Herkes çevresinde ve işyerinde çeşitli karakterde insanlarla karşılıyor. Bir Müslüman olarak onlara karşı hareketlerimizi bilmemiz gerekir. İmam-ı Gazali hazretleri insanları dört kısma ayırmaktadır:

2- Şiddet, zulüm ile hareket edenler.
3- Hile ile etrafındakileri aldatanlar.
4- Güzel ahlak sahibi olan, gerçek Müslümanlar.
Allahü teâlâ, İslam dinini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları ve ahirette sonsuz azaplardan kurtulmaları için göndermiştir. Kâfirler, yani Müslüman olmayanlar, bu saadet yolundan mahrum kalmış zavallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir! Bunları gıybet etmek bile haramdır. Bunlar, şeytanın veya Müslümanlıktan haberi olmayanların aldattıkları zavallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış insanlardır. Biz bunlara sabır ile, tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz! İslam dini, ırk, milliyet, siyasi inanç, dil ve tahsil seviyesi ayırmaksızın, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Herkes aynı haklara, aynı itibara sahiptir. Ferdin, muayyen bir topluluğun, hatta yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın, hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emreder. Bu sebeplerden dolayı da, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde bütün insanları doğru yolda bulunmaya davet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün günahlarını affedeceğini vaad buyuruyor.
Hangi dinden olursa olsun bütün insanlara, dinimizin emrettiği şekilde, daima tatlı dil ve anlayışla hitap etmelidir. Müslüman olmayanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyleyenin cezalandırılması gerektiği, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Maksat, herkese İslam dininin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihad da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin önce kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiçbir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakta zorluk çekmez. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiçbir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan, herkese bu dinin biricik hak din olduğunu kolaylıkla ispat edebilir. Kâfir olmak, yani Müslüman olmamak, her zaman ve her yerde kötüdür. Çünkü küfür, insanı dünyada ve ahirette felakete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayıştır. Bununla beraber, başka dinden olan kimselerin hepsini, kötü huylu bir insan kabul etmemelidir. İçlerinde iyiliğe elverişli kimseler bulunabilir.

Unutmamak gerekir ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mesele, bu yoldan İslam nurunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nuru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı kötülüklere pişman olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, İslam dinini kabul etseler, dünyada kötülük, hile, savaş, anarşi ve zulüm kalmazdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmaya gayret etmek ve Müslümanlığın esasını ve inceliklerini izah ederek, ve kendimiz de yaşayarak bütün dünyaya yaymak, herkesin boynuna düşen bir borçtur. Bunu yapmak cihad olur.
Ateist genç diyor ki: Din insanları uyuşturur, tembel yapar, sağlıklı düşünemez, çalışmayı, ilerlemeyi engeller, binlerce yasak ve emirlerle insanı köle haline getirir. Kısaca yaşamı zindan eder. Hiçbir kayda ve şarta yani bir kurala bağlanmayan ise, huzur içinde yaşar.

İşte İslam ahlakına uygun yaşayan insan, inanmasa bile Allah’ın yarattığı nimetlerden fayda görür. Branşında uzman olan bilim adamı, incelediği zaman İslamiyet’in o hususta bildirdiği kuralın faydalarını bulur. Yabancı bir bilim adamı diyor ki: “Namazdaki hareketler beden için çok faydalı jimnastik hareketleridir. Gün gelecek, [Bağnaz olmayan] doktorlar bunu reçetelerine yazacaklardır.” Oruç, zekat, sadaka [yardımlaşma], sünnet olmak, temizlik, az yiyip az içmek, az uyumak, istişare, kanaat, tevekkül, sabır, kul hakkı, adalet için yazılıp çizilenleri çok kişi biliyor. Bunların tam ve en iyi şekli İslam ahlakında vardır. Bir ateist bile bunları uygulasa dünyada faydasını görür. Müslüman olarak uygularsa, o zaman kalbinde sevgiden hasıl olan Allah korkusu da olacağı için, hiç kimse olmasa bile, hiç kimse anlamasa bile, hiç kimse yakalayamasa bile, bu kurallar dışına çıkmaz, başkasına zarar vermez. Veriyorsa, sevgisinde, kusur var demektir. Bunun suçu da kurallarda değil, kendisindedir.
Kurallara uyabilmek için beden ve ruh sağlığı çok önemlidir. Rahat, huzur buna bağlıdır. Bunun önemi gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Halbuki bu 1400 küsur yıldır İslam ahlakının temeli olup, emir ve tavsiyelerin başında yer almaktadır. Bir hadis-i şerifte İslami bilgilerin beden ve ahlak bilgisi olarak ikiye ayrıldığı, bu ilimler içinde bedeni koruyan sağlık bilgisi ile ruhu koruyan din ahlak bilgisinin önemi bildirilmektedir. Demek ki her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak İslamiyet’in emridir. Hatta İslamiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. İslamiyet’te ruh temizliği esastır. Yalancı, hilekâr, insanları aldatan, haksızlık eden, insanlara yardım etmeyen, büyüklenen, yalnız kendi çıkarını düşünen bir kimse, ne kadar ibadet ederse etsin, hakiki bir Müslüman sayılmaz.
Mükemmel insanın vasıfları; güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmaz, kızsa da zararlı iş yapmaz. Büyüklenmez, son derece mütevazı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkan buldukça yardım eder. Vakarlı, kibar, ağır başlı, haysiyetlidir. Ailesini ve vatanını sever. Ana babasına, hocasına, âmirine karşı saygılıdır. Kumar oynamaz, uyuşturucu kullanmaz, sarhoş olmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, kimsenin hakkına tecavüz etmez. Hiç kimsenin canına, malına, ırzına dokunmaz. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, suizanda bulunmaz. Sözünde durur kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Hainlik etmez. Sahtekâr değildir. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boş geçirmez. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgul olur. Müslüman, bu emir ve yasaklara uyduğu ölçüde mükemmel insandır. Tam uyabilirse mükemmelliği de tam olur. Allahü teâlânın evliya kulları böyledir. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiçbir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan, seven ve uygulayan bir kimse, dünya ve ahirette mutlu olur. Eğer bütün insanlar, İslam ahlakı üzere yaşasalar, dünyada ne kötülük, ne hile, ne savaş, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, mükemmel bir insan olmaya gayret etmek lazımdır.

Yukarıdaki hususlar İslamiyet’in emirleridir. Yerimizin müsaadesi ölçüsünde birkaçını alalım. İyi insan, iyi ahlaklı insan demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ahlakınızı güzelleştiriniz.) [İbni Lal]
(Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.) [Hakim]
(Ben güzel ahlakı bildirmek için gönderildim.) [Beyheki]
(Güzel ahlak, senden kesilen akrabanı ziyaret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.) [Beyheki]
(Din, güzel ahlaktır.) [Deylemi]
(En faziletli mümin ahlakı en güzel olandır.) [Tirmizi]
(Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız!) [Hakim]
(Yumuşak davran! Sertlikten sakın! Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir.) [Müslim]
(En iyi kimse, huyu en güzel olandır.) [Buhari]
(Yumuşak huylu kimseye, dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir.) [Tirmizi]
(Halka kolaylık, yumuşaklık gösteren Müslümanın Cehenneme girmesi haramdır.) [İ. Ahmed]
Bir kimse Resulullah efendimizden nasihat istedi, (Kızma, sinirlenme) buyurdu. Birkaç kere sorunca, hepsine de (Kızma, sinirlenme) buyurdu. (Buhari)
Güzel ahlak hakkında İslam âlimleri buyuruyor ki:
Her binanın bir temeli vardır. İslam’ın temeli de güzel ahlaktır. Güzel ahlak; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlakın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlak, Yaratandan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümana çatık kaşla bakmak haramdır. Güler yüzlü olmayan mümin sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslüman, hasreti çekilen insan demektir.
Müslüman/İslamcı câmianın yirmi otuz yıl öncesine kıyasla daha kültürlü, daha eğitimli, daha donanımlı olmasına rağmen çok endişeli, çok tedirgin, çok huzursuz olmasını nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıyız? Ne oldu da böyle oldu? Neden bu hale gelindi? Bu bağlamda sorular çoğaltılabilir. Ortada bir sorun var. Ertelenmesi, ötelenmesi imkânsız bir sorun. İslamî bir çevrenin içinde veya yakınında bulunmuş, yaşamış gençlere, insanlara ne oluyor?

Buradan hemen dini öğreten kişilere geçebiliriz. Modern zamanların din öğreticileri, duruş, konum, dil, üslup ve içerik olarak sorun/lu/durlar. Birçoğu kendini dinin vâzıı, dinin koyucusu olarak görmektedir. Dinin, İslam’ın vâzıı, Allah’tır (c.c.). Bir de bu dinin tebliğcisi, anlatıcısı, uygulayıcısı vardır, Efendimiz Muhammed (s.a.v.). Peygamberimizin ahirete irtihalinden bugüne kadar her yerde, her zaman birbirinden farklı, hatta birbirine zıt birçok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır.

O vakitler bu görüş ve anlayışlar belli bir seviyedeki kişiler arasında konuşulur, tartışılırdı. Halkın büyük bir kesimi, bunlardan haberdar olmazdı. Bu meseleler kendilerini ilgilendirmezdi çünkü. Şimdi tarihte ve günümüzde ele alınan kimi konular her yerde, her ortamda konuşulur oldu. Vatandaşın düzeyi bunları kaldıramadığı için psiko-sosyal sorunlara, rahatsızlıklara yol açtı, açıyor. Son birkaç yıldır din yorgunluğu, din bezginliği denen halin mahiyeti budur. Tabii olarak din/İslam, asla ve asla insanları, müntesiplerini yormaz, bezdirmez. Çünkü böyle bir durum, dinin varlık sebebine aykırıdır. Allah’ın gönderdiği din, huzur, itmi’nan ve sükûnet kaynağıdır. Eğer İslam’ın mümessilleri temsilde, tebliğde yetersiz, eksik, donanımsız, birikimsiz ise Müslümanı da, Müslüman olmayanı da yorar, bezdirir
İslam’ın nasları ile bu nasların yorumları birbirinden iyice tefrik edilemezse, din yorucu ve bezdirici bir kuruma dönüşebilir. Bunun sorumluluğunun kime ait olduğu gayet açıktır. Dinimiz İslam’ın kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur. Dinin koruyucusu, o dinin vâzıı, koyucusudur. Bunu elbette kullarından bazıları ile yapmıştır, yapmaktadır ve yapacaktır. Şunu unutmamak lazım: Böyle bir nimetle müşerref olan insanın ancak kulluğunu, şükrünü artırması beklenir. Bugün birçok din anlatıcısı, dini anlatmayı bir ayrıcalık, bir üstünlük aracı olarak görmektedir. Sözel olarak böyle bir şeyi söyleyene rastlanmaz elbette. Ama davranışsal olarak karşımıza çıkan manzara budur maalesef. Bu yorum merkezli din anlatımının ve söyleminin vardığı yer, ötekileştiriciliktir. Anlatıcının, söyleyicinin yorumu tasvip edilmediğinde takınılan tavır, muhatabın dışlanmasıdır. Çünkü doğru tektir, bu da anlatıcının, söyleyicinin doğrusudur. Bu bakış açısı, terminatör bakış açısıdır. İslam düşünce tarihi, zenginliğini ve özgünlüğünü, farklı bakış açılarını, değişik yorumları içinde barındırmasından almaktadır. Geçmişteki zenginlik bugüne taşınamadığı için bu sorunlar yumağı içinde oyalanıp durmaktayız millet olarak. Bu tektipleştirici tutum, dinle ilişkili insanları dinden, imandan soğutmakta, neticede bu yazının yazılmasına sebep olan yorgunluk ve bezginliğe yol açmaktadır.

Müsamaha bizim tarih, kültür ve geleneğimizin en başat unsurlarından biridir. Günümüzde bu özellik, çeşitli sebeplerden dolayı yok oldu. Bunu tekrar ihya ve inşa etmek gerekmektedir. Tarihte müslüman olmayan unsurları içinde barındıran, onları taşıyan, onlardan yararlanacak bir kültür var eden İslam âlemi, şimdi birbirini taşıyamaz hale geldi. Müslüman kardeşini taşıyamayan, ona katlanamayan biri, diğer insanlara, müslüman olmayanlara nasıl bir tutum ve davranış içinde olacaktır? Böyle bir imkân ve ihtimal var mıdır? Bu nahoş, gayri insanî ve gayri İslamî harekete tanık olan insan, dinden yorulmasın, dinden bezmesin de ne yapsın?

Halkın dinle ilişkilerinin zayıflamasındaki en önemli etkenlerden biri de medyada yapılan tartışmalardır. Burada kullanılan dil ve üslup, dinin huzur veren bir kurum olma özelliğini yok etmektedir. Programlarda yer alan kişiler, -yazarlar, akademisyenler, araştırmacılar- duruş, bakış ve yöntem olarak dinin öğrenilmesi ve anlaşılmasından çok dinin anlaşılmaz, karmaşık, tartışmalı bir alan olduğu algısına sebep olmaktadırlar. Ekranın dayanılmaz cazibesi, bu tür programlara katılanlar açısından televizyon aracılığıyla tebliğ ve irşad yapmanın zorluğunu görmelerini perdelemektedir. Televizyon, varlığı gereği ilgi çekmeyi amaçlayan bir araçtır. Reyting denen şey de onun olmazsa olmazıdır. Televizyon kanalları, program yapımcıları, katılımcılar bir şeyler kazanırken, tartışma konusu yapılan din maalesef kaybetmektedir. Bu tür programları izleyenlerde kalan izlenim ve etki: boşluk, karmaşa ve zihin bulanıklığıdır.

Günümüzü, geçmişten farklı kılan unsurlardan biri de herkesin rahatlıkla kabul edebileceği üzere, internettir. İnsanın ürettiği iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış her şeyin kolayca erişilebildiği bir vasat olan internet ortamındaki malumat yığını, yeterli bilgi ve donanıma sahip olmayan kişilerin zihinlerini darmadağın etmektedir. Şurası bir gerçektir ki sadece sistematik bilgi, insana fayda sağlar, kimlik ve kişilik kazandırır. Belli bir düzen içinde edinilmeyen bilgi, insanı aptallaştırır, uzun vadede fayda yerine zarar verir. Özellikle dinî bilgi söz konusu olunca bu, daha büyük ehemmiyet arz eder.
Huzursuzluğun sebeplerinden biri de yaşça, bilgice büyük olanların çevrelerine karşı olumsuz, yersiz, bazen kaba, sert tutum ve davranışlarıdır. Bu durum kimi zaman, baskıya dönüşebilmektedir. Unutulan şey şudur: öğrenilen-öğretilen bilginin davranışa dönüşmesi zaman isteyen bir hadisedir. Daha doğrusu bu bir süreçtir ve sürecin ne zaman tamamlanacağı, kişilerin elinde değildir. İstendik davranışlar öyle kolay gerçekleşmez. Gün, hafta, ay değil, bazen yıl/lar alabilir. O bakımdan ebeveynler, öğreticiler birçok şeyin zamanla olacağını dikkate almalı, çocukların, öğrencilerin bir sürece ihtiyaç duyduklarını görmelidirler.
Huzur İslam´da Ama Müslümanlar Huzursuz… MUSTAFA ÖZEL

Allah’ı Kalbinde Hisset Ve Yalnızlığın Geçsin – İmân-ı billâh [20. Mektup Mukaddime]| Mehmet Yıldız

Allah’tan Böyle İste Ki Sana Yardım Etsin – Yardımlaşma Penceresi [10. Pencere] | Mehmet Yıldız

“Kalbim Huzur Bulmuyor, Ruhum Izdırap İçinde” Sakin Ol Allah Var -Vahdetteki Kolaylık-[11. Pencere]

Grup Dost El – HATEMÜL ENBİYA
Alemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) 23 yıllık risâlet hayatı boyunca insanlığı delaletten hidâyete, zulmetten nura, küfürden imana davet etmek için çalışmıştır. Hz. Peygamber’in insanları Hakk yoluna, kurtuluşa daveti gelişigüzel bir davet değildir. O İslam’ı tebliğ ederken birtakım hususlara dikkat etmiştir.

Samimi Bir Kadro Oluşturması
İnsanlığa aydınlatıcı bir kandil olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk olarak tebliğine aile efradından ve güvendiği kimselerden başlayarak, çekirdek bir kadro oluşturmuştur. Böylelikle Allah Rasulü’nün yanında davasına samimiyetle bağlı ve bu uğurda her türlü fedakarlığı göz önüne alan insanlar yetişmiştir. Atılan bu adım, davetin ileriki aşamalarında Allah Rasulü’nün yanında manevi destekçilerinin olmasını sağlamıştır.
Yılmadan Tebliğe Devam Etmesi
Hz. Peygamber’in daveti çok ciddi engellerle karşılaşmıştır. Yakın akrabaları dahi ona inanmamış, yüz çevirmiş, eziyet etmişlerdir. Fakat O tüm bunlara rağmen Hakk’ın bayraktarlığını yapmaktan vazgeçmemiş, İslam’ı anlatacağı yeni gruplar bulmaya çalışmıştır. Mekke’de İslami tebliğin önünün kapandığını düşündüğünde azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile Taif’e gitmiş, orada da eziyet görmesine rağmen ümidini kaybetmeden farklı kabilelere irşad faaliyetini devam ettirmiştir. Onun bu çabaları meyvesini vermiş, hac ibadeti için Mekke’ye gelen Medinelilere yaptığı davet neticesinde İslam devletleşme imkânı bulmuştur.

Allah Rasulü İslam’ı ulaştırabileceği her noktaya ulaştırmak için, döneminin haberleşme unsuru olan elçilerden istifade etmiştir. O, elçiler vasıtasıyla dönemin en güçlü devletleri olan Bizans ve Sasani devletlerinin hükümdarlarına ve daha pek çok bölge yöneticisine İslam’a davet mektupları göndermiştir. Hz. Peygamber ashabına İslam’ı tebliğ etmekle birlikte, aynı zamanda onları birer İslam davetçisi olarak düşünmüştür. Dâru’l Erkâm’da yetişen Mus‘ab b. Umeyr’in 1. Akabe Biatı’ndan sonra Medine’de gerçekleştirdiği muazzam İslam faaliyet düşünüldüğünde bu adımın İslam’ın neş’et etmesinde ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Mus‘ab b. Umeyr’in çabaları neticesinde Medine’nin reisleri olan Sad b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr İslam’la şereflenmiştir ki, onların Müslüman oluşu kabilelerinin de hızla İslam’ı benimsemesini sağlamıştır.
Akrabalık Bağlarını Gözetmesi
Hz. Peygamber döneminde Arap toplumunda kan bağına dayalı yakınlık son derece önemsenen bir husustu. Bu durumun farkında olan Allah Rasulü tebliğinin amacına ulaşması noktasında akrabalık bağlarını dikkate alarak hareket etmiştir. Zira O’nun Beliyy kabilesine annesi bu kabileden olan Amr b. el-As’ı göndermesi, Amr vasıtasıyla onlarla yakınlık kurmak istemesiyle alakalıydı. Yine Hz. Peygamber’in İslam’ın en büyük düşmanlarından olan Hâlid b. Velîd’in yakın akrabası Hz. Ummu Seleme ile ve Mekke reisi Ebû Süfyan’ın kızı Ummu Habibe ile evliliği onlarla aralarındaki düşmanlığı akrabalık ilişkisi üzerinden hafifletmek için attığı adımlardandı.

İnsanların Derecelerine Göre Hitap Etmesi
“Herkese derecesine göre davranın” buyuran, Hz. Peygamber kendisi de bizzat tebliğinde bu yöntemi uygulamış, muhataplarının vasıflarını, kabiliyet ve eksikliklerini göz önünde bulundurarak onlara hitap etmiştir. O, kendisine sorulan aynı sorulara soranların durumlarına göre farklı cevaplar verebilmiştir. Örneğin İslam’ın en faziletli işi hakkında soru soran iki kişiden birine yemek yedirmek ve selamı yaymak derken, diğerine muhtemelen onun bu yöndeki eksikliğinden dolayı el ve dil selameti şeklinde cevap vermiştir.
Muhataplarına Değer Vermesi/Hüsn-ü Muamelede Bulunması
Hz. Peygamber zengin, fakir, güçlü, güçsüz ayırt etmeksizin muhatap olduğu her kesimden insana insan olması hasebiyle değer vermiştir. O azılı düşmanlarına dahi hoşgörüyle, merhametle yaklaşmış, hiç kimseyi görmezden gelmemiştir. İslam’a karşı sert tavırlarıyla bilinen Benû Hanife kabilesi lideri Sümame’yi esir aldığı zaman ona eziyet etmeyi tercih edebilecek bir konumda olmasına rağmen, alemlere rahmet olan Allah’ın sevgilisi böyle yapmamış, aksine ona karşı iyi davranılmasını emretmiştir. Bu hüsn-ü muamele Sümame’yi çok etkilemiş olacak ki, İslam ile şereflenenlerden olmuştur. Allah Rasulü her fırsatta Mekkelileri İslam daveti aleyhine kışkırtan Ebû Süfyan’a dahi güzel muamelede bulunmuş, aralarındaki düşmanlığın meveddete dönüşmesi için, ona dönemin meşhur ve kıymetli hediyesi olan Medine hurması göndermiştir. Hz. Peygamber’in insana verdiği değer, O’nun çeşitli bölge yöneticilerine gönderdiği İslam’a davet mektuplarındaki hitaplarında da görülür. Zira bu mektuplarda Rum’un ulusu, Kıptilerin büyüğü gibi ifadelerle hükümdarları yücelterek, onlara verdiği değeri ortaya koymuştur. Allah Rasulü’nün Mekke’yi fethettiğinde gücü elinde bulundurmasına rağmen birkaç kişi dışında tüm müşrikleri kendisine yapılan onca eziyete rağmen affetmesi onun insana verdiği değerin, merhametinin, güzel muamelesinin en zirve örneğidir.

Tebliğ için Kolaylaştırıcı, Sevdirici Bir Üslubunun Olması
İnsan fıtratının zayıflığının farkında olan Allah Rasulü İslam’ın öğretilerini insanlara olabildiğince sade ve basit bir üslupta sunmuştur. Nitekim O, Mu‘az b. Cebel ve Ebu Musa el- Eş ‘ari’yi Yemen’e gönderirken “Kolaylaştırıcı olun, zorlaştırıcı olmayın, sevdirici olun, nefret ettirici olmayın.” buyurmuştur. Rahmet peygamberi insanlara sevgi diliyle yaklaşarak, İslam’ı gönüllere nakşetmeye çalışmıştır. Allahu Teala da Kur’an’da “Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın etrafındakiler dağılırdı.” buyurarak Allah Rasu’lünün yumuşak tavrını ortaya koymuştur. Allah Rasulü insanlara şefkatle, merhametle yaklaşmış, kendisine eziyet edenlere dahi hüsnü muamelede bulunmuştur.
Gerektiğinde Cezalandırması/Savaşa Başvurması
İnsanı eşref-i mahlûkât olarak gören İslam dininde esas olan güzel muamele ve sulhtur. Bununla beraber Hz. Peygamber gerekli olduğu durumlarda çeşitli cezalar vermekten ve savaşmaktan çekinmemiştir. Her zaman ilk etapta insan kazanmayı düstur edinmiş olan Allah Rasulü, insanları asla ötekileştirmemiş, onlara hüsnü muamelede bulunmuştur. Ancak İslami davetin yayılmasına engel olan ve ısrarla toplumun fesadı için uğraşanlar hususunda Rasulullah, zaman zaman çeşitli cezalandırma yöntemleri uygulamıştır. Aynı şekilde savaşta, insani ilişkilerde başvurulabilecek her türlü uygulamaya başvurulmasına rağmen muhatapların tebliği tehlikeye sokan hareketleri sebebiyle gerçekleştirilmiştir. Cezalandırmalar ve savaş tüm insani muameleler gerçekleştirildikten sonra atılan adımlar olmuştur. Atılan bu adımlarla İslam davetinin önündeki engeller kaldırılmış, toplumun saadeti temin edilebilmiştir.

Yaşayarak Örnek Olması
Elbette Allah Rasulü kendisine vahyolunanları insanlara aktarmakla yetinmiyor, bizzat uygulayarak kâinatın gördüğü en güzel örnekliği teşkil ediyordu. Bir yola, bir amaca insanları sevk etmeye çalışan davetçinin sözlü aktarımdan ziyade yaşayarak örneklik göstermesinin katbekat etkili olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Üsve-i hasene olan Hz. Peygamber’in örnek yaşantısını gören insanlar ona daha çok bağlanmışlardır. Mescid-i nebevide bir direğe bağlanmış olan Benû Hanife reisi Sümâme’nin Müslüman olmasında Hz. Peygamber’in yaşantısına şahit olması büyük bir etken olsa gerektir. Yine Allah Rasulü’nün Taif’ten gelen heyeti Müslümanların yaşantılarını görüp, kalplerinin İslam’a ısındırılması için mescitte misafir etmesi, yaşayarak tebliğin en güzel örneklerindendir.

Kaynaklar
- Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Davet Metodu
- Abdülkadir Karakuş, Hz. Peygamber’in Tebliğ Dili ve Bunun Kur’ânî Temelleri
- Mehmet Nurullah Aktaş, Davet Dili
Elif Sena Erdoğan
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, ulaşım ve iletişimin hayatı alabildiğine kolaylaştırdığı günümüz dünyası maalesef bölgesel ve küresel krizlerin, sınıflaşma ve hizipçiliğin, bireysellik ve bencilliğin, kimlik ve değer kaybının kıskacında sıkışmış vaziyettedir. Böylesi bir vasatta din ve inançta olduğu kadar hayatla da bağını koparmış çağın mutsuz ve huzursuz insanını tıpkı saadet asrında olduğu gibi camilerin sekinet, rahmet ve bereket yüklü iklimine kavuşturmak, itibar ve irtifa kaybetmiş sözün gücünü mabetten başlayarak hayatın tüm alanına hâkim kılmak irşat sorumluluğuyla mükellef olan herkes için öncelikli görev haline gelmiştir. Bugün nebevi metodu kuşanarak samimiyet, sabır ve sevgiyle her türlü ayrıştırma, ötekileştirme ve kutuplaştırmadan uzak bir dil ve üslupla İslam’ın aydınlık ilkelerini, hayata huzur getiren mesajlarını yeniden insanlıkla buluşturmak için gayret etmeliyiz. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali ERBAŞ
Tebliğ ve irşadımızı “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.” (Nahl, 16/125) ilahi beyanını esas alarak yapmalıyız. Kendi kalbimizden ve hayatımızdan başlayarak hâlimizi ve hâl dilimizi güçlendirmeliyiz. Tüm söz, tutum, tavır ve davranışlarımızda, İslam’ın değerlerinin tebliğcisi ve temsilcisi olduğumuzun farkında olarak hareket etmeliyiz. Bunu hakkıyla yaptığımızda şüphesiz yaşadığımız çağ İslam’ın rahmet yüklü ilkeleriyle güzelleşecek ve huzura kavuşacaktır.

Nitekim onun cemaatle kılınan namazın faziletlerine dair söyledikleri bunun en açık göstergesidir. Diğer taraftan onun inşa ettiği mescit; hayri hizmetlerin yapıldığı, yetim ve öksüzlerin barındığı, açların doyurulduğu, ferdi ve içtimai sorunların çözüldüğü hatta askeri ve siyasi konuların istişare edilip kararların alındığı bir yer olmuştur. Allah Resul’ünün nazarında cami; gönülleri ihya eden, zihni inşa eden, birlik-beraberlik ve kardeşliği perçinleyen, sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendiren, iman kardeşliğinin her şeyden üstün ve değerli olduğunu yaşatan ve hissettiren eşsiz bir mekândır. Onun inşa ettiği mescit bir ibadet mekânı olduğu kadar bilgi, hikmet ve güzel ahlakın öğretildiği bir mekteptir.
O, kendisinin bir muallim olarak gönderildiğini belirterek irşat vazifesinde mescidi merkez yapmış, oradaki eğitim faaliyetlerine bizzat katılmış, özellikle çocuk, genç ve kadınların eğitimine büyük önem vermiş, İslam toplumunda eğitim öğretimin kurumsal anlamda mabette başlamasına öncülük etmiştir. İnşa ettiği mescit, çok kısa bir zamanda İslam’ın evrenselliğinin gelişme ve ilerleme özelliklerinin sembolü haline gelmiş; ilimden sanat ve estetiğe, mimariden kültür ve sosyal hayata kadar medeniyetin öncü mekânı olmuş, cehalet çağını yaşayan insanları saadet asrının huzurlu, mutlu ve müreffeh bireyleri haline getirmiştir.

İnsanları hakka, iyiliğe erdemli olmaya davet eden nübüvvetin son temsilcisi sevgili Peygamberimiz Medine’de inşa ettiği “Mescid-i Nebi” ile gaye, değer, ahlak, fazilet ve kulluk ekseninde tüm Müslümanları bir araya getirmiş, onları vahyin nuru ve güzellikleri ile buluşturmuştur. O, irşat ve tebliğdeki vazgeçilmez konumu sebebiyle inşa ettiği mescide o kadar değer vermiştir ki şiddetli hastalığı esnasında bile mescitte cemaatle namaza devam etmiş, ashabını ve ümmetini de daima caminin vahdet ikliminde buluşmaya teşvik etmiştir.

Vahyin rehberliğinde sevgili peygamberimiz, genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk herkese ve toplumun her katmanına İslam’ın mesajlarını, emir ve yasaklarını, haram ve helallerini, iyilik ve güzellikleri anlatmış, Kur’an-ı yaşanan bir hayata dönüştürerek müminlere en güzel örnekliği bırakmıştır. O’nun mescit merkezli tebliğinde ve gönülleri fethetmedeki başarısının arkasında kuşkusuz, inanç ve azimle devam ettirdiği mücadelesi, güzel ahlakıyla herkesin takdir ettiği örnekliği, Kelamullah’ın izinde bilgi ve hikmeti önceleyen davet dili etkili olmuştur.
Kur’an-ı Kerim’in bu ve benzeri ayetlerinin rehberliğinde Müslümanlar cami merkezli büyük medeniyetler kurmuşlardır. Bu medeniyette sadece cami ve mescitler değil diğer din ve inançların mabetlerinin de dokunulmazlığı muhafaza edilmiştir. Şüphesiz bu ideal davranışın altında yatan etken, Kur’an ve sünnetin mabetler ve inanç özgürlüğü ile ilgili çağlar üstü mesajlarıdır.
Allah Teâlâ’nın gönderdiği bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed’in (sas) de aslî ve öncelikli görevi insanları tebliğ ve irşat etmektir. Yüce Rabbimiz bu yolda peygamberimizden daima sabrı ve tevekkülü kuşanmasını, insanlara yumuşak davranmasını, kolaylaştırıcı olmasını, şefkat ve merhametle muamele etmesini, emretmiş; kendisinin bir vekil, muhafız ve zorba olarak değil müjdeci, uyarıcı ve hatırlatıcı olarak gönderildiğini bildirmiştir.
Müslümanların hayatında ve anlam dünyasında vazgeçilmez bir değere sahip olan camiler gerek ibadetlerin ifasında gerekse ilahi ilke ve hakikatlerin tebliğ ve tebyin edilmesinde en etkili mekanlardır. İslam’ın kurumsal hüviyeti olan mabetler, tarih boyunca Müslümanların hem aidiyet bilincini inşa etmiş hem de birlikte var olma idealini tahkim etmiştir.
Nitekim yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Mescitler yalnız Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte başkasına da tapmayın.” (Cin, 72/18) ilahi fermanıyla insanları mescidin saygınlığına halel getirici düşünce ve davranışlardan uzak durmaları hususunda uyarmıştır. Diğer bir ayette ise “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazını kılan, zekâtını veren ve yalnız Allah’tan korkup çekinen kimseler imar edebilirler. İşte bunların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe Sûresi 18) buyurularak her bir müminin camilerin maddi ve manevi imarındaki sorumluluğuna vurgu yapılmıştır.

O halde, biz müminlere düşen Peygamberimiz (sas)’i hakkıyla tanımak ve anlamaktır. Dosdoğru yolunda yürümek, sünnetine sımsıkı bağlanmaktır. Gönderiliş gayesini kavramak, örnek hayatını ve onurlu mücadelesini gelecek nesillere aktarmaktır.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

İnsanlığın zihin ve fikir dünyasında en büyük inkılab Peygamberimiz (sas)’in gelişiyle gerçekleşti. O geldi, karanlıklar aydınlandı. Cahiliye dönemi, asr-ı saadet oldu.
O geldi, zulüm adalete dönüştü. Her hak sahibine hakkı verildi. Zayıflar, güçsüzler, yeniden insan olmanın saygınlığını kazandı.
Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin yüzü güldü. Diri diri toprağa gömülen kız çocukları hayat buldu.
O geldi, evler, sokaklar, şehirler huzur ve güvenle doldu. İlim ve hikmet, şefkat ve merhamet, adalet ve hakkaniyet dünyanın dört bir köşesine yayıldı.
Mevlid-i Nebi’nin yıldönümünde her birimiz şu soruları kendimize soralım. Sevgili Peygamberimiz (sas)’e gerektiği gibi inanıp, en çok onu seviyor muyuz? Ona hakkıyla itaat edip emanetine sahip çıkıyor muyuz? Hayatımızı onun sünneti doğrultusunda inşa edip güzel ahlakını kuşanıyor muyuz? Onun yaşlılara karşı saygı ve hürmetini, çocuklara karşı sevgi ve şefkatini, insanlara karşı nezaket ve merhametini taşıyor muyuz? Her daim ahlak, adalet ve faziletin yanında yer alıyor muyuz? Her türlü kötülüğün, şerrin ve batılın karşısında duruyor muyuz? Yüce Rabbimizin övgüyle söz ettiği “en hayırlı ümmet” olmak için çalışıyor muyuz? Allah Resûlü’nün davetini bütün insanlığa ulaştırmak için yeterince gayret gösteriyor muyuz?

Miladi 571 yılıydı. İnsanlık cahiliyenin karanlığında kaybolmuştu. Haksızlık, zulüm, ümitsizlik ve güvensizlik had safhadaydı. Merhamet duygusu körelmiş, erdem ve hikmet kaybolmuştu. İnsanlar her geçen gün, güçlünün zayıfı ezdiği bir dünyaya uyanıyordu. Biçare gönüller hak ve hakikate, adalet ve merhamete susamış, mazlumların feryadı arş-ı ala’ya ulaşmıştı. İstikametini kaybeden insanlık, ilahi rahmete muhtaçtı. İşte böyle bir anda, Allah Teala kullarını yalnız bırakmadı. Engin şefkat ve merhametinin bir tecellisi olarak, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlara sorumluluk ve görevlerini hatırlatan son peygamberini, Habib-i Huda Hz. Muhammed Mustafa’yı lütfetti. Ve şöyle buyurdu:

Bu gece Rebîü’l-evvel ayının on ikinci gecesi. Alemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa (sas)’in dünyayı teşriflerinin yıldönümü. Bu gece, Mevlid-i Nebi gecesi. Bizlere bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak Resûl-i Kibriya Efendimizi gönderen Rabbimize hamdüsenalar olsun. Ümmeti olma bahtiyarlığına erdiğimiz Sevgili Peygamberimize, aline ve ashabına salat ve selam olsun. / Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan 7 Ekim 2022 tarihli ve “Alemlere Rahmet Hz. Muhammed (sas)” konulu cuma hutbesi.
