logo

İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz. Hz. Muhammed (S.A.V)

İnsanlığın topluca bir dönüş yapma gereksinimi vardır. Çünkü şaşkınlık sebebi olan bir gidişi var insanlığın. Kur’an’ın tabiriyle ‘bu gidiş nereye’ dedirten endişeli bir gidiş. İnsanlık için hayat mayınlı bir tarlaya dönüşmüş. İnsan psikolojisi dalgalı bir denize dönüşmüş. Güvenlik olmadığı için huzur da yok. Ruhsal güvenlik ve huzurun olmadığı yaşama yaşam denir mi? Böyle bir yaşama yaşam denecekse, ancak diken üstü bir yaşam denebilir. Dünyaya vaziyet eden güçlerin tek kaygıları, hem insanlığı hem de doğayı tahakkümleri altına almaktır. Durum böyle olunca, gücü ellerine geçirenler için hiçbir sınır ve kayıt söz konusu olmuyor. Bu gidişle oluşan gerçeklik ise ürküten bir gerçeklik oluyor. Onun için insanlığın topluca bir dönüş yapma gereksiniminden söz ediyoruz.

Bütün insanlığın bir dönüş iradesi göstermesi mümkün müdür? Şüphesiz bu, çok zor bir durum olmakla birlikte, imkânsız bir durum değildir. Bunun için en temel özellik veya nitelik, asgari düzeyde bir vicdana sahip olmaktır. Allah insanı yaratırken, verili bir doğuştanlıkla yaratmış. Bu verili doğuştanlık, insana emanet edilmiş çok önemli bir sermayedir. Bu sermayeye haram katılmadığı sürece bütün insanlık için bir dönüş iradesi ve dolayısıyla bir çıkış yolu mümkündür. Ama öncelikle insanın sahip olduğu doğuştanlığın bozulmaması gerekiyor. İnsanın doğuştanlığı bozulmadıkça, insanlık ailesi olduğu bilinciyle bir dönüş iradesi imkânı da her zaman olacaktır. Bu imkânın, potansiyel olarak zalimler için caydırıcı bir güç olduğunu hem fark etmek hem de fark ettirmek önemlidir. Zaten bu farkına varma olmadan sorumluluk da olmaz.

Doğuştanlığı ve dolayısıyla vicdanı bozulmamış insanlığın anavatanına İslam diyoruz. Asıl olan bu anavatana dönüş yapmak ve barış içinde bir hayat sürmektir. Bütün heterojenlikleri doğal karşılayan İslam’ın, insanlık için zorlayıcı hiçbir hükmünün olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Bazı tarihsel yanlış ve yanılgıları İslam’a mal etmek, insanın kendisini inkâr ve imha etmesi anlamına gelir. Çünkü insan anladığı kadar yaşar ve anladığı kadar tarih yapar. İnsana ait bu özelliğin, İslam olarak kabulü son derece haksız bir değerlendirme olacaktır. Böylece bir taraftan İslam ipotek altına alınırken, diğer taraftan insan da haksız bir konuma çıkarılmış olur. Her haksız konumlanış bir inkârın sonucudur. Bütün inkârların sonucunun ise imha olması kaçınılmaz olacaktır. Rabbimiz Teâlâ şeytanın şahsında bu durumu haddini bilmezlik olarak bizlere haber veriyor.

Her insan kendi zamanında kendi gerçekliğini yaşar. İnsan kendi gerçekliğinde iki şey yapar: Bir tanesi geçmişi yani tarihi okumak, diğeri ise günceli okumaktır. Bu hep böyle oldu ve hep böyle olmaya da devam edecektir. Geçmiş de gelecek de insanın sorumluluk alanları değildir. İnsanın sorumluluk alanı yaşadığı an ve zamandır. İnsanın insan olarak, insanlık düzeyini muhafaza etme sorumluluğu bunu gerektirmektedir. Hiçbir kimsenin başkalarının yaptıklarından sorumlu olması söz konusu değildir. İnsanın insanlık düzeyini muhafaza etmesinde, hem olmuş olanın ve hem de olmakta olanın doğru anlaşılması önemlidir. İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak kendisine verilmiş olanı –aklı/kalbi- kullanmadığı zaman, insanın diğer varlıklardan bir farkı kalmaz. İnsanın sahip olduğu farka, insanın istisna hali diyebiliriz. İnsanın istisna hali, insanı sıradan biri olmaktan, bir şeyleşmekten koruyan bir haldir. İnsanın bu istisna hali, insanın özneliğini, özgünlüğünü, özgürlüğünü ve özerkliğini oluşturur. İslam, insanı bütün bu nitelikleriyle koruyan bir şemsiye gibidir. Bugün insanlık İslam şemsiyesine her zamankinden daha çok muhtaçtır. Çünkü insanın yaşadığı hayat, varoluşsal tehditler sağanağı altında yaşanmakta olan bir hayattır. İslam’a dönüş çağrısının en önemli gerekçesini varoluşsal tehditler sağanağı oluşturmaktadır. Onun için bu çağrı boş bir çağrı değil, anlamlı ve gerekli bir çağrıdır.

İslam’a dönüş çağrısının birinci ayağını bütün insanlık oluştururken, ikinci ayağını ise paradoksal olarak Müslümanlar oluşturmaktadır. Neden paradoksal olarak Müslümanlar oluşturmaktadır? Çünkü İslam’ın çağrısını kabul etmeden Müslüman olunmaz. Müslümanlar doğal olarak, İslam’ın çağrısıyla varoluş sahibi olmuş kimselerdir. Yani Müslüman demek, İslam’da olmak demektir. Bir yerde olanı aynı yere çağırmanın bir mantığı var mıdır? Teoride bu böyle ise de pratikte bu böyle olmuyor. Üstelik bu paradoksal durum sadece bugünün sorunu da değildir. Ama bu paradoksal durum günümüzde en tepe noktaya ulaşmıştır. Bunun birçok sebebi var tabi. Mesela tembelliği ve ataleti oluşturan erdemle özdeş görülen mistik edilgenlik bunlardan birisidir. Gelenekle modernizmin oluşturduğu kıskaç da bir başka sebeptir. İslami kavram ve kurumlardan yoksunluk da bu meyanda zikredilebilir. Bütün bu yoksunluklar pek tabi beraberinde savrulmaları da getirmiştir. Edilgen şizofrenik varlıklara dönüşüm de bundan sonra başlamıştır. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki Müslümanlar, İslam’a dönüş çağrısının ikinci ve en zor ayağını oluşturmaktadır.

İnsan ilişkisel bir varlıktır. Kendisi başta olmak üzere bütün varlıklarla ilişkide bulunur. İlişkilerin temel sebebi, genelde anlamlı ve güzel bir hayat yaşamaktır. Her insan yaşadığı hayatın öznesidir. İslam, özne olan Müslümanın ilişkilerini ahlaki temeller üzerine oturtur. Bu demektir ki, Müslümanın ilişkilerinde daima bir amaçlılık vardır. Bütün amaçların nihai istikameti ise kulluğun sebebi olan Allah’ın hoşnutluğudur. Dolayısıyla yer ve zaman ne olursa olsun, Müslüman bu istikametten ayrılmaz. İşte bütün davranışların çekim merkezi olan bu temel amaç ahlakın gerekçesini oluşturur. Yani netice itibariyle Müslüman ahlakileşen insan demek oluyor. Bu esas dikkate alınmak suretiyle Müslümanla her türlü ilişki ve diyalogu kurmak son derece kolaydır. Tabi bu yargımız işin doğası gereği böyledir. Ama bugün Müslümanlar için, doğallığını muhafaza eden şeylerden bahsetmek nerdeyse imkânsızdır.

Öncelikle Müslümanlar kendi aralarında farz düzeyindeki ilişkilerden yoksun bulunmaktadır. Oysa vahyin apaçık emirleriyle Müslümanlar kan bağından oluşan kardeşlikten daha öte bir kardeşlik bağıyla ilişki içinde olmalıydılar. Tevhidin somut bir göstergesi olarak bir ümmet olmalıydılar. Bir duvarın yapı taşları, bir vücudun organları gibi birbirlerinden haberdar olup hemhal olmalıydılar. Her gün bu hedeflerin tahkimi için beş defa Allah’ın huzuruna çıkıp söz vermekteydiler…

Ama görüldüğü üzere olmuyor işte. Her şey havada asılı kalıyor. Çünkü anlamına varamadığımız bir takım güncel ve tarihi oluşumları Nuh’un gemisi kabul edip sorumluluklardan da kurtulduğumuzu zannediyoruz. Bütün zanlarımız önce bizi hakikatten, sonra da bizden uzaklaştırmıştır.

Bugün müslümanlar en basit insani ilişkileri gerektiren diyalogları bile gerçekleştiremiyor. Müslüman Müslümana, Müslüman kimliğiyle yaklaşamıyor. Sırtımızda bagajlar var. O bagajlarla hareket kabiliyetimizi yitirdiğimizi görmüyoruz. Bunun bir felaket olduğunu anlamıyoruz. Müslüman olmayanlarla diyalog kurmak daha rahat ve kolay oluyor. Ne bir usulümüz ve ne de bir üslubumuz olmadığı için yüz yüze gelerek, birbirimizin gözlerinin içine bakarak konuşamıyoruz. Birer puta dönüşmüş egoların tutsağı olduğumuzu görmemiz gerekir. Tahammül desen sıfırı tüketmiş. Bu böyle olduğu için katıldığımız herhangi bir şeyimiz de olmuyor. Katılmayınca katma imkânını da elden kaçırıyoruz. Bir ürüne dönüşmüş ne bir nimet ve ne de bir külfet olmayınca katlanma zahmetinden de kurtuluyoruz.

Seyyid Kutub’un İslam-Kapitalizm Çatışması kitabındaki şu sözleri ne kadar da doğru:”Öteki insanlar nezdinde hakir görülmemize aklım eriyor da, kendi kendimizi aşağılık görmemizi bir türlü izah edemiyorum.” (s.33) “Biz, bugün insanlık sofrasında bağışlayan cömertler değil, obur dilenciler durumundayız.” (s.36) Yarım asır önce söylenmiş bu sözlerin bugün için daha da derinleşerek sürmekte olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım. Büyük bir cehalet çukurunda olduğumuzu da haddimi aşarak belirtmem gerekiyor. Şahıslardan veya özellikle işaret ettiğim herhangi bir oluşumdan söz etmiyorum burada. Genel görünümden söz ediyorum. Biz müslümanca bir varoluşu gerçekleştirmek bir tarafa, insanca bir duruştan bile mahrumuz. Burada Mutahhari’nin Gaybi Yardımlar kitabından da çok çarpıcı bir tespite yer vereyim: “Acaba cehaletten kötü bir şey var mıdır? Evet, vardır ve onun adı bağnazlıktır.” Hepimizin bu bağnazlık üzerinde uzunca düşünmesi gerekir. ‘Ben bağnaz değilim’ diyerek paçayı sıyıracağımızı sanma gafletini göstermeden düşünmeliyiz.

Sayısız bağnazlıklar dolayısıyla İslam’a dönüş çağrısının ikinci ayağı olan Müslümanların İslam’a dönüş iradesini çok zor da olsa harekete geçirmek gerekir. Bunun için her türlü mitik ve mistik virüsten arınmak ilk iş olabilir. Bu arınma, birçok alanda dönüş iradesiyle mümkündür. Dönüş irade ve kararlılığı olmadan özgürleşmek de mümkün olmaz. İslam’ın dönüş çağrısını gerektiği gibi idrak edebilmek için, eklemlendiğimiz bütün yapılar terk edilmelidir. Kapsamlı bir arınma seferberliği ile yeni başlangıçların önü açılmalıdır. Ancak her yeni başlangıçla birlikte, yeni ufuklarla tanışmak, karşılaşmak mümkün olur. Emek vermeden, zahmet etmeden rüya bile görülmez. Tıpkı bunun gibi radikal dönüşler ve radikal başlangıçlar yapmadan da yeni ufuklar hayal edilmez. Hayali yapılmayanla ilgili umut beslemek ise büyük bir avunmadan başka bir şey olmaz. Sonuç: İslam’a dönüş çağrısı için ilk adım olarak, entelektüel bir savaşın kapısını çalmakla yola çıkılabilir. Rabbim kolaylık versin!

CEVDET IŞIK / İSLAM’A DÖNÜŞ ÇAĞRISI

Hayatın somutlaşan en önemli özelliği harekettir. Bir yerin, bir varlığın, bir canlının hayat sahibi olduğunu söylemek için, her şeyden önce sahip olduğu hareketlilik dikkate alınmalıdır. Yani hayat ve hareket, tabir caizse siyam ikizleri gibidir. Bir yerin, bir mekânın canlılığından, hayat sahibi olmasından söz etmek, kimileri için tuhaf görülebilir. Çünkü neticede herhangi bir yerin, yer olmaktan öteye bir hükmü yoktur. Oysa hayat öncelikle bir canlılığı gerektirdiğine göre, bir yerin hayat sahibi olması ne anlama gelir? Bir şeyin ne anlama geldiğini bilmek için, insanın yaptığı arayışa anlam yolculuğu diyoruz. Hayatın kendisinin bir anlam arayışı olması yanında, bu anlam arayışının da anlamını bilmek önemlidir. Bu başka bir konu. Belki daha sonra bu konu üzerinde de durabiliriz.

Herhangi bir yerin hayat sahibi olması, o yerin kendisiyle ilgili olmayıp, o yerin üstünde yaşayan insanlarla ilgili bir durumdur. Özelikle de o yerin üstünde yaşayan insanların sahip olduğu öznel yapı ve bu öznel yapıdan kaynaklanan yaşam tarzıyla ilgilidir. Yani hayatın hayat olarak nitelenmesi aslında insanla ilgili bir durum olmaktadır. İnsan, nasıl bir hayata sahip ise bulunduğu yer de öyle bir hayata sahip olmuş oluyor. İnsan-varlık ilişkisinde, varlığın nesnel durumu insanın öznel durumuna tabi olarak bir nevi yeni bir niteliğe sahip oluyor. Herhangi bir yer veya varlığa değer katılması, insanın özne olduğu, yer veya varlığın ise nesne olduğu bir ilişkinin sonucudur. Bunun tersi bir durum mümkün olabilir mi? Yani yer ve varlığın özne, insanın nesne olduğu bir durum mümkün olabilir mi?

Böyle bir durum mümkün olmaz. Ancak insanın nesneleştiği böyle durumlar için, nesnenin nesneyle ilişkisinden söz edilebilir. Nesnenin nesne ile ilişkisi değersel bir ilişki değil, reflekse dayalı bir içgüdüsel ilişkidir. Bu durumda bilinçsel edimler sınıfına girecek bir etkisel ve tepkisel ilişki söz konusu olmaz. Olsa olsa birinin diğerine karşı üstünlüğünden söz edilebilir. Yani herhangi bir nesne bir diğer nesneye bağlı olduğunda, kendisine bağlanılan nesne üstün nesne olur. Mesela eğer insan nesneleşerek bir nesneye bağlanırsa, o zaman insanın bağlandığı nesne, nesneleşen insandan daha üstün olur. Daha da somutlaştırırsak; insan para, mal, mülk benzeri nesnelere hayatını bağlarsa, yani insan için bu nesneler araç olmaktan çıkıp amaç olursa, bu nesneler insandan daha üstün bir duruma gelmiş olur. Bu tür örnekleri çoğaltıp çeşitlendirmek mümkündür.

Meseleyi şu şekilde sürdürmeye çalışalım: Yaratılmış her varlığın kendine özgü bir yapısı vardır. Bilindiği üzere Kur’an, her varlığın kendine özgü yapısını fıtrat olarak izah etmektedir. Her varlığın kendine özgü bir yapısının olması, o varlığı özne yapmaz. Özne olmanın gereği; düşünmek, karar vermek, tercihte bulunmak ve eyleme geçmek, bir değişim ve dönüşüm iradesini işlevsel kılmaktır. Bütün bunlar için de akıl ve iradenin kullanımına ihtiyaç vardır. Nesne için öznenin özelliklerinden söz edemeyiz. Bir ‘nesne’ durumunda olan, bir ‘şey’ durumunda olan varlığın, kendisinden kaynaklanan bir değişim ve dönüşüm sorunu olmaz.

Nesne, yapısı gereği nesneldir. Çünkü nesnenin sahip olduğu özellikler her zaman ve her yerde aynıdır. Her insanın nesne yaklaşımı ve nesne tanımı nesneldir. Bir taşın, taş olarak bütün insanlar nezdinde tanımı aynıdır. Yani özü itibariyle nesne olan bütün varlıklar hakkında herhangi bir ihtilaf söz konusu olmaz. Özneye gelince, özne yapısı gereği özneldir. Özne durumundaki her varlığın sahip olduğu öznellik, farklılıkları oluşturan yegâne kaynaktır. Kültür dediğimiz hayatın farklı yaşantıları, öznenin öznellik özelliğinin bir sonucudur. Yani hayat dediğimiz zaman akla gelmesi gereken özne olmalıdır. İçerik bakımından öznenin nesneleşmesi, hayatın en büyük felaketidir. Bu durumda insan robotlaşırken, hayat da doğal olarak monotonlaşır.

İnsan şu veya bu sebepten nesne haline geldiği zaman, yapısal manada bozulmuş olur. Oysaki mutlak özne olan Allah, insanı akıllı ve iradeli yaratmış ki, bir özne olarak varlık sahibi olsun. Onun için göz vermiş, kulak vermiş, duygu ve düşünme yeteneği vermiş… Yani Allah, insanın bir özne olarak varlık sahibi olması ve tercihlerde bulunmasını dilemiştir. Şimdi bu sözünü ettiğim öznellik, hayattan kopuşun yaşandığı en önemli başlangıç noktasını oluşturmaktadır. İnsan öznelliğini kaybedince, insanlığını yani hayatını da kaybetmiş olmaktadır. Onun için insanın hayata dönüşünden söz ederken, aslında insanın öznelliğine dönüşünden söz etmiş oluyoruz.

Bütün insanlar biyolojik olarak benzer durumdadırlar. Benzer durumda olan insanların, her açıdan aynı olduğunu kabul etmek, büyük bir yanılgı olur. Hiçbir insanın bir başka insanla parmak izi bile aynı değildir.

Aslında bütün insanlar hem benzer olma özelliklerine hem de farklı olma özelliklerine sahiptirler. Şimdi biz, bu malum nesnel bilgileri değerlendirecek olursak, nasıl bir yargı oluşturabiliriz? Benzerlikler de farklılıklar da insanları birbirine yaklaştırır: Benzer olma taraflarıyla insanlar hazır bir tanışıklık durumuna sahip olur. Farklı olma taraflarıyla da tanışıklığın gerekçesine sahip olur. Sonuçta aynı yöne doğru bir gidişten söz edebiliriz.

Belki şu yargı hiç unutulmayacak bir yargı olmalıdır: Ey insan! Farklılıkları tehlike ve tehdit olarak görme! Farklılıkları ortadan kaldırmaya heves etme! Aynılaştırma, tektipleştirme diye bir derdin olmasın!

Bütün benzer yanlarına rağmen birbirinin aynısı olmayan insanların, ruhsal ve düşünsel yanlarıyla birbirinin aynısı olması olasılığından söz etmek mümkün olabilir mi? İnsan sayısı kadar farklı fikirlerin, farklı hayatların, farklı âlemlerin var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Eğer bir değerlendirmeye tabi tutulacak olursa, her insanın hayatı, insanın sahip olduğu fikir ve düşünce bağlamında ele alınıp değerlendirilmelidir.

Her insanın sahip olduğu bir hayattan söz etmek için, o insanın sahip olduğu hayatın, o insanın sahip olduğu öznellikten kaynaklanması gerekir. Her insanın sahip olduğu hayat, kendi öznelliğinden kaynaklandığı zaman, o insanın hayatı özgün bir hayat olur.

Aksi takdirde insan, hayat olduğunu zannettiği bir hayata sahip olur: Ne yazık ki, günümüzde insanların ekseriyetinin hayatı böyle bir hayattır: Zanna dayalı hayat. Zanla nereden nereye gidilebilir? Zan, temelsiz bina misali en küçük bir sarsıntıyla korkunç yıkımların en önemli tetikleyici sebebini oluşturur. Şeytan belki de en çok insanın zan ile hareket etmesi için çaba sarf eder. Konu çerçevesinde Kur’an’daki Âdem kıssası çok önemli dersler içermektedir.

Eğer bir ihtiyaç ise hüsnüzan insanın neyine yetmez? Suizan ise bir virüs gibi, önce birey bazındaki düşünsel yapıyı, sonra da toplum bazındaki ahenkli yapıyı bir yıkım süreciyle baş başa bırakır.

“…(Birbiriniz hakkında kötü) zandan kaçınınız. Unutmayın zannın bir kısmı ağır bir vebaldir…” (Hucurat,49:12)

Hayatın devam eden akışında yapılan tercihlerin suizanla değil, doğru bilgiyle yapılması çok önemlidir.

İnsanlar arası ilişkileri mümkün kılan haberlerin ne kadar doğru olup olmadığının önemini hiçbir zaman unutmamak gerekir.

“…Fasığın teki size (önemli) bir haberle geldiğinde, durup gerçeği araştırın!…” (Hucurat, 49:6)

Haber kaynağının güvenilir olmasıyla birlikte, haberin veriliş şekli, ortamı ve dili de güven sarsıcı değil, güven verici olmalıdır. Çünkü insan, hakikati bütün yönleriyle kuşatma gücüne sahip değildir.

İnsanın sahip olduğu iyi niyet insanın açıklarını kapatmaya yetmez. Onun için güvenilir kaynak, güvenilir bilgi ve güvenilir haber diyoruz.

Güven temelli hayatın en önemli harcını iman oluşturur.

İmanı, sadece ‘Allah’a inanmak’ tabiriyle sınırlayan bir anlayışla hayatın tanzimi mümkün değildir.

İman, hayatın bütününü kapsayan dinamik bir özelliğe sahiptir. Onun için sözlü olarak imanın ifade edilmesiyle yapılan iş; evet-hayır, kabul-ret, varlık-yokluk bağlamında yapılmış bir irade beyanıdır. İnsan, irade beyanıyla birlikte hayat nehrinin akışına da katılmış olur.

Birey imanla birlikte, hayatın bütününde Allah’ın hoşnutluğunu en önemli ölçüt haline getirir.

Hayatın bütünü derken, insanı ilgilendiren bütün bir ilişkiler ağı akla gelmelidir. Bu manada şahsiyet olarak sekülerlikle bir ilgi ve alaka kurma çabası boşuna bir çabadır.

Müslümanlar için hayatın rengini iman oluşturur. İmansız bir hayat olmadığı gibi, hayatsız bir iman da söz konusu değildir. Yani imanla hayat birbirini gerektiren bir işteşlik durumunu ifade eder. İnsanların geneli için hayata dönüşün anlamı insanın ‘kendisi’ olmasıdır. Yani kendisini ne ile tanımlıyorsa, öyle olmasıdır. Müslümanlar için hayata dönüşün anlamı ise imanın kişide ve kişinin de hayatta özne olması anlamına gelmektedir.

Küresel düzeyde etkili olan neoliberal postmodern dünya, hem insanı hem de hayatı tutsak etmiştir. Bu tutsaklık kas gücünün oluşturduğu bir tutsaklık değildir. Bütün bir hayat doğum ile ölüm arasına sıkıştırılmıştır. Demek ki hayatı sadece doğum ile ölüm arasından ibaret kabul etmek bir tutsaklık anlamına gelmektedir.

Dünyanın bir hapishane, insanın tutsak olduğu bir hayatta özgürlük söz konusu olabilir mi? Hayatı seküler bir zihniyetle yaşamak, zincirleme sorunlarla boğuşmak demektir. Seküler zihniyet ölümü mutlak yokluk algısıyla gördüğü için, büyük bir ümitsizlik karanlığına sebep olmaktadır. Onun içindir ki, gün yüzünü görmek bir türlü mümkün olmuyor. Böylece hayat ufuksuz hale gelerek hayat olmaktan çıkıyor. Seküler zihniyet, hayatı ölümden önce öldüren bir zihniyetin ifadesi omaktadır. Aslında gerçekleşen insanın ölümüdür. Burada bedenin değil, ruhun ölümüdür söz konusu olan. Ruh ölünce değer ölüyor, düşünce ölüyor, anlam ölüyor. Böylece insan için bir yabancılık süreci başlıyor.

İnsan, tutsağı olduğu seküler zihniyetten kurtularak hayata dönüşünü yapmalıdır. Bütün ilişkilerini barış temelli bir anlayışla sürdürmelidir. İnsanın, hırslarını tatmin etme şansı hiçbir zaman olmamıştır. Bundan sonra da olması mümkün değildir. Çünkü hırs savaşı gerektirir. Savaş ise yıkım demektir. Sürekli yıkmakla kozmos değil, kaos oluşur.

İnsan, değerlere dönmek suretiyle hayata da dönmüş olacaktır. Bu değerlerin en başında da Allah gelmektedir. Allah’ı bilmek ve Allah’ın hakkını teslim etmek gerekir. Bütün bir mülk O’nundur. Onun içindir ki her türlü sahiplenici ve hükmedici hevesten uzaklaşmak gerekir.

Müslümanların hayata dönüşü demek, Müslümanların Kur’an’a dönüşü demektir. Çünkü Kur’an hayat için nazil olmuştur. Hayatı hayat yapacak olan değerlerin kaynağıdır Kur’an. Müslüman olmak demek, Kur’an’ın çizmiş olduğu sınırları bilmek, anlamak ve tercih etmek demektir.

İnsan hariç, diğer bütün varlıklar, özgün yapılarıyla var olmaya devam etmektedir. İnsan, olması gereken özgün yapıyı muhafaza edememiştir. Her zaman insanının en büyük çelişkisi, olduğunu söylediği şeyi olmaması olmuştur. İnsanın hayata dönüşü, olduğunu söylediği şeyi olduğu zaman mümkün olacaktır.

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” ( Hac,22:46)

İnsanın neyi niçin yaptığını bilmesi, yaşadığı hayatın anlamını oluşturduğu için çok önemlidir. İnsanın neyi niçin yaptığını bilmesi, aynı zamanda hem bilinçle hem de amaçla ilgilidir.

İnsan merak eder. Çünkü merak etmek temel insani bir niteliktir. Merak etmek tanıma ve bilme isteğidir. Tanıma ve bilme isteği ise insan için harekete geçme nedeni demektir. İnsan hayatı yapılan bir yürüyüşten ibarettir. İnsan bir yerdedir ve o bulunduğu yerden başka bir yere doğru hareket etmektedir. Şayet insan yürüyorsa, bir yerden bir yere gidiyorsa, o zaman canlı olmanın gereklerini yapıyor demektir. Bütün canlıların yaşamsal yürüyüşünün, yani hareket halinde oluşunun temelinde farklılık vardır.

İnsanın yürüyüşü, sadece bedensel olarak yapılmıyor, aynı zamanda zihinsel olarak da yapılıyor. İnsanın zihinsel olarak yaptığı yürüyüş, insanın içine doğru yaptığı yürüyüştür. Bu zihinsel ve içe doğru olan yürüyüş, insan için hayatın temel dinamiği durumundadır. İnsan, dışındaki yürüyüşten önce içindeki yürüyüşü başlatır. Hedef tespiti yapar. Yaptığı hedef tespitini doğru kabul ettiği değerler üzerinden yapar. İnsanın dürüst olup olmaması, kabul ettiği değerler üzerinden yaptığı yürüyüşle belli olur. Dürüst insanın yürüyüşü, “öz”ü olarak kabul ettiği değerlerle uyum içinde olur. “Öz” olarak herhangi bir değere sahip olmayan insanların tutarlı bir yürüyüşe sahip olması beklenmemelidir.

İnsanın kendi iç yürüyüşü olmadan dışındaki yürüyüşü yapması mümkün olsa da anlamlı olmaz. Bütün yürüyüşler hem anlamlı hem de değerli olmalıdır. Her yürüyüş, yapılan bir keşif çalışması gibidir. Allah, insana yeryüzünü gezmeyi ve yeryüzünde nelerin olup bittiğini öğrenmeyi ve bundan ders almayı, ibret almayı emreder. Daha doğrusu insan insanlığını yitirmemişse, yeryüzü yürüyüşünden ders almaması mümkün değildir.

Tanımak, ders almak, ibret almak yani hayret etmek için yapılan keşiflerle insan nihai anlamda kendisini ve yaşadığı hayatı tanır. Bu tür zihinsel ve coğrafik gezi ve keşifleri sürekli hale getirmek, hayatı hem tekdüzelikten hem de lüzumsuz yüklerden kurtarır. Hayatı ağırlaştıran, çekilmez hale getiren ekseriyetle yüklenilen lüzumsuz yüklerdir. Hayatın dünyaya bakan yüzünde insan sürekli bir bilgilenme eylemi içinde olur. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, insanın elde ettiği bilgiyi kullanma biçimidir.

Her bilginin istismar edilecek bir tarafının olduğunu unutmamak gerekir. Neticede bilgi demek güç demektir. Elde edilen gücün kullanılma biçimi hayat sınavının da bizatihi kendisi oluyor.

İnsan ne yazık ki, güç olarak izah ettiğimiz imkânları yanlış kullanarak, hayattan kopmuş ve uzaklara düşmüştür. Çünkü olması gereken hakiki hayat tasavvurunu yitirmiştir. İnsanın hayata dönüşü, sahip olduğu imkânlar üzerinden adil bir hayat yürüyüşü ile mümkün olacaktır.

Adil bir hayat yürüyüşü için doğru bir Allah tasavvuruna sahip olmak gerekir. Yani önce Allah’ı bilmek ve tanımak gerekir. O’nun hakkını kabul etmek gerekir: Bütün varlık âlemini yaratan, mutlak hüküm ve hikmet sahibi olarak Allah’ı bilmeden adil bir hayat yürüyüşü mümkün olmaz.

Sahih bir Allah tasavvuru olmadan insanların tanrılık hevesinin önüne geçmek olası değildir. Allah, bu konuda insanın heba olmaması için vahiy indirmiştir. Vahiyle birlikte dosdoğru yol bildirilmiştir. Fakat burada bazı sorunlar söz konusu olmaktadır. Vahyin yol göstericiliği bile araçsallaştırılmak suretiyle vicdansız bir istismar söz konusu olmaktadır.

Hayata dönüş derken insanın muhatap olacağı istismarlara karşı uyanık olması gerekliliği de kendiliğinden ortaya çıkıyor. Vahyin insan için olduğu neden unutulur? Buradaki insan tabirinin altını çizmek gerekir. Çünkü vahiy bütün insanlar için nazil olmuştur. Bu demektir ki, her insan bizatihi kendisi vahiyle muhatap olmak zorundadır. Fakat geçmişte ve günümüzde vahyin tekel altına alınmasının oluşturduğu sorunlar yüzünden, vahyin mesajından uzaklaşıldığını üzülerek görmekteyiz.

İnsan genelinden Müslüman özeline dönerek şunu söyleyelim: Müslüman olmak demek bizatihi vahyin mesajıyla muhatap olmak demektir. Vahiyle birlikte çizilmiş sınırları kabul etmek demektir. Fakat durum bundan ibaret görünmüyor. Neden acaba? Çünkü vahyi tekelleştirenler insanı da birer nesne olarak görüp ipotek altına almayı başarmışlardır. Onun için de Müslüman hayata dönüş yapamıyor. Müslümanın hayata dönüşü ancak vahye muhatap olmasıyla mümkün olacaktır.

Yapılacak olan şey bellidir: Müslüman önce vahyi anlamak için zihnini ve gönlünü açmalıdır. Kur’an’ın, Peygamber’in, Müslümanların ve diğer insanların hayat yürüyüşünü çok ciddi olarak okumalıdır. Her Müslüman kendi hayat yürüyüşünü yapmalıdır. Bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor: Bugün Müslümanlar kendi hayat yürüyüşlerini değil, başkalarının hayat yürüyüşünü yapmaktadır. Bunu görmeden, anlamadan hayata dönüş yapmak da mümkün olmayacaktır. Müslümanın hayata dönüş olgusu, vahye dönüş olgusu ile aynı anlama gelmektedir.

CEVDET IŞIK / HAYATA DÖNÜŞ

Öğrenmeyi Öğrenmek

“BENDEN FELSEFEYİ öğrenmiyeceksiniz” demiş örgencilerine Immanuel Kant, “ama benden nasıl felsefe yapılacağını öğrenecek, tekrar edilecek düşünceleri değil, düşünmeyi öğreneceksiniz. Kendi payınıza düşünün, kendi payınıza inceleyin, kendi ayaklarınız üzerinde durun.” Bu sözler isabetli bir tavsiyeyi, yerinde bir uyarıyı içinde barındırır gibi görünüyor. Ama bu sözler insanlar için ancak belli bir aşamadan, belli bir gelişme basamağından sonra isabetli ve yerinde sayılabilir:

Eğer insanlar öğrenmeyi öğrenmişlerse. Neyi, nasıl ve niçin öğreneceğimiz bizi fazlasıyla meşgul ediyor. Bu meşguliyetimiz kaçınılmaz. Çünkü insan olarak yeryüzündeki hayatımız yalnızca zihin etkinliklerimizle kayıtlı. Saadetimiz ve felaketimiz hangi türden olursa olsun bilgi sınırları içinde gerçekleşiyor. İnsanların birbirleriyle olan ilişkileri kimin neyi, ne kadar bildiğiyle; kimin neyi, ne kadar becere- bildiğiyle örülüdür. Bu yüzden öğrenmek söz konusu olduğunda hemen aklımıza neyi, ne kadar öğreneceğimiz gelir. Oysa öğreneceğimiz “şey”den daha önemlisi o şeyi öğrenecek “olan”dır. Çünkü bilenin özellikleri ve mahiyeti bilinenin özellik ve mahiyetini tayin eder. Immanuel Kant’ın öğrencilerine tavsiyesi bir dönüş çağrısıdır. İnsanın bilgisiyle bütünleştiği bir duruma dönüş çağrısı. Her ne kadar aynı Kant, ” …aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz” diyerek çağının ilerlemeci önyargılarına bağlı kalmışsa da bugün artık insanın kendi ayakları üzerinde durabileceği durumun timsalini bilinmez bir gelecekte değil, derinlemesine kavradığımız bir geçmişte bulabileceğimizi anlıyoruz.

Kültürün baskıcı vasfı veya baskıcı vasfıyla bizi etkileyen kültür bir bakıma bizleri başkasının dokuduğu düşünce kumaşını giymeye zorluyor. Fakat düşünce dünyası ancak herkesin kendi düşünce kumaşını kendinin dokuduğu bir durumda sağlıklı bir ortama kavuşabiliyor. Düşünce dünyasının özellikleri öyle ayarlanmış ki eğer başkasının dokuduğu kumaşla örtünürseniz, o kumaşın nerede, ne sürede işinize yarayacağını bilmediğiniz için zaman zaman başkasının başka kumaşlarını almak zorunda kalacaksınız. Düşünce dünyasında uygun, elverişli bir yeriniz olsun isterseniz, kendi kumaşınızı kendiniz dokuyacaksınız. Bu hem sizi, hem de ilişkide bulunduğunuz insanları özgürleştirecektir. Baskının olduğu yerde yalnız baskı altında kalan değil, baskıyı uygulayan da ezilir. Kendi dokuduğu düşünce kumaşını başkasına giydirmeye kalkanlar da mecburiyetler altında kalır. Mecburiyetler mecburiyetleri doğurur: Sonuç şiddet ve acımasızlıktır. İnsanoğlunun zaman ve mekân bakımından birbirinden farkı düşünce dünyalarının farkından başka bir şey olmasa gerek.

Düşünceler söz konusu olunca insanın hem beden, hem kumaş, hem de tezgâh olduğunu görebiliriz. Yani insan düşüncelerle güdülür, güden düşünceleri üstlenir, düşünce güdümünü üretir. Süreç eşzamanlı olarak tersinden de işler: İnsan ürettiği düşüncelerin güdümüne girer, üstlendiği düşünceleri güder ve güdüldüğü kadar düşünür. Ancak bütün zihin faaliyetlerimize genel bir ad vermiyoruz, insanın zihnen içine daldığı işlerin hepsi düşünce değil. Şartlanmalarımız, alışkanlıklarımız, korkularımız dolayısıyla düşünce dünyamızı biçimlendirmemiz mümkün. Bizim düşünce dünyamızın mahiyeti daha çok varlık karşısında sahip olduğumuz hassasiyetle (duyarlıkla) açığa çıkıyor.

Hayatımızı devam ettirmek için bilmemiz ve öğrenmemiz gereken şeyler bizi varlık karşısında duyarsız kılabilir. Eğer toplum hayatı belli bir mekanizmanın hareket halinde tutulması suretiyle devam ediyor ve biz bu toplum hayatında yer almayı başardığımız taktirde hayatta kalabiliyorsak öğrendiğimiz şeyler bizi varlık karşısında duyarsızlaştıracaktır. Toplum mekanizmasının işleyişi hususunda ne kadar çok şey bilir, ne kadar çok şey öğrenirsek, ne kadar büyük imkânı kullanabilir durumdaysak o kadar duyarsız oluruz. Toplumun işleyiş mekanizmasına bağımlı kalarak hayatiyetini devam ettirenlerin dünya hayatını tehdit eden bir tehlike ile karşı karşıya bulundukları da söylenebilir: Varlık karşısında duyarlılık sahibi olur olmaz öğrendiklerinin, bildiklerinin ve yararlandıklarının aleyhlerine döndüğünü görebilirler. İşte bu tehlikeyi bertaraf etmek üzere toplum mekanizmasının işleyişini sağlayan bilginin dışında bir bilgiye ulaşan insanlar gereklidir. 

Düşünmenin toplum mekanizmasının hareket halinde tutulmasına zorluk çıkardığı bir ortamda insanı eleştiriye götüren bilgi ve bilgilenme aynı zamanda insanın varlık karşısındaki hassasiyetini de artıran bilgidir. Eleştirel zihniyet çerçevesinde elde edilen bu bilgi Yeni Çağ’da hem varlık karşısında duyarlığın artmasına hizmet etti, hem de toplum mekanizmasını işleten bilgi tarzını delik deşik etti. Bildikçe duyarlık kazandı insanlar, bilerek duyarlıklarını artırdılar. Yine de eleştirel düşünmenin açtığı yol, öğrenmeyi öğrenmiş insanlara ulaşmayı sağlayamadı. Çünkü bilgilenme ve düşünme bakımından hem beden, hem kumaş, hem tezgâh olan insan ancak duyarlı olduğu için bilmeye, düşünmeye yönelmekle öğrenmeyi öğrenebilirdi ve bu sonuç ancak her türden mekanizmanın dışına çıkmakla mümkündü. Süregelen hayat tarzını idame ettirmek için yani bir aracı ele geçirmek üzere değil, sadece duyarlı olduğu için bilgilenme, düşünme yoluna girenler sadece öğrenmeyi öğrenmiş sayılırlar. 

Hadis-i Şerifte “Din nasihattir” buyurulmuştur. Nasihat, yani öğüt. Öğüt almak öğütülmeye açılmaktır. Öğüt verenin bunu yapabilmesi, ancak önceden öğütülmüş olmasıyla sağlanır. Yani öğüt alıp verme sürecinde her iki taraf da hem beden, hem kumaş, hem tezgâhtır. Her iki taraf da öğrenmeyi öğrenme işlemini yapısında barındırır. Biri oldurdukça olur, diğeri oldukça oldurur. Birinin dokuduğunu diğeri giymez.

İsmet Özel – Tahrir Vazifeleri 2

Herkes çevresinde ve işyerinde çeşitli karakterde insanlarla karşılıyor. Bir Müslüman olarak onlara karşı hareketlerimizi bilmemiz gerekir. İmam-ı Gazali hazretleri insanları dört kısma ayırmaktadır:

1- Yiyip içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmeyenler.
2- Şiddet, zulüm ile hareket edenler.
3- Hile ile etrafındakileri aldatanlar.
4- Güzel ahlak sahibi olan, gerçek Müslümanlar.

Allahü teâlâ, İslam dinini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları ve ahirette sonsuz azaplardan kurtulmaları için göndermiştir. Kâfirler, yani Müslüman olmayanlar, bu saadet yolundan mahrum kalmış zavallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir! Bunları gıybet etmek bile haramdır. Bunlar, şeytanın veya Müslümanlıktan haberi olmayanların aldattıkları zavallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış insanlardır. Biz bunlara sabır ile, tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz! İslam dini, ırk, milliyet, siyasi inanç, dil ve tahsil seviyesi ayırmaksızın, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Herkes aynı haklara, aynı itibara sahiptir. Ferdin, muayyen bir topluluğun, hatta yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın, hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emreder. Bu sebeplerden dolayı da, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde bütün insanları doğru yolda bulunmaya davet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün günahlarını affedeceğini vaad buyuruyor.

Hangi dinden olursa olsun bütün insanlara, dinimizin emrettiği şekilde, daima tatlı dil ve anlayışla hitap etmelidir. Müslüman olmayanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyleyenin cezalandırılması gerektiği, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Maksat, herkese İslam dininin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihad da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin önce kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiçbir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakta zorluk çekmez. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiçbir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan, herkese bu dinin biricik hak din olduğunu kolaylıkla ispat edebilir. Kâfir olmak, yani Müslüman olmamak, her zaman ve her yerde kötüdür. Çünkü küfür, insanı dünyada ve ahirette felakete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayıştır. Bununla beraber, başka dinden olan kimselerin hepsini, kötü huylu bir insan kabul etmemelidir. İçlerinde iyiliğe elverişli kimseler bulunabilir.

Unutmamak gerekir ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mesele, bu yoldan İslam nurunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nuru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı kötülüklere pişman olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, İslam dinini kabul etseler, dünyada kötülük, hile, savaş, anarşi ve zulüm kalmazdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmaya gayret etmek ve Müslümanlığın esasını ve inceliklerini izah ederek, ve kendimiz de yaşayarak bütün dünyaya yaymak, herkesin boynuna düşen bir borçtur. Bunu yapmak cihad olur.

Ateist genç diyor ki: Din insanları uyuşturur, tembel yapar, sağlıklı düşünemez, çalışmayı, ilerlemeyi engeller, binlerce yasak ve emirlerle insanı köle haline getirir. Kısaca yaşamı zindan eder. Hiçbir kayda ve şarta yani bir kurala bağlanmayan ise, huzur içinde yaşar.

Bu sözlerin hiçbir ilmi değeri yoktur. Kuralsız yaşamak insanlara mahsus değildir. Emir ve yasaksız toplum hayal edilemediği gibi, beraber yaşayan iki kişiye bile kurallar gerekir. Birisi uyurken ötekinin gürültülü şekilde çalışması uygun olur mu? Kuralsız toplum olmaz. Kuralsız oyun bile olmaz. Yolda yürümekte bile kural gerekir. Trafikteki kurallar olmasa ne olur? Elbette kargaşa olur. İnsanların, sağlam ve rahat, neşeli yaşamaları ve ahirette sonsuz mutluluğa kavuşmaları için Allahü teâlâ, insanlara gerekli bütün nimetleri yarattı. Bunlardan nasıl yararlanacağımızı, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere Din denir. İslamiyet’in koyduğu kurallar, sadece ahirette değil, dünyada da rahat içinde yaşamaya sebep olur. Bir ateist bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur. Mesela, bir eczanede yüzlerce ilaç vardır. Her ilacın kutusunda tarifesi vardır. İlacı, tarifeye uygun kullanan, yararını, tarifeye uymayan zararını görür. Yeni bir makine, cihaz imal edilince, içine prospektüsü [tarifesi] konur. O cihazı yapan, aletin sağlıklı çalışabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiğini bilir. İnsanları yoktan yaratan da, onun sağlıklı çalışabilmesi için ne yapması gerektiğini elbette bilir. Kur’an-ı kerimde, (Yaratan hiç bilmez mi?) buyuruluyor. (Mülk 14)

İşte İslam ahlakına uygun yaşayan insan, inanmasa bile Allah’ın yarattığı nimetlerden fayda görür. Branşında uzman olan bilim adamı, incelediği zaman İslamiyet’in o hususta bildirdiği kuralın faydalarını bulur. Yabancı bir bilim adamı diyor ki: “Namazdaki hareketler beden için çok faydalı jimnastik hareketleridir. Gün gelecek, [Bağnaz olmayan] doktorlar bunu reçetelerine yazacaklardır.” Oruç, zekat, sadaka [yardımlaşma], sünnet olmak, temizlik, az yiyip az içmek, az uyumak, istişare, kanaat, tevekkül, sabır, kul hakkı, adalet için yazılıp çizilenleri çok kişi biliyor. Bunların tam ve en iyi şekli İslam ahlakında vardır. Bir ateist bile bunları uygulasa dünyada faydasını görür. Müslüman olarak uygularsa, o zaman kalbinde sevgiden hasıl olan Allah korkusu da olacağı için, hiç kimse olmasa bile, hiç kimse anlamasa bile, hiç kimse yakalayamasa bile, bu kurallar dışına çıkmaz, başkasına zarar vermez. Veriyorsa, sevgisinde, kusur var demektir. Bunun suçu da kurallarda değil, kendisindedir.

Kurallara uyabilmek için beden ve ruh sağlığı çok önemlidir. Rahat, huzur buna bağlıdır. Bunun önemi gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Halbuki bu 1400 küsur yıldır İslam ahlakının temeli olup, emir ve tavsiyelerin başında yer almaktadır. Bir hadis-i şerifte İslami bilgilerin beden ve ahlak bilgisi olarak ikiye ayrıldığı, bu ilimler içinde bedeni koruyan sağlık bilgisi ile ruhu koruyan din ahlak bilgisinin önemi bildirilmektedir. Demek ki her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak İslamiyet’in emridir. Hatta İslamiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. İslamiyet’te ruh temizliği esastır. Yalancı, hilekâr, insanları aldatan, haksızlık eden, insanlara yardım etmeyen, büyüklenen, yalnız kendi çıkarını düşünen bir kimse, ne kadar ibadet ederse etsin, hakiki bir Müslüman sayılmaz.

Mükemmel insanın vasıfları; güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmaz, kızsa da zararlı iş yapmaz. Büyüklenmez, son derece mütevazı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkan buldukça yardım eder. Vakarlı, kibar, ağır başlı, haysiyetlidir. Ailesini ve vatanını sever. Ana babasına, hocasına, âmirine karşı saygılıdır. Kumar oynamaz, uyuşturucu kullanmaz, sarhoş olmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, kimsenin hakkına tecavüz etmez. Hiç kimsenin canına, malına, ırzına dokunmaz. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, suizanda bulunmaz. Sözünde durur kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Hainlik etmez. Sahtekâr değildir. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boş geçirmez. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgul olur. Müslüman, bu emir ve yasaklara uyduğu ölçüde mükemmel insandır. Tam uyabilirse mükemmelliği de tam olur. Allahü teâlânın evliya kulları böyledir. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiçbir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan, seven ve uygulayan bir kimse, dünya ve ahirette mutlu olur. Eğer bütün insanlar, İslam ahlakı üzere yaşasalar, dünyada ne kötülük, ne hile, ne savaş, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, mükemmel bir insan olmaya gayret etmek lazımdır.

Yukarıdaki hususlar İslamiyet’in emirleridir. Yerimizin müsaadesi ölçüsünde birkaçını alalım. İyi insan, iyi ahlaklı insan demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ahlakınızı güzelleştiriniz.) [İbni Lal]

(Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.) 
[Hakim]

(Ben güzel ahlakı bildirmek için gönderildim.) 
[Beyheki]

(Güzel ahlak, senden kesilen akrabanı ziyaret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.) 
[Beyheki]

(Din, güzel ahlaktır.) 
[Deylemi]

(En faziletli mümin ahlakı en güzel olandır.) [Tirmizi]

(Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız!) 
[Hakim]

(Yumuşak davran! Sertlikten sakın! Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir.) 
[Müslim]

(En iyi kimse, huyu en güzel olandır.) 
[Buhari]

(Yumuşak huylu kimseye, dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir.) 
[Tirmizi]

(Halka kolaylık, yumuşaklık gösteren Müslümanın Cehenneme girmesi haramdır.) 
[İ. Ahmed]

Bir kimse Resulullah efendimizden nasihat istedi, (Kızma, sinirlenme) buyurdu. Birkaç kere sorunca, hepsine de (Kızma, sinirlenme) buyurdu. (Buhari)

Güzel ahlak hakkında İslam âlimleri buyuruyor ki:
Her binanın bir temeli vardır. İslam’ın temeli de güzel ahlaktır. Güzel ahlak; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlakın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlak, Yaratandan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümana çatık kaşla bakmak haramdır. Güler yüzlü olmayan mümin sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslüman, hasreti çekilen insan demektir.

Müslüman/İslamcı câmianın yirmi otuz yıl öncesine kıyasla daha kültürlü, daha eğitimli, daha donanımlı olmasına rağmen çok endişeli, çok tedirgin, çok huzursuz olmasını nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıyız? Ne oldu da böyle oldu? Neden bu hale gelindi? Bu bağlamda sorular çoğaltılabilir. Ortada bir sorun var. Ertelenmesi, ötelenmesi imkânsız bir sorun. İslamî bir çevrenin içinde veya yakınında bulunmuş, yaşamış gençlere, insanlara ne oluyor?

Öncelikle şunun altını kalınca çizmek lazım: Türkiye toplumu, bütünüyle bir değişim geçirmektedir: Kentlisi köylüsü, erkeği kadını, genci yaşlısı, okumuşu okumamışı geçmişte görülmeyen bir toplumsal değişim, dönüşüm, başkalaşım içindedir. Ülkemiz, son yıllarda artık köylü toplum olmaktan şehirli olmaya doğru evrilmiş bulunmaktadır. Ekonomik açıdan yeterli olan köylerde bile göç tahmin edilemeyen oranlara yükselmiştir. Artık millet toprakla, hayvanla uğraşmak istememekte; en ağır, en olumsuz şartlarda bile şehirde çalışmayı, dolayısıyla şehirde yaşamayı tercih etmektedir. Bunun sosyal, kültürel, psikolojik maliyetini görecek anlayış ve birikimden yoksun olan köylü milleti, yeni hayat alanlarında ferdî ve ailevî olarak tökezlemekte, değerler çatışması yaşamaktadır. Şehir hayatı, bir bütün olarak karmaşık bir hayattır. Karmaşanın içinde doğruyu eğriden, güzeli çirkinden, beyazı karadan ayırmak, zorun zorudur. İşte böyle bir tablo içinde yaşayan insanlar, hayatta en sağlam tutamakları olan dine, İslam’a sarılmaktadır doğal ve zorunlu olarak. Köylerinde edindikleri din eğitimi ile yeni çevrelerinde aldıkları eğitim onları dini anlama ve yaşama konusunda ikileme itmektedir. Hangisinin doğru olduğu meselesi, zihinsel ve davranışsal problemlere yol açmaktadır. Sorunların üstesinden gelemeyen bireyler, aşamadıkları sorunların altında ezilmektedir. Faturayı kendilerine, dini kendilerinden öğrendikleri kişilere değil, bir biçimde dinin kendisine çıkarmaktadırlar.

Buradan hemen dini öğreten kişilere geçebiliriz. Modern zamanların din öğreticileri, duruş, konum, dil, üslup ve içerik olarak sorun/lu/durlar. Birçoğu kendini dinin vâzıı, dinin koyucusu olarak görmektedir. Dinin, İslam’ın vâzıı, Allah’tır (c.c.). Bir de bu dinin tebliğcisi, anlatıcısı, uygulayıcısı vardır, Efendimiz Muhammed (s.a.v.). Peygamberimizin ahirete irtihalinden bugüne kadar her yerde, her zaman birbirinden farklı, hatta birbirine zıt birçok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır.

O vakitler bu görüş ve anlayışlar belli bir seviyedeki kişiler arasında konuşulur, tartışılırdı. Halkın büyük bir kesimi, bunlardan haberdar olmazdı. Bu meseleler kendilerini ilgilendirmezdi çünkü. Şimdi tarihte ve günümüzde ele alınan kimi konular her yerde, her ortamda konuşulur oldu. Vatandaşın düzeyi bunları kaldıramadığı için psiko-sosyal sorunlara, rahatsızlıklara yol açtı, açıyor. Son birkaç yıldır din yorgunluğu, din bezginliği denen halin mahiyeti budur. Tabii olarak din/İslam, asla ve asla insanları, müntesiplerini yormaz, bezdirmez. Çünkü böyle bir durum, dinin varlık sebebine aykırıdır. Allah’ın gönderdiği din, huzur, itmi’nan ve sükûnet kaynağıdır. Eğer İslam’ın mümessilleri temsilde, tebliğde yetersiz, eksik, donanımsız, birikimsiz ise Müslümanı da, Müslüman olmayanı da yorar, bezdirir

İslam’ın nasları ile bu nasların yorumları birbirinden iyice tefrik edilemezse, din yorucu ve bezdirici bir kuruma dönüşebilir. Bunun sorumluluğunun kime ait olduğu gayet açıktır. Dinimiz İslam’ın kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur. Dinin koruyucusu, o dinin vâzıı, koyucusudur. Bunu elbette kullarından bazıları ile yapmıştır, yapmaktadır ve yapacaktır. Şunu unutmamak lazım: Böyle bir nimetle müşerref olan insanın ancak kulluğunu, şükrünü artırması beklenir. Bugün birçok din anlatıcısı, dini anlatmayı bir ayrıcalık, bir üstünlük aracı olarak görmektedir. Sözel olarak böyle bir şeyi söyleyene rastlanmaz elbette. Ama davranışsal olarak karşımıza çıkan manzara budur maalesef. Bu yorum merkezli din anlatımının ve söyleminin vardığı yer, ötekileştiriciliktir. Anlatıcının, söyleyicinin yorumu tasvip edilmediğinde takınılan tavır, muhatabın dışlanmasıdır. Çünkü doğru tektir, bu da anlatıcının, söyleyicinin doğrusudur. Bu bakış açısı, terminatör bakış açısıdır. İslam düşünce tarihi, zenginliğini ve özgünlüğünü, farklı bakış açılarını, değişik yorumları içinde barındırmasından almaktadır. Geçmişteki zenginlik bugüne taşınamadığı için bu sorunlar yumağı içinde oyalanıp durmaktayız millet olarak. Bu tektipleştirici tutum, dinle ilişkili insanları dinden, imandan soğutmakta, neticede bu yazının yazılmasına sebep olan yorgunluk ve bezginliğe yol açmaktadır.

Müsamaha bizim tarih, kültür ve geleneğimizin en başat unsurlarından biridir. Günümüzde bu özellik, çeşitli sebeplerden dolayı yok oldu. Bunu tekrar ihya ve inşa etmek gerekmektedir. Tarihte müslüman olmayan unsurları içinde barındıran, onları taşıyan, onlardan yararlanacak bir kültür var eden İslam âlemi, şimdi birbirini taşıyamaz hale geldi. Müslüman kardeşini taşıyamayan, ona katlanamayan biri, diğer insanlara, müslüman olmayanlara nasıl bir tutum ve davranış içinde olacaktır? Böyle bir imkân ve ihtimal var mıdır? Bu nahoş, gayri insanî ve gayri İslamî harekete tanık olan insan, dinden yorulmasın, dinden bezmesin de ne yapsın?

Halkın dinle ilişkilerinin zayıflamasındaki en önemli etkenlerden biri de medyada yapılan tartışmalardır. Burada kullanılan dil ve üslup, dinin huzur veren bir kurum olma özelliğini yok etmektedir. Programlarda yer alan kişiler, -yazarlar, akademisyenler, araştırmacılar- duruş, bakış ve yöntem olarak dinin öğrenilmesi ve anlaşılmasından çok dinin anlaşılmaz, karmaşık, tartışmalı bir alan olduğu algısına sebep olmaktadırlar. Ekranın dayanılmaz cazibesi, bu tür programlara katılanlar açısından televizyon aracılığıyla tebliğ ve irşad yapmanın zorluğunu görmelerini perdelemektedir. Televizyon, varlığı gereği ilgi çekmeyi amaçlayan bir araçtır. Reyting denen şey de onun olmazsa olmazıdır. Televizyon kanalları, program yapımcıları, katılımcılar bir şeyler kazanırken, tartışma konusu yapılan din maalesef kaybetmektedir. Bu tür programları izleyenlerde kalan izlenim ve etki: boşluk, karmaşa ve zihin bulanıklığıdır.

Günümüzü, geçmişten farklı kılan unsurlardan biri de herkesin rahatlıkla kabul edebileceği üzere, internettir. İnsanın ürettiği iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış her şeyin kolayca erişilebildiği bir vasat olan internet ortamındaki malumat yığını, yeterli bilgi ve donanıma sahip olmayan kişilerin zihinlerini darmadağın etmektedir. Şurası bir gerçektir ki sadece sistematik bilgi, insana fayda sağlar, kimlik ve kişilik kazandırır. Belli bir düzen içinde edinilmeyen bilgi, insanı aptallaştırır, uzun vadede fayda yerine zarar verir. Özellikle dinî bilgi söz konusu olunca bu, daha büyük ehemmiyet arz eder.

Huzursuzluğun sebeplerinden biri de yaşça, bilgice büyük olanların çevrelerine karşı olumsuz, yersiz, bazen kaba, sert tutum ve davranışlarıdır. Bu durum kimi zaman, baskıya dönüşebilmektedir. Unutulan şey şudur: öğrenilen-öğretilen bilginin davranışa dönüşmesi zaman isteyen bir hadisedir. Daha doğrusu bu bir süreçtir ve sürecin ne zaman tamamlanacağı, kişilerin elinde değildir. İstendik davranışlar öyle kolay gerçekleşmez. Gün, hafta, ay değil, bazen yıl/lar alabilir. O bakımdan ebeveynler, öğreticiler birçok şeyin zamanla olacağını dikkate almalı, çocukların, öğrencilerin bir sürece ihtiyaç duyduklarını görmelidirler.

Huzur İslam´da Ama Müslümanlar Huzursuz… MUSTAFA ÖZEL

https://youtube.com/watch?v=l0-KuFSY89k

Allah’ı Kalbinde Hisset Ve Yalnızlığın Geçsin – İmân-ı billâh [20. Mektup Mukaddime]| Mehmet Yıldız

Allah’tan Böyle İste Ki Sana Yardım Etsin – Yardımlaşma Penceresi [10. Pencere] | Mehmet Yıldız

“Kalbim Huzur Bulmuyor, Ruhum Izdırap İçinde” Sakin Ol Allah Var -Vahdetteki Kolaylık-[11. Pencere]

Grup Dost El – HATEMÜL ENBİYA

Alemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) 23 yıllık risâlet hayatı boyunca insanlığı delaletten hidâyete, zulmetten nura, küfürden imana davet etmek için çalışmıştır. Hz. Peygamber’in insanları Hakk yoluna, kurtuluşa daveti gelişigüzel bir davet değildir. O İslam’ı tebliğ ederken birtakım hususlara dikkat etmiştir.

Allah Rasulü’nün takip ettiği metodun bugünün davetçileri olan bizler tarafından bilinmesi son derece hayati öneme sahiptir. Zira O bizim için her konuda olduğu gibi bu konuda da üsve-i hasenedir. Bizler bugün insanlara İslam’ı anlatmak, kurtuluş yoluna davet etmek istiyorsak, bunu ancak O’nun örnekliğine başvurarak gerçekleştirebiliriz. Bu sebeple biz burada Allah Rasulü’nün tebliğ metodunu öğrenme ve bugünün davetçileri olan bizlere örneklik teşkil etmesi gayesiyle sizler için Hz. Peygamber’in tebliğ metodunu 10 madde halinde bir araya getirdik ve istifadenize sunduk. Alemlere rahmet olan Hz. Muhammed’in örnekliğinde bir hayat yaşamamız duasıyla. 

Samimi Bir Kadro Oluşturması

İnsanlığa aydınlatıcı bir kandil olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk olarak tebliğine aile efradından ve güvendiği kimselerden başlayarak, çekirdek bir kadro oluşturmuştur. Böylelikle Allah Rasulü’nün yanında davasına samimiyetle bağlı ve bu uğurda her türlü fedakarlığı göz önüne alan insanlar yetişmiştir. Atılan bu adım, davetin ileriki aşamalarında Allah Rasulü’nün yanında manevi destekçilerinin olmasını sağlamıştır. 

Yılmadan Tebliğe Devam Etmesi

Hz. Peygamber’in daveti çok ciddi engellerle karşılaşmıştır. Yakın akrabaları dahi ona inanmamış, yüz çevirmiş, eziyet etmişlerdir. Fakat O tüm bunlara rağmen Hakk’ın bayraktarlığını yapmaktan vazgeçmemiş, İslam’ı anlatacağı yeni gruplar bulmaya çalışmıştır. Mekke’de İslami tebliğin önünün kapandığını düşündüğünde azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile Taif’e gitmiş, orada da eziyet görmesine rağmen ümidini kaybetmeden farklı kabilelere irşad faaliyetini devam ettirmiştir. Onun bu çabaları meyvesini vermiş, hac ibadeti için Mekke’ye gelen Medinelilere yaptığı davet neticesinde İslam devletleşme imkânı bulmuştur.

Allah Rasulü İslam’ı ulaştırabileceği her noktaya ulaştırmak için, döneminin haberleşme unsuru olan elçilerden istifade etmiştir. O, elçiler vasıtasıyla dönemin en güçlü devletleri olan Bizans ve Sasani devletlerinin hükümdarlarına ve daha pek çok bölge yöneticisine İslam’a davet mektupları göndermiştir. Hz. Peygamber ashabına İslam’ı tebliğ etmekle birlikte, aynı zamanda onları birer İslam davetçisi olarak düşünmüştür. Dâru’l Erkâm’da yetişen Mus‘ab b. Umeyr’in 1. Akabe Biatı’ndan sonra Medine’de gerçekleştirdiği muazzam İslam faaliyet düşünüldüğünde bu adımın İslam’ın neş’et etmesinde ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Mus‘ab b. Umeyr’in çabaları neticesinde Medine’nin reisleri olan Sad b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr İslam’la şereflenmiştir ki, onların Müslüman oluşu kabilelerinin de hızla İslam’ı benimsemesini sağlamıştır.

Akrabalık Bağlarını Gözetmesi

Hz. Peygamber döneminde Arap toplumunda kan bağına dayalı yakınlık son derece önemsenen bir husustu. Bu durumun farkında olan Allah Rasulü tebliğinin amacına ulaşması noktasında akrabalık bağlarını dikkate alarak hareket etmiştir. Zira O’nun Beliyy kabilesine annesi bu kabileden olan Amr b. el-As’ı göndermesi, Amr vasıtasıyla onlarla yakınlık kurmak istemesiyle alakalıydı. Yine Hz. Peygamber’in İslam’ın en büyük düşmanlarından olan Hâlid b. Velîd’in yakın akrabası Hz. Ummu Seleme ile ve Mekke reisi Ebû Süfyan’ın kızı Ummu Habibe ile evliliği onlarla aralarındaki düşmanlığı akrabalık ilişkisi üzerinden hafifletmek için attığı adımlardandı.

İnsanların Derecelerine Göre Hitap Etmesi

“Herkese derecesine göre davranın” buyuran, Hz. Peygamber kendisi de bizzat tebliğinde bu yöntemi uygulamış, muhataplarının vasıflarını, kabiliyet ve eksikliklerini göz önünde bulundurarak onlara hitap etmiştir. O, kendisine sorulan aynı sorulara soranların durumlarına göre farklı cevaplar verebilmiştir. Örneğin İslam’ın en faziletli işi hakkında soru soran iki kişiden birine yemek yedirmek ve selamı yaymak derken, diğerine muhtemelen onun bu yöndeki eksikliğinden dolayı el ve dil selameti şeklinde cevap vermiştir.

Muhataplarına Değer Vermesi/Hüsn-ü Muamelede Bulunması

Hz. Peygamber zengin, fakir, güçlü, güçsüz ayırt etmeksizin muhatap olduğu her kesimden insana insan olması hasebiyle değer vermiştir. O azılı düşmanlarına dahi hoşgörüyle, merhametle yaklaşmış, hiç kimseyi görmezden gelmemiştir. İslam’a karşı sert tavırlarıyla bilinen Benû Hanife kabilesi lideri Sümame’yi esir aldığı zaman ona eziyet etmeyi tercih edebilecek bir konumda olmasına rağmen, alemlere rahmet olan Allah’ın sevgilisi böyle yapmamış, aksine ona karşı iyi davranılmasını emretmiştir. Bu hüsn-ü muamele Sümame’yi çok etkilemiş olacak ki, İslam ile şereflenenlerden olmuştur. Allah Rasulü her fırsatta Mekkelileri İslam daveti aleyhine kışkırtan Ebû Süfyan’a dahi güzel muamelede bulunmuş, aralarındaki düşmanlığın meveddete dönüşmesi için, ona dönemin meşhur ve kıymetli hediyesi olan Medine hurması göndermiştir. Hz. Peygamber’in insana verdiği değer, O’nun çeşitli bölge yöneticilerine gönderdiği İslam’a davet mektuplarındaki hitaplarında da görülür.  Zira bu mektuplarda Rum’un ulusu, Kıptilerin büyüğü gibi ifadelerle hükümdarları yücelterek, onlara verdiği değeri ortaya koymuştur. Allah Rasulü’nün Mekke’yi fethettiğinde gücü elinde bulundurmasına rağmen birkaç kişi dışında tüm müşrikleri kendisine yapılan onca eziyete rağmen affetmesi onun insana verdiği değerin, merhametinin, güzel muamelesinin en zirve örneğidir.

Tebliğ için Kolaylaştırıcı, Sevdirici Bir Üslubunun Olması

İnsan fıtratının zayıflığının farkında olan Allah Rasulü İslam’ın öğretilerini insanlara olabildiğince sade ve basit bir üslupta sunmuştur. Nitekim O, Mu‘az b. Cebel ve Ebu Musa el- Eş ‘ari’yi Yemen’e gönderirken “Kolaylaştırıcı olun, zorlaştırıcı olmayın, sevdirici olun, nefret ettirici olmayın.” buyurmuştur. Rahmet peygamberi insanlara sevgi diliyle yaklaşarak, İslam’ı gönüllere nakşetmeye çalışmıştır. Allahu Teala da Kur’an’da “Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın etrafındakiler dağılırdı.” buyurarak Allah Rasu’lünün yumuşak tavrını ortaya koymuştur. Allah Rasulü insanlara şefkatle, merhametle yaklaşmış, kendisine eziyet edenlere dahi hüsnü muamelede bulunmuştur.

Gerektiğinde Cezalandırması/Savaşa Başvurması

İnsanı eşref-i mahlûkât olarak gören İslam dininde esas olan güzel muamele ve sulhtur. Bununla beraber Hz. Peygamber gerekli olduğu durumlarda çeşitli cezalar vermekten ve savaşmaktan çekinmemiştir. Her zaman ilk etapta insan kazanmayı düstur edinmiş olan Allah Rasulü, insanları asla ötekileştirmemiş, onlara hüsnü muamelede bulunmuştur.  Ancak İslami davetin yayılmasına engel olan ve ısrarla toplumun fesadı için uğraşanlar hususunda Rasulullah, zaman zaman çeşitli cezalandırma yöntemleri uygulamıştır. Aynı şekilde savaşta, insani ilişkilerde başvurulabilecek her türlü uygulamaya başvurulmasına rağmen muhatapların tebliği tehlikeye sokan hareketleri sebebiyle gerçekleştirilmiştir. Cezalandırmalar ve savaş tüm insani muameleler gerçekleştirildikten sonra atılan adımlar olmuştur. Atılan bu adımlarla İslam davetinin önündeki engeller kaldırılmış, toplumun saadeti temin edilebilmiştir.

Yaşayarak Örnek Olması

Elbette Allah Rasulü kendisine vahyolunanları insanlara aktarmakla yetinmiyor, bizzat uygulayarak kâinatın gördüğü en güzel örnekliği teşkil ediyordu. Bir yola, bir amaca insanları sevk etmeye çalışan davetçinin sözlü aktarımdan ziyade yaşayarak örneklik göstermesinin katbekat etkili olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Üsve-i hasene olan Hz. Peygamber’in örnek yaşantısını gören insanlar ona daha çok bağlanmışlardır. Mescid-i nebevide bir direğe bağlanmış olan Benû Hanife reisi Sümâme’nin Müslüman olmasında Hz. Peygamber’in yaşantısına şahit olması büyük bir etken olsa gerektir. Yine Allah Rasulü’nün Taif’ten gelen heyeti Müslümanların yaşantılarını görüp, kalplerinin İslam’a ısındırılması için mescitte misafir etmesi, yaşayarak tebliğin en güzel örneklerindendir.

Kaynaklar

  1. Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Davet Metodu
  2. Abdülkadir Karakuş, Hz. Peygamber’in Tebliğ Dili ve Bunun Kur’ânî Temelleri
  3. Mehmet Nurullah Aktaş, Davet Dili

Elif Sena Erdoğan

Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, ulaşım ve iletişimin hayatı alabildiğine kolaylaştırdığı günümüz dünyası maalesef bölgesel ve küresel krizlerin, sınıflaşma ve hizipçiliğin, bireysellik ve bencilliğin, kimlik ve değer kaybının kıskacında sıkışmış vaziyettedir. Böylesi bir vasatta din ve inançta olduğu kadar hayatla da bağını koparmış çağın mutsuz ve huzursuz insanını tıpkı saadet asrında olduğu gibi camilerin sekinet, rahmet ve bereket yüklü iklimine kavuşturmak, itibar ve irtifa kaybetmiş sözün gücünü mabetten başlayarak hayatın tüm alanına hâkim kılmak irşat sorumluluğuyla mükellef olan herkes için öncelikli görev haline gelmiştir. Bugün nebevi metodu kuşanarak samimiyet, sabır ve sevgiyle her türlü ayrıştırma, ötekileştirme ve kutuplaştırmadan uzak bir dil ve üslupla İslam’ın aydınlık ilkelerini, hayata huzur getiren mesajlarını yeniden insanlıkla buluşturmak için gayret etmeliyiz. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali ERBAŞ

Tebliğ ve irşadımızı “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.” (Nahl, 16/125) ilahi beyanını esas alarak yapmalıyız. Kendi kalbimizden ve hayatımızdan başlayarak hâlimizi ve hâl dilimizi güçlendirmeliyiz. Tüm söz, tutum, tavır ve davranışlarımızda, İslam’ın değerlerinin tebliğcisi ve temsilcisi olduğumuzun farkında olarak hareket etmeliyiz. Bunu hakkıyla yaptığımızda şüphesiz yaşadığımız çağ İslam’ın rahmet yüklü ilkeleriyle güzelleşecek ve huzura kavuşacaktır.

Nitekim onun cemaatle kılınan namazın faziletlerine dair söyledikleri bunun en açık göstergesidir. Diğer taraftan onun inşa ettiği mescit; hayri hizmetlerin yapıldığı, yetim ve öksüzlerin barındığı, açların doyurulduğu, ferdi ve içtimai sorunların çözüldüğü hatta askeri ve siyasi konuların istişare edilip kararların alındığı bir yer olmuştur. Allah Resul’ünün nazarında cami; gönülleri ihya eden, zihni inşa eden, birlik-beraberlik ve kardeşliği perçinleyen, sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendiren, iman kardeşliğinin her şeyden üstün ve değerli olduğunu yaşatan ve hissettiren eşsiz bir mekândır. Onun inşa ettiği mescit bir ibadet mekânı olduğu kadar bilgi, hikmet ve güzel ahlakın öğretildiği bir mekteptir.

O, kendisinin bir muallim olarak gönderildiğini belirterek irşat vazifesinde mescidi merkez yapmış, oradaki eğitim faaliyetlerine bizzat katılmış, özellikle çocuk, genç ve kadınların eğitimine büyük önem vermiş, İslam toplumunda eğitim öğretimin kurumsal anlamda mabette başlamasına öncülük etmiştir. İnşa ettiği mescit, çok kısa bir zamanda İslam’ın evrenselliğinin gelişme ve ilerleme özelliklerinin sembolü haline gelmiş; ilimden sanat ve estetiğe, mimariden kültür ve sosyal hayata kadar medeniyetin öncü mekânı olmuş, cehalet çağını yaşayan insanları saadet asrının huzurlu, mutlu ve müreffeh bireyleri haline getirmiştir.

İnsanları hakka, iyiliğe erdemli olmaya davet eden nübüvvetin son temsilcisi sevgili Peygamberimiz Medine’de inşa ettiği “Mescid-i Nebi” ile gaye, değer, ahlak, fazilet ve kulluk ekseninde tüm Müslümanları bir araya getirmiş, onları vahyin nuru ve güzellikleri ile buluşturmuştur. O, irşat ve tebliğdeki vazgeçilmez konumu sebebiyle inşa ettiği mescide o kadar değer vermiştir ki şiddetli hastalığı esnasında bile mescitte cemaatle namaza devam etmiş, ashabını ve ümmetini de daima caminin vahdet ikliminde buluşmaya teşvik etmiştir.

https://youtube.com/watch?v=MBhgDctImSw

Vahyin rehberliğinde sevgili peygamberimiz, genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk herkese ve toplumun her katmanına İslam’ın mesajlarını, emir ve yasaklarını, haram ve helallerini, iyilik ve güzellikleri anlatmış, Kur’an-ı yaşanan bir hayata dönüştürerek müminlere en güzel örnekliği bırakmıştır. O’nun mescit merkezli tebliğinde ve gönülleri fethetmedeki başarısının arkasında kuşkusuz, inanç ve azimle devam ettirdiği mücadelesi, güzel ahlakıyla herkesin takdir ettiği örnekliği, Kelamullah’ın izinde bilgi ve hikmeti önceleyen davet dili etkili olmuştur.

Kur’an-ı Kerim’in bu ve benzeri ayetlerinin rehberliğinde Müslümanlar cami merkezli büyük medeniyetler kurmuşlardır. Bu medeniyette sadece cami ve mescitler değil diğer din ve inançların mabetlerinin de dokunulmazlığı muhafaza edilmiştir. Şüphesiz bu ideal davranışın altında yatan etken, Kur’an ve sünnetin mabetler ve inanç özgürlüğü ile ilgili çağlar üstü mesajlarıdır.

Allah Teâlâ’nın gönderdiği bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed’in (sas) de aslî ve öncelikli görevi insanları tebliğ ve irşat etmektir. Yüce Rabbimiz bu yolda peygamberimizden daima sabrı ve tevekkülü kuşanmasını, insanlara yumuşak davranmasını, kolaylaştırıcı olmasını, şefkat ve merhametle muamele etmesini, emretmiş; kendisinin bir vekil, muhafız ve zorba olarak değil müjdeci, uyarıcı ve hatırlatıcı olarak gönderildiğini bildirmiştir.

Müslümanların hayatında ve anlam dünyasında vazgeçilmez bir değere sahip olan camiler gerek ibadetlerin ifasında gerekse ilahi ilke ve hakikatlerin tebliğ ve tebyin edilmesinde en etkili mekanlardır. İslam’ın kurumsal hüviyeti olan mabetler, tarih boyunca Müslümanların hem aidiyet bilincini inşa etmiş hem de birlikte var olma idealini tahkim etmiştir.

Nitekim yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Mescitler yalnız Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte başkasına da tapmayın.” (Cin, 72/18) ilahi fermanıyla insanları mescidin saygınlığına halel getirici düşünce ve davranışlardan uzak durmaları hususunda uyarmıştır. Diğer bir ayette ise “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazını kılan, zekâtını veren ve yalnız Allah’tan korkup çekinen kimseler imar edebilirler. İşte bunların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe Sûresi 18) buyurularak her bir müminin camilerin maddi ve manevi imarındaki sorumluluğuna vurgu yapılmıştır.

O halde, biz müminlere düşen Peygamberimiz (sas)’i hakkıyla tanımak ve anlamaktır. Dosdoğru yolunda yürümek, sünnetine sımsıkı bağlanmaktır. Gönderiliş gayesini kavramak, örnek hayatını ve onurlu mücadelesini gelecek nesillere aktarmaktır. 

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

İçinizden Allah’ın lütfuna ve ahiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır. Ahzâb Suresi 21

İnsanlığın zihin ve fikir dünyasında en büyük inkılab Peygamberimiz (sas)’in gelişiyle gerçekleşti. O geldi, karanlıklar aydınlandı. Cahiliye dönemi, asr-ı saadet oldu.

O geldi, zulüm adalete dönüştü. Her hak sahibine hakkı verildi. Zayıflar, güçsüzler, yeniden insan olmanın saygınlığını kazandı. 

 Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin yüzü güldü. Diri diri toprağa gömülen kız çocukları hayat buldu.

O geldi, evler, sokaklar, şehirler huzur ve güvenle doldu. İlim ve hikmet, şefkat ve merhamet, adalet ve hakkaniyet dünyanın dört bir köşesine yayıldı.

Mevlid-i Nebi’nin yıldönümünde her birimiz şu soruları kendimize soralım. Sevgili Peygamberimiz (sas)’e gerektiği gibi inanıp, en çok onu seviyor muyuz? Ona hakkıyla itaat edip emanetine sahip çıkıyor muyuz? Hayatımızı onun sünneti doğrultusunda inşa edip güzel ahlakını kuşanıyor muyuz? Onun yaşlılara karşı saygı ve hürmetini, çocuklara karşı sevgi ve şefkatini, insanlara karşı nezaket ve merhametini taşıyor muyuz? Her daim ahlak, adalet ve faziletin yanında yer alıyor muyuz? Her türlü kötülüğün, şerrin ve batılın karşısında duruyor muyuz? Yüce Rabbimizin övgüyle söz ettiği “en hayırlı ümmet” olmak için çalışıyor muyuz? Allah Resûlü’nün davetini bütün insanlığa ulaştırmak için yeterince gayret gösteriyor muyuz?

Miladi 571 yılıydı. İnsanlık cahiliyenin karanlığında kaybolmuştu. Haksızlık, zulüm, ümitsizlik ve güvensizlik had safhadaydı. Merhamet duygusu körelmiş, erdem ve hikmet kaybolmuştu. İnsanlar her geçen gün, güçlünün zayıfı ezdiği bir dünyaya uyanıyordu. Biçare gönüller hak ve hakikate, adalet ve merhamete susamış, mazlumların feryadı arş-ı ala’ya ulaşmıştı. İstikametini kaybeden insanlık, ilahi rahmete muhtaçtı. İşte böyle bir anda, Allah Teala kullarını yalnız bırakmadı. Engin şefkat ve merhametinin bir tecellisi olarak, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlara sorumluluk ve görevlerini hatırlatan son peygamberini, Habib-i Huda Hz. Muhammed Mustafa’yı lütfetti. Ve şöyle buyurdu:

Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. Enbiya 107

Bu gece Rebîü’l-evvel ayının on ikinci gecesi. Alemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa (sas)’in dünyayı teşriflerinin yıldönümü. Bu gece, Mevlid-i Nebi gecesi. Bizlere bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak Resûl-i Kibriya Efendimizi gönderen Rabbimize hamdüsenalar olsun. Ümmeti olma bahtiyarlığına erdiğimiz Sevgili Peygamberimize, aline ve ashabına salat ve selam olsun. / Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan 7 Ekim 2022 tarihli ve “Alemlere Rahmet Hz. Muhammed (sas)” konulu cuma hutbesi.

Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. Ahzab, 45-46

Comments are closed.