logo

İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz. Hz. Muhammed (S.A.V)

 Kendi Işığına Yürü

KUR’AN’I ANLAMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ

HAKİKATE DÖNÜŞ

HAYATA DÖNÜŞ

Öğrenmeyi Öğrenmek

Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘in Tebliğ Metodu

Biz belki de günün birinde bizden çıkacak olan ruhların köklerinden başka bir şey değiliz. Ruhun gebedir belki de ve bir gün benim ruhumu dünyaya getirecektir, oma daha önce her ikisi de belli bir mesafeyi kat etmelidir. / Milorad Paviç

Evren farklılıklarla dolu. Hiçbir taş, çiçek ya da yüz, deniz kıyısında iki deniz kabuğu birbirinin aynısı değil. Dikkat­le bakıldığında doğadaki farklılıkların dokusu ve çeşit­liliği daha görünür hale gelir. Her insan, kalbinde bam­başka bir dünya yaşatır. Hayat hakkında ne kadar farklı hissettiğimize ve düşündüğümüze bakarsak birbirimizle konuşabilmemiz bile bir mucize; en yakın bilinenler ara­sında dahi uzun köprüler var. Bu da bizi birbirimiz için çekici ve büyüleyici kılıyor. İki insanın gözleri birbirine değdiğinde mucize başlar. Sonra sesler yakınlaşır ve şart­lar el verirse ruhlar birbirine değer.

Her insanın kalbi özlemle doludur. “Ayrılık bağrım göz göz delsin de bir/ Sen o gün benden işit, özlem nedir/ der pirimiz Mevlânâ, Mesnevi’nin başlangıç dizelerinde.

Mutlu olmayı, anlamlı ve dürüst bir hayat yaşamayı, aşkı bulmayı ve kalbinizi birine açabilmeyi arzularsınız. Ha­yat yolculuğunda kim olduğunuzu keşfetmeyi, kendi acı­larınızı nasıl iyileştireceğinizi öğrenmeyi, anlaşılmayı is­tersiniz. Hayatta olmak özlemle dolup taşmaktır, özlemin sesleri bizi canlı ve uyanık tutar. Bazen de bilmediğimiz yerleri, tanımadığımız insanları, olmamış hadiseleri özle­riz. Sanki başka bir yer, başka bir insan, başka bir olay bi­zim eksikliğimizi tamamlayacakmış gibi gelir. Dünyadan sığınacak yerlerimiz olsun istiyoruz, kendimiz olmaktan utanıp gocunmadığımız aidiyet sığınakları. O çadırın al­tında maskesiz, sadece kendimiz kalarak huzurla yaşaya­biliriz. Bize göz ve yüz aydınlığı olan dostlarla çevrelen­mek içimizi sevinçle dolduruyor. Yaşamınızın aidiyet sı­ğınağım keşfedemezseniz, özleminizin kurbanı haline ge­lebilir, hiçbir yere demir atamadan bir serseri mayın gibi oradan oraya sürüklenebilirsiniz. “Evimiz ya içimizdedir ya da hiçbir yerde,” der Herman Hesse. Her birimizin dün­yanın büyük bağrında yaşıyor ve hareket ediyor olması teselli edicidir. Bu aidiyet sığınağından asla kovulmazsı­nız. Modem dünyamızda bu kadar yalnız olmamızın bir nedeni de ağaçlan, dağları ve ırmakları dinleme yeteneği­mizi yitirmemiz, yeryüzüne ait olma duygusunu kaybet­miş olmamız, insan tabiata dost olmadan kendisine dost olamaz, kendisine dost olmadan gayrıya da dost olamaz.

Kutsal Tabiatın Uzağında

Bilincimiz yaşamın geniş ağından öylesine kopmuş du­rumda ki yeryüzünün cömertliğini, kâr amacıyla meta- laştıracağımız kendi kaynaklarımız olarak görmeye baş­ladık. Bizi destekleyen ve yaşatan o büyük bedene yaban­cılaştık. Esenliğimizi ve tokluğumuzu başkalarının feda edilmiş yaşamlarına borçlu olduğumuzu artık göremiyo-

Şimdi bu tek yanlı, bireyci ideolojinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. İklim değişikliği, deniz ve bava kirliliği, doğal kaynakların tükenmesiyle birlikte, gezegenimiz kit­lesel bir yok oluşla karşı karşıya gelmiş bulunuyor. İnsan uygarlığı toprağın üzerindeki çiy tanesi gibi kaybolup gi­decek mi? insan açgözlülüğü ve müdahalesinin doğrudan sonucu olarak türlerin hızla azalmasına ve ekolojik felaketlerin sayısının artmasına rağmen, şaşırtıcı bir şekilde, hâlâ bu yavaş kıyametteki sorumluluğumuzu inkâr eden insanlar var. Nasıl oldu da bu büyük yeryüzü bedeninin bir parçası olmaktan çıkıp ondan ayn hissetmeye başla­dık? Kendimizi kutsal tabiattan nasıl sürgün ettik ve onu bir parçamız olarak değil de yağmalanacak bir hammadde deposu olarak görmeye nasıl başladık? Kendimizi tekrar nasıl ekosistem denilen bu büyük âleme ait kılabiliriz?

Akılcılığa yaptığımız aşın vurgu hislerimizin körelme- sine yol açtı; oysa bizi empatiye bağlayan şey, duygu yete- neğimizdir. Bu duygudaşlık, birbirimizle ve tüm canlılarla olan karşılıklı ilişkimiz için elzemdir. Bizi bir topluluğa ya da bir mekâna bağlı hissettiren şey, ona dair sevinç ve kı­vanç yüklü sorumluluk duygumuzdur. Hayatlarımızla ona hizmet etmeye çağnlınz. Tagore’un da dediği gibi “Kuvve­timi onun emrine, aşk ile ferağ ettirecek kuvveti ver,” diye niyaz ettiğimiz şeyedir aidiyetimiz. Kendimizi diğer yaşam formlarıyla bir bağ içerisinde hissetmiyorsak hayatı ve ta­biatı kutsaldan soyar, başka hayatlan harcanabilir nesne­lere dönüştürürüz. Bizim kendi sürgünümüzün kökeninde de bu harcanabilir olma hissi yatmıyor mu? Bizim büyük yabancılaşmamız. İnsanın büyük ıssızlığı.

Materyalizm kültürü, mitsel büyük anlatılarla olan zi­hin bağımızı kesip kopardı. Kadim efsaneler aracılığıy­la aktarılan yeryüzü bilgeliği olmadan, amaç ve bağlam duygumuzu kaybettik, bir çıkmazda sıkışıp kaldık. Kıssa­dan hisse alamayan nesiller, tüketimciliğin ve boş imgele­rin anaforunda sersemliyor. Dünyayı yeniden tamlığa ka­vuşturan şey, varlığı birbirine bağlayan görünmez anlam sicimleridir. Kalpten kalbe giden yol gibi, bir varlıktan diğerine uzanan yollar var. Bir ormanın ağaçlan, beynin sinir hücreleri daima birbiriyle rabıta halinde. Birbirle­rini işitebiliyorlar. Yalnız insan hemcinsini işitmekte bu kadar sağır. Birbirimizden ayrı gibi görünen yaşanılan­ınız, birbirimize ne kadar gerekli olduğumuzu keşfettikçe daha anlamlı hale geliyor. Kurduğumuz bağların her biri, dünyanın bir eksiğini yerine koyar, bir gediğini kapatır.

Kıssadan hisse alamayan nesiller, tüketimciliğin ve boş imgelerin anaforunda sersemliyor.Açgözlülüğün bariz tezahürü, sonsuz zenginlik ve güç arayışında görülebilir. Çok zenginlerin çoğu için hiçbir mik­tar paranın yeterli olmadığı gerçeğinden ne anlamalıyız? Hiçbir güç miktarı hırslıları tatmin edemez, “yeter” orada adeta unutulmuş bir kelimedir. Halbuki “kâfi” diyebilenden daha zengini yoktur. Gerçek zenginliğin gözütokluk olduğu­nu, gönül zenginliğinin maddi zenginlikle mukayese edile­meyecek kadar üstün olduğunu fark edebildiğimiz gün; dün­yayı kasıp kavuran tamahkârlığın, bu gözü dönmüş birik­tirme ve harcama çılgınlığının da üstesinden gelebileceğiz.

Ayrılık yarası, dünyanın acısı, her birimizin üzerine farklı bir şekilde düşüyor. “Her kim aslından uzak düşsün arar/ Canana dönmek için bir uygun gün arar.” Sadece hayatta kalmak için değil, var olmak için bile diğer var­lıklara olan derin karşılıklı bağımlılığımızı kabullenme- liyiz. Varlıklararası bir âlemde yaşıyoruz, her varlığın bir diğerinin iyiliğini ve esenliğini etkileyebildiği bir karşı­lıklı etkileşim âleminde yaşıyoruz. Her birimizin iyilik ve esenliği, ötekinin iyilik ve esenliğinde yatar.

Aidiyet özlemi

însan kalbinde pek çok farklı özlem yaşar. Her biri kendi sesiyle hayatınızı çağırır. Bazı özlemler kolayca fark edilir ve sizi çağırdıkları yön açıktır. Diğer sesleri çözmek, hak­kıyla işitmek daha zordur. Hayatınızın farklı zamanların- da, size beklenmedik şekillerde fısıldarlar. Sizi tam olarak nereye çağırmak istediklerini duyabilmeniz için yıllar geç­mesi gerekebilir. Ahmet Kutsi Tecer’in dizelerindeki gibi, “Elverir ki bir gün bana, derinden,/ Ta derinden, bir gün bana ‘Gel’ desin,” diye bekleyerek tüketirsiniz aziz ömrü. Belki de özlemlerin en yakıcılarından biri aidiyet özlemi­dir. Ruhu sağlam bir limana demirleme arzumuzdur.

Her birimizin derinliklerinde büyük bir aidiyet arzusu var. Bu arzunun emzirmediği bir yaşam huzursuz rüzgâr­larla uğuldayan boş bir kabuk gibi. Sırtımızı bir yurda, bir tarihe, bir topluluğa, bir hatıraya yaslamak isteriz. Ait olduğunuz güzel zamanlara ayak bastığınızda, doğanızın gereği olarak oraya demir atıp dinlenmek istersiniz. Şair İbrahim Tenekeci’nin mısrasında ki gibi, “Duralım bura­da, güzel esiyor!” diye mırıldanırsınız. Böyle zamanlarda kalbiniz sakinleşir. Vardığınızı hisseder, rahatlar ve tüm kalbinizle kendinizi o eşsiz sükûnet tarafından sarmalan­maya bırakırsınız. Sonra muzır bir ses fısıldar, bir şeyle­rin eksik olduğunu hissettirir ve ahenginiz kopar. Neyin sesidir bu? Mutluluğumuza nasıl da böyle sinsice sızar? Sevdiğiniz her şey elinizin altında ve ihtiyaç duyduğunuz herkes hayatmızdayken bile, dilinizin ucuna kadar gelip ad veremediğiniz şeyler eksikliğini hatırlatır. Adım söyleyebilseydiniz, onu elde etmek için yola düşebilirdiniz, ama bir başlangıç noktası olsun, yoktur. Sizin için hayati önem taşıyan bir şey, ulaşamayacağımız bir yerde, bilin­mezlikte yatmaktadır. Bu yokluğu doldurma özlemi bazı insanları hakikatten ve aşkın sığınağından uzaklaştırır; eksik olanın peşinde hiç bitmeyecek bir yolda, uğur yıldı­zının görülmediği bir yolculuğa çıkarlar. îç huzursuzluğu mu diyelim adına? Yaslanacak bir duvar, sırtım verecek bir dağ, içinde çocuklaşacağınız muhibban kalmadıysa eğer, nasıl dinecektir o muttarid uğultu?

İnsanlar genellikle ferdi yaşamlarında bir aidiyet geliş türemedikleri için dışsal bir sisteme ait olma ihtiyacı du­yar. Bir gruba, bir topluluğa, bir ideolojiye bitişmekle var­lığın sancılarından azat olmak isteriz. Bizden daha güç­lü bir yapının içinde eriyerek o gücün bir parçası olmayı arzulayabiliriz. Oysa aidiyet özlemle ilişkilidir, otoriteyle değil, özleminizin ta kendisi olun. Baştan aşağı özlem ke­silin. özlem ruhun değerli bir içgüdüsüdür. Ait olduğunuz yer, her zaman saygınlığınıza, kanat genişliğinize layık zirveler olsun. Ustamız Fuzûlî’nin kavlince, “Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlubumuz/ Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâ’at bekleriz.” Önce kendi içselliğinizin göğünü geniş­letin. Eğer oraya aitseniz, kendinizle ahenk içindeyseniz ve içinizdeki o derin, eşsiz kaynağa bağlıysanız, o zaman dışarlıklı aidiyetler elinizden alındığında asla naçar kal­mazsınız. Daima kendi ruhunuzun zemininde, kiracısı ol­madığınız, size ait olan yerde dinlenirsiniz. İçselliğiniz, kimsenin sizi uzaklaştıramayacağı, dışlayamayacağı ya da sürgün edemeyeceği bir zemindir. Bu sizin hazinenizdir.

Pek çok ruhani gelenek “sonsuz acıya” neden olduğu için arzu duyan doğamızdan kopmanın gerekliliğine vur­gu yapar. Ancak bu genellikle özlemi gömmemiz, bastır­mamız veya onun üstesinden gelmemiz gerektiği şeklin­deki sakıncalı bir yoruma yol açıyor. Arzudan farklı ola­rak, özlem bastırılması gereken bir şey değildir. Niyâzî-i Mısrî “Sûrette nem var benim sîrettedir madenim/ Kopsa kıyâmet bugün gelmez perişân bana” diyordu. Sufi bakış açısına göre, özlem ilahi bir eğilimdir ve bizi Sevgili’ye doğru çeker. Tüm varlık, var edene Özlemle döner, ona müştaktır, tıpkı âşık ve maşukun birbirlerinin kollarında olmayı arzulamaları gibi. Bu durum insanla murad edilmiş hayat arasında da geçerlidir. Güneşe doğru büyüyen bir bitki gibi; özlem de yaşamın hakkını ve şükrünü eda edebilmemiz için, doğamızın yüzümüzü ihtiyaç duydu­ğumuz ışığa doğru yönlendirmesidir. Pirimiz Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin yazdığı gibi, “Aradığın şey de seni arıyor.” özlem, yalnızca kavuşma arayışının niteliği değil, bizi arayan bir şeyin sesidir: Evin dinmeyen çağrısıdır.

Bağlılıklar, sevgi verdiğimiz ve aldığımız damarlardır. İnsanla, Tanrıyla, âlemle kurduğumuz bağlar canlılığı­mız için elzem. İnsan bağ kuran canlıdır, beşikten me­zara bağlanmakla hayat buluruz. Kendimizi sevdiğimiz şeylerden, kalbimizi kırabilme gücüne sahip şeylerden kopardığımızda, yaşamdan da yalıtmış oluyoruz. Böyle bir durumda usul usul çürümeye başlıyor, içeriden yavaş çekim bir ölüme duçar oluyoruz. Çünkü kendimizi acıya karşı zırhla kuşattığımızda, bizi diri kılan başka canlı­lıkların üzerine beton dökmüş oluruz. Hayatla alışverişi­miz azalır, hayatın canlılığından beslenemez hale geliriz. O yüzden yaşamak incinmeyi göze almaktır. Kırılganlığa, incitilmeye açık olmakla varlığımızı ötekine de açıyoruz. Dünya sadece bir gül bahçesi değil, gül de yapraklarından ve kokusundan ibaret değil. Bir gülü koklamak için eğildi­ğimizde, dikeni parmaklarımızı kanatabilir.

Yakınlığa ancak uzaklığımızdan doğan özlem aracılı­ğıyla ulaşabiliriz. Tıpkı bir balığın kıyıya vurana kadar içinde yüzdüğü suyun farkına varmaması gibi, bilinmeye­ne kulaç atmak için aşina olanın kıyılarından ayrılmamız gerekir. Sevgiliye duyduğumuz özlem, kalplerimizdeki merakı harekete geçirir ve bizi onunla karşılaşmak için yola çıkarır. Mistik yol, ayrılığın acısı dayanılmaz oldu­ğunda bile özlemimize sadık kalmayı, onu asli yurt bilip ona geri dönmeyi salık verir. Yol menzilin ta kendisi olur, işte bu yüzden aidiyetin kökeninde özlem vardır. Ruhun açlığını çektiği şeyin özlemini duymak, bu açlık tatmin edilemese bile, gerçekten hayatta olmaktır; paradoksal olarak, en derin mevcudiyetimizin bütünlüğüne hayatı­mızdaki eksikliğin alametlerini izleyerek geri döneriz.

İngiliz şair ve yazar Toko-pa Tumer, Belonging (Aidiyet) kitabında meta anlatılarla, ilahi ve mitsel olanla bağımız kalmadığında yaşamlarımızın anlamını yitirerek, küresel sistemin rekabetçi piyonlarına dönüştüğümüzü, oysa ger­çek mutluluğun, içine gömülü olduğumuz, ait ve borçlu olduğumuz yaşam çevremizle olan karşılıklı bağımlılığı­mızda olduğunu yazıyor. İngilizcede “belonging” kelime­sinin özlem duymaya (be-longing) dair kökeni, etkileyici bir gösterge. Bizim kullandığımız “ait” kelimesi ise geri dönmek manasındaki “avdet” ile aynı kökenden geliyor.

“Dışarıda” Kalmak

Birçok insan aidiyet duygusunu kabul görme, dahil edil­me, anlaşılma, hoş karşılanma, beğenilme ve takdir edil­me ile ilişkilendirir. Literatürde, başkalarıyla bağlantı kurma özlemi ve saygı ihtiyacı olarak tanımlanıyor ai­diyet kavramı. Aidiyet, bir fotoğraf şeridinin negatifi gibi yalnızlık kavramının ayrılmaz gölgesidir, her ikisi de et­rafınızda devinen kalabalığın niceliğine bağlı değildin İlişkilerin niteliği, anlamı, kişinin bunlardan duyduğu memnuniyet, hissettiği duyguyla ilgilidir Sosyal med­yadaki takipçi sayınız veya etrafınızdaki kuru kalabalık, size bir aidiyet hissi vermez. Sosyal ağlarda yoğun bir ar­kadaş ve takipçi çevresine sahip olmanıza rağmen, kendi­nizi yalnız ve köksüz hissetmeniz gayet mümkün.

Hepimizin garipliğin acısını hissettiği anlar olmuştur. Yabancı bir ülkede ya da şehirde, yeni bir sınıfın, yeni iş yerinizin kapısından girdiğinizde, bir eve ilk kez davet edildiğinizde, eski arkadaşlarınızın tanımadığınız dost­larıyla ilk kez karşılaştığınızda; sizi dikkatle süzen, dışa­rıda bırakan, sürgüne gönderen kayıtsızlık dolu bakışlar herkesin canını yakar. Selamlamak için tebessüm ettiği­niz birisi sizden bakışını kaçırdığında veya bir ortamda kimse selamınızı almadığında acıyı kemiklerinize kadar hissedersiniz. Dışlanmış hissetmek, fiziksel acıya benzer şekilde yaşanır ve her ikisi de beyindeki aynı sinir ağları­nı harekete geçirir. Psikologlar buna “sosyal acı” diyor. Bu acıyı dindirmek, türümüz için fiziksel acımızı, açlığımızı yahut susuzluğumuzu gidermek kadar elzem.

Araştırmalar, aidiyet duygumuz anlık olarak tehdit edil­diğinde bile, kendimizi daha kötü hissettiğimizi, yetenek­lerimizin zayıfladığım, daha dürtüsel davranıp başkaları­nı düşman gibi görmeye teşne olduğumuzu gösteriyor. Öte yandan, önemsedikleri kişilerin fotoğraflarım görmek “aidi­yet hissinin güçlenmesiyle beraber” olumlu yönde etkileye­biliyor insanları. Hoşgörü ve merhamet hisleri, kendilerini güçlü bir şekilde bir yere ve/veya kişiye ait hisseden insan­larda daha güçlü. Aidiyet hisleriyle daha insancıl oluyoruz.

Ait Olunmayan: “Öteki”

Doğamız farklı şartlarda değişkenlik gösterir. İnsan tekâ­mül ve tefessüh edebilen, olumlu veya olumsuz yönlerde değişebilen bir varlık, öyle bir donanımla doğuyoruz ki binlerce farklı hayat yaşayabilirdik ancak sonunda tek bir ömür sürüyoruz. Binlerce seçenek içinde tek bir hayat. Tabiatımız bulunduğumuz çevrenin etkileriyle de şekille­nebildiği için anahtar soru şudur: Kendi tabiatımızın iyi melekelerini ortaya nasıl ortaya çıkarabiliriz?

Ait olmak istediğimiz grup, ideal benlik/referans gru­bumuz, üzerimizdeki en güçlü etkiyi sağlar. Sosyal psi­koloji alanında yapılan pek çok çalışma, grup üyelerinin beklentileri karşılamak için güçlü bir zorunluluk hisset­tiğini göstermektedir. Yahudi soykırımı konusunda saygın bir uzman olan tarihçi Christopher Brovvning, Nazi Al- manyası’nda binlerce Yahudiyi öldüren bir polis taburu­nu nitelerken, orta sınıf hayatlar süren sıradan adamlar tabirini kullanıyor: Çoğu yirmili, otuzlu yaşlarında, evli, çocuklu terziler, bahçıvanlar ve pazarlamacılar. Bu me­murlar toplu katliam planları hakkında ilk bilgilendiril­diklerinde, “kendilerini göreve hazır hissetmemeleri ha­linde” herhangi birinin “çekilebileceği” söylenmiş, beş yüz subaydan sadece on ikisi ayrılmış aralarından. Brovvning, durumun belirsizliğinin yanı sıra, “uyum baskısı- ünifor­malı erkeklerin yoldaşlarıyla temel özdeşleşmesi ve dışa­rı çıkarak kendilerini gruptan ayırmama yönündeki güçlü dürtü” nedeniyle ayrılmaktan çekindiklerini yazıyor. Kurt Vonnegut da Gece Ana adlı romanında kişinin insanlığa karşı işlediği suçların en temelinde “kendine karşı işlen­miş suçlar” olduğu sonucuna varıyordu: “Ne imiş gibi davranıyorsak oyuz, o yüzden ne gibi davrandığımıza çok dikkat etmeliyiz.” Bir Sufi deyişi de “Dinin elinde nefsi kar gibi erimeyen kimsenin elinde dini kar gibi erir,” di­yor. Aidiyetimizi, hakikate sadakatimizi yönlendiren ve tanımlayan şeyler söylemlerimiz değil eylemlerimizdin

Bir gruba adeta kendimizden kaçarcasma duyduğu­muz güçlü aidiyet, diğer gruplara karşı bir önyargıca dönüşebiliyor. Zihnimizin önyargıları sadece hatalara neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda bizi bu hatalara karşı körleştiriyor da. Pek çok çatışmanın kökeninde bir ahlaki yozlaşmışlıktan ziyade bu türden önyargılar bulu­nuyor. Kendimizi kandırmaya adeta meftunuz; zihnimiz bize benzemeyeni kolayca gözden düşürebiliyor. Kör nok­talarımız Önyargılarımız. Hakikati onlarla eğip büküyor ve işimize gelen bir şekle sokuyoruz. Bu kör noktanın üs­tesinden gelebilmek için daha alçakgönüllü, anlayışlı ve iletişime açık olmalıyız. Başkaları da bizim kadar kaygı dolu bir dünyada yaşıyor ve onların bizim şu ana dek fark etmediğimiz çok isabetli bakış açılan olabilir.

İnsanları tanıyıp anlayabilmek için mümkün olduğun­da yüz yüze görüşmeye çalışmalıyız. Önyargıların izale edilmesi için, “ete kemiğe bürünmüş karşılaşmalar” ge­rekli. Beden dilimiz ve göz temasımız, nezaket, samimi­yet ve saygımız hakkında çok şey ifade eder. Gözümüzü kaçırmadan veya gözümüzü muhatabımızın gözlerine dikmeden konuşmak. Bütün varlığımızla dinlemek, mu­hatabımız sözünü bitirmeden ona nasıl bir cevap yetişti­receğimizi düşünmemek. Tabiri caizse can kulağıyla din­lemek, bir insanı işitmeye can atmak. Araştırmalar, karşıt inançlara sahip insanların kutuplaştırıcı siyasi konular­da karşılıklı sesli ifadeyle konuştuklarında daha az kara­layın olduklarını gösteriyor. Birisine kendimizi ve görüş­lerimizi anlatmak istiyorsak alabildiğine sahici ve içten, olduğumuz gibi davranmaya özen göstermeliyiz. Üstenci, saldırgan veya aşın çekingen tutumlar sahici bir iletişi­min önünü tıkayacaktır.

Birimiz Hepimiz, Hepimiz Birimiz İçin

İnsan olmak zor şey. Modem metropol kültürünün yok­sullaştırın koşullarında, zayıflığımızdan utanmamız ve başkasının yükünü paylaşmak şöyle dursun, kendi acı­mızı inkâr etmemiz öğretiliyor. Birbirimize bağlı olmamız gereken yerlerin etrafına dikenli çitler ördük. Pek çoğu­muz evin dönüş yolunu arıyoruz. Kayıtsızlık, alaycılık ve ilgisizliğin başını çektiği bir dizi düşmanlığa karşı şiiri, nezaketi, şefkati yedeğimize alarak çarpışıyoruz. Bize yo­lumuzu kaybettiren inatçı bir sisin üzerimize çöktüğünü hissettiğimizde, başkalarının yüreklerinde sevgi ateşleri yatmalıyız. Korumak için cansiperane direndiğimiz kü­çük alevin, apansız bir rüzgârla sönüvermesi işten değil, işte o zaman kendimizden daha fazlasını düşünmek, in­sanları bir ağdaki iplikler olarak görmek yardımcı olur. Tek başımıza kırılgan telleriz, dinleyicisi olmayan şarkı­larız, ama birlikte aman vermez bir ağız biz.

Güney Afrika’nın Nguni Bantu geleneklerinde, top- lumlanmn aidiyet kavrayışını ifade eden kelime, ubun­tu: “Ben neysem, hepimiz o olduğumuz için oyum.” Zulu dilindeki tam karşılığı olarak “Bir insan diğer insanlar sayesinde insandır.” anlamına gelen bu kelime, Desmond Tutu’nun apartheid sonrası Güney Afrika’nın yeniden in­şası sürecinde sık sık paylaştığı bir ifade. Ubuntu insan olmanın özünden bahseder. Yani, benim insanlığım sizin- kine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Biz bir yaşam demetine aitiz. Hepimiz kaçınılmaz bir karşılıklılık ağına yakalan­mış, tek bir kader giysisine bağlanmış durumdayız. Birini doğrudan etkileyen her şey, dolaylı olarak herkesi etkiler. Gerçekliğin birbiriyle ilişkili yapısı nedeniyle birlikte ya­şamak için yaratıldık. Ubuntu; grup dayanışması, mer­hamet, insan onuru ve kolektif birlik değerlerine atıfta bulunur. Bu ilkeler kavramın kalbini oluşturur. Ortak in­sanlığa dair bu değerler daha fazla öne çıksa da “ubuntu” kavramında bireysel aidiyet ile toplumsal aidiyet arasın­daki ilişkiye de vurgu vardır. Benim, tam anlamıyla ben olabilmem için sana ihtiyacım var! Şöyle de söyleyebili­riz»: Ben seninle kendimim. Kendimizi sadece kendi içi­mimde değil, ancak başkalarında bulabiliriz. Dolayısıyla, başkalarına gitmeden önce kendimizi bulmuş olmalıyız.

Birbirine bağlılık tanımlarını genellikle teknolojiyle sınırlayan küresel bir toplumda, insani armağanlarımızı tanımak ve bunları sağlıklı yollarla paylaşacak gücü bul­mak zor olabilir. Yolculuğumuz boyunca, içsel aidiyetin ayrılmaz bir şekilde başkalarına ait olmakla bağlantılı bulunduğunu görürüz. İçimizdeki aynlık yanılsaması­nı, varlığımızın özündeki temel birliği ortaya çıkardıkça ‘diğerini kendimiz gibi görme” yeteneğimiz derinleşir. Başkalarım iyileştirme kapasiteniz, bazen sadece varlığı­nızla, kendinizi iyileştirdikçe genişler. Bizim Koca Yûnus, çok güzel söyler: “Senlik benlik olucağız, iş ikilikte kalır/ Çıktık ikilik evinden, sen beni yağmaya verdik.”

Aidiyet Dairesinde Düş Kırıklıkları

Bazen çağırdığınız, ait olmak istediğiniz kişi sizin kırıl­ganlığınıza yankı verecek cevherden yoksundur, korkunç bir keder vardır bunda. Isınmak için el uzattığınız ateş sizi yanıklar içinde bırakabilir. Güven duygunuz kökleri­ne kadar kararabilir acının şiddetinden. Ama korkmayın, hangi sevgi ziyan olmuş ki? Denemelerinden birinde şöy­le yazıyor Ralph Waldo Emerson, “Karşılıksız sevmenin utanılacak bir şey olduğu düşünülür. Fakat yüce kimseler gerçek sevginin karşılıksız bırakılmayacağını anlarlar. Gerçek sevgi, ona layık olmayan nesnesini aşar, sonsuz­da mesken tutar ve aradaki zavallı maske parçalanıp gitti diye üzülmez. Aidiyet, dönüşümlü olarak ayrılık ve be­raberlik dönemleri gerektiren dinamik bir süreçtir. İşte o zaman, “hiç buluşmamışız gibi buluşur, hiç ayrılmamışız gibi ayrılırız.”

Uzun beraberliklerden sonra gelen ayrılıklar, şu soru­yu sorduruyor: Bunca yıl heba olup gitti mi, bunca zaman boşuna mı yaşanmış oldu? Her birimizin içinde harabeler var ama onlar bize bir zamanlar ne kadar çok sevmiş ol­duğumuzu kanıtlıyor. “Bir zamanlar olan”ın yankısı, haya­tın mirasıdır o viraneler. Bize kalanların kıymetini bilmek için hatırlatıcıdır. İnsanlar, aşklar, umutlar gelir geçer ve biz elimizde kalanlarla hayata devam ederiz. Yıkıntıların içinden yeni bir hayat, yeni imkânlar, yeni görme biçim­leri filizlenir. Ama vedalaşmaya bile zaman ayıramadığı­mız, birden sırra kadem basarak ilişkilerden “kayboldu­ğumuz” günlerden geçiyoruz. Bir ilişkiyi, hiçbir açıklama yapmadan sona erdirmek anlamına gelen “hayaletleşmek” (ghosting) sanal iletişimin de etkisiyle giderek yaygınlaşan modem bir olgu. Oysa iyi bir şekilde aynlmak, ilişkinin size kazandırdıklarını kabul ederek onu onurlandırmaktır. Hayalet gibi ortadan kaybolmak, üzerinde bir etki yarat­maktan aciz olduğumuzu hissettiğimiz bir dünyaya layık gördüğümüz şeydir, ötekinin hayatındaki varlığınızın öne­mini yadsıyarak kendinizi de kendi hayatınızda bir hayalet haline getirmektir. Bu tavır, kendinizi ve çevrenizdekileri tek kullanımlık olarak görmektir. Biz insanlar harcanabilir nesneler değiliz. Size her an buruşturulup atılacak bir kâ­ğıt mendil gibi davranan, sizinle olduğunuz/durduğunuz yerde buluşamayan bir kişiden/yerden ayrılmak için attı­ğınız her adım, ait olduğunuz yere doğru atılmış bir adım­dır. Kendinizi size ihtiyacı olanlara adayın. İnsan olsun ya da olmasın; sesi olmayanların, sesi kısılmıştan arayın ve onlara bir ses olmaya gayret edin. Hepimiz bizi ruhunda barındıracak, hikâyelerimize seda verecek, bize bu hayatta gerekli olduğumuzu hissettirecek bir başkasını arıyoruz.

Nasıl Ait Oluruz?

Aşağıdaki reçete Geoffrey Cohen’in Belonging adlı kita­bından bir özet. Anahtar adım, aidiyeti destekleyen dü­şünme ve davranma biçimlerine dair bir farkındalık geliştirmektir. Bunun için değiştirmemiz gereken şeyler var:

Temel Atfetme Hatasıyla Mücadele Edin: Bir durumu daha iyi hale getirmek için onu gerçekten de ne ise o ola­rak görmemiz gerekir. Başkalarının davranışlarının muh­temel nedenlerini göz önünde bulundurmalıyız; bizim al­gıladığımız değil, onların algıladığı haliyle.

Bakış açılan edinin ve empati geliştirin: Başkalarının kendileri ve bizim hakkımızda ne düşündüklerini tahmin etmek yerine sormayı denemeliyiz. Bizi kıran insanlarla empati kurmaya çalışırken, onların durumunda nasıl dav­ranacağımızı hayal etmek yerine, onlara duygularını sor­mak daha isabetli bir yorumda bulunmamıza neden olur.

Otoriter olmaktan kaçının: Otoriterleri kibirli ve güçlü siyasi liderler olarak düşünme eğilimindeyiz. Ancak kabul etmek istemesek de hepimiz günlük yaşamlarımızda oto­riter olabiliriz; kendi yolumuzun doğru yol olduğunu ve aynı fikirde olmayanların ikna edilmeleri ya da dışlanma­ları gerektiğini varsayarız. Ve bu yaklaşım hemen her za­man şaşmaz şekilde geri teper. Bunun yerine kendi hikâ­yelerimizi paylaşabilir ve onlardan da hikâyelerini anlat­malarım isteyebiliriz. Hikâyeler iyidir, herkes kendisini görür. Birine “hatalısın” demek yerine “bana kendine dair daha fazla şey anlat” demek, bir konuşmanın dinamikleri­ni yeniden inşa eder, o insan savunma mevzisinden ayrı­lıp, görülmek ve işitilmek için size yaklaşacaktır. Anlayış sunmak, birini onurlandırmanın en kolay yoludur. Bazı durumlar, mesela, cinsiyetçi, ayrımcı, şiddet ve horlama yüklü muameleler sert bir direnci hak eder. Ancak bu tür sıkmtıh durumlarda bile, diğer kişinin aidiyetine en az zarar verecek üslup ve yöntemle mukabelede bulunmak, ortak iyiliğin açığa çıkması için gereklidir.

Düşündüğünüz her şeye inanmayın: Bir şeyi düşün­memiz ya da görmemiz onu doğru yapmaz. Düşüncele­rimizin, duygularımızın ve algılarımızın zihnimizin gü­venilmez yapılan olduğunu fark etmeyiz, zihnimizden geçen duygulara ve dürtülere çok fazla değer atfederiz. Zihnimizin rüyalarımızda olduğu gibi uyanık yaşamda da gerçekliğimizi yaratma gücünü anladığımızda, önyargılarımızı sorgulamak ve değerlerimizle daha uyumlu, daha erdemli biri olmak için değişebiliriz.

Ne yaptığınız kadar neden yaptığınız da önemlidir: Araştırmalara göre, kendimizi en çok bağlı hissetmemizi sağlayan şey, görüldüğümüzü ve bize layıkıyla yanıt veril­diğini hissetmek. Bilge müdahalelere açığız, ama manipülasyona değil.

Zamanlama hakkında düşünün: Genellikle doğru | şeyleri yanlış zamanda yaparız. Eleştiri, onaylama, tav­siye ve güvencelerin hepsi zaman seçimine bağlı olarak etkili olabilir. Tüm zamanlar arasında, aidiyeti destekle­mek için bir zorluğun veya geçişin başlangıcı genellikle en etkili olandır.

Sosyal trafikte gözünüzü dört açın: Bir sürücünün en önemli müttefiki, gelişmiş sürüş teknikleri eğitimi değil, uyanık kalmaktır. Öngörülü ve uyanık olmak pek çok ka­zanın önüne geçer. Sosyal hayatın trafik koşullarını et­kileyen amiller genellikle görünmezdir ve bu da günlük yaşamlarımızı istenmeyen çatışmalara açık hale getiri­yor. Bunların tamamından kaçınmak mümkün değilse de süreci öngörebilir ve böylece direksiyon hakimiyetimizi kaybetmeden yönetebiliriz.

İnsanları sadece okumayın; durumlarını değiştirin: “Doğru” insanları aradığımız kadar, herkesin en iyi halinin, en uygun koşullarda ortaya çıkma ihtimalinin kısmen bitim elimizde olduğunu unutmamalıyız.

Dayanın: Sabır, bir bilgenin erdemidir. Büyük ruhsal dönüşümler genellikle gözlerin seyrine açık değildir ve davul zuma eşliğinde gerçekleşmez. İnsanların uzaktay­ken kat ettiği mesafeler karşısında kendimizi şaşırmış bulabiliriz. Nelson Mandela’nın dediği gibi, “Bir azizin denemeye devam eden bir günahkâr olduğunu düşünmü­yorsanız, ben bir aziz değilim.”

Bağlantı kurma potansiyelini ve bağlantı kurmanın gücünü hafife almayın: Araştırmalar insanların görüş­lerini değiştirmenin ne kadar zor olabileceğini gösterse de bilgelik dolu müdahaleler bağlantı köprüleri kurabilir. Başkalarına içten bir şekilde ilgi ve saygı gösterdiğinize dair sözsüz işaretler göndermek güçlü bir bağlayıcı güç olabilir; baş sallamak, gülümsemek, eğilmek, göz teması kurmak gibi. Kendimizi tehdit altında hissettiğimizde, değerlerimizi, kendimizin ve dünyanın nasıl olmasını is­tediğimizi gözden kaçırırız. Oysa kendi aidiyet duygumu­zu ne kadar geliştirirsek, başkalarında bu duyguyu o ka­dar iyi besleyebiliriz. Böylece klişe, senaryo ve normlara uyma ihtimali o kadar azalır.

Yeryüzünün Misafirleri

İçinizdeki ebediyet özleminin sesi, yeryüzünde bir yolcu olduğunuzu doğrular. Yeryüzünde misafirliktesiniz. Mevlânâ, öylesine temel bir aidiyetten söz eder ki orada ne “içerisi” ne de “dışarısı” vardır; ötekinden ayn bir benlik, Sevgiliden ayn bir seven yoktur. Walt VVhitman’ın dize­leriyle, “Çünkü bana ait her zerre sana da ait.” insan ha­reket halinde olan varlık. Şairin söylediği gibi, enginiz ve içimizde kalabalıklar barındırıyoruz. Kendi şarkımızı söyleyelim, dünya misafirliğimizi kutlayalım.

Yüreğin hiçbir aşinalık bulamadığı yerde dünya yaban bir bakıştan başka nedir ki? İçinizde, kimsenin ya da hiç­bir şeyin teselli veremediği ya da duyuramadığı bir şey var. Böyle bir huzursuzluğun, uyanmış her ruh için doğal olduğunu fark ettiğinizde, bu sizi geçici ve kısmi tatminler peşinde koşmaktan kurtaracaktır. Bu ebedi özlem, ait oldu­ğunuz tüm sığınakların bir yerlerinde bir kapının açık bı­rakılmasında ısrar eder. Bu özlemle dost olduğunuzda, sizi aleladeliğin yapay dünyasına karşı uyanık ve tetikte tutar. Özlem asla bu ufak ve kısa dünyada tatmin edilemez, o su­suzluğun giderilmesi ancak ebediyetle mümkündür. Özle­min çınlayan sesi ancak sonsuzlukta yankısını bulur. “Du­ralım burada, güzel esiyor,” sonra dengimizi alıp rüzgârla­rın en güzel estiği o derin vadiye doğru yola koyulalım.

Kemal Sayar – Kendi Işığına Yürü,syf:162-180

İnsan: Şu İp Cambazı

Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun. Bile bıle aldanmaya vardırıyordu işi. Ama olmuyordu, kendisi vardı. Turgut Uyar İnsan, gerilmiş bir ipin üzerinde yürüyen bir cambaz gibidir çoğunlukla, dengesini kaybetmeye görsün her şey altüst olur, Cambazın hüneri; dengeleyebilme, dengede kalabilme hüneridir. Dengeden bahsettiğimizde itidal sahibi, kendini kontrol etmeyi bilen, aşırılığa kaçmayan, coşkularının, heyecan ve arzularının onu çekip götürmesine izin vermeyen bir “kişilik organizasyonu”ndan bahsediyoruz. Bunun bir hareketsizlik hali olmadığını biliyoruz: İnsan bir yol ağzındadır, sürekli enerji ve bilgi akışına maruz kalır, bizi çeken ve iten şeyler arasında bir ayağımız daima boşlukta sallanır. Onu diğer ayağın önüne koyup bir adım atabildiğimizde, ilerleyebildiğimizde işte o zaman psikolojik dengeden bahsedebiliriz. İlerlemek, kişinin kariyerinde veya sosyal yaşam ağın daha yüksek yerlere ulaşması değil, yolculuk boyunca manzaralar, yeni görüşler, yeni hikâyeler edinebilmesidir. İnsan ve an biriktirmeyi, insana ve âleme kulak ver meyi bilmektir.

Yaşama en büyük eksiğini yani anlam duygusunu katan şeyler bunlardır. Aklın bizi bir tarafa çektiği, duyguların ise bir anafor bulanıklığında bize başka şeylerle uğuldadığı dönemler, dengeye en çok ihtiyaç hissettiğimiz zamanlar. Üstelik bu kaos, yaşla birlikte azalan bir durum da değil; en yaşlı bilgeler en az emin olanlar ekseriyetle. Henüz yaşamın başındaki çocuklar ise “tüm dünyayı kendilerinin bir uzantısı” olarak gördükleri gibi, kendilerine dair bütünlük hissini de henüz parçalara dağıtmamış bulunmalarının avantajıyla ne istediklerinden en çok emin olanlar. Karşısında bir çikolatalı pasta duran çocuğa, içindeki bilincin o en aşağı katmanı saydığımız id (altbenlık) “Onu ye!” der. Hangi çocuk tadacağı harikulade bır lezzetten geri durur? Oysa orta yaşlı bir yetişkin, pastanın karşısında, kalori hesabı, son kolesterol sonuçları ve sıkıştıran kemeriyle duraksayıp kıvranır çoğunca. Nihai kertede mesele, pastanın yenilip yenilmemesi kararı da değildir zaten, pastanın yenilmediği durumda o haz boşluğunu nasıl ikame edeceğiniz -bazen, eve giden en uzun yol “en kestirme” olduğu söylenendirveya yediğiniz takdirde sonuçlarını hangi sorumluluk yöntemleriyle izale edebileceğiniz, hatta belki avantaja çevirebileceğiniz meselesidir. Denge, değişik kuvvetlerin bir şekilde ahenk içinde tutulması ve en faydalı şekilde “benlik inşasının surdürülmesi” demektir.

Merakın Mucizeleri: Öğrenebilmek

insan evladı, hayata bir merak duygusuyla gelir. İnsanda dengeyi sağlayan en önemli unsurlardan bir tanesi bu öğrenme kabiliyeti. Modern görüntüleme yöntemlerinin bize ispatladığı nöroplastisite veya “beynin esnekliği” kavramı, insanın öğrendiği her yeni bilgiyle beyin hücreleri arasında yeni nörolojik iletim kanalları oluşturduğunu, en sık “beraber” kullanılan alanların zamanla birbirlerini beklemeden aktifleştiklerini, oluşan her nöral ağın yeni bilgileri algılama sürecini de dönüştürdüğünü anlamamızı sağladı. Yalnızca öğrenerek beynimizin şeklini değiştirmekle kalmıyoruz, beynimizin yeni şekliyle de farklı şekilde farklı şeyleri algılıyor ve öğreniyoruz. İnsan beyninde Pascal’in söylediği gibi, sadece kalbin kendi mantığını anlamayan bir akıl değil, aklın kendi mantığını da anlamayan bir şuur gömülü. Vücudumuzdaki hücreler zaman zaman bilinçli hareket edebilen varlıklar. Bir hücre, yaşamının her aşamasında öğrenmeye devam ediyor, ancak öğrenmeyi bıraktığında ölüyor. Bizler beşikten mezara kadar öğrenen varlıklarız. Merak ediyoruz, öğrenmek istiyoruz. Eskilerin çok güzel bir sözü var, “Oldum demek öldüm demektir.” Bir insan, zihnini yeni fikirlere ne kadar açar da kendini değiştirmeye, bildiği ezberlerden vazgeçmeye razı olursa, ne kadar kesinlik yanılsamasından kendini kurtarır da öğrenilmiş cehalet içinde olursa işte o oranda her şeyden “öğrenebilmeye” başlıyor.

İhtimallere açık olmayan insan zihni durağanlıkta yeni şeylerle karşılaşmadıkça kullanmadığı potansiyel budanıyor, ölüyor ya da fonksiyonlarının bir kısmını kaybediyor. Zen felsefesinde, shoshin yani acemi zihinden bahsedilir. “Başlangıç zihni”nde çok sayıda olasılık vardır, ama “uzman akıl”da sadece birkaç tane yanıt vardır. Belirsiz liğe tolerans, bizi erken sonuçlara veya : kesinlik yanılsamasına sıçramaktan korur. Belirsizliğin bereketli topraklarında, müphemliğe tahammül eden kişi esneklik yeteneği kazanır. Ne kadar esnek olursak öğrenme bölgesinde o kadar öğreniriz. Albert Einstein’ın belirttiği gibi, kişi “ya hiçbir şey mucize değilmiş gibi, ya da her şey mucizeymiş gibi” bakar varlığa. Bütünün parçası olmak, derinlerden dışarı bakarken gözlerinizin ruhunuz için pencerelere dönüşmesine izin vermek ve dünyayı mucizeyle, kutsal ve canlı bir ruhla dopdolu görmektir. Bir şeyi biliyorsam bile, “Daha iyisini nereden öğrenebilirim, bir başka insan bana ne öğretebilir?” diye bakmak, hayatı bir öğrenme laboratuvarı gibi görmek, her şeyin (sadece insanın değil tüm varlığın -zira ağaçların arıların hayvanların bize öğreteceği çok şey var) talebesi olmak, işte budur mucizeye açık olmak. Her şeye sonsuz bir merakla bakabilirsek daha dengeli bir hayat yaşayabiliriz ve dengenin tek başına sürüp giden bir notada kırılmaz direnç göstermek değil, bir orkestrasının ortak melodisine katılmak olduğunu fark edebiliriz. Zira varlık bir mucizeden diğerine açılır durur.

Hayata denge getirecek şeylerden bir diğeri de karşılaştığımız zorlukları, onlarla kavga ederek yok edilmesi gereken düşmanlar gibi değil, onlar üzerine basarak mertebe kazanacağımız, bize bir şeyler öğretecek fırsatlar olarak görmek. “Gerçeğin özü asla aşırıya kaçmamaktır… Işığın yettiği yere alev taşımayalım,” diyor Victor Hugo, Sefiller romanında. Ateşi nazik kılan mesafesidir. Işık hayatın kaynağıdır ama ya güneşe daha yakın olsaydık? Kavrulur giderdik. İnsan ilişkilerinde de mesafe ve yakınlık arasındaki dengeyi kurmak, büyük meselemiz. İnsanların sıklıkla sığındığı husus, zorluklarla karşılaştığı zaman ondan alelacele kaçıvermesi, zihnini kuma gömmesi ve görmediği şeyi yok sayıp inkâr etmesi. Hayatta bizden geriye kalacak olan şey ne kaçış ne de kafayı kuma gömüştür, bir şeyler kalacaksa bu “yaşanmış bir hayat”la elde edilebilir ancak. “Kuş ölümlüdür sen uçuşu hatırla” diyor şair Furüğ. Hepimiz geriye anlamlı bir hikâye bırakmaya gayret ediyoruz. Bu anlamlı hikâye bizim gayret ve alın terimiz ile ortaya çıkıyor. O halde her şey seni geriye çektiğinde sen yine de yapmaya gayret et. Bir keşiş, Zen ustası Joshu’ya “Benliğim nedir?” diye sorduğunda, usta “Sabah yulaf ezmeni bitirdin mi?” diye cevap vermiş. Keşiş bitirdiğini söylemiş. Joshu “O zaman kâseni yıka,” demiş. Ha şunu bileydik! Benlik eylem hakkında düşünür ken değil, eylemin kendisinde ortaya çıkar. Yaparken oluruz. Eylemek ruhun ilacıdır, bizi iradesizlik kıskacından kurtarır. Eylem bizatihi karakterdir. Hata Yapma Korkusu

Hata yapmaya hakkımız olduğu kadar, ihtiyacımız da var. Üstelik bunun tek nedeni hatalarımızdan ders çıkarıp tekrarlamamamız da değil; hatalar bazen bizim için, bazen de bizim yaşamımızın yankısının eriştiği başka yaşamlar için beklenmedik sevinç ve sürprizlere gebe olabiliyor. Bir hata, kendini aşmayı başardığında, bir doğruya evrilebiliyor. En azından hayatımızı kolaylaştıran pek çok araçsal gelişmenin, icatlar tarihindeki istikrarlı hata yapma geleneğiyle bir nedensellik bağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hata yaptığınız için kendinizi ödüllendirmelisiniz, başka sefere çok daha güzel bir hata yapabilme şansına sahipsiniz. Bir hata, yalnızca ondan ders çıkarılmadığında ve farkına varılmadan “doğrudur” zannıyla yapılıp geçildiğinde ziyan olur. Yalnızca farkında olduğumuz şeyi değiştirebiliriz ve değişimde bulunmak, farkındalık, cesaret, sorumluluk yüklenme gibi pek çok erdemin seferber edildiği bir atılımdır. Farkındalık, denge ve uyum içinde yaşamanın temelini oluşturur.

Emek Vermek, Değer Katmak

Küçük Prens, modem zamanlarda yazılmış en bilgelik dolu kitaplardan biri. Çocuklardan çok yetişkinlerin okuması ve kendini miyara vurması gereken bir eser, döne döne okurum ben de.Kitapta, tilkinin Küçük Prens’e söylediği bir söz vardır,“Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır… İnsanlar unuttular bunu ama sen unutmamalısın.  Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun.” Hayatta bazı şeylere ulaşmamız zaman, dikkat ve emekle olur; bir şeye kolaylıkla ulaşabilmek ya da onun bizimle ilgisiz şekilde çok fazla miktarda ve erişilebilir oluşu onu değersiz kılar. Bir şeye emekle ulaşabilmektir onu biricik kılan. Onun bizim için ifade ettiği anlam, günlerimizle, gayretimizle ve duygularımızla karılıp benzersizleşir böylece. Başkaları onu ister alkışlasın ister alkışlamasın. Hayatta bizi dengeye ulaştıran şeylerden bir tanesi de kendi kendimize, kendi uğraşımıza verdiğimiz değer olmalı. “Benden geriye hangi uçuş kalacak, ben neye emek sarf ettim?” sorusu kendi biricik ömrünü yaşadığını ve kendi biricik ölümünü öleceğini bilen bir insanın içine işler.

Dünyayı kendi bakışımızda taşıyoruz. Ursula Le Guin, Mülksüzler isimli kült eserinde “Yirmi yaş dolaylarında öyle bir an vardır ki; yaşamın geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir,” diye yazmıştı. “Ne kadar kendi oldu insan/ O kadar başka” diyecektir İsmet Özel de.

Bir insanın en büyük eseri hayatıdır. Nasıl ki bir yazarın amacı, yazdığı metni hem dengelemek hem de zenginleştirmekse işte aynı ilke “kaderinin eli” olan bizler için de geçerli. Hayatın zenginleşmesini kısıtlayan istikrar ile sürdürülebilir mutluluğunu imha eden aşırılığa meyil, aynı ölçüde zararlıdır. Onaylanma ve özgürlük arasındaki o tahteravalli. Bilge psikiyatri hocası Robert Gloninger’in kavramlaştırmasında olduğu şekliyle, zarardan kaçınma ve yeniliği arayış arasındaki denge. İnsan hayatını sadece zarardan kaçınma üzerine kurarsa yeniliklere yelken açamaz, zira risk almaz. Bütün hayatını da her yeniliğe seyirtmek üzerine kurarsa denge ve istikrar sağlayamaz, tecrübelerini derinleştiremez. Dengeli insan, aklı ile içgüdüleri, bedeni ile ruhu bir bütünlük oluşturmuş sağlıklı insandır. Bu eğilimleri birbirini engellemez, tersine destekler ve teşvik eder, diğer yanını da kendiyle birlikte zenginleştirir.

Hasret duyduğumuz insan, yaşama karşı bir incelik gösteren, yalnızca akıllı değil, iyi yürekli de biridir. Yalnız anlamakla kalmaz, aynı zamanda sezer ve duyumsar. Hepimiz hayatın içinde düşebilir, kırılabilir, incinebilir varlıklarız. Belki hayatta dengeye giden en önemli yol, bu incinebilirliğimizi kabul etmekle başlayacak. “Kuş uçtukça genişliyor gökyüzü,” demişti Rilke. Hepimiz yaşamaya cesaret edelim ve bıraktığımız uçuşun güzel hatırlanabilir bir uçuş olmasına gayret edelim, çırpınışla kanatlandıralım hayatımızı. Ruhsal cesaret en dipteki korkularımızla bağımlılık ve yalanlarımızla yüzleşebilme cesaretidir. Korku bizi körleştirir ve azaltır. Hayatın dizginlerini yeniden elimize almak ancak cesaretle mümkün. Sesin titrese, yüreğin çarpsa da kendi kelimelerini söyle, kendi türkülerini çığır, duyulması bekleneni değil.

Kemal Sayar – Kendi Işığına Yürü,syf:211-217

Şu hakikatle yazıya başlayalım: Allah, hiç kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez ve herkesin sorumluluğu taşıyabileceği yük kadardır. Bu da demek oluyor ki insana gücü oranında bir yük yüklenmiştir. İnsanın gücünden kastın ne olduğuna gelince; insanın sahip olduğu imkânları söz konusu edebiliriz. Yani insan sahip olduğu imkânlarla, yüklendiğinin gereğini yapmaya çalışan bir varlıktır. İnsanın yüklendiğinin gereğini yapması, insanın yükümlülüğünü oluşturur. Yükümlünün-mükellefin yapması gerekeni yapmama lüksü yoktur. Yani yükümlü olmakla birlikte oluşan bir mecburiyet vardır. Çünkü insana bir teklif yapılmış ve insan da bu teklifi kabul etmiştir. Hem teklifi kabul etmek ve hem de teklifin gereğini yapmamak diye bir şey olamaz.

İnsanda herhangi bir zihinsel karmaşanın oluşmaması için, insanın, yapılan teklifin ne anlama geldiğini bilmesi gerekir. Aslında neyin ne anlama geldiğini bilme durumu, hayatta muhatap olunan her şey için geçerli bir durumdur. Neticede insan bilmediği zaman, yani anlamına varamadığı zaman yüklendiği şeyi de hakkıyla ifa edemeyecektir. Yapılan her teklifte, doğal olarak iki taraf bulunur: Teklifi yapan taraf ve teklife muhatap olan taraf. Yapıldıktan sonra kabul edilen her teklif, altına imza atılmış bir anlaşma demektir: Taraflar arasında anlayış ve görüş birliği sağlanmış ve yapılacak iş karara bağlanmıştır. Bu, bireysel ve toplumsal yapıları mümkün kılan temel bir yasadır. Bu yasa olmadan uyumlu bir toplumsal hayatı oluşturmak da mümkün değildir. Bütün bunlar, insan ilişkileri söz konusu olduğu zaman anlaşılması zor şeyler değildir.

Hayatın akışı, insanlar arasındaki tekliflerin etkin olduğu bir akıştır. Bu akış, yatay ve tarihsel bir özelliğe sahiptir. Bir de dikey bir akış vardır ki, bu akışın etkin unsurunu Allah’ın yaptığı teklif oluşturmaktadır. İnsan Allah’ın yaptığı teklifi kabul ederek yönünü Allah’a çevirmiş olur. Bu şekilde hem yatay manada hem de dikey manada iki yönlü bir akışı aynı anda gerçekleştirmiş olur. Allah’ın teklifinde nitelik ve nicelik, fizik ve metafizik, ruh ve beden, düşünce ve eylem, tabir caizse el ele verir. İnsan kapasitesi yetmediği için, insanın yapacağı teklifler, sadece bu dünya ile sınırlı teklifler olacaktır. O sebepten aşkın olan dikkate alınamaz. Yani insanların teklifleri sadece seküler olanla kayıtlı tekliflerdir. Dediğim gibi, Allah’ın teklifi hem dünyayı ve hem de ahireti kapsar; tarihsel ve kültürel olanla birlikte aşkın olanı da söz konusu eder.

Allah, her açıdan insana sayısız nimet vererek ikramda bulunmuş. İnsana indirilen vahiy de bu nimetlerden birisidir; hatta belki de en önemlisidir. Çünkü indirdiği vahiyle tekliflerde bulunarak insana rehberlik etmiş. Allah, bir yaratıcı olarak Kendisini isimleri üzerinden tanıtmış. İnsandan ve diğer yaratılmışlardan söz etmiş. İnsanın varoluşsal soru ve sorunları hakkında izahlarda bulunmuş. Bir bakıma insanı insana tanıtarak hem geçmişi ve hem de geleceği hakkında bilgi vermiş. İnsanı böylece belirsizlik girdabına düşmekten kurtarmış. Biz bütün bunları Kur’an’dan öğreniyoruz. Mesela Ahzab Suresi yetmiş ikinci ayet bu konu ile ilgilidir. Bu ayette Rabbimiz emanetle ilgili yapılan bir tekliften söz ediyor. Bu emanetin çok önemli olduğunu haber veriyor. O kadar ki, gökler, yer ve dağlar bile yapılan bu emaneti yüklenme teklifine yanaşmamış, kaçınarak tedirgin olmuş. Fakat insan yapılan bu teklifi kabul ederek yüklenmiş. Kuşkusuz hakkı verilince bu yüklenme, insan için büyük bir onurdur. Fakat insan bu onurun hakkını veremediği için, cahil ve zalim olmuş.

Allah, insana bir teklifte bulunduğunu haber veriyorsa-ki vermiştir- şüphesiz bu haber doğru bir haberdir. Fakat doğru olan bir şey daha vardır ki, bizler insan olarak yapılan bu teklifi hatırlamıyoruz. Öyle ise burada bizim anlamamız gereken başka bir şeylerin olması gerekiyor. Öncelikle söz konusu olayın taraflarından birisi yaratıcı olarak Allah, diğeri ise yaratılan olarak insandır. Allah insanı “insan” olarak yarattıktan sonra karşısına alıp “ Ey insan! Sana bir teklifim var; al şunu şöyle yap. Ne dersin, bu teklifimi kabul ediyor musun?” şeklinde yapılan bir teklif değildir. Madem yapılan teklif böyle bir teklif değildir, o zaman biz bu teklifi nasıl anlayacağız? Şüphesiz bu sorunun doğru cevabı insanı zihinsel karmaşadan kurtaracak bir cevap olacaktır.

Sorunun doğru cevabıyla ilgili olarak şunlar söylenebilir: Bir yaratıcı olarak Allah, insan yerine yani insan adına bu teklifin kabulünü teslim etmiştir. Bu durumun daha net anlaşılması için şunu belirtelim: İnsan, “insan” olarak yapılacak teklifin öznesi olmaya uygun bir yapıdadır. Bu yapı her açıdan son derece özgün bir yapıdır. Allah’ın özgün insan tasarımı olan yapıya fıtrat diyoruz. İnsan fıtratı, insan için hem yapılan teklifin yanıtı ve hem de alınan mükellefiyetin kanıtı olacak niteliktedir. İnsanın teklife muhatap olarak mükellef olması, sahip olduğu akıl ve iradeden dolayıdır. İnsan bu imkânı hem doğru ve hem de yanlış kullanma özgürlüğüne sahip kılınmıştır. İnsan, aklını ve iradesini kullanarak karar verirken, verdiği kararın sorumluluğunu da yüklenir. Böylece insan bir dizi ilişki ve etkileşim içinde olur.

Sürüp gitmekte olan insan hayatı ya kaosa ya da kozmosa yazgılı bir hayattır. Yani insan yapıp ettikleriyle ya bir yapım ve inşa veya yıkım ve karmaşa gayreti içinde olur. Burada hem “hayat” ve hem de “insan” niteliksel bir dikkatle ele alınmadığı zaman doğru bir değerlendirme de mümkün olmaz. Niteliksel bir dikkat, ancak değerler esas alınarak mümkün olabilir. Buna göre bütün hayatlara “hayat” demek mümkün olmadığı gibi, bütün insanlara da “insan” demek mümkün olmaz. Hayatı “hayat” ve insanı “insan” yapanın ne olduğuna baktığımız zaman, insan için yapılmış teklife ve alınan yükümlülüğe verilmiş yanıtla karşılaşırız. Böylece insanın hayat eksenindeki kaos ve kozmos durumunun da söz konusu yanıtın mahiyetiyle ilgili olduğu yargısına varmış oluyoruz.

Yukarıdaki ayette de söz konusu edildiği üzere, Allah, dağların bile yüklenmekten çekindiği teklifin içeriğini “emanet” olarak adlandırıyor. Bir yerde emanetten söz ediliyorsa, o yerde muhafaza edilmesi, korunması gereken bir şeyden de söz ediliyor demektir. İnsanın kendisinde olup muhafaza etmesi gerekenin niteliksel bir şey olduğu aşikârdır. İnsanda var olan niteliksel yapı “insan” olarak adlandırıldığına göre, o zaman insana teklif edilerek verilmiş emanet de insanın “insan” tarafı olmaktadır. İnsanın insan tarafını akıl, irade ve yaptığı tercihler oluşturmaktadır. Onun için insan hem yapılan teklifin yanıtı ve hem de alınan mükellefiyetin kanıtı olmaktadır. Bu haliyle insan çok aciz, çaresiz ve kimsesiz bir varlık değildir. İnsanın acizliği, çaresizliği ve kimsesizliği, “insan” olmaktan uzaklaştığı zaman başlar.

İnsanın “insan” olmaktan uzaklaşmasının ilk emareleri yaşanan ilişkilerde görülür. Yaşanan ilişkiler hem insanın ve hem de hayatın niteliksel göstergesidir. Bu göstergenin insanı ilgilendiren tarafını bir süreç olarak görmek gerekir. İnsan bir otomat olmadığı için, olumlu veya olumsuz hiçbir şey bir anda olup bitmiyor. Öncelikle insanın kendisiyle başlayan bir ilişki süreci vardır. İnsanın kendisiyle başlayan ilişkisi dolaylı olarak Allah’ın insana teklif edip emanet ettiği “insan” tarafıyla ilişkisi anlamına gelmektedir. Yani insanın böylece kendisine yüzünü çevirmesi demek, aynı zamanda Allah’ın emanetine yüzünü çevirmesi demektir. Bütün bu iş ve işlemlerin toplandığı paydaya tasavvur diyoruz. Onun için insan öncelikle bir tasavvur olarak vardır. Tasavvuru olmayan bir insanın hayvandan bir farkı olmaz.

Tasavvurdaki doğru ve yanlışlarla insanın ve hayatın niteliksel yapısı oluşmaktadır. İnsan için imkân olan her şeyin bir sınırı vardır: Zaman, mekân, bilgi, belge, görgü, güç, akıl, sezgi, duyu organları ve akla gelebilecek her şey… Doğru tasavvur doğru kararları, doğru kararlar da doğru yaşantıları beraberinde getirir. Onun için her insan bizatihi birey olarak, kendisiyle sağlıklı bir ilişki ve iletişim içinde olmalıdır. Sağlıklı bir ilişki ve iletişim için de öncelikle insanın ontolojik sorunlarını çözüme kavuşturması gerekir. Ontolojik sorunların çözüme kavuşmasında vahiy başvurulacak en sağlam ve güvenilir başvuru kaynağıdır.

Allah’ın insanla olan ilişkisi sadece yaratmaktan ibaret değildir. Allah insanı yarattıktan sonra herhangi bir yere atarcasına başıboş bırakmadı. Allah her zaman insanla ilgilenmiş ve akıbeti hakkında yol gösteren uyarılarda bulunmuştur. İnsanın Allah’la ilişkisi ise fıtri olduğu için süreklilik arz eden bir ilişkidir. Ne yaparsak yapalım insanın içindeki Allah inancını ortadan kaldırmak mümkün değildir. Çünkü insan mükemmel olmadığı için bir mükemmele muhtaçtır. Biz, O mutlak mükemmele Allah diyoruz. Farklı kültür yapılarında farklı adlandırmalarla dile getirilen hep aynı mutlak mükemmel olan Allah’tır. Bu, insan fıtratına vurulmuş bir mühür gibidir. Allah, en zor zamanlarımızda ister istemez sığındığımız yegâne sığınaktır. Allahsız düşünülen ve yaşanan bir hayatın anlamı olamaz. Çünkü böyle bir hayat, ihaneti bağrında taşıyan bir hayattır. Allah bu ihaneti bağırlarında taşıyan hayatları hidayete davet etmek üzere vahiy marifetiyle mesajlar indirmiş, uyarılarda bulunmuş. Tarihi oluşturan iki ana akımdan birisi söz konusu mesaj ve uyarılarla oluşan akımdır. Diğeri ise değer ve hükümden mahrum tepkisel bir karşı akım olagelmiş. Allah’ın kurduğu bu ilişkiyle insanlara hidayet yolunun ilkeleri vazedilmiş. Bu şekilde ve bu minval üzere, Hz. Peygamber’e kadar birbirinin devamı olan bir Risâlet zinciri oluşmuş. Hz. Peygamber kendisinden sonrası için, Risalet zincirinin özgün mesajı olan Kur’an’ı, bir başvuru kaynağı olarak müminlere emanet olarak bırakmıştır.

Kur’an’da iman edenler Müslüman olarak adlandırılmıştır. Bunun anlamı, imanın hakikatini bilmek, anlamak ve o hakikate teslim olmaktır. Kur’an, putperestliğin hayat tarzı olduğu Mekke’de nazil oldu. Kur’an’ın mesajlarına muhatap olan Mekkeliler, başta Hz. Peygamber’in yakın çevresi olmak üzere iman etmeye başladılar. Aslında iman etmek demek, hayatı vahyin mesajlarıyla tanzim etmek demekti. Hayatın tanziminde Müslüman öznenin (failin) niteliksel yapısı (şahsiyeti) en önemli etken durumunda idi. Müslüman öznenin hayatı üzerinden vahiy tarih ve topluma mal oluyordu. İlk iman edenlerin yirmi üç yıllık inzal sürecinde vahiyle ilişkisinin temelini “anlamak” oluşturuyordu. Tevhid tasavvurun, tasavvur ise hayatın dinamik unsuruydu. Bu unsur hayatın akış debisini oluşturan başat bir unsurdu. Kur’an baştan sona bir hayat kitabıydı ve iman edenler onunla yeni bir hayat tarzına sahip oluyordu. Putlar ve putçuluk reddedilerek cari olan kast sistemi eleştiriliyordu. Kardeşlik olgusu toplumsal ilişkileri belirliyordu.

İlk Müslümanların Kur’an’la ilişkisi, öncelikle anlamak ve sonra da anladıklarını hayata aktarmak şeklinde idi. İnsanın anlamadığı bir şeyle ilişki kurması zaten mümkün değildi. Müslümanın imanla, imanın Kur’an’la ilişkisi dikkate alındığı zaman, Kur’an’ı anlama yükümlülüğü de farz seviyesinde bir yükümlülük oluyordu. Yani kendisini Müslüman olarak adlandıran herkesin, şu veya bu şekilde Kur’an’ı anlamak için elinden gelen gayreti göstermesi gerekiyordu. Nitekim ilk müminler bu sorumluluğun bilincinde olarak üzerlerine düşeni yapmaktan geri kalmadılar. Onun için Hz. Peygamber’in örnekliği ve ashabının verdiği mücadele, sonraki müminler için, önemli derslerin bulunduğu bir mektep niteliğinde olmuştur.

Anlamayı mümkün kılan üç tür okumadan söz edebiliriz: Bir, metinleri okuma; iki, olguları okuma ve üç, tarihi okuma. İlk Müslümanlar metin okumalarından mahrum idiler. Zamanın şartları buna uygun değildi. Olguları okuma bakımından herkesin kendi deneyim ve yaşanmışlığı oranında okuma yapabildiğini söyleyebiliriz. Tarih okumaları ise ancak yakın tarihi kapsayacak şekilde yapılabilirdi. Çünkü geçmiş yazılı olarak kayıt altına alınamamıştı. Böyle bir imkân yoktu. Vahyin inzaliyle birlikte bu üç okuma da yerine göre yapılmaktaydı. Burada okumadan kastın sadece yazılı bir metni okumak olmadığı anlaşılmış olmaktadır. Kur’an’ın ilk emriyle birlikte sözü edilen okumayı da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Onun için Kur’an’ın oku emriyle muhatap olanlar öncelikle zihinsel bir özgürlüğe kavuşmuş oluyor ve böylece doğru değerlendirmelerin de önü açılmış oluyordu.

Müslümanların zihinsel özgürlüğü keşke hiç sekteye uğramasaydı. Hz. Peygamber’den sonra özellikle de Emevi saltanatıyla birlikte, farklı düşünen Müslümanlar üzerindeki baskılar artıyordu. En ufak eleştirilere bile en ağır cezalar veriliyordu. Hz. Ömer’in şükran ve minnetle karşıladığı “Allah’tan kork” uyarısı, tehdit ve cezayla karşılık bulabiliyordu. Ne yazık ki bu baskılar Kur’an’ı anlama yükümlülüğünü de tali bir meseleye dönüştürüyordu. Artık yavaş yavaş lafzi ve şekli ritüeller yeterli görülüyor, ruhbanlara özgü anlayış ve yaşayış tarzları yaygınlık kazanıyordu. Varoluşu anlamlı kılacak düşünsel ve eylemsel edimler önemini yitiriyordu. O günlerden bugünlere daha da pekişerek varlığını devam ettiren entegrist yapının hükmü hala devam etmektedir.

Gelenek halini almış entegrist yapıyı aşmanın en önemli yolu Kur’an’a yönelmektir. Kur’an’a yönelmek her açıdan niteliksel bir dönüş anlamına gelmektedir. Aslında her niteliksel dönüşün, aynı zamanda bir devrim anlamına geldiğini de bilmek gerekir. Kur’an’ı anlamaya çalışmakla, hayatı değiştirmeye çalışmak aynı anda devam eden bir devrimsel süreçtir. Bu süreci başlatmak demek, bu süreci ilk defa tecrübe etmek demek değildir. Hz. Peygamber ve ashabı çok zor şartlarda bu süreci tecrübe ettiler. İşte söz konusu o tecrübeler bizim için bulunmaz bir örneklik durumundadır. Onlardan beslenerek gerekli dersleri almak gerekir.

Kur’an, insan idrakinin en hassas konuğu olmalıdır. Bir hitap olan Kur’an anlaşılmak için vardır. Anlaşılmayan Kur’an’ın insana bir yararı olamaz. Bu kalkış noktasının hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gerekir. Her zamanın ve dönemin insanı, bulunduğu zaman ve dönemin dili ve algısıyla Kur’an’ın muhatabıdır. Kur’an’ı anlama yükümlülüğünü ifa ederken, anladıklarımızla bugünün toplum ve tarihinde de yerimizi almış oluruz. Kendi özgün anlamımız için geçmişte yapılmış yorumları da dikkate almak gerekir. Kur’an ilahi bir mesajdır, fakat Kur’an’dan anladıklarımız ilahi bir mesaj değildir.

Sonuç itibariyle tekrar edecek olursak, Kur’an’ı anlama yükümlülüğü, Kur’an’la ilişki kurmayı da beraberinde getirmektedir. Fakat bunun için bir donanıma gerek vardır. Öncelikle dil sorununun farkında olmak gerekir. Kur’an’ın ifade özellikleri bilinmeli, ayetlerin çerçevesi ve birbirleriyle olan ilişkisi dikkate alınmalıdır. Ayetlerin indiği ortam ve iniş sebebi, tabiat ve evrenin işleyiş yasaları gibi konularda donanımlı olmak icap eder. Bütün bu ve benzeri hususlarda olması gereken müktesebatın yanında akleden bir kalbe de sahip olmak gerekir. Fakat ne yazık ki, içinde bulunduğumuz durum ve gidişat bakımından bu donanım ve müktesebatın bizde olmadığı açıktır. Bu böyle olduğu için bizler Kur’an’ı anlama yükümlülüğünden muaf olacak değiliz. Her hal ve durumda Kur’an’ı anlama yükümlülüğü, en önemli sorumluluk olmalıdır.

Bugün sahip olduğumuz imkânlara ilk müminler sahip değildi. Her açıdan okumaya yardımcı olacak olanaklar, sadece bir tık mesafede bulunuyor. Eğer gayret edersek sayısız meal ve tefsir edinerek okuyabiliriz. Arapçayı bilmiyor olmak önemli bir eksiklik olmakla birlikte bir mazeret sayılamaz. Çoklu ve kıyasa dayalı okumalarla anlama yükümlülüğü yerine getirilebilir. Zaten yapılacak okumaların amacı genelin sorunlarına çözüm getirmek değil, özelde kişisel planda şahsiyetle ilgili soruları cevaplamak ve endişeleri gidermektir. Elbette yapılacak okumaların amacı, kafaları uçurmak için yargı kılıcını keskinleştirmek olamaz. Buradaki temel gaye, sıkça kullandığım bir tabirle ifade edecek olursam, Müslümanca bir öznel özerklik sahibi olmaktır. Bizim en büyük sorunumuz okuma yapmama sorunudur. Kesintisiz bir okuma ve dayanışma eşliğinde Kur’an’ın dile getirdiği niteliklerle yeniden tarih ve toplumdaki yerimizi alabilir ve doğru bir istikamet tutturabiliriz. Aksi takdirde mahşerde Hz. Peygamber’in, Furkan suresinin otuzuncu ayetinde Allah’a şikâyet ettiği kimselerden oluruz:

“Elçi şöyle diyecektir: “Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı yalnız bıraktı.” Furkan 30

CEVDET IŞIK / KUR’AN’I ANLAMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ

Varlıkla bismillah diyelim yazıya. Varlık, var edenin somut kelimesidir. Her kelime bir imkân ve her imkân ise bir emanettir. Varlık, yani kelime, yani emanet zayi olmamalıdır. Budur önemli olan. Bir de şunu dikkate alalım derim: Tabir caizse ressamın eseri ressama götürür. Belki sakıncalı görenler olacaktır; ama hayır, sakıncası yok varlıkla bismillah demenin. Zaten burada, sözün konusuna bir başlangıç noktası seçmektir asıl maksadımız.

Ne kadar çok varlıkla çevrilmişiz değil mi? Ne sayısını biliyoruz ne de sınırlarını. Tanıklığını yaptığımız varlıklar, bir bakıma acizliğimizin de yoldaki işaretleri gibi. İtiraf etmek iyidir: Acizliğimizi dillendirebilir, bu meyanda itiraflarda bulunabiliriz. Bence bu, sakınmamız gereken bir durum değildir. Tam aksine sakınmamız gereken, acizliğimizi örtbas ederek başka rol(ler)e soyunmaktır. Çünkü böyle yapıldığı zaman, bir hak ihlali de söz konusu olacaktır.

Hak ihlallerinin değişik şekilleri vardır. Ben, bende olmayan niteliklerin bende olduğunu söylediğim zaman, bir nevi hak ihlalinde bulunmuş olurum. Yani insan kendisine karşı yanlış bir değerlendirmede bulunduğu zaman, kendisine karşı bir hak ihlalinde bulunmuş olur. Bu anlamda insanın günahları, insanın kendisine karşı yaptığı hak ihlalleri olmaktadır. İster kendimize ve isterse başkasına karşı olsun, yapılan her hak ihlali, insanla hakikat arasında bir engele dönüşür. Çoğu zaman insan yaptığı hak ihlallerinden gafildir.

Yaratılmış olmak, sınırlarla çevrili olmak demektir. Bu yargı, benim için nesnel bir yargı değeri taşımaktadır. Sınırlı olduğum için, tıpkı İbrahim peygamber gibi, yönümü yaratıcıya çeviririm. Yön tayin etme kararı ile varoluş kaygısı, neden-sonuç ilişkisiyle birbirine bağlıdır. Karar verip bir yola girdiğimde ya var olurum ya da yok olurum. Bastığım yeri bilmem gerekir. Nereye gittiğimi bilmem gerekir. Sahip olduğum olanakları bilmem gerekir. Bu, benim farkı fark etmem anlamına gelir. Kendimi fark ederim önce. Dünya bir yaban değil, ben de bir aylak. Kendimi fark edince, yani sınırlarımı bilince, yaratıcıyı fark ederim sonra. Yaratıcıyı fark etmem acizliğimin, çaresizliğimin oluşturacağı korkulardan emin kılar. İnsandaki kendilik bilinci bu şekilde oluşurken, varoluşsal güvenlik de hakikatle perçinleşir. Hakikat, insanı koruyan bir şemsiye gibidir.

Varlıklarla ünsiyet ve dostluk, varlıkların sahibini fark etmekle mümkün olur. Bütün varlıklar O’nu işaret ediyor. Selam korosunun bütün nağmeleri O’nu terennüm ediyor. Bu beni rahatlatıyor. Hem de çok rahatlatıyor: Bir hamalın, sırtındaki yükü indirirken duyduğu rahatlık gibi. Önce zihinsel bir esenlik oluşuyor. Zihnimi puslandıran kurşuni sorunlar yok oluyor. Dünyamı karanlığa mahkûm eden dipsiz hayaller kayboluyor. Yani hayatım pastan, kirden arınıyor. Yaptığım yolculuk daha sağlam ve daha sağlıklı bir yolculuk oluyor. Onun için varlıkların sahibini, yani Allah’ı tanımayı, bilmeyi nimetlerin en büyüğü olarak görüyorum.

Her varlığın kendine has özellikleri vardır. Varlıkların kendine has özelliklerini duyu organlarımızla öğrenebiliriz. Fakat bu, varlıklarla ilgili hakikatleri bütünüyle bilme kapasitesine sahip olduğumuz anlamına gelmez. Onun için her ifademiz, bir tarafımızı gün yüzüne çıkarır. İnsanlar bu şekilde birbirlerini ifşa eder. Bütün ifşaların giderdiği merak, asıl olanla, sahih olanla, hakiki olanla ilgilidir. Merak etmek ve bundan dolayı ifşalarda bulunmak, verili insan yapısında bulunan bir özelliktir. Merak olmazsa yolculuk da olmaz. İnsanın yaptığı yolculukta üç temel dayanak vardır: Bir, verili fıtri yapı; iki, bilgi ve üç, tecrübe. Bu üç dayanak insanın en değerli sermayesini oluşturur. İnsan bu sermayeyle hakikat yolculuğu yapar. İnsanın hakikat yolculuğunda düşünsel ve eylemsel her edimin hakiki olması en önemli duyarlılık olmalıdır. Bu duyarlılığa takva da diyebiliriz. İnsanın hakikat yolculuğundaki en önemli refakatçisi yine hakikat olur. Hakikat, hem varoluşu oluşturan ve hem de varoluşu koruyan çift kanatlı bir niteliğe sahiptir.

Müslümanlar bağlamında meseleye baktığımızda, karşımıza çıkan tablonun tam manasıyla bir hezimet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Neden hezimet diyorum? Çünkü Müslümanların sözleriyle eylemleri birbirini tekzip ediyor. Sosyolojik manada hakikatin tecellisi, söz ile eylemin uyumlu olmasıdır. Örneğin bir taraftan “Allah’tan başka ilah yoktur” sözünü söylerken, diğer taraftan hayatında irili ufaklı birçok ilahın varlığına yer verirsen, bu demektir ki yürüdüğün yolda hakikatle bir ilgi ve alakan yoktur. Yani o zaman hakikat olarak kabul ettiğin değerlerin ayrı, hayat gerçekliğin ayrı olacaktır. Hayat gerçekliğini hakikat oluşturmadıkça, hakikat üzere olmak da mümkün olmaz.

Kur’an’ın Neml Suresinin yetmiş dokuzuncu ayeti Peygamber’e hitaben “Allah’a güven! Şüphesiz ki sen apaçık hakikat üzeresin” diyor. Peki, Peygamber ne yapıyor? Hayatını vahyin mesajlarına göre yaşıyor. Demek ki vahye göre hayatı yaşamak, hakikat üzere olmak demektir. Yani Müslümanlar için işin hakikati bundan ibarettir. Vahiy, olduğu gibi, hiç değişmeden bugün de elimizde bulunmaktadır. En güzel örneklik olarak Peygamberin hayatına da vakıf bulunuyoruz. O zaman neden akla ziyan sorunlar yaşıyoruz? Üstelik bu sorunlar, yüzyıllardır var olan sorunlardır. Bugün icat edilmiş sorunlar değildir.

Her zamanın gerçekliği farklıdır. Dün bu günle, bu gün yarınla aynı olmaz. Değişim hayatın değişmeyen dinamiğidir. “Değişim dışında her şey değişir.” İslam’ın evrenselliği, yani bütün zamanları ve bütün uzamları aşan özelliğini nasıl anlamalıyız? Değişim dinamiğinin oluşturduğu yeni durumları anlamak ve yorumlamakla bu mümkün olabilir. Bunun hukuk dilindeki ifadesine içtihat diyoruz. Bu içtihat sorunuyla ilgili iki hususu karıştırmamak gerekir. Birincisi, kamusal hayatı ilgilendiren içtihatlar; ikincisi, bireysel hayatı ilgilendiren içtihatlar. İçtihat derken önümüze aşılmaz engeller koymanın bir anlamı yoktur.

Kendimizle ilgili, ailemizle ilgili, toplumumuzla ilgili verdiğimiz bütün kararların bir nevi birer içtihat olduğunu söyleyebiliriz. Yaptığımız içtihatların hakikatle olan bağını görmemiz yeterli olacaktır. Esas olan, insanın hayatını ilkeli yaşamasıdır. Fakat ilkeler arasında o kadar çok teferruat vardır ki, nerdeyse hayatın bütününü oluşturmaktadır. Zaten içtihatlar ilke ve esaslarla ilgili değil, teferruatla ilgili olmaktadır. Kültür ve medeniyetin temelini de yorumlar oluşturmuyor mu? Hayatın ilkeler arasındaki alanda yapılan hakikat arayışı, insanın aynı zamanda sınavı olmaktadır. Hakikate dönüş derken hayatın bu geniş ve engebeli alanında, insanın doğru bildikleriyle arz-ı endam etmesi akla gelmelidir.

Hakikatle ilgili zihinsel bir duruluğa ulaşmak önemlidir. Aksi takdirde neyin söylendiği anlaşılmayacaktır. Hakikat, şekli şemaili, ağırlığı ve ebatları belli olan bir şey değildir. Aynı zamanda hakikat bir tek şeyle de ilgili değildir. Algıladığımız veya algılamadığımız varlık, hayat, olay ve olgu gibi sözünü ettiğimiz her şeyin bir hakikati olduğunu kabul etmek gerekir. Anlaşmazlık konusu olan bir davanın aslını öğrenmek demek, o davanın hakikatini öğrenmek demektir. Bir trafik kazasının sebeplerini öğrenmeye çalışmak demek, o kazanın hakikatini öğrenmeye çalışmak demektir. Tarihte yaşanmış bir olayı araştırırken, o olayın hakikatini öğrenmek için araştırırız. Bu örnekleri her varlık, olay ve olgu bağlamında çoğaltmak mümkündür. Neticede yapmak istediğimiz şey hayat ve hakikat ilişkisine dikkat çekmektir.

Hakikate dönüş sorunu, küresel çaptaki en önemli sorunu oluşturmaktadır. Ralph Keyes bu sorunu görmüş olmalıydı ki, hakikat sonrasıyla ilgili bir kitap yazma ihtiyacı hissetmiştir. Posttruth (hakikat sonrası), ne yazık ki kanıksanarak yaygın bir yaşam tarzına dönüşmüştür. Seküler hayat tarzıyla oluşan sınırsız istekler, hakikat kaygısının lüzumsuz olduğu kanısını bilinç düzeyine çıkarmıştır. İnsanlar, belirlenen standartları oluşturmak için her yolu mübah görmeyi sorun olarak görmüyorlar. Müslümanlar da aynı akışta canlarını dişlerine takarak gayret etmektedir. İslam kültür ve medeniyetini oluşturacak ilkelerin adından başka bir şey kalmamıştır. Hakikatin defin merasimi yapılmış ve nostaljik bir değer olarak müze raflarına kaldırılmış gibidir.

Yüz milyonlarca Müslümanın yaşadığı şu dünyada, İslami hakikatlerden söz edememek kadar büyük bir utanç ve garabet olabilir mi? İslami hakikatlerin temsil makamında olmaması, Müslümanlar için bir sorun olması gerekirken, gayet normal görülebilmektedir. Müslüman halklar bir taraftan mikro milliyetçiliklerle putlar çoğaltırken, diğer taraftan uyuşmuş, körelmiş bilinç vesilesiyle makro kölelikler biriktirmektedir. Bireysel olarak çok değerli ve makbul olanların varlığı, toplumsal olarak değerli ve makbul olmaya yetmiyor. Herkes iradi bir tavırla sorumluluk almalıdır. Başta Müslümanlar olmak üzere bütün insanlık hakikate dönüş yapma iradesini aktif hale getirmelidir. Bunun en basit adımını bilinen doğruları sahiplenerek atmak mümkündür. Önce her insan evrensel değerleri hayata geçirmeli, sonra da gerekiyorsa yerel değerlerle takviye etmelidir. Böylece hakikate dönüşün startı verilmiş olur. Müslümanım diyenler için hakikate dönüş demek, vahyin değerlerine dönüş demektir.

CEVDET IŞIK / HAKİKATE DÖNÜŞ

İnsanlığın topluca bir dönüş yapma gereksinimi vardır. Çünkü şaşkınlık sebebi olan bir gidişi var insanlığın. Kur’an’ın tabiriyle ‘bu gidiş nereye’ dedirten endişeli bir gidiş. İnsanlık için hayat mayınlı bir tarlaya dönüşmüş. İnsan psikolojisi dalgalı bir denize dönüşmüş. Güvenlik olmadığı için huzur da yok. Ruhsal güvenlik ve huzurun olmadığı yaşama yaşam denir mi? Böyle bir yaşama yaşam denecekse, ancak diken üstü bir yaşam denebilir. Dünyaya vaziyet eden güçlerin tek kaygıları, hem insanlığı hem de doğayı tahakkümleri altına almaktır. Durum böyle olunca, gücü ellerine geçirenler için hiçbir sınır ve kayıt söz konusu olmuyor. Bu gidişle oluşan gerçeklik ise ürküten bir gerçeklik oluyor. Onun için insanlığın topluca bir dönüş yapma gereksiniminden söz ediyoruz.

Bütün insanlığın bir dönüş iradesi göstermesi mümkün müdür? Şüphesiz bu, çok zor bir durum olmakla birlikte, imkânsız bir durum değildir. Bunun için en temel özellik veya nitelik, asgari düzeyde bir vicdana sahip olmaktır. Allah insanı yaratırken, verili bir doğuştanlıkla yaratmış. Bu verili doğuştanlık, insana emanet edilmiş çok önemli bir sermayedir. Bu sermayeye haram katılmadığı sürece bütün insanlık için bir dönüş iradesi ve dolayısıyla bir çıkış yolu mümkündür. Ama öncelikle insanın sahip olduğu doğuştanlığın bozulmaması gerekiyor. İnsanın doğuştanlığı bozulmadıkça, insanlık ailesi olduğu bilinciyle bir dönüş iradesi imkânı da her zaman olacaktır. Bu imkânın, potansiyel olarak zalimler için caydırıcı bir güç olduğunu hem fark etmek hem de fark ettirmek önemlidir. Zaten bu farkına varma olmadan sorumluluk da olmaz.

Doğuştanlığı ve dolayısıyla vicdanı bozulmamış insanlığın anavatanına İslam diyoruz. Asıl olan bu anavatana dönüş yapmak ve barış içinde bir hayat sürmektir. Bütün heterojenlikleri doğal karşılayan İslam’ın, insanlık için zorlayıcı hiçbir hükmünün olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Bazı tarihsel yanlış ve yanılgıları İslam’a mal etmek, insanın kendisini inkâr ve imha etmesi anlamına gelir. Çünkü insan anladığı kadar yaşar ve anladığı kadar tarih yapar. İnsana ait bu özelliğin, İslam olarak kabulü son derece haksız bir değerlendirme olacaktır. Böylece bir taraftan İslam ipotek altına alınırken, diğer taraftan insan da haksız bir konuma çıkarılmış olur. Her haksız konumlanış bir inkârın sonucudur. Bütün inkârların sonucunun ise imha olması kaçınılmaz olacaktır. Rabbimiz Teâlâ şeytanın şahsında bu durumu haddini bilmezlik olarak bizlere haber veriyor.

Her insan kendi zamanında kendi gerçekliğini yaşar. İnsan kendi gerçekliğinde iki şey yapar: Bir tanesi geçmişi yani tarihi okumak, diğeri ise günceli okumaktır. Bu hep böyle oldu ve hep böyle olmaya da devam edecektir. Geçmiş de gelecek de insanın sorumluluk alanları değildir. İnsanın sorumluluk alanı yaşadığı an ve zamandır. İnsanın insan olarak, insanlık düzeyini muhafaza etme sorumluluğu bunu gerektirmektedir. Hiçbir kimsenin başkalarının yaptıklarından sorumlu olması söz konusu değildir. İnsanın insanlık düzeyini muhafaza etmesinde, hem olmuş olanın ve hem de olmakta olanın doğru anlaşılması önemlidir. İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak kendisine verilmiş olanı –aklı/kalbi- kullanmadığı zaman, insanın diğer varlıklardan bir farkı kalmaz. İnsanın sahip olduğu farka, insanın istisna hali diyebiliriz. İnsanın istisna hali, insanı sıradan biri olmaktan, bir şeyleşmekten koruyan bir haldir. İnsanın bu istisna hali, insanın özneliğini, özgünlüğünü, özgürlüğünü ve özerkliğini oluşturur. İslam, insanı bütün bu nitelikleriyle koruyan bir şemsiye gibidir. Bugün insanlık İslam şemsiyesine her zamankinden daha çok muhtaçtır. Çünkü insanın yaşadığı hayat, varoluşsal tehditler sağanağı altında yaşanmakta olan bir hayattır. İslam’a dönüş çağrısının en önemli gerekçesini varoluşsal tehditler sağanağı oluşturmaktadır. Onun için bu çağrı boş bir çağrı değil, anlamlı ve gerekli bir çağrıdır.

İslam’a dönüş çağrısının birinci ayağını bütün insanlık oluştururken, ikinci ayağını ise paradoksal olarak Müslümanlar oluşturmaktadır. Neden paradoksal olarak Müslümanlar oluşturmaktadır? Çünkü İslam’ın çağrısını kabul etmeden Müslüman olunmaz. Müslümanlar doğal olarak, İslam’ın çağrısıyla varoluş sahibi olmuş kimselerdir. Yani Müslüman demek, İslam’da olmak demektir. Bir yerde olanı aynı yere çağırmanın bir mantığı var mıdır? Teoride bu böyle ise de pratikte bu böyle olmuyor. Üstelik bu paradoksal durum sadece bugünün sorunu da değildir. Ama bu paradoksal durum günümüzde en tepe noktaya ulaşmıştır. Bunun birçok sebebi var tabi. Mesela tembelliği ve ataleti oluşturan erdemle özdeş görülen mistik edilgenlik bunlardan birisidir. Gelenekle modernizmin oluşturduğu kıskaç da bir başka sebeptir. İslami kavram ve kurumlardan yoksunluk da bu meyanda zikredilebilir. Bütün bu yoksunluklar pek tabi beraberinde savrulmaları da getirmiştir. Edilgen şizofrenik varlıklara dönüşüm de bundan sonra başlamıştır. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki Müslümanlar, İslam’a dönüş çağrısının ikinci ve en zor ayağını oluşturmaktadır.

İnsan ilişkisel bir varlıktır. Kendisi başta olmak üzere bütün varlıklarla ilişkide bulunur. İlişkilerin temel sebebi, genelde anlamlı ve güzel bir hayat yaşamaktır. Her insan yaşadığı hayatın öznesidir. İslam, özne olan Müslümanın ilişkilerini ahlaki temeller üzerine oturtur. Bu demektir ki, Müslümanın ilişkilerinde daima bir amaçlılık vardır. Bütün amaçların nihai istikameti ise kulluğun sebebi olan Allah’ın hoşnutluğudur. Dolayısıyla yer ve zaman ne olursa olsun, Müslüman bu istikametten ayrılmaz. İşte bütün davranışların çekim merkezi olan bu temel amaç ahlakın gerekçesini oluşturur. Yani netice itibariyle Müslüman ahlakileşen insan demek oluyor. Bu esas dikkate alınmak suretiyle Müslümanla her türlü ilişki ve diyalogu kurmak son derece kolaydır. Tabi bu yargımız işin doğası gereği böyledir. Ama bugün Müslümanlar için, doğallığını muhafaza eden şeylerden bahsetmek nerdeyse imkânsızdır.

Öncelikle Müslümanlar kendi aralarında farz düzeyindeki ilişkilerden yoksun bulunmaktadır. Oysa vahyin apaçık emirleriyle Müslümanlar kan bağından oluşan kardeşlikten daha öte bir kardeşlik bağıyla ilişki içinde olmalıydılar. Tevhidin somut bir göstergesi olarak bir ümmet olmalıydılar. Bir duvarın yapı taşları, bir vücudun organları gibi birbirlerinden haberdar olup hemhal olmalıydılar. Her gün bu hedeflerin tahkimi için beş defa Allah’ın huzuruna çıkıp söz vermekteydiler…

Ama görüldüğü üzere olmuyor işte. Her şey havada asılı kalıyor. Çünkü anlamına varamadığımız bir takım güncel ve tarihi oluşumları Nuh’un gemisi kabul edip sorumluluklardan da kurtulduğumuzu zannediyoruz. Bütün zanlarımız önce bizi hakikatten, sonra da bizden uzaklaştırmıştır.

Bugün müslümanlar en basit insani ilişkileri gerektiren diyalogları bile gerçekleştiremiyor. Müslüman Müslümana, Müslüman kimliğiyle yaklaşamıyor. Sırtımızda bagajlar var. O bagajlarla hareket kabiliyetimizi yitirdiğimizi görmüyoruz. Bunun bir felaket olduğunu anlamıyoruz. Müslüman olmayanlarla diyalog kurmak daha rahat ve kolay oluyor. Ne bir usulümüz ve ne de bir üslubumuz olmadığı için yüz yüze gelerek, birbirimizin gözlerinin içine bakarak konuşamıyoruz. Birer puta dönüşmüş egoların tutsağı olduğumuzu görmemiz gerekir. Tahammül desen sıfırı tüketmiş. Bu böyle olduğu için katıldığımız herhangi bir şeyimiz de olmuyor. Katılmayınca katma imkânını da elden kaçırıyoruz. Bir ürüne dönüşmüş ne bir nimet ve ne de bir külfet olmayınca katlanma zahmetinden de kurtuluyoruz.

Seyyid Kutub’un İslam-Kapitalizm Çatışması kitabındaki şu sözleri ne kadar da doğru:”Öteki insanlar nezdinde hakir görülmemize aklım eriyor da, kendi kendimizi aşağılık görmemizi bir türlü izah edemiyorum.” (s.33) “Biz, bugün insanlık sofrasında bağışlayan cömertler değil, obur dilenciler durumundayız.” (s.36) Yarım asır önce söylenmiş bu sözlerin bugün için daha da derinleşerek sürmekte olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım. Büyük bir cehalet çukurunda olduğumuzu da haddimi aşarak belirtmem gerekiyor. Şahıslardan veya özellikle işaret ettiğim herhangi bir oluşumdan söz etmiyorum burada. Genel görünümden söz ediyorum. Biz müslümanca bir varoluşu gerçekleştirmek bir tarafa, insanca bir duruştan bile mahrumuz. Burada Mutahhari’nin Gaybi Yardımlar kitabından da çok çarpıcı bir tespite yer vereyim: “Acaba cehaletten kötü bir şey var mıdır? Evet, vardır ve onun adı bağnazlıktır.” Hepimizin bu bağnazlık üzerinde uzunca düşünmesi gerekir. ‘Ben bağnaz değilim’ diyerek paçayı sıyıracağımızı sanma gafletini göstermeden düşünmeliyiz.

Sayısız bağnazlıklar dolayısıyla İslam’a dönüş çağrısının ikinci ayağı olan Müslümanların İslam’a dönüş iradesini çok zor da olsa harekete geçirmek gerekir. Bunun için her türlü mitik ve mistik virüsten arınmak ilk iş olabilir. Bu arınma, birçok alanda dönüş iradesiyle mümkündür. Dönüş irade ve kararlılığı olmadan özgürleşmek de mümkün olmaz. İslam’ın dönüş çağrısını gerektiği gibi idrak edebilmek için, eklemlendiğimiz bütün yapılar terk edilmelidir. Kapsamlı bir arınma seferberliği ile yeni başlangıçların önü açılmalıdır. Ancak her yeni başlangıçla birlikte, yeni ufuklarla tanışmak, karşılaşmak mümkün olur. Emek vermeden, zahmet etmeden rüya bile görülmez. Tıpkı bunun gibi radikal dönüşler ve radikal başlangıçlar yapmadan da yeni ufuklar hayal edilmez. Hayali yapılmayanla ilgili umut beslemek ise büyük bir avunmadan başka bir şey olmaz. Sonuç: İslam’a dönüş çağrısı için ilk adım olarak, entelektüel bir savaşın kapısını çalmakla yola çıkılabilir. Rabbim kolaylık versin!

CEVDET IŞIK / İSLAM’A DÖNÜŞ ÇAĞRISI

Hayatın somutlaşan en önemli özelliği harekettir. Bir yerin, bir varlığın, bir canlının hayat sahibi olduğunu söylemek için, her şeyden önce sahip olduğu hareketlilik dikkate alınmalıdır. Yani hayat ve hareket, tabir caizse siyam ikizleri gibidir. Bir yerin, bir mekânın canlılığından, hayat sahibi olmasından söz etmek, kimileri için tuhaf görülebilir. Çünkü neticede herhangi bir yerin, yer olmaktan öteye bir hükmü yoktur. Oysa hayat öncelikle bir canlılığı gerektirdiğine göre, bir yerin hayat sahibi olması ne anlama gelir? Bir şeyin ne anlama geldiğini bilmek için, insanın yaptığı arayışa anlam yolculuğu diyoruz. Hayatın kendisinin bir anlam arayışı olması yanında, bu anlam arayışının da anlamını bilmek önemlidir. Bu başka bir konu. Belki daha sonra bu konu üzerinde de durabiliriz.

Herhangi bir yerin hayat sahibi olması, o yerin kendisiyle ilgili olmayıp, o yerin üstünde yaşayan insanlarla ilgili bir durumdur. Özelikle de o yerin üstünde yaşayan insanların sahip olduğu öznel yapı ve bu öznel yapıdan kaynaklanan yaşam tarzıyla ilgilidir. Yani hayatın hayat olarak nitelenmesi aslında insanla ilgili bir durum olmaktadır. İnsan, nasıl bir hayata sahip ise bulunduğu yer de öyle bir hayata sahip olmuş oluyor. İnsan-varlık ilişkisinde, varlığın nesnel durumu insanın öznel durumuna tabi olarak bir nevi yeni bir niteliğe sahip oluyor. Herhangi bir yer veya varlığa değer katılması, insanın özne olduğu, yer veya varlığın ise nesne olduğu bir ilişkinin sonucudur. Bunun tersi bir durum mümkün olabilir mi? Yani yer ve varlığın özne, insanın nesne olduğu bir durum mümkün olabilir mi?

Böyle bir durum mümkün olmaz. Ancak insanın nesneleştiği böyle durumlar için, nesnenin nesneyle ilişkisinden söz edilebilir. Nesnenin nesne ile ilişkisi değersel bir ilişki değil, reflekse dayalı bir içgüdüsel ilişkidir. Bu durumda bilinçsel edimler sınıfına girecek bir etkisel ve tepkisel ilişki söz konusu olmaz. Olsa olsa birinin diğerine karşı üstünlüğünden söz edilebilir. Yani herhangi bir nesne bir diğer nesneye bağlı olduğunda, kendisine bağlanılan nesne üstün nesne olur. Mesela eğer insan nesneleşerek bir nesneye bağlanırsa, o zaman insanın bağlandığı nesne, nesneleşen insandan daha üstün olur. Daha da somutlaştırırsak; insan para, mal, mülk benzeri nesnelere hayatını bağlarsa, yani insan için bu nesneler araç olmaktan çıkıp amaç olursa, bu nesneler insandan daha üstün bir duruma gelmiş olur. Bu tür örnekleri çoğaltıp çeşitlendirmek mümkündür.

Meseleyi şu şekilde sürdürmeye çalışalım: Yaratılmış her varlığın kendine özgü bir yapısı vardır. Bilindiği üzere Kur’an, her varlığın kendine özgü yapısını fıtrat olarak izah etmektedir. Her varlığın kendine özgü bir yapısının olması, o varlığı özne yapmaz. Özne olmanın gereği; düşünmek, karar vermek, tercihte bulunmak ve eyleme geçmek, bir değişim ve dönüşüm iradesini işlevsel kılmaktır. Bütün bunlar için de akıl ve iradenin kullanımına ihtiyaç vardır. Nesne için öznenin özelliklerinden söz edemeyiz. Bir ‘nesne’ durumunda olan, bir ‘şey’ durumunda olan varlığın, kendisinden kaynaklanan bir değişim ve dönüşüm sorunu olmaz.

Nesne, yapısı gereği nesneldir. Çünkü nesnenin sahip olduğu özellikler her zaman ve her yerde aynıdır. Her insanın nesne yaklaşımı ve nesne tanımı nesneldir. Bir taşın, taş olarak bütün insanlar nezdinde tanımı aynıdır. Yani özü itibariyle nesne olan bütün varlıklar hakkında herhangi bir ihtilaf söz konusu olmaz. Özneye gelince, özne yapısı gereği özneldir. Özne durumundaki her varlığın sahip olduğu öznellik, farklılıkları oluşturan yegâne kaynaktır. Kültür dediğimiz hayatın farklı yaşantıları, öznenin öznellik özelliğinin bir sonucudur. Yani hayat dediğimiz zaman akla gelmesi gereken özne olmalıdır. İçerik bakımından öznenin nesneleşmesi, hayatın en büyük felaketidir. Bu durumda insan robotlaşırken, hayat da doğal olarak monotonlaşır.

İnsan şu veya bu sebepten nesne haline geldiği zaman, yapısal manada bozulmuş olur. Oysaki mutlak özne olan Allah, insanı akıllı ve iradeli yaratmış ki, bir özne olarak varlık sahibi olsun. Onun için göz vermiş, kulak vermiş, duygu ve düşünme yeteneği vermiş… Yani Allah, insanın bir özne olarak varlık sahibi olması ve tercihlerde bulunmasını dilemiştir. Şimdi bu sözünü ettiğim öznellik, hayattan kopuşun yaşandığı en önemli başlangıç noktasını oluşturmaktadır. İnsan öznelliğini kaybedince, insanlığını yani hayatını da kaybetmiş olmaktadır. Onun için insanın hayata dönüşünden söz ederken, aslında insanın öznelliğine dönüşünden söz etmiş oluyoruz.

Bütün insanlar biyolojik olarak benzer durumdadırlar. Benzer durumda olan insanların, her açıdan aynı olduğunu kabul etmek, büyük bir yanılgı olur. Hiçbir insanın bir başka insanla parmak izi bile aynı değildir.

Aslında bütün insanlar hem benzer olma özelliklerine hem de farklı olma özelliklerine sahiptirler. Şimdi biz, bu malum nesnel bilgileri değerlendirecek olursak, nasıl bir yargı oluşturabiliriz? Benzerlikler de farklılıklar da insanları birbirine yaklaştırır: Benzer olma taraflarıyla insanlar hazır bir tanışıklık durumuna sahip olur. Farklı olma taraflarıyla da tanışıklığın gerekçesine sahip olur. Sonuçta aynı yöne doğru bir gidişten söz edebiliriz.

Belki şu yargı hiç unutulmayacak bir yargı olmalıdır: Ey insan! Farklılıkları tehlike ve tehdit olarak görme! Farklılıkları ortadan kaldırmaya heves etme! Aynılaştırma, tektipleştirme diye bir derdin olmasın!

Bütün benzer yanlarına rağmen birbirinin aynısı olmayan insanların, ruhsal ve düşünsel yanlarıyla birbirinin aynısı olması olasılığından söz etmek mümkün olabilir mi? İnsan sayısı kadar farklı fikirlerin, farklı hayatların, farklı âlemlerin var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Eğer bir değerlendirmeye tabi tutulacak olursa, her insanın hayatı, insanın sahip olduğu fikir ve düşünce bağlamında ele alınıp değerlendirilmelidir.

Her insanın sahip olduğu bir hayattan söz etmek için, o insanın sahip olduğu hayatın, o insanın sahip olduğu öznellikten kaynaklanması gerekir. Her insanın sahip olduğu hayat, kendi öznelliğinden kaynaklandığı zaman, o insanın hayatı özgün bir hayat olur.

Aksi takdirde insan, hayat olduğunu zannettiği bir hayata sahip olur: Ne yazık ki, günümüzde insanların ekseriyetinin hayatı böyle bir hayattır: Zanna dayalı hayat. Zanla nereden nereye gidilebilir? Zan, temelsiz bina misali en küçük bir sarsıntıyla korkunç yıkımların en önemli tetikleyici sebebini oluşturur. Şeytan belki de en çok insanın zan ile hareket etmesi için çaba sarf eder. Konu çerçevesinde Kur’an’daki Âdem kıssası çok önemli dersler içermektedir.

Eğer bir ihtiyaç ise hüsnüzan insanın neyine yetmez? Suizan ise bir virüs gibi, önce birey bazındaki düşünsel yapıyı, sonra da toplum bazındaki ahenkli yapıyı bir yıkım süreciyle baş başa bırakır.

“…(Birbiriniz hakkında kötü) zandan kaçınınız. Unutmayın zannın bir kısmı ağır bir vebaldir…” (Hucurat,49:12)

Hayatın devam eden akışında yapılan tercihlerin suizanla değil, doğru bilgiyle yapılması çok önemlidir.

İnsanlar arası ilişkileri mümkün kılan haberlerin ne kadar doğru olup olmadığının önemini hiçbir zaman unutmamak gerekir.

“…Fasığın teki size (önemli) bir haberle geldiğinde, durup gerçeği araştırın!…” (Hucurat, 49:6)

Haber kaynağının güvenilir olmasıyla birlikte, haberin veriliş şekli, ortamı ve dili de güven sarsıcı değil, güven verici olmalıdır. Çünkü insan, hakikati bütün yönleriyle kuşatma gücüne sahip değildir.

İnsanın sahip olduğu iyi niyet insanın açıklarını kapatmaya yetmez. Onun için güvenilir kaynak, güvenilir bilgi ve güvenilir haber diyoruz.

Güven temelli hayatın en önemli harcını iman oluşturur.

İmanı, sadece ‘Allah’a inanmak’ tabiriyle sınırlayan bir anlayışla hayatın tanzimi mümkün değildir.

İman, hayatın bütününü kapsayan dinamik bir özelliğe sahiptir. Onun için sözlü olarak imanın ifade edilmesiyle yapılan iş; evet-hayır, kabul-ret, varlık-yokluk bağlamında yapılmış bir irade beyanıdır. İnsan, irade beyanıyla birlikte hayat nehrinin akışına da katılmış olur.

Birey imanla birlikte, hayatın bütününde Allah’ın hoşnutluğunu en önemli ölçüt haline getirir.

Hayatın bütünü derken, insanı ilgilendiren bütün bir ilişkiler ağı akla gelmelidir. Bu manada şahsiyet olarak sekülerlikle bir ilgi ve alaka kurma çabası boşuna bir çabadır.

Müslümanlar için hayatın rengini iman oluşturur. İmansız bir hayat olmadığı gibi, hayatsız bir iman da söz konusu değildir. Yani imanla hayat birbirini gerektiren bir işteşlik durumunu ifade eder. İnsanların geneli için hayata dönüşün anlamı insanın ‘kendisi’ olmasıdır. Yani kendisini ne ile tanımlıyorsa, öyle olmasıdır. Müslümanlar için hayata dönüşün anlamı ise imanın kişide ve kişinin de hayatta özne olması anlamına gelmektedir.

Küresel düzeyde etkili olan neoliberal postmodern dünya, hem insanı hem de hayatı tutsak etmiştir. Bu tutsaklık kas gücünün oluşturduğu bir tutsaklık değildir. Bütün bir hayat doğum ile ölüm arasına sıkıştırılmıştır. Demek ki hayatı sadece doğum ile ölüm arasından ibaret kabul etmek bir tutsaklık anlamına gelmektedir.

Dünyanın bir hapishane, insanın tutsak olduğu bir hayatta özgürlük söz konusu olabilir mi? Hayatı seküler bir zihniyetle yaşamak, zincirleme sorunlarla boğuşmak demektir. Seküler zihniyet ölümü mutlak yokluk algısıyla gördüğü için, büyük bir ümitsizlik karanlığına sebep olmaktadır. Onun içindir ki, gün yüzünü görmek bir türlü mümkün olmuyor. Böylece hayat ufuksuz hale gelerek hayat olmaktan çıkıyor. Seküler zihniyet, hayatı ölümden önce öldüren bir zihniyetin ifadesi omaktadır. Aslında gerçekleşen insanın ölümüdür. Burada bedenin değil, ruhun ölümüdür söz konusu olan. Ruh ölünce değer ölüyor, düşünce ölüyor, anlam ölüyor. Böylece insan için bir yabancılık süreci başlıyor.

İnsan, tutsağı olduğu seküler zihniyetten kurtularak hayata dönüşünü yapmalıdır. Bütün ilişkilerini barış temelli bir anlayışla sürdürmelidir. İnsanın, hırslarını tatmin etme şansı hiçbir zaman olmamıştır. Bundan sonra da olması mümkün değildir. Çünkü hırs savaşı gerektirir. Savaş ise yıkım demektir. Sürekli yıkmakla kozmos değil, kaos oluşur.

İnsan, değerlere dönmek suretiyle hayata da dönmüş olacaktır. Bu değerlerin en başında da Allah gelmektedir. Allah’ı bilmek ve Allah’ın hakkını teslim etmek gerekir. Bütün bir mülk O’nundur. Onun içindir ki her türlü sahiplenici ve hükmedici hevesten uzaklaşmak gerekir.

Müslümanların hayata dönüşü demek, Müslümanların Kur’an’a dönüşü demektir. Çünkü Kur’an hayat için nazil olmuştur. Hayatı hayat yapacak olan değerlerin kaynağıdır Kur’an. Müslüman olmak demek, Kur’an’ın çizmiş olduğu sınırları bilmek, anlamak ve tercih etmek demektir.

İnsan hariç, diğer bütün varlıklar, özgün yapılarıyla var olmaya devam etmektedir. İnsan, olması gereken özgün yapıyı muhafaza edememiştir. Her zaman insanının en büyük çelişkisi, olduğunu söylediği şeyi olmaması olmuştur. İnsanın hayata dönüşü, olduğunu söylediği şeyi olduğu zaman mümkün olacaktır.

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” ( Hac,22:46)

İnsanın neyi niçin yaptığını bilmesi, yaşadığı hayatın anlamını oluşturduğu için çok önemlidir. İnsanın neyi niçin yaptığını bilmesi, aynı zamanda hem bilinçle hem de amaçla ilgilidir.

İnsan merak eder. Çünkü merak etmek temel insani bir niteliktir. Merak etmek tanıma ve bilme isteğidir. Tanıma ve bilme isteği ise insan için harekete geçme nedeni demektir. İnsan hayatı yapılan bir yürüyüşten ibarettir. İnsan bir yerdedir ve o bulunduğu yerden başka bir yere doğru hareket etmektedir. Şayet insan yürüyorsa, bir yerden bir yere gidiyorsa, o zaman canlı olmanın gereklerini yapıyor demektir. Bütün canlıların yaşamsal yürüyüşünün, yani hareket halinde oluşunun temelinde farklılık vardır.

İnsanın yürüyüşü, sadece bedensel olarak yapılmıyor, aynı zamanda zihinsel olarak da yapılıyor. İnsanın zihinsel olarak yaptığı yürüyüş, insanın içine doğru yaptığı yürüyüştür. Bu zihinsel ve içe doğru olan yürüyüş, insan için hayatın temel dinamiği durumundadır. İnsan, dışındaki yürüyüşten önce içindeki yürüyüşü başlatır. Hedef tespiti yapar. Yaptığı hedef tespitini doğru kabul ettiği değerler üzerinden yapar. İnsanın dürüst olup olmaması, kabul ettiği değerler üzerinden yaptığı yürüyüşle belli olur. Dürüst insanın yürüyüşü, “öz”ü olarak kabul ettiği değerlerle uyum içinde olur. “Öz” olarak herhangi bir değere sahip olmayan insanların tutarlı bir yürüyüşe sahip olması beklenmemelidir.

İnsanın kendi iç yürüyüşü olmadan dışındaki yürüyüşü yapması mümkün olsa da anlamlı olmaz. Bütün yürüyüşler hem anlamlı hem de değerli olmalıdır. Her yürüyüş, yapılan bir keşif çalışması gibidir. Allah, insana yeryüzünü gezmeyi ve yeryüzünde nelerin olup bittiğini öğrenmeyi ve bundan ders almayı, ibret almayı emreder. Daha doğrusu insan insanlığını yitirmemişse, yeryüzü yürüyüşünden ders almaması mümkün değildir.

Tanımak, ders almak, ibret almak yani hayret etmek için yapılan keşiflerle insan nihai anlamda kendisini ve yaşadığı hayatı tanır. Bu tür zihinsel ve coğrafik gezi ve keşifleri sürekli hale getirmek, hayatı hem tekdüzelikten hem de lüzumsuz yüklerden kurtarır. Hayatı ağırlaştıran, çekilmez hale getiren ekseriyetle yüklenilen lüzumsuz yüklerdir. Hayatın dünyaya bakan yüzünde insan sürekli bir bilgilenme eylemi içinde olur. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, insanın elde ettiği bilgiyi kullanma biçimidir.

Her bilginin istismar edilecek bir tarafının olduğunu unutmamak gerekir. Neticede bilgi demek güç demektir. Elde edilen gücün kullanılma biçimi hayat sınavının da bizatihi kendisi oluyor.

İnsan ne yazık ki, güç olarak izah ettiğimiz imkânları yanlış kullanarak, hayattan kopmuş ve uzaklara düşmüştür. Çünkü olması gereken hakiki hayat tasavvurunu yitirmiştir. İnsanın hayata dönüşü, sahip olduğu imkânlar üzerinden adil bir hayat yürüyüşü ile mümkün olacaktır.

Adil bir hayat yürüyüşü için doğru bir Allah tasavvuruna sahip olmak gerekir. Yani önce Allah’ı bilmek ve tanımak gerekir. O’nun hakkını kabul etmek gerekir: Bütün varlık âlemini yaratan, mutlak hüküm ve hikmet sahibi olarak Allah’ı bilmeden adil bir hayat yürüyüşü mümkün olmaz.

Sahih bir Allah tasavvuru olmadan insanların tanrılık hevesinin önüne geçmek olası değildir. Allah, bu konuda insanın heba olmaması için vahiy indirmiştir. Vahiyle birlikte dosdoğru yol bildirilmiştir. Fakat burada bazı sorunlar söz konusu olmaktadır. Vahyin yol göstericiliği bile araçsallaştırılmak suretiyle vicdansız bir istismar söz konusu olmaktadır.

Hayata dönüş derken insanın muhatap olacağı istismarlara karşı uyanık olması gerekliliği de kendiliğinden ortaya çıkıyor. Vahyin insan için olduğu neden unutulur? Buradaki insan tabirinin altını çizmek gerekir. Çünkü vahiy bütün insanlar için nazil olmuştur. Bu demektir ki, her insan bizatihi kendisi vahiyle muhatap olmak zorundadır. Fakat geçmişte ve günümüzde vahyin tekel altına alınmasının oluşturduğu sorunlar yüzünden, vahyin mesajından uzaklaşıldığını üzülerek görmekteyiz.

İnsan genelinden Müslüman özeline dönerek şunu söyleyelim: Müslüman olmak demek bizatihi vahyin mesajıyla muhatap olmak demektir. Vahiyle birlikte çizilmiş sınırları kabul etmek demektir. Fakat durum bundan ibaret görünmüyor. Neden acaba? Çünkü vahyi tekelleştirenler insanı da birer nesne olarak görüp ipotek altına almayı başarmışlardır. Onun için de Müslüman hayata dönüş yapamıyor. Müslümanın hayata dönüşü ancak vahye muhatap olmasıyla mümkün olacaktır.

Yapılacak olan şey bellidir: Müslüman önce vahyi anlamak için zihnini ve gönlünü açmalıdır. Kur’an’ın, Peygamber’in, Müslümanların ve diğer insanların hayat yürüyüşünü çok ciddi olarak okumalıdır. Her Müslüman kendi hayat yürüyüşünü yapmalıdır. Bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor: Bugün Müslümanlar kendi hayat yürüyüşlerini değil, başkalarının hayat yürüyüşünü yapmaktadır. Bunu görmeden, anlamadan hayata dönüş yapmak da mümkün olmayacaktır. Müslümanın hayata dönüş olgusu, vahye dönüş olgusu ile aynı anlama gelmektedir.

CEVDET IŞIK / HAYATA DÖNÜŞ

Öğrenmeyi Öğrenmek

“BENDEN FELSEFEYİ öğrenmiyeceksiniz” demiş örgencilerine Immanuel Kant, “ama benden nasıl felsefe yapılacağını öğrenecek, tekrar edilecek düşünceleri değil, düşünmeyi öğreneceksiniz. Kendi payınıza düşünün, kendi payınıza inceleyin, kendi ayaklarınız üzerinde durun.” Bu sözler isabetli bir tavsiyeyi, yerinde bir uyarıyı içinde barındırır gibi görünüyor. Ama bu sözler insanlar için ancak belli bir aşamadan, belli bir gelişme basamağından sonra isabetli ve yerinde sayılabilir:

Eğer insanlar öğrenmeyi öğrenmişlerse. Neyi, nasıl ve niçin öğreneceğimiz bizi fazlasıyla meşgul ediyor. Bu meşguliyetimiz kaçınılmaz. Çünkü insan olarak yeryüzündeki hayatımız yalnızca zihin etkinliklerimizle kayıtlı. Saadetimiz ve felaketimiz hangi türden olursa olsun bilgi sınırları içinde gerçekleşiyor. İnsanların birbirleriyle olan ilişkileri kimin neyi, ne kadar bildiğiyle; kimin neyi, ne kadar becere- bildiğiyle örülüdür. Bu yüzden öğrenmek söz konusu olduğunda hemen aklımıza neyi, ne kadar öğreneceğimiz gelir. Oysa öğreneceğimiz “şey”den daha önemlisi o şeyi öğrenecek “olan”dır. Çünkü bilenin özellikleri ve mahiyeti bilinenin özellik ve mahiyetini tayin eder. Immanuel Kant’ın öğrencilerine tavsiyesi bir dönüş çağrısıdır. İnsanın bilgisiyle bütünleştiği bir duruma dönüş çağrısı. Her ne kadar aynı Kant, ” …aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz” diyerek çağının ilerlemeci önyargılarına bağlı kalmışsa da bugün artık insanın kendi ayakları üzerinde durabileceği durumun timsalini bilinmez bir gelecekte değil, derinlemesine kavradığımız bir geçmişte bulabileceğimizi anlıyoruz.

Kültürün baskıcı vasfı veya baskıcı vasfıyla bizi etkileyen kültür bir bakıma bizleri başkasının dokuduğu düşünce kumaşını giymeye zorluyor. Fakat düşünce dünyası ancak herkesin kendi düşünce kumaşını kendinin dokuduğu bir durumda sağlıklı bir ortama kavuşabiliyor. Düşünce dünyasının özellikleri öyle ayarlanmış ki eğer başkasının dokuduğu kumaşla örtünürseniz, o kumaşın nerede, ne sürede işinize yarayacağını bilmediğiniz için zaman zaman başkasının başka kumaşlarını almak zorunda kalacaksınız. Düşünce dünyasında uygun, elverişli bir yeriniz olsun isterseniz, kendi kumaşınızı kendiniz dokuyacaksınız. Bu hem sizi, hem de ilişkide bulunduğunuz insanları özgürleştirecektir. Baskının olduğu yerde yalnız baskı altında kalan değil, baskıyı uygulayan da ezilir. Kendi dokuduğu düşünce kumaşını başkasına giydirmeye kalkanlar da mecburiyetler altında kalır. Mecburiyetler mecburiyetleri doğurur: Sonuç şiddet ve acımasızlıktır. İnsanoğlunun zaman ve mekân bakımından birbirinden farkı düşünce dünyalarının farkından başka bir şey olmasa gerek.

Düşünceler söz konusu olunca insanın hem beden, hem kumaş, hem de tezgâh olduğunu görebiliriz. Yani insan düşüncelerle güdülür, güden düşünceleri üstlenir, düşünce güdümünü üretir. Süreç eşzamanlı olarak tersinden de işler: İnsan ürettiği düşüncelerin güdümüne girer, üstlendiği düşünceleri güder ve güdüldüğü kadar düşünür. Ancak bütün zihin faaliyetlerimize genel bir ad vermiyoruz, insanın zihnen içine daldığı işlerin hepsi düşünce değil. Şartlanmalarımız, alışkanlıklarımız, korkularımız dolayısıyla düşünce dünyamızı biçimlendirmemiz mümkün. Bizim düşünce dünyamızın mahiyeti daha çok varlık karşısında sahip olduğumuz hassasiyetle (duyarlıkla) açığa çıkıyor.

Hayatımızı devam ettirmek için bilmemiz ve öğrenmemiz gereken şeyler bizi varlık karşısında duyarsız kılabilir. Eğer toplum hayatı belli bir mekanizmanın hareket halinde tutulması suretiyle devam ediyor ve biz bu toplum hayatında yer almayı başardığımız taktirde hayatta kalabiliyorsak öğrendiğimiz şeyler bizi varlık karşısında duyarsızlaştıracaktır. Toplum mekanizmasının işleyişi hususunda ne kadar çok şey bilir, ne kadar çok şey öğrenirsek, ne kadar büyük imkânı kullanabilir durumdaysak o kadar duyarsız oluruz. Toplumun işleyiş mekanizmasına bağımlı kalarak hayatiyetini devam ettirenlerin dünya hayatını tehdit eden bir tehlike ile karşı karşıya bulundukları da söylenebilir: Varlık karşısında duyarlılık sahibi olur olmaz öğrendiklerinin, bildiklerinin ve yararlandıklarının aleyhlerine döndüğünü görebilirler. İşte bu tehlikeyi bertaraf etmek üzere toplum mekanizmasının işleyişini sağlayan bilginin dışında bir bilgiye ulaşan insanlar gereklidir. 

Düşünmenin toplum mekanizmasının hareket halinde tutulmasına zorluk çıkardığı bir ortamda insanı eleştiriye götüren bilgi ve bilgilenme aynı zamanda insanın varlık karşısındaki hassasiyetini de artıran bilgidir. Eleştirel zihniyet çerçevesinde elde edilen bu bilgi Yeni Çağ’da hem varlık karşısında duyarlığın artmasına hizmet etti, hem de toplum mekanizmasını işleten bilgi tarzını delik deşik etti. Bildikçe duyarlık kazandı insanlar, bilerek duyarlıklarını artırdılar. Yine de eleştirel düşünmenin açtığı yol, öğrenmeyi öğrenmiş insanlara ulaşmayı sağlayamadı. Çünkü bilgilenme ve düşünme bakımından hem beden, hem kumaş, hem tezgâh olan insan ancak duyarlı olduğu için bilmeye, düşünmeye yönelmekle öğrenmeyi öğrenebilirdi ve bu sonuç ancak her türden mekanizmanın dışına çıkmakla mümkündü. Süregelen hayat tarzını idame ettirmek için yani bir aracı ele geçirmek üzere değil, sadece duyarlı olduğu için bilgilenme, düşünme yoluna girenler sadece öğrenmeyi öğrenmiş sayılırlar. 

Hadis-i Şerifte “Din nasihattir” buyurulmuştur. Nasihat, yani öğüt. Öğüt almak öğütülmeye açılmaktır. Öğüt verenin bunu yapabilmesi, ancak önceden öğütülmüş olmasıyla sağlanır. Yani öğüt alıp verme sürecinde her iki taraf da hem beden, hem kumaş, hem tezgâhtır. Her iki taraf da öğrenmeyi öğrenme işlemini yapısında barındırır. Biri oldurdukça olur, diğeri oldukça oldurur. Birinin dokuduğunu diğeri giymez.

İsmet Özel – Tahrir Vazifeleri 2

Herkes çevresinde ve işyerinde çeşitli karakterde insanlarla karşılıyor. Bir Müslüman olarak onlara karşı hareketlerimizi bilmemiz gerekir. İmam-ı Gazali hazretleri insanları dört kısma ayırmaktadır:

1- Yiyip içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmeyenler.
2- Şiddet, zulüm ile hareket edenler.
3- Hile ile etrafındakileri aldatanlar.
4- Güzel ahlak sahibi olan, gerçek Müslümanlar.

Allahü teâlâ, İslam dinini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları ve ahirette sonsuz azaplardan kurtulmaları için göndermiştir. Kâfirler, yani Müslüman olmayanlar, bu saadet yolundan mahrum kalmış zavallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir! Bunları gıybet etmek bile haramdır. Bunlar, şeytanın veya Müslümanlıktan haberi olmayanların aldattıkları zavallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış insanlardır. Biz bunlara sabır ile, tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz! İslam dini, ırk, milliyet, siyasi inanç, dil ve tahsil seviyesi ayırmaksızın, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Herkes aynı haklara, aynı itibara sahiptir. Ferdin, muayyen bir topluluğun, hatta yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın, hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emreder. Bu sebeplerden dolayı da, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde bütün insanları doğru yolda bulunmaya davet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün günahlarını affedeceğini vaad buyuruyor.

Hangi dinden olursa olsun bütün insanlara, dinimizin emrettiği şekilde, daima tatlı dil ve anlayışla hitap etmelidir. Müslüman olmayanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyleyenin cezalandırılması gerektiği, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Maksat, herkese İslam dininin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihad da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin önce kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiçbir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakta zorluk çekmez. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiçbir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan, herkese bu dinin biricik hak din olduğunu kolaylıkla ispat edebilir. Kâfir olmak, yani Müslüman olmamak, her zaman ve her yerde kötüdür. Çünkü küfür, insanı dünyada ve ahirette felakete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayıştır. Bununla beraber, başka dinden olan kimselerin hepsini, kötü huylu bir insan kabul etmemelidir. İçlerinde iyiliğe elverişli kimseler bulunabilir.

Unutmamak gerekir ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mesele, bu yoldan İslam nurunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nuru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı kötülüklere pişman olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, İslam dinini kabul etseler, dünyada kötülük, hile, savaş, anarşi ve zulüm kalmazdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmaya gayret etmek ve Müslümanlığın esasını ve inceliklerini izah ederek, ve kendimiz de yaşayarak bütün dünyaya yaymak, herkesin boynuna düşen bir borçtur. Bunu yapmak cihad olur.

Ateist genç diyor ki: Din insanları uyuşturur, tembel yapar, sağlıklı düşünemez, çalışmayı, ilerlemeyi engeller, binlerce yasak ve emirlerle insanı köle haline getirir. Kısaca yaşamı zindan eder. Hiçbir kayda ve şarta yani bir kurala bağlanmayan ise, huzur içinde yaşar.

Bu sözlerin hiçbir ilmi değeri yoktur. Kuralsız yaşamak insanlara mahsus değildir. Emir ve yasaksız toplum hayal edilemediği gibi, beraber yaşayan iki kişiye bile kurallar gerekir. Birisi uyurken ötekinin gürültülü şekilde çalışması uygun olur mu? Kuralsız toplum olmaz. Kuralsız oyun bile olmaz. Yolda yürümekte bile kural gerekir. Trafikteki kurallar olmasa ne olur? Elbette kargaşa olur. İnsanların, sağlam ve rahat, neşeli yaşamaları ve ahirette sonsuz mutluluğa kavuşmaları için Allahü teâlâ, insanlara gerekli bütün nimetleri yarattı. Bunlardan nasıl yararlanacağımızı, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere Din denir. İslamiyet’in koyduğu kurallar, sadece ahirette değil, dünyada da rahat içinde yaşamaya sebep olur. Bir ateist bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur. Mesela, bir eczanede yüzlerce ilaç vardır. Her ilacın kutusunda tarifesi vardır. İlacı, tarifeye uygun kullanan, yararını, tarifeye uymayan zararını görür. Yeni bir makine, cihaz imal edilince, içine prospektüsü [tarifesi] konur. O cihazı yapan, aletin sağlıklı çalışabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiğini bilir. İnsanları yoktan yaratan da, onun sağlıklı çalışabilmesi için ne yapması gerektiğini elbette bilir. Kur’an-ı kerimde, (Yaratan hiç bilmez mi?) buyuruluyor. (Mülk 14)

İşte İslam ahlakına uygun yaşayan insan, inanmasa bile Allah’ın yarattığı nimetlerden fayda görür. Branşında uzman olan bilim adamı, incelediği zaman İslamiyet’in o hususta bildirdiği kuralın faydalarını bulur. Yabancı bir bilim adamı diyor ki: “Namazdaki hareketler beden için çok faydalı jimnastik hareketleridir. Gün gelecek, [Bağnaz olmayan] doktorlar bunu reçetelerine yazacaklardır.” Oruç, zekat, sadaka [yardımlaşma], sünnet olmak, temizlik, az yiyip az içmek, az uyumak, istişare, kanaat, tevekkül, sabır, kul hakkı, adalet için yazılıp çizilenleri çok kişi biliyor. Bunların tam ve en iyi şekli İslam ahlakında vardır. Bir ateist bile bunları uygulasa dünyada faydasını görür. Müslüman olarak uygularsa, o zaman kalbinde sevgiden hasıl olan Allah korkusu da olacağı için, hiç kimse olmasa bile, hiç kimse anlamasa bile, hiç kimse yakalayamasa bile, bu kurallar dışına çıkmaz, başkasına zarar vermez. Veriyorsa, sevgisinde, kusur var demektir. Bunun suçu da kurallarda değil, kendisindedir.

Kurallara uyabilmek için beden ve ruh sağlığı çok önemlidir. Rahat, huzur buna bağlıdır. Bunun önemi gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Halbuki bu 1400 küsur yıldır İslam ahlakının temeli olup, emir ve tavsiyelerin başında yer almaktadır. Bir hadis-i şerifte İslami bilgilerin beden ve ahlak bilgisi olarak ikiye ayrıldığı, bu ilimler içinde bedeni koruyan sağlık bilgisi ile ruhu koruyan din ahlak bilgisinin önemi bildirilmektedir. Demek ki her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak İslamiyet’in emridir. Hatta İslamiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. İslamiyet’te ruh temizliği esastır. Yalancı, hilekâr, insanları aldatan, haksızlık eden, insanlara yardım etmeyen, büyüklenen, yalnız kendi çıkarını düşünen bir kimse, ne kadar ibadet ederse etsin, hakiki bir Müslüman sayılmaz.

Mükemmel insanın vasıfları; güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmaz, kızsa da zararlı iş yapmaz. Büyüklenmez, son derece mütevazı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkan buldukça yardım eder. Vakarlı, kibar, ağır başlı, haysiyetlidir. Ailesini ve vatanını sever. Ana babasına, hocasına, âmirine karşı saygılıdır. Kumar oynamaz, uyuşturucu kullanmaz, sarhoş olmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, kimsenin hakkına tecavüz etmez. Hiç kimsenin canına, malına, ırzına dokunmaz. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, suizanda bulunmaz. Sözünde durur kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Hainlik etmez. Sahtekâr değildir. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boş geçirmez. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgul olur. Müslüman, bu emir ve yasaklara uyduğu ölçüde mükemmel insandır. Tam uyabilirse mükemmelliği de tam olur. Allahü teâlânın evliya kulları böyledir. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiçbir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan, seven ve uygulayan bir kimse, dünya ve ahirette mutlu olur. Eğer bütün insanlar, İslam ahlakı üzere yaşasalar, dünyada ne kötülük, ne hile, ne savaş, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, mükemmel bir insan olmaya gayret etmek lazımdır.

Yukarıdaki hususlar İslamiyet’in emirleridir. Yerimizin müsaadesi ölçüsünde birkaçını alalım. İyi insan, iyi ahlaklı insan demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ahlakınızı güzelleştiriniz.) [İbni Lal]

(Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.) 
[Hakim]

(Ben güzel ahlakı bildirmek için gönderildim.) 
[Beyheki]

(Güzel ahlak, senden kesilen akrabanı ziyaret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.) 
[Beyheki]

(Din, güzel ahlaktır.) 
[Deylemi]

(En faziletli mümin ahlakı en güzel olandır.) [Tirmizi]

(Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız!) 
[Hakim]

(Yumuşak davran! Sertlikten sakın! Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir.) 
[Müslim]

(En iyi kimse, huyu en güzel olandır.) 
[Buhari]

(Yumuşak huylu kimseye, dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir.) 
[Tirmizi]

(Halka kolaylık, yumuşaklık gösteren Müslümanın Cehenneme girmesi haramdır.) 
[İ. Ahmed]

Bir kimse Resulullah efendimizden nasihat istedi, (Kızma, sinirlenme) buyurdu. Birkaç kere sorunca, hepsine de (Kızma, sinirlenme) buyurdu. (Buhari)

Güzel ahlak hakkında İslam âlimleri buyuruyor ki:
Her binanın bir temeli vardır. İslam’ın temeli de güzel ahlaktır. Güzel ahlak; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlakın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlak, Yaratandan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümana çatık kaşla bakmak haramdır. Güler yüzlü olmayan mümin sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslüman, hasreti çekilen insan demektir.

Müslüman/İslamcı câmianın yirmi otuz yıl öncesine kıyasla daha kültürlü, daha eğitimli, daha donanımlı olmasına rağmen çok endişeli, çok tedirgin, çok huzursuz olmasını nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıyız? Ne oldu da böyle oldu? Neden bu hale gelindi? Bu bağlamda sorular çoğaltılabilir. Ortada bir sorun var. Ertelenmesi, ötelenmesi imkânsız bir sorun. İslamî bir çevrenin içinde veya yakınında bulunmuş, yaşamış gençlere, insanlara ne oluyor?

Öncelikle şunun altını kalınca çizmek lazım: Türkiye toplumu, bütünüyle bir değişim geçirmektedir: Kentlisi köylüsü, erkeği kadını, genci yaşlısı, okumuşu okumamışı geçmişte görülmeyen bir toplumsal değişim, dönüşüm, başkalaşım içindedir. Ülkemiz, son yıllarda artık köylü toplum olmaktan şehirli olmaya doğru evrilmiş bulunmaktadır. Ekonomik açıdan yeterli olan köylerde bile göç tahmin edilemeyen oranlara yükselmiştir. Artık millet toprakla, hayvanla uğraşmak istememekte; en ağır, en olumsuz şartlarda bile şehirde çalışmayı, dolayısıyla şehirde yaşamayı tercih etmektedir. Bunun sosyal, kültürel, psikolojik maliyetini görecek anlayış ve birikimden yoksun olan köylü milleti, yeni hayat alanlarında ferdî ve ailevî olarak tökezlemekte, değerler çatışması yaşamaktadır. Şehir hayatı, bir bütün olarak karmaşık bir hayattır. Karmaşanın içinde doğruyu eğriden, güzeli çirkinden, beyazı karadan ayırmak, zorun zorudur. İşte böyle bir tablo içinde yaşayan insanlar, hayatta en sağlam tutamakları olan dine, İslam’a sarılmaktadır doğal ve zorunlu olarak. Köylerinde edindikleri din eğitimi ile yeni çevrelerinde aldıkları eğitim onları dini anlama ve yaşama konusunda ikileme itmektedir. Hangisinin doğru olduğu meselesi, zihinsel ve davranışsal problemlere yol açmaktadır. Sorunların üstesinden gelemeyen bireyler, aşamadıkları sorunların altında ezilmektedir. Faturayı kendilerine, dini kendilerinden öğrendikleri kişilere değil, bir biçimde dinin kendisine çıkarmaktadırlar.

Buradan hemen dini öğreten kişilere geçebiliriz. Modern zamanların din öğreticileri, duruş, konum, dil, üslup ve içerik olarak sorun/lu/durlar. Birçoğu kendini dinin vâzıı, dinin koyucusu olarak görmektedir. Dinin, İslam’ın vâzıı, Allah’tır (c.c.). Bir de bu dinin tebliğcisi, anlatıcısı, uygulayıcısı vardır, Efendimiz Muhammed (s.a.v.). Peygamberimizin ahirete irtihalinden bugüne kadar her yerde, her zaman birbirinden farklı, hatta birbirine zıt birçok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır.

O vakitler bu görüş ve anlayışlar belli bir seviyedeki kişiler arasında konuşulur, tartışılırdı. Halkın büyük bir kesimi, bunlardan haberdar olmazdı. Bu meseleler kendilerini ilgilendirmezdi çünkü. Şimdi tarihte ve günümüzde ele alınan kimi konular her yerde, her ortamda konuşulur oldu. Vatandaşın düzeyi bunları kaldıramadığı için psiko-sosyal sorunlara, rahatsızlıklara yol açtı, açıyor. Son birkaç yıldır din yorgunluğu, din bezginliği denen halin mahiyeti budur. Tabii olarak din/İslam, asla ve asla insanları, müntesiplerini yormaz, bezdirmez. Çünkü böyle bir durum, dinin varlık sebebine aykırıdır. Allah’ın gönderdiği din, huzur, itmi’nan ve sükûnet kaynağıdır. Eğer İslam’ın mümessilleri temsilde, tebliğde yetersiz, eksik, donanımsız, birikimsiz ise Müslümanı da, Müslüman olmayanı da yorar, bezdirir

İslam’ın nasları ile bu nasların yorumları birbirinden iyice tefrik edilemezse, din yorucu ve bezdirici bir kuruma dönüşebilir. Bunun sorumluluğunun kime ait olduğu gayet açıktır. Dinimiz İslam’ın kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur. Dinin koruyucusu, o dinin vâzıı, koyucusudur. Bunu elbette kullarından bazıları ile yapmıştır, yapmaktadır ve yapacaktır. Şunu unutmamak lazım: Böyle bir nimetle müşerref olan insanın ancak kulluğunu, şükrünü artırması beklenir. Bugün birçok din anlatıcısı, dini anlatmayı bir ayrıcalık, bir üstünlük aracı olarak görmektedir. Sözel olarak böyle bir şeyi söyleyene rastlanmaz elbette. Ama davranışsal olarak karşımıza çıkan manzara budur maalesef. Bu yorum merkezli din anlatımının ve söyleminin vardığı yer, ötekileştiriciliktir. Anlatıcının, söyleyicinin yorumu tasvip edilmediğinde takınılan tavır, muhatabın dışlanmasıdır. Çünkü doğru tektir, bu da anlatıcının, söyleyicinin doğrusudur. Bu bakış açısı, terminatör bakış açısıdır. İslam düşünce tarihi, zenginliğini ve özgünlüğünü, farklı bakış açılarını, değişik yorumları içinde barındırmasından almaktadır. Geçmişteki zenginlik bugüne taşınamadığı için bu sorunlar yumağı içinde oyalanıp durmaktayız millet olarak. Bu tektipleştirici tutum, dinle ilişkili insanları dinden, imandan soğutmakta, neticede bu yazının yazılmasına sebep olan yorgunluk ve bezginliğe yol açmaktadır.

Müsamaha bizim tarih, kültür ve geleneğimizin en başat unsurlarından biridir. Günümüzde bu özellik, çeşitli sebeplerden dolayı yok oldu. Bunu tekrar ihya ve inşa etmek gerekmektedir. Tarihte müslüman olmayan unsurları içinde barındıran, onları taşıyan, onlardan yararlanacak bir kültür var eden İslam âlemi, şimdi birbirini taşıyamaz hale geldi. Müslüman kardeşini taşıyamayan, ona katlanamayan biri, diğer insanlara, müslüman olmayanlara nasıl bir tutum ve davranış içinde olacaktır? Böyle bir imkân ve ihtimal var mıdır? Bu nahoş, gayri insanî ve gayri İslamî harekete tanık olan insan, dinden yorulmasın, dinden bezmesin de ne yapsın?

Halkın dinle ilişkilerinin zayıflamasındaki en önemli etkenlerden biri de medyada yapılan tartışmalardır. Burada kullanılan dil ve üslup, dinin huzur veren bir kurum olma özelliğini yok etmektedir. Programlarda yer alan kişiler, -yazarlar, akademisyenler, araştırmacılar- duruş, bakış ve yöntem olarak dinin öğrenilmesi ve anlaşılmasından çok dinin anlaşılmaz, karmaşık, tartışmalı bir alan olduğu algısına sebep olmaktadırlar. Ekranın dayanılmaz cazibesi, bu tür programlara katılanlar açısından televizyon aracılığıyla tebliğ ve irşad yapmanın zorluğunu görmelerini perdelemektedir. Televizyon, varlığı gereği ilgi çekmeyi amaçlayan bir araçtır. Reyting denen şey de onun olmazsa olmazıdır. Televizyon kanalları, program yapımcıları, katılımcılar bir şeyler kazanırken, tartışma konusu yapılan din maalesef kaybetmektedir. Bu tür programları izleyenlerde kalan izlenim ve etki: boşluk, karmaşa ve zihin bulanıklığıdır.

Günümüzü, geçmişten farklı kılan unsurlardan biri de herkesin rahatlıkla kabul edebileceği üzere, internettir. İnsanın ürettiği iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış her şeyin kolayca erişilebildiği bir vasat olan internet ortamındaki malumat yığını, yeterli bilgi ve donanıma sahip olmayan kişilerin zihinlerini darmadağın etmektedir. Şurası bir gerçektir ki sadece sistematik bilgi, insana fayda sağlar, kimlik ve kişilik kazandırır. Belli bir düzen içinde edinilmeyen bilgi, insanı aptallaştırır, uzun vadede fayda yerine zarar verir. Özellikle dinî bilgi söz konusu olunca bu, daha büyük ehemmiyet arz eder.

Huzursuzluğun sebeplerinden biri de yaşça, bilgice büyük olanların çevrelerine karşı olumsuz, yersiz, bazen kaba, sert tutum ve davranışlarıdır. Bu durum kimi zaman, baskıya dönüşebilmektedir. Unutulan şey şudur: öğrenilen-öğretilen bilginin davranışa dönüşmesi zaman isteyen bir hadisedir. Daha doğrusu bu bir süreçtir ve sürecin ne zaman tamamlanacağı, kişilerin elinde değildir. İstendik davranışlar öyle kolay gerçekleşmez. Gün, hafta, ay değil, bazen yıl/lar alabilir. O bakımdan ebeveynler, öğreticiler birçok şeyin zamanla olacağını dikkate almalı, çocukların, öğrencilerin bir sürece ihtiyaç duyduklarını görmelidirler.

Huzur İslam´da Ama Müslümanlar Huzursuz… MUSTAFA ÖZEL

Allah’ı Kalbinde Hisset Ve Yalnızlığın Geçsin – İmân-ı billâh [20. Mektup Mukaddime]| Mehmet Yıldız

Allah’tan Böyle İste Ki Sana Yardım Etsin – Yardımlaşma Penceresi [10. Pencere] | Mehmet Yıldız

“Kalbim Huzur Bulmuyor, Ruhum Izdırap İçinde” Sakin Ol Allah Var -Vahdetteki Kolaylık-[11. Pencere]

Grup Dost El – HATEMÜL ENBİYA

Alemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) 23 yıllık risâlet hayatı boyunca insanlığı delaletten hidâyete, zulmetten nura, küfürden imana davet etmek için çalışmıştır. Hz. Peygamber’in insanları Hakk yoluna, kurtuluşa daveti gelişigüzel bir davet değildir. O İslam’ı tebliğ ederken birtakım hususlara dikkat etmiştir.

Allah Rasulü’nün takip ettiği metodun bugünün davetçileri olan bizler tarafından bilinmesi son derece hayati öneme sahiptir. Zira O bizim için her konuda olduğu gibi bu konuda da üsve-i hasenedir. Bizler bugün insanlara İslam’ı anlatmak, kurtuluş yoluna davet etmek istiyorsak, bunu ancak O’nun örnekliğine başvurarak gerçekleştirebiliriz. Bu sebeple biz burada Allah Rasulü’nün tebliğ metodunu öğrenme ve bugünün davetçileri olan bizlere örneklik teşkil etmesi gayesiyle sizler için Hz. Peygamber’in tebliğ metodunu 10 madde halinde bir araya getirdik ve istifadenize sunduk. Alemlere rahmet olan Hz. Muhammed’in örnekliğinde bir hayat yaşamamız duasıyla. 

Samimi Bir Kadro Oluşturması

İnsanlığa aydınlatıcı bir kandil olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk olarak tebliğine aile efradından ve güvendiği kimselerden başlayarak, çekirdek bir kadro oluşturmuştur. Böylelikle Allah Rasulü’nün yanında davasına samimiyetle bağlı ve bu uğurda her türlü fedakarlığı göz önüne alan insanlar yetişmiştir. Atılan bu adım, davetin ileriki aşamalarında Allah Rasulü’nün yanında manevi destekçilerinin olmasını sağlamıştır. 

Yılmadan Tebliğe Devam Etmesi

Hz. Peygamber’in daveti çok ciddi engellerle karşılaşmıştır. Yakın akrabaları dahi ona inanmamış, yüz çevirmiş, eziyet etmişlerdir. Fakat O tüm bunlara rağmen Hakk’ın bayraktarlığını yapmaktan vazgeçmemiş, İslam’ı anlatacağı yeni gruplar bulmaya çalışmıştır. Mekke’de İslami tebliğin önünün kapandığını düşündüğünde azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile Taif’e gitmiş, orada da eziyet görmesine rağmen ümidini kaybetmeden farklı kabilelere irşad faaliyetini devam ettirmiştir. Onun bu çabaları meyvesini vermiş, hac ibadeti için Mekke’ye gelen Medinelilere yaptığı davet neticesinde İslam devletleşme imkânı bulmuştur.

Allah Rasulü İslam’ı ulaştırabileceği her noktaya ulaştırmak için, döneminin haberleşme unsuru olan elçilerden istifade etmiştir. O, elçiler vasıtasıyla dönemin en güçlü devletleri olan Bizans ve Sasani devletlerinin hükümdarlarına ve daha pek çok bölge yöneticisine İslam’a davet mektupları göndermiştir. Hz. Peygamber ashabına İslam’ı tebliğ etmekle birlikte, aynı zamanda onları birer İslam davetçisi olarak düşünmüştür. Dâru’l Erkâm’da yetişen Mus‘ab b. Umeyr’in 1. Akabe Biatı’ndan sonra Medine’de gerçekleştirdiği muazzam İslam faaliyet düşünüldüğünde bu adımın İslam’ın neş’et etmesinde ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Mus‘ab b. Umeyr’in çabaları neticesinde Medine’nin reisleri olan Sad b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr İslam’la şereflenmiştir ki, onların Müslüman oluşu kabilelerinin de hızla İslam’ı benimsemesini sağlamıştır.

Akrabalık Bağlarını Gözetmesi

Hz. Peygamber döneminde Arap toplumunda kan bağına dayalı yakınlık son derece önemsenen bir husustu. Bu durumun farkında olan Allah Rasulü tebliğinin amacına ulaşması noktasında akrabalık bağlarını dikkate alarak hareket etmiştir. Zira O’nun Beliyy kabilesine annesi bu kabileden olan Amr b. el-As’ı göndermesi, Amr vasıtasıyla onlarla yakınlık kurmak istemesiyle alakalıydı. Yine Hz. Peygamber’in İslam’ın en büyük düşmanlarından olan Hâlid b. Velîd’in yakın akrabası Hz. Ummu Seleme ile ve Mekke reisi Ebû Süfyan’ın kızı Ummu Habibe ile evliliği onlarla aralarındaki düşmanlığı akrabalık ilişkisi üzerinden hafifletmek için attığı adımlardandı.

İnsanların Derecelerine Göre Hitap Etmesi

“Herkese derecesine göre davranın” buyuran, Hz. Peygamber kendisi de bizzat tebliğinde bu yöntemi uygulamış, muhataplarının vasıflarını, kabiliyet ve eksikliklerini göz önünde bulundurarak onlara hitap etmiştir. O, kendisine sorulan aynı sorulara soranların durumlarına göre farklı cevaplar verebilmiştir. Örneğin İslam’ın en faziletli işi hakkında soru soran iki kişiden birine yemek yedirmek ve selamı yaymak derken, diğerine muhtemelen onun bu yöndeki eksikliğinden dolayı el ve dil selameti şeklinde cevap vermiştir.

Muhataplarına Değer Vermesi/Hüsn-ü Muamelede Bulunması

Hz. Peygamber zengin, fakir, güçlü, güçsüz ayırt etmeksizin muhatap olduğu her kesimden insana insan olması hasebiyle değer vermiştir. O azılı düşmanlarına dahi hoşgörüyle, merhametle yaklaşmış, hiç kimseyi görmezden gelmemiştir. İslam’a karşı sert tavırlarıyla bilinen Benû Hanife kabilesi lideri Sümame’yi esir aldığı zaman ona eziyet etmeyi tercih edebilecek bir konumda olmasına rağmen, alemlere rahmet olan Allah’ın sevgilisi böyle yapmamış, aksine ona karşı iyi davranılmasını emretmiştir. Bu hüsn-ü muamele Sümame’yi çok etkilemiş olacak ki, İslam ile şereflenenlerden olmuştur. Allah Rasulü her fırsatta Mekkelileri İslam daveti aleyhine kışkırtan Ebû Süfyan’a dahi güzel muamelede bulunmuş, aralarındaki düşmanlığın meveddete dönüşmesi için, ona dönemin meşhur ve kıymetli hediyesi olan Medine hurması göndermiştir. Hz. Peygamber’in insana verdiği değer, O’nun çeşitli bölge yöneticilerine gönderdiği İslam’a davet mektuplarındaki hitaplarında da görülür.  Zira bu mektuplarda Rum’un ulusu, Kıptilerin büyüğü gibi ifadelerle hükümdarları yücelterek, onlara verdiği değeri ortaya koymuştur. Allah Rasulü’nün Mekke’yi fethettiğinde gücü elinde bulundurmasına rağmen birkaç kişi dışında tüm müşrikleri kendisine yapılan onca eziyete rağmen affetmesi onun insana verdiği değerin, merhametinin, güzel muamelesinin en zirve örneğidir.

Tebliğ için Kolaylaştırıcı, Sevdirici Bir Üslubunun Olması

İnsan fıtratının zayıflığının farkında olan Allah Rasulü İslam’ın öğretilerini insanlara olabildiğince sade ve basit bir üslupta sunmuştur. Nitekim O, Mu‘az b. Cebel ve Ebu Musa el- Eş ‘ari’yi Yemen’e gönderirken “Kolaylaştırıcı olun, zorlaştırıcı olmayın, sevdirici olun, nefret ettirici olmayın.” buyurmuştur. Rahmet peygamberi insanlara sevgi diliyle yaklaşarak, İslam’ı gönüllere nakşetmeye çalışmıştır. Allahu Teala da Kur’an’da “Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın etrafındakiler dağılırdı.” buyurarak Allah Rasu’lünün yumuşak tavrını ortaya koymuştur. Allah Rasulü insanlara şefkatle, merhametle yaklaşmış, kendisine eziyet edenlere dahi hüsnü muamelede bulunmuştur.

Gerektiğinde Cezalandırması/Savaşa Başvurması

İnsanı eşref-i mahlûkât olarak gören İslam dininde esas olan güzel muamele ve sulhtur. Bununla beraber Hz. Peygamber gerekli olduğu durumlarda çeşitli cezalar vermekten ve savaşmaktan çekinmemiştir. Her zaman ilk etapta insan kazanmayı düstur edinmiş olan Allah Rasulü, insanları asla ötekileştirmemiş, onlara hüsnü muamelede bulunmuştur.  Ancak İslami davetin yayılmasına engel olan ve ısrarla toplumun fesadı için uğraşanlar hususunda Rasulullah, zaman zaman çeşitli cezalandırma yöntemleri uygulamıştır. Aynı şekilde savaşta, insani ilişkilerde başvurulabilecek her türlü uygulamaya başvurulmasına rağmen muhatapların tebliği tehlikeye sokan hareketleri sebebiyle gerçekleştirilmiştir. Cezalandırmalar ve savaş tüm insani muameleler gerçekleştirildikten sonra atılan adımlar olmuştur. Atılan bu adımlarla İslam davetinin önündeki engeller kaldırılmış, toplumun saadeti temin edilebilmiştir.

Yaşayarak Örnek Olması

Elbette Allah Rasulü kendisine vahyolunanları insanlara aktarmakla yetinmiyor, bizzat uygulayarak kâinatın gördüğü en güzel örnekliği teşkil ediyordu. Bir yola, bir amaca insanları sevk etmeye çalışan davetçinin sözlü aktarımdan ziyade yaşayarak örneklik göstermesinin katbekat etkili olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Üsve-i hasene olan Hz. Peygamber’in örnek yaşantısını gören insanlar ona daha çok bağlanmışlardır. Mescid-i nebevide bir direğe bağlanmış olan Benû Hanife reisi Sümâme’nin Müslüman olmasında Hz. Peygamber’in yaşantısına şahit olması büyük bir etken olsa gerektir. Yine Allah Rasulü’nün Taif’ten gelen heyeti Müslümanların yaşantılarını görüp, kalplerinin İslam’a ısındırılması için mescitte misafir etmesi, yaşayarak tebliğin en güzel örneklerindendir.

Kaynaklar

  1. Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Davet Metodu
  2. Abdülkadir Karakuş, Hz. Peygamber’in Tebliğ Dili ve Bunun Kur’ânî Temelleri
  3. Mehmet Nurullah Aktaş, Davet Dili

Elif Sena Erdoğan

Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, ulaşım ve iletişimin hayatı alabildiğine kolaylaştırdığı günümüz dünyası maalesef bölgesel ve küresel krizlerin, sınıflaşma ve hizipçiliğin, bireysellik ve bencilliğin, kimlik ve değer kaybının kıskacında sıkışmış vaziyettedir. Böylesi bir vasatta din ve inançta olduğu kadar hayatla da bağını koparmış çağın mutsuz ve huzursuz insanını tıpkı saadet asrında olduğu gibi camilerin sekinet, rahmet ve bereket yüklü iklimine kavuşturmak, itibar ve irtifa kaybetmiş sözün gücünü mabetten başlayarak hayatın tüm alanına hâkim kılmak irşat sorumluluğuyla mükellef olan herkes için öncelikli görev haline gelmiştir. Bugün nebevi metodu kuşanarak samimiyet, sabır ve sevgiyle her türlü ayrıştırma, ötekileştirme ve kutuplaştırmadan uzak bir dil ve üslupla İslam’ın aydınlık ilkelerini, hayata huzur getiren mesajlarını yeniden insanlıkla buluşturmak için gayret etmeliyiz. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali ERBAŞ

Tebliğ ve irşadımızı “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.” (Nahl, 16/125) ilahi beyanını esas alarak yapmalıyız. Kendi kalbimizden ve hayatımızdan başlayarak hâlimizi ve hâl dilimizi güçlendirmeliyiz. Tüm söz, tutum, tavır ve davranışlarımızda, İslam’ın değerlerinin tebliğcisi ve temsilcisi olduğumuzun farkında olarak hareket etmeliyiz. Bunu hakkıyla yaptığımızda şüphesiz yaşadığımız çağ İslam’ın rahmet yüklü ilkeleriyle güzelleşecek ve huzura kavuşacaktır.

Nitekim onun cemaatle kılınan namazın faziletlerine dair söyledikleri bunun en açık göstergesidir. Diğer taraftan onun inşa ettiği mescit; hayri hizmetlerin yapıldığı, yetim ve öksüzlerin barındığı, açların doyurulduğu, ferdi ve içtimai sorunların çözüldüğü hatta askeri ve siyasi konuların istişare edilip kararların alındığı bir yer olmuştur. Allah Resul’ünün nazarında cami; gönülleri ihya eden, zihni inşa eden, birlik-beraberlik ve kardeşliği perçinleyen, sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendiren, iman kardeşliğinin her şeyden üstün ve değerli olduğunu yaşatan ve hissettiren eşsiz bir mekândır. Onun inşa ettiği mescit bir ibadet mekânı olduğu kadar bilgi, hikmet ve güzel ahlakın öğretildiği bir mekteptir.

O, kendisinin bir muallim olarak gönderildiğini belirterek irşat vazifesinde mescidi merkez yapmış, oradaki eğitim faaliyetlerine bizzat katılmış, özellikle çocuk, genç ve kadınların eğitimine büyük önem vermiş, İslam toplumunda eğitim öğretimin kurumsal anlamda mabette başlamasına öncülük etmiştir. İnşa ettiği mescit, çok kısa bir zamanda İslam’ın evrenselliğinin gelişme ve ilerleme özelliklerinin sembolü haline gelmiş; ilimden sanat ve estetiğe, mimariden kültür ve sosyal hayata kadar medeniyetin öncü mekânı olmuş, cehalet çağını yaşayan insanları saadet asrının huzurlu, mutlu ve müreffeh bireyleri haline getirmiştir.

İnsanları hakka, iyiliğe erdemli olmaya davet eden nübüvvetin son temsilcisi sevgili Peygamberimiz Medine’de inşa ettiği “Mescid-i Nebi” ile gaye, değer, ahlak, fazilet ve kulluk ekseninde tüm Müslümanları bir araya getirmiş, onları vahyin nuru ve güzellikleri ile buluşturmuştur. O, irşat ve tebliğdeki vazgeçilmez konumu sebebiyle inşa ettiği mescide o kadar değer vermiştir ki şiddetli hastalığı esnasında bile mescitte cemaatle namaza devam etmiş, ashabını ve ümmetini de daima caminin vahdet ikliminde buluşmaya teşvik etmiştir.

Vahyin rehberliğinde sevgili peygamberimiz, genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk herkese ve toplumun her katmanına İslam’ın mesajlarını, emir ve yasaklarını, haram ve helallerini, iyilik ve güzellikleri anlatmış, Kur’an-ı yaşanan bir hayata dönüştürerek müminlere en güzel örnekliği bırakmıştır. O’nun mescit merkezli tebliğinde ve gönülleri fethetmedeki başarısının arkasında kuşkusuz, inanç ve azimle devam ettirdiği mücadelesi, güzel ahlakıyla herkesin takdir ettiği örnekliği, Kelamullah’ın izinde bilgi ve hikmeti önceleyen davet dili etkili olmuştur.

Kur’an-ı Kerim’in bu ve benzeri ayetlerinin rehberliğinde Müslümanlar cami merkezli büyük medeniyetler kurmuşlardır. Bu medeniyette sadece cami ve mescitler değil diğer din ve inançların mabetlerinin de dokunulmazlığı muhafaza edilmiştir. Şüphesiz bu ideal davranışın altında yatan etken, Kur’an ve sünnetin mabetler ve inanç özgürlüğü ile ilgili çağlar üstü mesajlarıdır.

Allah Teâlâ’nın gönderdiği bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed’in (sas) de aslî ve öncelikli görevi insanları tebliğ ve irşat etmektir. Yüce Rabbimiz bu yolda peygamberimizden daima sabrı ve tevekkülü kuşanmasını, insanlara yumuşak davranmasını, kolaylaştırıcı olmasını, şefkat ve merhametle muamele etmesini, emretmiş; kendisinin bir vekil, muhafız ve zorba olarak değil müjdeci, uyarıcı ve hatırlatıcı olarak gönderildiğini bildirmiştir.

Müslümanların hayatında ve anlam dünyasında vazgeçilmez bir değere sahip olan camiler gerek ibadetlerin ifasında gerekse ilahi ilke ve hakikatlerin tebliğ ve tebyin edilmesinde en etkili mekanlardır. İslam’ın kurumsal hüviyeti olan mabetler, tarih boyunca Müslümanların hem aidiyet bilincini inşa etmiş hem de birlikte var olma idealini tahkim etmiştir.

Nitekim yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Mescitler yalnız Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte başkasına da tapmayın.” (Cin, 72/18) ilahi fermanıyla insanları mescidin saygınlığına halel getirici düşünce ve davranışlardan uzak durmaları hususunda uyarmıştır. Diğer bir ayette ise “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazını kılan, zekâtını veren ve yalnız Allah’tan korkup çekinen kimseler imar edebilirler. İşte bunların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe Sûresi 18) buyurularak her bir müminin camilerin maddi ve manevi imarındaki sorumluluğuna vurgu yapılmıştır.

O halde, biz müminlere düşen Peygamberimiz (sas)’i hakkıyla tanımak ve anlamaktır. Dosdoğru yolunda yürümek, sünnetine sımsıkı bağlanmaktır. Gönderiliş gayesini kavramak, örnek hayatını ve onurlu mücadelesini gelecek nesillere aktarmaktır. 

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

İçinizden Allah’ın lütfuna ve ahiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır. Ahzâb Suresi 21

İnsanlığın zihin ve fikir dünyasında en büyük inkılab Peygamberimiz (sas)’in gelişiyle gerçekleşti. O geldi, karanlıklar aydınlandı. Cahiliye dönemi, asr-ı saadet oldu.

O geldi, zulüm adalete dönüştü. Her hak sahibine hakkı verildi. Zayıflar, güçsüzler, yeniden insan olmanın saygınlığını kazandı. 

 Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin yüzü güldü. Diri diri toprağa gömülen kız çocukları hayat buldu.

O geldi, evler, sokaklar, şehirler huzur ve güvenle doldu. İlim ve hikmet, şefkat ve merhamet, adalet ve hakkaniyet dünyanın dört bir köşesine yayıldı.

Mevlid-i Nebi’nin yıldönümünde her birimiz şu soruları kendimize soralım. Sevgili Peygamberimiz (sas)’e gerektiği gibi inanıp, en çok onu seviyor muyuz? Ona hakkıyla itaat edip emanetine sahip çıkıyor muyuz? Hayatımızı onun sünneti doğrultusunda inşa edip güzel ahlakını kuşanıyor muyuz? Onun yaşlılara karşı saygı ve hürmetini, çocuklara karşı sevgi ve şefkatini, insanlara karşı nezaket ve merhametini taşıyor muyuz? Her daim ahlak, adalet ve faziletin yanında yer alıyor muyuz? Her türlü kötülüğün, şerrin ve batılın karşısında duruyor muyuz? Yüce Rabbimizin övgüyle söz ettiği “en hayırlı ümmet” olmak için çalışıyor muyuz? Allah Resûlü’nün davetini bütün insanlığa ulaştırmak için yeterince gayret gösteriyor muyuz?

Miladi 571 yılıydı. İnsanlık cahiliyenin karanlığında kaybolmuştu. Haksızlık, zulüm, ümitsizlik ve güvensizlik had safhadaydı. Merhamet duygusu körelmiş, erdem ve hikmet kaybolmuştu. İnsanlar her geçen gün, güçlünün zayıfı ezdiği bir dünyaya uyanıyordu. Biçare gönüller hak ve hakikate, adalet ve merhamete susamış, mazlumların feryadı arş-ı ala’ya ulaşmıştı. İstikametini kaybeden insanlık, ilahi rahmete muhtaçtı. İşte böyle bir anda, Allah Teala kullarını yalnız bırakmadı. Engin şefkat ve merhametinin bir tecellisi olarak, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlara sorumluluk ve görevlerini hatırlatan son peygamberini, Habib-i Huda Hz. Muhammed Mustafa’yı lütfetti. Ve şöyle buyurdu:

Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. Enbiya 107

Bu gece Rebîü’l-evvel ayının on ikinci gecesi. Alemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa (sas)’in dünyayı teşriflerinin yıldönümü. Bu gece, Mevlid-i Nebi gecesi. Bizlere bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak Resûl-i Kibriya Efendimizi gönderen Rabbimize hamdüsenalar olsun. Ümmeti olma bahtiyarlığına erdiğimiz Sevgili Peygamberimize, aline ve ashabına salat ve selam olsun. / Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan 7 Ekim 2022 tarihli ve “Alemlere Rahmet Hz. Muhammed (sas)” konulu cuma hutbesi.

Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. Ahzab, 45-46

Comments are closed.