanabilme ve hacim-ölçek değiştirebilme yeteneğini anlatır. Esnek üretim sistemi yatırım, sağlam ön planlama ve nitelikli insan kaynağı gerektirmesi açısından bu çağın ve geleceğin endüstriyel durumunu simgeler. Düşen maliyetler, işgücü ve makine verimliliği, yükselen kalite, artan sisten güvenilirliği, azalan parça stokları, CAD/CAM sistemlerine uyumluluk ve kısalan işleme süreleri gibi üstünlükler sunar.

Değişim karşısında ayakta kalabilmenin yollarından birisi, işletmenin imalat fonksiyonunu standart hale getirmesinden geçiyor. Konunun ayrıntılarına girmeden bunun bir örneğini tek üretim hattında birden fazla model (hatta ürün) üretmek olarak söyleyebiliriz. Bu bağlamda standart imalat yaklaşımı operasyonel süreçlerin, parça esaslı stratejilerin, donanımın yerleşiminin düzenlenmesini etkileyecektir. Bu yaklaşım esnek üretim sistemi olarak isimlendiriliyor. Anlaşıldığı gibi; burada standart ürünlerden değil, imalatın bizatihi bir standart haline dönüşümünden söz ediliyor. Piyasadaki değişim talepleri karşısında güçlü olabilmek için –özellikle otomasyon ve robot teknolojilerinin kullanımı sayesinde- standart hale getirilmiş ürün reçetelerinden (ürün ağaçlarından) ve bir çatı tasarımdan yararlanılmaktadır. Buradaki amaç, fabrika içindeki sistemi değiştirmek için yeni yatırım ve harcamalara girmeden imalat sistemini esnek hale getirmek ve pazar-müşteri isteklerindeki çeşitliliğe hızlı cevap verebilmektir.

Değer yaratma, işletmenin varlıklarının beklenen sonuçları oluşturacak biçimde bir araya getirilmesini gerektirir. Yukarıda özetlenen yeni duruma dikkat ettiğimizde bunun artık çok daha önemli olduğunu fark ederiz. Özellikle atıksız, firesiz ve israfsız yalın üretim metodolojisi açısından bakıldığında konunun önemi daha açık ortaya çıkar. Bu sayılanların bazıları geçmişte de geçerli olsa bile günümüzün fabrikası çok daha karmaşıktır. Gelecekte bilişimin imalatla daha fazla bütünleşmesi ve otomasyonun artışıyla birlikte üreticiler çok daha büyük meydan okumalarla karşılaşacaklar.

İmalat işletmeleri, kurumsal hedeflerini gerçekleştirmek üzere düzenlenmiş mühendislik sistemleridir. Müşterilerin ihtiyaç, istek ve beklentilerini üretmek üzere girdileri çıktılara dönüştürürler. Buna değer akışı adını veriyoruz. Teknolojinin gelişimine paralel olarak bu akışın öneminin daha fazla kavranmasıyla otomasyon sistemleri ile iş süreçleri yönetimi yazılımları öne çıkmaya başladı. Çünkü müşteriyi tatmin edecek değer yaratma sürecindeki sorunlar doğrudan işletmenin imalat fonksiyonuna yansıyor. Bu konuda günümüzde yaşanan sıkıntıların odak noktası, müşterilerin çeşitlenen ve hızlı değişen talepleri ile imalat fonksiyonunun değer yaratımını büyük ölçüde değiştiren teknolojik yeniliklerde oluşuyor. Daha bir başka söyleyişle; işletmenin imalat olarak değişen taleplere ve yeni teknolojilere uyumu giderek daha önemli hale geliyor.

Yönetim alanında çalışan akademisyen Rita G. McGrath son kitabında mutlak rekabet üstünlüğünün artık kalmadığını, firmaların geçici üstünlüklerle yaşayabileceklerini söylüyor. Bu bağlamda “geçici üstünlük çağı” olarak isimlendireceğimiz bu dönemde ne türde stratejiler geliştirilmesi gereği üzerinde duruyor. Kalıcı veya geçici; sert rekabette sürdürülebilir olmak için bir işletmenin pazarlama fonksiyonunda olduğu kadar imalat alanında da üstünlükler geliştirmesi gerekiyor. Geleceğin giderek daha fazla belirsizleşen piyasa yapısı bir firmanın dikkat noktalarından birisinin imalatın geleceği olmasına işaret ediyor.

İşletmenin maliyet ekonomisi açısından bakıldığında kitlesel üretim sonucuna varılır. Diğer yandan müşteriler –başkalarınınki ile aynı olmayan– kendi beğeni, kültür ve şartlarına uygun ürünler satın almak istiyorlar. Bu ikili durum “kitlesel bireyselleştirme (müşteriye göre üretim)” denilen yeni bir çözüme yol açıyor. Firma açısından kitlesel, müşteri açısından özel olacak bir çözüm gerekiyor. Bu durumun geleceğin pazarını oluşturmada ilk elden etkili olacağı anlaşılıyor. Rekabet nedeniyle fiyatlar düşüyor; İnternet sayesinde müşteriler kaliteli ve ucuz ürünün bilgisine ve kendisine daha kolay ulaşabiliyorlar. Bu karmaşık durumun altından kalkabilmek için işletmeler, müşterilerin bilinen ve açıklanmamış ihtiyaçlarını daha yakından izlemek, inovatif ürün tasarımını geliştirmek ve ürünün fikir aşamasından pazara geçiş süresini kısaltmak zorunlar. Bunları başaramayanlar eskisine oranla daha hızlı yok olacaklar. Bazı iş sahipleri ve yöneticiler kârsız oldukları nedeniyle bazı ürünleri imal etmek istemiyorlar. Hâlbuki iş dünyasının gerçeklerinden birisi, işletme içinde üretimi katma değersiz görünen ürünlerin –dış kaynak kullanımı ya da outsourcing olarak bilinen– dışarıya (yan sanayiye) aktarılmasıdır. Önümüzdeki dönemde kârsızlık öngörüsüyle dışarıya verilen ürün ve hizmet sayısında artış görülecek. Bu yönelimin devamı olarak ürünlerin bütün veya sistem olarak daha küçük ama çok daha hızlı ve çevik firmalara verileceği anlaşılıyor.

Geleceğin imalat teknolojisi türü ve yöntemlerini seçmede pazarın alacağı şekil birinci dereceden etkili olacak. Örneğin müşterilerin taleplerindeki değişimden kaynaklanan pazardaki ‘gelip geçiciliğe’ en hızlı ve iyi cevabı veren firmalar daha başarılı olacak. Bu nedenle işletmeler kendi iş yapma biçimlerini değiştirmek zorunda kalacaklar. Bu bağlamda kârlı ve sürdürülebilir kalmak adına piyasanın gerektirdiği hıza ve çevikliğe ulaşabilmek için uygun teknoloji ile yenilenmek gerekecek. Pazardaki yüksek hızlı ‘gelip geçicilik’, azalan kâr oranları ile yaşayabilmek için firmaların faaliyetleri üzerinde maliyet azaltma baskısını artıracak. İşletmelerin pazarda başarılı olmaları –en azından başarı kriterlerinden birisi, gelirlerini yükseltmede ve maliyetlerini düşürmede rakiplerinden daha iyi olmalarına bağlı gelişecek.

Bilim ve teknolojinin yarattığı altyapı, geçmişte olduğu gibi gelecekte de insan ve toplum yaşamında önemli değişimlere neden olacak. Ne yazık ki, değişime uyarlanamayan ve kendinde gerekli dönüşümü sağlayamayanlar bir kez daha yaşam sahnesinden çekilecekler. İş dünyası açısından bakarsak değişimin çok sayıdaki bileşeni işletmeler açısından geleceği daha zor hale getiriyor. Belirsizliğin oluşumunda teknolojilerdeki hızlı değişime müşterilerin daha bilgili ve seçici hale gelmeleri eşlik ediyor. Önümüzdeki dönemde işletmeler, teknolojilerdeki ve pazar-müşteri yapısındaki değişimin yarattığı belirsizlikler ile baş edebilmek için geçmiştekine oranla daha çevik, hızlı, verimli ve bilgili olmak zorundalar. Geçmişte imalatın yönetilmesi, kalitenin sağlanması, maliyetin ve çevrim zamanının düşük tutulması önemli konular idi. Gelecekte bundan çok daha fazlası olacak. İmalatı yöneten güç çok daha büyük oranda pazarın eline geçerken, maliyetlerin düşük tutulması ve tedarik zincirinin yalınlığı işletmenin rekabet gücü göstergeleri arasında yerini koruyacak.

Bilimsel gelişmeler yanında teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak üretimin insan ve toplum yaşamındaki önemi giderek daha açık biçimde ortaya çıkıyor. Değişimi ve imalatın yaşamdaki yükselen değerini, sadece –bağnazlıkları ya da kendi ‘öz’ çıkarları nedeniyle– görmek istemeyenler görmüyor, anlamıyor. Elektronik ve yarıiletken teknolojilerindeki iyileşme ve gelişme her 18 ayda ikiye katlanırken, aynı zaman diliminde maliyetler de yarıya düşüyor. Biyoteknoloji geleceğin en değerli teknolojilerinden birisi olarak önemli gelişmeler göstermeye devam ediyor. Bu alandaki çalışmalar doğal yollarla elde edilen yeni ilaç ve aşı türlerini hedefliyor. Nanoteknoloji sayesinde önümüzdeki çeyrek yüzyıl içinde günlük yaşamımızın parçası olan eşyaların büyük değişime uğrayacağı anlaşılıyor.  Bunlara daha pek çok başka bilimsel, teknolojik ve sınaî öngörüleri ekleyebiliriz.

Yeni insan kaynağının uyarlı olma ve uyum gösterme konusundaki istikrarlılığı, –araştırmadan geliştirme amaçlı inovasyona, üretim süreçlerinden tedarikçi ilişkilerine, pazarlamadan bakım-onarım hizmetlerine kadar– imalatın tüm boyutlarını kapsamak zorundadır. İstikrar gibi geleceğin bir başka temel olgusu da sürdürülebilirliktir. Geleceğin iş süreçleri ve bunlarla imal edilen ürünler kullanım sürelerinin bitiminde yeniden kullanıma, tekrar işlenmeye ve geri dönüştürülmeye uygun olacak. Benzer anlayışla; kapalı çevrimli sistemler enerji ile su israfını yok etme ve fiziksel atığı geri dönüştürme imkânları ile donatılacak.

Çeyrek yüzyıl sonra ayakta kalmayı ve sürdürülebilir olmayı başaran işletmeler, şimdiye oranlar çok daha geniş ve çeşitlenmiş bir beceri havuzuna sahip olacak. Bu havuzu yüksek düzeyde nitelikli lider ve yöneticiler oluşturacak. Bu kişiler bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarında ticari ve teknik uzmanlıkların bileşimi ile donanmış olacak. Bu noktada; geleceğin nitelikli insan kaynağının temel özelliğinin, değişimi çabuk kavramı ve hızlı uyum gösterme olduğunun vurgulanması gerekir.

Geleceğin başarılı firmaları, teknolojik geçmişi yaşatmaya çalışanlar değil; fiziksel ve fikri altyapılarını hızla değiştirme ve uyarlama becerisine sahip olanlar arasından çıkacak. Bunlar yeni teknolojilere gösterdikleri uyum sayesinde değişen küresel pazarlara ve müşterilere daha yakın olacaklar. İhtiyaç ve beklentilere daha hızlı cevap verebilecekler.

Sınai üretimin dışında olanlar için değişim, günlük yaşamın nesnelerinden ibaret kalıyor. Değişimi tüketim maddelerinde, ev aletlerinde, kişisel cihazlarda veya bilişim ve İnternet gibi yaygın kullanımlı alanlarda hissediyoruz. Konunun imalat tarafına baktığımızda ise güncel üretim araç, teknik ve metotlarının 30-40 yıl önceki duruma göre fazlasıyla değiştiğini gözleyebiliriz. Teknolojik çalışmaların gelişimini izlediğimizde ve gelecek öngörülerine dikkat ettiğimizde 30 yıl sonrası gibi bir gelecekte dünkü ve bugünkü durumla kıyas kabul etmeyecek ölçüde bir değişime tanık olunacağını söyleyebiliriz. Mevcut durumu oluşturan üretim ortamları ve fabrikaların yerini görsel olarak tanınamayacak ölçüde yeni şartlar ve imkânlar alacak. Çok fonksiyonlu hesap makinelerinin sürgülü cetvellerini tarihin çöplüğüne fırlatıp attığı gibi –gerçekte hâlâ geçmişi temsil eden– bugünün imalat yöntemleri literatürü de çoktan geri dönüşüme gitmiş olacak.

Söz değerlidir. Onun değerini içerdiği duygu ve düşünce belirler. Ama söz de yerinde ağırdır. Karşıya iletildiğinde onu taşıyan kanalın özelliklerinden dolayı değişime ve dönüşüme uğrayabilir. Ne anlaşıldığını doğrulamak gerekir. Bu nedenle iki nokta arasında meydana gelen olaya, çift yönlülüğe işaret etmek üzere iletişim adını veriyoruz. “Communication Skills For Managers” isimli bir kitap yazmış olan Sayers, Bingaman, Graham ve Wheeler bu çift yönlülüğü şöyle ifade etmişler: “Etkili iletişim iki yönlü bir süreçtir; bir verici ile bir alıcı arasındaki düşünce alışverişidir. Her bir tarafın bu sürece katılımı geçmiş tecrübeler, değerler, ihtiyaçlar ve duygulardan çıkan kişisel algılamalara dayanır.

Sadece düşüncesini sözlerle aktarmak isteyen kişinin filtreleri yok. Karşımızdaki insanın da yaşam çevresinden, geçmiş deneyiminden veya algı modelinden kaynaklanan filtreleri var. Muhtemelen onun duymak istedikleri var. Bunlar da iletilen sözün alındığı noktada farklı biçimde algılanmasına neden oluyor. Kaynak tarafından verilmek istenen mesajın hedefte farklı anlaşılması, karşımızdaki kişinin işitme, algılama ve anlama becerileri ile çok yakında ilintili. Sözün iletilmesi ile birlikte yeni bir düşünme süreci de (karşı tarafta) sözün alıcısında başlıyor. Onun ne anladığını sanması (düşünmesi) iletişimin farklı ve ilginç bir boyutunu oluşturuyor.

Düşündüklerimizi herhangi bir ortamda iletebilmek için onları sözcüklerle ilişkilendirmek gerekiyor. Hiç kuşkusuz; duygu ve düşüncelerimizi resim, müzik, heykel veya pantomim gibi sanat dallarından yararlanarak da aktarabiliyoruz. Ama iletişimin hâlâ en önemli şekli sözcükler üzerine kurulmuş halde. Bu nedenle düşüncelerle sözcükler arasında gerekli eşlemeyi yapabilmek lazım. Düşüncelerle sözcükleri eşlemek de iletişim açısından ihtiyaç duyulan zemini oluşturmuyor. Neyi ne kadar söylemek istediğimiz, oluşturduğumuz düşünce ve sözcük kümelenmeleri bir süzgeçten geçirmemizi gerektirebiliyor. “Şunları şöyle söylemeli” dediğimizde dünya, yaşam ve çevremizle ilgili algılarımız bir filtre işlemi yaparak söyleyeceklerimizi söze ya da yazıya dökmeye hazır hale getiriyor.

Düşünmek insanı değerli yapan önemli becerilerden biridir. Ama el sanatı benzeri beceriler gibi bazı doğal ve sonradan edinilmiş özelliklerin olmasını da gerektirir. Bir ağacın altına oturup ya da kanepeye uzanıp veya masada başını ellerinin arasına alıp başıboş akıl gezdirmelerden de farklıdır. Düşünmek; bir makale yazmak, bir araştırma yapmak ya da yemek pişirmek gibi bir sistemli düzen gerektirir. Aksi halde denizin hemen dibinde kumlara yazılan yazılar gibi kolaylıkla silinir, unutulur gider. Düşünmek ve bu şekilde ürettiklerimizi bir mantıksal düzene koymak, düşüncelerimizi iletmek için ilk adımdır. Yeterince olgunlaştırılmamış bir düşünce iletildiğinde beklenen sonucu oluşturmaz.

Farklılıklar ve büyük değişimler bazılarımızı korkutur. Bunda bir problemin ya da değişimin peş peşe başka problemlere veya değişikliklere yol açacağı düşüncesi hâkimdir. Hâlbuki bir problemin veya değişim ihtiyacını varlığı, yaşamı oluşturan unsurlardan herhangi birinin mevcudiyeti kadar olağandır. Problemler veya değişiklikler karşısında cesareti kaybetmek yaşama sevincini yitirmek gibidir. Her çözüm adımı yaşam sevincimizi ve enerjimizi artırıcı etki yapar. Yaşam her şart altında özgür düşünmeye veya cesaretle geleceğe ilerlemeye değer güzelliktedir.

İnsanın yaratıcı tahayyül açısından en verimli olduğu dönem yaklaşık 20 küsurlu yaşların ortalarına kadar sürüyor. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde kişi, fantastik hayal gücünü daha etkin geliştiriyor ve kullanıyor. Şöyle bir örnek hatırlıyorum. İlköğretimin ilk birkaç yılında bir sınıftaki öğrencilere “Kim şarkı söyler?” diye sorsanız çok sayıda el kalkar. “Kim resim yapar?” dediğinizde de benzer bir durumla karşılaşırsınız. Bir lise son sınıfına girip aynı soruları sorarsanız ürkek biçimde kalkan birkaç elden fazlasını göremezsiniz. Sanki ilköğretimin ilk yıllarında bildiğimiz şarkı söylemeyi ya da resim yapmayı lisenin son yıllarına doğru unutuyoruz. Bir yetişkin olduğumuzda ise hiç mi hiç hatırlamıyoruz. Yetişkinler olarak sosyal ve ekonomik yaşama daha fazla dâhil olduğumuz yıllarla birlikte fantastik düşünme ve hayalci tasarım becerileri yaşamımızdan siliniyor. Muhtemelen bunları yok etmemizin ‘doğru’ olacağı öğretiliyor. Çocukluğun özgürlük günlerinden yetişkinliğin tutsaklığına ayıpçı ve yasakçı makamlarına ‘terfi’ ediyoruz. Çocukluğun üretkenliğini ve yaratıcılığını geleceğe taşıyıp kendi farklılığını koruyabilenlerin sayısı pek fazla değil.

Geliştirme süreci uzunca bir süre küçük adımlar halindeki iyileştirmelerle ilerliyor. Hatalara ivedi çözümler ya da küçük performans artışları (örneğin) ürünün yaşam süresini uzatmakta etkili oluyor. Ama öyle bir zaman geliyor ki; o noktadan sonra küçük iyileştirmeler ve minik performans artışları yeterli olmuyor. Tümden bir değişikliğe ihtiyaç duyuluyor. Eğer yeniliklerden veya buluşlardan söz ediyorsak gündeme bir yıkıcı (radikal) inovasyon geliyor ve piyasanın yapısını toptan değiştiriyor. Transistorlu radyo veya televizyon iletişim alanında böyle etkiler yapmıştı. Kişisel yaşamımızda da buna benzer bir gelişim süreci yaşıyoruz. O anı hissettiğimizde yaşamımızda o büyük değişimi yaşıyoruz. Mekânımızı, ilişkilerimizi ya da yaşam modelimizi bütünüyle değiştiriveriyoruz. Küçük ya da büyük değişimlerin daha iyi ya da kötü olduğunu söyleyemeyiz. Küçük adımlar halinde yapılan iyileştirmelerin olumlu etkiler yaptığı dönemler vardır. Bu tür zaman dilimlerinde gelecekte oluşabilecek büyük değişim için de hazırlıklar yaptığımız takdirde herhangi bir nedenle uzun dönemli gelecek zafiyeti yaşamayız. Kişi veya kuruluş olarak hem bugün hem de gelecek için donanımlı olacak düşünsel olgunluğu yakalamak gerekiyor.

Evrimleşmenin mekanizmalarını anlamak, yeni fikirler üretmek açısından önemlidir. Örneğin bir ürünün evrimleşme sürecini anlayarak izlemek, yeni fikirlerin geliştirilmesi ve yaratı sürecinde doğru kararların verilmesi bakımından son derece öğreticidir. Örneğin otomobilin, telefonun ya da İnternetin ilk çıkışından günümüzde ulaştığı noktaya kadar gelişim aşamaları, bir tohumun nasıl bugünkü ağaca dönüştüğünü anlamamızı sağlamak yanında düşünsel deneyim ve beceri kazandırıcı olacaktır. Teknolojik bir ürünün ilk çıkışında genelde görece büyük bir hacim, düşük performans ve az sayıda ayrıntı görüyoruz. Zamanla ürüne ilişkin parçalar ve bunların arasındaki bağlantılar artıyor ve karmaşıklaşıyor. Daha sonra ise bir yalınlaşma sürecine giriliyor. Teknolojinin katkılarıyla birlikte fonksiyonlar artarken ürünle ilgili detaylar daha akılcı ve kullanımı kolay bir şekle dönüşüyor. Otomobilde, telefonda, İnternette ya da bilgisayar donanımlarında da aynen böyle oldu.

Hedefe ulaştırıcı düşünmenin değerli olabilmesi için, öncelikle hedefin doğru belirlenmesi ve yeterli açıklıkta tanımlanması gerekir. Düşük hedeflere kolayca ulaşılır; ama bu erişim anlamlı sonuçlar oluşturmaz. Diğer yandan uzak ve zor hedefler başarılamadığında, olumsuz motivasyon ve sisteme / kendinize inanç-güven düşüklüğü yaratır. Hedefe ulaşmada kullanacağımız düşünme süreçleri kadar, doğru ve sağlam hedefleri koymuş olmak da önemlidir. Yanlış hedefler, doğru düşünme tarzını da değersiz kılar.

Bir fabrikadaki üretim hattını göz önüne getirin. Diyelim ki; bir tezgâhta beklenenden çok daha fazla arıza olmaktadır. Bu tür arızalar da ürünlerin zamanında ve kaliteli çıkışını önlemektedir. Böyle bir durumdan çıkaracağımız ilk sonuç, muhtemelen söz konusu tezgâhın sorunlu olduğu ve yenilenmesi gerektiğidir. Bu ise büyük bir yatırım anlamına gelir. Bu tür bir bakış, nokta soruna odaklanmak anlamına gelir. Söz konusu sıkıntılı durumla ilgili son karara varmadan resmin tamamını görecek biçimde olayı daha kapsamlı incelemek uygun olur. Örneğin tezgâhı kullanan operatörün bilgi ve deneyim eksikliği ya da cihazı hatalı kullanımı arızalara yol açıyor olabilir. Tezgâhı besleyen elektrik akımı ile ilgili sorunlar bulunabilir. Belki de tezgâh, periyodik bakım yapılmaksızın kullanılıyordur. Tezgâhta işlenen parçaların hammaddesinde bir uygunsuzluk bulunabilir. Sorun kaynağı örneklerini çoğaltabiliriz. Tüm bu seçenekleri incelemeden tezgâhın yenilenmesi gibi pahalı bir yola gitmek uygun olmaz. Eğer sorunun kaynağı gibi görünen bir unsur varsa, onunla ilgili yargıya varmadan önce onu etkileyen diğer faktörleri incelemek hatalı kararları ve kayıpları önler. Çoğu zaman gözümüzün önünde olup biten, görmemiz gerekenin tamamı değildir. Resmin tümünü görmeye çalışan düşünme tarzı bizi aceleci yanlış kararlardan korur.

Örneğin stratejik planlama süreçlerinde sıklıkla kullandığımız GZFT (SWOT) isimli bir teknik var. Bu teknikten elde edeceğiniz sonuçlar, tümüyle sizin onu nasıl kullandığınıza bağlıdır. Hiçbir teknik ona eklemlenmiş akıldan daha fazlasını kendiliğinden üretmez. Bu nedenle yaratıcı düşünme ile insanın kendi becerilerinin birbirine vizyoner biçimde eklemlenmesi gerekir. Örneğin akıldan arındırılmış bir GZFT seansı; sadece ön kabulleri, takıntıları, saplantıları ve korkuları kural haline getirir.

Günümüzde bilgisayar ortamında hesap tablosu yazılımlarını kullanarak yaptığımız işler, bunlar var olmadan önce kâğıt-kalem marifetiyle elle yapılıyordu. Karmaşık hesapları yapabilmek ve sayılar curcunası arasından sezgisel yollarla ilişkileri keşfedebilmek, bir ‘sanat’ kabul edilirdi. Bugün ise bu işleri yapmak için gelişmiş donanımlara ve yazılımlara sahibiz. Söz konusu amaca yönelik olarak çok sayıda, yöntem, teknik ve araç geliştirildi. İş dünyasında da benzer gelişmeler oldu. Son yüzyılda işletme, üretim, satış ve pazarlama yönetimi konusunda çok sayıda yaklaşım geliştirildi. Bunlardan bazılarının uygulama konusunda katı kuralları var. Pek çok sürecin kurallara bağlanmış olması yaratıcılığın ve düşünmenin önemini ortadan kaldırmadı. Önemli olan; yöntemleri, teknikleri ve araçları akılcı düşünme ile birlikte doğru biçimde eklemleyebilmeyi başarabilmek.

Büyük kabul edilen bir problemi çözmenin yaratıcı yolunun sıklıkla ezberi unutmak ve yapılandırılmamış düşünmeye yönlenmek olduğuna inanılır. Bu kabulde; deneyimin yanıltıcı dehlizlerine dalmamak veya tekniklere ‘tutsak olma’ yanlışına düşmemek açısından doğruluk payı olduğunu söyleyebiliriz. Bazı sorunlara bildiğimiz her şeyi unutarak ve yapılandırılmış düşünme tarzından uzaklaşarak konuya yaklaşmak çözücü olabilir. Ama bu yolla halledilebilen sorunlar, çoğunlukla küçük ölçekli problemlerdir. Yüksek düzeyde karmaşıklığa sahip sorunları çözmek için problem çözme sürecinin yapılandırılması ve duruma uygun bir yol haritası çıkarılması uygun olur. Doğru düşünme tarzı; sezgisel yollarla yapısal yöntem, teknik ve araçların akılcı biçimde eklemlenmesini gerektirir. Asla unutmamamız gereken hassas nokta; sorunun çözümünün, problemin karakterine ve ölçeğine bağlı olduğudur.

İlginç bir diğer örnek de 781-868 yılları arasında yaşamış ve biyoloji, zooloji, tarih ve psikoloji konularında çeşitli bilimsel eserler yazmış olan Arap bilgini El-Câhız’ın yaşamına ilişkindir. El-Câhız yoksul bir kişi olduğu için çoğu zaman kitap almaya parası yetmezmiş. Bunun yerine kitapçıyı gece süresince kiralar, dükkânı kendi üzerine kilitletir ve tüm gece boyunca mevcut kitapları inceleyerek, araştırmalar yaparmış. Çeşitlilik, başka alanlardaki çözümleri görerek yenilik yaratmanın önemli eksenlerinden biridir. Farklı alanlardaki bilgiler arasında yapılan kıyaslama, eşleme ve eklemlemeler sayesinde eşsiz yenilikler üretmek mümkün oluyor. Özetle; düşünsel çeşitlilik yeniliklere, buluşlara ve yaratılara giden yolu aydınlatıyor.

Farklılık yaratan inovasyonların, çoğunlukla kurum ve kuruluş dışı bilgiden kaynaklanması şaşırtıcı değildir. Tarihi incelediğimizde; büyük buluşlara ve yeniliklere imza atan kişilerin tümünün adeta bilgi açlığı duyanlar olduğunu görürüz. Bu insanların bir başka özelliği ise kendilerini tek bir alana ‘hapis etmemiş’ olmalarıdır. Çok değişik alanlardan elde ettikleri bilgileri, birbirilerine eklemleyerek ya da birbirileri ile karşılaştırarak kullanırlar. (Farklı bir alana ait bir bilginin bir başka alana uygulanmasının yatay inovasyon dediğimiz yenilik türüne yol açtığını hatırlayın.) 1694-1778 yılları arasında yaşamış olan Fransız yazar, tarihçi ve düşünür Voltaire’in 6814 kitaptan oluşan kütüphanesinden söz edilir. Bu kitaplardan 2000 dolayında olanında, kendi el yazısı ile düşülmüş notlar bulunuyor. Voltaire’in Château de Cirey’de Marquis de Châtalet’in himayesinde yaşadığı yıllarda, Markiz ile birlikte topladıkları 21.000 kitabın olduğu belirtiliyor. Başta elektrik ampulü olmak üzere çok sayıda buluşun sahibi olan Amerikalı mucit Thomas Edison’ın (1847-1931) kütüphanesi ise 10.000 kitaptan oluşmakta.

İnsanın öğrenme tarzı; gözlemler yapmak, bunlar arasında ilişkiler kurarak soyut bilgiye ulaşmak şeklindedir. Dolayısıyla kişi tarafından çok sayıda seçeneğin izlenmesi, bu sürecin zenginleşmesi anlamına gelir. Gözlem diye tanımladığım faaliyet, veri edinmenin her türlüsü olabilir. Bunlar görme, duyma, dokunma, koklama veya tat alma gibi duyularla algılananlar olabileceği gibi; okuyarak ya da insanın zihinsel becerileri ile üretilerek elde edilenler de olabilir. Çok basit olarak söylersek, kıyaslayarak öğrenen insan için çok sayıda gözlem çok sayıda karşılama ve soyutlama fırsatı anlamına gelir; bu da bilgi ve deneyim zenginliği yaratır.

Tarih yanlış öngörüler kataloğu gibidir. Herhangi bir yaşamsal konuda yapılan uzun vadeli tahminlerin yüzde 80’den fazlasının gerçekleşmediğini kolayca gösterebilirsiniz. Bu denli yüksek orada yanlış öngörülerde bulunmanın ilk nedeni gelişmelerin geçmişten (ya da bugünden) geleceğe doğrusal bir biçimde ilerleyeceği kabulüdür. Çoğu zaman gelişim sürecinde radikal değişimlerin olabileceği veya işleri tümden değiştirebilecek aktörlerin sürece katılabileceği düşünülmez. Hâlbuki olayların akışında (deyim yerindeyse) her zaman kırılmalar, eğrilip bükülmeler ve yön değiştirmeler olabiliyor. Bu da doğrusallık varsayımıyla yapılmış (doğrusal düşünme tarzıyla üretilen) öngörülerin gerçekleşmemesine neden oluyor. Doğrusal olmayan düşünme, kolayca edinilebilecek bir beceri değildir. Öncelikle ele alınan sistemi ve onun ekosistemini (yakın ve uzak çevresini) iyi tanımayı gerektirir. İçeriden ve dışarıdan gelebilecek olağandışı etkileri dikkate alınabilmelidir. Doğrusal olmayan karar problemleri ve çözüm yolları, eski zamanlardan beri çalışılmakla birlikte bilgisayarların gelişmesiyle daha fazla denenebilir hale henüz yeni geldi. Önümüzdeki dönemde aklımızı (kolay doğrusallık yerine) daha fazla eğip bükerek kullanacağımızı söyleyebiliriz.

Değişimci düşünme tarzı ile üretilen her şeyin somut gerçeklik bulacağını söylemeyiz. Hiç kuşkusuz; bu ‘çılgın’ düşüncelerin bir kısmı hayaller olarak kalacaktır. Ama Antik Çağ’ın mitolojik hikâyeleri, Abbas 9’uncu yüzyılda Kasım ibn Firnas’ın deneyleri, 1500’lerde Leonardo da Vinci’nin tasarımları, 17’nci yüzyılda Hazerfen Ahmet Çelebi’nin cesareti, 1800’lerde Le Bris’in ve Lilienthal’in uygulamalı çalışmaları olmasaydı bugünün uçak ve uzay teknolojilerinin çok uzağında olurduk. Bilimin ve teknolojinin gelişmesi hayalin hayale, aklın akla ve emeğin emeğe eklemlenmesiyle gerçekleşiyor. Ama her durumda öncelikle (dağın tepesini aşabilecek) değişimci özgür düşünme yaklaşımı gerekiyor.

İnsan sağlığı için tıp her zaman önemli oldu. Medikal operasyonlar, ilerleyen teknolojilerle birlikte daha kolay hale geldi. Hastalar ameliyat sonrası çok daha kısa sürede sağlıklarına kavuşmaya başladılar. Örneğin geçişte açık gerçekleştirilen pek çok operasyonun yerini, laparoskopi ismi verilen tıbbi teknikler aldı. Muhtemelen bu daha ileri konularda saygıdeğer yenilikler yapmak üzere çalışan pek çok uzman var. Bu noktada (tepeyi aşmayı hedefleyen) değişimci düşünme yaklaşımı, çok daha ileri giderek insanın damarına enjekte edilebilen nano-teknolojik görüntüleme becerisine sahip cihazları öngörebilir. Bu tür bir cihazın nano-bilgisayarla donatılmış olarak insan bedeninin içinde sürekli var olarak ihtiyaç duyulan anlarda teknik bakım-onarım işleri yapabileceğini düşünür. Değişimci düşünme yaklaşımı, o an için yapılabilir olmasa bile geleceği hayal eden ve tasarlama cesaretini gösteren tarzdır.

Değişimci düşünme tarzına ulaşabilmek için öncelikle bizde atalet ve tutsaklık yaratan engelleri aşabilmemiz gerekir. Ön kabul, takıntı veya saplantı olabilen bu engelleri geride bırakabilmek için kimi durumlarda önümüze ciddi ama motivasyonu artırıcı hedefler koyabiliriz. Çözülmesi gereken sorunları güç görünen hedeflerle ilişkilendirmek, zihnin zincirlerini kırmak yolunda etkili bir araç olabilir.

Ödünleşmeci çözümler, çoğu zaman bir sorunun tam olarak çözülmesini sağlamaz. Sorun görece hafifler; ama içten içe gelişimini sürdürmeye devam eder. Açık çatışmaya döndüğünde ise radikal düşünme zamanı gelmiş demektir.

Otomobil üreticisi Ford şirketinin kurucusu olan Henry Ford için anlatılan –söylediği kuşkulu da olsa– bir anekdot var. Ford “Eğer” diyor, “insanlara sorsaydım, onlar dört atlı daha hızlı bir araba isterlerdi.” Bir atlı arabanın hızı, arabayı çeken atların en yavaşının hızına bağımlıdır. Arabaya daha iyi atlar bağlayarak hızı artırabilirsiniz; ama her durumda bu küçük bir iyileştirme olacaktır. Atlı araba yerine otomobil kullanmak ise ulaşım ve taşıma sorununu radikal biçimde çözen bir yaklaşımdır. Ama her zaman (eskiyi atıp yerine yeniyi koyan) radikal çözümler kullanmamız mümkün olmaz. Özellikle insan topluluklarını ilgilendiren ve etkileyen konularda uygulanacak düşünme tarzı uzlaşmaya yatkın olmalıdır. Katılımcılığı dikkate alabilen bir ödünleşmeci (tavizci) düşünme tarzı, uzlaşmayı sağlayarak bir ortak paydada buluşulmasına yol açar.

Yaşamda önemli fırsat kaynaklarından biri çatışmalardır. Taşıma zorluğu ve seçenek zenginliği arasındaki çatışmayı, doğru kavrayan bir seyahat firması yolculara evden eve bagaj taşıma konusunda hizmet sunarak bir farklılık (ek müşteri memnuniyeti) yaratabilir. Konunun özü şudur: Çatışmaların ortaya çıkışı ve varlığı, teknolojik sistemler başta olmak üzere iş dünyasında büyük sıçramaların kaynağıdır. Aynı sistemde çatışan iki unsurun (örneğin talebin) varlığı, farkına varabilenler için yeni fırsatlara yol açabilir. Çatışma üzerine kurgulanmış radikal (devrimci) düşünme, geçmiş yüzyılların düşünürleri Kant, Hegel ve Marx’ta temel bulur. Diyalektik olarak isimlendirilen bu yaklaşıma göre, tez ve anti-tez arasındaki çelişki (çatışma) daha üstün bir düzeye yol açacak yeni durum ile çözüme ulaşır.

Deneyim ezberinden kök bulan deneyimci, düşünmenin en bilinen türlerinden biri konuya özgü düşünme türüdür. Bu düşünme tarzında, kişi önceden bilinen çözümler ve kavramlar çerçevesinde kalmaya çalışır. Karşılaştığı durumu aşmayı ya da sorunu çözmeyi önceden edindiği konuya özel deneyime benzetmeye çalışarak dener. Özel şartlara göre yararlı da olabilen bu yaklaşım, çoğunlukla küçük iyileştirmelerden daha fazlasının elde edilmesini sağlamaz. Soyut düşünme becerisi ise öncelikle geçmiş deneyimin yarattığı psikolojik ataletten ve ‘at gözlüğünden’ kurtulmayı amaçlar. Ezberlenmiş varsayımları, ön kabulleri ve geçmişin özel şartlarını aşmaya çalışır. Soyut düşünme becerisi ile karşılaşılan sorunun yeni bir zihinsel platforma taşınması ile çözüm aranır. Soyutlaştırma sayesinde birbirinden çok farklı konular arasındaki ilişkileri görmek mümkün olur.

Kendi yaşamınızı, iş dünyasında karşılaştığınız durumları göz önüne getirin. Bir sorunla karşılaştığımızda yaptığımız ilk şey, konuya nokta sorun halinde bakmaya çalışmaktır. Onun başka unsurlarla bağlantısı olabileceğini dikkate almadan sorunu gidermeye çalışırız. Bu bakışın ana fikri, görünen sorunu görünmez hale getirmektir. Buna kısaca sorunu gidermek diyebiliriz. Hâlbuki karşılaştığımız sorunun muhtemelen başka ilişkileri ve bağlantıları vardır. Sonuç olarak ortaya çıkmış bir görünür sorun olabilir. Örneğin pantolon üreten bir atölye düşünün. Çok sayıda hatalı ürün ortaya çıkıyorsa ilk akla gelen, hatalı ürünleri ayıklamak ve düzeltmek üzere bir son kontrol birimi ve onarım birimi kurulmasıdır. Böylece hatalı ürünler satışa sunulmayacaktır.

Bugün geçmişe oranla farklı bir dünyada yaşıyoruz. Eğer firmamızın piyasa liderliğini, pazar payını, kalıcılığını, sürdürülebilirliğini veya değer yaratma yeteneğini kaybetmesini istemiyorsak inovasyonu iş yaşamımızın ayrılmaz bir unsuru haline getirmemiz gerekiyor. Yeni bir şey bulmak anlamına gelen yaratıcılık veya mevcut olanda katma değerli olan bir yenilik yaratmak anlamına gelen inovasyon – her ikisi de daha nitelikli düşünme yöntemleri, teknikleri ve araçlarını zorunlu kılıyor. Düşünme becerilerimizi geliştirmeliyiz. O zaman karşımızda “Sürekliliği olan, güçlendirilmiş düşünce nedir?” ve “Nasıl gerçekleştirilir?” gibi sorular var demektir.

Eskiden işlerin, mesleklerin, ürünlerin ve hizmetlerin sürekliği vardı. Berberin yanında çırak olup kalfalığa ve ustalığa terfi ederek ve kendi işyerinizi açarak yaşamınızı kazanabiliyordunuz. Mahalle bakkallığı, saat tamirciliği ya da terzilik de böyleydi. Sürekli yeni bir şeyler bulmanız, geliştirmeniz gerekmiyordu. Rekabet bu denli sert değildi; hammadde olarak ne bulup bulamayacağınız belliydi. Toplumu veya yaşam çevresini etkileyen büyük afetleri saymazsanız daha yavaş ama daha istikrarlı ve daha güven veren bir iş dünyası vardı. Sonra iletişim, ulaşım ve ticaret gelişti. Rakipler arttı. Üretim teknolojik olarak kolaylaştı. Ürün kopyalama imkânları arttı. Müşteriler daha bilgili ve seçici hale geldi. Biteviye yeni şeyler düşünmemiz gerekmeye başladı. Bilişim, iletişim, İnternet, ar-ge, ür-ge, inovasyon ve tasarım gibi kavramlar günlük yaşantımızın sıradan unsurlarına dönüştü. Artık daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Daha hızlı, çevik ve akıllı olmak zorundayız.

20’nci yüzyılın sonlarından bu yana bilişim, iletişim ve İnternet teknolojilerindeki gelişmeler kişilere sosyalleşmek için yeni ‘imkânlar’ sunmaya başladı. Geleneksel telefon ve faks ile başlayan yeni iletişimi e-posta ile sürdürdük. Şimdilerde teknolojiye erişebilen (çocuktan erişkine kadar) çeşitli kesimlerin başlıca sosyalleşme aracı sosyal medya var. Facebook, Twitter, Instagram, LinkedIn ve bunlara benzeyen daha pek çokları var. Doğum günlerini ve evlilikleri bu ortamlardan öğreniyor ve kutluyoruz. Kayıplar karşısında taziyelerimizi bu tür sanal ortamlardan yazdığımız birkaç cümle ile ifade ediyoruz. Olaylar hakkında tepkilerimizi sosyal medyadan vererek tatmin oluyoruz.

Toplumun duygu ve düşünce olarak sağlıklı bir bileşeni olmak anlamına gelen sosyalleşme, yaşanılan reel çağa göre sosyal kurumlar aracılığı ile öğreniliyor. Despotik kurumlarda demokratik kültürü öğrenmek mümkün değil. Her toplum kendi profiline uygun bireyler yaratıyor. Eski zamanlarda fiziki çevre ve buradaki sosyal ilişkiler daha etkili, önemli ve değerli idi. Mahalle ve sokak ilişkileri bireyin benliğinin oluşumunda en az aile içi kültür etkileşimi kadar belirleyici oluyordu. Apartman ve site yaşamına geçilmesi ile birlikte komşuluk, tanışıklık ve hatta akrabalık ilişkilerinde zayıflama oldu. Kent yaşamının çeşitli tehditlerinin ve zorluklarının artması ile birlikte günlük yaşam iş ve ev ortamının dört duvarı arasında yoğunlaştı.

Toplumuzun geçmişine bakıldığında aile, kültürün aktarımında en etkili kurumsal ortam olarak görülür. Okulun genç insanın yaşamında aldığı sürenin uzamaya başlaması ile birlikte kültür aktarımı oku kurumu içinde oluşmaya başladı. Günlük yaşam ve iş gerekleri olarak gerçek yaşamdan hayli uzak olan (giderek uzaklaşan) okul kurumunun kültür aktarımında başarılı olduğunu iddia etmek kolay değil. Anaokulu ve hazırlık sınıfı hariç olmak üzere bir gencin lise mezunu olabilmesi için 12 yıl okula gitmesi gerekiyor. Bu süre içinde sayısız ders gördüğü, birçok sınav geçirdiği halde kültür edinme ve sosyalleşme konusunda ne denli başarılı olduğu ciddi bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. İçerik ve kalite ihtiyacı konusundaki tartışma saklı kalmak üzere eğitimin yaşam boyu hale gelmesi konusunda kuşkum yok. Ama giysi ütülemeyi bilmeyen, yemek yapma becerisine sahip olmayan, iyi insan ilişkileri konusunda gelişme kaydetmemiş, özgür ve yaratıcı düşünme becerisini edinememiş –bunlara başkalarını da ekleyebilirim– fakat yıllarca okula gitmiş bir kuşak hakkında ciddi kuşkularım olmaya devam ediyor.

Toplum, “aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü” olarak tanımlanır. Toplum ile rasgele bir araya getirilmiş kişiler topluluğu arasındaki fark, toplumun bir bütünlük oluşturmak üzere ilişkilere ve amaçlara sahip olmasıdır. Bir başka deyişle; orman ve ağaçlar birbirinden farklıdır. Bebek-çocuk-genç birey, toplum içinde yaşamayı bu ortamda birikmiş olan bilgi, görgü ve deneyimi özümseyerek öğrenir. Bu nedenle toplum, aynı zamanda toplumu bir bütün olarak bir arada tutan kültür demektir. Kültür alışverişi ise aile, okul, mahalle, sokak, iş çevresi veya sivil toplum kuruluşu gibi toplumun kurumları içinde öğrenilir.

İnternet sitenizin bir arama motoru fihristinde bulunmasını sağlamak için anahtar sözcükleriniz ile başvurmalısınız. Siteniz uygun görülürse endekse dâhil edilecektir. Site sayısının çığ gibi büyüdüğü çağımızda gelecekte hangi sitelerin hangi şartlarla arama motoru fihristine dâhil edileceğini kestirmek mümkün değil. Sanki özgürlük olarak kabul edilen İnternet, bir yandan da kendi etrafını yeni süzgeç duvarlar ile donatıyor. Belki de bu süzgeçlerin oluşmasında giderek arama motoruna yapacağımız parasal ödemeler veya iktidarın sahibi ‘resmi ideoloji’ etkili olacak. Gelecekte sizin muhalif İnternet sitenizin arama motoru fihristlerinde yer alması mümkün olacak mı?

Arama motoru konusu, Google’ın büyük başarısı ile birlikte bir ekonomik iş haline dönüştü. İnternet kullanıcılarının en sık yararlandıkları uygulamalar olmaları nedeniyle artık arama motoru sayfaları ciddi miktarlarda reklam alıyor ve gelir elde ediyorlar. Bunların bir başka gelir kaynağı ise bazı anahtar sözcükleri ve liste sıralarını satarak oluşuyor. Örneğin bilgisayar, cep telefonu ya da kitap gibi alışveriş yönünden çok kullanılan sözcüklerden birisi arattığınızda sayfanın en üstünde ücretli reklâm satırlarını görebilirsiniz. Şimdilik bu satırlar farklı renk ya da küçük simgelerle belirtiliyor. Diğer satırlar ise genellikle İnternet sitelerinin kullanım yoğunluğu veya konuyla ilgi düzeyine göre hazırlanıyor.

İşlemler (site tarama ve içerik arama işlemleri) için kendine özgü bir algoritma kullanır. Matematikte ve bilişimde bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için çizilen yola algoritma adı verilir. Algoritma, adımlar halinde yapılacak işleri (kuşkuya yer bırakmayacak biçimde) tanımlar. Her arama motorunun tarama-endeksleme-arama işlemleri için kullandığı algoritma (veya yaklaşım) bir diğer arama motoruna oranla farklıdır. Bu nedenle aynı anahtar sözcüklerle aradığınız halde her arama motoru yaptığınız arama sonucunda karşınıza farklı listeler çıkarır. Google, Yandex, Bing vb. gibi farklı arama motorları kullanarak bu durumu deneyebilirsiniz.
İnternette arama yapmak isteyen kişi, arama satırına bulmak istediği konu ile ilgili anahtar sözcükleri yazar. “Ara” komutu düğmesinin tıklanması ile bu sözcüklerin bulunduğu İnternet siteleri bir liste halinde kullanıcının karşısına getirilir. Eğer anahtar sözcüklerin belirlenmesi doğru yapılmazsa arama motoru konuyla ilgisiz ve kullanıcıya hitap etmeyen listeler de oluşturabilir.

Arama motoru, İnternet ortamında aranan içeriği bulmak için kullanılan bir yazılımdır. Bir arama motoru tarama robotu, arama dizini ve kullanıcı ara yüzü olmak üzere üç bileşenden oluşur. Arama motoru İnternette bulduğu sonuçları kullanıcıya bir liste halinde sunar. Bu kısa tanımlamadan sonra kısaca sürecin işleyişine bakalım. Arama motoru, bir kitap dizini mantığı ile çalışır. Bu nedenle arama işlemleri öncesinde kitabın endeksinin (içindekiler dizininin) hazırlanması gerekir. İnternet söz konusu olunca bu görevi tarama robotu yerine getirir. Siteleri örümcek gibi isimlerle anılan yazılımlarla otomatik olarak inceleyerek arama dizinini oluşturur. Böylece bu ön işlem sayesinde sitelerin arama motoru tarafından daha kolay bulunması için bir endeks altyapısı (fihrist) hazırlanmış olur. Arama işlemi bu dizinler kullanılarak yapılır.

Arama motorları, artık pazarlama iletişimi (tanıtım ve reklâm) ortamı haline dönüştü. Yüksek oranda kullanımları nedeniyle önemli miktarlarda reklâm alıyorlar. Reklâm olarak alınan İnternet adreslerini ise karşınıza çıkan listenin en üstünde farklı bir şekilde (örneğin farklı renkle) veriyorlar. Sizin verdiğiniz anahtar sözcükler karşılığında bir liste oluşturmak için kullandıkları bir algoritma (iş ve kurallar manzumesi) var. Listeyi, bu algoritma belirliyor. Tam bu noktada akla şu soru geliyor: Ya arama motorunun kullandığı algoritma, oluşturduğu adresler (bağlantılar) listesini bir resmi ideolojiye bağımlı olarak yapıyorsa? Ya sadece bizim görüp okuyup bilmemize ve resmi ezber yapmamıza yönelik bir seçimi karşımıza getiriyorsa? Bu durumda, özgürlük sandığımız bir ortamda ‘birinci sınıf kalitede’ manipüle ediliyor olmuyor muyuz?
Bir de; İngilizcede blog diye isimlendirilen ağ günceleri var. Web 2.0 diye adlandırılan şemsiye yazılım teknolojisi sayesinde, İnternet ortamında (bir site yaratarak) bulunmak kolay hale geldi. İnternetteki ağ günceleri, amatör ya da profesyonel kişiler veya kuruluşlar tarafından geliştiriliyor. Buralarda pek çok farklı konuda ve türde enformasyon bulmak mümkün… Sosyal ve kültürel konularda ‘resmi ideoloji’ lehinde veya aleyhinde olabilen haber, yorum veya bakış açıları yansıtılabiliyor.

Sosyal medyanın gelişimi, enformasyon edinme sürecine farklı ve hızlı bir boyut getirdi. Pek çok enformasyonu (haberi) e-gazeteler sayesinden hızla edinebiliyoruz. Eğer dikkatli ve seçici bir Twitter kullanıcı iseniz, bir olaya ya da habere ilişkin bilgi ve resme anında ulaşma imkânınız var demektir. Bunda akıllı telefon, tablet bilgisayar veya kamera gibi İnternete bağlı cihazların gelişmesi sayesinde kullanıcıların haber muhabiri veya yorumcu (özetle, içerik geliştirici) haline dönüşmesinin etkisi oldu, oluyor.

Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, günlük yaşamımızı hayli değiştirdi. Giderek küçülen ve taşınması kolaylaşan bilgisayarlar ve akıllı cep telefonları İnternet ortamında yer almamızı kolaylaştırdı. Artık kolayca bu yeni medyadaki içeriklere erişebiliyoruz. Aynı şekilde yeni medyanın ruhuna uygun olarak kendi oluşturduğumuz içerikleri, İnternette başka insanlarla paylaşabiliyoruz. Facebook, Twitter, LinkedIn, veya Instagram vb. gibi uygulamalar neredeyse (teknolojiye erişebilen) hepimiz için günlük yaşamın unsurları haline geldiler. İlginç bir yeni durum var. Örneğin bundan 15 yıl kadar önce bilgisayar ve İnternet kullanımı ile ilgili bir ankette, kişilere “Günde ne kadar zamanınızı bilgisayar başında ve İnternet ortamında geçiyorsunuz?” gibi bir soru sorabilirdiniz. Bugün ise (gene teknolojiye erişebilenler için) bilgisayar esaslı bir cihaz ile İnternete ulaşmak günlük yaşama eklemlenmiş sıradan bir faaliyet haline geldi. Eğer İnternete bağlanabilen bir akıllı cep telefonunuz varsa, günün tüm saatlerinde İnternet ortamındasınız demektir.
Her ülkede çok sayıda gazete, radyo ve TV kanalı var. Birini beğenmezseniz diğerini izleyebilirsiniz. Ama bunların tümü resmi ideolojinin yaygınlaştırılması amacına yönelmişse eğer sayıca çokluk, enformasyon edinme özgürlüğü anlamına gelmez. Sonuçta; çokluk ve çeşitlilik görüntüsü altında resmi ideoloji zihinlere enjekte edilir.

Artık iletişim alanında yeni bir durumun (dolayısıyla) yeni olanakların var olduğunu gösteriyor. Geçmişin gazete, radyo veya TV’sinden farklı olarak, içerik sağlayıcı ile izleyici arasında (bilimkurgu filmlerinin uzay geçidi gibi) açılmış bir kanal var. İzleyiciyi dinlemek, onun ihtiyaç, istek ve beklentilerini öğrenmek ve onunla tartışmak için yeni bir kanal yaratılmış halde. Sosyal medya ile izleyici, kendi iç dünyasını (bu çift yönlü geçit aracılığı ile) dışarıya açmış oluyor. Bu kanal doğru amaçla da kullanılabilir; toplumu manipüle etmek için de…

Yeni durum, öncelikle okuyucuyu (izleyiciyi) enformasyon üreticisi ya da haber muhabiri haline getirdi. Kamera ve cep telefonu alanlarındaki gelişmelere bağlı olarak, her birey bir ‘iletişim çalışanı’ haline dönüştü. Olay anında çekilen bir fotoğraf veya elde edilen bir enformasyon, sosyal medyada paylaşılıyor. Dikkate çekmek istediğim nokta ise; geçmişin statik izleyicisi yeni durumda içerik (ileti) üretmekle kalmıyor, aynı zamanda iletilmiş olana da aynı kanalı (ortamı) kullanarak tepki verebiliyor. Örneğin Facebook ortamında bir haber gördüğünüzde, haberin hemen altında onu detaylandıran, yeni eklemeler getiren veya ona tepki gösteren yorumlar yer alabiliyor. Özetle; internet ve sosyal medya sayesinde, içeriği (iletiyi) hazırlayan ile onu okuyan (izleyen) arasındaki iletişim iki yönlü hale dönüştü. Eskiden tek yönlü iletim olan enformasyon akışı, yeni durumda tam anlamıyla (iki yönlülük anlamına) iletişim halini aldı.

20’nci yüzyılın sonlarına doğru İnternet teknolojilerindeki gelişme, enformasyon edinme konusunda yeni bir aşamaya neden oldu. Artık statik e-gazete sayfaları yerine, dinamik ve kullanıcının tepki vermesine olanak tanıyan yeni bir internet anlayışı var. Bu gelişme kendini sosyal medya adını verdiğimiz yeni ortam ile koyuyor. Yaşadığımız dönemin örnekleri arasında; Facebook, Twitter, LinkedIn ve benzerlerini sayabiliriz. Bu yeni yazılımlar sayesinde, yazılı basının asla yetişemeyeceği bir hızda enformasyona ulaşabiliyoruz.

Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ile internet, aşağıda sözünü ettiğim konuya yeni bir açılım ve yaklaşım getirdi. Artık sayılanlar dışında, enformasyon edinmek için başka araçlara sahibiz. Örneğin basılı gazetelerin neredeyse tamamının İnternet ortamında okunabilir kopyaları var. Hatta bu konuda kendilerini geliştiren yayıncılar, basılı gazeteciliğin çok daha ötesine geçtiler. Enformasyon iletimi, anlık hale dönüştü. İçerik çeşitliliği arttı. Basılı gazeteden çok daha fazlasını, internet ortamındaki gazete sitelerinde bulmak mümkün oluyor.

TV kanallarından birinde sizi rahatsız (veya memnun) eden program konusunda telefon açabilir ya da mektup yazabilirdiniz. O kanalı izlememeniz (eğer reyting takibi yapılıyorsa), izleyici sayısının bir kişi azalmasına neden olabilirdi. Radyo konusunda ise telefon ve mektup dışında fazlaca seçenek hiç olmadı. Tüm bu medya (iletişim) araçlarının tümünün özelliği, tek yönlü olması idi. Gazete yazılı, radyo sesli ve TV görüntülü olarak; ama tek yönlü ileti gönderiyordu. İzleyiciler, tepkilerini göstermek için bir başka kanal (iletişim aracı) kullanmak zorunda idiler.
Eski zamanları gözünüzün önüne getirin. Eğer okuduğunuz günlük gazeteden şikâyetçi iseniz, geribildirim olarak yayının yetkilisine mektup yazabilirdiniz. Memnuniyetsizliğinizi, malum gazeteyi satın almaktan vazgeçerek gösterebilir; satışın bir kişi azalmasına neden olurdunuz. Ortalık yerde bulunabilen bir gazeteyi okumaktan vazgeçtiğinizde ise, bu tepkiden muhtemelen sizden başka hiç kimsenin haberi olmazdı.

Sanatın neredeyse tüm dallarında yaratı, kendinden geçmenin (trans halinin) sonuçlarından birisidir. Örneğin gerçek yazar, eserini nasıl bir düşünce ve duygu süreci içinde yazdığını hatırlamaz. Bu nedenle sanatçıya eserini nasıl bir etkiyle meydana getirdiğini sormak doğru bir yaklaşım olmaz. Tümüyle aynı olmamakla birlikte İnternette benlik oluşturma ve geliştirmede sanatçının yaratı sürecine benzer. Kişi, İnternet ile gerçek yaşamdan sanal dünyaya geçer. Burada yeni benlik ve ruh hali ile konumlanır. Gerçek dünyaya geri döndüğünde ise sanal âlemdeki düşünce, duygu ve eylemini tam anlamıyla hatırlayacağı kuşkuludur.

Pek çoğumuzun bir makamı, statüsü veya kartviziti yoktur. Gerçekten çok çabaladığımız halde başlangıç veya fırsat adaletsizliği nedeniyle hayal ettiğimiz noktalara ulaşmamış olabiliriz. Bu durum, bizim cesaret, güven ve girişimcilik eksikliğimizden de kaynaklanabilir. Hâlbuki İnternetin ve sosyal medyanın imkânları bireye cesaret ve güven sağlar. Gerçek dünyada başaramadığı farklılaşmayı sanal dünyada yeni kimlik ve benlik kurgulaması ile sağlayabilir. İnternette arzu ettiğiniz konumu ve statüyü sağlamak kolaydır. Bir benlik kurgularsınız, sosyal medyaya bu benliği sunarsınız; olur biter.

Yaşamı denetlemek zordur. Yönetmek için yeterli güce sahip olamadığımız pek çok unsur olduğu gibi istediğimizi yapmak için yeterli kaynağa sahip değiliz. Ama İnternet söz konusu olduğunda birey, kendi bakış açısından sanal dünyanın tanrısı düzeyine terfi eder. Sanal yaşam, gerçeğine oranla çok daha kolay yönetilip denetlenebilir. Kendinizi bu dünyasın tanrısı olarak görmeniz hiçbir engel yoktur. İstediğiniz söylersiniz, dünyaya istediğiniz gibi bakarsınız, kendinizi diğer insanlar karşısında arzu ve hayal ettiğiniz makama konumlarsınız. “Siz zavallı aptallar; gerçekte ne olup bittiğinin ve ne yapmanız gerektiğinin farkında değilsiniz” demekten sizi alıkoyan bir engel yoktur. İnternet, bunu geçmişin iletişim araçlarına oranla çok daha kolay yapmanızı sağlar.

İnternet ve özellikle sosyal medya bazı insanlar için bir bireysel ayna fonksiyonuna da sahiptir. Kişiler oradaki görünümlerine bakıp kıyaslamalar yaparak değişim ihtiyacı hissedebilirler. Kimi zaman ise İnternet, kişi için kendisini çok daha büyük ve görkemli gördüğü bir dev aynasına dönüşür. Bu aynada kendisini –maddi ya da manevi olarak– bir dev olarak görürken algı dağarcığındaki diğer insanlar dünyanın güçsüz ve akılsız, zavallı cüceleri oluverirler. Sosyal medya ortamında dünyaya yukarıdan bakan, öğütçü tavırları ile baskın olmaya çalışan İnternet kullanıcılarının durumları muhtemelen budur.

İnternet kimi zaman uzakları gösteren bir dürbün, bazen ayrıntıları görebileceğimiz mikroskop gibidir. Sanal dünyaya sistematik bakış birey ve toplum hakkında bize pek çok veri sağlayabilir. İnternet ortamında üretilen veri ve enformasyonun pazarlamaya ve ürün geliştirmeye konu olmasının ardındaki neden budur.

Sosyal yaşam içinde farklı ortam ve yakınlıklarda tanıdığımız kişiler var. Onları tanımakla kalmıyoruz; zaman içinde –önyargılı da olsa– kişilik yapıları ve davranış modelleri hakkında görüş geliştiriyoruz. Bu kişilerle İnternet ortamında da iletişimimiz oluyor. Onları Facebook, Twitter, LinkedIn ya da Instagram gibi sosyal medya platformlarında arkadaş olarak yazılı ve görsel iletişim yakınlığında bulunduruyoruz. Böylesi bir ikili yaşam bize kişilerin gerçek yaşam ile sanal dünya arasındaki kimlik ve davranış modelleri konusunda –kimi zaman kendiliğinden– kıyaslama yapma imkânı sağlıyor. Dikkatli bir sosyal medya izleyicisi iseniz; bildiğimiz kişiliğin sanal dünyada kimlik ve benlik farklılaşmasını görmek gerçekten ilginç oluyor.

Kimlik, tek parçadan oluşan bir yapı değil. Kimliğin kişinin iç ve dış şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan farklı yönleri var. Sınırları zorlamayan günlük yaşam şartları altında kimliğin farklı yönleri aşırılıklar göstermeksizin dengede duruyor. Çalışıyoruz, ciddi işler yapıyoruz, neşeleniyoruz, eğleniyoruz, kızıyoruz, dinleniyoruz, hayaller kuruyoruz. Kimlik bir bütün olarak dengedeyken ve kimliğin bir yönünü aşırı besleyecek bir ortam yokken zihinsel ya da duygusal bir sorun yaşamıyoruz. Buna karşılık İnternetin sanallık özelliği, yeni kimlikler edinmek veya kimliğin bir yönünün ayrışmasına ve obezleşmesine uygun iklim yaratma potansiyeli var. Olağan şartlar altında ayrışıp aşırı büyümesini beklemediğimiz bir kimlik unsuru, İnternet ortamında Don Kişot’a dönüşebiliyor.

İnternetin sanallık özelliği, bireye yeni bir kimlik kazandırma potansiyeline sahiptir. Yeni bir kimliğin oluşumu ve gelişimi ise, birey olarak kurduğumuz ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. İnsan olarak bir gruba dâhil olmak isteriz. Söz konusu gruba girişimiz kimi zaman bizde var olan tohum özelliklerden bazı durumlarda ise grubun çekiciliğinden kaynaklanır. Zaman içerisinde bir yandan gruba uyum sağlarken, diğer yandan kişisel gelişim temelinde kimlik özelliklerimizi güçlendiririz.

Gerçekte yaşamda yeni gruplara girmenin veya yeni bir kişi ile tanışmanın duyguları etkileyen bir yönü var. İnternet ortamında –görüntülü bile olsa– yüz yüze iletişimin bu duygusal etkilenme boyutu silikleşiyor. Fiziksel yakınlıkta duygusal, düşünsel ve fiziksel olarak çok boyutlu gelişen etkilenme sanal ortamda daha sıradan ve sığ hal alıyor. Adeta kişi duyu organlarını büyük ölçüde kapatarak veya kısarak iletişimde bulunuyor. Bu açıdan göz kontağı kurmaktan kaçınanlar için İnternet dünyası yeni bir açılım anlamına geliyor. Günümüzde İnternet, maddi bir gerçeklik olarak var. Muhtemelen yaşamımızdaki etkisi giderek büyüyecek. Sorun, bu yeni teknolojik ortamda eski ritüellerle ve geçmişin hastalıklarıyla bulunmaktan kaynaklanıyor. Dünün yaşamını bugünün teknolojik ortamında sürdürmek istediğimizde aykırılıklar ve uyumsuzluklar oluşuyor. Yeni çağın görgü kurallarına ihtiyaç duyuyoruz.

İnternetin fiziksel uzaklıkları ortadan kaldıran özelliği sayesinde geçmişte akla bile gelmeyen (sanal) tanışıklıklar oluştu. Sanal kimliklerimiz ile sosyal reddedilmelerinden uzak bir şekilde az ya da çok çakışan ilgi alanları ile haberleşme imkânlarından yararlanır olduk.

Geleneksel yaşamda sosyalleşme aile, okul, iş veya eğlence-dinlenme ortamlarında gerçekleşir. Buralarda enformasyon alışverişi dışında deneyim ve davranış değişimi yapılır. İnsanların günlük yaşamlarında başkaları ile aralarına duvarlar örmeleri ve fiziksel mekânların daha zor erişilir hale gelmesi nedeniyle İnternet, yüz yüze iletişimin yerini almakta hiç de zorlanmadı. Böylece günümüzde İnternet belli başı sosyalleşme ortamlarından birisi haline dönüştü.

Ne denli gerçekçi olunsa da; İnternet, doğası ve mevcut yapısı gereği bir sanal kimlik oluşturma ortamıdır. Gerçek kimlik ise kişisel ya da kurumsal boyutta büyük ölçüde maskelenmeye uygundur. Bu yönüyle kişinin (ya da kurumun) bir yandan bazı yönleriyle tanınmasına imkân veren, diğer yandan gerçek yüzünü saklamasını sağlayan maskeli balo iklimi oluşur. Sanallaşma ve buna bağlı yeniden kimliklenme İnternetin imkânlar listesinden sadece bir örnektir.

İnternetin demokratik bir özgürlük olarak; ama kuralsız ve eğitimsiz biçimde yaygınlaşması, yaşamsal alanlara ilişkin sorumluluk ve yükümlülük üstlenmek istemeyen bir anlayış için çok uygun bir sözel kültür mekânı oldu. İnternetin gelişim ve yayılım hızına eşdeğer bir uygarlık kültürü –en azından şu ana kadar– gelişmedi. Buradaki sözel kültür kavramı; sorumluluk ve yükümlülük altına girmeyen, söyleyen; ama sözünü tutmak zorunda olmayan, kolaycı ve tembel işi, yazılsa da sözcüklerin hızla buharlaştığı İnternet ortamını ifade ediyor. İnsanın insanla yüz yüze iletişimi, ne denli saygılı veya sevecen şartlarda olsa bile bir tür düellodur. Böyle bir karşılaşma ise hepimizde yeterince var olmayan kimlikli iletişim cesaretini gerektirir. Hâlbuki İnternet ve özelde onun yaygın uygulama alanlarından birisi olan sosyal medya; işi zorlaştıran, gerçek kimlikle iletişim yapmanın zorluğunu ortadan kaldırır.

Yeni bir teknolojinin gelişi; ama buna karşılık eski ritüellerin devam edişi söz konusu olduğunda tuhaf bir anakronizm (tarih yanılgısı) ile karşılaşıyoruz. Sanki tarih, bir büyük kavis ile sözlü kültür geleneğine ya da 15’inci yüzyılın maskeli balolarına geri dönmüş gibi bir izlenime kapılıyoruz. İnternetin ilk yıllarında, bu ortamın görgü kuralları olarak kabul edilen –İngilizcede nettiquite olarak isimlendirilen– bir anlayış ve zımni protokol söz konusu idi. O sıralar az sayıdaki eğitimli İnternet kullanıcısı, bu görgü kurallarına uygun davranmaya özen gösterir; uygun davranmayanlar nezaket çerçevesinde uyarılırdı. Özetle; günlük yaşamın sıradanlıklarının sanal ortama daha az taşındığı o dönemde İnternette bulunmak bir sorumluluğu yüklenmek anlamına geliyordu.

İnternet ve bağlı yenilikler, teknolojinin içerdiği bir öze tam anlamıyla taşıyor. Teknolojik yaşamın ana ilkesi, insan faaliyetlerinin kolaylaşmasıdır. Ama ne yazık ki bu kolaylaşma ile insanın tasarruf ettiği zaman gibi kaynaklar, daha anlamlı ve ruhen geliştirici biçimde kullanılamıyor. Teknolojinin gelişimi ile birlikte adeta insanın yarattığı estetik uygarlıkta eksilmeler oluşuyor. İnsanın anlamlandırma yeteneği ve estetik değerler geliştirme becerisi gerçek ve doğal yaşamla olan bağını giderek yitiriyor. Hiç kuşkusuz; insani niteliğimizi geliştirmek için kullanabileceğimiz İnternet, bir başıboşluk için yeni türden aşırı tüketimin –keza benlik tüketiminin– araçlarından birisi haline dönüşüyor.

İnternet, geçmişte ulaşım ve iletişim için kullandığımız (ama psikolojik anlamlandırmaya da katkı yapan) kaynaklar dikkate alındığında daha düşük zaman ve maliyet gerektirir. İnternet teknolojisi, iletişim için fiziksel sınırları sanallaştırarak mekânsal değişim ihtiyacını ortadan kaldırır. Eski filmlerin ana teması olan bilgi eksikliği nedeniyle bir kurmacanın oluşumu, çağdaş yaşamın sıradanlıklarından değildir. Bütünleşen bilişim, iletişim, medya ve İnternet teknolojileri neredeyse her şart altında erişim ve iletişimi sağlıyor. Böylece mesafelerin yarattığı anlamlandırmanın etkileri silikleşiyor.
Uzaklarda yaşayan sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir kişi bulunduğunu düşünün. Ona fiziksel olarak ulaşmak için mesafeler aşmanız gerekir. Aradaki mekânsal ayrılık, o kişiye –şekli ne olursa olsun– anlamlandırmayı daha önemli hale getirir. Özellikle edebiyatın en önemli eserlerindeki tema, insanları ayıran mesafeler değil midir? Eğer Ferhat ile Şirin’in, Kerem ile Aslı’nın, Romeo ve Juliet’in yaşadıkları (ya da hikâye edildikleri) dönemde İnternet ve sosyal medya olsaydı ya da onlar tekno çağımızda yaşasalardı, malum aşk öyküleri gerçekleşir miydi?

Bilişim ve iletişim teknolojileri ile İnternetin yaşamımıza getirdikleri, hiç kuşkusuz bu saydıklarımdan ibaret değil. İnsanın maddi düzenine getirdiği kolaylıklar açısından sayabileceğimiz daha pek çok örnek olabilir. Diğer yandan konuya bir de insan ve toplum psikolojisi açısından bakmak gerekebilir.

İnternet, fiziksel mekânlar arası ulaşım ihtiyacını ortadan kaldırmış gibi görünüyor. TV’nin kanallarının sayı ve çeşitlilik olarak artması bu medyaya yönelik bir bağımlılık yaratmıştı. Eskiden komşuluk olarak ifade edilen ilişki modeli silikleşerek, herkesin zincirlenmiş bir şekilde iletişim kurmaksızın ekrana baktığı bir yaşam tarzı oluşmuştu. İnternet ve buna bağlı yeni platformlar sayesinde yeni bir iletişim –dolayısıyla ilişki– modeli oluştu. Bir başka deyişle; teknoloji ve yeni mekân düzenlemeleri sayesinde zayıflayan birey ilişkileri, sanal da olsa İnternet sayesinde bir başka biçimde yeniden gerçekleşmiş oldu.
Arama motorları sayesinde kitap arama, araştırma için veri toplama ve bunlara sahip olmak için önemli ödemeler yapma zorluklarından kurtulmuş gibiyiz. Hatta öyle ki; devlet, öğrencileri ders kitaplarını edinmek ve kullanmak yerine, İnternet bağlantısı olan tablet bilgisayara yönlendirme çabası içinde… Böylece çocuklar; kitaplarını, defterlerini doldurdukları kocaman çantaları taşımak zorunda kalmayacaklar.
Yaşadığımız çağda elimizde kolaylıkla kullanabildiğimiz ve araç olarak çeşitliliğe sahip yeni bir iletişim ortamı var. İnternet medyasının bir kamusal alan oluşturduğu şeklindeki naif ve kendiliğinden izlenime sahibiz. Bu ortamda kendimizi ifade etmek için –başka araçlar da kullanarak– içerik üretme imkânımız var. Gürcan Banger elektrik yüksek mühendisi
Güzel bir Hafta sonu diliyorum.
Haber kaynaklarını taramak için kullanabileceğiniz bir başka RSS tarayıcı seçeneği ise Inoreader. Farklı kategoriler oluşturarak takip etmek istediğiniz haber kaynaklarını gruplayabilirsiniz. Ziyaret ettiğiniz sitelerin RSS adreslerini öğrenip haber kaynaklarınız arasına kolayca ekleyebilirsiniz. Dilerseniz Inoreader içinde arama yaparak eklemek istediğiniz haber kaynağının daha önce tanımlanmış olup olmadığını görebilirsiniz. Inoreader, takip ettiğiniz haber kaynaklarına göre size yeni siteler önerebiliyor. Bu sayede daha zengin bir içeriğe erişmiş oluyorsunuz. Ücretsiz ve ücretli versiyonları bulunan Inoreader’dan, Feedly’de olduğu gibi hem web hem de mobil uygulamalar üzerinden faydalanılabiliyor. Inoreader’ın hem iOS hem de Android için mobil uygulamaları mevcut.
Kaldırıldı, artık yok falan diye üzülürken herkes Chrome eklentisi olarak varlığını sürdürmeye devam eden Feedly, son derece başarılı bir RSS okuma eklentisi. Tarayıcınıza kurun, hangi siteleri eklemek istiyorsanız ekleyin sonra açıp açıp okuyun. Adeta gazete standı.
Öncelikle tasarımı ile klasiklerden ayrılan FeedBooster, Google Reader’daki kaynaklarınızı kolaylıkla taşımaniza imkan verdiği için de son derece kullanışlı. Sadece bir web uygulamasından ibaret olan FeedBooster’ı tasarımı nedeniyle Feedly’e tercih edebilirsiniz.
İşte karşınızda gerçek bir gelenekçi yazılım ekibi!
RSSOwl’un mobil versiyonu yok, hatta tarayıcı eklentisi de yok. RSSOwl hala bilgisayarınıza indirip kurmanız gereken bir istemci ve yeni sürümleri genellikle yeni bir işletim sistemi ile birlikte çıkıyor. http://www.rssowl.org/ adresinden indirebileceğiniz bu programın Linux, Windows ve Mac desteği bulunuyor. (gelenekçi olduğuna bakmayın, eski kafalı ama iş görür)
RSS dünyasının eskileri arasında olan FeedReader da bir zamanlar sadece bir istemci programı iken günümüze ayak uydurmayı başararak çevrimiçi okumaya imkan veren ve mobil uygulamasını da barındıran bir okuyucu oldu. Ayrıca Feedreader daha profesyonel takılmak isteyenlere ekstra hizmetler de sunuyor.   (Aslında ben gazetemi okurken kahve falan getirse çok güzel olur. Gerçek Premium hizmet istiyoruz)
iOS ve Mac için özel olarak hazırlanmış olan bu istemci, iPhone, iPad ve Mac bilgisayarınızın senkronizasyonunu yakalamış ve Apple severlerin tüm içerik ihtiyaçlarını, tek kalemde, hem de Apple’ın arayüz tasarımına da uyum sağlayarak çözmüş.

Bunun yanı sıra yayıncı RSS olarak sadece haberin başlığını, özetini ya da içeriğin tamamını sunmayı tercih edebilir. Elbette her site RSS istemcilerinin taleplerine cevap verecek formatta değildir. Bir RSS istemcisinin dosyaları alıp sizin karşınıza getirebilmesi için içerik kaynağı olan sitenin RSS/XML ya da Atom destekli olması gerekir.

Bunun yanı sıra Yahoo’nun Yahoo Haberleşme Grup paketi ile, hayatımıza Spam kalıbının ve SSS format ve kullanımının girmesini sağlayan Usenet ya da News gruplarının; PHP-Nuke, PHP-Fusion, VBulletin, phpBB, Mambo, SMF, MyBB, IPBx paketlerinden biri ile hazırlanmış siteler RSS beslemeyi destekleyen sitelerdir.

w3c’nin belirlemiş olduğu (www.w3c.org) standart alanlar barındıran bu siteler; başlık, eklenme tarihi, haber gibi belirli alanları sabit olarak bulundurur ve RSS istemciler de bu alanalrdan gerekli ve izin verilen bilgileri alarak sizin için derler.

Elbette her site sizin gidip RSS biçiminde takibinize izin vermez. Sitenin yapımı sırasında, herhangi bir RSS istemcisinden gelen istek ile uygun formatta bir XML göndermesini sağlamak için ufak bir iki ayar gerekir.

0.91 versiyonunda iken Rich Site Summary (Zengin Site Özeti) olarak adlandırılan RSS, 0.9 ve 1.0 olduğunda RDF Site Summary (RDF Site Özeti), 2.0.0 versiyona ulaştığında da Really Simple Syndication (Çok Basit Besleme) olarak adlandırılmıştır. (Muhtemelen siz de karşılaştığınız yerlerde RSS Besleme ibaresini görmüşsünüzdür) RSS teknolojisi sayesinde sürekli takip ettiğiniz sitelerin güncellemelerini, bir toplu yayına abone olmuş gibi sürekli elinizin altında, hazır bulabilirsiniz. Bu sistem ile tek tek tarayıcı sekmelerinde kaybolmadan takip ettiğiniz tüm sitelerin içeriklerine tek bir toplu sayfadan ulaşabilirsiniz.

RSS, özellikle haber sağlayan sitelerin, blogların ve podcastler gibi sürekli olarak güncellenen sitelerin güncellemelerinden geri kalmamanız için kullanılan ve bazı site ve dosya formatları ile çalışan bir doküman takip sistemidir. Biraz teknik kısmına dokunursak .rss ve .xml biçimindeki dosyaları takip ederek standart bir formatta önünüze sunan bir dosyadır RSS.

Mutlaka gezdiğiniz bazı sitelerde karşınıza çıkmıştır RSS ifadesi ve aşağıda gördüğünüz sembol. Peki RSS nedir? Ne işe yarar? Nasıl kullanılır? Nasıl takip edilir? Bunları biliyor musunuz?
Alışveriş alanı; online alışveriş siteleri ile yüzlerce km uzaklıkta merkezi bulunan ya da ülkemizde bulunmayan bir ürüne dahi kolaylıkla ulaşabiliyoruz.
Telekomünikasyon alanı; mobil telefonlar ile birlikte artık ortamdan bağımsız şekilde artık sevdiklerimizle rahatlıkla iletişim kurabiliyor, işlerimizi telefon ile halledebiliyoruz.
.Güvenlik alanında; artık tüm şehir , bankalar , dükkanlar vs her biri güvenlik kameraları ile izlenebilmekte bir olay olduğunda olaya dahil olanların kimlikleri tespit edilebilmektedir.
Bankacılık alanında; artık bankalardaki neredeyse tüm bilgiler bilgisayarlara tutulmakta ve işlemler online olarak gerçekleşebilmektedir. Dünyanın çok uzak yerinden yatırılan para kısa sürede elimizde olmaktadır. Bankamatikler ile istediğimiz saatle para çekebilmekte, banka kartları ile para taşıma derdi olmadan her yerden alışveriş yapabilmekteyiz.
Gazetecilik alanında; online gazeteler ve dergiler yavaş yavaş yerini online gazetelere bırakmıştır. Dergiler tamamen online ortama taşınmış ve basılı yayınlarını durdurmuşlardır. Ayrıca online gazetecilik sayesinde haberlere bir gün sonra değil anında ulaşabilmekteyiz.
Sosyal medya alanı; sosyal medya ile aynı anda yüzlerce arkadaşımız ile iletişime geçebiliyoruz. Ne düşündüğümüzü tüm çevremize yayabiliyoruz.
Bilgi ve iletişim teknolojileri, bilgiye ulaşılmasını ve bilginin oluşturulmasını sağlayan her türlü görsel, işitsel basılı ve yazılı araçlardır. Ayrıca, insanlık tarihinde az sayıda teknoloji, bilgi ve iletişim teknolojileri kadar insan yaşamını etkilemiştir. Bilginin toplanmasını, işlemesini, depolanmasını, ağlar aracılığı ile bir yerden bir yere iletilmesini sağlayan iletişim ve bilgisayar teknolojilerini de kapsayan bütün teknolojiler “bilgi teknolojisi” olarak adlandırılmaktadır. İletişim teknolojisi, mesajların bir yerden bir yere hızlı iletilmesine olanak sağlamakta, bilgisayar teknolojisi ise hesaplama ve bilgi işleme yeteneklerimizi milyonlarca kere artırmaktadır. Eğitim alanında; kitaplar dolusu bilgi bellekler ve disklerle küçücük alana taşınabilmektedir . Bu sayede ortamdan bağımsız eğitim anlayışı gelişecektir ve online eğitim kurumları artacaktır . Artık yavaş yavaş uzaktan eğitimin önü açılacaktır . Hatta online sınavlar bile düzenlenebilecektir. Sağlık alanında; artık muayene olmak için sabah erkenden sırada bekleyip fiş alma derdi bitmektedir . Bilgisayar ortamında ya da telefonla kolaylıkla muayene için randevu alınabilmektedir . Tüm hasta bilgileri sadece Tc kimlik numara ile edinilebilmektedir. Ulaşım alanında; online bilet alımları ile artık bir bilet için otogara gitme derdi bitmiştir . Ayrıca Gps’ler sayesinde bir adrese gideceğin yolu bilmesen bile adresi gps ile işaretleyip bulunduğun noktadan o adrese ulaşmak mümkün artık . Bununla birlikte trafik yoğunluğu vs artık an an bilinebilmektedir.
Sanayileşmiş ya da sanayileşmekte olan ülkelerde nüfusun büyük bir bölümü bilgisayar kullanmaktadır. Televizyon, radyo, mikrodalga fırın gibi yüksek teknolojiye dayalı elektronik aygıtların hemen hemen hepsi gerçekte minik, özel bilgisayarlarca denetlenmektedir. Kısacası bilgisayar haberleşmeden, bilim ve araştırmaya, sanayiye, eğitim, sanat ve eğlenceye kadar bir çok dalda kullanılmaktadır. Analog ve dijital olmak üzere başlıca iki tür bilgisayar çeşidi vardır. Analog bilgisayarlar problemi sürekli değişen veriler(basınç ve elektrik gerilimi gibi) kullanarak çözer. Dijital bilgisayarlar ise, birbirinden ayrı, iki sayılı kodlar uyarınca çalışır; yalnızca 0 ve 1lerden oluşan bu ikili sayıların her birine bit denir. Gündelik dilde, bilgisayar sözcüğü dijital bilgisayarı ifade eder. Dijital bilgisayarlar başlıca dört nedenden ötürü analog bilgisayarlardan üstündür: A)Daha hızlıdırlar B)Sinyal girişimlerinden daha az etkilenirler.

Özel amaçlı bilgisayarlar, bazı özel işlevleri yerine getirmek üzere tasarlanmıştır. Bunlar yalnızca mikroçiplerine yüklenmiş programlar uyarınca çalışırlar. Elektronik hesap makineleri, dijital saatler ve benzeri başka pek çok aygıt, özel amaçlı bilgisayarların temelidir. Genel amaçlı bilgisayarlar ise,pc ler ve iş yerlerinde kullanılan bilgisayarlar, kendilerine yüklenilen programlar, yani verilen komutlar uyarınca çalışır, bu nedenle çok değişik işlevleri yerine getirebilir. Bazı genel amaçlı bilgisayar küçük bir el radyosu boyutundadır; ama tümüyle işlevsel, tek birim halindeki en küçük genel amaçlı bilgisayarlar, evrak çantası büyüklüğünde ki diz üstü bilgisayarlarıdır. Kişisel bilgisayarlar yada masa üstü bilgisayarları saniyede yaklaşık 5 milyon işlem gerçekleştirebilir; bazılarında bu sayı 35 milyona kadar çıkar.

Modern bilgisayarların kalbi,mikroçip ya da kısaca çip olarak adlandırılan tümleşik devrelerdir. Silisyumdan yapılmış bu minik levhaların üstüne,uygulamanın türüne göre özel olarak tasarımlanmış yüz binlerce mikroskobik elektronik parça yerleştirilebilmektedir. 1953 de tüm dünyada kullanılmakta olan yalnızca 100 kadar bilgisayar vardı. Bu gün ise elektronik sanayisinin bel kemiğini yüz milyonlarca bilgisayar oluşturmakta, evlerde, iş yerlerinde, devlet dairelerinde, üniversitelerde, akla gelebilecek her yerde bilgisayar kullanılmaktadır. Çok değişik biçim ve boyutlarda bilgisayar üretilmektedir.
Modern bilgisayarlar birer minyatürleşme harikasıdır. bir zamanların 30 ton ağırlığında ve neredeyse oda büyüklüğündeki makinelerinin yerini bugün aynı işi çok daha hızlı yapabilen, en çok 2kg ağırlığında ve çantada taşınabilen bilgisayarlar almıştır.

Gelişen teknoloji, bilgisayar teknolojisini her geçen gün daha da küçülttü ve artık taşınabilir bilgisayar üretme vakti gelmişti. Bu fikir ilk başta sadece çocukların basit işlemleri yapabilmesi için Alan Kay tarafından Dynabook adı ile tanıtıldı. Alan Kay,bu fikri 1967 yılında atmıştı ve o zamanın şartlarında ucuz,şarj edilebilir ve kişisel bilgisayar teknolojisine yakın cihaz üretilemediği için 1967′de 20 kg ağırlığında Xerox NoteTaker adı ile ilk prototip taşınabilir bilgisayar üretildi. Tüm bunlara rağmen aslında oldukça yeni bir tarihi vardır. İlk defa 2004 gibi yakın bir tarihinde taşınabilir bilgisayar modelleri masaüstü modellerden daha çok satılmıştır. Bu bilgisayarlar laptop (diz üstü) olarak da bilinirler. Notebook serisi ile laptop üretimi bitmiştir.

Apple 1984′de, çıkardığı diğer ürünlerini bırakarak ilk fare ve klavyeye sahip ekranlı kişisel bilgisayarı piyasaya sürüyor. Bu bilgisayar Mac OS sistemleri ile entegreli olarak sunulur ve oldukça rağbet görür. Mac olarak da bilinmektedir. Günümüzde Mac Pro, IMac, Macbook serileri ile hala varlığını sürdürmektedir. Macintosh fare ile piyasaya sunulan ilk bilgisayarlar listesinde yer almayı başarmıştır. Bunun dışında ilk kullanıcı ara yüzüne sahip bilgisayar olarak da bilinmektedir.
İlk Apple bilgisayar, Steve Wozniak tasarımı Apple I bilgisayar 1976 da tanıtıldı. Dell 1985 yılında turbo notebook olarak ilk adımını attı. 1994 yılında ise IBM, IBM ThinkPad 775CD, cdromlu ilk dizüstü bilgisayarını tanıttı.
1975 yılında Ed Roberts pc yani “kişisel bilgisayar” icatı Altair 8800 olarak halka tanıtıldı.İlk taşınabilir bilgisayar IBM tarafından 5100 modelli 1975 Eylül’de yayımlandı. Bilgisayar 33 kilo ağırlığında ve beş inç CRT ekran, teyp sürücüsü, 1.9MHz PALM işlemci, 64kb ram vardı. Gerçek anlamda ilk taşınabilir bilgisayar ya da dizüstü bilgisayar olarak kabul edilir.
15 Kasım 1971 tarihinde Intel firması Intel 4004 ile ilk mikroişlemcisi tanıttı. Büyük bir başarım ve güvenilirlik artışının yanı sıra, maliyet düşüşü de yaşandı.1980’lerde artık bilgisayarlar, çamaşır makinesi gibi günlük hayat kullanımındaki birçok makinesel aygıtın denetleyici donanımlarındaki yerlerini almaya başlamışlardı. Yine aynı dönemde, kişisel bilgisayarlar yaygınlık kazanıyorlardı. 1990’larda gelişen internet ile masaüstü kişisel bilgisayarlarda üretim ve satış arttı.
TX-O (Transistorlu Deneysel bilgisayar) ilk transistörlü bilgisayar Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde 1956 yılında gösterildi.1960’larda daha hızlı ve ucuz olan geçirgeç (transistör) tabanlı bilgisayarlar yaygınlık kazandı. Bu etkenlerin sonucunda bilgisayarların daha önce görülmemiş bir düzeyde toplu üretimine geçirildi. İlk minicomputer 1960 yılında, Digital Equipment Corporation tarafından PDP bilgisayarlar ve ilk serisi PDP-1 dir. İlk toptan kişisel bilgisayar 1968 yılında Hewlett Packard tarafından ürün ismi HP 9100A olarak pazarlanmaya başlandı.
İlk depolanmış programlı bilgisayarı, 1950 yılında Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine teslim edilen UNIVAC 1101 veya ERA 1101 bellekten bir program depolama ve çalıştırabildiği için ilk bilgisayar olarak kabul edilir. İlk ticari bilgisayar 1950 yılında satıldı. 1942 yılında Konrad Zuse üzerinde çalışılmış modeli Z4, daha sonra 12 Temmuz tarihinde Eduard Stiefel Teknoloji, Zürih’teki İsviçre Federal Enstitüsü’nün bir matematikçi tarafından satın alındı. 1954 yılında Toshiba firması NEAC 1101 ürününü üretti.1958 yılında isa Toshiba , ilk digital bilgisayar, “TAC” ürününü tanıttı.
Hesaplamada elektronik sistemin öncüsü İngiliz bilim adamı Charles Babbage. Babbage’nin Analitik Motor adını verdiği cihaz, belli bir programlama içinde hesapları otomatik olarak yapılıyordu. Gerçek anlamda bilgisayarlar 1941 yılında Berlin’de Kondrad Zuse tarafından geliştirildi. Onun yaptığı bilgisayar, elektron lambalarından oluşuyordu ve aynı yıllarda Busines Machine Corporation adlı firmanın yaptığı otomatik bilgisayardan çok daha hızlı çalışıyordu.

Bilgisayarın tarihi gelişimi, takip eden yıllarda devam etmiş oda büyüklüğündeki eski bilgisayarlar zamanla ufalarak bugün cepleremize giremeye başlamıştır. Boyutları ufalarkın yapabildikleri işler ise devasa boyutlarda gelişmiştir. Gelişme artarak sürekli devam etmiş, zamanın en iyi bilgisayar işlemcisi bir süre sonra yüzüne bakılmıyacak hallere gelmiştir.
Türkiye’de kullanılan ilk bilgisayar ise 1960 yılında Karayolları Genel Müdürlüğün’de kullanılmak amacıyla ülkeye getirilmiş IBM 650-Data’dır.
Satışa sunulan ilk kişisel bilgisayar İtalyan firması Olivetti’nin ürettiği Programma 101’dir. Proje 1962 yılında başlamış, 1965 yılında ise üretim süreci tamamlanalarak, üretim kapasitesi büyük miktarlara ulaşmıştır. Programma 101’in satış fiyatı piyasaya çıktığında 3,200 dolardı, bu miktar bugünün dolar değeriyle 23,000 dolara eşittir. 40 bin ünite satılmış ve satışların yüzde 90’ı ABD’de gerçekleşmiştir.
NASA, Apollo 11’in aya inişi için gereken hesaplamalarda kullanmak üzere 10’dan fazla Programma 101 kullanmıştır. Ay’a ilk insanı taşıyan Apollo 11’in bilgisayarının işlemci frekansı sadece 1 Mhz’di. Günümüzle ise en iyi bilgisayar işlemcileri bir yana cep telefonlarının işlemcileri bile 1 Ghz’den (1000 Mhz) daha hızlı.
Bugün anladığımız anlamda ilk dijital bilgisayar icat tarihi ise 1946’dır. ENIAC adlı ilk bilgisayar ABD Ordusu’nun top atışları hesaplamalarına yardımcı olması için Amerikan Ordusu’nun desteği ile geliştirilmiştir. Kendinden önceki elektro-mekanik cihazların bin katı işlem gücüne sahip olan ENIAC’ın geliştirmesi zamanın parasıyla 500 bin dolar tutmuştur. Bu miktarın bugünkü değeri 6 milyon dolardır. ENIAC, 1955 yılının ekim ayına kadar kullanılmıştır.
Bugün anladığımız anlamda ilk dijital bilgisayar icat tarihi ise 1946’dır. ENIAC adlı ilk bilgisayar ABD Ordusu’nun top atışları hesaplamalarına yardımcı olması için Amerikan Ordusu’nun desteği ile geliştirilmiştir. Hesaplamaya yardımcı cihazlar tarih boyunca insanların yardımcısı olmuştur. Ticaretin gelişmesiye ve satışların büyük miktarlara ulaşmasıyla insanlar karmaşık sayma işlemlerine ihtiyaç duydular ve Babil İmparatorluğu döneminde (M.Ö. 2400’lü) bilgisayarın atası olarak kabul edilen abaküsü kullanmaya başladılar. Takip eden yıllar boyunca insanoğlu bugünkü anlamda bilgisayarın gelişmesine yardımcı olan birçok mekanik ve elektro-mekanik aletler geliştirdi.
1941 yılında savaş sırasında yapım emri verilen, 1945’de şekillenen ve 1947 yılında basına tanıtılan ilk elektronik bilgisayar ENIAC (Electronic Numerical Integrator And Computer (Elektronik sayısal entegreli hesaplayıcı)), günümüzdeki bilgisayarların atasıdır.
ENIAC, ilk elektronik veri işleme kapasiteli ve elektrikle çalışan bilgisayardır. II. Dünya savaşı sırasında ABD’li bilim adamları tarafından icat edilmiştir. 167 m2 lik bir alana ancak sığabilen ENIAC’ın ağırlığı da 30 tondu.
https://youtube.com/watch?v=PveVwQhNnq8

Teknoloji size zaman kazandıracak, artık daha çok boş vaktiniz olacak dediler ama biz kalan zamanı yine teknolojinin getirdikleriyle dolduruyoruz.
Teknoloji insanı sanal bir gerçekliğin içine çektikçe, onu gerçekten çevresinde olup bitenlere karşı duyarsızlaştırıyor.

İnternet; sınırların, engellerin, bayrakların ve ülkelerin bulunmadığı, taşıdığınız tek pasaport olduğu bir dünyaya giden yol olmalı. Carlos Santana

Tabiat son sözü söylemeye karar verdiğinde, teknoloji sükut eder. Nazan Bekiroğlu

Ev bilgisayarları devrimi ile birlikte ortaya çıkan en iyi şey, insan mantığının sınırlı olduğunun anlaşılmasıdır. Frank Herbert

Akıllı insan her şeyin tek tek söylenmesini beklemeyen insandır. Akıllı insan arar bulur.

Yeni bir teknoloji bazen yıktıklarından daha fazlasını yaratır, yarattıklarından daha fazlasını yıkar. Ancak bu hiçbir zaman tek yönlü olmaz. Neil Postman

Bizi birleştirmeyi vaat eden teknoloji bile bizi birbirimizden ayırıyor. Artık her birimiz tüm dünyayla elektronik bağlantı içindeyiz, ama aslında son derece yalnızız.Dan Brown

Comments are closed.