CEMİL MERİÇ
Yahya Kemal Beyatlı
Alija Izetbegović
MEHMET AKİF ERSOY – NURETTİN TOPÇU – NURİ PAKDİL
Lev Nikolayeviç Tolstoy – Stefan Zweig – Helen Keller – Victor Hugo – Friedrich Schiller – Johann Wolfgang von Goethe
Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmaz’ laştıranlardır.
Yemin ederim ki, dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez.
Cinayete ses çıkarmayan caninin suç ortağıdır.
Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir.
Kendini tanımak, marifetlerin marifeti.
Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık.
Güneş ülkeleri aydınlatır, sözler milleti.
Hiçbir zafer umulanı getirmez, hiçbir bozgun mutlak değildir.
Gerçek hükümdarlar, ebedi hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler.
Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.
Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog kendi yalanlarını.
İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri.
Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi.
Sol ve sağ. Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit.
Değişiklik olmayan yerde, hayat yoktur. Keşke düşünceler de insanlar kadar çoğalabilse.
Nereye gidersen git, bulacağın aydınlık, zihninin aydınlığı kadar olacaktır.
Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.
Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek.
Namaz kılan bir toplumun psikolejiye, zekat veren bir toplumun da sosyolojiye ihtiyacı yoktur.
Cemil Meriç (1916-1987)
Cumhuriyet dönemi Türk düşünce hayatının önde gelen isimlerinden biri olan Cemil Meriç, 1916 yılında Hatay’da dünyaya gelmiştir. Günümüzde Yunanistan sınırları içinde yer alan Batı Trakya’nın Evros iline bağlı Dimetoka ilçesinde hâkim Mahmut Niyazi Bey ile Zeynep Ziynet Hanımın üç çocuğundan en küçüğüdür. Aile Balkan Savaşları sırasında Anadolu’ya göç etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde İskenderun Sancağına yerleşmiştir. Mahmut Niyazi Bey hâkimlikten ayrılarak Reyhaniye’de Ziraat Bankası müdürlüğüne geçmiştir. Daha önce iki kız çocuğu bulunan ailenin 16 Aralık 1916’da (Hicri 1332) doğan üçüncü çocuğuna Hüseyin Cemil adı verilmiştir. Aile daha sonra Antakya’ya göç etmiştir.
Bir düşünür olarak Cemil Meriç’in kimliğinin şekillenmesinde Birinci Dünya Savaşı sonrası Fransız mandasına giren Antakya’da büyümüş olmasının etkisi vardır. Zira her şeyden önce Meriç, Fransızca’ya olan hâkimiyeti ve Fransız düşünürlerin, romancılarının çevirileriyle Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesinde yer edinmeye başlamıştır. İlk ve orta öğretimini Antakya’da tamamladıktan sonra Antakya Sultanisi’nde okumuştur. Tercümanlık mesleğini edinmesini sağlayacak kadar Fransızca’yı bu lisede öğrenmiştir. Aralarında Kurtuluş Savaşı sonrası yüzelliliklerden olan şair ve filozof Rıza Tevfik’in de yer aldığı hocalarının Meriç’in edebiyat ve felsefeye olan ilgisinde önemli etkilerinin olduğunu günlüklerinde, Jurnaller’inde, dile getirmiştir.
Liseyi Antakya’da bitirmeden 1936-1937 eğitim-öğretim yılı için İstanbul’da Pertevniyal Lisesi’ne geçen düşünür, Marksizm’e ilgi duyduğu bu gençlik yıllarında İstanbul’da Türk solunun önemli isimlerinden Nazım Hikmet’le ve Kerim Sadi ile tanışmıştır. Geçim sıkıntıları nedeniyle İstanbul’da hayatını idame ettirememiş ve yeniden Antakya’ya dönmüştür. Antakya’da yerel Fransız idaresinin Tercüme Bürosunda işe girmiş, çok kısa bir süre çalıştıktan sonra Reyhanlı Batı Ayrancı köyünde ilkokul öğretmenliği, Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, belediyede kâtiplik gibi geçici görevlerde bulunmuştur. Bu dönemde Antakya’da yaşayan ve Antakya gazetesini çıkaran bir başka yüzellilik Tarık Mümtaz ile görüşmesi komünist olarak mimlenmesine yol açmıştır. 1939 Nisan ayında Marksist olmak ve bağımsız Hatay Devleti’ne karşı olmak suçundan idam talebiyle yargılanır. Mahkemede Marksist olduğunu kabul ettiğinde, kendi deyimiyle, “tek işçinin elini sıkmış” değildir. İki ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılır.
Cemil Meriç, 1940 yılında Fransızca öğrenimi için ikinci kez İstanbul’a gelmiştir. Yabancı Diller Yüksek Okulu-Fransızca Bölümündeki öğrenciliği sırasında çeşitli dergilerde ilk makaleleri ve çeviri eleştirileri yayınlanmaya başlamıştır. Yine henüz öğrenciliği devam ederken 1942 yılında Fevziye Menteşoğlu ile evlenmiştir. Mezun olduktan sonra zorunlu hizmetini tamamlamak üzere stajyer öğretmen olarak Elazığ Lisesi’ne tayin edilmiştir. Burada iki yıllık görevinden sonra Fransızca öğretmenliğinden ayrılarak İstanbul’a dönmüştür. Balzac’ın Altın Gözlü Kız romanı ilk çeviri kitap olarak 1943 yılında yayımlanmıştır. İstanbul’a döndükten sonra da yaşamını bir süre çevirilerle idame ettirmiştir. 1945 yılında oğlu Mahmut Ali, 1946 yılında kızı Ümit Meriç dünyaya gelmiştir.
1952-1954 arası yılların ortalarında Işık Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapmıştır. İleri derecede miyop ve hipermetropisi bulunan Meriç 1950’lerin ortalarında görme yetisini yitirmeye başlamıştır. İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde geçirdiği ameliyatların başarılı olamaması üzerine 1955 yılında tedavi için “rüyalarının şehri” Paris’e gitmiştir. Altı aya yakın süren Paris Quinze-Vingts Hastanesi’ndeki tedavisi başarılı olamamış ve görme yetisini bütünüyle kaybederek Türkiye’ye dönmüştür. Meriç hayatı boyunca bir daha görememiştir.
Bir kitap tutkunu olan, bütün hayatını okuyup yazarak, çeviriler yaparak geçiren Meriç, bu edimleri çocukları, eşi ve öğrencilerinin desteğiyle yerine getirebilmiştir. Başta kızı Ümit Meriç olmak üzere etrafındakiler düzenli olarak düşünüre kitap okumuşlar ve dikte ettiklerini yazıya dökmüşlerdir. Hayatı bu dönemden itibaren artık büyük ölçüde okunanları dinleyip, dikte etmekle geçer olmuştur. 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nurettin Şazi Kösemihal ve yine bu bölümden Prof. Dr. Cahit Tanyol’un talebi üzerine sosyoloji ve kültür dersleri vermeye başlamıştır. 1964 yılında da ilk telif kitabı Hint Edebiyatı’nı (Bir Dünyanın Eşiğinde -1976) yayımlamıştır.
Meriç,1960’lı yılların ortalarından itibaren telif kitaplar yayımlamaya başlarken bir yandan da gazete ve dergilerde yazılar yazmaya başlar. Meriç’in geniş okuyucu kitlelerine ulaşmaya başlaması da esasen bu dergilerle olmuştur. Bunlardan ilki 1967 yılında Elazığ’dan öğrencisi, gazeteci-yazar Ahmet Kabaklı’nın aracılığıyla yazmaya başladığı, Mehmet Çınarlı tarafından Ankara’da çıkarılan Hisar dergisidir. 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden Fransızca okutmanı olarak emekli olmuştur.
Cemil Meriç, 13 Haziran 1987 tarihinde yaşamını yitirene kadar çeviri ve deneme alanında çok sayıda eser vermiş, Hisar, Türk Edebiyatı ve Hareket dergilerinde yazılar yayımlamıştır. 1945’te Balzac’ın romanlarından Altın Gözlü Kız, Otuzundaki Kadın, Onüçler’in Romanı: Ferragus, 1946’da Kibar Fahişelerin İhtişamı ve Sefaleti romanı, 1948’de Victor Hugo’nun Hernani piyesi ve Mahmut Sait Kılıççı ile beraber çevirdiği Marion de Lorme romanları, 1967’de öğrencisi Berke Vardar ile birlikte çevirdiği Antoin Meillet-Michel Lejeun’ün Dillerin Yapısı ve Grameri kitabı, 1980’de Lamia Çataloğlu’yla beraber Uriel Heyd’in Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri’ni, 1981’de de Thornton Wilder’ın Köprüden Düşenler başlıklı kitaplarını çevirmiştir. 1983’te düşüncelerinden epey etkilendiği Fransız yazar Maxime Rodinson’un Batı’yı Büyüleyen İslam’ı başlıklı eserini Türkçe’ye kazandırmıştır.
Kitap olarak ise Hint Edebiyatı’nı 1964 yılında yayımladıktan sonra 1976 yılında Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla tekrar yayımlamıştır. Sosyalist düşünceye, özellikle de Fransız soluna olan ilgisinin bir göstergesi olan Saint-Simon: İlk Sosyalist, İlk Sosyolog ise 1967’de yayımlanmıştır. Meriç’i geniş kitlelere esas tanıtan, yayınlandıktan sonraki iki yıl içinde üç baskı yapmış ve halen en çok basılmaya devam eden eseri 1974 yılında yayımladığı Bu Ülke olmuştur. Aynı yıl yayımlanan ikinci telif eseri Umrandan Uygarlığa ile Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülünü almıştır. Mağaradakiler 1978’de, Kırk Ambar 1980’de yayınlanmıştır. Edebiyat üzerine eleştirilerinin ve denemelerinin yer aldığı Kırk Ambar adlı eseri, 1981 yılında Türkiye Milli Kültür Vakfı’nın “Fikir Eseri” ödülü kazanmıştır.
Tanzimat Dönemi’nin ünlü sadrazamı Âli Paşa’nın vasiyetinin yer aldığı Bir Facianın Hikâyesi 1981’de yayımlanmıştır. Aynı yıl Türkiye Yaaarlar Birliği tarafından “Yılın Yazarı” seçilmiştir. Bu yıllarda Meriç, Milli Türk Talebe Birliği’nde, Türk Edebiyatı Cemiyeti’nde, Aydınlar Ocağı’nda, Tıp Tarihi Enstitüsü’nde ve dönemin muhafazakâr isimlerinin sıklıkla biraraya geldiği Kubbealtı Cemiyeti’nde söyleşilere katılır olmuştur. 1983 yılında eşi Fevziye Menteşeoğlu (d. 1905) hayatını kaybetmiştir. Ondan dört yıl sonra yaşama veda edecek düşünürün son eserleri ise Işık Doğudan Gelir (1984) ve Kültürden İrfana’dır (1986). Vefatından sonra oğlu Mahmut Ali Meriç’in derlemesiyle günlükleri Jurnal I-II (1992) adıyla ve İstanbul Üniversitesi’nde verdiği sosyoloji derslerindeki notları da kızı Ümit Meriç’in derlenmesiyle Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993) başlığıyla yayınlanmıştır. 13 Haziran 1987 günü hayata gözlerini yuman Cemil Meriç, Karacaahmet Mezarlığına defnedilmiştir.
Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesinde Cemil Meriç yaygın bir biçimde muhafazakâr çizgide konumlandırılmıştır. Ancak bu sınırları belli, doğrusal bir çizgi değildir. Eserlerine, özellikle de Jurnaller’ine bakıldığında farklı düşünce akımları ve düşünürlerin görüşleri arasında zaman zaman savrulmalar yaşadığı görülmektedir. 1974’te Bu Ülke’yi yayınladığından beri en temel vurgusu “yerlilik” ve “yerellik” olmuştur. Fakat yine de Batı ve Batılı aydınlar, düşünce dünyasının merkezinde yer almıştır. Mağaradakiler kitabında 1960’lara kadar zihninin Avrupa’yla meşgul olduğunu, düşünce coğrafyasında Asya diye bir yer olmadığını, sadece diliyle Türk olduğunu dile getirmiştir. Bir aydın olarak kimliğini belirleyen kaynaklarından söz ederken Balzac, Dostoyevski, Saint-Simon, Marx gibi Batılı düşünürlerin isimlerini anmıştır.
Meriç’in Asya’yı ilk keşfi Hint dünyasını, edebiyatını öğrenmekle olmuştur. Ancak bu dünyayı da Romain Rolland ya da Maxime Rodinson gibi 20. yüzyıl Fransız düşünürleri, onun deyimiyle “Avrupalı kılavuzları” sayesinde tanımıştır. Nitekim eserlerinde gönderme yaptığı düşünürlerin hemen hepsinin Batılı olduğu görülmektedir. Bir istisna olarak Doğu/İslam düşünce dünyasından sadece İbn Haldun’dan uzun uzadıya söz etmiştir. Aslında bunu çok yadırgamamak gerektiği söylenebilir. Zira Cemil Meriç her şeyden önce bir Fransızca mütercimidir. Çeviri odaklı çalışma onu şüphesiz Batı düşüncesine, Batılı aydınlara daha yakın kılmıştır.
1960’ların ikinci yarısından sonra muhafazakâr çizgideki Hisar, Hareket gibi dergilerde yazmasının etkisiyle de olsa gerek, Türkiye ile ilgilenmeye başlamış, Türk toplumu ve tarihi üzerine yazılar yazmıştır. Bu yazıları 1974 yılında Bu Ülke kitabında derlemiştir. Başvuru kaynakları ve düşüncelerinin odağında hala daha Batı olsa da artık Türk dili, tarihi, İslam dini üzerine zihnini yormaya başlamış; kalemini Batı karşısında Müslüman-Doğulu kimliğini vurgulamak için kullanır olmuştur. Hatta daha ileriye giderek meseleleri Doğu-Batı çatışması üzerinden okumaya başlamıştır. Diğer yandan, her ne kadar “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam, Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın” dese de, yazdıkları incelendiğinde Türk düşünürlerine, Türkçe kaynaklara göndermenin hala epey sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Meriç, bunun gerekçesini “bir Fransızca Hocası” olarak “resmi görevi”nin ülkesini “Batı kültürü ile tanıştırmak” olarak açıklamıştır. Batılı düşünce kaynaklarına başvurmasını bu gerekçeyle açıklarken Jurnaller’inde Paris’in “rüyaları[nın] diyarı” “kafa[sın]ın vatanı” olduğunu itiraf eder. “Ama gönlü[y]le bu vatana bağlı”dır.
Düşünceleri, makaleleri ile günlüklerinde yazdıkları arasındaki çelişkiler Meriç’i bütünüyle muhafazakâr düşüncenin içinde konumlandırmayı zorlaştırmaktadır. Kendisi de ait olduğu yeri belirlemekte güçlük çekmiştir. Nitekim günlüklerinde düşünceleriyle, inançlarıyla 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun genel yayın yönetmenliğinde çıkan ve sol-Kemalist çizgideki Yön dergisine yakın olduğunu söylerken, heyecanlarıyla, diliyle, zevkleriyle Necip Fazıl’ın yayın yönetmenliğinde 1948-1978 yılları arasında çıkan ve muhafazakâr eğilimli Büyük Doğu dergisine ait olduğunu dile getirmiştir. Bu durumu bir “trajedi” olarak nitelendirirken, bir başka trajedisinin de kendisinin yabancı dil bilenlere hitap ettiğini, ama yabancı dil bilenlerin de Türkçe okumadığını, bir diğer ifadeyle, istediği kitle tarafından okunmamak olduğunu not düşer.
Henüz 21 yaşındayken Marksist olması dolayısıyla tutuklanacak kadar sosyalist düşünceye yakın duran, Fransız sosyalizminin öncü ismi Saint-Simon üzerine telif kitap yazacak kadar da bu ideolojiye hâkim olduğu düşünülebilecek Meriç’in Batı emperyalizmine eleştirileri de Şarkiyatçılık eleştirisiyle bir arada yer almıştır. 1960’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde verdiği sosyoloji derslerinde Şarkiyatçılığı “sömürgeciliğin keşif kolu”’ olarak tanımlarken Filistin asıllı yazar Edward W. Said’den on yıl önce Batı emperyalizmine dair bir önemli nitelendirme yapabilmiştir. Bu nitelendirme de söz konusu yıllarda Batı emperyalizmini sol-Kemalist bir bakış açısıyla eleştiren Yön dergisi çevresine kendisini yakın hissetmesini olağan kılmaktadır. Diğer yandan, Jurnalleri hariç, Bu Ülke’den başlayarak neredeyse tüm eserlerinde Osmanlı/Türk Batılılaşma sürecine karşı ileri sürdüğü sert eleştirileri onu Büyük Doğu’ya da yakın kılmıştır. Hatta bu yakınlığın Yön çevresine olan yakınlıktan daha güçlü bir kabul gördüğünü belirtmek gerekir.
Tüm çelişkili tavrına, Batı odaklı düşünmesine rağmen Cemil Meriç’i muhafazakâr bir yerde konumlandırmanın temel sebebi Türkiye’nin Batılılaşma sürecine karşı takındığı tavırdır. Çünkü düşünüre göre bu süreç, toplumun Türk-İslam kimliğini yitirmesine yol açmıştır. Türkiye’yi Müslüman ve Doğulu bir ülke olarak görmesi sebebiyle III. Selim döneminden itibaren eleştirdiği reformlar dolayısıyla ülkesinin durumunu “efendisinin ilaçlarını aşıran uşaklar”ın haline benzetmiştir. Bir “kılıç ve iman topluluğu” olarak gördüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihine, siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısına ilişkin herhangi bir tahlilde bulunmayan düşünürün gündeminde Osmanlı idarecilerinin bir Batılılaşma hareketine girişmesine yol açan sebepler yer almamıştır. İmparatorluğun fetihlerle dolu kuruluş ve yükselme devirlerini “Osmanlı mucizesi” olarak adlandırırken, 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın başlarındaki yenileşme çabalarını ise “Babıâli Batılılaşması” olarak adlandırmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun altı yüzyıllık tarihi Cemil Meriç açısından “dünyadaki tek içtimai mucize”dir. Bu bakış açısından İmparatorluk, hiçbir eksiği olmayan, elinde kılıç, gönlünde iman, sadece mutlu insanların olduğu masalsı bir ülke gibidir. “Bir elinde kılıç, bir elinde Kur’an tutan Osmanoğlu” hâkimiyeti altındaki milletleri kılıç ve adalete dayalı sistemiyle bir arada tutarken, toplumsal çatışmanın olmadığı, bütünüyle kuralların hüküm sürdüğü, başka bir ifadeyle “nomokrasi” düzeni kurmuştur. Bu düzende padişah ve şeyhülislamın konumu ezeli kanunların, Kur’an’ın, bekçisi ve uygulayıcısı olmaktan ibaret olduğunu ileri sürmüştür. Makalelerinden derlediği kitaplarında Osmanlı için bu ifadeleri kullanan Meriç, Jurnaller’inde İmparatorluğu “nal sesleri”, “kan kokusu”, “tekbir sedaları” ve “azgınlaşan iştihalar”la tanımlarken “düşünmeyen, düşünmeye ihtiyacı olmayan” bir topluluk olarak addetmiş ve “Farabi’yi kim okuyacak, İbn Sina’yla kim uğraşacak” notlarını düşmüştür. Bu bakış açısından Osmanlı İmparatorluğu, üretmeyen, düşünmeyen, sadece fetih üzerine kurulu bir düzenden ibarettir. Bu düzende önce Avrupa Osmanlı’dan kaçarken, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’dan kaçar olmuştur. Düşünür, Osmanlı ile Batı arasındaki bu ilişkiyi bir “Güliver kompleksi” olarak nitelendirmiştir. İmparatorluk önceleri Avrupa’ya “tepeden bakar”ken “Tarihinde Avrupa yoktur”. 18. yüzyılda İmparatorluk, Batı karşısında gerilemeye, yenilgilere yaşamaya başlayana kadar Avrupa sadece bir fetih alanıdır. Fakat Meriç’in çalışmalarında bu gerileme süreci irdelenmediği için fetihler döneminin hemen arkasından Batı kapitalizmi misyonerleri, mason locaları, Osmanlı Bankası, baloları, mürebbiyeleri, giyimi-kuşamı, kısacası bütün yaşam tarzıyla Osmanlı ülkesine doluşmuştur. İmparatorluğun siyasi, askeri ve ekonomik gerilemesinin Batı kapitalizmine bir yayılma alanı yarattığı; bu yayılmaya, Aydınlanma ve Sanayi Devrimlerine karşı da kılıçla mücadele edilemeyeceği gibi hususlara düşünürün çalışmalarında yer verilmemiştir.
Hem yabancı dil hâkimiyeti hem de asıl ilgisinin Batı olması sebebiyle Meriç, Osmanlı/Türk tarihinden çok Avrupa tarihini, ideolojilerini daha ayrıntılı aktarmıştır. Bu doğrultuda Batı’nın dünya görüşünün Hıristiyanlık, burjuva ve sosyalizm şeklinde olmak üzere üç temele dayandığını belirtmiştir. Hıristiyanlık, antik çağların kölelik düzenine göre insanları Tanrı karşısında eşit kılarak bir ilerleme getirmişken, Aydınlanma Devrimi 17. yüzyılda bu eşitliği biraz daha ilerletmiş ve akıl karşısında insanları eşit kılmıştır. 1789 Fransız İhtilali ile birlikte bireyler arasında siyasi eşitliği sağlanmıştır. Sosyalizm de iktisadi eşitliği sağlamayı amaçlamıştır. Cemil Meriç, Batı tarihini tarihsel materyalizme bağlı kalarak, bir neden-sonuç ilişkisi doğrultusunda ele alırken, Osmanlı/Türk tarihine gelince bu yöntemi dışlar ve son yüzyılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tek ortak bilincin İslamiyet olduğunu söyleyerek yüzeysel bir tanımlama ile geçiştirmiştir. Mimarisiyle, edebiyatıyla, toprak düzeniyle, ilmi ve musikisi ile tüm toplumsal düzenin temelinin din olduğunu ileri sürmüştür. Ancak zaman içerisinde medeniyetler yaşlandığı, naslar, başka bir ifadeyle dini kurallar kalıplaştığı, bilinç de donuklaştığı ve “ezeli hakikatler”in karşısında sendelediği, son olarak da İslami dünya görüşü bütünlüğünü yitirdiği için çözülmeye başladığını öne sürmüştür. Batı’nın maddi ilerlemesi, İmparatorluğun yıkılış devrinin ulemasını şaşkınlığa uğrattığını; yaşanan çöküşü nedenlerini anlayamadıkları bir “gazab-i ilahi” olarak açıkladıklarını yazarken kendisi de bu çöküşün nedenleri üzerinde durma gereği duymamıştır.
Cemil Meriç, Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi ve Atatürk devrimleri doğrultusundaki Batılılaşma hareketini Osmanlı’nın Batılılaşma hareketlerinden daha sert bir biçimde eleştirmiştir. “Birinci Cumhuriyet” olarak adlandırdığı 27 Mayıs 1960 öncesini, Tanzimat reformlarıyla başlamış olan Türk toplumunun köklerinden kopması sürecini daha ileriye götürdüğünü iddia etmiştir. Cumhuriyet’in Türk-İslam geçmişini, kurumlarını tasfiye ettiği yönünde bir inanışı vardır. Cumhuriyet’e yönelik bu sert eleştirisinin altında ise harf ve dil devrimi ile tarih tezine karşı oluşu yatmaktadır. İkinci bir eleştirisi de din meselesi üzerinedir. Laiklik konusuna dair doğrudan bir eleştirisi söz konusu olmasa da İslam dininin Türk toplumunun temel dayanağı olduğunu ve Cumhuriyet ile birlikte bu dayanağın sarsıldığı söylemlerinden biridir. Türkiye’de özellikle 1980 sonrası toplumsal ve siyasette yükselen muhafazakâr eğilimle birlikte Meriç’in söz konusu söylemleri Türk düşünce hayatında daha çok karşılık bulur olmuştur. Eserlerinin bugün hala çok sayıda basılır olmasını bu doğrultuda düşünmek gerekir.
Toplum yapısı ve dolayısıyla sosyolojiyle yakından ilgili bir aydın olarak Cemil Meriç’in düşüncelerinde kültür konusu geniş bir yere sahiptir. Vefatından önce yayımladığı son eserinin Kültür Yerine İrfan (1986) başlığını taşıması bu bakımdan anlamlıdır. Kültürün ne olduğu, sözcük anlamı ve kökeni üzerinde durduktan sonra bunun Batılı bir kavram olduğu, Doğu’nun, İslam dünyasının “irfan”ının anlamını karşılayamadığını öne sürer. Çünkü irfan, “kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim”dir. “Kültür, katı, fakir ve tek buutlu bir lafız. İrfan, beşeri beşer yapan vasıfların bütünüdür. Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. İrfan, dini ve dünyevi diye ikiye ayrılamaz. Yani her bütün gibi tecezzi kabul etmez.” Sözcüklerin kökenini sorgulamak, onlara ideolojik ve hatta kişisel denebilecek anlamlar yüklemek Meriç’in çalışmalarında başvurduğu yöntemlerden biridir.
Diğer yandan, kültür meselesinin üzerinde bu denli durması düşüncelerinin merkezinde Batı ve Batılılaşmanın olmasıyla da yakından ilgilidir. Zira Batılılaşma hareketini nihayetinde bir kültür ve medeniyet değişimi şeklinde değerlendirmiştir. Dünya üzerinde iki temel medeniyet olarak İslam/Doğu ve Hıristiyan/Batı’nın olduğunu düşünen Meriç, bu iki medeniyet arasındaki tarih, dil ve din gibi kültürel farklar üzerine odaklanmıştır. Ancak odaklandığı bir başka kültür alanı edebiyat ve romandır. Çünkü bir aydın olarak son derece hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilecek Batı düşüncesini tanıması Fransız romancı Honoré de Balzac sayesinde olmuştur. Aslında ilk ilgi duyduğu isim, biraz da gençliğindeki sosyalizm ilgisi dolayısıyla olsa gerek, Dostoyevski olmuştur. Dostoyevski’nin Rus Batılılaşmasına karşı olumsuz tavrının Meriç’in de Doğu-Batı çatışması üzerine yoğunlaşmasına bir zemin oluşturduğu düşünülebilir. Fakat bir Fransız mütercimi olarak eserlerini de çevirdiği Balzac, düşünce dünyasının şekillenmesinde daha geniş bir yer kaplamıştır. Fransız yazarın 19. yüzyıl Fransız toplumunu, yükselen kapitalizmin ve burjuvazi ile ona karşı bir tavır olarak gelişen sosyalizmin topluma yansımalarından izler taşıyan ve İnsanlık Komedyası başlığı altında yayımladığı roman dizisi Meriç için çok zengin bir başvuru kaynağı olmuştur. Bu sebeple roman ve toplum konusunu da epey sorgulamıştır. Ayrıca Balzac ve Victor Hugo çevirilerinin ardından yayımladığı ilk eserinin Hint Edebiyatı olması, onun edebiyat ilgisinin bir başka işaretidir. Söz konusu çalışmasında Hint ve Batı dünyaları arasında yaptığı karşılaştırma, Hint dünyasına ve edebiyatına ilgi duyduğu hakkında bir fikir verir. Çünkü Hint edebiyatı Meriç açısından bir anlamda Doğu’nun manevi dünyasında yönelip, Batı maddiyatından kaçıştır. Çünkü modern bireyi kendisine ve doğaya yabancılaşmış, “kökleri kopmuş bir ağaç”a benzetmiştir. Batı’nın pozitif bilimi, toplumu ve bireyleri geçmişinden koparırken, maneviyattan uzaklaştırmış, maddeleştirmiştir. Fakat maneviyatıyla “insan”dan umudunu kesmeyenler Hint dünyasını keşfetmiş, kendisini hakikate çevirmiştir. Tabii belirtmek gerekir ki Meriç, Hint’i yüceltirken Batı’ya olan ilgisini asla kaybetmemiştir. “Himalaya’nın keşfi Olemp’e karşı beslediğimiz sevgiyi azaltmadı”ğını söyleyen düşünürün zaten Hint edebiyatını, kültürünü keşfetmesinin de zaten Batılı yazarlar aracılığıyla olduğu daha önce belirtilmişti. Edebiyat üzerine incelemelerini derlediği Kırk Ambar kitabında da Doğu-Batı, Asya-Avrupa kültür ve edebiyat kıyaslamaları üzerinde yine etraflıca durmuştur.
Bütün telif eserlerine, çevirilerine bakıldığında Cemil Meriç’in Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesinin kendine özgü isimlerinden biri olduğu görülür. Kendine özgünlüğü, yaygın bir biçimde muhafazakâr çizgide kabul gören kimliğine rağmen, bu çizginin daime ötesinde olmasından kaynaklanmaktadır. Batı kültürüne ve düşüncesine olan yakınlığı, gönderme yaptığı isimlerin ve eserlerin büyük kısmının Batılı olmasına rağmen Türk tarihi, toplumsal ve kültürel yapısı üzerine durması, Batılılaşma üzerine eleştirileri ile aykırı bir görünümü sergiler. Kültür ağırlıklı çalışmalarının yanı sıra sosyalizme, tarihsel materyalizme olan ilgisi, bu alandaki eserleriyle Türk düşüncesinde önde gelen başvuru kaynaklarından biridir.
Elif TÜRKİSLAMOĞLU
ATATÜRK ANSİKLOPEDİSİ
Yahya Kemal Beyatlı
2 Aralık 1884’te o zaman Osmanlı toprakları içinde bulunan Üsküp’te doğdu. Bir müddet burada belediye reisliği de yapan adliye memuru Nişli İbrâhim Nâci Bey ile Leskofçalı İsmâil Paşazâde Dilâver Bey’in kızı Nakıye Hanım’ın oğlu olup asıl adı Ahmed Âgâh’tır. Aile şeceresi hem anne hem de baba tarafından III. Mustafa devri Rumeli sancak beylerinden Şehsuvar Paşa’ya dayanır. Şairin daha sonra alacağı Beyatlı soyadı da şehsuvar lakabının Türkçe’sidir ve onun hâtırasını taşır.
Yahya Kemal ilk tahsiline Üsküp’teki Yeni Mektep’te başladı (1889), bir müddet sonra oldukça modern bir eğitim veren Mekteb-i Edeb’e girdi (1892). Üsküp İdâdîsi’nde başladığı orta öğrenimine (1895) ailece Selânik’e taşındıklarından Selânik İdâdîsi’nde devam etti (1897). O yıl annesinin ölümü ve babasının yeniden evlenmesi üzerine Üsküp’e döndüler. Ailedeki huzursuzluk yüzünden Yahya Kemal yatılı olarak Selânik İdâdîsi’ne gitmek zorunda kaldı, fakat hastalandığından yeniden Üsküp’e döndü (1900). Üvey annesiyle babası arasındaki geçimsizlik had safhaya varmış olduğundan idâdîyi tamamlamak üzere Yahya Kemal’i İstanbul’a gönderdiler (Nisan 1902). Yıl ortası olduğu için arzu ettiği Galata Sarayı Sultânîsi’ne giremedi, Robert Kolej’e kayıt için de bir sonraki yılı beklemek gerekiyordu. Bu sebeple bir müddet boşta kalması devrin siyasî akımlarına kapılmasına kâfi geldi. Bir fırsatını bularak, neslinin birçok genci gibi Paris’e kaçtı (Temmuz 1903). Bir müddet tahsilden uzak, Jön Türkler arasında yaşadı. Sonra Fransızca’sını ilerletmek için Meaux Koleji’nde okudu. Birkaç yıl, hemen pek çok Türk’ün okuduğu École Libre des Sciences Politiques’e devam etti. Siyasî ve edebî çevrelere girdi, devrin bir kısım yazar ve politikacılarını tanıdı, hareketli bir hayat yaşadı.
Siyasette, doğru her zaman biraz geç söylenir.
İki ay kadar da Londra’da bulundu (1906). Fırsat buldukça Fransa’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin birçok şehrini gezdi. Herhangi bir diploma sahibi olmadan, fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul’a döndü (1912).
Yahya Kemal, yetişmesinde Üsküp’ün, oradaki Yeni Mekteb’in ve Mekteb-i Edeb’in, bilhassa annesinin rolü olduğunu hâtıralarında belirtir. Edebiyata ve özellikle şiire karşı ilgisinin de Üsküp İdâdîsi’nde başladığını söyler. Bu yıllarda Recâizâde Ekrem’i, Abdülhak Hâmid’i, Muallim Nâci’yi ve Ziyâ Paşa’yı okuduğu gibi eski divanları da elinden düşürmediğini, hatta Esrar mahlasıyla şiirler yazdığını anlatır. “Hâtıra” adlı ilk şiiri de yine bu yıllarda İstanbul’da çıkan Terakkî gazetesinde yayımlanmıştır. İdâdî tahsili için geldiği İstanbul’dan Paris’e gidinceye kadar boş geçirdiği bir buçuk yıl içinde Servet-i Fünûn’un genç şairlerini ve Cenab Şahabeddin’i tanımıştır. İrtikā (1902) ve Ma‘lûmât dergilerinde (1903) Âgâh Kemal imzasıyla şiirleri çıkmış, bu arada çeşitli edebiyat ve mûsiki meclislerine de devam etmiştir.
Yahya Kemal’in gerek sanat ve edebiyat gerekse tarih görüşlerinin teşekkülünde Paris’te geçirdiği dokuz yılın büyük rolü olmuştur. Bir taraftan o yıllarda şöhretleri devam eden Fransız romantiklerini okuyor, bir taraftan da realist romancıların eserlerini takip ediyor, sembolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şiirine bir kültür temeli bulmak için Fransızlar’ın yaptıklarını araştırıyor, onların millî tarih görüşlerinin edebiyatlarına nasıl kaynak teşkil ettiğine dikkat ediyordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Jullian’ın yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki sohbetlere katılıyordu. Çeşitli istikametlerde genişleyen kültürü ona edebiyatta da tarih anlayışında da yeni ufuklar açtı. O güne kadar beğenip taklit ettiği Servet-i Fünûn şiirinden giderek uzaklaştı. Esasen bir süreden beri yenileşme ve sadeleşme yolunda olan Türkçe ile bir şiir dili kurmak istiyordu. Bu dil milletimizin duygularını ifadeye ulaşacak halis bir dil olacaktı. Fransızlar klasik metinlerden hareket edip yeni Fransız şiirine ulaşmışlardı. Öyleyse biz de divan şiirini günümüzde ihya etmenin, ondan pürüzsüz, saf mısralar elde etmenin yollarını aramalıydık.
Yahya Kemal’in şiir görüşü dil mükemmeliyetiyle mûsikiye dayanır. Ona göre şiir alelâde cümlelerden değil nağmeden meydana gelir. Bu yüzden gözle veya zihnî bir okumadan çok sesle okunmaya muhtaçtır. Mısra bir nağme olmalıdır, bunun için de kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Bu düşünce, şairi kelime seçiminde ve mısra kompozisyonunda birçoklarında aşırı telakki edilmiş bir titizliğe sürüklemiştir. Gerek bu titizliği gerekse şiirlerini sağlığında kitap haline getirmekten kaçınması, hatta çok defa bizzat dergilerde bile neşrine talip olmaması, onların gözle okunması değil dinlenmesi ve söylenmesi isteğinden doğmuş olmalıdır. Türk şiirinin neo-klasizminin hemen yegâne örnekleri olarak kabul edilen eski tarz şiirlerinde ise Yahya Kemal, divan şiirinin mazmunlarından ve belâgatından ziyade eskinin yaşama zevki ile rindlik felsefesini dile getirmek istemiştir.
Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasında temel fikir, Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde (çünkü millî tarihimizin başlangıcı olarak 1071’i yani Malazgirt Zaferi’ni kabul ediyordu) vatan toprağında kan, ter ve göz yaşı ile yoğrulmasından doğuşudur. Bu kıymetler sanatımız (mimari, tezhip, hat, mûsiki, şiir), tevekkül anlayışı, merhameti ve âlicenaplığıyla hayat felsefemiz, cihangirlikle beraber fethedilen yerlerde bir umran tesis etme idealimizdir. Bu bakımdan kadın ve aşk temasının ağırlığını hissettirdiği şiirlerinde bile bu tema çok defa estetikle, millî sanatımızla ve diğer millî değerlerimizle iç içe görünür. “Fenerbahçe”, “Mihriyâr”, “Bir Tepeden”, “İstanbul’un O Yerleri” adlı şiirleri tamamen bu duyguların tezahürüdür.
Yahya Kemal’in siyasî fikirlerinin gelişmesi ve dinî hayat ve inanç karşısındaki davranışı Türk aydınının son asırda geçirdiği ruh ve fikir macerasının bir parçasını aksettirir. Ondaki İslâmî duyguların kaynağı, çok ileri yaşlarda bile bir dâüssıla gibi kendisini saran Üsküp hâtıraları içindedir. Bu hâtıralarda bilhassa çocuk yaşlarında babasının izleri hemen yok gibidir.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta.
Yahya Kemal’in hâtıralarından, gerek Selânik’te gerekse İstanbul’da siyasî meselelere ilgisi arttıkça dinî hatta millî duygularının zayıfladığı sezilir. Selânik’te, üzerinde kısmen vatan sevgisi, fakat daha çok komitacılık ve isyan duyguları uyandıran Mizancı Murad, Nâmık Kemal gibi şahsiyetlere ve eserlerine hayranlık duyar; yurda girişi yasaklanmış kitap, risâle ve dergileri merakla okur. İstanbul’a gelince Batı medeniyeti, özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden soğutur. Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir cihan gibi görür, Doğulu’nun ahlâkından nefret eder. “Paris hayalimin üzerinde bir yıldız gibi parlıyordu” diyen genç adam daha İstanbul’da iken dine karşı şiddetli bir tepki duyduğunu, bunun Paris’te daha da arttığını, hatta orada kilise aleyhindeki sosyalist Fransız gençleriyle birtakım sokak mitinglerine katıldığını yine hâtıralarında yazar.
Balkan ve I. Dünya savaşlarının acı gerçeğiyle sona erer. “Yol Düşüncesi” şiiri de Akdeniz medeniyeti hülyasından vatan gerçeğine dönüşün ifadesidir. Bu devrede tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle Selçuk ve Osmanlı tarihlerine eğilen şair, birçok millî değer gibi dinî duyguyu da yeniden kazanır. 1921-1922 yıllarında yazdığı “Topkapı Sarayında”, “Ezan ve Kur’an”, “Ezansız Semtler”, “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb” yazıları, milletimizin Müslümanlığa bağlılığını tarih, örf, mimari, mûsiki ve benzeri bin yıllık bir kültür birikiminin perspektifinden gösterir. Şiirleri arasında da, en çok emek ve önem verdiği “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” başta olmak üzere, “Itrî”, “Ziyaret”, “Atik Vâlide’den İnen Sokakta”, “Koca Mustâpaşa”, “Ufuklar”, “O Taraf”, “Selimnâme” ve “Ezân-ı Muhammedî” Yahya Kemal’in dinî duygularını derin ve samimi bir şekilde aksettirir.
Eserleri. Sağlığında şiir ve yazıları dergi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal’in eserlerinin kitap haline gelişi, ölümünden sonra İstanbul’da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmiştir. “Yahya Kemal Külliyatı” adını taşıyan seri on üç kitabı ihtiva etmektedir.
M. ORHAN AKAY / İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi, Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.
Doktorlara sorarsanız karaciğer mükemmel, kalp mükemmel, böbrek mükemmel, tansiyon mükemmel! Yalnız ben berbat bir haldeyim.
Aliya İzzetbegoviç’in Türklere Yazdığı Mektup | Mustafa Demir
Dilimin döndüğü kadar sustum…!
Eşya egemen insana: bize kim ağlayacak?
İnsanın damarlarında sağlam cümleler dolaşmalıdır.
Çağ ancak, bilinçle sorumluluk yüklenenlerin yüzüne güler.
Hayat; hem yürünülen yoldur, hem taşınan dağ.
İnsanın, içinden kurduğu cümlelerin ağırlığını omuzlarında hissettiği vakitleri iyi yaşaması gerekiyor. İçimiz: büyük şansımızdır çünkü.
Boynumuz ağrıdı batıya bakmaktan.
Biz, yitire yitire kazandık kendimizi.
İnsan, kendi sesini, daima başkalarından önce işitir.
Hüzün; hissedilmesi kolay olmayan, çok narin, ince bir sestir..
Ancak eylemin içinde kurulabilir düşünce birliği.
Bazen başımı ayrı mı taşısam, diye düşündüğüm oluyor; çünkü, aşırı gürültüyle dolu içi.
Sözümüz eksik, hayatlarımız yarım, kalbimiz sallanıyor içimizde direnmeye hazır hayatlar ver bize Rabbim !
Gerçek İman: Dönüştürücüdür: Tüm yeryüzünü; Hakka doğru…
Okumadığın gün, karanlıktasın ve bu karanlıkta hiçbir şey meşru değildir.
Bildiğim her şeyden sorumlu olmazsam, nasıl hak edebilirim yaşamayı?
İnsanı kalbinden tutamadınız mı, görün; nasıl kayıp gidecek elinizden.
İnsan kendini de pusuda beklemeli.
Tartışma hiç kimseyle. Sadece düşün. Düşündür başkalarını.
Yedi Güzel Adam’ın ağabeylerinden biri olan fikir ve düşünce adamı Nuri Pakdil edebiyat dünyasında adını altın harflerle tarihe yazdırdı. Kendisini devrimci bir Müslüman olarak tanımlayan Pakdil, 85 yaşında tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu.
NURİ PAKDİL’İN HAYATI
Nuri Pakdil, 1934 senesinde Kahramanmaraş’ta doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Şiir ve deneme türündeki ilk çalışmalarını Maraş’ta Demokrasiye Hizmet gazetesinde yayımladı.
1954-1955 senesinde henüz lisedeyken Hamle isimli dergisini yayınlamaya başladı.
1964 senesinde İstanbul’da, bir haftalık dergide sanat sayfaları düzenledi.
1969 senesinin Şubat ayında Edebiyat Dergisi’ni, 1972 senesinde de Edebiyat Dergisi Yayınları’nı kurdu. Edebiyat Dergisi Yayınları’nın ilk kitabı Batı Notları’dır.
Edebiyat Dergisi, yayın hayatına 1988 senesinde ara verdi.
Edebiyat Dergisi Yayınları 1972-1984 yılları arasında 18’i Nuri Pakdil imzasını taşıyan toplam 45 kitap yayımlandı.
DEVRİMCİ BİR YAZARIM
Verdiği röportajlarda kendini “Ben, antikapitalist, antifaşist, antinazist, antisiyonist, antisosyalist ve en önemlisi de Türkiye özelinde olmak üzere antifiravunist bir bilince ve iradeye sahip devrimci bir yazarım” diye tanıtan Pakdil,
“Benim devrimciliğimin temelini, İslâm dinine olan sarsılmaz bağlılığım oluşturur. İslam dini kıyamete kadar sürecek sürekli devrim anlayışını öngörür.
Yeryüzünde zulüm, haksızlık, adaletsizlik var olduğu sürece, bu zulmün, bu haksızlığın, bu adaletsizliğin kaynağı olan egemen güçlerin yok edilmesi için, Müslümanların devrimci mücadelesi de sürecektir. Kirli mülkiyete karşı, kara siyasaya karşı devrimci savaş kesintisiz sürecektir. Çünkü İslam dini bunu öngörmektedir.
İslâm dini özgürlükçüdür, ilericidir, devrimcidir, bağımsızdır; sömürünün her biçimine karşıdır, başta anamalcılığa karşıdır, başta yabancılaşmaya karşıdır İslâm Öğretisi. İnsanın, yalnızca, ’emeğinin karşılığını yiyebileceğini’ vurgular bu din.
Benim için yazı yazmak bir bakıma savaşmak demektir. Çünkü yazılarımda, her türlü putçuluğa karşı, her türlü yabancılaştırmaya karşı, her türlü sapmalara karşı vermekte olduğum savaş anlatılmaktadır. Yazılarımda kirli mülkiyet tutkusunun insanı ele geçirmesi anlatılmaktadır. Yazılarım, kapitalizme ve sömürü düzenine karşı bir tepkiyi, bir eleştiriyi ifade etmektedir” ifadelerini kullanmıştı.
İLİM VE MEDENİYET
13 MAYIS 2023
Üç musibetten uzaklaşınız: zulümden, zelzeleden, bilirim iddiasında olan cahilden…
Nurettin TOPÇU
Gafil düşmanların kin ile doldurduğu bu kalbi ibadet ile, aşk ile, sabır ile durmadan yıkamak zorundayız. Yoksa bir yolun ortasında mahvolacak gibiyiz.
Eğitim Artık Bir Diploma Avcılığıdır. Avrupa medeniyetinin yaptığı hataları yapmamak, Avrupalı gibi makine aşığı değil, ruh ve vicdan aşığı yetiştirmek istiyorsak, Avrupa’dan aldığımız öğretim metodlarını değiştirmemiz lazımdır.
Menfaatler, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Her biri ayaklarımıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah’a gidilemez.
Zaferin değerini kazananlar bilmez, onu mağluplara sorun.
İnsanı büyük yapan düşüncesidir.
Aşk, ümitsiz varlığımızı sonsuzluğa doğru uçuran kanattır, sonsuzluğun ümididir.
Bize bütün hareketlerimiz için değer ve kaide sunacak, sokak satıcısından siyasiye, doktordan gazeteciye, çocuktan ihtiyara kadar hepimizin yaşayışına ruh ve mana katacak, anlaşılmış, sistemleştirilmiş, hikmetleri, bütünün birliği içinde saklayarak her aleme pencerelerini açacak, büyük mektebin temel hakikatlerini ihtiva eden bir kitaba muhtacız. Bu kitap Kur’an’dır.
Cihadımız fikir ve ruh cephesinde, ahlâk ve insan cephesinde yapılacaktır.
Mabede nasıl girmişsem sınıfa da öyle girerdim.
Bizim hareketimiz mesuliyet hareketidir; davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır.
Nurettin TOPÇU
Bize lütuf gibi saadet bağışlayan değil, bize mesuliyet şuuru yaratan insan lazımdır.
Dostlar! İnanmak, ummak ve sevmek gibi saadet yoktur.
Izdırapsız ne hareket, ne de gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ızdırap saklıdır.
Gençlik, geleceğin tohumudur. Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı keşfetmek müşkül olmayacaktır.
İyilik yapma fırsatı olmuş da yapmamış insan kötülük yapmıştır.
Hak bildiğiniz yolda yalnız yürüyebilecek kadar güçlü olun.
20 Kasım 1909’da İstanbul Süleymaniye’de doğdu. İlk nüfus kaydında adı Osman Nuri olup Erzurumlu bir ailenin çocuğudur. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında orduda topçu olduğu için kendilerine Topçuzâdeler lakabı verilmiştir. Aileden İstanbul’a ilk yerleşen babası Ahmed Hamdi Efendi, Erzurum’da iken tahıl alım satımı ve canlı hayvan ticaretiyle uğraşmış, daha sonra Çemberlitaş’ta kasap dükkânı işletmiştir. Annesi Fatma Hanım Eğinlidir. Nurettin’in çocukluğu Süleymaniye’de ve I. Dünya Savaşı yıllarında taşındıkları Çemberlitaş’ta geçti. Büyük Reşid Paşa Numune Mektebi’ni bitirdi (1920). Bu sıralarda küçük bir sandıkta kitap ve gazete biriktirme merakı vardı. Mehmed Âkif’in bazı şiirlerini talebelerine ezberleten Türkçe muallimi Nâfiz Bey, Nurettin Topçu’da hayatı boyunca sürecek Âkif sevgisini aşıladı. Orta öğrenimine Vefa İdâdîsi’nde devam etti; birinci sınıfta iken babasını kaybetti. Lise tahsilini yaptığı İstanbul Erkek Lisesi’nde felsefeye meyletti ve 1928’de bu okuldan mezun oldu.
Aynı yıl Avrupa’da öğrenim görmek amacıyla girdiği imtihanı kazanarak Hamdi Akverdi, Vehbi Eralp, Hamdi Ragıp Atademir, Enver Ziya Karal gibi şahıslarla birlikte Fransa’ya gitti. Önce Fransızca öğrenmek için Aix Lisesi’ne kaydedildi. Görüşlerini benimseyeceği ve uzun zaman mektuplaşacağı aksiyon (hareket) felsefesinin kurucusu Maurice Blondel’i bu sırada, muhtemelen felsefe hocası ve Blondel’in talebesi Jacques Paliard vasıtasıyla tanıdı. Bir müddet Aix-Marseille Üniversitesi’nin Aix-en-Provence’daki şubesine devam etti ve burada bir başka Blondel talebesi psikolog Joseph Segond’dan ders aldı (Topçu Hareket’in ilk sayılarında bu hocasından “His estetiği” başlığıyla tercümeler yayınlayacaktır). İki yıl sonra Strasburg Üniversitesi’ne geçerek felsefe öğrenimi gördü, ahlâk kurlarını tamamladı, sanat tarihi lisansı yaptı. 1930-1933 yıllarında aldığı sertifikalar lisans diplomasında rûhiyat ve bedîiyat, umumi felsefe ve mantık, muasır sanat tarihi, içtimaiyat ve ahlâk, İlkçağ sanat ve arkeolojisi şeklinde belirtilmiştir. Kendisinden önce Paris’e gelen Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Cevdet Perin, Bedrettin Tuncel, Samet Ağaoğlu, Ömer Lutfi Barkan ve Besim Darkot’la tanıştı. Bunlardan Remzi Oğuz ve Ziyaeddin Fahri ile Türkiye’ye döndükten sonra yakın münasebetleri ve dostlukları olacaktır. Bu arada Louis Massignon, Hıristiyanlığa geçip papaz olan Girit asıllı Türk Paul Molla, o yıllarda Paris’te bulunan A. Adnan Adıvar ve eşi Halide Edip’le tanıştı. Adıvar’dan sonra Massignon’a Türkçe dersleri verdi. M. Blondel üzerinden başlayan mistik ilgileri Massignon etkisiyle İslâm tasavvufuna, özellikle vahdet-i vücûd felsefesine doğru gelişti. Tezinde ve ahlâk felsefesinde izleri görülen Hallâc-ı Mansûr’un (İsyan Ahlâkı, s. 195-209), Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin eserlerini okumaya bu yıllarda başlamış olmalıdır. Hıristiyan mistisizmi ve ahlâkı konularında Blondel ve Paul Molla’dan faydalanmış bulunması muhtemeldir.
Strasburg’da ahlâk felsefesiyle ilgili hazırladığı Conformisme et révolte başlıklı tezini Sorbonne’a giderek savundu ve üstün başarı kazandı (2 Temmuz 1934). Avrupa’ya tahsile giden Türkler arasında ahlâk üzerinde çalışan ilk öğrenci ve Sorbonne’da felsefe doktorası veren ilk Türk Nurettin Topçu’dur. Tezini bitirdikten sonra Fransa’da kalması yönündeki teklifleri kabul etmeyip 1934 yazında Türkiye’ye döndü ve Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak göreve başladı (29 Eylül 1934); sosyoloji dersi okuttu. Bu arada baba dostu Hüseyin Avni Ulaş’ın kızı Fethiye Hanım’la iki yıl sürecek bir evlilik yaptı. Lise müdürü Behçet Gücer’in bazı öğrencilere geçer not vermesi isteğini geri çevirdiği için düğün günü İzmir Lisesi felsefe öğretmenliğine tayin emri geldi. 6 Mayıs 1936 – 31 Ekim 1937 tarihleri arasında askerliğini yaptı.
Fikirleri. Nurettin Topçu’nun coğrafya olarak Anadolu’yu, tarih ve kültür olarak Selçuklu-Osmanlı tecrübesini merkeze alan, buradan en geniş ve belirleyici daire olarak İslâm’a ve özellikle tasavvufa intikal eden, Batı dünyasına ve insanlık tecrübesine uzanan bütüncül bir düşünce dünyası vardır. Meselelere ahlâk üzerinden yaklaşır. Cumhuriyet devri Türk felsefecileri ve aydınları arasında ahlâk konusunda en çok yazı kaleme alan ve bu alandaki vurgularını bütün hayatı boyunca sürdüren kişi Nurettin Topçu olmalıdır. Doktora tezinde geliştirdiği isyan ahlâkı fikri M. Blondel’in, bazı bakımlardan Immanuel Kant ve Henry Bergson etkileri taşıyan hareket (action) felsefesinden ilhamla determinist, rasyonalist, sosyolojist, pragmatist ahlâk anlayışlarının karşısında bir düşünce, bir tez olarak teşekkül etmiş ve gelişmiştir. Çıkardığı derginin adının Hareket olması doğrudan bu çizgiyle alâkalıdır.
Nurettin Topçu’nun metafizik ilgileri onun düşünce dünyasının tabiatı kadar hümanist, pozitivist ve seküler düşüncenin etkisi altında ortaya çıkan ve katılaşan metafiziği dışlayıcı felsefe doktrinlerine ve entelektüel temayüllere muhalefetiyle de alâkalıdır. Metafiziğin “eski devre ait bir şey, karanlık ve anlaşılmaz bir fikir, dinin öz kardeşi, bir vehim” gibi ifadelerle tasvir ve reddedilmesi, 1930’lu yıllarda Tanrı ve ruh bahislerinin ders kitaplarından çıkarılması gibi teşebbüsler, insanın daha üstün bir akla yönelip kendini aşması ve yücelmesinin yolunu kapatmakla kalmamış, hakikati araştırmayı sınırlandırarak felsefeyi de fakirleştirmiştir (Kültür ve Medeniyet, s. 48-49; Türkiye’nin Maarif Davası, s. 140). Topçu’nun Türkiye’deki eş zamanlı ilgilerden farklı olarak varoluşçuluk akımıyla, özellikle Kierkegaard ve kısmen Heidegger üzerinden hıristiyan/dinci egzistansiyalizmle ciddi biçimde ilgilenmesi de esas itibariyle metafizikle alâkalı görünmektedir.
Topçu, bütün Batılılaşma tarihini kuşatan kültür-medeniyet ayırımı meselesini yeniden ele alan düşünürlerden biridir. En önemli vurgusu bu ayırımın yüzeyselliğine dair olanıdır. Ona göre evrensel denilen ve büyük ölçüde bilim ve teknoloji üzerinden tanımlanan medeniyet zorba ruhundan ve kapitalist bağlamından ayrı ele alınamaz.
Bu çerçevede bilim ve teknoloji, hakkın yerine geçen kuvvetin hâkimiyetinin ve insanla tabiatı tahrip eden sanayileşmenin, sömürünün kaynağıdır. Kapitalist sistemi güçlendiren ve insanı esarete sürükleyen teknolojik gelişmeleri insanlık adına ilerleme diye göstermek büyük bir yanlışlıktır. Ağır sanayi söylemlerinin meşrû bir savunma ve atılım hamlesi olarak takdim edildiği, fabrika bacaları ile minarelerin yan yana zikredilip resmedildiği o yıllarda Topçu’nun bu fikirleri muhafazakâr ve mütedeyyin kesim tarafından fantezi veya kalkınma karşıtlığı gibi sathî düzeyde anlaşılmıştır. Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren savunmaya başladığı İslâm sosyalizmi (Anadolu sosyalizmi, milliyetçi sosyalizm) düşüncesi de bir ekonomik sistem tercihi olmaktan ziyade bir hak ve ahlâk meselesidir. Bu duruş Topçu’nun dilinde kul hakkının yoğun biçimde ifadesidir. Burada Türkiye’nin ve sağ muhafazakâr kanadın dış politik tercihlerinde Amerika Birleşik Devletleri’ne yakınlaşması ve komünizm tehlikesi üzerinden meşrulaştırılan kapitalist liberal ekonomi ve düşünceye doğru kaymasına yönelik ciddi bir muhalefet ve tenkit söz konusudur. Onun ifadesiyle, “Hakikatte bu dava İslâm’ın özünde barınan hak davasıdır. Sosyalizm, çiğnenmesi halinde Allah’ın da affetmeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıdır” (Ahlâk Nizamı, s. 180). Bu çerçevede liberalizm devletin anarşiyi himayesi veya gücünü başı boşluğu himaye için kullanması, varlık sebebi büyük sanayi ve kapitalizm olan, din ve mâneviyat karşıtı komünizm ise bir reaksiyon hareketi olarak zulme karşı zulüm mânasına gelmektedir.
Topçu’nun devlet ve siyasete ilişkin fikirleri şahsiyet olarak insan ve millet üzerinden inşa edilmiş gibidir. Hegel’in, “Devlet ilâhî iradenin yeryüzünde gözükmesidir” cümlesini eserlerinde birkaç defa zikreden Topçu, “milletin şuuru, millet iradesinin gözüktüğü yer” diye nitelendirdiği devleti ferdiyetin yüce Allah’a ve sonsuzluğa doğru hareketinin bir durağı, bir menzili şeklinde telakki eder. Devleti meydana getiren üç temel öğe birlik halinde bir halk kütlesi, vatan toprağı ve idare edici iktidardır. Dolayısıyla devlet tek başına varlık alanına çıkabilen ve anlamlı hale gelen müstakil, kendinden bir vâkıa, bir varlık değil ferdin ruhunda harekete başlayan, milleti oluşturan ve ilâhî iradeye kavuşmak için hamleler yapan iradenin fertten Allah’a götüren yoldaki bir durağıdır. İnsanın yükseliş çizgisi yukarıdan aşağıya, Allah’tan insana doğru hâkimiyet kavramı etrafında tezahür eder. Bu aynı zamanda bir siyasî kavram olan egemenlik fikrinin Allah’ta temerküz ettiğini ve oradan âleme, devlete, insana yayıldığını gösterir. Yükseliş çizgisi aşağıdan yukarıya, insandan Allah’a doğru itaat ve teslimiyet kavramları etrafında şekillenir.
Müellif: İSMAİL KARA
Sahipsiz vatanın batması haktır. Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır.
Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.
Geleceği karanlık görerek azmi bırakmak. Alçakça bir ölüm varsa, eminim budur ancak.
Çöz de artık ömrümün kördüğüm olmuş bağını, Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını!
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Ümitsizlik öyle bir bataktır ki, düşersen boğulursun azmine sarıl sımsıkı bak ne olursun!
Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu, nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne ibrettir kızarmak bilmeyen çehren, bırak kardeşim tahsili; git önce edep, hayâ öğren.
Şevval 1290’da (Aralık 1873) İstanbul Fatih’te Sarıgüzel’de doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil için Arnavutluk’un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul’a gelmiş, “temiz” mânasına gelen adının önüne temizlik ve titizliği dolayısıyla ayrıca “Temiz” sıfatı eklenerek anılan, Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat’a yerleşmiş bir aileden Emine Şerîfe Hanım’dır. Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Âkif burada iki yıl okuduktan sonra Fâtih Muvakkithânesi’nin yanındaki ibtidâî mektebine yazıldı (1879). Safahat’ta, “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim” diyerek tanıttığı babası o yıl kendisine Arapça öğretmeye başlamıştı. Aynı zamanda Mühürdar Emin Paşa’nın oğulları İbnülemin Mahmud Kemal ve Ahmed Tevfik’in özel hocaları olan Tâhir Efendi derslerini yazın Emin Paşa’nın Yakacık’taki köşkünde sürdürmekteydi. Ailece köşkün bir dairesinde kaldıklarından Âkif de bir taraftan bu derslere katılmakta, diğer taraftan iki kardeşle arkadaşlık yapmakta ve kardeşlerin büyüğü Mahmud Kemal ile birlikte manzumeler yazmaya çalışmaktaydı.
Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nden mezun olan Mehmed Âkif (1885) Mülkiye Mektebi’nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci’nin yaptığı bu okulun üç yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının birinci sınıfında okurken babasının vefatı üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış olan Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi (1889). Aynı yıl çıkan büyük Fatih yangınında evleri yanmasına rağmen Mehmed Âkif bu sıkıntılar arasında okulunu birincilikle bitirdi (1893). Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini arttırdı. Mezuniyetinin ardından Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytâriyye ve Islâh-ı Hayvânât umum müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladı. Görev yeri İstanbul olmakla birlikte önce Edirne’de, daha sonra Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir ara ordunun ihtiyacını karşılamak için gerekli alımları yapmak üzere Şam ve civarında dolaştı.
Bu seyahatlerde köylüyü de yakından tanıma imkânını elde eden, halkın dert ve meseleleri hakkında doğrudan bilgi sahibi olan Mehmed Âkif’in tesbit ve tahlilleri şiirlerine realist ve canlı tablolar halinde aksetmiş, çözüm tekliflerinin isabetli olmasını sağlamıştır. Sekiz on yaşlarında iken başladığı ve zaman zaman ara verdiği hâfızlığı da kendi kendine çalışarak bu sıralarda tamamladı. İstanbul’da bulunduğu yıllarda memuriyeti yanında Halkalı Ziraat Mektebi ile (1906) Çiftlik Makinist Mektebi’nde (1907) kitâbet-i resmiyye hocalığı yaptı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Ebül‘ulâ Zeynelâbidîn (Ebül‘ulâ Mardin) ve Eşref Edip’le (Fergan) birlikte devrin ilim ve fikir hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı Müstakîm mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908). Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyatı müderrisliğine tayin edildi.
Dönemin aydınları arasında Arapça’yı en iyi bilenlerden olan Âkif, bir taraftan da İttihat ve Terakkî’nin Şehzadebaşı Kulübü’nde cemiyetin Hey’et-i İlmiyye üyesi olarak Muʿallaḳāt ve Lâmiyyetü’l-ʿArab gibi eserleri okutup Arap edebiyatı ve tercüme usulü dersleri verdi. Dârüledeb adlı bir özel okulda da fahrî hocalık yaptı. Baytar Mekteb-i Âlîsi Me’zûnîni Cemiyeti başkanlığında bulundu (1910). Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nde Türkçe-edebiyat muallimi oldu (1914).
Mehmed Âkif, Balkan Savaşı sırasında kurulan ve ileriki yıllarda Millî Mücadele’nin teşkilâtlanmasında önemli rol alacak olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti’ne bağlı Hey’et-i Tenvîriyye’ye (Hey’et-i İrşâdiyye) katıldı. Burada halkı edebiyat yoluyla uyandırmak ve aydınlatmak için Abdülhak Hâmid, Recâizâde Mahmud Ekrem, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit (Yalçın), Mehmed Emin, Abdülaziz Çâvîş, Cenab Şahabeddin ve Hüseyin Kâzım Kadri’yle beraber heyetin kâtib-i umûmîsi olarak çalıştı. Süleyman Nazif, bu çalışmalar esnasında heyetin başkanı olan Recâizâde’nin, Âkif’in sanatını ve seciyesini takdir ederek ona milletin millî bir destana ihtiyacı bulunduğunu, bunu ise ancak kendisinin yazabileceğini söylediğini nakletmektedir. Nitekim Mehmed Âkif, Balkan savaşları sonunda memleketin içine düştüğü vahim durum karşısında yeise düşmemek, birlikten ayrılmamak ve orduya yardım gibi konularda Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde metinlerini bu sırada adı Sebîlürreşâd olarak değişen dergisinde yayımladığı vaazlar vermiş ve Hakkın Sesleri’ndeki şiirleri yazmıştır.
Haksızlıklara tahammül edemeyen şair, müdürünün haksız yere vazifesinden alınması üzerine memuriyetten istifa etti (11 Mayıs 1913). Bu yılın sonunda, İttihat ve Terakkî’nin merkez-i umûmî üyesi olan, aynı zamanda şiir ve yazılarıyla İttihatçılar’ın fikir babası sayılan Ziya Gökalp’in ileri sürdüğü kavmiyetçi düşüncelere ve aynı merkeze bağlı yazar ve aydınların din karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin bildirilmesi üzerine İstanbul Dârülfünunu’ndaki görevinden de ayrılmak zorunda kaldı. Çıkarmakta olduğu Sebîlürreşâd da aynı sebeplerle İttihatçı hükümetler tarafından birkaç kere kapatılmıştır.
Mehmed Âkif, 1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa’nın maddî desteğiyle Mısır ve Medine’ye iki aylık bir seyahate çıktı (Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar’daki “el-Uksur’da” şiiri bu seyahatin mahsulüdür). Harbiye Nezâreti tarafından istihbarat çalışmaları yapmak üzere kurulmuş olan Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın verdiği görevle 1914 yılı sonlarında Berlin’e gitti. Batı’yı yakından tanımasına imkân veren ve üç ay kadar süren bu gezi sırasında Almanlar’a karşı savaşırken esir düşmüş İngiliz, Fransız ve Rus tebaası müslüman askerlerin kamplarını ziyaret etti. Onlara savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için faaliyet göstermeyi telkin eden konuşmalar yaptı (Hâtıralar kitabındaki “Berlin Hâtıraları” adlı uzun manzumesi bu gezinin intibalarıyla yazılmıştır). Aynı teşkilâtın verdiği diğer bir görevle, Arabistan’da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer’in (Kuşçubaşı) idaresindeki bir heyetle Necid bölgesine (Riyad) gitti (Mayıs-Ekim 1915). Bu seyahatin devamında ikinci defa ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara’nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği “Necid Çöllerinden Medine’ye” manzumesini kaleme aldı.
1918 Temmuzunda Mekke Emîri Şerîf Ali Haydar Paşa’nın daveti üzerine İzmirli İsmail Hakkı Bey’le birlikte Lübnan’da (Âliye) bulundu. Dönüşünde şeyhülislâmlığa bağlı dinî-akademik bir kuruluş olan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’nin başkâtipliğine tayin edilen Mehmed Âkif (Ağustos 1918) daha sonra kuruluşun aslî üyesi oldu (Ocak 1920). Müessesenin yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye’nin idaresini de üstlendi. Bu arada İstanbul Dârülfünunu’nda Maarif Nezâreti’ne bağlı olarak kurulan Kāmûs-ı Arabî Heyeti üyeleri arasında yer aldı.
I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartları ve yurdun işgaliyle Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması üzerine başlayan Millî Mücadele hareketine fiilen katılma kararıyla 1920 Şubatında Balıkesir’e giden Mehmed Âkif burada Kuvâ-yi Milliyeciler’le görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe davet ve direnmeye teşvik maksadıyla vaaz ve konuşmalar yaptı. Bu sırada İstanbul’da yüksek maaşlı bir görevde bulunmasına rağmen Balıkesir’e, oradan döndükten sonra da Ankara’ya gitmeye karar vermesi onun vatan severliğinin açık bir göstergesidir.
Ayrıca halkın sevip saydığı bir müslüman aydın sıfatıyla Millî Mücadele’ye katılması, bu hareketin İttihatçılar’ın yeni bir macerası olduğu şeklindeki şüpheyi büyük ölçüde gidererek Kurtuluş Savaşı çalışmalarına önemli bir güç katmıştır. Nitekim bu sebeple ona “Millî Mücadele’nin mânevî lideri” sıfatı verilmiştir. Balıkesir’den İstanbul’a gelmesinin ardından işgal altında çalışmanın daha da zorlaşıp sansürün gitgide şiddetlenmesi yanında Ankara’dan Hey’et-i Temsîliyye adına gelen davet üzerine on iki yaşındaki büyük oğlu Emin’i de yanına alıp 10 Nisan 1920’de gizlice yola çıktı. Ali Şükrü Bey’le buluşarak Geyve’ye ulaştı. Buradan Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı (24 Nisan 1920). Hacı Bayram Camii’ndeki ilk vaazının ardından vazifesinden izinsiz ayrıldığı gerekçesiyle Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’deki görevinden azledildi.
1920 yılının son aylarında Erkân-ı Harbiyye Riyâseti’nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700’den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed Âkif’in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Âkif şiirini tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi (bk. İSTİKLÂL MARŞI). Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Âkif tarafından alınıp Dârü’l-mesâî adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır.
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi’nin aldığı seçim kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer millet vekilleri gibi Mehmed Âkif de aday gösterilmedi. Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a giden Âkif’in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele’den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndüyse de 1925’in sonundan itibaren sürekli Mısır’da kaldı. Bunda da hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında çıkan Şeyh Said isyanı vesilesiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebîlürreşâd’ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve bazı yazarlarını İstiklâl mahkemelerine sevketmiş bulunuyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21 Şubat 1925) Diyanet İşleri Reisliği, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye, tercümesi için de Mehmed Âkif’e teklifte bulundu. Âkif, yapılacak çalışmanın dinî ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meâl denilmesi ve Elmalılı M. Hamdi’nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti. 1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai sarfedip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda namazların da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Âkif’in, hastalanarak Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada geri dönmediği takdirde tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra (1961) vasiyetin Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır.
Mehmed Âkif’in Mısır yıllarında Kur’an meâlinden sonraki en önemli meşguliyeti, Kahire’deki el-Câmiatü’l-Mısriyye’nin Edebiyat Fakültesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri vermesi oldu (1929-1936). On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin müzmin bir asabî rahatsızlığa müptelâ olması, başı boş kalan çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm âleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük ıstıraplarla geçti. Kahire’de bulunduğu yıllarda Mehmed Âkif, kendisini daima himaye eden Abbas Halim Paşa ile ailesi ve orada tahsilde bulunan Türk talebelerle teselli bulmaya çalıştı. Abdülvehhâb Azzâm gibi Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla dostluklar kurdu. Bu arada 1933 yılı sonlarında Safahat’ın yedinci ve son kitabı olan Gölgeler’i Kahire’de bastırdı.
1935’te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan’a ve o sırada Fransız idaresinde bulunan Antakya’ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördükten sonra yaz aylarında Said Halim Paşa’nın Alemdağ’daki Baltacı Çiftliği’nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936). Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda dostu Babanzâde Ahmed Naim’in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960 yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif’in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mehmed Âkif yılı olarak ilân edilen vefatının ellinci senesinde (1986) Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı.
Âkif’in ölümü üzerine yakın dostlarından Fatin Gökmen, “Çıktı kırklar bir ağızdan dediler târîhin / İçimizden vatanın şairi Âkif gitti”; Yusuf Cemil Ararat da, “Cevherîn târîhi ahlâfa eder keşf-i nikāb / Âh gitti tercümân-ı efsah-i Ümmü’l-Kitâb” beyitlerini tarih düşürmüşlerdir.
Şiir yayımlamadığı 1901-1908 yılları arasında geçen sürede sanatta takip edeceği yol hakkında önemli kararlar vermiş olmalı ki o zamana kadar sevdiği ve taklit ettiği tarzı bırakarak hayalden uzak, yalnız içinde yaşadığı toplumun meselelerine çözüm arayan bir şiiri benimsemiş, hatta eski şiirlerinin elinde kalanlarını ortadan kaldırmıştır. Bu görüşünü Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında, “Budur cihanda benim en beğendiğim meslek / Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek” mısralarıyla açıklar.
Böylece şiirde hayalperestliği reddetmiş, ancak buna tepki olan Batı tarzı parnasyen şiiri de benimsememiştir. Gerçekleri dile getiren, takdir ettiği Batılı yazarların roman sanatındaki realist/natüralist anlayışını yansıtan bir şiir tarzını tercih etmiş ve Türk şiirinde toplum meselelerine en çok eğilen şair olmuştur. Âkif’in şairliği üzerinde tartışıp tereddüt edenler, manzumeci olduğunu ileri sürenler, onun manzum hikâyelerini ve gerçekten ahlâkî öğüt veren didaktik şiirlerini örnek gösterirler. Ancak bütünüyle incelendiğinde şiirinin didaktik olmaktan ibaret kalmadığı görülür. Aslında sanatkâr ruhlu, şair yaratılışlı bir insan olan Âkif, yaşadığı toplumun bir ölüm kalım savaşı içinde bulunduğu gerçeğinden hareketle toplumdan yana, ahlâkçı ve idealist bir yolu seçmiştir. Bu ikilem dikkate alındığında en toplumsal özellikteki şiirlerinde bile yer yer lirizme ve bir çeşit mistisizme yükseldiği görülmektedir. Özellikle son yıllarında Mısır’da iç kırıklığı, vatan hasreti, yalnızlık ve hastalık gibi bedbin duygularla yüklü olarak yazdığı Gölgeler kitabındaki şiirlerin lirik vasfı öncekilere göre daha da yüksektir.
Aktif bir siyaset ve ideoloji adamı olmayan Âkif İslâmî an‘aneye uygun, danışmaya ve hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarıdır. Bu yönüyle II. Abdülhamid’in sıkı yönetiminin aleyhinde bulunmuş, ancak 1908’den önce dönemin aydınları arasında yaygın olan gizli komite faaliyetleriyle bir ilişkisi olmamıştır.
Mehmed Âkif’in itikad dışında bir dünya nizamı olarak ele aldığı İslâm’ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesi dikkati çekmektedir. Dinin cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin mânası yoktur. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraları bu konudaki kanaatlerini ifade eden bir formüldür. Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında fikirlerini sistemleştiren Âkif daha sonra bu sistemin yaşama tarzı, ahlâk, insanın kendi çevresiyle ve başka insanlarla olan ilişkileri, ilim ve teknik karşısındaki tavrı gibi teferruata inen meselelere çeşitli vesilelerle çözüm getirmeye çalışır.
Bazan doğrudan doğruya Kur’an ve hadis gibi dinin temel kaynaklarından hareket ederek bazan da yine bu temellere dayanıp daha çok kendi döneminin problemleriyle iç içe bir ifade tekniği kullanmıştır. İlkine Hakkın Sesleri ve Hâtıralar’daki âyet ve hadislerin serbest tefsirleri, ikincilere de Fatih Kürsüsünde ve Âsım ile Hâtıralar’daki “Berlin Hâtıraları” örnek olabilir. Âkif’in İslâmcılığının esasını inançta, emir ve nehiylerde kaynağını İslâm’dan alan bir hayat tarzı ile çağdaş medeniyetin İslâm’a aykırı olmayan güzelliklerinin telifi teşkil eder.
Doğu ve Batı mûsikisine ciddi derecede ilgi duyan, ney üfleyen, yüzme, taş atma (bir çeşit gülle atma), güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişidir.
M. ORHAN OKAY, M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ
Çanakkale Şehitlerine
18.MART 1915
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Goethe, öncelikle devrinde yazılmış olan Doğu seyahatnameleri vasıtasıyla bu dünyayla ilişki kurmaya çalışmış, ardından da Doğulu şairlerin şiirlerini, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in hayatını anlatan eserleri okumuştu.
Ayrıca Hz. Peygamber hakkında da derin incelemeler yapmış ve bunun neticesinde Hz. Peygamber’e yoğun bir sempati beslemişti. Bu sempati, Goethe’nin İslam’ı kabul edip etmediği tartışmalarını da beraberinde getirmişti.
Sevinç sevinç berrak
Ve yıldız yıldız parlak
Bir dağ pınarı
Üstünde beyaz bulutların
Ve kuytusunda bir yeşil yamacın
Aziz ruhlar sallamış beşiğini
Veda edip çocuk tazeliğiyle bulutlara
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini semalara
Dağ geçitlerinde
Önüne katar renk renk çakılları
Ve bağrına basar kardeş pınarları
Çiçeklenir ayak bastığı yerler
Ve nefesiyle yeşerir çimenler
Yoldaşı olur şimdi ırmaklar
Ovaları doldurur gümüş ışıklar
Bir ses yükselir pınarlardan
“Kardeş ayırma bizi koynundan,
Bekliyor Yaratan.
Yoksa bizi çölün kumları yutacak
Güneş kanımızı kurutacak
Kardeş,
Dağın ırmaklarını, ovanın ırmaklarını
Hepimizi alıp koynuna
Eriştir bizi yüce Rabbına
Ezelî Deryâ’nın yanına.”
1828’da, Goethe ‘Faust’ eserinin 2.bölümünü tamamlamış. Faust, onun için, yıllar boyu en önemli şeyi oluşturan, biçimsel olarak bir sahne eseri, fakat hemen hemen hiç sahnede sergilenmemiş, birçok şiiri gibi büyük anlama sahip olan bir eser. Yazımı 60 yıl süren bu eser, Goethe’nin geçirdiği farklı edebiyat akımlarının izlerini taşır. 1. bölüm Fırtına ve Coşku çizgileriyle donatılmış, 2. bölüm ise Klasizm ve realizm unsurlarını içerir. Araştırma ve öğrenme tutkusu içinde sürekli çabalayan insanın temsilcisi olan Faust, bir Ortaçağ bilgini olarak çağının her bilim dalını denemiş, ama ulaşmak istediği hakikati, yani evrenin sırrını çözememiştir. Faust iyi niyetle çabalayan, sürekli arayan, aktif insandır. Aktif insan Goethe’nin sanat ve düşünce dünyasında çok önemli bir yer tutar. Tabiat anlayışının da temeli gelişimdir ve bu da sürekli çalışma, çabalamayla iç içedir. Onun ölümsüzlük kavramı da çabalamak, çalışmak kavramıyla ilişkilidir, adeta bir sonucudur(Aytaç, 2006:31).
Sanat uzun, ömür ise kısadır” (Faust: 26) diyen Goethe 22 Mart 1832’de hayata veda etmiştir. Son sözlerinin “daha fazla ışık” olduğu rivayet edilmektedir. 26 Mart’ta Weimar Mezarlığı’nda Schiller’in yanında toprağa verilmiş.
Goethe’nin kendisinden sonra gelen Alman şair ve yazarlara etkisinin sürdüğü söylenebilir. Sadece edebiyat değil felsefe ve müzik alanında da Alman kültüründe ve evrensel anlamda etkisi sürmektedir. Elias Canetti, Herman Hesse, Thomas Mann, Nietzsche, Tolstoy, Stefan Zweig, Adnan Adıvar, Adalet Ağaoğlu, Yıldız Ecevit, Peyami Safa, Bayram Yılmaz ve Hasan Ali Yücel de Goethe hakkında kitaplar yazan ünlülerdir.
Nietzsche tüm hayatı boyunca Goethe’ye saygı duymuş ve Goethe’yi “sadece iyi ve büyük bir insan değil bir kültürdü. Alman tarihinde ardılı olmayan bir olaydı” diye tanımlıyor (Doğumunun 250.Yılında Goethe, haz. Gürsel Aytaç, yazı: M. Osman Toklu:161).
Thomas Mann de Goethe’ye karşı yoğun sempati duymuştur. Sadece yazar kimliğine değil, aynı zamanda tüm alışkanlıkları ve karakter özelliklerine hayran kalmış ve Goethe hakkında makale ve denemeler yazmıştır. Lotte in Weimar isimli romanında Goethe’yi yaşatmıştır ve Doktor Faustus adlı romanla Faust serilerini yeniden ele almıştır.
Herman Hesse “Goethe’ye Teşekkür” başlıklı yazısında, “bütün Alman yazarları arasında kendisine en çok borçlu olduğunun, onu en çok meşgul edenin, sıkıntıya sokanın, isteklendirenin, kendisini izlemeye ya da karşı koymaya zorlayanın Goethe olduğunu” belirtmiş ve Goethe’nin bilgeliğini de geniş bir biçimde betimlemiştir (Doğumunun 250.yılında Goethe: 169).
Alman Edebiyatının 2 Altın Çağına aynı zamanda “Alimler Çağı” denilmektedir. Goethe 2. Altın Çağ’da (1750-1830) Alman Klasizmine dahil edilir. Aydınlık Çağ, Fırtına ve Coşku, Klasik gibi dönemleri ihtiva eden 18. yy Alman edebiyatının çok renkli ve verimli bir yüzyılıdır. Alman edebiyatında Romantik Dönem 19. Yüzyıl başından itibaren görülür. Goethe bu dönemlerin hepsini yaşamıştır.
Daha Frankfurt’tayken çizim derslerini devam ettirdiği dönemlerde Antik sanat anlayışı ile yakınlaşmasına vesile olan ressam Adam Friedrich ile Leipzig’de bizzat tanışması, hayatındaki önemli karşılaşmalardan biri olmuş.
1768 Haziran’ında ağır şekilde hastalanan Goethe 1770’de Frankfurt’a geri dönmüş. Annesi ve kızkardeşinin bakıcılığında sağlığı iyiye gitmeye başlarken, aynı yıl, şiirlerinin bir araya getirildiği ‘Arnette’ adlı ilk şiir kitabını yayımlamış. Bu uzun istirahat dönemi Goethe’yi Piyetizm(aşırı dindarlık) düşüncelerine itmiş. Aynı zamanda daha sonra Faust eserinde de başvuracağı mistik ve alşimistik yazılar ve kitaplarla ilgilenmiş. Buna bağlı olarak da, aynı dönemde, ilk tiyatro eseri olan “Suça Katılanlar” komedisini ele almış.
Goethe, öğrenimine 1770 Nisan ayında, Strasburg’da devam etmiş ve burada edindiği dostlar, onun ruh ve düşünce dünyasında yapıcı rol oynamışlar. Ama edebiyat açısından dönüm noktası oluşturan dostluk, “Fırtına ve Coşku” akımının ünlü şair ve düşünürü, teolog, sanat ve edebiyat kuramcısı olan Johann Gottfried Herder’le olan arkadaşlığıdır. Herder, Goethe’yi, Homer, Shakespeare, Ossian gibi yazarların kendilerine özgü dil kullanımlarına, ayrıca halk edebiyatına yönlendirmiş ve onu edebi gelişimine önemli etkilerde bulunmuş.
Goethe, başkenti Strassburg olan Alsace bölgesinin doğasından bir hayli etkilenerek, ilk kez doğanın organik olduğunu keşfedip, tabiat bilimine ilişkin teoriler üretmeye başlamış. İnsanı da içerisine dâhil eden tüm ilişkisi kapsamında doğayı tanımaya gayret etmiş ve doğa bilimi uğraşıları eserlerinde yer almıştır ve canlı doğanın sürekli bir değişim içerisinde olduğunu tasvir etmiştir.
Sesenheim’da yaptığı bir gezinti esnasında tanıştığı papaz kızı Friederike Brion’a âşık olmuş ve ona dair yazdığı şiirler, “yeni bir lirik çağın” başlangıcı olmuş. Bu şiirleri, Alman edebiyatında, içinde yazarının hayat deneyimlerini barındıran, yaşanan birçok şeyi doğrudan işleyen sahici duyguları içeren, belli bir kalıp söylemden sıyrılarak gerçek yaşamı temel alan Yaşantılama Şiirinin ilk örnekleri olmuştur.
Goethe için, edebiyat avukatlıktan daha önemli olmuş. Hukuk öğreniminden sonra tekrar Frankfurt’a dönmüş, Osian çevirilerine, Shakespear’le yoğun ilgilenmeye başlamış. 1771-14 Ekim günü arkadaşlarına hitaben yaptığı Shakespeare konuşması, Alman edebiyatında o zamana kadar Lessing dışında kimsenin pek ilgilenmediği bu yazara yeni bir bakış açısıyla yaklaşma demekmiş. 1771 yılı sonunda ise, “Demir Elli Şövalye Berlichingen”adlı eserini kâğıda dökmüş. Çalışmasından sonra, 1773’te Götz von Berlichingen adlı dramasını yayımlamış. Bu ilk tiyatro eseri kendisinin hukuk öğrenimi sırasında ilgilendiği hukuk tarihinde dikkatini çeken bir otobiyografiden kaynaklanmış. Ortaçağ etkisiyle, coşkunluk akımı ile işlenmiş bu oyun, dönemin en zengin piyeslerinden biri olmuştur ve Ortaçağ’a ilişkin kavramları yeniden su yüzüne çıkarmıştır. Çarpıcı bir rağbet görmüş ve Fırtına ve Coşku döneminin temel yapıtı olarak kabul edilmiş.
1776 yazında, Weimar’da özel elçilik müşaviri sıfatıyla resmen göreve başlayan Goethe’yi genç dük Karl August onu yol yapımı, maden ocaklarının denetimi, müzelerin kontrolü gibi çok çeşitli işlerle görevlendirerek ona geçimini rahatça sağlayacağı bir gelir sağlamıştır. Weimar’da hem faal hayatta etkili olma fırsatı hem de iyi bir kültür çevresi bulmuş, kendini ilgi duyduğu bilimsel araştırmalara da yöneltme imkanını değerlendirmiş. Resmi faaliyetler ona birtakım mükâfatlar ve önemli bir aristokratik unvan sağlamış. Goethe, Weimar’daki ilk on yılında dergilerde bazı şiirlerini yayımlamış. Günlük işlerinin yoğunluğundan, ciddi edebiyat çalışmalarına çok az zaman ayırabilmiş. Bu dönemin iddialı çalışmaları, “ideal insan teması” trajedisinin ilk düzyazı özeti ile birlikte Egmont, Tasso oyunları ile Wilhelm Meister adlı roman çalışmaları olmuş. Weimar yıllarının aşkı Charlotte von Stein için yazdığı aşk şiirlerinin yanı sıra Erlkönig, Wanderers Nachtlied,Grenzen der Menscheit ve Das Göttliche gibi dönemin en tanınmış şiirlerini yazmış.
İtalya dönüşü Goethe, bir çok resmi görevden affedilmiştir. Evliliği de İtalya dönüşüne rastlar. Şehrin büyük burjuva ailelerinden 23 yaşındaki Christiane Vulpius’un kendisini çeken yanı “tabiata bağlı kişilik” sözleriyle dile getiren yazar onu hayat arkadaşı olarak kabul etmiştir. Yemesine içmesine düşkün, neşeli, okuma yazmayla ilgisi olmayan Vulpius, Goethe’ye adeta düşünce ve kültürün zıt kutbu olarak dengeleyici, dinlendirici bir arkadaş gibi görünmüş. Ama onunla nikahlanması Aralık 1789’da oğlu August dünyaya gelmesinden çok sonraya (1806) rastlamaktadır. August’dan sonra doğmuş olan dört çocuğundan her biri sadece birkaç gün yaşayabilmiştir. Goethe, hayatında yeri olan her kadını olduğu gibi Chiristiane Vulpius’u da ölümsüzleştirecek bir eser bırakmış: Römische Elegien. Burada Romalı Faustina’yı Vulpius’un özellikleriyle donatmış. Bir başka eseri “Gönül Yakınlıkları”ndaki Charlotte karakteri de Vulpius’un tam zıttı olmak bakımından onu çağrıştıran bir figürdür. Goethe’nin ana eserlerinden biri olan “Gönül Yakınlıkları” hem Alman klasizminin roman türündeki örneğidir hem de kalite bakımından klasiktir, yani zaman ve mekan kavramlarını aşıp her zaman ve her yerde değerini koruyan bir romandır. Eser tabiattaki kutupluluğu roman figürlerinin kişiliğinde dile getirmektedir.
1789 yılında, Goethe’nin olumsuz baktığı Fransız Devrimi, Avrupa’yı sarsmıştır. Goethe, ağır hareket edilen yeniliklerden yana olmuştur ve özellikle devrim izinde yapılan güç aşırılıklarından nefret etmiştir; diğer yandan ise, bunu eski rejimin bir kusuru olarak görmüştür. Dükalığın 1796’da, Basel’in Prusya-Fransa barış antlaşması yapmasıyla girilen 10 yıllık barış dönemi, savaşla sarsılan Avrupa’da, Weimar Klasik’in en parlak devrinin yaşanmasına imkân sağlamış.
Halk, Fransız egemenliğine karşı başkaldırırken, Goethe, zihnen Yakın Doğu’ya yönelmiştir: Arapça ve İran dili öğrenimine başlamış, Kuran’ı hatmetmiş ve İranlı şair Hafiz’i okuma fırsatı bulmuştur.
65 yaşındaki Goethe’nin bir diğer aşkı Marianna onun edebiyat ortağı ve tanrıçası olmuş. ‘Doğu-Batı Divanı’ (1819) adlı eserini tamamlayana kadar, ‘Gül ve Bülbül, Aşk ve Şarap’ adlı şiirlerin dizeleri ortaya çıkmış. Eser, Goethe’nin hayat bilgeliğini, Doğu Batı dinleri, tabiat, insanlık gibi konulardaki görüşlerini dile getirir.
Eşi Christiane Vulpius’u 1816’da yitiren Goethe,1817’de, saray tiyatrosu yöneticiliğinden istifa eder ve bir “Lebenswerk” yani ömür boyu yazılan eser niteliğindeki Faust çalışmalarına bu dönemde hız verir. Bu yıllarda, “Bitki Bilimi Öğreniminin Tarihçesi” adlı eser de ortaya çıkmıştır. Bunu, Morfoloji, Jeoloji ve Mineroloji alanlarına ilişkin fikirler başta olmak üzere, “Genel olarak Doğa Bilimlerine Dair” başlıklı eserinin serilerindeki fikirler takip etmiştir. Goethe, insanı da içerisine dâhil eden tüm ilişkisi kapsamında doğayı tanımaya gayret göstermiştir.
‘Mir ist das All, ich bin mir selbst verloren,
der ich noch erst der Göttern Liebling war;
Sie prüften mich, verliehen mir Pandoren,
so reich an Gütern, reicher an Gefahr;
Sie drängten mich zum gabeseligen Munde,
sie trennen mich – und richten mich zugrunde’
1823’da, kalp zarı iltihabı hastalığına yakalanmış. İstirahatinden sonra ise kendini manevi anlamda eskisinden daha canlı hisseden Goethe, Karlsbad’da annesiyle beraber tanımış olduğu 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow’a evlenme teklifinde bulunmuş. Yaşadığı hüsranı, eve dönüş yolculuğunda ruhundan kopan ‘Marienbad Ağıdı’ adlı eseri ile kâğıda dökmüş. Daha sonra iç dünyasında ve çevresinde daima sessizliği ve sakinliği tercih etmiş. ‘Faust’ eserinin ikinci bölümünü tekrar ele almış. Kendisi hemen hemen hiç yazmamış, fakat yazdırmış. Böylelikle Goethe, yalnızca geniş kapsamlı bir mektuplaşma ile kalmamış, aynı zamanda bilgisini ve yaşam tarzını, geçmişe dayanan bu görüşmelerde, sadakatli genç şair Johann Peter Eckermann’a emanet etmiştir.
Dünya güzeIdir, ama bir şairin gözüyIe daha da güzeI oIur.
Johann Wolfgang von Goethe (d. 28 Ağustos 1749, Frankfurt – ö. 22 Mart 1832, Weimar, Almanya) Alman edebiyatçı.
Frankfurt am Main’de doğan Goethe’nin annesi, babası varlıklı ve aydın insanlardı. Evlerinde zengin bir kütüphane ve değerli bir resim koleksiyonu vardı. Wolfgang ve kız kardeşi Charlotte bu evde büyüdü. Aydınlanma Çağı’nın düşünceleriyle yetiştirilen Goethe küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi. O yıllarda Fransız işgali altında bulunan Frankfurt’ta sergilenen Fransız tiyatro topluluklarının oyunları küçük Wolfgang’ı çok etkiledi ve Fransız edebiyatına ilgi duymasına yol açtı.
18 yaşına gelince babasının isteğine uyarak hukuk öğrenimi için Leipzig’e gitti. Orada dönemin sanatçıları, edebiyatçıları ve arkeologlarıyla tanıştı. Eski Yunan sanatına hayranlığı bu sırada başladı. Gözlerini kullanmayı, bir insana ya da nesneye bakıp geçmek yerine, onu görüp tanımayı ve anlamayı öğrendi. Başladığı her işi en iyi biçimde yaparak sonuna kadar götürmek gibi bir özelliği vardı. Leipzig’e gittikten üç yıl sonra 1768’de ağır bir hastalıkla evine dönmek zorunda kaldı. Evde kaldığı iki yıl boyunca simya ve astroloji ile ilgilendi.
1774’te yazdığı ilk romanı Genç Werther’in Acıları (Die Leiden des jungen Werther) gerek anlatımı, gerek duygularının coşkunluğu ve çağdaş gençliğin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktaki başarısıyla evrensel bir üne kavuştu. Bu romanla Alman edebiyatında Coşkunluk Akımı olarak bilinen yeni bir çığır açıldı (bak. Alman Edebiyatı). Bu yıllarda ilahiler kısa ama özlü, pırıl pırıl şiirler yazdı.
Goethe 1775’te Weimar Dükü Karl August’un çağrısı üzerine Weimar’a gitti. Dükün özel elçilik danışmanı olarak maden ocaklarını ve sulama projelerini denetlemekten, küçük Weimar ordusunun askerlerinin üniformalarını seçmeye kadar her türlü işle uğraştı. Weimar’da tanışıp âşık olduğu Charlotte von Stein, Goethe’vi her yönden etkiledi. Ondan aldığı esinle çok güzel şiirler ve baladlar (bak. Balad) yazdı. İphigenie Tauris’ta (İphiginei ouf Tauris, 1787) ve Tarquato Tasso (1780-1787) adlı yapıtlarındaki kadın kahramanlar, Charlotte von Stein den izler taşır.
Goethe, 1786’da Weimar’dan ansızın ayrılarak İtalya’ya gitti. İtalya onun için bir kaçış ve yeniden doğuştu. Duygusal ve sanatsal geçmişinden koparak kendini yenilemeye kararlıydı. İtalya’da ilk kez Eski Yunan ve Roma sanatını yakından tanıma olanağı buldu.
1794’te yazar Friedrich von Schiller‘le yaşamları boyu sürecek bir dostluk kurdu. Goethe ve Schiller’in dört cilt tutan mektupları Alman edebiyatının bu en verimli dönemine ışık tutar. Her iki yazar da dostluk yılları boyunca verdikleri ürünlerle. Alman edebiyatında Klasik Dönem’in önde gelenleri oldular. Goethe’nin 1770’te başlayarak yaşamının son yıllarına kadar yazmayı sürdürdüğü Faust adlı oyunu, yazarın başyapıtı sayılır.
Büyük tutkuIar umutsuz birer hastaIıktır. OnIarı tedavi edebiIecek oIan şey, onIarı gerçekten tehIikeIi haIe de sokabiIir.
BaşkaIarının mutIuIuğundan kendine pay çıkaran insan, en mutIu insandır.
Her zaman güvensizIik göstermek, her zaman güvenmek kadar büyük bir yanIışIıktır.
Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için vardır. düşünmeye zaman ayırın, başarının bedeIi budur.
İnsan bir şeyi sevmedikçe, onu anlamayı öğrenemez.
Schiller ilk oyunu olan Haydutlar’ı (Die Rauber) 1781’de imzasız olarak yayımladı. Düzyazıyla kaleme alınmış olan bu oyun sonraki yıl Mannheim’da sahnelendi. özünde toplumsal bir eleştiri olan bu yapıt, baskı yönetimine karşı çıktığı için büyük bir başarı kazandı. Ne var ki, dük oyundaki başkaldırı ruhundan hoşlanmamıştı. Genç yazar dükün baskısından kurtulmak için Stuttgart’tan kaçtı. 1783’te Schiller maaşlı oyun yazarı olarak Mannheim Tiyatrosu’na girdi. Burada yalnızca bir yıl çalışabildi. Yazdığı oyun geri çevrilince görevi bıraktı. 1785’te Dresden’de yazmış olduğu “Ode an die Freude” (“Neşeye övgü”) adlı şiirini sonradan büyük Alman bestecisi Ludwig van Beethoven, Dokuzuncu Senfonf sinin sonundaki koro bölümünde kullandı.
Felsefeye ilgi duyan Schiller’in estetik konusundaki yazıları İnsanın Estetik Terbiyesi üzerine Mektuplar (Briefe über die asthetische Erziehung des Menschen, 1795) adlı kitapta yer alır.
Schiller’in koşukla yazılmış olan oyunu Don Carlos (1787), beş perdelik tariksel bir dramdır. İspanya’daki mutlak krallık ve engizisyona karşı, Aydınlanma çağı’nın özgürlükçü düşüncesini ve cumhuriyet yönetimini savunur.
1787’den 1789’a kadar Weimar’da yaşayan Schiller bu arada tarih yazarlığına da yöneldi. Hollanda halkının İspanya yönetimine karşı ayaklanışını anlatan Geschichte des Abfalls der vereinigten Niederlande von der spanischen Regierung Regierung (1788; “Birleşik Hollanda’nın İspanyol Yönetiminden Ayrılmasının Tarihi”) adlı yapıtı kaleme aldı. Schiller aynı dönemde Goethe’yle tanıştı.
1789’dan 1793’e kadar Jena üniversitesin’de tarih profesörü olarak çalışan Schiller’in Otuz Yıl Savaşı Tarihi (Geschichte des dreissg jahrigen Krieges; 1791-93) adlı iki ciltlik yapıtı bu dönemde yayımlandı.
Schiller’in 1798-99 arasında yazdığı Wallenstein adlı üçleme en ünlü oyunudur. Wallenstein, Otuz Yıl Savaşları dönemindeki olayların üzerine kurulu üç bölümlük tarihseli bir trajediydi. Schiller bu oyunla Almanya’nın en büyük oyun yazarlarından biri olduğunu kanıtladı.
Büyük başarıIarın sahipIeri, küçük işIeri titizIikIe yapabiIme sabrını gösteren kişiIerdir.
Dostu da severim düşmanı da. Çünkü dost gücümü, düşman ise ödevimi gösterir.
Yaşam bir mücadeIedir, bunu kabuI et.
GençIik düşIerinizi koruyun.
Sevgi insanı birIiğe, benciIIik de yaInızIığa götürür.
Sevgi, sevginin ödüIüdür.
BiIgeIiğin, ak saçIarın biIgeIiği oIsun, fakat kaIbin, masum çocukIarın kaIbi oIsun.
Dünya tarihi, dünyanın yargıIama saIonudur.
Müzik, söylenemeyen ve hаkkındа sessiz kаlmаnın imkаnsız olduğu şeyleri ifаde eder.
Siyаh bir ışık görüyorum. Son sözleridir…
1851’deki hükümet darbesinden sonra 3’üncü Napolyon iktidara gelince Brüksel’e kaçtı. Sürgün yaşamı 1870’teki cumhuriyete kadar sürdü. Sürgün yıllarında 1852-1855 arasında İngiltere’de de kaldı. Eserlerinin çoğunu sürgün döneminde yazdı. Ünlü romanı “Sefiller” 1862’de yayınlandı ve olağanüstü ilgi gördü. Kısa sürede çeşitli dillere çevrilen bu roman, ona uluslararası düzeyde başarı getirdi. Fransız-Alman savaşının ülkesinin yenilgisiyle son bulması ve cumhuriyetin kurulmasından sonra Paris’e döndü.
Eğitimi düzensiz oldu. Ama Latin edebiyatıyla ilgili sağlam bir eğitim gördü. Hukuk Fakültesi’ne girdi. 1816’dan sonra edebiyata yöneldi. 1819-1821 arasında “Conservateur Litteraire” adlı bir dergi çıkardı, 1821’de hayatta en büyük desteği olan annesini kaybetti. Bir yıl sonra çocukluk aşkı Adele Foucher ile evlendi. Aynı yıl ilk şiir kitabı “Odlar ve Çeviriler” yayınlandı. 1822’de ilk romanı “İzlanda Hanı” çıktı. Bu kitapla edebiyat dünyasını kendisini kabul ettirdi. Romantizme bağlı bir yazar olarak tanındı.
Yazdığı oyunlardan “Marion de Lorme” sansür tarafından yasaklandı. “Hernani” oyununu yazarak karşılık verdi. Bu başkaldırış ününü artırdı, onu liberallere yaklaştırdı. 11’inci Louis dönemini anlatan romanı “Notre Dame’ın Kamburu” edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştırdı. Bu başarılarla yoğun bir çalışmaya girdi. 1841’de Fransız Akademisi’ne seçildi. 1845’te Soylular Meclisi’ne aday gösterildi. Bu sırada kızının kocasıyla birlikte boğulması üzerine yazmaya ara verdi.
Helen Keller’ın otobiyografisi olan The Story of My Life’tan 1957 televizyon dizisi The Miracle Worker doğdu. 1959’da aynı hikaye Keller rolünde Patty Duke ve Sullivan rolünde Anne Bancroft ile Broadway tiyatrolarında canlandırıldı. Aynı aktrisler oyunu 1962’de Karanlığın İçinden filminde oynadı ve film ödül aldı.
Yaşamı boyunca 1936’da Theodore Roosevelt Üstün Hizmet Madalyası, 1964’te Başkanlık Özgürlük Madalyası ve 1965’te Kadınlar Onur Listesi (Women’s Hall of Fame) seçilme de dahil olmak üzere birçok onursal ödül aldı.Keller ayrıca Temple Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi’nden fahri doktora dereceleri aldı. Buna Glasgow, İskoçya; Berlin, Almanya; Delhi, Hindistan; ve Güney Afrika’daki Witwatersrand, Johannesburg üniversiteleri de dahildi. İskoçya Eğitim Enstitüsü Onursal Üyesi seçildi.
Helen Keller, inanç, körlüğü önleme, doğum kontrolü, Avrupa’da faşizmin yükselişi ve atom enerjisi gibi konularda 475’in üzerinde konuşma yaptı ve deneme yazdı. Helen el yazmalarını hazırlamak için braille daktilo kullanır ve sonra bunları normal bir daktiloya kopyalardı.
Helen Keller 20. yüzyılın ilk yarısında kadınların oy hakkı, pasifizm, doğum kontrolü ve sosyalizm gibi sosyal ve politik meseleleri ele aldı. ABD’nin I. Dünya Savaşı’na müdahalesini eleştirdi. Kendisini önce yazar olarak gördüğünden pasaportunda mesleğinin yazar olduğunu belirtti.
Üniversiteden mezun olduktan sonra dünyayı ve başkalarının hayatlarını iyileştirmeye nasıl yardımcı olabileceğine dair daha fazla bilgi edinmek için yola çıktı. Hikayesi Massachusetts ve New England’ın ötesine yayıldı. Deneyimlerini izleyicilerle paylaşarak ve engelli olan başkaları adına çalışarak tanınmış bir ünlü ve öğretim üyesi oldu. Kongre önünde ant içti ve kör insanların refahını artırmayı şiddetle savundu.
Helen Keller üniversiteden mezun olduktan kısa süre sonra John Macy ile olan dostluğundan dolayı Sosyalist Parti’ye üye oldu. 1909 ve 1921 arasında sosyalizm hakkında çeşitli makaleler yazdı ve Sosyalist Parti başkan adayı Eugene Debs’i destekledi. Sosyalizm üzerine yazdığı “Out of the Dark” başlıklı makalelerinde sosyalizm ve dünya meseleleri hakkındaki görüşlerini anlattı
1948’de General Douglas MacArthur tarafından Amerika’nın ilk İyi Niyet Elçisi olarak Japonya’ya gönderildi. Ziyareti büyük bir başarıydı; iki milyona kadar Japon onu görmeye geldi ve Japonya’nın kör ve engelli nüfusunun farkındalığını artırdı. 1955’te 75 yaşındayken hayatının en uzun ve en zorlu yolculuğuna başladı: Asya genelinde 64.000 km’lik beş aylık bir yolculuk yaptı. Hem varlığıyla hem de birçok konuşma yaparak milyonlarca insana ilham ve cesaret verdi.
Anne Sullivan 1905’te Harvard Üniversitesi’nde öğretim görevlisi bir sosyal eleştirmen ve önde gelen sosyalist olan John Macy ile evlendi. Anne Sullivan evlendikten sonra Keller’ın rehberi ve akıl hocası olmaya devam etti. Keller onların evinde yaşamaya başladığında her ikisi de başta tüm dikkatlerini Keller’a vermişlerdi. Ancak Sullivan’ın Keller’a olan bağlılığı hiç zayıflamadı ve Sullivan ve John yavaş yavaş birbirinden uzaklaştılar. Çift birkaç yıl sonra ayrıldı ancak asla boşanmadı.
Helen Keller 1890’da konuşmayı öğrenmek istediğini ifade etti. Sullivan, Helen’ı Boston’daki Horace Mann Sağırlar Okulu’nda konuşma derslerine başlattı. Konuşmayı öğrenerek başkalarının onu anlayabilmesi için 25 yıl uğraşacaktı. Keller 1894 – 1896 arası New York’ta Wright-Humason Sağırlar Okulu’na katıldı. Orada iletişim becerilerini geliştirmeye çalıştı ve düzenli olarak akademik konular üzerinde çalıştı. Hikayesi halk tarafından bilindikçe Helen Keller ünlü ve etki sahibi insanlarla tanışmaya başladı. Bunlardan biri ondan çok etkilenen yazar Mark Twain’di. İkili arkadaş oldu. Twain onu Standart Oil yöneticisi arkadaşı Henry H. Rogers ile tanıştırdı.
Kızına cevap bulmak isteyen Keller’ın annesi 1886’da Charles Dickens’ın yazdığı American Notes adında bir gezi günlüğüne rastgeldi. Başka bir sağır ve kör çocuk Laura Bridgman’ın aldığı başarılı eğitimi okudu ve kısa süre içinde Keller ve babasını Baltimore şehrine göndererek Dr. J. Julian Chisolm ile görüşmelerini sağladı. Keller’ı inceleyen Chisolm, o zamanlar henüz sağır çocuklarla çalışan telefonun mucidi Alexander Graham Bell’i görmesini tavsiye etti. Graham Bell, Keller ve ailesi ile bir araya geldi ve Boston’daki Perkins Görme Engelliler Enstitüsü’ne gitmelerini önerdi. Orada, okulun müdürü Michael Anaganos ile bir araya geldiler. Keller’a enstitünün en son mezunlarından 20 yaşındaki Anne Sullivan ile çalışması önerildi.
Anne Sullivan, Helen ile kıyaslandığında ondan pek farklı bir çocukluk geçirmemişti. Fakir İrlandalı göçmen bir ailenin kızı olarak devlet bakımı altına alınmış ve Massachusetts’teki Tewksbury Almshouse hastanesinde bir koğuşta dört korkunç yıl geçirmişti. Öğrencisi Helen’dan 14 yaş büyüktü ve ciddi görme sorunları yaşamıştı. Anne Sullivan, görmesi kısmen iyileşene dek genç yaşta birçok operasyon geçirmişti.
Helen Keller Amerikalı bir eğitimciydi. Kör ve sağırların savunucusu olan ACLU’nun kurucu ortağıydı. 19 aylıkken bir hastalığa yakalanan Keller kör ve sağır kaldı. Anne Sullivan 1887’den başlayarak Keller’e öğretmenlik etti ve iletişim yeteneğinde muazzam bir ilerleme kaydetmesine yardımcı oldu. Keller 1904’te üniversiteden mezun oldu. Yaşamı boyunca birçok onursal başarı ödülü aldı. Keller 27 Haziran 1880’de Alabama’nın Tuscumbia şehrinde doğdu. Arthur H. Keller ve Katherine Adams’ın iki kızından biriydi. Keller’ın babası Amerikan İç Savaşı sırasında Konfederasyon Ordusu’nda subay olarak görev yapmıştı. Ayrıca iki büyük üvey erkek kardeşi vardı.
Aile özellikle zengin değildi ve gelirini pamuk ekimlerinden elde ediyordu. Ancak baba Arthur daha sonra haftalık yerel bir gazete olan Kuzey Alabamian’ın editörü oldu. Keller görme ve duyma duyularıyla doğdu ve sadece 6 aylıkken konuşmaya başladı. Yürümeyi 1 yaşında öğrendi.
Keller 19 aylıkken hem görme hem de işitme duyusunu kaybetti. 1882’de, aile doktoru tarafından “beyin ateşi” adı verilen ve yüksek vücut ısısına neden olan bir hastalığa yakalandı. Bazı uzmanlar bunun kızıl ateş veya menenjit olabileceğini düşünmesine rağmen hastalığın gerçekten ne olduğu bugün hala sır olarak kalmaktadır. Ateşin başlamasından birkaç gün sonra, Keller’ın annesi kızının çalan yemek ziline veya yüzünün önünde sallanan ele tepki göstermediğini fark etti.
Keller büyüdükçe aile aşçısının kızı Martha Washington ile sınırlı bir iletişim yöntemi geliştirdi. İkisi bir tür işaret dili geliştirmişti. Keller 7 yaşına geldiğinde ikili birbiriyle iletişim kurmak için 60’tan fazla işaret kullanıyordu. Helen Keller bu süre zarfında çok hırçın ve asi olmuştu. Kızgın olduğunda tekmeleyip çığlık atar ve mutlu olduğunda kontrolsüz bir şekilde kıkırdardı. Arkadaşı Martha’ya acı çektirir ve ailesine karşı öfke nöbetleri geçirirdi. Birçok aile akrabası onun topluma kazandırılması gerektiğini belirtti.
Çoğu insan gerçek mutluluğun kaynağı konusunda yanılır. Gerçek mutluluk için kendini tatmin etmek değil, kendini buna değecek bir şeye adaman gerekir.
Her şeyin öğreteceği bir ders ya da anlatacağı bir şey olduğunu düşünmeyi, yaban lalesi ağacının zarif gölgesinde otururken öğrendim. Varlıkların güzelliği bana onların varoluş nedenlerini öğretti. Bunun adı nedir? Bu adın şeyi nedir? Bu soruların cevabını bulmak, hem öğretmenin hem de öğrencinin bir piyano taşıyıcısının kuvvetine, bir kömür madencisinin sessiz sabrına ve bir şairin inceliğine sahip olmasını gerektiriyordu. Zaman içinde düşüncesiz iyimserliğim, yerini daha derin bir inanca bıraktı. Bu inanç, sorunların çirkin yanlarını görmemi, aynı zamanda daha iyi için ümit etmeyi, yenilgi karşısında bile yıkılmadan savaşmamı da sağladı Üniversiteye başlamadan önce kendimi ve aklımı tartmak için düşünmeye zamanım olurdu. Ama artık düşüncelerim ile baş başa kalmak için zamanım yoktu. Öğrenciler sanki oraya düşünmeye değil sadece öğrenmeye geliyorlardı. Öğrenmenin kapısından giren, yalnızlık, kitaplar ve hayal kurma gibi mutluluk dolu alışkanlıkları dışarıda bırakıyordu.
Bence yazı yazmanın en zor yanı eğitilmiş bir aklın, karmaşık düşüncelerimizi, yarım duygularımızı, yarım düşüncelerimizi kağıda dökmesidir. Yazı yazmak bulmaca çözmeye benzer; aklımızda bir resim vardır ve yaptığımızın o resme benzemesini isteriz. Kimi zaman yazdığımız sözcükler yerine uymaz ya da sığmaz ama biz yine de denemeye devam ederiz çünkü bizden önce başarmış olanlar vardır ve bizim de pes etmeye niyetimiz yoktur.
Ruhumda hiç bitmeyen bir sessizlik ve derin bir boşluk var. Konuşamıyorum, duyamıyorum ve göremiyorum. Bunun için kaderimden şikayet edebilirim belki, ancak bir ses bana Kendini unutmak bir mutluluktur. diye fısıldıyor. Böylece ben de başkalarının gözlerindeki ışığı kendi güneşim, kulaklarındaki senfoniyi kendi müziğim, dudaklarındaki gülüşü kendi mutluluğum yapmayı öğrendim.
Karanlığın ve sessizliğin de kendine göre harika yanları var ve ben elimdekilerle mutlu olmayı öğrendim.
Karakter kolaylık ve sükûn içinde geliştirilemez. Sadece denenme ve acı çekme yoluyla ruh güçlenebilir, görüş berraklaşır, istek körüklenir ve başarı elde edilir.
Fakirlerin yaşadığı kirli ve dar sokaklarda dolaştığımda güzel ve büyük evlerde yaşayan insanların bunu hiç düşünmeden ne kadar mutlu olduklarını düşünmek beni isyana sürüklüyor.
Sessizlik ruhumun üzerinde oturuyor. Sonra umut bir gülümseyişle ortaya çıkıp bana şöyle fısıldıyor: Neşenin kaynağı kendini unutmaktır, başkalarına yardım et.
Bilgi mutluluktur. Çünkü bilgi , geniş ve derin bilgi , doğruyu yanlıştan ayırmayı sağlar ..
Kör olmaktan daha kötü olan tek şey, görebilip de, görüşü olmamaktır.
Bilgim arttıkça içinde yaşadığım dünyaya sevgim de arttı.
Ancak her kralın ataları arasında bir köle, her kölenin de ataları arasında bir kral olduğu doğrudur.
Bilgi, sevgidir, ışıktır ve görmektir.
Uygulanmayan fikirlerin hiçbir değeri yoktur.
Dünya acıyla dolu belki, ama bir o kadar da acıyı alt edişle dolu.
Karakter kolaylık ve sükûn içinde geliştirilemez. Sadece denenme ve acı çekme yoluyla ruh güçlenebilir, görüş berraklaşır, istek körüklenir ve başarı elde edilir.
Eğer hayat sadece sevinçle dolu olsaydı, hiçbir zaman cesur ve sabırlı olmayı öğrenemezdik
Dünya işlerindeki payım sınırlı olabilir, ama değerlidir.
Stefan Zweig, sadece kitaplarıyla gündeme gelen bir yazar değil, daha fazlasıydı. Duruşundan, düşüncesinden ödün vermeyen, anlatım açısıyla, kurduğu cümlelerle günümüzde de popüleritesini koruyan yaşamı boyunca intiharı düşünen ve savaşa karşı olan bir yazarın hikayesiydi bu. Benlik kavramını iliklerimize kadar hissettiğimiz bir buhranın içerisinden kaçışını anlatan kimliğini bulan, aidiyetinden kovulan bir insan için; “Dünyanın en önemli şeyi, insanın kendi kendisi olmayı bilmesidir. İnsanı soylu kılan, makam, kanın ayrıcalığı, yeteneği değil, kişiliğini korumayı ve kendine özgü biçimde yaşamayı başarma ölçüsüdür.”
Stefan Zweig, kırkı aşkın öykü ve roman, Balzac, Magellan ve Maria Stuart gibi isimlerin de yer aldığı yirmiye yakın biyografi ve tarihsel çalışma ve üç oyunu, edebiyat tarihine miras bırakmıştır.
Ruhunu geniş tutmasını erken öğrenebilmiş kişi, sonraları dünyaya içine sığdırılabilir.
Gözler az gördüğü, kulaklar az duyduğu ölçüde hayal gücü artar.
Bir kişi kendisinden başka her şeyden kaçabilir.
İnsanın vicdanı hatırladığı müddetçe hiç bir hata unutulmuş değildir.
Kararlarımız, kabul etmek istemesek de büyük ölçüde sosyal konumumuzla sağladığımız uyuma ve çevreye bağlıdır. Düşüncelerimizin büyük kısmı genellikle önceden edinilmiş izlenimlerin ve etkileşimlerin doğal bir sonucudur.
Hitler’in etkinliğinin başlamasının ardından Zweig yakalanmak ve sürgün edilmek üzere kara listeye alınır ve ülkesini terk etmek durumunda kalır. Oradan Londra’ya geçen ve İngiliz vatandaşlığını alan Zweig ve ikinci eşi, Hitlerin batıya ilerlemesinden dolayı burada rahat edemez ve Amerika, Arjantin, Paraguay ve en son da Brezilya’ya yerleşir.
Felaket, yüzüne kapı kapansa, bir başka kapıdan sokulmasını bilir.
“Savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler” sözüyle insanları savaştan uzak tutmaya çalışır. İnsanlara gerçeği göstermeye, elde edecekleri hüznü anlatmaya çalışır. Edebiyat çevresiyle birlikte birçok yazı yazar. Cephede yaşadıklarını “Yeremya” adlı eserde topladıktan sonra, yazdıkları yüzünden askerlik görevinden muaf tutulur ve atılır.
Bu dönemde Zürih’e taşınır ve gazetelerde savaşı desteklemediğini, hümanist bir davranış sergilediğini ve tarafsız olduğunu beyan eder. Burada bir süre kaldıktan sonra savaşın bitmesinin ardından ülkesine döner ve burada ilk evliliğini yapar. Yazmaya devam eden Zweig, edebiyat dünyasında tanınır bir üne kavuşur. Birçok etkinliğe davet edilir. Yazdıklarıyla seveni olduğu kadar savaş karşıtı görüşleri sebebiyle sevmeyeni de çoktur. Sokaklarda yazdıkları yakılmaya başlanır, kendisi ve diğer yazarlar hakkında karalama kampanyaları düzenlenir.
Üniversite yılarına geldiğinde yazmaya daha çok önem verir, Neue Freie Presse gazetesinin kültür sayfalarında yazar. Burada hatırlı edebiyat çevresinde yaşayan dostlar edinir, kendisi de felsefe eğitimi aldığı için arkadaşlarıyla sürekli uzun süren edebiyat sohbetleri düzenler. Zweig bu dönemde hem kendi anlatım tekniğini bulmuştur, hem gazetede yazarlık yapmıştır, hem çeviri romanlar hem de kendi şiirlerini yazmaya başlamıştır.
1. Dünya Savaşı başlayınca vatani görevini yapmak için orduya katılır, burada üç yıl boyunca savaş arşivinde çalışır, görevi hakkında ise şu sözleri sarf eder: “Övünülecek bir görev olmadığını açıklayayım; ama böyle bir iş, Rus köylüsünün bağırsaklarını süngüyle delmekten daha uygundu bana.” sözleriyle farklı bir bakış açısını aralayarak, insanlara yavaş yavaş savaşın iç yüzünü göstermeyi hedefler. Ama zaman içerisinde gördüklerinden sonra, savaşın anlamsızlığını fark eder. Gözlerini açar, kanı, vahşeti, çocukları görür ve en büyük uyanışı böyle başlar.
İnsanlar nasıl konuşulması gerektiğinin dersini alırlar; ama en büyük ilim, nasıl ve ne zaman susulması gerektiğini bilmektir.
Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.
Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.
Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir.
“Ben Rusya’da Tolstoy’un mezarından daha muhteşem, daha etkileyici bir yer görmedim. Ormanın derinliklerine yerleştirilmiş bu yüce kutsal mekân tek başına ve yapayalnızdı. Hiç kimsenin uğramadığı ve hiç kimsenin korumadığı, sadece birkaç büyük ağacın gölgelediği, dikdörtgen biçimindeki bir toprak yığınından başka bir şey ifade etmeyen bu tepeye, dar bir patika yoldan gidiliyordu. Torununun mezarı başında bize anlattığına göre, boylu boyunca uzayıp giden bu ağaçları Lev Tolstoy kendi eliyle dikmişti. Erkek kardeşi Nikolay ve kendisi, çocukluklarında bir köylü kadından bir efsane dinlemişlerdi, efsaneye göre ağaçların dikildiği yer, dikenlerin mutluluk mekânı oluyordu. İşte bunun için oyun oynar gibi onlar da birkaç fidan dikmişti. Yıllar sonra yaşlı bir adam olan Tolstoy bu olayı yani ağaç dikilen yerin mutluluk mekânı olacağını anımsamış ve kendi elleriyle diktiği ağaçların altına gömülmeyi istemişti. Arzusu yerine getirilmiş, isteğine uygun olarak oraya defnedilmişti ve burası, insanın duygularını altüst eden bu sadelik sayesinde, dünyanın en etkileyici mezarı oldu.
Ormandaki gür ağaçların ortasındaki bu dikdörtgen biçimindeki küçük toprak yığınının üstünde (nulla crux, nulla corona!) ne bir haç ne mezar taşı ne de bir yazıt vardı. Adı ve ünü yüzünden hiç kimsenin çekmediği kadar acı çeken bu büyük adam, tesadüfen bulunmuş bir sokak serserisi, kimliği bilinmeyen bir asker gibi üzerinde adının yazmadığı bir mezara gömülmüştü. Onun bu son dinlenme yeri herkesin ziyaretine açıktı. Çevresindeki ince parmaklık da kapalı değildir. Ömrü boyunca huzursuz bir yaşam süren bu adamın sonsuz huzura kavuştuğu bu yeri, insanların gösterdiği büyük saygıdan başka hiçbir şey korumuyor. Genelde gösterişli mezarlara yoğun ilgi gösterilirken bu mezarın sadeliği karşısında insan büyüleniyor. Bu isimsiz ve sahipsiz adamın mezarında Tanrı kelamı gibi uğuldayan rüzgârdan başka hiçbir ses duyulmuyor. İnsan burada yatan adamın herhangi bir Rus olduğunu düşünerek önünden geçip gidebilir. Ne Napoleon’un Les Invalides’in mermer kemerlerinin altındaki mezarı ne Goethe’nin prensler mezarlığındaki tabutu ne de Westminister’daki o ünlü mezarlar, üzerinde hiçbir sözün ve mesajın yer almadığı, sadece rüzgârın hışırdattığı bir ormanın içindeki bu sade mezar kadar insanın içini burkar.” / Stefan Zweig – Dünün Dünyası – Sayfa 387-388
Tolstoy, yaşadığı son yıllarda zamanının çoğunu din, toplum, ahlâk, sanat konularındaki görüşlerini anlatan yazılar yazmaya ayırıyordu. En çok dikkat çeken ise Tolstoy’un, Hz. Muhammed’in hadislerinden derlediği bir kitap çıkarması olmuştu şüphesiz. Bu kitap çok tartışıldı, çok konuşuldu. Dünya edebiyatının dev yazarı Tolstoy’un, ölümünden bir yıl önce Hz. Muhammed’in hadislerini bir kitapta derlediği haberi büyük merak uyandırmıştı. Fakat Tolstoy’un bu kitabının Rus halkını etkilememesi için uzun yıllar saklandığı da söyleniyordu. Tolstoy yaşamının son dönemlerini din, toplum, ahlâk, sanat konularındaki görüşlerini anlatan yazılar yazmaya ayırdığı biliniyor. 1908 yılında Hindistanlı alim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” kitabını okuduğunda ise bu kitaptan çok etkilendiği söyleniyor. Hz. Muhammed’in din ve ahlak üzerine hadisleri, Tolstoy’un din anlayışına yeni kazanımlar getirmiş.
Araştırmalar şunu gösteriyor; Dönemin Rus aydınları, Tolstoy’u ilahi bir kuvvete sahip görüyor ve onun İslamiyeti kabul etmesinin Rus toplumu içinde İslama dair güçlü bir akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy’un, Hz. Muhammedin hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. 1978 yılına gelindiğinde ise bu derlemenin giriş bölümü yayınlatılmak isteniyor. Fakat sansür kurulu yine yayına izin vermiyor. Son çare olarak Moskova’ya başvuruluyor ve yıllar sonra nihayet izin çıkıyor.
1978 yılında ilk defa olarak Azerbaycan basınında Azeri Türkçe ’sinde ve Rus dilinde yayınlanır. Kitap, Rus Yelena Vekilova’nın Tolstoy ile oğulları üzerine yaptığı mektuplar da yer alıyor. Vekilova iki oğlunun babalarının dini İslam’a meylettiğini, Rus ve Hıristiyan olarak kendisinin ne yapması gerektiğini danışıyor Tolstoy’a. Tolstoy çarpıcı bir yanıt veriyor; “Muhammediliğe, Hristiyan dininden daha fazla önem vermelerine gelince, ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür.” Tespitlerini ve şahsi düşüncelerini aktarmaya devam eden Tolstoy mektubuna şu şekilde devam ediyor; “Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammedliği; tek Allah’ın ve onun Peygamberini kabul ederdi…”
Tolstoy, 3. en büyük romanı Diriliş’i 1899’da yazdı. Ama yayınlandığında pek ses getirmemişti. Akraba evinde hamile bırakıp terk ettiği evlatlık Katya’yı yıllar sonra, ahlaki anlamda bozulmuş ve birini zehirleme suçuyla yargılanırken gören Prens Nehludov’un ruhani dirilişi, Tolstoy’un kiliseyle arasını iyice açtı. Kilise, yazarı ateist olmakla suçlayacak ve 1901’de afaroz edilecekti.
“Kurtuluş ve diriliş trajediyi yok etmek mi yoksa sadece teselli mi? Bu dünyada doğruluk yok. Hiçbir ceza, bir haksızlığı telafi edemez; çünkü geçmiş, değiştirilemez. Haksızlık görenler kayıplarıyla kalırlar. Eğer ki başka bir dünyada hak yerini bulacaksa, burada kaybedilen bir şey haksızlık gören kişilere orada geri verilecekse, o verilen şey hayatı dolduran şey değildir; sadece bir tesellidir. Kaybedilen bir şeyin bir daha hiçbir zaman yeri doldurulamaz, çünkü kaybedilen şeye kaybolduğu anda ihtiyaç vardı.”
Daha sonraki yıllarda yazacağı Kroyçer Sonatı adlı eseri kadınları aşağıladığı için Nobel Jürisi tarafından ödül verilmemesinin nedeni gösterildi. Eserde, tensel sevgi yargılanmalı yaşam ülküsü olarak tam bir sofuluk benimsenmeliydi. “Yaşamda lükse ait ne varsa hepsi onu arayan, onu değerlendiren kadınlar içindir. Atölyeleri, tezgahları, hatta fabrikaları teker teker geziniz. Bunların tümünün anlamsız, anlamsız olduğu kadar gereksiz birtakım kadın süsleri üretmekle meşgul olduğunu göreceksiniz. Nice nesil milyonlarca emekçi, bu manasız kadın hevesleri uğruna mahvolup gitmiştir. Tokalar, kolyeler, takılar… Möble, dekorasyon, her tür incik boncuk. Ve bunca emek, sırf kadının kaprislerini doyurmak için. Sonsuz güce sahip kraliçeler gibi, kadınlar, tarih boyunca insanoğlunun yüzde dokuzunu köleler gibi çalıştırmış ve sömürmüştür.” Kroyçer Sonatı
Bu romanından sonra 3 yıl kadar kilisenin emrettiği kurallara uygun ,dindar biri gibi yaşasa da daha sonra dini, kiliseyi sorgulamaya başladı. Tolstoy, Hristiyan inanışına dair düşüncelerini açıkça ortaya koyduğu kitabı Neye İnanıyorum‘u yazdı. Sonraki yılları ağır bunalım hatta intihar düşüncesiyle geçti. 1886’da İvan İlyiç’in Ölümü adlı unutulmaz eserini yazdı. Yüksek rütbeli bir yargıcın, ömrünü maddi esenlik, para ve saygınlık içinde geçirmiş bir insanın, ölümün eşiğinde, tüm yaşamının nasıl bir anlamsızlıklar ve saçmalıklar yığını olduğunu kavramasının öyküsüdür.
“İvan İlyiç’ i üzen bir şey daha vardı. O da kimsenin ona yeterince acımamasıydı. Çektiği onca acıdan sonra biri ona hasta bir çocuğa acır gibi acısın istiyordu. Çocuklar gibi sevsinlerdi onu, avutsunlar, okşasınlar, başında oturup ağlasınlardı…” İvan İlyiç’in Ölümü
Dinle ilgilenmeye, yazmaya başladı. Bu duruma üzülen eşini mutlu etmek için Anna Karenina‘yı yazdı. Realist bir eserdir. Tolstoy, bu eserinde kişileri tek tek ruhsal açıdan incelemiş, romanına psikolojik boyut kazandırmıştır. Anna Karenina’da dürüst bir evliliğin getirdiği mutlulukla evlilikteki yasak aşkın yol açtığı yıkım anlatılır. Roman 19. yüzyıl Rus aile yapısı hakkında bilgiler verir. Roman şu cümleyle başlar: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Aslında romanı yazarken çok zor şeyler yaşamıştı. 3 çocuğunu kaybetmiş, karısı hastalanmıştı. Bu romanında, tıpkı Savaş ve Barış’ta olduğu gibi biyografik öğeler vardır. Romanda, Kitty ve Levin’in ilişkisini, aslında eşi Sofya ile kendi ilişkisinden esinlenerek yazmıştır.
O adamla burada görüşmeyeceksin ve ne toplumun ne de hizmetçilerin seni ayıplayabileceği bir davranışta bulunmayacaksın… Onu görmeyeceksin. Ve bunun karşılığında, görevlerini yerine getirmeden de, sadık bir eşin tüm ayrıcalıklarına sahip olacaksın. Sana söyleyeceklerimin hepsi bundan ibaret. Şimdi gitme vaktim geldi. Akşam yemeğini evde yemeyeceğim. Ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü.”
Bu dönemde Çağdaş İlyada olarak adlandırılan Savaş ve Barış’ı yazdı. Savaş ve Barış, Rusya’nın Fransa tarafından istilası döneminde yaşanmış olayları ve Napoléon döneminin Rusya’da Çar toplumuna etkisini, bu etkinin doğurduğu sonuçları 5 asil aileden örnekler vererek anlatıyordu. Eserinin yayınlanmasından sonra yine bunalıma girdi. / Savaş ve Barış
“Piyer tutsaklıkta, barakada iken aklıyla değil, bütün varlığıyla, bütün yaşamıyla insanın mutluluk için yaratılmış olduğunu, mutluluğunu da kendi içinde taşıdığını, mutluluğun insanın kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olduğunu, bütün mutsuzluğun da yoksunluktan değil, fazlalıktan ileri geldiğini anlamıştı. Ama şimdi, yola koyulduklarının bu üç haftası içinde yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti. Öğrenmişti ki, dünyada korkulacak hiçbir şey yoktu. İnsanın tam anlamıyla mutlu, tam anlamıyla özgür olmasını sağlayacak bir çare bulunmadığı gibi, tam anlamıyla mutsuz, tam anlamıyla özgürlükten yoksun olmasına yol açacak bir durum da olamazdı; bunu öğrenmişti. Anlamıştı ki, acının da, özgürlüğün de sınırı vardı ve mutlulukla mutsuzluğun sınırı birbirine çok yakındı.”
“Kardeş, arkadaş, karı-koca, efendi, uşak gibi hep bir arada yaşayan insanların aralarında tam bir içtenlik olmadığı zamanlardaki bakışları, davranışları, belirsiz gülümsemeleri altında sezilen gizli ilişkileri kim fark etmemiştir? Gözleriniz şöyle rasgele karşılaştığı sırada bütün söylenmemiş istekleriniz, düşünceleriniz, bunu karşınızdakinin anlamış olmasının doğurduğu korku, duraksama, çekingen bakışlarınızda okunur.” İlk Gençlik
Savaşın insanları ölüm makinası haline getirmesi onu çok rahatsız ediyordu. Bu durumdan yazarak kurtuluyordu. Savaşın insan ruhunda yarattığı çelişkileri anlattığı yoğun bir lirizmle yazdığı Sivastopol Hikayeleri’ni okuyan Çariçe çok etkilenmiş, Çar da kitabın Fransızca’ya çevrilmesine, yazarında cepheden alınıp güvenli bir yere yerleştirilmesini emreder. “Beni acı bir şüphe yakaladı. Bütün bunlar hiç anlatılmasa herhalde daha iyi olacaktı. Belki de anlattıklarım, her ruhun derinlerinde uyuklayan ve açığa vurulmaması gereken şu kötü gerçeklerdendir. Çünkü bunlar sadece zarar verirler, şarabı bozmaması için nasıl fıçının dibindeki tortu şaraba karıştırılmazsa bunlara da dokunulmamalıdır. Ama sakınacağımız kötülük nerede? Benzemeye çalışacağımız güzellik nerede? Kim alçak ve kim kahraman? Her şey iyi ve her şey kötüdür.” Sivastopol Hikayeleri
Artık edebiyat çevrelerince tanınıyordu, ama mutlu değildi. Özellikle kişilikleri farklı olan Turgenyev ile ilişkileri çok gerilimliydi. Hatta Tolstoy onu düelloya çağırmıştı. Bu çevreden uzaklaşmak için 1857’de Paris’e gitti. Orada tanık olduğu bir idam onun için travmatik oldu, hayata bakışını değiştirdi. Aynı yıl otobiyografik 3. romanı Gençliğim basıldı.
“Doğuştan sıkılgan bir çocuktum, çirkin oluşuma inancım sıkılganlığımı daha da arttırıyordu. İnancıma göre, insanın kişiliği ve eğilimleri üzerinde en belirleyici etkide bulunan şey, insanın dış görünüşüydü; hatta belki de bundan da çok, güzel ya da çirkin oluşu konusunda insanın kendi kendisi hakkında ne düşündüğüydü.”
Tolstoy yine köyüne döndü. Bu kez köylülerin eğitimi ile ilgilenecek, bunun için 13 okul kuracaktı. Modern anlamda eğitim vermeyi amaçlıyordu ama gizli polisin tacizleri nedeniyle kapattı. Uzun zamandır tanıdığı, çarlık maiyetinden bir doktorun kızı olan on altı yaşındaki Sofya Andreevna Behrs (aile çevresinde “Sonya”) ile evlendi. Aslında çocukken annesine aşıktı, kadını kıskandığı için 9 yaşındaki kızı balkondan itmişti. Tolstoy 33 yaşında, Sofya ise 16 yaşındaydı. Düğünden önce, aşklarla dolu geçmişini bilmesi için geline günlüğünü okutması bu evliliği tehlikeye soksa da, daha sonra Sofya Andreyevna da, kocasının önerisi üzerine, neredeyse sadece onunla ilişkilerine adanmış bir günlük tuttu. Eşler günlüklerini birbirlerine gösterdiler, hatta Tolstoy eşinin defterine notlar düştü.
Sofya Andreyevna’nın, kocasının kitaplarının sansürce yasaklanması üzerine bizzat Moskova’ya çarın huzuruna çıkacak kadar ailesine bağlılığını da gösterdiği mutlu bir evliliğe karşın, Tolstoy ile dünya görüşleri farklıydı. 8’i hayatta kalan 13 çocuğu oldu. Eşi, yazılarını yazdı, müsveddelerini düzenledi. Sanatını öldürdüğünü düşündüğü dinden de uzak tutmaya çalıştı. / Gençliğim
Tolstoy’un Edebi Hayatı: Yazarın ilk eseri Çocukluk yoksul köylülerle iç içe yaşadığı dönemde yazılmıştır. Köylülerin daha iyi şartlarda yaşamasına hayatı boyunca önem vermiştir. Sivastopol’da asteğmen olarak görev aldığı dönemlerde Sivastopol Hikayelerini yazmıştır. Bu dönemde ordudan ayrılmış ve yazar olmaya karar vermiştir. Evliliğinin ilk yıllarında en önemli eserleri olan Savaş ve Barış ile Anna Karenina’ yı yazmıştır. Hatta Savaş ve Barış’ın düzeltmelerini tam 12 kez yapmıştır.
“Kroyçer Sonat”, “Efendi ile Uşak”, “Karanlıkların Gücü”, “İman nedir”, “İnciler”, “Kilise ve Devlet”, “İtiraflarım” gibi eserlerini de aynı dönemlerde yazmıştır. Dogmatik Teolojinin Eleştirisi kitabı ile tepki toplamıştır. Onun ardından ise “Diriliş” ,”Hacı Murat”, “Ayaklanış”, “Sergi Baba”, “Tanrı Bizim İçimizdedir”, “Kazaklar”, “Tesadüf”, “İki Süvari” gibi eserlerini yazmıştır.
Evliliğinde toplam 13 çocuğu olur fakat 3 tanesi bebekten biri 7 biri de 5 yaşında vefat eder. En önemli eserleri olan Savaş ve Barış, Anna Karenina karısının da desteği ile yazılır. 1877 yılından sonra yaşadığı buhranlı dönem onu sofuluğa yaklaştırmıştır. İki yıl boyunca dindar bir hayat sürmüştür. Tolstoy sahip olduğu serveti köylülere dağıtmıştır.
Bu şekilde soylu bir kişiden köylüye dönüşmüştür. 1880’den sonra ise kiliseyi reddettiğini açıklayan eserler yazmış ve tartışmalara neden olmuştur. 1901 yılında kilise onu bu eserle nedeniyle aforoz etmiştir. 1902’ de ise ruhsal bunalımlarına zatürre teşhisi eklenmiştir. Hasta düştükten sonra Astapovo’ da tren istasyonunda zatürreden ölür. Öldüğünde 82 yaşında olan Tolstoy hayatı boyunca büyük sıkıntılar yaşamıştır.
Tolstoy, hayatı boyunca öykü, deneme, oyun, roman ve günlük gibi türde eserler vermiştir. Eserleri ve düşünceleri birçok kişiyi etkilemiştir. Mahatma Gandi, James Joyce, Edna O’Brien ve Martin Luther King ondan etkilenen kişiler arasında yer alır. Zengin bir ailenin çocuğu olarak büyümüştür. Asil hayatından sıkılıp savaşa katılmıştır. Savaş ve Barış, Anna Karenina dünyaca bilinen başyapıtları arasındadır. Tolstoy’un paraya ve maddi değere sahip nesnelere önem vermemesi dikkat çeker. Öze mülkiyet kavramına da karşıdır.
1828 yılında asil bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Moskova’nın güneyince Tula isimli şehirde doğan Rus yazar küçük yaşlarda anne ve babasını kaybeder. Çocukluğunda halaları tarafından yetiştirilmiştir. Tolstoy gençlik çağına geldiğinde ise doğu dillerini öğrenmek ister. Bu nedenle Kazan Üniversitesi’ ne gönderilir fakat okulu bitirmeden bırakır.
Hukuk Fakültesi’ne geçiş yapar burada da aradığını bulamaz. Yaşadığı malikaneye geri döner ve üç yıl kadar burada kalır. Bu sırada ilk gerçekçi hikayelerini yazar. Orduya katılır ve Kırım Savaşı’na gider. Daha sonra askerlikten ayrılır ve eserlerinin bir kısmını Petersburg’ta yazar. Ruhsal çalkantıları yine de hafiflemez ve bir Avrupa gezisine çıkar. Almanya, Fransa ve İsviçre’yi gezer. Yurduna dönüp malikanesine yerleşir. Köyünde bir okul kurar ve burada eğitim vermeye başlar. 1862 yılında Sophie Behrs ile evlenir.
Hayat bizi resmen dört işlemle sınar; gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der. Tolstoy
Hayatın tüm anlamı, insanlığa hizmet etmektir.
Kimseyi küçümseyecek kadar büyük değilsin. Çünkü gün gelir, küçümsediğin her şey için önemsediğin bir bedel ödersin.
Kim olduğunu, neden dünyada olduğunu bilmeden yaşam imkansızdır.
“Başkalarının hatalarından ders alın. İnsan bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.” Tolstoy