logo

İyiyi arayan ruhun muhtaç olduğu asil dost hakikati seslenen kitaptır.

Ebû Abdirrahmân Abdullāh b. Ömer b. el-Hattâb el-Kureşî el-Adevî 

İbn Ömer diye de anılan Abdullah, nübüvvetin üçüncü yılında Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber’in zevcesi Hafsa ile ana baba bir kardeştir. Babasıyla birlikte müslüman oldu, yine onunla birlikte Medine’ye hicret etti. Babasından önce hicret ettiği de rivayet edilmektedir. On üç yaşında iken Uhud Savaşı’na katılmak istedi; fakat Hz. Peygamber henüz çok genç olduğunu söyleyerek izin vermedi. Bedir Savaşı’na da aynı sebeple kabul edilmediği rivayet edilir. On beş yaşına girince Peygamber’in izniyle Hendek Savaşı’na katıldı. Bey‘atürrıdvân’da, Hayber ve Mekke fethi ile Huneyn Gazvesi’nde bulundu. Ayrıca Suriye ve Irak fetihlerine, Yermük ve Nihâvend savaşlarına, Mısır’ın fethine katıldı. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de bulunduğu İstanbul seferine (49/669) iştirak eden Abdullah (bk. Taberî, V, 232; el-Kâmil, III, 459), müslümanlar arasında çeşitli fitnelere yol açan savaşlardan ve hadiselerden hep uzak durmuştur. Hz. Ali’ye ve Yezîd b. Muâviye’ye herkes biat edip de icmâ meydana geldikten sonra biat etmesi, onun siyasî olaylar karşısındaki temkinli tavrını gösterir. Bununla beraber Hz. Ali’nin yanında onun muhalifleriyle (el-fietü’l-bâğıye) savaşmadığı için hayatının son döneminde pişmanlığını belirtmiştir (bk. el-İstîʿâb, II, 345). Haccâc’a karşı savaşmadığından dolayı da böyle bir pişmanlık duygusuna kapıldığı rivayet edilir (bk. Aʿlâmü’n-nübelâʾ, III, 232).

Babasının, hilâfet yükünü Ömer ailesinden bir kişinin omuzlamasını yeterli görmesi ve kendisinden sonraki halifeyi seçecek heyette oğlunun sadece müşavir sıfatıyla bulunup halifeliğe talip olmaması konusundaki tavsiyesine uydu. Esasen oğlunun uysal karakterini iyi bilen Hz. Ömer, onu hilâfet gibi ağır bir sorumluluğu gerektiren görevi taşıyacak güce sahip bulmamıştı (bk. el-Kâmil, III, 65-66). Nitekim Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra halife olması için teklifler almış, Hakem Vak‘ası’nın cereyan ettiği gün Hz. Ali ve Sa‘d b. Ebû Vakkās gibi adaylara rağmen, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî tarafından en uygun halife adayı olarak gösterilmiş ve Yezîd b. Muâviye’nin ölümünden sonra da büyük bir çoğunluk tarafından halife olması istenmiştir; fakat o muhalifleri üç kişi bile olsa, bu yüzden kan dökülmesine razı olamayacağını söyleyerek bu teklifleri reddetmiştir. Ayrıca, Hz. Ali’nin kendisini Şam valiliğine tayin etme hususundaki ısrarlarına rağmen bu görevi de kabul etmemiştir. L. Veccia Vaglieri, Abdullah b. Ömer’in hilâfet konusundaki tutumunu takdir edemeyerek onu dar görüşlü olmakla itham eden Lammens’in kanaatine iştirak etmemekle insaflı davranmıştır (bk. EI2 [Fr.], I, 55).

Abdullah b. Ömer, fitneye yol açmamak düşüncesiyle, tutumlarını beğenmese bile, devlet idaresine hâkim olan kişilerin arkasında namaz kılmaya devam edeceğini ifade ederdi. Bununla beraber, onların dinî konulardaki ihmallerine göz yummaz, hatalarını yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Nitekim bir hutbede Abdullah b. Zübeyr’i Kur’ân-ı Kerîm’i tahrif etmekle suçlayan Haccâc’a, “Yalan söylüyorsun! Bunu ne o yapardı, ne de böyle bir şey yapmaya senin gücün yeter” diye çıkışmıştır (bk. İbn Sa‘d, IV, 184). Yine bir defasında uzun konuşmasıyla ikindi namazını geciktiren Haccâc’ı, “Güneş seni beklemez” diye uyarmıştı. Rivayete göre İbn Ömer’in bu ikazı Haccâc’ı çok öfkelendirmiş, hatta bu yüzden ona karşı suikast hazırlamaya bile teşebbüs etmişti. Nitekim 73 (693) yılı hac mevsiminde Mina’da bulunduğu sırada, biri elindeki mızrağı onun ayağına düşürüp yaralanmasına sebep olmuştu. Daha sonra hasta yatağında kendisini ziyarete gelen ve bu olaya meydan veren kimseyi ele geçirdiği takdirde öldüreceğini söyleyen Haccâc’a İbn Ömer, silâh taşınması yasak olan Harem bölgesine silâh sokulmasına izin vermek suretiyle bu olaya kendisinin sebep olduğunu söylemiştir (bk. Buhârî, “ʿÎdeyn”, 9). Onu yaralayan mızrağın zehirli olduğuna dair rivayetler de vardır.

Kaynakların ittifakla belirttiğine göre, Hz. Peygamber’in hayat tarzına harfi harfine uyma ve onun emirlerini aynen yerine getirme hususunda ashâb-ı kirâm içinde İbn Ömer’in müstesna bir yeri vardır. Abdullah bir gün, gördüğü bir rüyayı Hz. Peygamber’e tâbir ettirmeyi arzu etmiş, ablası Hafsa’nın aracılığı ile rüyasını Resûl-i Ekrem’e arzetmiş, onun, “Abdullah ne iyi insan, bir de gece namazı kılsa!” (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-Nebî”, 19) demesi üzerine, o günden itibaren gece namazını hiç terketmemiştir. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra ona olan sevgisinden dolayı namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Abdullah’ın bu halini görüp yadırgayanlar bile olurdu. Hz. Peygamber’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda son derece titiz davranırdı. Bundan dolayı hiçbir işi olmadığı halde sadece müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.

Abdullah b. Ömer ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerindendi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Devlet adamlarının verdiği armağanları Allah’ın kendisine gönderdiği rızık olarak kabul eder, bazan bunların tamamını aynı gün fakirlere verirdi. Sahip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allah yolunda kurban edilmek veya sadaka olarak verilmek üzere ayırırdı. Hatta, aşırı sevgi duymaya başladığı câriyesini hemen âzat ettiği ve onu diğer âzatlılarından biriyle evlendirdiği rivayet edilir. Kölelerine çok iyi davranırdı. İyi halini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzat etmeye başlayınca, onların sırf bu maksatla camiye gittiklerini kendisine bildiren dostlarına, “Bizi Allah ile aldatmak isteyenlere aldanmaya razıyız” diye cevap vermiştir. Kibir duygusuna kapılma endişesiyle sade giyinir ve ayrıca az yemek yerdi. Soğukkanlı, yumuşak huylu olduğu için Hz. Peygamber’e benzetilirdi. Peşine takılarak kendisine hakaret eden bir adama ağzını açıp tek kelime söylememiş, sadece evine girerken, “Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” demekle yetinmiştir. İbn Ömer’in fazilet bakımından tıpkı babası gibi olduğunu söyleyen Ebû Seleme b. Abdurrahman, “Ömer’in yaşadığı devirde onun benzerleri vardı; fakat Abdullah’ın zamanında onun gibisi yoktu” demiştir.

İbn Ömer orta boylu, iri yapılı ve esmer tenliydi. Saçları omuzlarına dökülecek kadar uzundu. Sakalını sarıya boyar, Hz. Peygamber’in de öyle yaptığını söylerdi. Kardeşleri arasında babasına en çok benzeyenin Abdullah olduğu rivayet edilir. Seksen beş (veya seksen yedi) yaşlarında Mekke’de vefat etti.

M. YAŞAR KANDEMİR

ABDULLAH b. ZÜBEYR b. AVVÂM

Kureyş kabilesinin Esed b. Abdüluzzâ koluna mensuptur. Babası aşere-i mübeşşereden Zübeyr b. Avvâm, annesi Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ’dır. Hicretin ikinci yılı zilkade ayında (Mayıs 624) Medine’de doğdu. Muhâcirînin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu olması dolayısıyla doğumu büyük bir sevinç uyandırdı ve adı Hz. Peygamber tarafından konuldu. Henüz çocuk denecek bir yaşta babası ile birlikte Suriye’nin fethine katıldı ve Yermük Savaşı’nda bulundu. Amr b. Âs’ın Mısır’ın fethine gönderilmesinden sonra babası Zübeyr b. Avvâm kumandasında sevkedilen 5000 kişilik yardımcı kuvvet arasında o da vardı. Mısır’ın fethi sırasında bütün askerî harekâta iştirak etti. Hz. Osman devrinde Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in, merkezi Sübeytıla olan İfrîkıye bölgesinde yaptığı seferde bulundu (647). Bizans’a karşı isyan edip bağımsızlığını kazanan İfrîkıye genel valisi Gregorios’un müslüman kuvvetlere karşı da şiddetle mukavemet etmesi üzerine çıkan ve her iki tarafın ağır kayıplar verdiği savaşta, Abdullah b. Zübeyr’in Gregorios’u bizzat öldürmesiyle müslümanlar galip geldi. Onun bu kahramanlığı özellikle Medine’de büyük yankı uyandırdı. Ayrıca Kûfe Valisi Saîd b. Âs’ın 650 yılında Taberistan ve Cürcân’a yaptığı sefere de katılarak büyük yararlılıklar gösterdi.

Halife Osman, Hz. Ebû Bekir tarafından mushaf haline getirilen Kur’ân-ı Kerîm’in nüshalarını çoğaltmak için kurduğu dört kişilik heyete, kurrâdan olması sebebiyle onu da dahil etmişti. Abdullah, Hz. Osman’ın evinin Mısırlılar tarafından kuşatılması sırasında diğer büyük sahâbîlerin oğullarıyla birlikte halifeyi savunduysa da şehid edilmesine engel olamadı. Bu faciadan sonra meydana gelen olaylarda onun faal bir rol oynadığı görülmektedir. Hz. Ali’ye karşı oluşan muhalefetin en ateşli üyelerinden biri haline geldi. Hz. Âişe’nin yanında toplanan Mekke’deki muhalif grup Basra’ya giderek valiyi hapsedip şehre hâkim oldu. İmâmet hususunda Talha ile Zübeyr arasında çıkması muhtemel ihtilâf, Abdullah’ın Hz. Âişe tarafından imam tayin edilmesiyle halledildi. Cemel Vak‘ası’nda piyadelerin kumandanlığını yaptı ve teyzesi Hz. Âişe’nin devesinin önünde kahramanca savaştı. Hz. Ali’nin galip gelmesi üzerine Âişe ile birlikte Medine’ye dönmek zorunda kaldı. Amr b. Âs ve Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Ezruh’taki toplantılarında hazır bulunduysa da (Şubat 658) hakemlerin faaliyetlerine müdahale etmedi.

Muâviye devrinde Medine’de oturan Abdullah, Muâviye’nin oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmek istemesi üzerine Hz. Hüseyin, Abdullah b. Ömer ve Abdurrahman b. Ebû Bekir ile birlikte ona şiddetle karşı çıktı. Muâviye’nin kendileriyle görüşmek için Medine’ye geldiğini öğrenince onlar da kendisiyle karşılaşmamak için Mekke’ye gittiler. Buna rağmen Muâviye arkalarından giderek onlarla görüştüyse de ikna edemedi.

Yezîd b. Muâviye hilâfet makamına geçince, Medine Valisi Velîd b. Utbe’ye bir mektup yazarak Hz. Hüseyin, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’den zorla biat almasını istedi. Ancak valinin yavaş hareket etmesi üzerine bunlar Mekke’ye gittiler. Hz. Hüseyin Kûfe’ye davet edildiğinde, bu daveti kabul etmesini uygun görenlerden biri de Abdullah b. Zübeyr idi. Kerbelâ faciasından sonra Yezîd’e karşı muhalefetin lideri haline gelen Abdullah, Yezîd’in halifeliğini kabul etmemekle birlikte ona açıkça cephe almayıp beklemeyi tercih etti. Yezîd onun bu tutumuna kızarak Medine Valisi Amr b. Saîd’e Abdullah’ın üzerine bir ordu göndermesini emretti. O da Abdullah’a düşman olan kardeşi Amr b. Zübeyr kumandasında bir kuvvet gönderdi. Amr hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Mekke’ye girdiyse de âni bir baskına uğrayarak esir alınıp hapsedildi. Bir yıl sonra Yezîd Mekke’ye Müslim b. Ukbe kumandasında yeni bir kuvvet gönderdi. Müslim’in yolda ölmesi üzerine yerine tayin edilen Husayn b. Nümeyr es-Sekûnî Mekke önlerine gelerek şehri kuşattı (24 Eylül 683). Suriyeli askerlerden meydana gelen Yezîd ordusu, attıkları yağlı paçavralarla Kâbe’de yangına yol açtılar. Bu kuşatma Yezîd’in ölüm haberinin Mekke’ye ulaşmasına kadar (27 Kasım 683) 64 gün devam etti. Yezîd’in öldüğünü öğrenen Abdullah b. Zübeyr, “emirü’l-mü’minîn” unvanıyla halifeliğini ilân etti (64/683). Husayn b. Nümeyr, Abdullah b. Zübeyr ile temasa geçerek Dımaşk’a geldiği takdirde halife olarak tanınacağını söyledi. Ancak o bu teklifi kabul etmedi. Suriyeliler Yezîd ölünce önce oğlu II. Muâviye’ye, iki ay sonra onun ölümü üzerine de Mervân b. Hakem’e biat ettiler. İki halifenin ardarda ölümüyle meydana gelen boşluk ve anarşi döneminde Filistin, Humus ve Kınnesrîn ordugâhları Abdullah b. Zübeyr’e biat etmeye hazırlandılar; fakat Mervân b. Hakem kısa zamanda duruma hâkim oldu. Bu arada Abdullah b. Zübeyr’in Filistin’i almak için kardeşi Mus‘ab idaresinde gönderdiği ordu başarısızlığa uğradı. Bu mücadeleler devam ederken Mervân vefat etti (7 Mayıs 685), yerine oğlu Abdülmelik halife oldu.

Hicaz ile doğu eyaletlerinde Abdullah b. Zübeyr, Suriye, Filistin ve Mısır’da Abdülmelik b. Mervân hüküm sürüyordu. Ancak her ikisinin bölgelerinde karışıklıklar devam ediyordu. Mekke kuşatması sırasında Abdullah’a yardım eden Hâricîler, tehlikenin ortadan kalkmasından sonra onunla anlaşmazlığa düştüler. Bunlardan Necde b. Âmir idaresindeki grup, Necid ve Uman bölgelerini ele geçirdi. Nâfi‘ b. Ezrak’a bağlı ve onun ismine izâfeten Ezârika diye adlandırılan grup ise son derece katı prensiplere sahip ve kuvvet itibariyle de en tehlikelisi idi. Nâfi‘ b. Ezrak, etrafında toplanan kuvvetlerle Basra’ya doğru ilerlemeye başladı. Basra valisi bunların karşısında bir varlık gösteremedi. Bu mücadeleler sırasında Nâfi‘ b. Ezrak öldürüldü, yerine Ubeydullah b. Mâhûz geçti. Ubeydullah yeni kuvvetlerle Basra’ya yaklaşmaya başlayınca şehir halkı korku içinde Mühelleb b. Ebû Sufre’den kumandayı almasını istediler. Abdullah b. Zübeyr de bunu resmen isteyince Mühelleb başa geçti. Onun ilk başarısı Hâricîler’i ağır bir yenilgiye uğratmak oldu (Mayıs 686). Ubeydullah b. Mâhûz savaşta öldürüldü ve Hâricîler Ahvaz’ın dağlık bölgesine çekilerek çete savaşlarına başladılar.

Bu sırada Abdülmelik b. Mervân da iç meselelerle uğraştığından harekete geçme imkânını bulamadı. Hem Abdullah b. Zübeyr’e hem de Abdülmelik’e cephe almış olan Muhtâr es-Sekafî Ekim 685’te Abdülmelik’e isyan ederek onun gönderdiği kuvvetleri mağlûp etti. Daha sonra Kûfe merkez olmak üzere, Abdullah b. Zübeyr’e bağlı Basra dışındaki doğu eyaletlerini ele geçirdi ve fiilen elinde bulundurduğu vilâyetlerin genel valiliğini istedi. Ancak Abdullah bu teklifi kabul etmedi; böylece Abdülmelik’ten sonra Muhtâr’ı da karşısına almış oldu. Önce daha tehlikeli bulduğu Muhtâr’ı bertaraf etmeye karar veren Abdullah 686 yılı başlarında kardeşi Mus‘ab’ı Basra valiliğine getirerek Muhtâr ile mücadeleye memur etti, Basra’da bir kurtarıcı gibi karşılanan Mus‘ab kısa zamanda büyük bir ordu toplayarak Kûfe’de bulunan Muhtâr üzerine yürüdü. el-Cezîre’ye gönderdiği asıl kuvvetlerin dönmesini bekleyen Muhtâr, Mus‘ab’ı oyalamak maksadıyla sarayına kapandı ve dört ay süreyle kuşatma altında kaldı. 3 Nisan 687 tarihinde yaptığı bir çıkış hareketi sırasında öldürülünce Abdullah b. Zübeyr tekrar bütün doğu eyaletlerine hâkim oldu.

Öte yandan Halife Abdülmelik 689 ve 690 yıllarında Mus‘ab’a karşı giriştiği askerî harekâttan bir sonuç alamayınca 691 yılı sonlarında yeniden harekete geçti. Mus‘ab’ın en büyük kumandanı İbrâhim b. Mâlik el-Eşter’in daha savaşın başlangıcında öldürülmesi ve bazı birliklerinin savaşa girmeyip kaçmaları, Mus‘ab’ın az bir kuvvetle kahramanca savaşmasına rağmen, hem savaşı hem de hayatını kaybetmesine yol açtı. Böylece Hicaz hariç bütün vilâyetler Abdülmelik’in hâkimiyetine geçmiş oldu. Abdülmelik hiç vakit kaybetmeden Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’yi 2000 kişilik bir kuvvetle Mekke üzerine gönderdi (Ocak 692). Üç ay sonra da Haccâc’ın istediği Mekke’ye taarruz izniyle birlikte 5000 kişilik bir takviye kuvveti sevketti. İstediği yardımı ve izni alan Haccâc Mekke önlerine gelerek şehri kuşattı. Hac zamanı kendisinin ve askerlerinin haccetmelerine izin verilmeyince Mekke’yi mancınıklarla taşa tuttu. Bu sırada Mekke’de bulunan Abdullah b. Ömer’in ricası üzerine hac menâsikinin bitmesine kadar şehre hücumu tehir etti. Gelen hacıların büyük bir kısmı Abdullah’ın saflarında mücadele etmek için Mekke’de kaldılar. Muhasara uzadıkça şehirde kıtlık baş gösterdi. Kaynakların ifadesine göre, zor durumda kalan kuşatma altındaki müslümanlar binek hayvanlarını, hatta hakaret maksadıyla mancınıkla atılan bir köpeği bile yemek zorunda kaldılar. Ancak muhasaranın altıncı ayında yiyeceklerinin büsbütün tükenmesi üzerine Abdullah b. Zübeyr’in taraftarları kendisini terketmeye başladılar. Oğlunun yanında pek az bir kuvvet kaldığını gören Esmâ bint Ebû Bekir, ona gittiği yolun doğru olduğuna inanıyorsa sonuna kadar mücadeleye devam etmesini tavsiye edince, Abdullah teslim olmak yerine ölmeyi tercih etti; bir çıkış hareketi yaparak kahramanca dövüştü ve öldü (14 Cemâziyelevvel 73 / 1 Ekim 692). Haccâc başını keserek Suriye’ye gönderdi; bir süre darağacında asılı kalan cesedinin defnine, ancak annesinin ricası üzerine izin verildi.

İslâm dünyasının yarıya yakın kesiminde on yıl kadar halife olarak hüküm süren Abdullah b. Zübeyr genç sahâbîlerin önde gelenlerinden biridir. Cesur bir asker, iyi bir kumandan, ihtiraslı bir siyaset adamı idi. Mekke’nin ileri gelen ailelerinden birine mensup olup iyi bir eğitim görmüştür. Bizzat Hz. Peygamber’den, babasından, annesinden, dedesi Ebû Bekir ile teyzesi Âişe’den Ömer ve Osman gibi büyük sahâbîlerden rivayette bulunmuştur. Rivayet ettiği hadislerin sayısı otuz üç kadardır. Bunlardan altısı Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’de, ikisi Ṣaḥîḥ-i Müslim’de, biri de her ikisinde yer almıştır. Kendisinden hadis rivayet eden meşhur tâbiîler arasında iki oğlu Abbâd ve Âmir, kardeşi Urve, yeğenleri Hişâm ve Muhammed b. Urve, Tâvûs, Atâ, İbn Ebû Müleyke gibi âlimler vardır. Abdullah tefsirde söz sahibi olan sahâbîlerdendir. İbadete olan aşırı meyli sebebiyle “mescid güvercini” (hamâmetü’l-mescid) diye anılırdı. Namazı derin bir vecd ile kılardı. Mekke kuşatmasında mancınıkla atılan taşların çok yakınına düşmesi bile onun namazdaki huzurunu bozamamıştır. Saatlerce kıyamda, rükû ve secdede kaldığı olurdu. Hz. Peygamber’in hiç iftar etmeden oruç tutmayı yasakladığını duymamış olmalı ki (bk. Aʿlâmü’n-nübelâʾ, III, 368), yedi gün boyunca oruç tutar ve bundan dolayı herhangi bir rahatsızlık hissetmezdi. Cesaret, ibadet ve hitabet söz konusu olduğunda onunla kimsenin boy ölçüşemeyeceği kaynaklarda belirtilmiştir.

HAKKI DURSUN YILDIZ

Ebû Abdillâh el-Hüseyn b. Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî eş-Şehîd (ö. 61/680

5 Şâban 4 yılında (10 Ocak 626) Medine’de doğdu. “Şehîd” lakabıyla meşhurdur. Göğsünden aşağısının dedesine çok benzediği rivayet edilir. Doğduğu zaman Hz. Peygamber, ağabeyi Hasan’a yaptığı gibi o güne kadar Araplar’ca pek bilinmeyen adını kulağına bizzat ezan okuyarak koydu ve doğumunun yedinci gününde akîka kurbanı kestirip Hz. Fâtıma’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istedi. Hz. Hüseyin, ağabeyi Hasan ile birlikte tâbiînden Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den kıraat öğrendi (Zehebî, III, 280; IV, 268); dedesiyle annesinden ve babasından, ayrıca Hz. Ömer’den ve diğer bazı sahâbîlerden sekiz hadis rivayet etti.

Hz. Hüseyin de ağabeyi Hasan gibi ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almadı. Hz. Osman zamanında Saîd b. Âs’ın Kûfe’den Horasan’a yaptığı sefere (30/651) ağabeyi ile birlikte katıldı. Daha sonra Hz. Osman’ın evini kuşatan isyancılara karşı babası Hz. Ali tarafından yine ağabeyi ile birlikte halifeyi korumak ve evine su taşımak üzere görevlendirildi.

Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüseyin Kûfe’ye giderek onun bütün seferlerine katıldı; şehâdetinden sonra da yine onun vasiyetine uyarak ağabeyine itaat etti. Bu arada Hz. Hasan Muâviye ile anlaşmaya karar verdiği zaman ona karşı çıkmak istediyse de itirazının reddedilmesi üzerine vazgeçti ve beraberinde Medine’ye gitti. Daha sonra Hz. Hüseyin bu anlaşma dolayısıyla Muâviye’nin tahsis ettiği yıllık 2 milyon dirhemi onun vefatına kadar aldı (Dîneverî, s. 218, 224-225) ve daima ağabeyinin yanında bulundu. Hz. Hasan’ın vefatından (49/669) sonra ise I. Yezîd’in hilâfet makamına gelişine kadar (60/680) kendini ibadete vererek zühd ve takvâya dayalı bir hayat sürdürdü. 

Hz. Hüseyin’e ağabeyinin vefatı üzerine imam sıfatıyla biat edildiğine veya onun Muâviye aleyhine faaliyette bulunduğuna yahut kendi imâmeti için harekete geçtiğine dair ilk Sünnî ve Şiî kaynaklarında herhangi bir rivayete rastlanmaz; aksine bu husustaki birtakım kıpırdanışlara fırsat vermediği söylenir. Meselâ Hz. Hasan’ın vefat haberi Kûfe’ye ulaşınca taraftarları Hz. Hüseyin’e, babasıyla ağabeyinin intikamını almak için emrini beklediklerini bildiren bir mektup göndermişlerdi. Hucr b. Adî’nin, Muâviye’nin emriyle başlatılan camilerde Hz. Ali’ye hakaret etme faaliyetine karşı çıktığı için öldürülmesi üzerine (51/671), Kûfe’nin ileri gelenlerinden bir kişi hem bu haberi iletmek hem de Hüseyin’i Kûfe’ye getirmek amacıyla Medine’ye gitmiş, durumdan haberdar olan Muâviye Hz. Hüseyin’e fitne çıkarmak isteyen kimselere fırsat vermemesi konusunda tavsiyede bulunmuş, o da cevabî mektubunda, “Seninle savaşmak ve sana karşı çıkmak niyetinde değilim” demiştir (Dîneverî, s. 224-225). Bununla birlikte Hz. Hüseyin’in Muâviye’ye karşı takındığı olumlu tavrı 56 (676) yılından sonra değiştirdiği muhakkaktır; çünkü bu yılda Muâviye’nin, oğlu Yezîd’e biat edilmesini istemesi pek çok müslüman gibi Hz. Hüseyin’i de rahatsız etmiştir.

Medine Valisi Mervân, Muâviye’nin yerine halef tayin ettiği oğlu Yezîd’e kendi adına biat almasını isteyen mektubunu Mescid-i Nebevî’de okuyunca halk feveran etti.

Abdurrahman b. Ebû Bekir Mervân’a, daha başlangıçta gerek kendisinin gerek Muâviye’nin yalan söylediğini ve saltanatı babadan oğula intikal ettiren Bizans sistemini müslümanların başına getirmek istediklerini söyleyerek bu teklife karşı çıkarken Abdullah b. Ömer Yezîd’in fâsıklığını, Abdullah b. Zübeyr ise Allah’a karşı gelene itaatin câiz olmadığını öne sürerek açıkça itirazda bulundular ve biata yanaşmadılar; Hz. Hüseyin de onlarla aynı fikirdeydi.

Mervân’ın bu durumu bildirmesi üzerine Muâviye hemen Medine’ye gitti ve muhalefet eden kişileri çeşitli tehditlerle biata zorladı fakat başaramadı. Muâviye’nin ölümü üzerine (60/680) hilâfet mevkiine gelen Yezîd, Medine Valisi Velîd b. Utbe b. Ebû Süfyân’dan her ne şekilde olursa olsun Hüseyin ve diğerlerinden biat almasını istedi. Velîd, henüz Muâviye’nin ölüm haberi duyulmadan Hz. Hüseyin ile Abdullah b. Zübeyr’i Mervân ile de istişare ederek yanına çağırttı. Fakat onlar Muâviye’nin öldüğünü ve haberin halk tarafından duyulmasından önce biatlarının alınmak istendiğini anladılar. İbnü’z-Zübeyr Mekke’ye kaçtı; Hz. Hüseyin ise Velîd ile görüşmeye gittiğinde, “Benim gibi bir adam gizlice biat edemez; zaten sen de halk katında açıkça yapmadığım bir biata razı olmazsın” diyerek ertesi gün halkın önünde biat edeceğini bildirdi. 

Mervân Velîd’e, yanından ayrılmadan önce Hüseyin’in biatını sağlamasını veya boynunu vurdurmasını tavsiye etti; ancak Velîd, “Sen benim için dinimi yıkacak bir şey tavsiye ediyorsun. Yemin ederim ki Hüseyin’i öldürmek suretiyle dünyanın her yanına, üzerine güneşin doğup battığı bütün mal ve mülküne sahip olacağımı bilsem yine de bunu istemem” diyerek tavsiyesini reddetti (Ebû Mihnef, s. 12-13; Taberî, Târîḫ, II, 218-219). Velîd’in yanından ayrılan Hz. Hüseyin 28 Receb 60 (4 Mayıs 680) gecesi, kendisine şu anda böyle bir harekette bulunmasının yanlış olduğunu söyleyen baba bir kardeşi Muhammed b. Hanefiyye hariç bütün aile fertlerini yanına alıp Mekke’ye doğru yola çıktı.

Hz. Hüseyin’in Yezîd’e biat etmeyip Mekke’ye gittiğini haber alan Kûfeliler’den Şebes b. Rib‘î ve Süleyman b. Surad gibi bazı ileri gelenler onu hilâfete getirmek için kendisine davet mektupları yazdılar (Ebû Mihnef, s. 17 vd.; Dîneverî, s. 228-229; Taberî, Târîḫ, II, 233-235), ayrıca Ebû Abdullah el-Cedelî başkanlığında bir heyet gönderdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, durumu yerinde incelemesi için amcasının oğlu Müslim b. Akīl’i Kûfe’ye yolladı. 5 Şevval 60 (9 Temmuz 680) tarihinde şehre ulaşan Müslim İbn Avsece’nin evine indi ve Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı. İlk aşamada 12-30.000 kişinin biat ettiği ve hatta Müslim’in Kûfe Mescidi’nde açıkça bir konuşma dahi yaptığı rivayet edilmektedir (Ebû Mihnef, s. 20; Taberî, Târîḫ, II, 228-229, 257-258). Yezîd, Müslim’in bu faaliyetini öğrenince Kûfe Valisi Nu‘mân b. Beşîr el-Ensârî’yi görevden alarak yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ı tayin etti ve ondan Müslim’i şehirden çıkarmasını veya öldürmesini istedi.

Ubeydullah’ın Hz. Hüseyin taraftarlarını ürküten tedbirler alması üzerine Müslim daha nüfuzlu bir kişi olan Hâni’ b. Urve el-Murâdî’nin evine yerleşti ve halkı ayaklanmaya çağırdı; hatta Ubeydullah’ın kasrını kuşattı. Ancak Ubeydullah’ın safında yer alan Kûfe ileri gelenlerinin nasihat ve tehditleri üzerine ayaklanan halk dağılmaya başladı ve geceye doğru Müslim’in yanında sadece otuz kişi kaldı; daha sonra onlar da dağıldı. Bu gelişmeler üzerine geceleyin Kinde kabilesine mensup Tav‘a adlı bir kadının evine saklanan Müslim ihbar üzerine yakalanarak öldürüldü (8 veya 9 Zilhicce 60 / 9 veya 10 Eylül 680). Bu yüzden Kûfeliler’den biat aldığını daha önce mektupla haber verdiği Hz. Hüseyin’e onların sözlerinden döndüğünü bildiremedi.

Hz. Hüseyin yeni gelişen olaylardan haberi olmadığı için Kûfe’ye hareket etmeye karar verdi. Her ne kadar Abdullah b. Abbas ona, Kûfeliler’in babasıyla ağabeyine yaptıklarını hatırlatıp sözünde durmayan bu insanların davetine uymamasını ve eğer Mekke’de kalmak istemiyorsa Yemen’e gidip orada Müslim’in hâkimiyet kurmasını beklemesinin daha iyi olacağını söylediyse de Hüseyin kararından dönmedi. Yezîd’in halifeliğini tanımayan Abdullah b. Zübeyr ise Mekke’de kalmasını teklif etti ve biat almasına kendisinin de yardımcı olabileceğini bildirdi (Taberî, Târîḫ, II, 276; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 38). Abdullah b. Ömer ve Ömer b. Abdurrahman b. Hâris gibi şahıslar da kesinlikle Kûfe’ye gitmemesini istediler, İbn Abbas ise hiç değilse yalnız gitmesini önerdi. Fakat Hz. Hüseyin, 8 Zilhicce 60 (9 Eylül 680) tarihinde umresini tamamladıktan sonra ailesi ve bazı taraftarlarıyla birlikte Kûfe’ye hareket etti (Taberî, a.g.e., II, 272; İbnü’l-Esîr, a.g.e., IV, 39). Birkaç gün sonra, bütün ailesini yanına aldığı için başlarına bir şey gelirse bunun soyunun tükenmesi demek olacağı endişesine kapılan amcasının oğlu Abdullah b. Ca‘fer önce bir mektup yazarak durmasını istedi; sonra da Mekke Valisi Amr b. Saîd b. Âs el-Eşdak’tan onun adına eman alarak kendisine gönderdi. 

Ancak Hz. Hüseyin, rüyasında Resûlullah’ı gördüğünü ve ister lehine ister aleyhine sonuçlansın başladığı işi tamamlamakla emrolunduğunu söyleyerek geri dönmeyi reddetti. Yolda şair Ferezdak ile karşılaşıp Kûfe’deki durumu sorunca, “Halkın kalbi seninle, kılıçları Benî Ümeyye iledir; ilâhî takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar” cevabını aldığı halde, “Doğru söyledin, Allah’ın dediği olur, Allah dilediğini işler ve rabbimiz her gün yeni bir iştedir. Takdir hoşumuza gidecek şekilde olursa nimetlerinden dolayı Allah’a şükrederiz; O şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü çıkarsa niyeti hak ve takvâsı da teneşir tahtası olan kimse elbette taşkınlık göstermez” diyerek yolculuğunu sürdürdü (Dîneverî, s. 245; Taberî, Târîḫ, II, 277-278). Ancak daha sonra Sa‘lebiyye’de karşılaştığı iki yolcudan Kûfeliler’in biatlarından caydığını ve Müslim b. Akīl ile Hâni’ b. Urve’nin öldürüldüğünü öğrenince geri dönmek istedi; fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşlerinin ısrarı üzerine yola devam etmeye mecbur oldu. Bu arada taraftarlarına isteyenlerin ayrılabileceğini söyledi, onlar da ayrıldılar; yanında sadece aile fertleriyle birlikte yaklaşık yetmiş kişi kaldı. Böylece sayısı azalan kafile Ninevâ bölgesindeki Kerbelâ’ya vardı (2 Muharrem 61 / 2 Ekim 680).

Kûfe Valisi Ubeydullah’ın emriyle kafileyi uzun süredir 1000 kişilik kuvvetiyle gözetlemekte olan Hür b. Yezîd Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’ya ulaştığını valiye bildirdi; o da kafilenin sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olunmasını, susuz ve savunmasız bir yerde konaklamaya mecbur edilmesini istedi. Rey valiliğine getirilen Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkās’a da ordusuyla Hz. Hüseyin üzerine yürümesini ve bu meseleyi halletmesini emretti. Ömer b. Sa‘d önce bu işe yanaşmak istemediyse de yoğun ısrar ve görevden alınma tehdidi karşısında kafilenin üstüne yürüdü. Hz. Hüseyin Ömer’in gönderdiği elçiye kendisini Kûfeliler’in çağırdığını, 18.000 kişinin biat ettikten sonra biatlarını bozduğunu, dönüp gitmek istediğinde de Hür b. Yezîd’in engel olduğunu ve kendisini buraya kadar gelmek zorunda bıraktığını anlattı ve, “İzin verin dönüp gideyim” dedi (Dîneverî, s. 253-254). Ömer b. Sa‘d, Hz. Hüseyin ile çarpışmak istemediği için bu cevaptan memnun kaldı ve durumu Ubeydullah b. Ziyâd’a bildirdi. Ubeydullah ise Yezîd’e biatı önermesini ve reddi halinde kafilenin su ile irtibatını kesmesini istedi.

Bunun üzerine Ömer, Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlar arasında bulunan Amr b. Haccâc’ı su yollarını kesmekle görevlendirdi; sonra da birkaç defa Hüseyin’le gizlice görüştü (Ebû Mihnef, s. 48-49). Aralarında ne konuştukları tam olarak bilinmemekle beraber tahminlere göre Hz. Hüseyin şu teklifleri yapmıştır:

Geldiği yere dönmek, bizzat Yezîd’e gidip biat etmek veya İslâm serhadlerinden birinde cihadla meşgul olmak. Ömer, kabul edilebileceği ve böylece kendisinin de bu sıkıntılı işten kurtulacağı ümidiyle teklifi Ubeydullah b. Ziyâd’a bildirdi. Ubeydullah önce bu teklifi uygun gördüyse de Sıffîn’de Hz. Ali’nin safında çarpışanlardan Şemir b. Zülcevşen ona önemli bir fırsatı kaçırmış olacağını hatırlatarak Fırat nehriyle irtibatı kesilmiş ümitsizlik içindeki Hüseyin’i isteğine boyun eğdirmesini veya cezalandırmasını söyledi, ayrıca onun Ömer ile geceleri gizlice görüştüğünü belirtti. Bunun üzerine Ubeydullah, Şemir ile Ömer’e bir mektup göndererek Hüseyin’in doğrudan kendisine teslim olmasını sağlamasını, bunu başaramazsa onunla savaşmasını, aksi takdirde kumandayı Şemir’e bırakmasını emretti. Şemir karargâha 9 Muharrem Perşembe günü ulaştı. Ömer b. Sa‘d kumandayı, dolayısıyla kazandığı dünyalığı elden kaçırmamak için bu görevi yerine getireceğini söyledi. Hz. Hüseyin ve yanındakiler o geceyi dua, namaz ve istiğfarla geçirdiler (Taberî, Târîḫ, II, 315; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 59).

Ertesi gün Hz. Hüseyin gerekli savaş hazırlıklarını yaptıktan sonra atına bindi ve önünde bir mushaf olduğu halde Ömer’in ordusuna yaklaşarak kendisinin buraya geliş amacını anlamaları, hakkında insaflı hüküm vermeleri halinde saadete kavuşacaklarını ve üzerine yürümelerine gerek kalmayacağını, mazeretini dikkate almamaları durumunda ise istediklerini yapmalarını söyledi. Bazı kaynaklara göre Hz. Hüseyin bu konuşmasında anne babasının ve amcalarının İslâm’a hizmetlerini dile getirmiş, Resûl-i Ekrem’in kendisi hakkındaki övücü ifadelerinden söz etmiş ve kanını akıtmanın büyük vebal doğuracağını hatırlatmıştır (Ebû Mihnef, s. 49-50, 130-138; İbnü’l-Esîr, a.g.e., IV, 61-62). Hz. Hüseyin’in bu konuşması üzerine Hür b. Yezîd yaptıklarına pişman olarak onun safına geçti.

Ömer b. Sa‘d’ın sancağıyla gelip ilk oku atması üzerine başlayan savaş birbirine denk olmayan bu kuvvetler arasında tam bir dram şeklinde devam etti ve Hz. Hüseyin’in savaşa başlarken yirmi üç süvariyle kırk piyadeden oluşan askerleri kısa sürede azaldı. Savaşın sonlarında artık sıcak ve susuzluktan bitkin hale düşen bu az sayıdaki insanın başında piyade olarak cesaretle dövüşen Hz. Hüseyin’e Şemir b. Zülcevşen’in emriyle her taraftan hücum edildi. Sinân b. Enes en-Nehaî önce bir harbe saplayıp onu yere düşürdü, sonra da atından inerek saçlarını ve daha sonra başını kesti; oradakiler de cesedini soyup her şeyini, ardından da çadırları yağmaladılar. Bu arada Hz. Hüseyin’in hasta yatağındaki oğlu Ali Zeynelâbidîn öldürülmek istendiyse de Ömer b. Sa‘d buna engel oldu (10 Muharrem 61 / 10 Ekim 680). Şehidlerin cesetleri ertesi gün Benî Esed mensuplarının ikamet ettiği Gādiriye köylülerince toprağa verildi.

Hz. Hüseyin’in kesik başı ve esirler Dımaşk’a gönderildiğinde Yezîd görünüşte üzülmüş ve Hüseyin’i öldürtmesi sebebiyle Ubeydullah b. Ziyâd’a lânet etmiştir. Ancak onun bu üzüntüsünde samimi olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü gerçekten üzülmüş olsaydı Ubeydullah, Şemir ve diğerlerini hiç değilse görevlerinden alması gerekirdi; ayrıca öldürme emrini verenin bizzat kendisi olduğu yolunda rivayetler de vardır (Dîneverî, s. 284-285; Ya‘kūbî, II, 229). Bununla beraber Hz. Hüseyin’in katliamdan kurtulan oğlu, kızları, kız kardeşi ve Tâliboğulları’ndan diğer esirler Dımaşk’ta birkaç gün tutulduktan sonra Yezîd tarafından bir muhafız birliği refakatinde Medine’ye gönderilmiştir. Hz. Hüseyin’in başının nereye gömüldüğü konusu ihtilâflıdır. Medine’de Bakī‘ Mezarlığı’na, Necef’te babasının yanına, Kûfe dışında bir yere, Kerbelâ’da cesedinin konulduğu kabre, Dımaşk’ta bilinmeyen bir yere, Rakka’ya, hatta Kahire’ye gömüldüğüne dair rivayetler bulunmakta (Muhsin el-Emîn, IV, 390-394) ve bunlardan birincisi daha güçlü bir ihtimal olarak görülmektedir (İbn Kesîr, VIII, 204). Öte yandan İbn Şehrâşûb, Şeyh el-Müfîd, Muhammed Bâkır el-Meclisî, Muhsin el-Emîn, Fehmî Üveys gibi Şiî yazarları Hz. Hüseyin’in doğumu, çocukluğu, gençliği ve şehâdetiyle ilgili tarihî gerçeklere uymayan pek çok olağan üstü hadise ve keramet rivayet ederler.

Kaynaklar Resûl-i Ekrem’in iki torununu çok sevdiğini, isteklerini tereddütsüz yerine getirdiğini, onlarla oyun oynadığını, sırtına bindirip gezdirdiğini, hatta secdede iken üstüne çıktıklarında inmelerine kadar beklediğini yazar ve onlara olan düşkünlüğünü gösteren birçok rivayet nakleder. Bir gün Hz. Peygamber minberde iken Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka mescide girdiklerini görünce konuşmasını yarıda keserek aşağı inip onları kucaklamış ve, “Cenâb-ı Hak, ‘Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir’ (et-Tegābün 64/15) derken ne kadar doğru söylemiş; onları görünce dayanamadım” dedikten sonra konuşmasını sürdürmüştür (İbn Mâce, “Libâs”, 20; Tirmizî, “Menâḳıb”, 30; Nesâî, “Cumʿa”, 30, “ʿÎdeyn”, 27). Müslümanların Ehl-i beyt’e ve Âl-i abâ’ya dahil olan Hz. Hasan ile Hüseyin’e duyduğu sevgi ve şefkat Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra da devam etmiştir. Meselâ Hz. Ömer, hilâfeti sırasında divan teşkilâtını kurup herkese yapılacak yardımları belirlerken onlara Bedir Gazvesi’ne katılanlara verilen miktarda tahsisat ayırmıştır (Taberî, Târîḫ, I, 2413). Hz. Hüseyin Resûlullah’ın sevgili torunu, emaneti ve reyhânesi (çiçek demeti) denilerek müslümanlardan daima sevgi, şefkat ve bağlılık görmüş, böylece altı yaşında kaybettiği dedesinin ve annesinin yokluğunu fazlaca hissetmemiştir. Ayrıca ağabeyi Hasan ile birlikte bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Resûlullah’ın sevgili torunu sıfatıyla daima sevilmiş, sayılmış ve adları çocuklara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır.

Şiî dünyası, Şiîliğin hareket noktası ve temel şahsiyeti Hz. Ali olmakla birlikte, şehid edilişinin arka planında varlığını sürdürebilen güçlü bir siyasî kuruluş bulunmadığından bu olayla fazla ilgilenmemiş, Hz. Hüseyin’in şehâdetini ise Şiîliğe hayat veren bir kaynak telakki ederek içtimaî ve siyasî hayatın parolası haline getirmiştir. Bugün İslâm dünyasının en büyük azınlık mezhebini oluşturan İsnâaşeriyye İmâmiyyesi’nin özellikle duygu ve gönül hayatını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilişinin hâtırasını anmak için yapılan ve “tâziye” denilen yas merasimleri, onu imamların üçüncüsü ve on dört ma‘sûm-ı pâkin (çârdeh ma‘sûm-i pâk) beşincisi kabul eden Şiî dünyasında başlı başına bir olaydır. Ancak Sünnîler’in tuttukları 10 (veya 9, 10, 11) Muharrem orucunun Kerbelâ tâziyesiyle bir ilgisi yoktur. Hz. Hüseyin’in acıklı sonu İslâm edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle tâziye törenlerinde okunmak üzere Şiî şair ve edipleri tarafından “maktel” veya “maktel-i Hüseyin” denilen mersiye ve okuma parçaları kaleme alınmıştır.

Hz. Hüseyin’in çocuklarından Ali el-Ekber Kerbelâ’da kendisiyle birlikte şehid olmuş, Ca‘fer ve Abdullah adlı oğullarından devam etmeyen soyu diğer oğlu Ali Zeynelâbidîn’den devam ederek seyyid unvanıyla tanınmıştır. Ayrıca Fâtıma ve Sükeyne (Sekîne) adlı iki de kızı vardı.

ETHEM RUHİ FIĞLALI

Ebû Muhammed el-Hasen b. Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî

3. yılın Şâban ayında (Ocak-Şubat 625) veya Ramazan ayının 15’inde (1 Mart) Medine’de doğdu. Babası ona Harb adını koymayı düşünmüşse de Hz. Peygamber, Câhiliye döneminde bilinmeyen Hasan adını ve Ebû Muhammed künyesini vermiş ve kulağına bizzat ezan okumuştur; doğumunun yedinci gününde de akîka kurbanı kestiği ve Hz. Fâtıma’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istediği bilinmektedir. Kaynaklarda, Resûlullah’a çok benzediği için Hz. Ebû Bekir’in onu, “Ey nebîye benzeyen, Ali’ye benzemeyen” diye sevdiği ve Hz. Ali’nin de buna tebessüm ettiği belirtilir.

Hasan, kardeşi Hüseyin gibi ilk halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında kardeşiyle birlikte Saîd b. Âs’ın Horasan seferine (29 veya 30 / 650 veya 651) katılmış (Belâzürî, Fütûh, s. 480; Taberî, Târîḫ, I, 2836), daha sonra da babası tarafından yine kardeşiyle birlikte Hz. Osman’ı isyancılara karşı korumak ve evine su taşımakla görevlendirilmiştir (a.g.e., I, 3020).

Babası hilâfete geldikten sonra Hasan, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın ona karşı çıkmaları üzerine, Kûfeliler’i babasının yanında yer almaya ikna etmek için Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe’ye gitti. Cemel Vak‘ası ve Sıffîn Savaşı’nda da babasının yanında bulundu. Hz. Ali’nin şehid edilmesinin ardından (19 veya 21 Ramazan 40 / 26 veya 28 Ocak 661) Ubeydullah b. Abbas b. Abdülmuttalib Kûfeliler’i halife olarak ona biata davet etti ve bir rivayete göre (İbn Şehrâşûb, III, 191) aynı gün, bir rivayete göre de (Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 426) iki gün sonra Kûfe’de kendisine biat edildi. Hz. Ali ölümünden kısa bir süre önce Hasan’a biat konusunda sorulan bir soruya, “Bunu ne emreder ne de nehyederim” diye cevap vermiştir (Taberî, Târîḫ, I, 3461); ancak Şiîler Hz. Ali’nin onu veliaht tayin ettiğine inanırlar (Fığlalı, s. 85). Hz. Hasan, Kûfe Mescidi’nde halka hitaben yaptığı konuşmada Ehl-i beyt’in meziyetlerinden ve Hz. Peygamber’e olan yakınlığından söz etti. Ona ilk biat eden Kays b. Sa‘d b. Ubâde el-Ensârî, biat sırasında kendisini Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine bağlı kalmanın yanı sıra isyancılara karşı savaş şartını da kabul etmesi için zorladı; fakat Hasan bu şartın aslında “Allah’ın kitabı” lafzında mevcut olduğunu söyledi (Taberî, Târîḫ, II, 1).

Hz. Ali’nin şehid edildiğini ve Hasan’ın halifeliğe getirildiğini haber alan Muâviye b. Ebû Süfyân, onun taraftarlarını ve Kûfeliler’i kendi safına çekmek için yoğun bir faaliyet başlattı; Abdullah b. Âmir kumandasında Suriye, Filistin ve el-Cezîre kuvvetlerinden oluşan bir ordu hazırlattı. Bu durumu Kûfe’de bulunduğu sırada öğrenen Hz. Hasan da Abdullah b. Âmir’le karşılaşmak üzere Medâin’e doğru yola çıktı. Bu sırada, iki taraf arasında anlaşmazlığın barış yoluyla çözümlenmesi konusunda zaman zaman eski meseleleri de kurcalayan mektuplar teâti edilmiş (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn, s. 46-77), ancak bu yazışmalar durumu gerginleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Muâviye Musul’a ulaşıp orada konaklayınca Hz. Hasan, Ubeydullah b. Abbas kumandasında 12.000 kişilik bir öncü birliğini ona karşı gönderdi ve Ubeydullah’a, Muâviye ile müzakerelerde bulunmak isteyen Kays b. Sa‘d ve Saîd b. Kays el-Hemdânî ile istişare etmesini söyledi.

Fakat bu arada, konakladığı Medâin’in Sâbât mevkiinde ordusundaki savaşa karşı isteksizliği sezince bir konuşma yaparak aslında hiçbir müslümana karşı kötü hisler beslemediğini, adamlarının pek çoğunun savaştan hoşlanmadığını bildiğini, bunun için de onların arzu etmedikleri bir şeyle karşı karşıya kalmalarını istemediğini söyledi. Büyük bir şaşkınlık yaratan bu sözler üzerine Hâricîler’in görüşlerini benimseyen bir grup, “Hasan da babası gibi küfre düşmüştür” diyerek üzerine yürüdü ve altından seccadesini çekip elbisesini çekiştirmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Hasan, Rebîa ve Hemdân kabilelerine mensup sâdık adamlarının yanına sığındı; onlar da etrafını çevirip saldırganları uzaklaştırdılar. Hz. Hasan daha sonra Medâin’e gitmek üzere hareket etti. Ancak yolda kendisini öldürmeye teşebbüs eden Hâricî Cerrâh b. Sinân el-Esedî tarafından yaralandı ve şehre ulaşınca valinin evinde tedavi gördü. Bu sırada Muâviye, bir yandan Hz. Hasan’ın taraftarlarınca tartaklanıp yaralandığı haberini etrafa yayarken bir yandan da Enbâr’da onun öncü kumandanı Ubeydullah b. Abbas ile Kays b. Sa‘d’ı kuşattı.

Muâviye’nin öncü kumandanı Abdullah b. Âmir de Medâin’e giderek şehrin dışına çıkan Hasan’ın ordusunun karşısında mevzilendi ve onlara Muâviye’nin de Enbâr’ı kuşattığını, aslında savaş niyeti taşımadıklarını ve Hz. Hasan’ın kendisi de dahil olmak üzere askerlerinden onlara sığınanların hayatlarının bağışlanacağını söyledi. Bu sözler karşısında çoğunluk savaştan kaçındığını belli etti; Hz. Hasan da Medâin’e dönerek hilâfeti Muâviye’ye teslim etmek için belirlediği şartları Abdullah b. Âmir’e bildirmek zorunda kaldı. İleri sürdüğü şartlar şunlardır: 

1. İntikam için Iraklılar’dan hiç kimse tutuklanmayacaktır. 2. Milliyetine bakılmaksızın herkes emniyet içinde olacaktır. 3. İşlenmiş suçların tamamı affedilecektir. 4. Ahvaz’ın haracı yıllık olarak kendisine ödenecektir. 5. Kardeşi Hüseyin’e 2 milyon dirhem verilecektir. 6. Hâşimoğulları’na da Abdüşemsoğulları’na (Ümeyye) gösterilen yakınlık gösterilecek ve aynı ihsanlarda bulunulacaktır (Dîneverî, s. 221-222). İbnü’l-Esîr bu şartlara Hz. Ali’ye sövmemeyi de ilâve etmiştir (el-Kâmil, III, 405). Ayrıca muahhar bir Sünnî kaynakla (Süyûtî, s. 191) Şiî eserleri (meselâ bk. İbn Tolun, s. 65; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 143; M. Husain Tabatabai, s. 56), anlaşma şartlarına hilâfetin Muâviye’nin ölümü halinde Hasan’a iade edilmesi maddesini de eklemişlerdir. İbn Hacer el-Heytemî bu maddeyi, “Muâviye kendisinden sonra yerine kimseyi tayin etmeyecek, bu iş ondan sonra müslümanların şûrası ile tesbit edilecektir” şeklinde verirse de (eṣ-Ṣavâʿiḳu’l-muḥriḳa, s. 136) anlaşmada böyle bir maddenin bulunması olayların gelişmesine pek uygun düşmemektedir; çünkü Muâviye, oğlu Yezîd’e biat aldığı zaman Hz. Hasan’la yapılmış anlaşma uyarınca hilâfete aday gösteremeyeceği yolunda kendisine karşı herhangi bir itirazın ileri sürüldüğü sabit değildir.

Abdullah b. Âmir Hz. Hasan’ın şartlarını Muâviye’ye götürdü, Muâviye de bunları kendi eliyle yazarak mühürledi ve Hz. Hasan’a iade etti (25 Rebîülevvel 41 / 29 Temmuz 661; bk. Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 405-406; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 143). Şartlarının kabul edilmesine memnun olan Hz. Hasan, anlaşmayı Kays b. Sa‘d’a bildirerek yetkilerini Muâviye’ye devretmesini ve Medâin’e dönmesini emretti. Bu duruma öfkelenen Kays, kumandası altındaki 4000 adamına ya sapıklığa düşmüş bir imama (Muâviye) itaat etmelerini veya imam olmadığı halde kendisine uyarak savaşa girmelerini önerdi, onlar da birinci şıkkı tercih ettiler (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 407). Bu arada Hz. Hüseyin ve Hucr b. Adî gibi bazı kimseler, Hz. Hasan’ın Muâviye ile anlaşmasına, arkasındaki müslümanları küçük düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıktılarsa da Hasan kararından dönmeyerek adamları ile birlikte Medâin’den Kûfe’ye gitti ve oraya gelen Muâviye’ye vardıkları anlaşmayı şahsen de teyit ettirdi (Cemâziyelevvel 41 / Eylül 661). İslâm tarihinde 41 yılına bu uzlaşmadan dolayı “âmü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Böylece Hz. Hasan, kardeşi Hüseyin’in şiddetle karşı çıkmasına rağmen Muâviye ile anlaşarak Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi (Buhârî, “Ṣulḥ”, 9; “Fiten”, 20) müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. 

Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti ve hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. Ancak sonunda, rivayete göre Yezîd b. Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca‘de bint Eş‘as b. Kays tarafından zehirlendi (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 460; a.mlf., Üsdü’l-ġābe, II, 15; Süyûtî, s. 192) ve 28 Safer 49 (7 Nisan 669) tarihinde vefat etti. Ölmeden önce kardeşi Hüseyin’e Resûl-i Ekrem’in yanına, bu mümkün olmadığı takdirde Cennetü’l-bakī‘da annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmiş, Mervân b. Hakem birinci teklife karşı çıktığı için Medine Valisi Saîd b. Âs’ın kıldırdığı cenaze namazından sonra Cennetü’l-bakī‘da annesinin yanına defnedilmiştir.

ETHEM RUHİ FIĞLALI

Hicretten on sekiz yıl önce (m. 603) Medine’de dünyaya geldi; yirmi yıl önce (m. 601) doğduğu da zikredilmiş, Hazrecî ve Cüşemî nisbeleriyle de anılmıştır. Hazrecoğulları’nın Benî Udey koluna mensup olan babasının ölümü üzerine annesi Hind bint Sehl b. Cüheyne, Medine civarında yaşayan ve cimriliğiyle tanınan Benî Selime oğullarının reisi Ced (Cüd) b. Kays ile evlendi. Muâz on sekiz yaşında iken müslüman oldu ve İkinci Akabe Biatı’na katıldı. Kendi kabilesinden İslâmiyet’i kabul eden arkadaşlarıyla birlikte geceleri Benî Selime oğullarından henüz müslüman olmayan bazı kimselerin putlarını kırdı veya putların âcizliğini ortaya koyacak eylemler yaptı (İbn Hişâm, II, 95-96; ). Resûl-i Ekrem hicretten sonra onunla Abdullah b. Mes‘ûd arasında kardeşlik bağı kurdu; o sırada Habeşistan’da bulunan Ca‘fer b. Ebû Tâlib ile kardeş yapıldığına dair rivayet doğru olmamalıdır. Bedir Gazvesi başta olmak üzere Huneyn ve Tâif dışındaki bütün gazvelere katıldı ve bunlarda kabilesinin bayraktarı veya temsilcisi oldu. Mekke fethinin ardından Resûlullah Huneyn Gazvesi’ne giderken onu Mekke’ye önce emîr, ardından Kur’an ve dinî bilgiler muallimi tayin ettiği için Huneyn ve Tâif gazvelerine iştirak edemedi.

Hz. Peygamber, hicretin 9. yılı Rebîülâhirinde (Ağustos 630) Muâz’ı Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile birlikte Yemen’e elçi, zekât memuru ve kadı sıfatıyla gönderdi. Muâz’ı Yemen’e giden heyete başkan tayin ederek onun Yukarı Yemen’de, Ebû Mûsâ’nın da Aşağı Yemen’de görev yapmasını istedi. İslâmiyet’i kabul eden ilk Himyer meliklerinden Hâris b. Abdükülâl’e Muâz ile bir mektup gönderdi. Muâz’ın Yemen’de kadılık yaparken nasıl hüküm vereceğiyle ilgili olarak Resûl-i Ekrem ile aralarında geçen konuşma meşhurdur. Resûlullah’ın sorularına cevap veren Muâz önce Allah’ın kitabına göre hükmedeceğini, aradığı delili Kur’an’da bulamazsa Resûl-i Ekrem’in sünnetini dikkate alacağını, aradığını orada da bulamazsa kendi kanaatine göre hüküm vereceğini söyleyince Hz. Peygamber memnun oldu ve Resûlullah’ın elçisine Resûlullah’ı hoşnut edecek şekilde cevaplar verdiren Allah’a hamdetti (Ebû Dâvûd, “Aḳżıye”, 11; Tirmizî, “Aḥkâm”, 3).

Yemen’deki Benî Bekre kabilesinin Sekûn kolundan bir hanımla evlenen Muâz b. Cebel, orada peygamberlik iddiasında bulunan ve kısa sürede Yemen’in birçok bölgesine hâkim olan Esved el-Ansî’nin üç ay içinde ortadan kaldırılmasında önemli rol oynadı. 11 (632) yılında görevini tamamladı ve Resûl-i Ekrem’in vefatından bir süre sonra Medine’ye döndü

Muâz, Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye fetihlerine katılmak için halifeden izin talep etti. Hz. Ömer, onun bilgisine ihtiyaç duyulacağı gerekçesiyle izin verilmemesini telkin ettiyse de halife şehid olmak isteyen kimseyi engellemeye hakkı olmadığını söyleyerek ona izin verdi. Muâz, önemli görevler üstlendiği Yermük ve Ecnâdeyn savaşlarıyla Dımaşk’ın fethinde bulundu. Ecnâdeyn Savaşı’nda ordunun sağ kanadına kumanda etti. Hz. Ömer halifelik görevini üstlendiğinde Suriye ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh ile ona bir mektup yazdı. Ebû Ubeyde veba salgınında ölünce ordunun başına Muâz b. Cebel geçti. Daha sonraları bazı sahâbîlerle birlikte Suriye’ye muallim olarak gönderildi. Muâz b. Cebel, 17 (638) yılında Ürdün’de Kusayru Hâlid’de Amvâs tâunu diye bilinen veba salgınında iki oğlu ve iki hanımıyla birlikte öldü. Bu tarih 18 (639) olarak da zikredilmiştir. Bugün İrbid vilâyetine (muhâfaza) bağlı Ağvârüşşimâliye livâsında kendi adıyla anılan köyde bulunan kabri üzerine küçük bir mescid ve türbe yaptırılmıştır.

Asr-ı saâdet’te Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezbere bilen birkaç kişiden biri olan Muâz, Resûlullah’ın kendilerinden Kur’an öğrenilmesini tavsiye ettiği dört sahâbî arasında yer alıyordu. Yine o devirde fetva veren altı sahâbîden biri olan Muâz’ı Resûl-i Ekrem helâl ve haramı en iyi bilen kişi olarak gösterir, kendisine “Muâz ne iyi adam!” diye iltifat eder, kıyamet gününde onun âlimlerin önünde yürüyeceğini söylerdi (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 8, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 16; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 119; Tirmizî, “Menâḳıb”, 32; İbn Sa‘d, II, 347, 350). Muâz’ın Hz. Peygamber’in kâtiplerinden olduğu (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 102-103) ve hazinedarları arasında yer aldığı (DİA, XVII, 141) zikredilmiştir.

Muâz’ın Allah’ı zikrederek imanı güçlendirmek gerektiğini anlatmak üzere, “Gelin, bir saat oturup mümin olalım” dediği nakledilmiş (Buhârî, “Îmân”, 1); “Oğlum! Namaza durduğunda dünyaya veda etmek üzere olduğunu ve oraya bir daha dönmeyeceğini düşün” (İbn Ebû Âsım, s. 180); “İnsanlarla az, rabbinle çok konuş; belki o zaman kalbin rabbini görür” (Abdülhamîd Sâlih Hamdân, s. 67) gibi sözlerine kaynaklarda yer verilmiştir.

M. YAŞAR KANDEMİR

Hubeyb b. Adî b. Mâlik el-Ensârî (ö. 4/625)

Medine’nin iki büyük kabilesinden biri olan Evs’e mensuptur. Bedir ve Uhud gazvelerinde bulundu. Uhud Gazvesi’nden sonra Adal ve Kāre kabilelerinden birkaç kişi Medine’ye Resûl-i Ekrem’in yanına gelerek kabilelerinde İslâmiyet’in yayılmaya başladığını, kendilerine dini ve Kur’an okumayı öğretecek kimselere ihtiyaç duyduklarını söylediler. Bu kişileri veya onların bir kısmını, Medine’ye saldırmak üzere adam topladığı için Hz. Peygamber’in emriyle Abdullah b. Üneys tarafından öldürülen yahudi lider Hâlid b. Süfyân’ın intikamını almayı planlayan Lihyânoğulları’nın gönderdiği anlaşılmaktadır.

Bu arada müşriklerin yeni bir saldırı hazırlığı yapıp yapmadıklarını öğrenmek isteyen Resûlullah, aralarında Hubeyb b. Adî’nin de bulunduğu yedi (veya on) kişiyi Âsım b. Sâbit’in (veya Mersed b. Ebû Mersed) kumandasında irşad heyeti olarak görevlendirdi (Buhârî, “Cihâd”, 170, “Meġāzî”, 10, 13, 28; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 105). Heyet Hüzeyl kabilesi topraklarında bulunan Recî‘ suyuna ulaştığında onları Lihyânoğulları’ndan 100 kadar okçu karşıladı. Hubeyb, Abdullah b. Târık ve Zeyd b. Desine dışındaki müslümanlar çarpışarak şehid düştüler.

Müşrikler daha sonra Abdullah b. Târık’ı da şehid ettiler ve Hubeyb ile Zeyd’i Mekke’ye götürdüler; onları Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını almak isteyen Mekkeliler’e sattılar. Hubeyb’i, Bedir’de öldürdüğü söylenen Hâris b. Âmir’in oğullarının veya babaları Bedir’de öldürülen altı müşrikin satın aldığına, yahut Hâris b. Âmir’in anne bir kardeşi Huceyr b. Ebû İhâb et-Temîmî tarafından satın alınıp câriyesi Mâviyye’nin evinde hapsedildiğine dair rivayetler vardır. Daha sonra müslüman olan Mâviyye veya Hâris b. Âmir’in kızı Zeyneb (Buhârî, “Cihâd”, 170), prangaya vurulmuş olan Hubeyb’i zaman zaman kapı aralığından gözetlediğini, üzüm mevsimi olmadığı halde onu üzüm yerken gördüğünü, bunu ona Allah’ın ikram etmiş olabileceğini söylemekte, Hubeyb’den daha hayırlı bir esire rastlamadığını belirterek isteği üzerine kendisine su ve putlara kurban edilmeyen et ikram ettiğini zikretmektedir.

Müşrikler, haram aylar çıktıktan sonra Hubeyb’i Zeyd b. Desine ile birlikte (Diyarbekrî, I, 456) öldürmek üzere şehir dışındaki Ten‘îm (Ye’cec) mevkiine götürdüler. Hubeyb burada ölmeden önce iki rek‘at namaz kılmasına izin vermelerini istedi ve namazını mümkün olduğu kadar kısa sürede kıldı. Onun bu namazı, İslâm tarihi boyunca haksız yere öldürüldüklerine inanan hemen bütün müslümanların uyguladığı bir gelenek olmuştur. Hubeyb bu sırada inşâd ettiği bir şiirde müslüman olarak öldükten sonra ölüm şeklinin hiç önemi bulunmadığını belirtti (W. Arafat, bu şiirin Hubeyb’e ait olmayıp ona nisbet edildiğini söylemektedir, bk. bibl.) ve orada bulunan müşriklere beddua etti. Müşriklerin bir kısmının onun bedduasından korktuğu, kendilerini korumak için kiminin yere yattığı, kiminin de bir ağacın arkasına saklandığı rivayet edilmektedir.

Nihayet müşriklerin kuru bir ağaca bağlayarak çarmıha gerdikleri Hubeyb’i, Bedir’de öldürdüğü söylenen Hâris b. Âmir’in daha sonra İslâmiyet’i kabul eden oğlu Ebû Sirvea (Servea) Ukbe b. Hâris başta olmak üzere diğer müşrikler mızrakları ile şehid ettiler ve öylece bırakıp geri döndüler. Bu arada müşriklerin Hubeyb’e dininden döndüğü takdirde kendisini öldürmeyeceklerini söyledikleri, fakat onun bu teklifi reddettiği, ayrıca başına gelenleri Resûl-i Ekrem’e bildirmesi için Allah’a dua ettiği, Resûlullah’ın da olup bitenden ashabını haberdar ettiği kaynaklarda rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile Cebbâr b. Sahr el-Ensârî’yi (veya Seleme b. Eslem), bazı kaynaklara göre ise Zübeyr b. Avvâm ile Mikdâd b. Esved’i Hubeyb’in cesedini asılı bulunduğu yerden indirmekle görevlendirmiş, onlar da gizlice Mekke’ye giderek bu görevi yerine getirmişlerdir.

M. YAŞAR KANDEMİR

Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Ebî Huzeyfe Mihşem b. Utbe b. Rebîa el-Abşemî (ö. 36/657)

615 yılında Habeşistan’da dünyaya geldi. Babası Ebû Huzeyfe ile annesi Sehle bint Süheyl Habeşistan’a hicret eden ilk kafile içinde yer almış, bir süre burada kaldıktan sonra Mekke’ye dönmüşlerdi. Ebû Huzeyfe, 12 (633) yılında Müseylimetülkezzâb’a karşı Yemâme’de yapılan Akrabâ savaşında şehid olunca Hz. Osman’ın himayesinde büyüdü ve onun tarafından Mısır’a gönderildi. Zâtüssavârî savaşında (31/652 veya 34/655) kumandan Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh ile arası açıldı. Aynı dönemde Hz. Osman’a da muhalefet etmeye başladı. Bu muhalefete gerekçe olarak Hz. Osman’ın onu içki içtiği için cezalandırması (Belâzürî, V, 50) veya idarî bir görev talebine müsbet cevap vermemesi (Taberî, IV, 399; Safedî, II, 328) gibi sebepler zikredilmektedir. 

Ayrıca Muhammed’in Hz. Peygamber tarafından ölüme mahkûm edilmiş olan Abdullah b. Sa‘d’ın Mısır’a vali tayin edilmesini de hoş karşılamadığı, bu yüzden Hz. Osman’ı eleştirdiği kaydedilmektedir (Belâzürî, V, 49; Taberî, IV, 292). Abdullah b. Sa‘d, Mısır’da halifeye karşı meydana gelen muhalefetin başını çeken Muhammed b. Ebû Huzeyfe ile Muhammed b. Ebû Bekir’i hapsettiyse de bir süre sonra Muhammed b. Talha’nın araya girmesiyle serbest bıraktı. Abdullah, İfrîkıye seferine çıktığı sırada onları da beraberinde götürdü.

Muhammed b. Ebû Bekir yolda rahatsızlanınca İbn Ebû Huzeyfe onunla birlikte Mısır’a geri döndü. Burada Hz. Osman aleyhtarı propagandalarına devam ettiler. Mısır’da muhalefetin arttığını gören Hz. Osman durumu araştırmak için Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı görevlendirdi. Ancak Muhammed b. Ebû Huzeyfe onu Mısır’a sokmayarak Medine’ye dönmeye mecbur etti. Halife, Muhammed’e 30.000 dirhem ve bir miktar elbise gönderdiyse de Muhammed, halka bunların halifenin kendisine gönderdiği rüşvet olduğunu söyleyip kınamalarını sürdürdü. Onun bu dönemde Resûl-i Ekrem’in hanımlarının ağzından Mısır halkına mektuplar yazıp halkı kendisine karşı kışkırttığı haberi Hz. Osman’a ulaşınca Ammâr b. Yâsir’i Mısır’a yollayarak bu haberlerin doğru olup olmadığını tahkik etmesini istedi. Ancak Mısır’a gelen Ammâr da muhalefetin yanında yer aldı. Bunun üzerine Abdullah b. Sa‘d’ın durumu halifeye bildirdiği ve halifenin validen Ammâr’ı Medine’ye göndermesini istediği kaydedilmektedir.

Hz. Osman’a karşı bir ordu hazırlamaya karar veren Muhammed b. Ebû Huzeyfe, gönüllülerden seçtiği 500, 600 veya 1000 kişiyi Abdurrahman b. Udeys el-Belevî kumandasında Medine’ye gönderdi (Receb 35 / Ocak 656). Bunlar umre yapmak için yola çıktıklarını söylemişlerse de asıl amaçları Hz. Osman’ı halifelikten ayrılmaya zorlamaktı. Abdullah b. Sa‘d durumu Hz. Osman’a bildirdi ve ardından Sâib b. Hişâm el-Âmirî’yi (veya Ukbe b. Âmir el-Cühenî) yerine vekil bırakarak Medine’ye gitmek üzere Mısır’dan ayrıldı. Bunu fırsat bilen Muhammed b. Ebû Huzeyfe vali vekilini görevden uzaklaştırıp yönetime el koydu (Şevval 35 / Nisan 656). Abdullah b. Sa‘d yolda Hz. Osman’ın muhasara edildiğini, ayrıca Muhammed b. Ebû Huzeyfe’nin Mısır’da idareyi ele geçirdiğini öğrenip geri dönmek istediyse de Mısır’a sokulmadı; bunun üzerine Askalân’a gitti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi sırasında Muhammed b. Ebû Huzeyfe’nin Mısır’da bulunduğu, halifenin ölümünden sonra Mısır’a dönen askerlerin olaydan kendilerinin sorumlu olmadığını söyledikleri bilinmektedir. Bununla birlikte Hz. Osman taraftarları Muâviye b. Hudeyc’in etrafında toplanarak Muhammed b. Ebû Huzeyfe’ye karşı harekete geçtiler ve onun askerlerini Diknâs mevkiinde yenilgiye uğrattılar. Muhammed b. Ebû Huzeyfe’nin Kays b. Harmel el-Lahmî kumandasında gönderdiği ordu da Hz. Osman taraftarlarınca mağlûp edildi (1 Ramazan 36 / 21 Şubat 657). Bu arada Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını isteyen Muâviye b. Ebû Süfyân, Amr b. Âs ile birlikte Mısır’a doğru yola çıkıp Şevval 36’da (Nisan 657) Aynişems bölgesine ulaştı; fakat Muhammed b. Ebû Huzeyfe onun yola devam etmesine izin vermedi. Muâviye, amacının Hz. Osman’ın katillerini yakalamak olduğunu ve savaşı düşünmediğini belirterek Muhammed’i rehineler mukabilinde anlaşmaya razı etti.

Muhammed de Hakem b. Salt’ı vekil bırakıp rehinelerle birlikte Muâviye’nin yanına gitti. Lüdd’e geldiklerinde Muâviye onları hapsetti ve kendisi Dımaşk’a döndü. Hapisten kaçan Muhammed ve arkadaşları Havran’da Muâviye’nin adamları tarafından yakalanıp öldürüldü (Zilhicce 36 / Haziran 657). Onun 38 (658-59) yılında öldürüldüğüne dair rivayetler de vardır (Taberî, V, 105-106; Safedî, II, 328).

CASİM AVCI

İlk müslümanlardan, anne ve babası ilk İslâm şehidleri olan meşhur sahâbî.

Ans kabilesinin Yâm koluna mensup olan babası Yâsir kaybolan kardeşini aramak için Yemen’den Mekke’ye geldi. Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girdi ve Sümeyye adlı câriyesiyle evlenerek oraya yerleşti. Ammâr bu evlilik sonucu dünyaya geldi. Hz. Peygamber’in Dârülerkam’da bulunduğu sırada müslüman olan ve müslümanlığını ilân eden ilk yedi kişiden biridir.

Annesi Sümeyye, babası Yâsir ve kardeşi Abdullah da onun yönlendirmesiyle İslâm’a girdiler. İlk müslüman olan kırk kişi arasında yer alan Yâsir âilesi, Mekke’de kendilerini himaye edecek kimseleri olmadığı için Kureyşli müşriklerin ağır zulüm ve işkencesine uğradılar. Fakat imanları sebebiyle başlarına gelen bu sıkıntılara sabırla göğüs gerdiler. Annesi Sümeyye bu işkenceler sonunda Ebû Cehil tarafından öldürülerek İslâm tarihindeki ilk şehid oldu. Babası Yâsir de aynı gün işkence edilerek öldürüldü (muhtemelen milâdî 615).

Müşriklerin dayanılmaz baskılarına artık tahammülü kalmadığı bir gün Ammâr, sırf bu işkencelerden kurtulmak maksadıyla onların arzusuna uyarak Lât ve Uzzâ lehinde ve Hz. Peygamber’in aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz doğruca Resûl-i Ekrem’in yanına giderek başına gelenleri anlattı. Hz. Peygamber ona bu sözleri söylerken kalbinde neler hissettiğini sordu. Ammâr da iman ile dolu olan kalbinde en ufak bir değişiklik olmadığını söyleyince, Hz. Peygamber yine işkenceye uğrarsa aynı sözleri söylemesinin bir mahzuru bulunmadığını ifade etti. Nitekim bu konuyla ilgili olarak nâzil olan âyet-i kerîmede kalbi imanla dolu olduğu halde dininden dönmeye zorlananların söyledikleri sözlerden sorumlu olmadıkları belirtildi (bk. en-Nahl 16/106).

Hicretten sonra Hz. Peygamber onunla Huzeyfe b. Yemân arasında kardeşlik bağı (muâhât) kurdu. Mescid-i Nebevî’nin inşası sırasında büyük gayret sarfetti. Herkes bir kerpiç taşırken onun iki kerpiç getirdiğini gören Resûlullah üzerindeki tozları silkeleyerek, “Vah Ammâr! Kendisini âsi (bâgī) bir topluluk öldürecek. Ammâr onları cennete, onlar ise onu cehenneme davet ederler” dedi (Buhârî, “Ṣalât”, 63). Hz. Peygamber’in bulunduğu bütün savaşlara katıldı. Hz. Ebû Bekir devrinde ise Müseylimetülkezzâb ile yapılan Yemâme Savaşı’nda bir kulağını kaybettiği halde yiğitçe savaştı ve dağılmak üzere olan İslâm ordusunu yeniden toparladı. Hz. Ömer devrinde Kûfe’ye vali olarak gönderildi (21/641-42) ve bu sırada vuku bulan Nihâvend Savaşı’na ve Hûzistan’ın fethine iştirak etti.

Hz. Osman’ın Ümeyye oğullarını iş başına getirdiğini ve Ebû Zer el-Gıfârî’yi Rebeze’ye sürdüğünü söyleyerek onun icraatına karşı çıktı. Buna rağmen halife onu, aleyhindeki birtakım faaliyetleri araştırmak üzere Mısır’a gönderdi. Abdullah b. Mes‘ûd’un cenazesini kendisine haber vermeden defnettiği için Hz. Osman Ammâr’ı Medine’den sürmeyi düşündü ise de Hz. Ali araya girerek buna engel oldu. Hz. Osman’ın şehid edilmesi üzerine Hz. Ali’ye biat etti. Cemel ve Sıffîn’de onun saflarında yer aldı. Sıffîn’de doksan üç yaşlarında olmasına rağmen Hz. Ali’nin yaya birliklerinin kumandanı olarak savaşırken şehid edildi ve Hz. Ali’nin kıldırdığı cenaze namazından sonra orada defnedildi.

Ammâr’ın öldürülmesi üzerine Muâviye b. Ebû Süfyân’ın ordusunda büyük bir karışıklık çıktı. Onun “âsi bir topluluk” tarafından öldürüleceğine dair hadîs-i şerifi hatırlayarak endişeye kapılanlar arasında bulunan Amr b. Âs, büyük bir üzüntüyle, böyle bir olayı görmektense yirmi yıl önce ölmüş olmayı tercih ettiğini söyleyince Muâviye, “Onu biz öldürmedik, onu buraya getirenler öldürdü” diyerek Amr’ı teselli etmeye çalıştı.

Ammâr altmış iki hadis rivayet etmiştir. Bunlardan altısı Buhârî ve Müslim’in Ṣaḥîḥ’lerinde yer almaktadır. Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Câbir b. Abdullah, Muhammed b. Hanefiyye ve diğer bazı kişiler de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Uzun boylu, kara yağız, elâ gözlü ve geniş omuzluydu. Sade ve nezih bir hayatı vardı. Hiçbir namazını kazaya bırakmadığı rivayet edilir. Bir defasında Hz. Ömer’le birlikte gittikleri bir seferde Ammâr ihtilâm olmuş, fakat yıkanacak su bulamadığı için toprakta yuvarlandıktan sonra namazını kılmıştı. Medine’ye döndüklerinde bu olayı Hz. Peygamber’e anlattığı zaman, Resûl-i Ekrem ona teyemmümü tarif etmiş ve bu durumda teyemmüm etmenin yeterli olacağını söylemişti (bk. Buhârî, “Teyemmüm”, 8). İslâm tarihinde evinin bir bölümünü mescid olarak ayıran ilk şahıs odur. Buhârî onun şu sözünü Ṣaḥîḥ’ine almıştır:

“Üç şeyi her kim bir araya getirebilirse imanın tamamını elde etmiş olur: Kendi aleyhine de olsa insafı elden bırakmamak, herkese selâm vermek, fakir iken bile sadaka vermek” (“Îmân”, 20).

Ammâr b. Yâsir’e ait olduğu söylenen bir kılıç, Topkapı Sarayı Müzesi’nin Mukaddes Emanetler bölümünde (Envanter, nr. 21/149) muhafaza edilmektedir. 

MUSTAFA FAYDA

İslâmî kaynaklara göre Yâsîn sûresinde kıssası anlatılan kişi.

Onlara elçilerin geldiği şu kent halkını misal olarak anlat

Yasin 13

Kur’ân-ı Kerîm’de, “karye” halkını Hakk’a davet etmek için bir şehre (Karye) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişinin iman edip onları desteklediği ve bu kişinin, açıkça ifade edilmemekle beraber âyetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü, onun imanı sayesinde cennete girdiği, kendisine kötülük eden şehir halkının ise bir sayha ile helâk edildiği anlatılmaktadır (Yâsîn 36/13-29).

Müfessirlere göre elçilerin adları Yuhannâ, Pavlus ve Şem‘ûnü’s-Safâ (Simun Petrus), gönderildikleri şehir ise Antakya’dır. Bunların tebliğini kabul eden mümin kişinin adı da Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrâil veya Habîb b. Mer‘î’dir. Tefsir kitaplarında Habîb’in neccâr (dülger), ipekçi, kassâr (bez ağartan) veya ayakkabıcı olduğu, günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğer yarısını tasadduk ettiği, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, iman ettiğini açıklayıp halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, kesilmiş başını eline alıp yürüdüğü rivayet edilir. Kur’an’daki âyetlerin üslûbu Hz. Peygamber zamanında bu kıssanın bilindiğini göstermektedir. “Bir misal olarak şu şehir halkını onlara anlat” meâlindeki âyetle (Yâsîn 36/13) kıssa hatırlatılarak şehir halkının âkıbetinden ibret alınması öğütlenmektedir. Bu şehrin neresi olduğu, hadisenin ne zaman vuku bulduğu ve iman ettiği bildirilen şahsın kimliği konusunda hadislerde de bir bilgi bulunmamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Semûd kavmi (Hûd 11/67; el-Kamer 54/31), Medyen ehli (Hûd 11/94), Lût kavmi (el-Hicr 15/73) ve Ashâbü’l-Hicr (el-Hicr 15/83) gibi kavimlerin Allah’ın elçilerini dinlemedikleri için bir sayha ile helâk edildikleri belirtilmektedir. Yâsîn sûresinde söz konusu edilen şehrin bu kavimlerden birine ait olup olmadığı bilinmemektedir. Müfessirlerin olayın meydana geldiğini söyledikleri Antakya’da milâttan sonra 35 yılında bir deprem olduğu bilinmekteyse de bunun Kur’an’da anlatılan hadise ile ilgisinin tesbit edilmesi mümkün değildir.

Diğer taraftan tefsir kitaplarında elçileri bu şehre Hz. Îsâ’nın gönderdiği rivayet edilir. Hıristiyan kaynaklarında Hz. Îsâ’nın tebliğ faaliyeti esnasında Antakya’ya elçi yolladığına dair bilgi yoktur. Onun semaya urûcundan sonra Kudüs’teki hıristiyanlar tarafından bu şehre gönderilen Barnaba Tarsus’tan Saul’ü de (Pavlus) yanına çağırmış, ikisi birlikte bir yıl süre ile orada yeni dini yaymışlardır (Resullerin İşleri, 11/22-26). Pavlus ile Barnaba Antakya’da iken daha sonra Simun Petrus da oraya gitmiştir (Galatyalılar’a Mektup, 2/11). Ancak Ahd-i Cedîd’de Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan kıssaya benzer bir olay yer almamaktadır.

Ahd-i Cedîd’de sözü edilen Agabus’un (Resullerin İşleri, 11/27-28) Habîb en-Neccâr olduğu ileri sürülmüşse de (İA, V/1, s. 9) bunu ispat edecek hiçbir delil yoktur (EI2 [Fr.], III/1, s. 12-13). Agabus’la ilgili Ahd-i Cedîd’deki bilgi şöyledir: “O günlerde Yeruşalim’den Antakya’ya bazı peygamberler indiler. Bunlardan Agabus adlı biri kalkıp bütün dünya üzerinde büyük bir kıtlık olacağını Ruh vasıtasıyla bildirdi; bu da Klavdius’un günlerinde oldu” (Resullerin İşleri, 11/27-28). Ahd-i Cedîd’de Agabus’un bu hadiseden sekiz yıl sonra Kaysâriye’deki faaliyetinden de bahsedilir (Resullerin İşleri, 21/10-11). Grekler, Agabus’un Hz. Îsâ’nın seçtiği yetmiş şâkirdden biri olduğuna ve Antakya’da şehid edildiğine inanırlar (DB, I/1, s. 259). Ancak, Agabus şehid edilmişse de nerede öldürüldüğü bilinmemektedir (EI2 [Fr.], III/1, s. 13).

Antakya’da Habîbünneccâr (Silpius) dağının eteklerinde, aslı bir Roma tapınağı iken Bizans döneminde kiliseye, İslâmî dönemde camiye çevrilen ve aynı adı taşıyan binanın altındaki üç mezardan birinin ona ait olduğu ileri sürülmektedir.

SÜLEYMAN ATEŞ

Tevrat’ın Mübelliği Hz.Yahya ve Şehadeti

Hz. Yahya’nın Kral Herodes ile Tevhidi Değerler İçin Mücadelesi
O çağda dünyanın en güçlü devleti olan Romalıların egemenliği altındaki, bugünkü Filistin ve Ürdün’ün bulunduğu Filistin eyaleti adı verilen yerlerden, Galile ve Perea bölgelerini kapsayan, özerk olarak kurulmuş bir Yahudi krallığı hüküm sürüyordu. Bu krallığın idarecilerine Herodes adı verilmekteydi. Hz. Yahya döneminde başa geçen Kral Herodes Antipas, kardeşi Filippos’un karısı Herodias’ı zorla kocasından boşandırmış veya zorla kardeşi Filippos’un elinden alarak onunla evlenmiş veya gayri meşru bir hayat yaşamaya başlamıştı. Bu yüzden Yahya (a), kralı uyarmış, Tevrat’a aykırı bu durumu kınayarak halk nezdinde kralın yaptığı bu çirkin işlere karşı tepki oluşmasını sağlamıştı. Hz. Yahya’nın mübelliği olduğu Tevrat’ta; Kral Herodes Antipas ve yengesi Herodias’ın yaptığının haram olduğu şöyle ifade edilmektir.

“Kardeşinin karısının çıplaklığını açmayacaksın. Kardeşinin çıplaklığıdır.” (Levililer, 19. Bab; 16) “Yahya Hirodes’e, ‘O kadınla evlenmen Kutsal Yasa’ya (Tevrat’a) aykırıdır.’ demişti.” (Matta, 14. Bab; 4)

Hz. Yahya’nın Tevrat’a dayanan bu uyarıları, Kral Herodes Antipas ve beraber yaşadığı kardeşinin karısı Herodias’nın işine gelmemişti. Ancak Kral, Hz. Yahya’nın halk nezdinde itibar gördüğünü bildiğinden ona dokunamıyordu. Nitekim İncil’de bu hususta şöyle tespit yapılmaktadır:

“Hirodes Yahya’yı öldürtmek istemiş, ama halktan korkmuştu. Çünkü halk Yahya’yı peygamber sayıyordu.” (Matta, 14. Bab; 5) “Hirodiya bu yüzden Yahya’ya kin bağlamıştı; onu öldürtmek istiyor, ama başaramıyordu.” (Markos, 6. Bab; 19)

Yahya’nın yaşadığı toplumda, sapkın Yahudi mezheplerinden Ferisi ve Saduki din adamları ile de çekişme içindeydi. Onlara çeşitli uyarılarda bulunmuş, yaptıkları yanlışlardan dönmelerini istemişti. Bu hususta İncil metinlerinde şu ifadeler yer alır:

“Ne var ki, Ferisilerle Sadukilerden birçok kişinin vaftiz olmak için kendisine geldiğini görenYahya, onlara şöyle seslendi: Ey engerekler soyu! Gelecek olan gazaptan kaçmanız için sizi kim uyardı? Bundan böyle tövbeye yaraşır meyveler verin. Kendi kendinize, ‘Biz İbrahim’in soyundanız.’ diye düşünmeyin. Ben size şunu söyleyeyim: Tanrı, İbrahim’e şu taşlardan çocuk yaratacak güçtedir. Balta şimdiden ağaçların köküne dayanmıştır. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılacak.”(Matta, 3. Bab; 7–10)

Hz. Yahya’nın bütün Yahudi toplumunu saran uyarılarından endişe duyan Kral Herodes Antipas; Ferisi ve Saduki mezhebinin din adamlarının Hz. Yahya hakkındaki fitnelerinin de buna eklenmesi ile sonunda onu zindana attırır. Kral’ın zindana attırdığı Yahya (a)’nın hapsi devam ederken gelişen olaylar, onun başı kesilerek şehit edilmesine sebep olacaktır.

Hz. Yahya’nın Şehadeti

“Ne var ki, Hirodes’in doğum gününde saray büyükleri, komutanlar ve Celile’nin ileri gelenleri için verdiği şölende beklenen fırsat doğdu.”(Markos, 6. Bab; 21)

“Hirodes’in doğum günü şenliği sırasında Hirodiya’nın kızı ortaya çıkıp dans etti. Bu, Hirodes’in öyle hoşuna gitti ki, ant içerek kıza her ne dilerse vereceğini söyledi. Kız, annesinin kışkırtmasıyla, ‘Bana şimdi, bir tepsi üzerinde Vaftizci Yahya’nın başını ver.’ dedi. Kral buna çok üzüldüyse de konuklarının önünde içtiği anttan ötürü bu dileğin yerine getirilmesini buyurdu. Adam gönderip zindanda Yahya’nın başını kestirdi. Bir tepsi üzerinde getirilen baş genç kıza verildi, kız da bunu annesine götürdü.” (Matta, 14. Bab; 6-11)

Böylece Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren bir tevhid önderi daha İsrailoğullarının içinden birileri tarafından kurulan komplolarla şehit edilmişti. Hak ve adaletin önderi bir resul, örnek insan Hz. Yahya, sadece zevk ve sefahat istekleri uğruna insan öldürmek ve öldürtmekten çekinmeyen sefihler eliyle bu dünyadan şehit edilerek yollanıyordu.

Hz. Yahya’nın şehadet haberini alan talebeleri onun cesedini alarak, toprağa tevdi ettiler ve bu durumdan Hz. İsa’yı haberdar ettiler: “Yahya’nın öğrencileri gelip cesedi aldılar ve gömdüler. Sonra gidip İsa’ya haber verdiler.”(Matta, 14. Bab;12)

Kur’an’da kıssası bildirilen Yahya (a), İsrailoğullarına gönderilen bir peygamberdir.Hz. Yahya, İsrailoğullarının kutsal kitabı Tevrat’ın mübelliğidir.

Kur’an-ı Kerim, muharref İncillerde yer alan Yahya kıssalarında; Hz. Yahya’nın anlatılmayan bazı özellikleri üzerinde durmuştur. Daha önce kimsenin taşımadığı bir adla isimlendirilmesi, henüz sabi iken kendisine hikmet verilmesi; efendi/seyyid, salihlerden ve iffetli olması, Allah tarafından kendisine kalp yumuşaklığı ve temizlik verilmesi; çok sakınan, ana-babasına çok iyi davranan kimse olması, isyankâr bir zorba olmaması, ‘kelime’yi tasdik edici, doğrulayıcı bir peygamber olması gibi. 

Hz. Yahya’nın Kur’an’da anlatılan özellikleri, tüm Müslümanlarda bulunması gereken özelliklerdir. Diğer peygamberlerde olduğu gibi Hz. Yahya da biz Müslümanlar için en güzel örnektir.

Kur’an’ı Kerim, Yahya’nın tevhid mücadelesi ve şehadeti üzerinde bilgi vermez. Bu bilgiler kısmen İncil kitaplarında yer alır.

İncillere göre Hz. Yahya, İsa’nın gelişinin hazırlayıcısı olarak, ast bir peygamber statüsünde verilirken; Kur’an Hz. Yahya ile Hz. İsa arasında fark gözetmez.

Kur’an’ın perspektifine göre; Zekeriya (a), Yahya (a) ve İsa (a) kıssaları birbirlerinin tamamlayıcısı ve açıklayıcısıdır. Her peygamberin olgunlaşması, eğitilmesi, nesepleri, hitap ettikleri toplum nezdindeki konumları ve risalet aşamalarının anlaşılması için her üç kıssanın birlikte değerlendirilmesi zaruridir. İncillerde bildirilen ve Hz. Yahya’ya has bir uygulama olan, suya batırma “vaftiz” geleneğine; Kur’an-ı Kerim’de hiç değinilmez. Kur’an Tevrat’tan beri gelen kirlerden maddi ve manevi temizlenme hükmünü hafifletmiş, “gusül”ü farz kılmıştır. Temizliğin Hristiyanlıktaki sapkın şekli olan vaftizi reddetmiştir.

CENGİZ DUMAN

Ömer Karaoğlu Meryem Gibi

Kur’ân-ı Kerîm’de tanıtılan Benî İsrâil peygamberlerinden olan Hz. Zekeriyyâ (as), Hz. Îsâ (as)’ın teyzesinin kocasıdır. Ömrünü Allâh’a dâvet yolunda ve Mescid-i Aksâ’ya hizmet ile geçirmiş, bu arada Hz. Meryem’in bakımını üstlenmiştir. 

İbn İshak ve diğer târihçilerin naklettiğine göre, İsrailoğulları’nın Bâbil’den Filistin ve Suriye’ye dönüşleri ve işlerinin yoluna girmesinin ardından Cenâb-ı Hakk onlara bâzı peygamberler göndermiştir. Ancak İsrailoğulları bu peygamberlere düşman kesilmişler ve onları yalanlamışlar; hattâ içlerinden bâzılarını öldürmüşlerdir. Allah Teâlâ’nın İsrailoğulları içinden son peygamberler olarak Hz. Zekeriyyâ (as), Hz. Yahyâ (as) ve Hz. Îsâ (as)’ı göndermesine kadar böyle devâm etmiştir.1Kur’ân-ı Kerîm’de de bu husûsa işâret edilerek şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun ki, Mûsâ’ya o kitabı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’ya da açık mûcizeler verdik. Ve onu Rûhülkudüs ile te’yid ettik. Ey Yahudiler! Her peygamber size, nefislerinizin istemediği şeyleri getirdiği zaman, büyüklük taslayıp bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyor musunuz? ‘Kalplerimiz perdelenmiştir’ dediler. Hayır, Allah, onları inkârlarından dolayı lânetlemiştir. Ne de az îmân ederler.” Bakara sûresi, 2/87-88

Hz. Meryem’i himâyesine alan Hz. Zekeriyyâ (as), kendisi de bir çocuk sâhibi olmayı çok istiyor, bunun için sürekli Allâh’a yalvarıyordu. Evliliğinin üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, hanımının kısırlığı dolayısıyla bir türlü çocuk sâhibi olamasa da duâdan vazgeçmiyordu. Allah’tan kendisine dâvâsını yürütecek sâlih bir evlât vermesini istemeye devâm etti. Her şeye kâdir olan Allah’tan ümîdini kesmedi. 

Kısır olan hanımı gibi kendisi de çok yaşlandığı hâlde bu duâsını dilinden düşürmüyor, kendisine hayırlı halef olacak bir çocuk istiyordu. Bu arada Hz. Meryem’i himâyesine alması ondaki bu çocuk özlemini daha da artırmıştı. Rivâyete göre, Hz. Meryem’e mevsimleri dışında lütfedilen çeşitli meyveler ona Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini tekrar hatırlatmış, Allâh’ın kendilerine her hâlükârda bir çocuk vermeye muktedir olduğunu düşündürerek ondaki çocuk ümîdini daha da artırmıştı. Hz. Meryem’e çeşitli rızklar gönderen Allâh’ın, istediği takdirde kendisine de bir çocuk lütfedeceğinden şüphesi yoktu. 

Yüce Allah, sevgili Rasûlü Hz. Zekeriyyâ (as)’ın duâsını kabûl ettiğini, kendisine ihlâs ile itâat eden ve ümidini yitirmeksizin yakarışlarını devâm ettiren bu sevgili kulunun eşini doğum yapacak hâle getirerek onlara erkek bir çocuk lütfettiğini bir başka yerde şöyle açıklamaktadır: “Zekeriyyâ’yı da hatırla! O, bir vakit Rabbine ‘Rabbim! Beni evlâtsız tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın.’ diye nida etmişti. Biz de duâsını kabûl ederek, ona Yahyâ’yı bahşetmiş, eşini ıslah edip doğum yapacak hâle getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Bize, huşû ile itâat ederlerdi.” Meryem sûresi, 19/2-11

Hz. Zekeriyyâ (as)’ın Şehadeti Hz. Zekeriyyâ (as)’ın, oğlu Yahyâ’nın doğumundan sonraki yıllarını nasıl geçirdiğine dâir pek bilgi yoktur. Kendisi gibi peygamber olarak görevlendirilen oğlu Hz. Yahyâ (as)’ın bu görev dolayısıyla öldürülmesi, şüphesiz bu ihtiyar babayı çok üzmüş olmalıdır. Bu katillerin kendisini de öldüreceğini bilen Hz. Zekeriyyâ (as), bu üzüntüyle şehirden kaçmış, Mescid-i Aksâ’nın yakınındaki bir bahçeye sığınarak, ikiye ayrılmış bir ağacın kovuğuna gizlenmişti. Rivâyete göre, şeytanın ihbârı sonucu onun gizlendiği ağaca gelen düşmanları, ağacı kesmek sûretiyle onu şehîd ettiler. Yine sevgilisinin isteğini geri çeviremeyen Kral Hirodes tarafından önce hapse atıldığı sonra başının kestirildiği de söylenmektedir. Onun şehâdeti, Hz. Îsâ (as)’ın ref’inden 2,5 yıl önce vukû bulmuştur. 

Prof. Dr. İsmail Yiğit

Bu göz gördügi degül

Bu akl irdügi degül

Dil vasf virdügi degül

Bi-lisan basar gerek

Boncuk degül sır sözi

Gel gidelim ko sözi

Dostu görmez baş gözi

Ayrıksı basar gerek

Yunus Emre

İnsan zamanla ve mekânla sınırlıdır. Bunun farkında ol- duğu için de aklı / kalbi / ruhuyla sonsuzlaşmaya, zamanı ve mekânı aşmaya çalışır. Aslında onun telaşı, içinde yaşadığı dünyada kalıcı olma değil, bir an önce içinde bulunduğu geçicilikten kurtulma telaşıdır. Ancak bu durumu ölümsüzlük arayışı olarak niteleyip bu dünyayla muallel kılmaya çalışanlar da yok değildir. İnsan geçiciliği ve sonsuzluğu evvela kendinde bilir. Bundan dolayı da dünyadaki ameli bu geçicilik ve sonsuzluk arasında gider gelir. Geçiciliği unuttuğunda sonsuzluğu dünyaya taşımak isterken, sonsuzluğu unuttuğunda da geçiciliği sonsuzluk yapmaya çalışır. İnsan kendi yaşadığı zaman dilimini mutlaklaştırmaya meyillidir. Kendinden öncesi ve sonrası yokmuş gibi yaşar. Sonsuzluk ve geçicilikle ilgili açmazı da buradan kaynaklanır.

Bundan dolayıdır ki kimisi, insan için zamana atılmış, mekâna hapsedilmiş der. Kimisi ise insanı zamanı ve mekânı zorlayıp sonsuza uzanan / uzanmak isteyen, ebedi yeniyi arayan varlık olarak niteler. Sonuçta insan mı zamanı ve mekânı belirler yoksa zaman ve mekân mı insanı belirler; sonu gelmez bir tartışma alır başını gider. Ama her şeye rağmen insan-zaman ve mekân ilişkisinin bilincinde olmak eşya ve hadiselere farklı bakabilmek demektir.

Birbirinden farklı görüşler ve nitelemeler olsa da insanı insan yapan şey de bu ikili durumda ve imkânsızlıkta yatmaktadır. Bir başka açıdan bakacak olursak, eğer zaman sonsuzluksa mekân da bu sonsuzluğun sınırıdır. İnsan ise mekân içinde zamanı tanımlamaya ve sınırlamaya çabalar. Bu çaba ileri boyutta olduğu zaman bir mekanizmi ve kısır döngüyü doğurabilir. Ancak insan bir anlamda zamanı tanımlamak zorundadır. Lakin tanımladığı zaman paradoksal biçimde kendisinin prangaları olacaktır.

Geleneksel bakış açısı İçin dünya dai insan da bir misal,bir ayet, bir işarettir. Bu aynı zamanda onun geçiciliğiyle ilgilidir. Onun gördüğü her şey aşkın bir bağlama sahiptir.Çünkü kendini içinde hazır bulduğu dünya veya âlem, insanın kendi imkân ve kabiliyetleriyle oluşturduğu bir dünya değildir. Dolayısıyla o içinde bulunduğu bu dünyadan hareketle, dünyanın ötesini anlamaya çalışır. Varlık ve oluş bu dünyadan ibaret değildir. Bu dünyanın aşkın anlamda öncesi ve sonrası vardır. Öyleyse insan, zaman ve mekân, sırf fizik ve matematik olarak açıklanamaz hatta kavranamaz.

Hilâfet ve risâletle başlayan bir insan, zaman ve mekân anlayışı, aşkın olanın tecellisi ve tezâhürüdür. İnsan zamanın ve mekânın halifesi olması itibarıyla ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Âlemin gözbebeği olan insan, varlığın her bakımdan en çok kendisinde tecelli ve tezâhür ettiği bir varlık olarak sırf dünyevi anlamda izah edilmesi onu eksiltir.

Oysa modern süreç en başta insanın, zamanın ve mekânın aşkın bağlamlarından koparıldığı bir dönemdir. İnsan halife olma özelliğini yitirirken bir hayvanın evrimleşmiş evresine indirgenmiş, zaman, mekanik anlamda dilimlere bölünerek tanımlanmış, mekân ise tamamen insan eliyle “yeniden yaratılmış”tır. İleri, geri, ilkel, medeni, vahşi, barbar gibi kavramlar yeniden kurgulanmıştır.

Modern zaman anlayışına göre, geçmişe ilkel diyen biri kendi yaşadığı zaman dilimini “cennetsi” olarak tanımlarken, geleneksel zaman anlayışına sahip birisi ise geçmişi “cennetsi” tanımlar, bugünü ve geleceği gittikçe kötü, barbar, cehennemsi olarak niteler. Rönesans’la başlayan tanımlanabilir, sınırlanabilir, çevrelenebilir zaman anlayışı ve onun doğurduğu mekanik mekân ve insanın zaman telakkisi, doğal olarak hayatının her anına yansır. Medeni takvimin gün anlayışı gecenin bir vaktinde başlar ve gecenin bir vaktinde biter. Oysaki güneş’in doğuşu, batışı ve hareketleri eksenindeki bir zaman anlayışı, farklı bir insan ve farklı bir mekân anlayışını da içinde taşıyacaktır. Bir Batılı için güneş’in batması gündüzün bitişi iken, bir Doğulu için günün bitmesi ve yeni bir günün başlamasıdır. Ya da bir Batılı için günün bitişi gece yarısı iken bir Doğulu için ikindi vaktidir. Hangi takvimin içinde yaşadığımız, hangi zamanın ve mekânın içinde yaşadığımızın da göstergesidir. Günü, ayı, yılı, saati, zamanı, vakti kendi belirlemeyen bir insan, başkasının belirlediği gün, ay, yıl, saat, zaman ve vakte göre yaşar. Böylece şimdiyi, geçmişi ve geleceği buna göre belirler.

Doğum ve ölüm idrâkinde daha berrak biçimde ortaya çıkar bu farklı bakış açısı ve anlama biçimi. Modern insan varlığa gelişini evrimci / rasyonel / seküler bir izaha – bağlarken, geleneksel insan manevi ve mucizevi bir izahla kendini aşan bir varlığa bağlar. 

Dolayısıyla modern insan “için bu evrimcilik bedenin ölümüyle sona ererken, geleneksel insan için bedenin vakti dolduğunda yeni bir süreç, yeni bir zaman, yeni bir hayat başlar. Birinde zamanla ve bedenle muallel bir zaman anlayışı diğerinde gerek başlangıçta ve gerekse sonda, zamanı aşan ve daha çok beden üzerinden değil ruh ve kalp üzerinden bakan bir anlayış söz konusudur. Bir başka deyişle, bedenin yaşlanması modern insan için yolun sonu iken, geleneksel insan için yeni bir yolun başlangıcı hatta bir zaaf değil, olgunluk ve kemal mertebesidir. Bu anlamda i insan bütünlük ve sürekliliktir.

” Modern zaman ve tarih anlayışına göre geçmiş; tarihin, antropolojinin, arkeolojinin konusuyken bugün sosyolojinin ve psikolojinin konusudur. Tıpkı geçmiş zaman gibi, geçmiş insan ve mekân da ilkel, gelişmemiş, vahşi, barbar ve olumsuzdur. Bundan dolayıdır ki modern insan, zamanı, mekânı hatta insanı kendi “yaratır”. . Yaratıcı insanın tanımladığı zaman, mekân ve insan gerçeklikle ilgili değildir. O herhangi bir temsil kabiliyetine sahip olmadığı için bir iz ve göstergeye hatta hafızaya sahip değildir. Yaratılan insanın “bireyselliği ve özgünlüğü”, zamanın mekanikliği ve mekânın hafızasızlığı ve yersizliği zorunlu olarak kurguyu ve görüntüyü doğurur. Artık bu bağlamda inşâ edilen zaman, kurgulanan mekân ve onun içindeki insan bir görüntü, bir imgedir.

İnsan mekânı tüketirken aslında kendi anlamsızlığını ve mezarsızlığını hazırlıyor. 

Görüntü ve gösteri, görünenin üstünü öylesine örttü ki mekânla ilgili yanılgılarımızdan kurtulamıyoruz. Böyle olunca da tabiat susuyor. Dağ içine çekilmiş, uçurumuna gizlenmiş, rüzgâr kendi hüznüne saklanmış, su kendi soğukluğunda titriyor, ağaçlar bile yaprak yaprak ağlıyor. Duvarlarda ne ses izi var ne bir şiir ne de bir türkü. Minderlerin yerine koyduğumuz sandalyeler soğuk ve yalnız, artık kendini bile taşıyamıyor. Pencereler anlamını arıyor. Ne dokunan eller ne yansıyan süretler ne de bakışan gözler… Perdeler mahzun. Pencere önü çiçekleri bile yetim ve mânâsız. 

Görünen artık bir âyet, bir iz ve gösterge değil, sadece insanın ürettiğidir. Görüntü modern insanın, zamanın ve mekânın dilidir. Lakin burada bir dile sahip olmak dilsizliktir. Mekân zamansız, zaman mekânsızsa ortada bir dilsizlik var demektir. Dilsizliğin olduğu yerde ise insan konuşamaz hatta göremez. Çünkü insan tükettiği şeyi göremez. Kim bilir belki de şâirin de dediği gibi; “Konuşmaktan geçtik, susacak birini bile bulamıyoruz”. Oysa tabiat insanın kendini anlayabileceği, ifade edebileceği bir alan. Diger deyişle insan, zaman ve mekân içinde insan. 

ölümsüzlük sorunu

Modern insan ölümsüzlük arzusuna rağmen “ölümsüzlük sorununu” halledemediğinin de farkındadır. Bundan dolayı da ölümsüzlüğü imgeler yoluyla aşmaya çabalar. Numen bağlamından kurtarılarak dünyanın mutlaklaştırılması gibi, insanın da dünya içinde mutlaklaştırılmasının ilkelerini oluşturmaya çalışır. Elbette bunun tarihte izlerini de arar. Modern öncesi dönemlerde de modern insanın tavırlarına benzer ölümsüzlük arayışları olmuştur. Mesela firavunların, kralların, yöneticilerin bedenin sürekliliğini sağlamak maksadıyla cesetlerini mumyalatmaları bu ölümsüzlük arzusuyla ilgilidir. Yine heykelin ortaya çıkışı, anıt mezarların görkemli yapıları da bu minvalde değerlendirilebilir. Modern dönemde ise özellikle resmetmeyle fotoğraf çekmenin, insanın ölümsüzlük arayışı ve bedenin sürekliliğiyle ilgisi olduğu göz ardı edilmemelidir.

Bu durumda fotoğraf, resim, heykel ekseninde insanı süret üzerinden sonsuzlaştırma çabasıyla; zihin dünyası, aklı, kalbi ve fikirleri üzerinden sonsuzlaştırma çabası birbirinin aynı değildir. İmge; süretin hatta iz, gösterge ve temsilin yerini alarak onun gerçekliğini iptal etmiş, bir bakıma simülatif bir gerçeklik ortaya çıkarmıştır. Bugün imgenin egemenliği matematik ve fizik düzlemi bile ortadan kaldırarak insanın süret gerçekliğini bile neredeyse anlamsız kılmıştır. Çünkü katı olan her şeyin buharlaştığı çağda, sürete indirgenen her şey de sanallaşarak, imgeleşerek, imajlaşarak buharlaşmıştır. Başka bir deyişle görünen her şey imgeleşerek ve görüntüleşerek buharlaşıyor.

Zaman, o mekândır.

Öyleyse modern ressamın yaptığı portre veya doğa resmi gibi, modern fotoğrafçının çektiği portre ve manzara fotoğrafı da gerçekliği temsil etmez. Portre veya manzara herhangi bir tümelliği yansıtmaz. Çekilen bir dağ fotoğrafı ya da herhangi bir manzara fotoğrafının bildiğimiz tabiatla bir ilgisi yoktur. Tıpkı çekilen portre fotoğraflarının bildiğimiz insanla bir ilgisinin olmadığı gibi. İnsan, zaman ve mekânın imgeleştiği bir dünyada görüneni değil, belirlediği, tanımladığı ve istediği biçimde gördüğünü çeker. Bu minvalde görüneni çekmek temsil niteliğini yitirmemiş varlığı çekmektir. Ancak görüntüyü çekmek temsil niteliğini yitirmiş, kendi başına bir varlık iddiasında olan ama var olmayan bir imgeyi çekmektir. Belki de varlığı anlamak için evvela görüntülerden kurtulmak gerekiyor. Modern metafizik insanı, zamanı ve mekânı nasıl tanımıyorsa modern düşünceye / sanata / kültüre göre; o insan, o zaman, o mekândır. 

O sadece kendisine gösterileni gördüğü için onu yansıtabilir. 

Bu kalıba uymayan insan insan olmadığı “gibi, zaman ve mekân da zaman ve mekân değildir. Bu durumda fotoğrafçı gördüğünü çekemez. Çünkü göremez. O sadece kendisine gösterileni gördüğü için onu yansıtabilir. Modern zamanın ve mekânın içindeki insan imgeler ve görüntülerle perdeli bir dünyada zorunlu olarak yaşar ve genellikle de bunun farkında değildir. Modern anlamda bizâtihi fotoğrafın kendisi; gösterirken göstermeme, tanımlarken karıştırma ve tanımları bozma, bildirirken gerçekliğin üstünü örtme şeklinde tezâhür eder. Artık burada görme dış dünya ve görünenle ilgili değil, insanın zihniyle ve görüntüyle ilgili bir durumdur. Varlığı gerçekliğiyle göremeyen insanın, gördüğünü gerçeklik olarak kabul etme sürecidir bu bir başka bakımdan. Bu görme, metafizik veya aşkın bir görme değil, matematik ve fiziki bir görmedir.

Tam da burada fotoğrafın bir kadraj olduğu hatırlanmalıdır. Kadraj bir bakıma, tanım, sınır ve belirleme anlamına da gelir. Bundan böyle gerçeklik kadrajın içindedir. Sadece insan değil, zaman ve mekân da kadrajda gerçektir. Kadraj insanın gördüğü, görülmesini istediği ve başkasına görme ve görüntü vasıtasıyla dayattığıdır. Nitekim bu hengâmede neyi gördüğün artık önemli değildir. Zaten kadrajlar dünyasında onun dışında bir şey de görülmez. Ekranda görünenden ibarettir bütün gerçeklik. Bu durum bir süre sonra süretlerin görüntüsüyle sınırlı kalmayarak malumatla ve zihni olanla ilgili olarak da genişleyecektir.

zamanın ve mekânın içine girebilmek, 

Fotoğrafçı için zamanın ve mekânın içine girebilmek, zamanı ve mekânı fark edebilmek gerçekten kolay değil. Çünkü eşya ve hadiselere kendi gönül gözüyle değil, sırf kameranın gözüyle bakan fotoğrafçı zamanı da mekânı da göremez. Ama fotoğrafı bir hafızanın ışığında, bir geleneğin sürekliliğinde çeken fotoğrafçı için zaman ve mekân kendini idrâk ettiği, fotoğraf ise zaman ve mekânla birlikte kendini ifade ettiği bir araç hâline gelir. Gerçekten de bu bilinçle, fotoğrafla bir zamanın ve mekânın içine gireriz. Ya da fotoğrafla bir zamandan ve mekândan çıkarız, hatta zamanı ve mekânı alır kendimize getiririz. Bundan dolayıdır ki tarihi olmayan insanın zamanın içine girmesi mümkün değildir. Diğer taraftan bir insan durumunu, bazen bir fotoğrafta kendi akıcılığı içinde görürüz. Bu anlamda fotoğraf zamanın bizâtihi kendisi olur. Geçmiş, an ve gelecek aynı anda tecelli eder, aynı kadrajın içinde görünür. Gelişler, bekleyişler ve gidişler bir karede hafıza olur. Belki de fotoğrafı bu denli zamana ve mekâna tutunduran şey, son yüzyılımızdaki savaşların ve ölümlerin pervasızca ve anlamsızca çokluğu ve buna rağmen inadına vahşice süren tüketim kültürüdür.

Tarihi bir mekânın fotoğrafını çektiğimizde

İnsanı bunaltan, tıkayan, nefessiz bırakan sosyal olayların acımasızlığı, bizim gözümüze ve gönlümüze perde olmaya devam ediyor. Belki de bunun için fotoğrafı zamana ve mekâna dâhil edip sonsuzlaştırıyoruz. Ya da zamanı ve mekânı fotoğrafa onu sonsuzlaştırma kaygısıyla eklemliyoruz. Sonuçta fotoğraf, içinde bulunduğumuz ya da dışında kaldığımız zamanın ve mekânın da görüntüsü ve kaygısıdır. Bir çocuk fotoğrafını çekip geleceğin fotoğrafını çektiğimizi hissettiğimizde ya da yaşlı bir insanın fotoğrafını çekip geçmişin, geleneğin ve hikmetin fotoğrafını çektiğimizi bildiğimizde o an zamanın fotoğrafını çektiğimizi söyleyebiliriz. Yine zamanı, tarihi bir mekânın fotoğrafını çektiğimizde çok daha iyi hissederiz. Süleymaniye’yi veya Ayasofya’yı çeken bir fotoğrafçı yalnızca bir mekânın değil, aynı zamanda tarihin ve geçmişin fotoğrafını da çekmiş olur. İnsanın mânâsıdır zaman ve mekân. İnsan, zaman ve mekân içinde bir varlık ve âidiyet hisseder. Zamana ve mekâna yabancılaştıkça boşluğa düşer. Mekân altından, zaman ruhundan / üstünden kayar ve insan kendini içinde yaşadığı dünyaya atılmış / bırakılmış hisseder. Son dönem – sosyologlarının mekânsızlık-evsizlik dedikleri hadise gerçekte zamana ve mekâna yabancılaşan insanın içinde bulunduğu ruh hâlini yansıtmaktadır. Belki de bunun için tarihi bir evin önünde, bir caminin taş duvarında büyük travmalar, paradokslar yaşarız. Bu anlamıyla insanın nostaljik tutumu, geçmişi ilkele mahküm ederek yok etme olarak da nitelenebilir. Modern metafizik bizi yalnızca “tanrısız”, “aşkınsız” bırakmadı; aynı zamanda zamansız, mekânsız, evsiz, yolsuz bıraktı.

çektiğiniz bir şehir fotoğrafı 

Oysa bu zamanın ve mekânın belki misafiridir ama yabancısı değildir insan. Belki kimliksizliğimiz ve evsizliğimiz bizi misafir / yolcu olmaktan çıkarıp “yabancı” hâline getirdi. Mekânla ve zamanla bir âidiyet duygusu içinde değilse insan, bir gelen-ek ve hikmet de üretemez. Sırf ruh hâlini yaşadığı için bu kez kendine de yabancılaşmaya başlar ve işte o zaman zamansızlıkta ve mekânsızlıkta savruk bir “tip” olarak sonunu bekler. O zaman ise onu tatmin edecek tek şey romantik bir nostaljidir. Modernite’nin evsizlik / kimliksizlik hâlini kendi “Hira”sına çekilerek yaşayan insan, yeniden bir âidiyet bilinciyle içinde yaşadığı topluma dönemediği zaman ise ortaya çıkacak olan sadece “hiçlik” – tir. Öyleyse zamana, mekâna ve insana dönmek gerekiyor. İşte hafızası olan fotoğrafçıyla içinde yaşadığı zaman diliminde âidiyet ve kimlik problemi yaşayan fotoğrafçı arasındaki en temel fark budur. Hâsılı fotoğraf araç olan yolu, yolculuğu ve yolcuyu mutlaklaştırmamaktır. Ve ancak hafızası olan fotoğrafçı zamanın fotoğrafını çekebilir…

Bugün artık görüntü tekniğin değil, sosyolojinin konusudur. Neyin görünüp görünmediği veya neyin görülüp görülmediği teknik bir mesele değil, sosyolojik hatta psikolojik bir meseledir. Dolayısıyla gerçeklik görelidir. Bu durumda gerçeklikten söz etmek de yersizdir. Görüntünün gerçeklik diye bir derdi ve kaygısı yoktur. O zaman görünen algı, imaj ve pragmatik anlamda bir mânâ taşır. Görüntüyü üretenin tercihi belirler gerçekliği. Bundan dolayıdır ki onun bir zaman ve mekân zemini olmaz. Çünkü sadece insanı değil, zamanı ve mekânı da görüntüleştirmektedir. Biz onun doğallığını değil, “yaratılmış / üretilmiş hâlini” görmekteyiz. Mesela bu anlamda modern şehirler; ışıkla, matematikle ve mekanik bir fizik anlayışıyla üretilmiş maketlerden, yani görüntülerden ibarettir. Gece veya gündüz o şehre baktığınızda kurgulanmış bir maket, üretilmiş bir görüntü görürsünüz. Öyleyse çektiğiniz bir şehir fotoğrafı gerçekliği yansıtmaz.

Diğer taraftan zaman ve mekân hafızasızdır. Bu yönüyle görüntü aynı zamanda bir hafıza yitimidir. Sayısallaşan zaman ve mekân sıradanlaşarak, sekülerleşerek mekanikleşir, hafızasını yitirir ve görünmez hâle gelir. Hayat adeta bir klipten farksızdır. Görünenin en önemli özelliği ise hafızasıdır çünkü. Bu hususta birbirinden önemli paradokslar da ortaya çıkacaktır. Mesela görmediğine inanmama iddiasında olan modern insan, görüntü vasıtasıyla gerçekliği olmayan bir şeylere / şeye inanmaya başlar. Hakikatte bu bir bakıma görmediğine inanmanın başka bir biçimidir. Çünkü görüntüyü görme imkânı yoktur. Bunu Hz. Ali veya Hz. Ebubekir’e atfedilen “Görmediğim Allah’a inanmam” veya “Hiçbir şey görmedim ki önce Allah’ı görmemeyim” sözleriyle mukayese ettiğimizde konu çok daha iyi anlaşılabilir.

Burada asıl önemli tehlikenin ise geleneksel olanın muhafazakârlaşarak sekülerleşmesi ve görüntü hâline gelmesi olduğunu belirtelim. Modern süreçle karşılaşan ve kendi bağlamını kaybeden geleneksel insan, tıpkı geleneksel zaman ve mekân gibi görüntüleşerek temsil niteliğini kaybediyor. Geleneksel insan, zaman ve mekân gittikçe nostaljinin mevzuu hâline geliyor. Modern kentlerde kurulan ramazan sokakları ve panayırlarda padişah kıyafetiyle fotoğraf çektirmek sözünü ettiğimiz hususun en temel iki göstergesidir. Yine kitapçı veya hediyelik eşya mekânı hâline getirilen medreseler, kermes veya sergi salonu hâline getirilen hamamlar, büfe hâline getirilen çeşmeler, kafe hâline getirilen tarihi mekânlar, seyirlik hâle getirilen dini mekânlar ve ibadetler, turistik bir seyahate dönüşen hac ve umre ziyaretleri mekânın yersizliğinin ve hafızasızlığının, bir başka deyişle görüntüleşmesinin en somut göstergeleridir. Bunun gibi ezan, namaz, zekât, hayır yapmak, sadaka vermek artık bir görüntü ve görünme unsurudur. Kurban ve Ramazan Bayramı sadece tatil aracıdır.

Bu durumda imgeleşenin veya görüntünün fotoğrafını çekmekle çekmemek arasında bir fark yoktur. Varlığa geleneksel açıdan bakan bir insan için fotoğraf, ancak bir iz ve gösterge olduğu sürece bakmaya, görmeye yardım edebilir. Bu anlamda fotoğraf, bir hafızaya katkıda bulunduğu gibi, araç olarak da bir işleve sahip olabilir. Ancak bunun için de modern anlamda imge ve görüntüyü çok iyi anlamak, görünenin iz ve gösterge bağlamını yeniden bir üst ilke çerçevesinde yerine ikame etmek gerekir. Böylece fotoğraf, video ve resim bir yaratım aracı olarak değil, bir iz ve gösterge aracı olarak kullanılabilir. Buna da öncelikle görenin kamera olmadığı, insanın gözünün de ötesinde onunla beraber aklıyla / kalbiyle gördüğü fikrini esas alarak başlayabiliriz.

Reyi ve nazarı olmayan; insana, zamana ve mekâna, hatta eşya ve hadiselere bakamaz. Bakamadığı için de hem bilemez hem de göremez. Bilmeyle görmeyi birbirinden bagımsızlaştıran modern düşünce, görmeyi akıldan ve varlıktan göze indirgeyerek süreti asıl varlığından kopardığı gibi gözü de insandan koparmıştır. Çünkü artık gören göz degil kameradır, gösteren insan değil fotoğraf veya videodur.

Rey ve nazar sahibi olmayan bir insanın mârifet ve müşâhede mertebesine geçmesi elbette düşünülemez. Bugün modem insanın imgeler üzerinden oluşturduğu “metafizik”, kalıcı hiçbir şey bırakmıyor. Sadece fotoğraf veya resim ya da sinema değil, modern bakış açısıyla yazılan herhangi bir metin bile kalıcı hâle gelemiyor. Çünkü o da görüntünün egemenliğinden, görüntüleşmekten kendini kurtaramıyor. Bütün fotoğraflar, bütün filmler, kısacası bütüri görüntüler aynılaşıyor, düzleşiyor ve sıradanlaşıyor. Sıradanlaşan ve aynılaşan bir şey görünmez hâle gelmiş demektir. Bu durumda bir bakmadan ve görmeden söz edilemez.

Fotoğraf, resim veya sinema; “gerçekliğiyle” buluşmadığı sürece ortaya koydukları sadece görüntülerden ibarettir. Görüntü ise yapaydır, geçicidir ve gerçekliği yoktur. Görüntü görüneni temsil etmez. Sıradanlaşan, düzleşen insanın, zamanın ve mekânın fotoğrafı çekilmez. Çünkü görüntü yüzsüzdür. Görünmesi için görüntüyü görüntüden kurtarmak gerekir.

Dursun Çiçek – Fotoğrafın Ötesine,syf:210-221

İhtilaf Ahlakı: Tolerans 

İnsanın 10 Psikolojik Hapishanesi

Beyin nasıl üretici hale gelir? 

Bilgi ile ilişki biçimimiz üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bilgi niçin gerekli, salt bilgi ile dahası kuru bilgi ile nereye varabiliriz?Sözün başında meramımızı ifade edelim; kişiye katkı sunmayan, kişinin arayışına, hakikat yolculuğuna, kendine, kendilik bilincine, hayatına katkı sunmayan bilginin, kişiye yük olabilmenin ötesinde bir şey ifade etmeyeceğini görebilmemiz gerekiyor.

Bilgi için ilgi gerekecektir. En başta insanın kendine ilgisi gerekecektir, kendisinden çıkarak bir başkasına, ötekine ilgisi gerekecektir, hayata ilgisi gerekecektir,  Bilgi insana değecektir, hayata değecektir, başkasına, ötekine değ-ecektir. Bilginin insana değmesi, insanın bilgiye temas etmesi yeterli mi, değil elbette. Bilgi; insana hayata, öteki ile Öte’yle ilişki biçimine değer katacaktır.

İşte uğraşmaya değer olan bilgi, ilgi ile beslenen bilgi ve de insanı değerli kılacak bilgi ancak bu bilgi olacaktır. Bilgi insana değecektir, bilgi insana değ-er katacaktır dedik. Bitti mi, bitmedi; bilgi, insanı değiştirecektir, hayatı değiştirecektir. İşte o zaman bilginin hakikatle ilişkisini doğru biçimde konumlandırmış olacağız. Hakikate değmeyen, hakikate ilgisiz, hakikat ile ilişkisiz bilgi;  hayata ve insana değmeyen, hayata ve insan değ-er katmayan, hayatı ve insanı değiştirmeyen bilgi değ-ersiz bilgi olmaya mahkûm olacaktır. Değeri olmayan bilgi, nihayet insana da doğaya da hayata da; “bedeli” kadar “fiyatı” kadar, “ederi” “kadar” “değer” verecektir. Ve sonuç; insan da doğa da hayat da bedeli nispetinde “güç” olan bilginin elinde değersizleşecektir.  Ne diyoruz: İnsanın; bilginin tahakkümünden kurtulabilmesi için ilgiye ihtiyacı var, b/ilgiye ihtiyacı var, hakikatin b/ilgisine ihtiyacı var…

Modern bilgi anlayışı; bilgiyi ilgiden uzaklaştırmış, ilgisiz bilgi ise bilgiyiteorilere kurban ederek ortaya çıkardığı ruhsuz bilgi yaklaşımı ile insanı her şeyden önce kendinden uzaklaştırmıştır. Kendilik bilincine, kendilik arayışına, kend’olmaya, insanı bir ol’uş kılmaya hizmet etmesi gereken bilgi, insanın kendini kaybetmesine, çağın ağları arasında ezilmesine, tükenmesine zemin hazırlamıştır. Bugün bilgi ile ilişki biçimimiz; kendimizi anlamaya, kendimizi tanımaya, kendimizi aramaya, kendimizi bilmeye hizmet etmiyor. Çünkü bugün insan bilginin öznesi değil nesnesidir ancak. İnsanla bilginin arasındaki mesafe açılıyor.

Hal ile kâl’in, söz ile özün, söylem ile eylemin, teori ile pratiğin, beden ile ruhun, kalp ile aklın, düşünce ile duygunun, bilgi ile bilincin arasındaki mesafe her geçen gün daha fazla açılıyor. Çünkü bugün insanın bilgi yaklaşımı insana ilgisizdir,  insana uzaktır, hayata mesafelidir. İnsana değmiyor, değ-er katmıyor değiştirmiyor, hayatı oldurmuyor… Zira insan bilgiye ilgiyle yaklaşmaktan uzaktır bugün.

Sözü yazımıza ilham olan; Özkan Gözel’in “Öznenin Hakikat Kaygısı” kitabından yapacağımız alıntı ile sonlandırırken; bilgiyle kalın ama illa da b/ilgiye ilgiyle kalın diyelim…“Hakikate erişimde özneye “bilgi”, kuru bilgi asla kifayet etmez; bu uğurda ona öncelikle ve en çok “ilgi” gerektir:”kendi ile ilgi/lenme.”Öte yandan, hakikat yolcusunu ihtiyaç duyduğu “bilgi”,”apaçıklığın” bilgisinden farklı ve/veya fazla olarak “ilgi”yi zaten ve daha baştan içerimleyen türden bir b/ilgidir… Hakikate ilgisizlik hakikatten bilgisizlik çağımızın kaderi sayılsa gerektir. Bize çağ-dışı yaklaşımlar gerek belki de: Çağın berisine ve/veya ötesine uzanabilen yaklaşımlar. Bu bakımdan arayışlar fevkalâde önemli…” 

Vedat Akıllı

Comments are closed.