logo

İşin başında sonunu gör de ceza gününde pişman olma.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki farklı “güç”le karşılaştık.

Birincisi ABD’nin Japonya karşısında kullandığı atom bombası, ikincisi ise sömürge ülkelerin emperyalizm karşısında verdiği bağımsızlık mücadeleleriydi. Nükleer Silah, ilk ve karşılığı olmayan bir silah olarak ve umarım son kez kullanıldı. Kullanılamadı çünkü öncelikle insanlık ve doğa için oldukça yıkıcı sonuçlarıyla karşılaşıldı ve ayrıca bir süre sonra rakipsiz bir silah olarak kullanılma üstünlüğünü de kaybetti.

Zira artık birçok ülke bu silaha sahip ama bu süreçte onlarca savaş yapılmasına karşın kimse artık bu silahı kullanma cesareti gösteremedi. Yani salt güçlü bir silaha sahip olunması onun kullanılmasını mümkün kılmamakta. Psikolojik ve ahlaki etkenler de buna engel olabilmekte.

Sömürge ülkelerce sürdürülen bağımsızlık savaşları ise tam tersine olumlu bir insani gelişmeydi.

Emperyalist ülkelerin silah ve asker üstünlüklerine karşı ahlaki ve psikolojik üstünlüğe sahip sömürge halkları çoğu yerde güç açısından daha zayıf olmalarına karşı bu savaşımlardan galip çıkmasını bildiler ve sözgelimi ABD, İngiltere, Fransa ya da Rusya, bu halklara karşı nükleer silah kullanamadılar. Zira asıl güç bu tür silahlara sahip olmanın ötesinde, ahlaki ve psikolojik bir meşruiyete sahip olunmasındadır.

Nitekim bu meşruiyete sahip olan sözgelimi Hindistan, Kamboçya, Vietnam, Küba, Güney Afrika, Cezayir, Afganistan… gibi ülkeler sömürgeciler karşısında verdikleri uzun bir kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin kazanan tarafı oldular.

Öyle ki çoğu yerde bizzat bu sömürgeci ülkelerin halkları dahi sömürge halklarının yanında yer aldı ve kendi ülkelerini bu haksız, adaletsiz ve her iki taraf için de yıkıcı olan savaştan vazgeçirdiler. Mesela 1954 yılında, Bertrand Russell gibi bir düşünür ve Albert Einstein gibi bir bilim insanının öncüsü olduğu, savaşlara ve özellikle de hidrojen bombası yapımına karşı bir kampanya dünya çapında bir destek buldu. Bu bağlamda 1964 yılında da nükleer silahların yasaklanması için küresel bir kampanya başlatıldı.

1967 yılında ise ABD’nin Vietnam’da sürdürdüğü savaşa karşı girişilen bir mücadelede, özellikle üniversite gençliğinin desteğiyle savaşın sona erdirilmesi sağlandı. Ve hatta bu savaşta işlenen suçlara karşı sivil bir Savaş Suçları Mahkemesi (Vicdan Mahkemesi) kuruldu, Türkiye’den de Mehmet Ali Aybar’ın katıldığı mahkemenin başkanlığını ise J. Paul Sartre yaptı.

Ama ne var ki sömürgecilik, verilen onca mücadeleye karşı tam anlamıyla sonuçlandırılamadı ve hâlâ da sürmekte. Bu mücadelelerin en ilginci, Hindistan halkının İngilizler karşısında verdiği bir asır süren mücadelenin, son olarak Mahatma Gandi ve Abdulgaffar Han önderliğinde, üstelik silahsız bir stratejiye dayanan bir yolla Hint halkı tarafından kazanılmasıydı.

Her iki önder de nükleer silahlara ve genel olarak da silahlanmaya karşı olsalar da, bu bağımsızlık mücadelesi sonunda Hindistan ve Pakistan olarak bölünen bu ülke halkları iki kez birbiriyle savaştılar ama sahip oldukları atom bombasını kullan(a)madılar. Çünkü hakkaniyete sahip olmayan bir güç, sahibine asla kullanılma meşruiyetini ve cesaretini vermemektedir. 

Dahası, gerek Pakistan, gerek Türkiye ve hatta İran, dünyanın en güçlü ordularına sahip olsalar da (son yayınlanan sıralamada Türkiye 8., Pakistan 9. sırada bulunmakta), bu güç tekil bir nicelik olarak kalmakta, bunu bir niteliğe dönüştürecek sair ölçeklerde (insani gelişmişlik, haklar ve özgürlükler, bilim ve edebiyat, kültür ve sanat, gelir dağılımı adaleti, yargı özgürlüğü, ahlak ve siyaset, güçler ayrılığı…) ise dünya ortalamasının çok altında bulunmaktalar.

Dolayısıyla da ulusal varlıkların salt silahlanmaya yatırıldığı bu eşitsiz gelişme, ne halkları nezdinde ne de çevrelerinde onlara bir saygınlık kazandırdığı gibi, halkları da çeşitli gerekçelerle mültecileşerek Batılı ülkelere iltica etme yolunu seçmekte; bu gibi ülkelerin en yoksulları kadar en parlak zekâları da Batı’ya gitmeyi bir kurtuluş olarak görmekteler. 

Oysa İslam’a ve genel olarak dinlere göre savaş, zorunlu olmadıkça başvurulmaması gereken bir araç olduğu gibi, bu savaşlarda temel ahlaki ilkelere mugayir yollara da başvurulamaz. Zorunluluk hali ise zulmün önlenmesi ve gasp edilen hakların kazanılma çabasıdır. Yani temel anlamıyla meşru savaş, bir haksızlığın bertarafı veya kendisini savunma gibi gerekçelere dayanır.

Tıpkı bunun gibi silahlanma stratejileri de benzeri gerekçelere dayanır. Oysa gerek ulus devletlerin yapısı gerekse bu yapıyı koruma amaçlı askeri güçler ve ordular, ortada bir savaş ve tehdit olmasa da bizatihi bir silahlanma (ve savaş) gerekçesi olarak ulusal gelirlerin büyük bir kısmının toplumun asli ihtiyaçları aleyhine israfına yol açmaktadır. 

Bu duruma maruz kalan insanlığa düşen ise sonuçta tabiatın ve insanlığın yıkımını getirecek silahlara bırakın sahip olmayı, bu gibi silahlara ve silahlanmaya karşı durmak olmalıdır. Bu hassasiyet özellikle de nükleer teknolojinin kullanıldığı kirli ve yıkıcı silahlar içindir; yoksa nükleer teknolojinin olumlu amaçlarla kullanılması elbette ki mümkündür.

Oysa Pakistan ve İran gibi ülkelerin nükleer silaha sahip olmak için ödedikleri bedeller, korumaya çalıştıkları o üstünlük tezini daha en başından alaşağı etmekte ve kendilerini güçlendirmek şöyle dursun, daha bir zayıflatmaktadır. Üstelik sırf bu silaha sahip olunduğu için saldırıya uğramama garantisi olmadığı gibi, uluslararası sistem tarafından uygulanan blokaj tarafından, nükleer saldırıya uğramaktan daha kötü sonuçlara duçar kalmaktadırlar.

Kaldı ki bu silahlar insanlığın temel ihtiyacı olmadığı gibi bu tip bir yarışın kısır döngüsüne gömülmek, özellikle de İslam ülkelerinin asıl gücünü teşkil edecek olan ahlak ve adalet duygularından ve ilkelerinden de yoksunlaşılması ve güç zehirlenmesine uğranılması gibi daha vahim sonuçlara yol açmakta.

Oysa sair ülkelerin İslam dünyasına baktıklarında asıl hayranlık duymaları gereken yönler bunlar olmamalıdır. Şayet önce gücümüzü ikmal edelim daha sonra bunlara bakarız denilirse, açıkçası ve maalesef, bu zihniyetle olumlu bir yere gelinmediği ve süreç içerisinde araçların bir amaç haline geldiği de ortada. 

İşin garibi, güç zehirlenmesine uğramış, iktidarların kirli bakışlarına araçsallaşmış ve temel ihtiyacımızın ahlaki ve insani değerler değil de silah üstünlüğü olduğuna dair bir yanılgıya kapılmış bazı ilim erbabı da son zamanlarda “tek çaremizin atom bombasına sahip olmak” olduğu gibi akla ve ahlaka mugayir tezler öne sürmekteler. Bu tezlerin Habil’in değil de Kabil’in izleğini devam ettirdiğinin farkına varamayan bu zevat, Habillerin kendi meşru mücadelesi içerisinde silaha başvurmaksızın ölse de izleğinin devam ettiğinin de farkına varmazlıktan gelmekteler.

Demem o ki bir ilkenin, dahası insanlığın sürmesi için illa ki o ilkeyi savunanların hayatta kalmalarına da gerek yoktur; zira önemli olan o ilkenin, onurun ve insaniyetin ayakta kalabilmesidir. Ama gücü elde etmek için ilkenizi, hakkaniyeti, adaleti ve meşruiyeti çiğniyorsanız sizin ayakta kalmanızın ne gibi bir önemi kalır ki?  Nitekim sömürgeciliğin aparatı bir güç olarak Filistin’e yerleştirilen İsrail de atom bombasına sahip olduğu ve Filistin halkının direncini kıramadığı halde bu silahı kullanamamakta.

Ne yazık ki henüz sömürgeciliğin etkilerini alt edememiş olan İslam dünyası ise İsrail’in saldırganlığı karşısında, bu saldırganlığa Batı dünyasındaki savaş ve sömürgecilik karşıtları kadar bile bir tepki gösterememekte. Ve hatta aşamadıkları o aşağılık kompleksleri nedeniyle, bırakın Filistin halkını desteklemeyi, İsrail’in yanında yer tutmaktalar.

Üstelik onlar, gerek silah gerekse insan niceliği açısından İsrail’den kat kat üstün olsalar da, İsrail kadar cesarete ve azme sahip değiller. Silahlanmaya ödedikleri milyarlarca dolar ise sömürgeciye ödenen bir diyet olmaktan öteye gitmemekte.

Allamelerimiz ve kalemşörlerimiz ise bu tip biçimsel üstünlüklerin pek de işe yaramadığını ve İsrail’e karşı devasa İslam dünyasının değil de küçücük Gazze’nin yiğitçe direndiğini gördükleri halde (ki bunun daha yakın zamanlarda Cezayir, Afganistan, Güney Afrika, Vietnam… gibi örneklerini de görmüştük), ve sanki Batı dünyasını üstünleştiren salt sahip oldukları silahlarmış gibi savaş, silahlanma ve atom bombası gibi insanlık dışı araçlara karşı durmak yerine, her koşulda ve kayıtsız şartsız bir biçimde bu gibi kirli arzulara destek olmayı ve bu konudaki abes çabalarında iktidarlarına boyun eğmeyi bir marifet bilmekteler.

Oysa ilim ve hikmet ehline düşen bu tip harcıâlem ve insanlığa mugayir ezberleri tekrarlamak yerine, insanlığın içerisine düştüğü darboğazları aşacak ve kurtuluşunu sağlayacak yolları bulmak, tüm insanlığa bir umut ışığı olmaktır. 

Filistinlilerin İsrail karşısında verdikleri asimetrik mücadele ise her şeye rağmen sürmekte. Ve her şeye rağmen İsrail nükleer silah kullanmaya cesaret edememekte. Kaldı ki Filistinliler bile başlangıçta bir süre başvurdukları intihar bombası eylemlerinden, ahlaka ve insanlığa mugayir olduğu için daha sonra vazgeçmek zorunda kaldı. Bu eylemler her ne kadar bazı terör grupları tarafından sürdürülmekteyse de, bunların eylemlerinin İslamiliğe, insaniliğe veya ahlakiliğe değil, kendi örgütsel stratejilerine ya da bilemediğimiz karanlık ilişkilerine dayandığı da ortada.

Kısacası insanlığı tarih ve Tanrı karşısında aklayacak olan kirli ve meşruiyetten uzak başarılar değil, hakkaniyete ve ahlakiliğe uyarlı davranışlar ve mücadelelerdir. Hiçbirimiz Spartaküs’ün, Hüseyin’in, Şeyh Şamil’in, Gandi’nin, Abdülgaffar Han’ın, Nelson Mandela’nın, Malcolm X’in karşısında mücadele ettiği liderin veya komutanın ismini hatırlamıyoruz ama onlar hakkaniyet arayışına dayanan mücadelelerinde öldürülmüş dahi olsalar tarihte izi ve ismi kalan onlar, karşısında durdukları zalimler değil. 

Ümit Aktaş: Nükleer Silahlanma ve Güç Zehirlenmesi

Tarihin tozlu sayfalarına terkedilmeyecek bir aydın olan Dietrich Bohoeffer’in hayat hikayesi, kötülük ve budalalık konusunda her dönemde geçerliliğini koruyan ve ders alınacak bir örnektir                                         

Nazi döneminde Almanya’da yaşayan bir din adamı olan Bonhoefer’e göre budalalık kötülükten tehlikelidir. Adolf Hitler 1933 yılında Almanya’da iktidara el koyduktan sonra sadece devleti değil kiliseleri de kendi kötü ideolojisine ve planlarına dahil etmeye girişmişti. Bonhoeffer, kilisenin ve aydınların sindiği bir dönemde Hitler’e karşı çıkmayı ahlaki bir misyon olarak üstlenmiş ve ABD’nin kendisine sunduğu sığınma hakkını reddetmişti. Bulunduğu Flossenburg Toplama Kampının, Amerikan güçleri tarafından kurtarılmasından üç hafta önce 9 Nisan 1945’de 38 yaşındayken, Hitler aleyhinde bir komploya karıştığı iddiasıyla asılarak idam edilmiştir. Güçlü bir Tanrı inancına sahip olan Bonhoeffer’in idam edilmeden önce bir gardiyana şöyle dediği bilinir: “Bu sizin için bir sondur, ama benim için hayatın başlangıcıdır.”

Daha sonra Vatikan tarafından Aziz ilan edilen Bonhoeffer’in, Londra’nın hem dini hem de kraliyet açısından çok seçkin bir mekanı olan Westminister Abbey Kilisesinin cephesine, M.Luther King ve diğer iki aziz ile birlikte heykeli konmuştur. Ayrıca Almanya’nın birçok yerinde heykeli ve anısını yaşatan yazıtlar vardır. Değerleri için bedel ödemeyi göze alan Bonhoeffer’in şu sözü, heykellerinden birinin altında yazmaktadır: “Bu dönemin güçlüklerini halkımla paylaşmazsam, savaştan sonra Almanya’da Hıristiyan yaşamının yeniden kuruluşuna katılma hakkını yitiririm”.

Günümüz dünyasında adalet “kullanışlılık”la eş anlamlı olmuş, bir başka ifadeyle “işime yarıyorsa adildir ve doğrudur” anlayışına dönüşmüştür. Bugün bu anlayışla kamuoyunu oluşturmaya çalışan birçok akademik ünvanlı kişi, medya mensubu ve sözde kanaat önderi, yakın tarihte (onlarca yıl sonra bile olabilir) yeni bir dönem ve anlayışın egemen olacağı politik iklimde yer almak için, kendilerinin bile inanmadığı, yalanlar söylemek zorunda kalacaktır. Tarih bunun sayısız örneği ile doludur.

Bonhoeffer hapiste yazdığı “On Yıl Sonra” kitabında kötülük ve budalalığı birbirinden ayıran bir bölüme yer vermiştir. Ona göre kötülüğe karşı çıkmak ve protesto etmek mümkündür ancak budalalık için bu söz konusu değildir. Çünkü budalalara karşı mantıklı açıklamalar yararsızdır. Budala kendini güvende hissetmesini sağladığı için inancıyla mutludur. Bunun sonucunda bazen açık gerçeği inkar ederek mutlu olur, üstüne gidilirse de kızar ve saldırıya geçer. Gerçek inkar edilemeyecek kadar açık olduğu durumlarda da, ya gerçeği tahrif eder ya da gerçeğe yüklediği anlamı değiştirir.

Kötüler ve budalalar ile mücadele yöntemleri farklıdır. Bunun için budalalığın doğasını anlamaya ihtiyaç vardır. Budalalık entelektüel değil ahlaki bir sorundur. İnsanlar hem entelektüel hem de budala olabilir. Budalalık, yetersiz zeka gibi genetik bir kusur değildir. İnsanlar ya kitle iletişim araçları ve propoganda ile budala yapılır veya kendi rahatları için budala olmayı tercih edebilir.

İyi bir insanda olması gereken vicdanın işlevi insanı rahatlatmak değil, rahatsız etmektir. Rahatlatan vicdan olmaz. Kadim Anadolu kültürü vicdanın bu özelliğini, “vicdan azabı” ve “vicdan azapta gerek” gibi özlü şekilde ifade eden deyişlere sahiptir. Vicdanlı insanlar ezenden değil, ezilenden; güçlüden değil güçsüzden yana olur. Aydınlar da toplumun vicdanıdır ve onların da toplumu rahatsız etmesi beklenir. Böylece başlangıçta çok aykırı gözükse de yeni ve farklı fikirler ortaya çıkarak toplum dinamizmine ve değişimine zemin hazırlar.

“ELİNDEKİ TEK ARAÇ ÇEKİÇ OLAN KİŞİ…”

Bonhoeffer’e göre toplumu yöneten ve gücü elinde tutanların, insanların budalalığına ihtiyaçları vardır. Bu durum entelektüel bir sorun olmayıp, insanların iradelerini çevrelerindekilere uyarak başkalarına terk etmeye istekli olmalarından kaynaklanır.Bu nedenle yönetenler budalaları sever ve budalalık topluluk içinde ortaya çıkar ve yayılır.

Yalnız ve kendi sakin hayatları içinde yaşayan insanların budala olma ihtimalleri düşüktür. Çünkü budalalık psiko-sosyal bir fenomendir ve grup içinde yaşamak bunu geliştirir. Ancak geçmişten farklı olarak günümüzde grup içinde olmak, fiziki olarak insanların yanında veya insanlarla birlikte olmayı gerektirmiyor. Sosyal medya platformlarındaki yankı odaları, haklılık duygusunu pekiştirerek insanları gerçeklikten kopartıyor.

Budalalarla tartışmak yarar getirmez çünkü her türlü kanıta, ezberledikleri sloganlarla cevap verirler. Edward de Bono’nun, Bonhoeffer’den yarım asır sonra söylediği gibi, “elindeki tek araç çekiç olan kişi her şeyi çivi gibi görmeye başlar”. Onun tanımıyla budalalar kör, tutsak ve zihinsel olarak istismar edildikleri için, kötüyü göremez, kötü olduğunu anlayamaz veya çoğunlukla anlamak istemezler. Budalalığı terk etmek, dıştan değil içten gelen bir aydınlanmayla gerçekleşebilir. Bu aydınlanma da çoğu zaman, kişisel veya toplumsal, büyük bir hayal kırıklığı yaşandığında ortaya çıkar. Bu zamana kadar ikna çabaları yararsızdır.

Pandemi döneminde yaşadığımız aşı tartışmaları bu duruma iyi bir örnek olarak literatüre geçmiştir. Türkiye’de aşı karşıtı otuz sosyal medya hesabı, yurt dışındaki benzer kaynaklardan da beslenerek, aşı konusunda tereddüt doğurmuş ve kararsızlığa sebep olmuştur. Bu durum tarihi kaynaklarda hem Mevlana’ya hem de İmam-ı Şafii’ye atfedilen “Bir delil ile kırk alimi yendim, kırk delil ile bir cahili yenemedim” sözünü haklı çıkartmaktadır Bazı insanlar binlerce bilim adamının söylediği ve ortaya koyduğu gerçeklere inanmak yerine, kim olduğu belli olmayan birinin sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı duyurulara inanmayı tercih etmiştir

SONUÇ

Pandemiden kurtuluş hızlı ve toplu hareket etmeye bağlıydı. Yurttaşlık bilincinin göstergesi toplum yararına “gönüllü itaattir”. Ancak yurttaşlık bilincinin zayıflaması sonucu, eğitimli ve eğitimsiz budalalar arasında, “Siz aşınızı olun, bana karışmayan” diye özetlenebilecek, kayıtsız ve sorumsuz bir davranış kalıbı ortaya çıkmıştı. Bu anlayış, yurttaşlık bilincinden yoksun birisinin “Siz gece farlarınızı yakın, ben size karışmıyorum ama siz de bana karışmayın. Ben farlarımı ister yakarım, ister yakmam, size ne?” demesinden farkı yoktur.

Ahlaklı bir toplum için eylemler ilgili tarafların bütününü hesaba katan bir anlayış ve düşüncenin ürünü olmalı ve en önemlisi topluma karşı sorumluluk taşımalıdır. Çünkü toplum içinde yaşayan bir birey olarak sahip olduğumuz haklar, yerine getirdiğimiz sorumluluklar ölçüsünde ve karşılığında meşrudur.

DÜNYA NEREYE GİDİYOR? (İYİYE Mİ, KÖTÜYE Mİ?)

Bu soru birçoklarına anlamsız gelebilir çünkü son zamanlarda gerek iş ortamında gerekse sosyal ortamda bulunduğum bütün topluluklarda büyük bir karamsarlık seziyorum. İstisnasız herkes dünyanın kötüye gittiği yönünde fikir birliği etmiş durumda. Enerji ve ümit dolu olduğum gençlik yıllarımda gazetelerde bazı yaşlı yazarların, kentin ve ülkenin bozulduğu ve dünyanın da giderek yaşanmaz bir yere dönüştüğü yolunda yazılarını tebessümle okur ve bunu onların içinde bulunduğu yaşlılık duyguna verirdim. Şimdi sadece çevremdeki yaşıtım okul arkadaşlarım arasında değil, gençlerden oluşan gruplarda da aynı duygu durumu ve dünyaya bakışın olduğunu görüyorum.

Özellikle meslek sahibi, iyi eğitimli, yaşıtlarının gıpta edeceği işlerde çalışan genç profesyonellerle birlikte olduğum zaman karamsarlıklarının derinliğini ve çaresizliklerini gözlüyorum. Son zamanlarda sık yapılan şaka tekrarlanıyor: “Bütün kötü şeyler bizim kuşağın başına geldi. Ne kadar şanssızız, bir meteor çarpması eksik kaldı. Bir de meteor çarpsa, biz de altın vuruşla dünyaya veda etsek”. Kendi bakış açılarından son derece emin olan bu gençleri bir tartışma zemininde ikna etmeye çalışmanın gerçekçi olmayacağını biliyorum. Bu nedenlerle son zamanlarda katılacağım toplantılardan önce katılımcılara iki soruluk bir ödev vererek toplantı öncesinde düşünmelerini sağlıyorum. Birinci soru: “1890 Yılında Osmanlı toprağında veya Anadolu’da doğmuş olsaydınız neler yaşardınız?”. İkinci soru: “Aynı yılda bugün yaşamak istediğiniz bir Avrupa ülkesinde doğmuş olsaydınız ne yaşardınız?”. Bu iki soruya hazırlananlar savaşları, göçleri, salgın hastalıkları, toplu imhaya neden olan cephe savaşlarını hatırlayıp, yaşanabilecekleri bugün olumsuz olarak gördükleri koşullarla kıyaslama şansı buluyor ve şaşırıyorlar. Ayrıca kendilerine 1920 yılında yaşam süresinin savaş ve pandemi nedeniyle 35’ten 25’e düştüğünü hatırlatıyorum. Böylece zeki olanlar ikinci büyük savaşta kadar yaşayıp da o zaman ölecek kadar bile şanslı olamayacaklarını fark ediyor.

“HEY GİDİ GEÇMİŞ GÜZEL GÜNLER…”

Otuz yaşındaki insanlara, yirmi yaşında vakit geçirdikleri kafe, eğlence mekanlarını sorduğunuzda, oraların bozulduğunu ve eski havasının kalmadığını söylerler. İnsan arkadaşlarıyla iyi vakit geçirdiği zamanlar ve mekanlarda yaşadığı duyguyu özler. Arkadaşlar gidince ve ilerleyen yaş farklı sorumluluklar yükleyince, mekan ve ortam çekiciliğini kaybeder. Elli yaşın üzerindeki hemen herkes gençlik yıllarının daha güzel olduğunu düşünür ve o günlere özlem duyar. Ancak son yıllarda konuştuğum herkesin ülkeden ve dünyadaki gelişmelerden kaygı duyduğunu ve her şeyin daha kötüye gittiğini düşündüğünü görüyorum. Gerçekten de karamsar olmak için çok sayıda neden var. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki gibi büyük sayıda ölümler olmasa da bölgesel savaşlarda insanlar ölüyor, aşırı avlanma denizlerdeki hayatı tehdit ediyor, mercanlar ölüyor, kutuplar eriyor, atmosfere yayılan zehirli gazlar sera etkisi yaratıyor, dünya ısınıyor, göç yolunda ölüm haberleri gündemden düşmüyor.

Bu kadar çok olumsuz gelişme ve bilgi üzerine Türkiye’nin de dahil olduğu “Dünya iyiye mi gidiyor, aynı mı kalıyor yoksa kötüye mi gidiyor?” sorusuna cevap arayan bir araştırmaya başvurdum. İlginç bir şekilde beş kıtadan otuz ülke arasında Türkiye’nin yüzde seksen oranında Dünya’nın kötüye gittiğini düşünenler listesinin en başında olduğunu gördüm. Aynı zamanda bu konuda yalnız olmadığımızı çünkü araştırmaya katılan ülkelerin tamamında dünyanın kötüye gittiğine inanların oranının yüzde 78 ile 55 arasında değiştiğini gördüm.

Bunun üzerine genel algının ne ölçüde gerçeği yansıttığını anlamak için verileri incelemenin doğru olacağını düşündüm. Çünkü insanın “öngörülebilir şekilde akıldışı” olduğunu ortaya koyan Kahneman’ın Nobel Ödülünü, bu görüşü kanıtlayarak aldığını biliyorum. Bunun için çok sayıda uluslararası ödülün sahibi doktor, akademisyen ve saygın araştırmacı Hans Rosling’in “Factfulness” kitabındaki verilere odaklandım. Bu değerlendirme sonucunda Dünyanın kötüye gittiği konusundaki yaygın inancın; büyük veriyi ve temsil oranını göz ardı etmek, seçici algı, rastlanma sıklığı gibi belirli düşünce hatalarından kaynaklandığını gördüm.

DÜNYADA İYİYE GİDENLER

Kadınlara oy hakkı veren ülke sayısı 1900 yılında sadece bir, bugün ise 197 ülkenin 193 tanesinde kadınlar oy kullanıyor. Bilimsel akademik yayın sayısı 1900 yılında 1000 ile sınırlıyken, 2016 yılında 2.550.000’i geçmiş. Okur yazar oranı 1800 yılında yüzde 10’dan, bugün yüzde 86’nın üzerine çıkmış. Türkiye’de 1923’de yüzde 4 olan okur yazarlık, günümüzde yüzde doksanın üzerinde. Kız çocuklarının okullaşma oranı 1970 yılında yüzde 65 düzeyindeyken, bugün yüzde 90’ı geçmiş. Bir yaş altındaki çocukların aşılanma oranı 1980 de yüzde 22’den, 2016 da yüzde 88’e ulaşmış.  Ortalama yaşam beklentisi 1800 yılından1935 yılına kadar sadece 4 yıl atmış, bugün ise 72. İlkel toplumlarda şiddet sonucu ölme sıklığı yüzde 15, bugün bu oran 500 defa daha az. Moore yasasını işaret ettiği gibi elektronik alanda icatlar her yıl verimliliği iki katına çıkartıyor, maliyeti ise yarıya indiriyor.

Buna ek olarak olumsuz alanlarda görülen gelişmeler de ilginç. Örneğin 1800 yılında kölelik 195 ülkede yasalken, 2015 yılında sadece üç ülkede çeşitli biçimlerde yürürlükte. Bundan 30 yıl önce büyük bir tehdit olan HIV enfeksiyonuna bir milyon kişide rastlanma sıklığı 549’dan, 2016 da 241’e düşmüş. 0-5 Yaş arası çocuk ölümü 1800 yılında yüzde 44’ten 2016 da yüzde 4’e gerilemiş. Kızamık hastalığından ölüm sıfıra inmiş. Açlık ve yetersiz beslenme oranı 1970 yılında yüzde 28’ten, 2015’de yüzde 11’e gerilemiş.

Dünyanın her yerinde insanların sarsılmaz biçimde kötüye gidiş olduğuna inanmasına, sistematik düşünme hataları neden oluyor. Bugün Malezya’da her bin çocuktan 14 tanesinin beş yaşına gelmeden ölmesinin ne anlama geldiğini anlamak için, 1960 yılına ait 93 ölümle kıyaslamak gerekir. Türkiye’de 0-5 yaş arası çocuk ölümleri binde 17.7’den, 2020 yılında 10.7’ye düşmüş.  Bu sayıları bugün hala kötü sayanlar olabilir ancak daha kötü olan geçmiş sonuçlardan daha iyidir. Yukarıda sıraladığım bütün verileri bu yönde yorumlamak, iyimser veya kötümser bakış açısı ile değil, gerçekçi perspektife yerleştirmek nesnel açıdan uygun olur. 1966 yılında dünya nüfusunun yarısı günde iki dolardan daha az kazanırken, 2017 de nüfusun yüzde 9’u iki dolarla yaşamaya gayret ediyor.  Bu insanların acı dolu yoksulluğunu hikaye eden bir makale veya belgesel hepimizi duygulandırıyor. Bu arada altmış yılda sağlanmış olan gelişmeyi kolaylıkla gözden kaçırıyoruz çünkü bize bu insanların yaşamındaki yokluğu aktaranlar, hikayelerinin etkisini azaltmamak için bu bilgiye yer vermiyorlar

NEDEN OLUMSUZ AĞIR BASIYOR?

Evrimsel psikoloji açısından insan hayatta kalmak için olumsuza ve tehlikeye duyarlıdır. Habere konu olan “kan”, haberin okunmasını sağlar. Ayrıca dünyanın kötüye gittiği algısının arkasında geçmiş hafıza kayıtlarının olumsuzu tutma eğilimi, medyanın olumsuzlukları seçici yayınları ve iyiye gidiş olduğunu söylemenin yanlış olacağı duygusu yatar. İnsanlar kendi tarihlerini de ülke tarihlerini olduğundan daha iyiymiş gibi hatırlar.  Bu nedenle medya için iyi haber, belirli bir konuda yavaş bir iyileşme veya gelişme, haber niteliği taşımaz. Benzer şekilde sık tekrarlanan kötü haberler olumsuz olayların arttığının işareti sayılır.  

Bütün bu gelişmeleri belirtmekle birlikte harika ve pembe bir dünyada yaşadığımızı iddia etmiyorum. İyimserliğin iyi bir şey olmadığını her konuşmamda belirtirim. “Hayatın Hakkını Vermek” kitabımda iyimserlerin daha kısa yaşadığını 80 yıllık bir kohort çalışmaya dayanarak yazmıştım. Dünyayı tehdit eden büyük riskler olduğu konusunda hiç şüphem yok. Diğer taraftan birlikte olduğum genç profesyoneller, Türkiye’de yaşayan yaşıtlarına kıyasla ne kadar şanslı olduklarının farkında değiller. Bugün Türkiye’de yaşayan insanların yarısından çoğu bu insanların sahip oldukları sorunları hayal bile edemez, diğer yarısının da önemli bölümü, bu sorunlara sahip olmaya can atar.

DÜNYAYI TEHDİT EDEN RİSKLER

Pandemi: 2012’den bu yana Dünya Ekonomik Forum’nun bütün raporlarında, kontrol edilemeyen grip virüsünden kaynaklanan pandemi listenin başında yer almıştır. 2020 de yaşadığımız pandemi, bundan sonrası için gereken önlemlerin alınması için ders niteliğindedir.

Finansal çöküş: Hikayesini tarih kitaplarından okuduğumuz “1929 Büyük Buhranı”, 2008 de tekrarlandı ve Covid 19 Pandemi’sinde olduğu gibi, sınırların yapaylığını ve birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gösterdi.

3. Dünya Savaşı: Böyle bir savaş, bir düşünürün dediği gibi, dördüncü dünya savaşının taş ve sopalarla yapılması sonucunu doğuracak kadar büyük bir tehlike taşımaktadır

İklim değişikliği: Bunun için dünyada bir dayanışmaya ihtiyaç vardır. Bu dayanışmada bedelin karbon emisyonuna sebep olan gelişmiş ülkeler tarafından ödenmesi, hem kaynak zenginlikleri hem de sorumlulukları nedeniyle gereklidir.

Derin yoksulluk: Bu yoksulluk düzeyinde yaşayanların, bileşik kaplar ilkesi uyarınca her şeyi göze alarak gelişmiş ülkelere göç etmesi kaçınılmazdır. Yüzlerce yıldır Afrika, Asya ve Güney Amerika’yı sömürge yaparak, bugünkü refah düzeylerini, bu bölgedeki zenginlikleri kendi ülkelerine transfer ederek, gerçekleştiren ülkelerin sorumluluk üstlenmesi gerekir. Aksi takdirde çizdikleri sınırların arkasında rahat ve huzur içinde yaşamaları mümkün olmayacaktır.

Kusursuz bir dünyada yaşamıyoruz. Birçok sorunla boğuşuyoruz. Ancak bir bölgesel savaş içinde değilsek, insanlık tarihinde şanslı kuşak sayılabileceğimiz bir kuşak olduğumuz gerçeğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Hiç şüphesiz bizim kısmi rahatlığımızı sağlayanın ekmeğin fiyatını bilen ve sıvasız evlerde yaşayan ailelerin çocukları olduğu gerçeğini göz ardı etmiyoruz.

SONUÇ

“Sadece olumluya odaklanalım ve kötüleri görmezden gelerek, hayal içinde pembe bir dünyada yaşayalım” demek istemiyorum ve amacım kesinlikle iyimserliği teşvik etmek değil. Ancak sahip olduklarımızı fark etmek, çevremizde güzellikleri ve olumlu olanları görmenin ve bunları dile getirmenin, yanlış ve kötü olanları düzeltmek için güç ve cesaret vereceğini hatırlatmak istiyorum. Kapalı bir havada uçağa bindiğimizde kasvetli ortam bizi bunaltır ancak bulutun üstüne yükseldiğimizde güneşin aydınlattığı parlak dünyayı görürüz.  Enerjimizi değiştiremeyeceğimiz konulara değil, değiştireceklerimize çevirmek, güneşinin altında yaşadığımız dünyanın sunduğu fırsatları görmemize imkan verecek ve hoşnut olmadıklarımızı da değiştirmek için elimizdekilerden yola çıkarak sorumluluk almamız gerektiğini bize hatırlatacaktır.

Prof. Dr. Acar Baltaş

Comments are closed.