26.03.2023

İslâmî kaynaklara göre Yâsîn sûresinde kıssası anlatılan kişi.

Onlara elçilerin geldiği şu kent halkını misal olarak anlat
Yasin 13

Kur’ân-ı Kerîm’de, “karye” halkını Hakk’a davet etmek için bir şehre (Karye) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişinin iman edip onları desteklediği ve bu kişinin, açıkça ifade edilmemekle beraber âyetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü, onun imanı sayesinde cennete girdiği, kendisine kötülük eden şehir halkının ise bir sayha ile helâk edildiği anlatılmaktadır (Yâsîn 36/13-29).
Müfessirlere göre elçilerin adları Yuhannâ, Pavlus ve Şem‘ûnü’s-Safâ (Simun Petrus), gönderildikleri şehir ise Antakya’dır. Bunların tebliğini kabul eden mümin kişinin adı da Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrâil veya Habîb b. Mer‘î’dir. Tefsir kitaplarında Habîb’in neccâr (dülger), ipekçi, kassâr (bez ağartan) veya ayakkabıcı olduğu, günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğer yarısını tasadduk ettiği, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, iman ettiğini açıklayıp halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, kesilmiş başını eline alıp yürüdüğü rivayet edilir. Kur’an’daki âyetlerin üslûbu Hz. Peygamber zamanında bu kıssanın bilindiğini göstermektedir. “Bir misal olarak şu şehir halkını onlara anlat” meâlindeki âyetle (Yâsîn 36/13) kıssa hatırlatılarak şehir halkının âkıbetinden ibret alınması öğütlenmektedir. Bu şehrin neresi olduğu, hadisenin ne zaman vuku bulduğu ve iman ettiği bildirilen şahsın kimliği konusunda hadislerde de bir bilgi bulunmamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Semûd kavmi (Hûd 11/67; el-Kamer 54/31), Medyen ehli (Hûd 11/94), Lût kavmi (el-Hicr 15/73) ve Ashâbü’l-Hicr (el-Hicr 15/83) gibi kavimlerin Allah’ın elçilerini dinlemedikleri için bir sayha ile helâk edildikleri belirtilmektedir. Yâsîn sûresinde söz konusu edilen şehrin bu kavimlerden birine ait olup olmadığı bilinmemektedir. Müfessirlerin olayın meydana geldiğini söyledikleri Antakya’da milâttan sonra 35 yılında bir deprem olduğu bilinmekteyse de bunun Kur’an’da anlatılan hadise ile ilgisinin tesbit edilmesi mümkün değildir.
Diğer taraftan tefsir kitaplarında elçileri bu şehre Hz. Îsâ’nın gönderdiği rivayet edilir. Hıristiyan kaynaklarında Hz. Îsâ’nın tebliğ faaliyeti esnasında Antakya’ya elçi yolladığına dair bilgi yoktur. Onun semaya urûcundan sonra Kudüs’teki hıristiyanlar tarafından bu şehre gönderilen Barnaba Tarsus’tan Saul’ü de (Pavlus) yanına çağırmış, ikisi birlikte bir yıl süre ile orada yeni dini yaymışlardır (Resullerin İşleri, 11/22-26). Pavlus ile Barnaba Antakya’da iken daha sonra Simun Petrus da oraya gitmiştir (Galatyalılar’a Mektup, 2/11). Ancak Ahd-i Cedîd’de Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan kıssaya benzer bir olay yer almamaktadır.
Ahd-i Cedîd’de sözü edilen Agabus’un (Resullerin İşleri, 11/27-28) Habîb en-Neccâr olduğu ileri sürülmüşse de (İA, V/1, s. 9) bunu ispat edecek hiçbir delil yoktur (EI2 [Fr.], III/1, s. 12-13). Agabus’la ilgili Ahd-i Cedîd’deki bilgi şöyledir: “O günlerde Yeruşalim’den Antakya’ya bazı peygamberler indiler. Bunlardan Agabus adlı biri kalkıp bütün dünya üzerinde büyük bir kıtlık olacağını Ruh vasıtasıyla bildirdi; bu da Klavdius’un günlerinde oldu” (Resullerin İşleri, 11/27-28). Ahd-i Cedîd’de Agabus’un bu hadiseden sekiz yıl sonra Kaysâriye’deki faaliyetinden de bahsedilir (Resullerin İşleri, 21/10-11). Grekler, Agabus’un Hz. Îsâ’nın seçtiği yetmiş şâkirdden biri olduğuna ve Antakya’da şehid edildiğine inanırlar (DB, I/1, s. 259). Ancak, Agabus şehid edilmişse de nerede öldürüldüğü bilinmemektedir (EI2 [Fr.], III/1, s. 13).
Antakya’da Habîbünneccâr (Silpius) dağının eteklerinde, aslı bir Roma tapınağı iken Bizans döneminde kiliseye, İslâmî dönemde camiye çevrilen ve aynı adı taşıyan binanın altındaki üç mezardan birinin ona ait olduğu ileri sürülmektedir.
SÜLEYMAN ATEŞ
Tevrat’ın Mübelliği Hz.Yahya ve Şehadeti

O çağda dünyanın en güçlü devleti olan Romalıların egemenliği altındaki, bugünkü Filistin ve Ürdün’ün bulunduğu Filistin eyaleti adı verilen yerlerden, Galile ve Perea bölgelerini kapsayan, özerk olarak kurulmuş bir Yahudi krallığı hüküm sürüyordu. Bu krallığın idarecilerine Herodes adı verilmekteydi. Hz. Yahya döneminde başa geçen Kral Herodes Antipas, kardeşi Filippos’un karısı Herodias’ı zorla kocasından boşandırmış veya zorla kardeşi Filippos’un elinden alarak onunla evlenmiş veya gayri meşru bir hayat yaşamaya başlamıştı. Bu yüzden Yahya (a), kralı uyarmış, Tevrat’a aykırı bu durumu kınayarak halk nezdinde kralın yaptığı bu çirkin işlere karşı tepki oluşmasını sağlamıştı. Hz. Yahya’nın mübelliği olduğu Tevrat’ta; Kral Herodes Antipas ve yengesi Herodias’ın yaptığının haram olduğu şöyle ifade edilmektir.
“Kardeşinin karısının çıplaklığını açmayacaksın. Kardeşinin çıplaklığıdır.” (Levililer, 19. Bab; 16) “Yahya Hirodes’e, ‘O kadınla evlenmen Kutsal Yasa’ya (Tevrat’a) aykırıdır.’ demişti.” (Matta, 14. Bab; 4)
Hz. Yahya’nın Tevrat’a dayanan bu uyarıları, Kral Herodes Antipas ve beraber yaşadığı kardeşinin karısı Herodias’nın işine gelmemişti. Ancak Kral, Hz. Yahya’nın halk nezdinde itibar gördüğünü bildiğinden ona dokunamıyordu. Nitekim İncil’de bu hususta şöyle tespit yapılmaktadır:
“Hirodes Yahya’yı öldürtmek istemiş, ama halktan korkmuştu. Çünkü halk Yahya’yı peygamber sayıyordu.” (Matta, 14. Bab; 5) “Hirodiya bu yüzden Yahya’ya kin bağlamıştı; onu öldürtmek istiyor, ama başaramıyordu.” (Markos, 6. Bab; 19)
Yahya’nın yaşadığı toplumda, sapkın Yahudi mezheplerinden Ferisi ve Saduki din adamları ile de çekişme içindeydi. Onlara çeşitli uyarılarda bulunmuş, yaptıkları yanlışlardan dönmelerini istemişti. Bu hususta İncil metinlerinde şu ifadeler yer alır:
“Ne var ki, Ferisilerle Sadukilerden birçok kişinin vaftiz olmak için kendisine geldiğini görenYahya, onlara şöyle seslendi: Ey engerekler soyu! Gelecek olan gazaptan kaçmanız için sizi kim uyardı? Bundan böyle tövbeye yaraşır meyveler verin. Kendi kendinize, ‘Biz İbrahim’in soyundanız.’ diye düşünmeyin. Ben size şunu söyleyeyim: Tanrı, İbrahim’e şu taşlardan çocuk yaratacak güçtedir. Balta şimdiden ağaçların köküne dayanmıştır. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılacak.”(Matta, 3. Bab; 7–10)

Hz. Yahya’nın bütün Yahudi toplumunu saran uyarılarından endişe duyan Kral Herodes Antipas; Ferisi ve Saduki mezhebinin din adamlarının Hz. Yahya hakkındaki fitnelerinin de buna eklenmesi ile sonunda onu zindana attırır. Kral’ın zindana attırdığı Yahya (a)’nın hapsi devam ederken gelişen olaylar, onun başı kesilerek şehit edilmesine sebep olacaktır.
Hz. Yahya’nın Şehadeti
“Ne var ki, Hirodes’in doğum gününde saray büyükleri, komutanlar ve Celile’nin ileri gelenleri için verdiği şölende beklenen fırsat doğdu.”(Markos, 6. Bab; 21)
“Hirodes’in doğum günü şenliği sırasında Hirodiya’nın kızı ortaya çıkıp dans etti. Bu, Hirodes’in öyle hoşuna gitti ki, ant içerek kıza her ne dilerse vereceğini söyledi. Kız, annesinin kışkırtmasıyla, ‘Bana şimdi, bir tepsi üzerinde Vaftizci Yahya’nın başını ver.’ dedi. Kral buna çok üzüldüyse de konuklarının önünde içtiği anttan ötürü bu dileğin yerine getirilmesini buyurdu. Adam gönderip zindanda Yahya’nın başını kestirdi. Bir tepsi üzerinde getirilen baş genç kıza verildi, kız da bunu annesine götürdü.” (Matta, 14. Bab; 6-11)
Böylece Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren bir tevhid önderi daha İsrailoğullarının içinden birileri tarafından kurulan komplolarla şehit edilmişti. Hak ve adaletin önderi bir resul, örnek insan Hz. Yahya, sadece zevk ve sefahat istekleri uğruna insan öldürmek ve öldürtmekten çekinmeyen sefihler eliyle bu dünyadan şehit edilerek yollanıyordu.
Hz. Yahya’nın şehadet haberini alan talebeleri onun cesedini alarak, toprağa tevdi ettiler ve bu durumdan Hz. İsa’yı haberdar ettiler: “Yahya’nın öğrencileri gelip cesedi aldılar ve gömdüler. Sonra gidip İsa’ya haber verdiler.”(Matta, 14. Bab;12)

Kur’an’da kıssası bildirilen Yahya (a), İsrailoğullarına gönderilen bir peygamberdir.Hz. Yahya, İsrailoğullarının kutsal kitabı Tevrat’ın mübelliğidir.
Kur’an-ı Kerim, muharref İncillerde yer alan Yahya kıssalarında; Hz. Yahya’nın anlatılmayan bazı özellikleri üzerinde durmuştur. Daha önce kimsenin taşımadığı bir adla isimlendirilmesi, henüz sabi iken kendisine hikmet verilmesi; efendi/seyyid, salihlerden ve iffetli olması, Allah tarafından kendisine kalp yumuşaklığı ve temizlik verilmesi; çok sakınan, ana-babasına çok iyi davranan kimse olması, isyankâr bir zorba olmaması, ‘kelime’yi tasdik edici, doğrulayıcı bir peygamber olması gibi.
Hz. Yahya’nın Kur’an’da anlatılan özellikleri, tüm Müslümanlarda bulunması gereken özelliklerdir. Diğer peygamberlerde olduğu gibi Hz. Yahya da biz Müslümanlar için en güzel örnektir.
Kur’an’ı Kerim, Yahya’nın tevhid mücadelesi ve şehadeti üzerinde bilgi vermez. Bu bilgiler kısmen İncil kitaplarında yer alır.
İncillere göre Hz. Yahya, İsa’nın gelişinin hazırlayıcısı olarak, ast bir peygamber statüsünde verilirken; Kur’an Hz. Yahya ile Hz. İsa arasında fark gözetmez.
Kur’an’ın perspektifine göre; Zekeriya (a), Yahya (a) ve İsa (a) kıssaları birbirlerinin tamamlayıcısı ve açıklayıcısıdır. Her peygamberin olgunlaşması, eğitilmesi, nesepleri, hitap ettikleri toplum nezdindeki konumları ve risalet aşamalarının anlaşılması için her üç kıssanın birlikte değerlendirilmesi zaruridir. İncillerde bildirilen ve Hz. Yahya’ya has bir uygulama olan, suya batırma “vaftiz” geleneğine; Kur’an-ı Kerim’de hiç değinilmez. Kur’an Tevrat’tan beri gelen kirlerden maddi ve manevi temizlenme hükmünü hafifletmiş, “gusül”ü farz kılmıştır. Temizliğin Hristiyanlıktaki sapkın şekli olan vaftizi reddetmiştir.
CENGİZ DUMAN
Ömer Karaoğlu Meryem Gibi

Kur’ân-ı Kerîm’de tanıtılan Benî İsrâil peygamberlerinden olan Hz. Zekeriyyâ (as), Hz. Îsâ (as)’ın teyzesinin kocasıdır. Ömrünü Allâh’a dâvet yolunda ve Mescid-i Aksâ’ya hizmet ile geçirmiş, bu arada Hz. Meryem’in bakımını üstlenmiştir.
İbn İshak ve diğer târihçilerin naklettiğine göre, İsrailoğulları’nın Bâbil’den Filistin ve Suriye’ye dönüşleri ve işlerinin yoluna girmesinin ardından Cenâb-ı Hakk onlara bâzı peygamberler göndermiştir. Ancak İsrailoğulları bu peygamberlere düşman kesilmişler ve onları yalanlamışlar; hattâ içlerinden bâzılarını öldürmüşlerdir. Allah Teâlâ’nın İsrailoğulları içinden son peygamberler olarak Hz. Zekeriyyâ (as), Hz. Yahyâ (as) ve Hz. Îsâ (as)’ı göndermesine kadar böyle devâm etmiştir.1Kur’ân-ı Kerîm’de de bu husûsa işâret edilerek şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun ki, Mûsâ’ya o kitabı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’ya da açık mûcizeler verdik. Ve onu Rûhülkudüs ile te’yid ettik. Ey Yahudiler! Her peygamber size, nefislerinizin istemediği şeyleri getirdiği zaman, büyüklük taslayıp bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyor musunuz? ‘Kalplerimiz perdelenmiştir’ dediler. Hayır, Allah, onları inkârlarından dolayı lânetlemiştir. Ne de az îmân ederler.” Bakara sûresi, 2/87-88

Hz. Meryem’i himâyesine alan Hz. Zekeriyyâ (as), kendisi de bir çocuk sâhibi olmayı çok istiyor, bunun için sürekli Allâh’a yalvarıyordu. Evliliğinin üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, hanımının kısırlığı dolayısıyla bir türlü çocuk sâhibi olamasa da duâdan vazgeçmiyordu. Allah’tan kendisine dâvâsını yürütecek sâlih bir evlât vermesini istemeye devâm etti. Her şeye kâdir olan Allah’tan ümîdini kesmedi.

Kısır olan hanımı gibi kendisi de çok yaşlandığı hâlde bu duâsını dilinden düşürmüyor, kendisine hayırlı halef olacak bir çocuk istiyordu. Bu arada Hz. Meryem’i himâyesine alması ondaki bu çocuk özlemini daha da artırmıştı. Rivâyete göre, Hz. Meryem’e mevsimleri dışında lütfedilen çeşitli meyveler ona Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini tekrar hatırlatmış, Allâh’ın kendilerine her hâlükârda bir çocuk vermeye muktedir olduğunu düşündürerek ondaki çocuk ümîdini daha da artırmıştı. Hz. Meryem’e çeşitli rızklar gönderen Allâh’ın, istediği takdirde kendisine de bir çocuk lütfedeceğinden şüphesi yoktu.
Yüce Allah, sevgili Rasûlü Hz. Zekeriyyâ (as)’ın duâsını kabûl ettiğini, kendisine ihlâs ile itâat eden ve ümidini yitirmeksizin yakarışlarını devâm ettiren bu sevgili kulunun eşini doğum yapacak hâle getirerek onlara erkek bir çocuk lütfettiğini bir başka yerde şöyle açıklamaktadır: “Zekeriyyâ’yı da hatırla! O, bir vakit Rabbine ‘Rabbim! Beni evlâtsız tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın.’ diye nida etmişti. Biz de duâsını kabûl ederek, ona Yahyâ’yı bahşetmiş, eşini ıslah edip doğum yapacak hâle getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Bize, huşû ile itâat ederlerdi.” Meryem sûresi, 19/2-11

Hz. Zekeriyyâ (as)’ın Şehadeti Hz. Zekeriyyâ (as)’ın, oğlu Yahyâ’nın doğumundan sonraki yıllarını nasıl geçirdiğine dâir pek bilgi yoktur. Kendisi gibi peygamber olarak görevlendirilen oğlu Hz. Yahyâ (as)’ın bu görev dolayısıyla öldürülmesi, şüphesiz bu ihtiyar babayı çok üzmüş olmalıdır. Bu katillerin kendisini de öldüreceğini bilen Hz. Zekeriyyâ (as), bu üzüntüyle şehirden kaçmış, Mescid-i Aksâ’nın yakınındaki bir bahçeye sığınarak, ikiye ayrılmış bir ağacın kovuğuna gizlenmişti. Rivâyete göre, şeytanın ihbârı sonucu onun gizlendiği ağaca gelen düşmanları, ağacı kesmek sûretiyle onu şehîd ettiler. Yine sevgilisinin isteğini geri çeviremeyen Kral Hirodes tarafından önce hapse atıldığı sonra başının kestirildiği de söylenmektedir. Onun şehâdeti, Hz. Îsâ (as)’ın ref’inden 2,5 yıl önce vukû bulmuştur.
Prof. Dr. İsmail Yiğit

Bu göz gördügi degül
Bu akl irdügi degül
Dil vasf virdügi degül
Bi-lisan basar gerek
Boncuk degül sır sözi
Gel gidelim ko sözi
Dostu görmez baş gözi
Ayrıksı basar gerek
Yunus Emre

Bundan dolayıdır ki kimisi, insan için zamana atılmış, mekâna hapsedilmiş der. Kimisi ise insanı zamanı ve mekânı zorlayıp sonsuza uzanan / uzanmak isteyen, ebedi yeniyi arayan varlık olarak niteler. Sonuçta insan mı zamanı ve mekânı belirler yoksa zaman ve mekân mı insanı belirler; sonu gelmez bir tartışma alır başını gider. Ama her şeye rağmen insan-zaman ve mekân ilişkisinin bilincinde olmak eşya ve hadiselere farklı bakabilmek demektir.

Birbirinden farklı görüşler ve nitelemeler olsa da insanı insan yapan şey de bu ikili durumda ve imkânsızlıkta yatmaktadır. Bir başka açıdan bakacak olursak, eğer zaman sonsuzluksa mekân da bu sonsuzluğun sınırıdır. İnsan ise mekân içinde zamanı tanımlamaya ve sınırlamaya çabalar. Bu çaba ileri boyutta olduğu zaman bir mekanizmi ve kısır döngüyü doğurabilir. Ancak insan bir anlamda zamanı tanımlamak zorundadır. Lakin tanımladığı zaman paradoksal biçimde kendisinin prangaları olacaktır.
Geleneksel bakış açısı İçin dünya dai insan da bir misal,bir ayet, bir işarettir. Bu aynı zamanda onun geçiciliğiyle ilgilidir. Onun gördüğü her şey aşkın bir bağlama sahiptir.Çünkü kendini içinde hazır bulduğu dünya veya âlem, insanın kendi imkân ve kabiliyetleriyle oluşturduğu bir dünya değildir. Dolayısıyla o içinde bulunduğu bu dünyadan hareketle, dünyanın ötesini anlamaya çalışır. Varlık ve oluş bu dünyadan ibaret değildir. Bu dünyanın aşkın anlamda öncesi ve sonrası vardır. Öyleyse insan, zaman ve mekân, sırf fizik ve matematik olarak açıklanamaz hatta kavranamaz.
Hilâfet ve risâletle başlayan bir insan, zaman ve mekân anlayışı, aşkın olanın tecellisi ve tezâhürüdür. İnsan zamanın ve mekânın halifesi olması itibarıyla ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Âlemin gözbebeği olan insan, varlığın her bakımdan en çok kendisinde tecelli ve tezâhür ettiği bir varlık olarak sırf dünyevi anlamda izah edilmesi onu eksiltir.

Oysa modern süreç en başta insanın, zamanın ve mekânın aşkın bağlamlarından koparıldığı bir dönemdir. İnsan halife olma özelliğini yitirirken bir hayvanın evrimleşmiş evresine indirgenmiş, zaman, mekanik anlamda dilimlere bölünerek tanımlanmış, mekân ise tamamen insan eliyle “yeniden yaratılmış”tır. İleri, geri, ilkel, medeni, vahşi, barbar gibi kavramlar yeniden kurgulanmıştır.
Modern zaman anlayışına göre, geçmişe ilkel diyen biri kendi yaşadığı zaman dilimini “cennetsi” olarak tanımlarken, geleneksel zaman anlayışına sahip birisi ise geçmişi “cennetsi” tanımlar, bugünü ve geleceği gittikçe kötü, barbar, cehennemsi olarak niteler. Rönesans’la başlayan tanımlanabilir, sınırlanabilir, çevrelenebilir zaman anlayışı ve onun doğurduğu mekanik mekân ve insanın zaman telakkisi, doğal olarak hayatının her anına yansır. Medeni takvimin gün anlayışı gecenin bir vaktinde başlar ve gecenin bir vaktinde biter. Oysaki güneş’in doğuşu, batışı ve hareketleri eksenindeki bir zaman anlayışı, farklı bir insan ve farklı bir mekân anlayışını da içinde taşıyacaktır. Bir Batılı için güneş’in batması gündüzün bitişi iken, bir Doğulu için günün bitmesi ve yeni bir günün başlamasıdır. Ya da bir Batılı için günün bitişi gece yarısı iken bir Doğulu için ikindi vaktidir. Hangi takvimin içinde yaşadığımız, hangi zamanın ve mekânın içinde yaşadığımızın da göstergesidir. Günü, ayı, yılı, saati, zamanı, vakti kendi belirlemeyen bir insan, başkasının belirlediği gün, ay, yıl, saat, zaman ve vakte göre yaşar. Böylece şimdiyi, geçmişi ve geleceği buna göre belirler.

Doğum ve ölüm idrâkinde daha berrak biçimde ortaya çıkar bu farklı bakış açısı ve anlama biçimi. Modern insan varlığa gelişini evrimci / rasyonel / seküler bir izaha – bağlarken, geleneksel insan manevi ve mucizevi bir izahla kendini aşan bir varlığa bağlar.
Dolayısıyla modern insan “için bu evrimcilik bedenin ölümüyle sona ererken, geleneksel insan için bedenin vakti dolduğunda yeni bir süreç, yeni bir zaman, yeni bir hayat başlar. Birinde zamanla ve bedenle muallel bir zaman anlayışı diğerinde gerek başlangıçta ve gerekse sonda, zamanı aşan ve daha çok beden üzerinden değil ruh ve kalp üzerinden bakan bir anlayış söz konusudur. Bir başka deyişle, bedenin yaşlanması modern insan için yolun sonu iken, geleneksel insan için yeni bir yolun başlangıcı hatta bir zaaf değil, olgunluk ve kemal mertebesidir. Bu anlamda i insan bütünlük ve sürekliliktir.
” Modern zaman ve tarih anlayışına göre geçmiş; tarihin, antropolojinin, arkeolojinin konusuyken bugün sosyolojinin ve psikolojinin konusudur. Tıpkı geçmiş zaman gibi, geçmiş insan ve mekân da ilkel, gelişmemiş, vahşi, barbar ve olumsuzdur. Bundan dolayıdır ki modern insan, zamanı, mekânı hatta insanı kendi “yaratır”. . Yaratıcı insanın tanımladığı zaman, mekân ve insan gerçeklikle ilgili değildir. O herhangi bir temsil kabiliyetine sahip olmadığı için bir iz ve göstergeye hatta hafızaya sahip değildir. Yaratılan insanın “bireyselliği ve özgünlüğü”, zamanın mekanikliği ve mekânın hafızasızlığı ve yersizliği zorunlu olarak kurguyu ve görüntüyü doğurur. Artık bu bağlamda inşâ edilen zaman, kurgulanan mekân ve onun içindeki insan bir görüntü, bir imgedir.

İnsan mekânı tüketirken aslında kendi anlamsızlığını ve mezarsızlığını hazırlıyor.
Görüntü ve gösteri, görünenin üstünü öylesine örttü ki mekânla ilgili yanılgılarımızdan kurtulamıyoruz. Böyle olunca da tabiat susuyor. Dağ içine çekilmiş, uçurumuna gizlenmiş, rüzgâr kendi hüznüne saklanmış, su kendi soğukluğunda titriyor, ağaçlar bile yaprak yaprak ağlıyor. Duvarlarda ne ses izi var ne bir şiir ne de bir türkü. Minderlerin yerine koyduğumuz sandalyeler soğuk ve yalnız, artık kendini bile taşıyamıyor. Pencereler anlamını arıyor. Ne dokunan eller ne yansıyan süretler ne de bakışan gözler… Perdeler mahzun. Pencere önü çiçekleri bile yetim ve mânâsız.

Görünen artık bir âyet, bir iz ve gösterge değil, sadece insanın ürettiğidir. Görüntü modern insanın, zamanın ve mekânın dilidir. Lakin burada bir dile sahip olmak dilsizliktir. Mekân zamansız, zaman mekânsızsa ortada bir dilsizlik var demektir. Dilsizliğin olduğu yerde ise insan konuşamaz hatta göremez. Çünkü insan tükettiği şeyi göremez. Kim bilir belki de şâirin de dediği gibi; “Konuşmaktan geçtik, susacak birini bile bulamıyoruz”. Oysa tabiat insanın kendini anlayabileceği, ifade edebileceği bir alan. Diger deyişle insan, zaman ve mekân içinde insan.

ölümsüzlük sorunu
Modern insan ölümsüzlük arzusuna rağmen “ölümsüzlük sorununu” halledemediğinin de farkındadır. Bundan dolayı da ölümsüzlüğü imgeler yoluyla aşmaya çabalar. Numen bağlamından kurtarılarak dünyanın mutlaklaştırılması gibi, insanın da dünya içinde mutlaklaştırılmasının ilkelerini oluşturmaya çalışır. Elbette bunun tarihte izlerini de arar. Modern öncesi dönemlerde de modern insanın tavırlarına benzer ölümsüzlük arayışları olmuştur. Mesela firavunların, kralların, yöneticilerin bedenin sürekliliğini sağlamak maksadıyla cesetlerini mumyalatmaları bu ölümsüzlük arzusuyla ilgilidir. Yine heykelin ortaya çıkışı, anıt mezarların görkemli yapıları da bu minvalde değerlendirilebilir. Modern dönemde ise özellikle resmetmeyle fotoğraf çekmenin, insanın ölümsüzlük arayışı ve bedenin sürekliliğiyle ilgisi olduğu göz ardı edilmemelidir.

Bu durumda fotoğraf, resim, heykel ekseninde insanı süret üzerinden sonsuzlaştırma çabasıyla; zihin dünyası, aklı, kalbi ve fikirleri üzerinden sonsuzlaştırma çabası birbirinin aynı değildir. İmge; süretin hatta iz, gösterge ve temsilin yerini alarak onun gerçekliğini iptal etmiş, bir bakıma simülatif bir gerçeklik ortaya çıkarmıştır. Bugün imgenin egemenliği matematik ve fizik düzlemi bile ortadan kaldırarak insanın süret gerçekliğini bile neredeyse anlamsız kılmıştır. Çünkü katı olan her şeyin buharlaştığı çağda, sürete indirgenen her şey de sanallaşarak, imgeleşerek, imajlaşarak buharlaşmıştır. Başka bir deyişle görünen her şey imgeleşerek ve görüntüleşerek buharlaşıyor.

Zaman, o mekândır.
Öyleyse modern ressamın yaptığı portre veya doğa resmi gibi, modern fotoğrafçının çektiği portre ve manzara fotoğrafı da gerçekliği temsil etmez. Portre veya manzara herhangi bir tümelliği yansıtmaz. Çekilen bir dağ fotoğrafı ya da herhangi bir manzara fotoğrafının bildiğimiz tabiatla bir ilgisi yoktur. Tıpkı çekilen portre fotoğraflarının bildiğimiz insanla bir ilgisinin olmadığı gibi. İnsan, zaman ve mekânın imgeleştiği bir dünyada görüneni değil, belirlediği, tanımladığı ve istediği biçimde gördüğünü çeker. Bu minvalde görüneni çekmek temsil niteliğini yitirmemiş varlığı çekmektir. Ancak görüntüyü çekmek temsil niteliğini yitirmiş, kendi başına bir varlık iddiasında olan ama var olmayan bir imgeyi çekmektir. Belki de varlığı anlamak için evvela görüntülerden kurtulmak gerekiyor. Modern metafizik insanı, zamanı ve mekânı nasıl tanımıyorsa modern düşünceye / sanata / kültüre göre; o insan, o zaman, o mekândır.

O sadece kendisine gösterileni gördüğü için onu yansıtabilir.
Bu kalıba uymayan insan insan olmadığı “gibi, zaman ve mekân da zaman ve mekân değildir. Bu durumda fotoğrafçı gördüğünü çekemez. Çünkü göremez. O sadece kendisine gösterileni gördüğü için onu yansıtabilir. Modern zamanın ve mekânın içindeki insan imgeler ve görüntülerle perdeli bir dünyada zorunlu olarak yaşar ve genellikle de bunun farkında değildir. Modern anlamda bizâtihi fotoğrafın kendisi; gösterirken göstermeme, tanımlarken karıştırma ve tanımları bozma, bildirirken gerçekliğin üstünü örtme şeklinde tezâhür eder. Artık burada görme dış dünya ve görünenle ilgili değil, insanın zihniyle ve görüntüyle ilgili bir durumdur. Varlığı gerçekliğiyle göremeyen insanın, gördüğünü gerçeklik olarak kabul etme sürecidir bu bir başka bakımdan. Bu görme, metafizik veya aşkın bir görme değil, matematik ve fiziki bir görmedir.
Tam da burada fotoğrafın bir kadraj olduğu hatırlanmalıdır. Kadraj bir bakıma, tanım, sınır ve belirleme anlamına da gelir. Bundan böyle gerçeklik kadrajın içindedir. Sadece insan değil, zaman ve mekân da kadrajda gerçektir. Kadraj insanın gördüğü, görülmesini istediği ve başkasına görme ve görüntü vasıtasıyla dayattığıdır. Nitekim bu hengâmede neyi gördüğün artık önemli değildir. Zaten kadrajlar dünyasında onun dışında bir şey de görülmez. Ekranda görünenden ibarettir bütün gerçeklik. Bu durum bir süre sonra süretlerin görüntüsüyle sınırlı kalmayarak malumatla ve zihni olanla ilgili olarak da genişleyecektir.

zamanın ve mekânın içine girebilmek,
Fotoğrafçı için zamanın ve mekânın içine girebilmek, zamanı ve mekânı fark edebilmek gerçekten kolay değil. Çünkü eşya ve hadiselere kendi gönül gözüyle değil, sırf kameranın gözüyle bakan fotoğrafçı zamanı da mekânı da göremez. Ama fotoğrafı bir hafızanın ışığında, bir geleneğin sürekliliğinde çeken fotoğrafçı için zaman ve mekân kendini idrâk ettiği, fotoğraf ise zaman ve mekânla birlikte kendini ifade ettiği bir araç hâline gelir. Gerçekten de bu bilinçle, fotoğrafla bir zamanın ve mekânın içine gireriz. Ya da fotoğrafla bir zamandan ve mekândan çıkarız, hatta zamanı ve mekânı alır kendimize getiririz. Bundan dolayıdır ki tarihi olmayan insanın zamanın içine girmesi mümkün değildir. Diğer taraftan bir insan durumunu, bazen bir fotoğrafta kendi akıcılığı içinde görürüz. Bu anlamda fotoğraf zamanın bizâtihi kendisi olur. Geçmiş, an ve gelecek aynı anda tecelli eder, aynı kadrajın içinde görünür. Gelişler, bekleyişler ve gidişler bir karede hafıza olur. Belki de fotoğrafı bu denli zamana ve mekâna tutunduran şey, son yüzyılımızdaki savaşların ve ölümlerin pervasızca ve anlamsızca çokluğu ve buna rağmen inadına vahşice süren tüketim kültürüdür.

Tarihi bir mekânın fotoğrafını çektiğimizde
İnsanı bunaltan, tıkayan, nefessiz bırakan sosyal olayların acımasızlığı, bizim gözümüze ve gönlümüze perde olmaya devam ediyor. Belki de bunun için fotoğrafı zamana ve mekâna dâhil edip sonsuzlaştırıyoruz. Ya da zamanı ve mekânı fotoğrafa onu sonsuzlaştırma kaygısıyla eklemliyoruz. Sonuçta fotoğraf, içinde bulunduğumuz ya da dışında kaldığımız zamanın ve mekânın da görüntüsü ve kaygısıdır. Bir çocuk fotoğrafını çekip geleceğin fotoğrafını çektiğimizi hissettiğimizde ya da yaşlı bir insanın fotoğrafını çekip geçmişin, geleneğin ve hikmetin fotoğrafını çektiğimizi bildiğimizde o an zamanın fotoğrafını çektiğimizi söyleyebiliriz. Yine zamanı, tarihi bir mekânın fotoğrafını çektiğimizde çok daha iyi hissederiz. Süleymaniye’yi veya Ayasofya’yı çeken bir fotoğrafçı yalnızca bir mekânın değil, aynı zamanda tarihin ve geçmişin fotoğrafını da çekmiş olur. İnsanın mânâsıdır zaman ve mekân. İnsan, zaman ve mekân içinde bir varlık ve âidiyet hisseder. Zamana ve mekâna yabancılaştıkça boşluğa düşer. Mekân altından, zaman ruhundan / üstünden kayar ve insan kendini içinde yaşadığı dünyaya atılmış / bırakılmış hisseder. Son dönem – sosyologlarının mekânsızlık-evsizlik dedikleri hadise gerçekte zamana ve mekâna yabancılaşan insanın içinde bulunduğu ruh hâlini yansıtmaktadır. Belki de bunun için tarihi bir evin önünde, bir caminin taş duvarında büyük travmalar, paradokslar yaşarız. Bu anlamıyla insanın nostaljik tutumu, geçmişi ilkele mahküm ederek yok etme olarak da nitelenebilir. Modern metafizik bizi yalnızca “tanrısız”, “aşkınsız” bırakmadı; aynı zamanda zamansız, mekânsız, evsiz, yolsuz bıraktı.

çektiğiniz bir şehir fotoğrafı
Oysa bu zamanın ve mekânın belki misafiridir ama yabancısı değildir insan. Belki kimliksizliğimiz ve evsizliğimiz bizi misafir / yolcu olmaktan çıkarıp “yabancı” hâline getirdi. Mekânla ve zamanla bir âidiyet duygusu içinde değilse insan, bir gelen-ek ve hikmet de üretemez. Sırf ruh hâlini yaşadığı için bu kez kendine de yabancılaşmaya başlar ve işte o zaman zamansızlıkta ve mekânsızlıkta savruk bir “tip” olarak sonunu bekler. O zaman ise onu tatmin edecek tek şey romantik bir nostaljidir. Modernite’nin evsizlik / kimliksizlik hâlini kendi “Hira”sına çekilerek yaşayan insan, yeniden bir âidiyet bilinciyle içinde yaşadığı topluma dönemediği zaman ise ortaya çıkacak olan sadece “hiçlik” – tir. Öyleyse zamana, mekâna ve insana dönmek gerekiyor. İşte hafızası olan fotoğrafçıyla içinde yaşadığı zaman diliminde âidiyet ve kimlik problemi yaşayan fotoğrafçı arasındaki en temel fark budur. Hâsılı fotoğraf araç olan yolu, yolculuğu ve yolcuyu mutlaklaştırmamaktır. Ve ancak hafızası olan fotoğrafçı zamanın fotoğrafını çekebilir…
Bugün artık görüntü tekniğin değil, sosyolojinin konusudur. Neyin görünüp görünmediği veya neyin görülüp görülmediği teknik bir mesele değil, sosyolojik hatta psikolojik bir meseledir. Dolayısıyla gerçeklik görelidir. Bu durumda gerçeklikten söz etmek de yersizdir. Görüntünün gerçeklik diye bir derdi ve kaygısı yoktur. O zaman görünen algı, imaj ve pragmatik anlamda bir mânâ taşır. Görüntüyü üretenin tercihi belirler gerçekliği. Bundan dolayıdır ki onun bir zaman ve mekân zemini olmaz. Çünkü sadece insanı değil, zamanı ve mekânı da görüntüleştirmektedir. Biz onun doğallığını değil, “yaratılmış / üretilmiş hâlini” görmekteyiz. Mesela bu anlamda modern şehirler; ışıkla, matematikle ve mekanik bir fizik anlayışıyla üretilmiş maketlerden, yani görüntülerden ibarettir. Gece veya gündüz o şehre baktığınızda kurgulanmış bir maket, üretilmiş bir görüntü görürsünüz. Öyleyse çektiğiniz bir şehir fotoğrafı gerçekliği yansıtmaz.

Diğer taraftan zaman ve mekân hafızasızdır. Bu yönüyle görüntü aynı zamanda bir hafıza yitimidir. Sayısallaşan zaman ve mekân sıradanlaşarak, sekülerleşerek mekanikleşir, hafızasını yitirir ve görünmez hâle gelir. Hayat adeta bir klipten farksızdır. Görünenin en önemli özelliği ise hafızasıdır çünkü. Bu hususta birbirinden önemli paradokslar da ortaya çıkacaktır. Mesela görmediğine inanmama iddiasında olan modern insan, görüntü vasıtasıyla gerçekliği olmayan bir şeylere / şeye inanmaya başlar. Hakikatte bu bir bakıma görmediğine inanmanın başka bir biçimidir. Çünkü görüntüyü görme imkânı yoktur. Bunu Hz. Ali veya Hz. Ebubekir’e atfedilen “Görmediğim Allah’a inanmam” veya “Hiçbir şey görmedim ki önce Allah’ı görmemeyim” sözleriyle mukayese ettiğimizde konu çok daha iyi anlaşılabilir.
Burada asıl önemli tehlikenin ise geleneksel olanın muhafazakârlaşarak sekülerleşmesi ve görüntü hâline gelmesi olduğunu belirtelim. Modern süreçle karşılaşan ve kendi bağlamını kaybeden geleneksel insan, tıpkı geleneksel zaman ve mekân gibi görüntüleşerek temsil niteliğini kaybediyor. Geleneksel insan, zaman ve mekân gittikçe nostaljinin mevzuu hâline geliyor. Modern kentlerde kurulan ramazan sokakları ve panayırlarda padişah kıyafetiyle fotoğraf çektirmek sözünü ettiğimiz hususun en temel iki göstergesidir. Yine kitapçı veya hediyelik eşya mekânı hâline getirilen medreseler, kermes veya sergi salonu hâline getirilen hamamlar, büfe hâline getirilen çeşmeler, kafe hâline getirilen tarihi mekânlar, seyirlik hâle getirilen dini mekânlar ve ibadetler, turistik bir seyahate dönüşen hac ve umre ziyaretleri mekânın yersizliğinin ve hafızasızlığının, bir başka deyişle görüntüleşmesinin en somut göstergeleridir. Bunun gibi ezan, namaz, zekât, hayır yapmak, sadaka vermek artık bir görüntü ve görünme unsurudur. Kurban ve Ramazan Bayramı sadece tatil aracıdır.
Bu durumda imgeleşenin veya görüntünün fotoğrafını çekmekle çekmemek arasında bir fark yoktur. Varlığa geleneksel açıdan bakan bir insan için fotoğraf, ancak bir iz ve gösterge olduğu sürece bakmaya, görmeye yardım edebilir. Bu anlamda fotoğraf, bir hafızaya katkıda bulunduğu gibi, araç olarak da bir işleve sahip olabilir. Ancak bunun için de modern anlamda imge ve görüntüyü çok iyi anlamak, görünenin iz ve gösterge bağlamını yeniden bir üst ilke çerçevesinde yerine ikame etmek gerekir. Böylece fotoğraf, video ve resim bir yaratım aracı olarak değil, bir iz ve gösterge aracı olarak kullanılabilir. Buna da öncelikle görenin kamera olmadığı, insanın gözünün de ötesinde onunla beraber aklıyla / kalbiyle gördüğü fikrini esas alarak başlayabiliriz.

Reyi ve nazarı olmayan; insana, zamana ve mekâna, hatta eşya ve hadiselere bakamaz. Bakamadığı için de hem bilemez hem de göremez. Bilmeyle görmeyi birbirinden bagımsızlaştıran modern düşünce, görmeyi akıldan ve varlıktan göze indirgeyerek süreti asıl varlığından kopardığı gibi gözü de insandan koparmıştır. Çünkü artık gören göz degil kameradır, gösteren insan değil fotoğraf veya videodur.
Rey ve nazar sahibi olmayan bir insanın mârifet ve müşâhede mertebesine geçmesi elbette düşünülemez. Bugün modem insanın imgeler üzerinden oluşturduğu “metafizik”, kalıcı hiçbir şey bırakmıyor. Sadece fotoğraf veya resim ya da sinema değil, modern bakış açısıyla yazılan herhangi bir metin bile kalıcı hâle gelemiyor. Çünkü o da görüntünün egemenliğinden, görüntüleşmekten kendini kurtaramıyor. Bütün fotoğraflar, bütün filmler, kısacası bütüri görüntüler aynılaşıyor, düzleşiyor ve sıradanlaşıyor. Sıradanlaşan ve aynılaşan bir şey görünmez hâle gelmiş demektir. Bu durumda bir bakmadan ve görmeden söz edilemez.
Fotoğraf, resim veya sinema; “gerçekliğiyle” buluşmadığı sürece ortaya koydukları sadece görüntülerden ibarettir. Görüntü ise yapaydır, geçicidir ve gerçekliği yoktur. Görüntü görüneni temsil etmez. Sıradanlaşan, düzleşen insanın, zamanın ve mekânın fotoğrafı çekilmez. Çünkü görüntü yüzsüzdür. Görünmesi için görüntüyü görüntüden kurtarmak gerekir.
Dursun Çiçek – Fotoğrafın Ötesine,syf:210-221

İhtilaf Ahlakı: Tolerans

İnsanın 10 Psikolojik Hapishanesi

Beyin nasıl üretici hale gelir?

Bilgi ile ilişki biçimimiz üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bilgi niçin gerekli, salt bilgi ile dahası kuru bilgi ile nereye varabiliriz?Sözün başında meramımızı ifade edelim; kişiye katkı sunmayan, kişinin arayışına, hakikat yolculuğuna, kendine, kendilik bilincine, hayatına katkı sunmayan bilginin, kişiye yük olabilmenin ötesinde bir şey ifade etmeyeceğini görebilmemiz gerekiyor.
Bilgi için ilgi gerekecektir. En başta insanın kendine ilgisi gerekecektir, kendisinden çıkarak bir başkasına, ötekine ilgisi gerekecektir, hayata ilgisi gerekecektir, Bilgi insana değecektir, hayata değecektir, başkasına, ötekine değ-ecektir. Bilginin insana değmesi, insanın bilgiye temas etmesi yeterli mi, değil elbette. Bilgi; insana hayata, öteki ile Öte’yle ilişki biçimine değer katacaktır.

İşte uğraşmaya değer olan bilgi, ilgi ile beslenen bilgi ve de insanı değerli kılacak bilgi ancak bu bilgi olacaktır. Bilgi insana değecektir, bilgi insana değ-er katacaktır dedik. Bitti mi, bitmedi; bilgi, insanı değiştirecektir, hayatı değiştirecektir. İşte o zaman bilginin hakikatle ilişkisini doğru biçimde konumlandırmış olacağız. Hakikate değmeyen, hakikate ilgisiz, hakikat ile ilişkisiz bilgi; hayata ve insana değmeyen, hayata ve insan değ-er katmayan, hayatı ve insanı değiştirmeyen bilgi değ-ersiz bilgi olmaya mahkûm olacaktır. Değeri olmayan bilgi, nihayet insana da doğaya da hayata da; “bedeli” kadar “fiyatı” kadar, “ederi” “kadar” “değer” verecektir. Ve sonuç; insan da doğa da hayat da bedeli nispetinde “güç” olan bilginin elinde değersizleşecektir. Ne diyoruz: İnsanın; bilginin tahakkümünden kurtulabilmesi için ilgiye ihtiyacı var, b/ilgiye ihtiyacı var, hakikatin b/ilgisine ihtiyacı var…

Modern bilgi anlayışı; bilgiyi ilgiden uzaklaştırmış, ilgisiz bilgi ise bilgiyiteorilere kurban ederek ortaya çıkardığı ruhsuz bilgi yaklaşımı ile insanı her şeyden önce kendinden uzaklaştırmıştır. Kendilik bilincine, kendilik arayışına, kend’olmaya, insanı bir ol’uş kılmaya hizmet etmesi gereken bilgi, insanın kendini kaybetmesine, çağın ağları arasında ezilmesine, tükenmesine zemin hazırlamıştır. Bugün bilgi ile ilişki biçimimiz; kendimizi anlamaya, kendimizi tanımaya, kendimizi aramaya, kendimizi bilmeye hizmet etmiyor. Çünkü bugün insan bilginin öznesi değil nesnesidir ancak. İnsanla bilginin arasındaki mesafe açılıyor.
Hal ile kâl’in, söz ile özün, söylem ile eylemin, teori ile pratiğin, beden ile ruhun, kalp ile aklın, düşünce ile duygunun, bilgi ile bilincin arasındaki mesafe her geçen gün daha fazla açılıyor. Çünkü bugün insanın bilgi yaklaşımı insana ilgisizdir, insana uzaktır, hayata mesafelidir. İnsana değmiyor, değ-er katmıyor değiştirmiyor, hayatı oldurmuyor… Zira insan bilgiye ilgiyle yaklaşmaktan uzaktır bugün.
Sözü yazımıza ilham olan; Özkan Gözel’in “Öznenin Hakikat Kaygısı” kitabından yapacağımız alıntı ile sonlandırırken; bilgiyle kalın ama illa da b/ilgiye ilgiyle kalın diyelim…“Hakikate erişimde özneye “bilgi”, kuru bilgi asla kifayet etmez; bu uğurda ona öncelikle ve en çok “ilgi” gerektir:”kendi ile ilgi/lenme.”Öte yandan, hakikat yolcusunu ihtiyaç duyduğu “bilgi”,”apaçıklığın” bilgisinden farklı ve/veya fazla olarak “ilgi”yi zaten ve daha baştan içerimleyen türden bir b/ilgidir… Hakikate ilgisizlik hakikatten bilgisizlik çağımızın kaderi sayılsa gerektir. Bize çağ-dışı yaklaşımlar gerek belki de: Çağın berisine ve/veya ötesine uzanabilen yaklaşımlar. Bu bakımdan arayışlar fevkalâde önemli…”
Vedat Akıllı
