logo

İzmleri Bırak İz Bırak

KÜLTÜR EMPERYALİZMİ / KAPİTALİZM / KOMÜNİZM

SÖMÜRGECİLİK – SOSYALİZM

Bütünü bilmediğimizden ya sloganlara esir olduk, ya ideolojilere köle

(Alm. Kommunismus, Fr. Communisme, İng. Communism): Kolektivizm yahut devlet sosyalizminin ikinci safhasını teşkil eden komünizm, mal ve mülkün ortaklığını yalnız üretim vasıtalarında değil, aynı zamanda bütün tüketim vasıtalarında ve eşyasında da zorunlu gören ekonomik sosyal felsefi anlayıştır. Burada ilk aşama olan kolektivizmden sonra artık Karl Marks’ın ve Engels’in “Bilimsel Sosyalizm”i devreye girmiştir. Bu anlayış, temelinde ontolojik ve mekanik materyalizme dayanır. İnsanı hayvandan bir kademe üstün bir varlık olarak gördüğü için, onun manevi ve ruhi hayatını, nazarı itibara almaksızın bir üretim vasıtası gibi görür. Bu bakımdan onun nazarında dinin, ahlakın, ruhun, insan hürriyet ve haysiyetinin hiçbir değeri yoktur.

Bir kurtuluş vaadi olarak komünizm, çeşitli ve amansız propagandasıyla cazibesini korumaktadır. Bunun sebebi, onun ekonomik bir doktrin olmaktan çok politik ve pratik, tarihi bir proje olmasındandır. Platon’dan başlayarak Fourier’e kadar gelen safdil bir ilimciliğe dayanan komünizm, K. Marx ve F. Engels tarafından 1848’de yayınlanan “Komünist Manifesto” ile açık bir anlam kazanmıştır. Komünizmin esas şartı, zenginliğin kalkması, bolluğun gerçekleşmesidir ki bu bir ütopya olarak addedilmiştir.

Komünizm bugün iki farklı biçimde yorumlanabilir:

1. Kapitalist topluluklarda devrimci bir doktrin olarak üst yapıya ve idarecilere karşı mücadele eden şekil: Üretim araçlarının devletleştirilmesi ve işçi diktatörlüğünü hedef almaktadır.

2. Tarihin Marksist ve Leninist anlayışı ve kolektivizmin bir basamağı olarak komünizm: Sosyalizm tarafından gerçekleştirilen sosyal ve ekonomik bir değişimi ifade eden anlayıştır.

Bu bağlamda komünizmin değişik şahıslar tarafından uygulanması sonucunda Leninizm, Stalinizm, Kruşçevizm, Maoizm ve Brejnevizm denen şekilleri ortaya çıkmıştır. Lenin’e göre, devrim olmaksızın bir işçi devleti kurulamaz. Devlet olduğu müddetçe hürriyet de olamaz. Hürriyet olunca da devlet ortadan kalkar. Bunun için işçiye sınıf şuuru aşılayıp tam bir merkeziyetçilikle onları teşkilatlandırmak lazımdır. 1989’dan 1991’e kadar olan gelişmelerde Sovyet Rusya’da komünizm resmen çökmüştür. Dolayısıyla, dünyada ideoloji olarak itibarı kalmamıştır.

Devletsiz Toplum: Komünizm ve Anarşizm İlişkisi

Komünist aşama her ne kadar Marx ve Engels’in eserlerinde dile getirilmiş olsa da, özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde uygulanan biçimini kazanmasında Vladimir I. Lenin’in etkileri hissedilir. Marksist devlet kuramını ve proletaryanın devrimdeki görevlerini ortaya koyduğu Devlet ve Devrim eserinde Lenin, komünist topluma ulaşmanın yolunun, geçiş sürecinde topluma kanaat önderliği yapacak olan proletarya diktatörlüğünden geçtiğini ileri sürerek, Öncü Parti kuramını ortaya koyar.

Öncü Parti kuramı, Lenin’in işçi sınıfının burjuvazinin fikir ve inançlarının aldatmasından korunması ve devrimci potansiyellerini keşfedebilmesi için oluşturulan “profesyonel devrimci” sınıfın liderliğini göstermektedir. Bu devrimci sınıf, komünizme giden yolda bir geçiş kademesi olarak kurulacak devletin yöneticiliğini yapmakla görevlendirilmiştir. Lenin’e göre ezilenlerin ekonomik sistemi olarak komünizmin inşası sırasında devlete ihtiyaç hala devam eder: “Proletarya, sömürülenlerin direnişini ezmek ve nüfusun büyük kitlelerine -köylülere, küçük burjuvalara ve yarı proleterlere- sosyalist ekonominin örgütlenmesi işinde öncülük etmek için Devlet gücüne, gücün merkezi olarak örgütlenmesine, şiddetin örgütlenmesine ihtiyaç duyar” (Lenin 2009, s. 6). Aslında Lenin’in görüşleri, 20. yüzyılın başında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuramsal olarak proleterya diktatörlüğüne gitmesi beklenirken, uygulamada parti diktatörlüğüne dönüşmesinin nedenlerini de açıklamaktadır. Parlamenter siyaseti, siyasal iktidarın seçim yoluyla iktidara gelmesini, burjuvazinin yarattığı bir özgürlük yanılsaması olduğunu ileri süren Lenin’in görüşleri, uygulamada, giderek yurttaşların özgürlüklerin yok edildiği ve devlet iktidarının sınırlanmadığı bir durumda diktatörlüğün baş göstermesinin örneğini oluşturmaktadır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin komünizm uygulamasında Lenin kadar önem taşıyan bir başka isim ise Joseph Stalin’dir. Stalin geliştirdiği “tek ülke sosyalizmi” kuramında, uluslararası bir devrime ihtiyaç duyulmaksızın, her ülkenin kendi içinde komünizme geçebileceğini ileri sürer. Şüphesiz bu türden bir kuram, uygulamada büyük bir ekonomik ve sosyal değişimi de beraberinde getirir. Bu yolda Sovyetler Birliği’nde ilk olarak 1928 yılında özel mülkiyet bütünüyle kaldırılır ve tüm üretim kaynakları devletin eline geçer. Tüm bu değişimlere yönelik muhalefetin şiddet yoluyla bastırılması, ülkeyi baskı ve terör dönemine iterken, sınıfsız toplum idealinden de giderek uzaklaşmayı ifade eder. Kuramsal hedeflerden giderek uzaklaşan komünist toplum ideali, giderek bireyin yok olduğu ve eşitliğin yerini hiyerarşilerin aldığı bir yapılanmaya yol açar. Bu açıdan komünist kuramın amacı olan devletten kurtularak toplumu özgür kılma hedefi, tıpkı devletçi kuramlarda olduğu gibi devletin kendinde bir amaç olarak tanımlanmasına neden olur.

Devletsiz toplum idealini kuramsal açıdan komünizmle paylaşan bir diğer ideoloji ise anarşizmdir. Liberaller, sosyalistler ya da muhafazakârlar, kendi ideolojileri içinde belirli bir ölçüde devlete yer açarlarken, anarşistler tümüyle devleti ortadan kaldırma amacı taşırlar. Anarşizmin görüşleri iki temel argümana dayanır. Bu argümanlardan ilki, kapitalist sistemin yönetim ve kamu görevinde yer alan kesimi, aslında devletin şiddet araçlarının sağladığı imkânlarla halkı sömüren ve bu nedenle de sistemin devamlılığını sağlayan kesimidir. Bu nedenle anarşistler devletle ilişkili her türden yapıyı reddederler. Anarşizmin dayandığı ikinci argüman ise toplumun aşağıdan yukarı doğru özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanacak biçimde örgütlenmesi, ideal bir toplum düzeni yaratır. Ancak bu noktada özgürlük anlayışları anarşistler arasındaki görüş farklarını da ortaya koyar. Kimi anarşistler özgürlüğü birey açısından yorumlarlar. Onlara göre tek gerçek bireydir ve bu nedenle yıkılan devlet sisteminin yerini alacak her türden yapı, birey temelinde oluşturulmalıdır. Kimi anarşistlerse toplumcu bir perspektif taşırlar. Onlara göreyse devletin ortadan kalkışıyla kurulacak küçük komünler, bireylerin toplumsal katılım olanaklarını kullanarak özgürlüklerine sahip çıkacakları ideal bir örgütlenme biçimidir. İster bireyci isterse toplumcu olsun tüm anarşistlerin birleştiği noktaysa, devletin ve onun taşıyıcısı olan hükümetin bulunmadığı, insanların her türden otorite ilişkisinden uzak olduğu, kurulan gönüllü işbirlikleriyle toplumsal sömürünün ortadan kalktığı bir düzenin insanın olanaklarını gerçekleştirebilmesinin tek koşulu olduğu düşüncesidir.

Sosyolog Ömer Yıldırım

Çağımızda – özellikle 20. yüzyılda – etkili olmuş, bugün üzerine hâlâ çok çeşitli tartışmaların yürütüldüğü siyasi düşünce akımlarından birisi, sosyalizmdir. “Sosyalizm” sözcüğü Fransa ve İngiltere’de, 1830-1840 tarihleri arasında kullanılmaya başlanmıştır. Bilinen ilk kullanımı, Fransız düşünür ve siyaset adamı Pierre Leroux’ya aittir. Leroux, 1832’de “sosyalizm” kavramını eşitlik ve özgürlüğün bağdaştırıldığı ideal bir toplum düzenini ifade etmek için kullanmıştır. Fransız düşünüre göre sosyalizm, mutlak bireyciliğin karşıtıdır.

SOSYALİST DÜŞÜNCE

Sosyalist düşünce kendisini genellikle ilk çağlardan beri süren bir mücadeleye, bir çatışmaya göre tanımlar: Varlıklıya yoksulun, üretim araçlarına sahip olanla emeğinden başka bir şeyi olmayanların kavgası. Sosyalist düşünceye göre, eşitlik uğruna verilen mücadele, Eski Çağ’da (köle-efendi), Orta Çağ’da (serf-senyör), Fransız Devrimi esnasında (burjuva-aristokrat) ve sonraki dönemde (işçi/proleter-işveren/kapitalist) hep var olmuştur. Bu eşitsizlikler, siyasi düşünce alanına giderek daha belirgin bir şekilde yansımıştır.

Sosyalist düşünürler, eşitsizliklerin her daim var olduğu toplumu – ve dolayısıyla tarihi – farklı sınıflar arasındaki çatışmalar bağlamında değerlendirmişlerdir. Nitekim XIX. yüzyılın en önemli düşünürlerinden ve sosyalist düşüncenin temel referans kaynağı olan Karl Marx (1818-1883) insanlık tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu savunmuştur. Sosyalizmin modern anlamıyla siyasi düşünce tarihinde yerini alabilmesi birbirine bağlı iki tarihi olayın gerçekleşmesiyle mümkün olmuştur. Bu olaylardan ilki Sanayi Devrimi, ikincisi ise sanayileşme sonucu ortaya çıkan “işçi sınıfı”, diğer bir yaygın kullanımıyla “proleterya”dır.

Sanayi Devrimi, XVIII. yüzyılda İngiltere’de başlamış, kısa bir süre içinde Kıta Avrupa’sının geneline yayılmıştır. Örneğin Fransa’da, Sanayi Devrimi’nin tamamlanması 1850’lerden sonra, yani XIX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Sanayi Devrimi sonrasında iyice güçlenen kapitalizmin ortaya çıkarttığı sorunlar şu genel başlıklar altında toplanabilir:

  • Serbest rekabet, denge ve koşullarda eşitlik yaratmamış, servetlerin belirli ellerde toplanmasına yol açmıştır,
  • Kapitalist düzenin ortaya çıkarttığı bu tekelleşme, fazla üretime ve bunalımlara yol açmıştır,
  • Sanayileşme, işçi sınıfının durumunu düzeltmemiş, aksine daha da kötüleşmesine sebep olmuştur.

Sosyalistler genel olarak işte bu sorunlara çareler aramaktaydı. Nihai amaçları eşitsizliği tamamen ortadan kaldırmaktı. Bunlar arasında bir kesim – tıpkı Aydınlanmacı düşünürler gibi – insanların çektiği ıstırap ve sefaletin, uğradıkları haksızlıkların, önerecekleri çarelerle son bulacağını savunmaktaydı. Bu düşünürlere göre, o ana kadar bu haksızlıklara bir çare bulunamayışının nedeni, eşitliği sağlayacak fikirlerin daha önceki dönemlerde bilinmemesinden kaynaklanmaktaydı. Düşünce ile madde arasındaki ilişkinin yarattığı temel çelişkiyi, düşünceyi ön plana çıkartarak çözme eğilimindeki bu düşünürlere, siyasal düşünceler tarihinde “ütopyacı sosyalistler” adı verilmektedir.

SOSYALİZM SÖZCÜĞÜNÜN TARİHÇESİ

Sosyalizm sözcüğünün kullanımı 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider. Sözcüğün ilk kez kullanıldığı tarih ve sözcüğün isim babası konusunda birçok çelişkili tez karşıtlaşır (J. Elleinstein, 1984). Kısmen anektodik olan bu tartışmalar temel bir sorun çıkarırlar gene de: Sosyalizm hangi dönemde “üretilmeye” başlamıştır (E. Durkheim)?

1766’da keşiş Ferdinand Facchinei socialismo sözcüğünden başlangıçta özgür ve eşit insanlardan oluşan, karşılıklı anlaşmaya dayalı bir toplum öğretisi anladığını söyler. Sözcük yirmi yıl sonra başka bir İtalyan yazarı, Appiano Buonafede tarafından kullanılmıştır. 1803’te ise Vicenze’li bir din adamının, Giacomo Giulani’nin kaleminde rastlanır bu sözcüğe; Giulani XVI yüzyılın bireyci teorilerini çürütmeye çalışmıştır. Bununla birlikte sözcüğün modern anlamda kullanılması Fransa’da ve İngiltere’de aşağı yukarı aynı zamanda 1830-1840 arasında doğmuştur (Elie Halévy)

Sözcük İngiltere’de, 1835’te Robert Owen tarafından kurulan Association of all classes off all nations tartışmaları sırasında yaygınlaşmıştır. Elie Halevy şunları söylüyor bu konuda: “Sözcük o dönemde André Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie adlı yapıtının çok önemli “Sosyalizm” maddesine katkısı bağlamında Robert Owen’ın son derece popüler eğilimini yansıtmaktaydı ve buna göre özgür bir kooperatif birlikleri topluluğuyla devletin yardımı olmadan, devlete başkaldırı içinde yeni bir iktisadi ve ahlaksal dünya kurulabilirdi.”

Aynı yazar, bir bölümü Supplément du Vocabulaire de la philosophie’de yayımlanan Fransız Felsefe Derneği’ne gönderdiği bir mektupta “Socialist hatta Socialism sözcüğüne 24 Ağustos 1833 tarihinde Londra’daki bir devrimci gazetede rastladığını” söyler. “Gazete A socialist imzalı bir mektubu yayımlamış. Dolayısıyla sözcüğün bu tarihte İngiltere’de yaygın biçimde kullanıldığını kabul etmek gerekir.” Sosyalist sözcüğü Fransa’da Saint-Simon’cularla birlikte ortaya çıkmıştır. Ekim 1830’un ikinci yarısında Saint-Simon’culuğa geçen gazete Le Globe 1 Şubat 1832’de Joncitres’in Victor Hugo’nun Les Feuilles d’Automne’u üstüne bir makalesini yayımlar. Yazar şöyle diyor bu yazısında: “Biz kişiliği sosyalizme feda etmek istemiyoruz, sosyalizmi de kişiliğe feda etmek istemiyoruz. Bu şu anlama gelir genel yaşamdan zevk duymak, başka insanların mutluluklarından duyulan mutlulukla titremek, başka insanlarla birlikte ağlamak… ve bunları aile mutluluğu, içe dönük şiir, iki insanın birlikte aynı düşü görmesiyle uzlaştırmak”

Bu anlayış tuhaf biçimde netlikten yoksundur kesinlikle. Bu sözcüğü büyük olasılıkla ilk kez Pierre Leroux kullanmış ve kesin anlamını vermiştir ona. Birçok vesileyle de sözcüğün isim babası olduğunu yinelemiştir. Greve de Samarez’de (1863) şöyle der: “Sosyalizm sözcüğünden ilk kez ben yararlandım. O zaman hiç kullanılmamış, yeni ve gerekli bir sözcüktü bu:ben sözcüğü geçerlilik kazanmaya başlayan bireyciliğe karşı destekledim.

Yaklaşık yirmi beş yıl önce sözcüğün kullanımını yaygınlaştıran Leroux’nun yapıtının tarihi ve başlığı bilinmektedir günümüzde. Pierre Leroux Revue encyclopédque’in ekim-aralık 1833 tarihli sayısında “Bireycilik ve Sosyalizm” adlı önemli bir makale kaleme almış ve burada hem İngiliz ekonomi politiğini hem de Saint-Simon öğretisini reddetmiştir.

Elie Halevy ise onun isim babalığını reddetmiş ve Leroux’nun “bu sözcüğü, gerçekten gerekli yeni bir sözcük olduğundan çeşitli vesilelerle kullanan birçok Saint-Simon’cudan biri olduğunu” ileri sürmüştür: bütün vakitlerini “bireycilik”i lanetlemekle geçiren insanlar ondan çok zor vazgeçebilirlerdi.” Bununla birlikte şunu kesinlikle kabul etmek gerekir ki o bu sözcüğü yaratmamışsa da ilk kez sistematik biçimde kullanmış ve önce sosyalizmi Prosper Eufanıln’ın yorumladığı Saint-Slmon’cu bir öğreti gibi göstermiştir: “ezici, asimile eden yenipapalık; bu öğreti insanlığı bir makineye dönüştürecektir ve bu düzende gerçek, yaşayan doğalar, bireyler kendi kaderlerini ellerinde tutan bireyler olmaktan çıkıp yararlı maddeler haline geleceklerdir.” Bu şekilde tanımlanan sosyalizm Leroux’nun lanetlediği bir öğretidir, birlik, beraberlik düşüncesinin abartılmasıdır ve bu düşünce içinde var olan aşırılıklar “özgürlük adına insanları vahşi kurtlara dönüştüren, toplumu da en küçük parçalara ayıran İngiliz ekonomi politiğinin bireyciliğin aşırılıklarına uygunsuz biçimde denk düşer.

Ama “Bireycilik ve Sosyalizm” adlı yazısının 1847’de tekrar basımı dolayısıyla eklediği bir notta şu görüşlere yer vermiştir: “bir kaç yıldan beri toplumsal reformlarla ilgilenen, bireyciliği eleştiren ve lanetleyen bütün düşünürlere sosyalist deme alışkanlığı doğdu I…l dolayısıyla mutlak sosyalizme karşı her zaman mücadele etmiş olan bizler de sosyalist olarak tanınıyoruz bugün [….] Eğer sosyalizm Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik, Birlik kavramlarından hiçbirini feda etmeyen, tersine onları uzlaştıran bir öğretiyse hiç kuşkusuz sosyalistiz biz”. Ve gerçekten de Leroux 1834 yıllarındaki bireycilik ve “sosyalizm” eleştirisiyle sosyal demokrat idealinin tanımının taslağını çiziyordu.

Louis Reybaud, ağustos 1836, kasım 1837 ve nisan 1838’de Revue da deux mondes’da üç inceleme yazısı yayımlar “Modern sosyalistler “ ( Saint-Simon’cular, Charles Fourier, Robert Owen ). Bu yazılar sosyalizm sözcüğünün modern anlamla 1830’a doğru ortaya çıktığını kesinler. Fransa’da Fourier ve Saint-Simon’cuların yazılarında, İngiltere’de Robert Owen’ın yazılarıında dikkat çeker. Bu yenisözcük yeni gerçeklikleri karşılamaktadır.

Sosyolog Ömer Yıldırım

EVET, DEĞİŞİM; AMA NASIL?


İki sihirli sözcük: Değişim ve dönüşüm.

Herkes değişimden bahsediyor ağzını doldura doldura. Kanıt söz de hazır nasılsa: “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisi.”

Elbette süreğen bir değişimi yaşıyoruz. Çünkü insan olmanın gereği bu. Değişmediğini söyleyenler bile, karşı konulmaz bir değişimin içindedir. Yoksa öğrenmenin bitmiş olması gerekir. Zira öğrenme, başlı başına bir değişimdir. Mesele, durumun farkında olup olmama meselesidir. Aynı kaldığını, değişmediğini söyleyenler, kendilerinden haberdar olmayanlardır. Kendinden haberdar olmayanın bir başkasını bilmesi mümkün mü? Algı duyargaları kapalıyken üstelik. İkide bir değiştiğini söylemek de marifet değildir. Malûmu ilâm etmenin ne önemi olabilir ki?Ya değişime inanmayanlara ne demeli? Hani, ben değiştim, diyenlere; inanmıyorum senin değiştiğine, diyenler var ya, işte onlara. Onların durumu dahabir vahim; tastamam klinik vak’a. Onlar için değişim, kendi zihniyetleri ve hafsalaları kapsamında gerçekleşirse ne alâ. Başka türlüsünü hiçbir şekilde tatminkâr  bulmazlar. Değişim, bir oyundan bir başka oyuna geçivermekten farksız onlar için. Ya da, aynı oyuncakla oynamaktan sıkılan çocuğun oyuncak değiştirmesi gibi bir şey. Böyleleri sadece kendilerinin değil ,hayatın da farkında değiller. Hatta bitmez tükenmez bir kandırmaca burgacındalar.

Değişimin farkında olmayanları kendi halleriyle bir kenara bırakalım da, neden karşı konulmaz bir değişimin içinde olduğumuza dönelim.

Değişim-dönüşüm diyoruz, daha pek çok şey… Her ne söylüyor, her ne düşünüyorsak dil ile söylüyor, dil ile düşünüyoruz. Dil, insanoğlu için en önemli donanım. Çünkü insanoğlu, yaşadıklarından edindiği tecrübeyi dil ile aktarır, dil ile paylaşır. Sembolik bir aktarım ve paylaşımdır bu. Zira anlam’ı, işaret olmaktan çıkaran sembollerdir. Aslında insan ile hayvanı ayrıştıran da dilden başkası değildir. Nihayetinde düşünmek, dille gerçekleşir. Sembol varsa düşünme vardır. İnsanı da sembol üreten ve sembol kullanan, böylelikle soyutlamayı keşfe yönelten dilden gayrı nedir? İşte, yaşantının dille paylaşılması, öğrenmeyi gerçek kılar. Öğrendikçe nesilden nesile, zamandan zamana değişiriz. Oysa hayvanlarda böylesi bir değişime tanık olmak olası değildir. Çünkü onların dille ilişkileri, işaret ötesine geçemez. İşaretin  değişmez bir karşılığı vardır onlar için. Halbuki insan değişmez bir karşılıkla yetinmez; yeni semboller, semboller vasıtasıyla da yeni yeni anlamlar üretir. Ürettiği anlamları kendisiyle ve başkalarıyla paylaşır. Böylelikle biteviye değişir.

Bu değişim sürüp giderken bir yandan da dönüşme imkânı vardır insanın önünde. Ancak herkese açık bir kapı değildir bu. Dıştaki döngünün, içi kendiliğinden dönüştürmesini beklemek saf dillik olur. Değişim ne kadar dışsal ise dönüşüm de bir o kadar içseldir. Dışsal olanın etkisine açık bir içsel süreç, dönüşümün sağlıklı gerçekleşebilmesi için zorunludur. Elbette tersi süreç de. Değişim ile dönüşüm eşsüremli ise anlamlıdır; yani aynı anda, hem dıştan içe hem de içten dışa dönük olduğu sürece. Zira dönüşümsüz değişim hal farklılaşmasını doğurur. Bu da olumlu bir farklılaşma değildir maalesef. Ne oldum delisine dönenler böyleleridir işte. Döner koltuklarıyla yahut başka oyuncaklarıyla öyle özdeşleşirler ki, dön(üş)mek eyleminin içsel bir olgunlaşmayı imlediğini  fark etmezler bile.

Evet, değişim… Bu kaçınılmaz. Fakat dönüşümle uyumlu bir değişim. Olması gereken bu: İnsan olmanın zorunlu farkındalığı. Gerisi mi? Gerisi işaretlerin peşinden gidenlerin acınası halleri…

MEHMET SOLAK

Batı Medeniyetinin Son Dişi: Kültür Emperyalizmi

“Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.” Johann Wolfgang Von Goethe

Kültür Emperyalizminin Doğuşu

Klasik anlamda Kültür Emperyalizmi; gelişmiş ülkelerin, az gelişmiş diğer kültürleri tüketim, medya/basın yayın ve özellikle kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzeterek kültürünü yok etmesidir. Kültür Emperyalizmi; 20. yüzyılda küreselleşmeye başlayan dünyamızda, 21. yüzyılın iletişim teknolojilerinin oldukça yoğun kullanılmasına paralel olarak en çok konuşulan konuların başında gelmektedir.  Daha önce; 15. yüzyılda, askeri gücün eşliğinde yapılan işgal ve köleleştirmenin ardından gelişen sanayileşmenin doğurduğu ucuz işçi ihtiyacı; sömürülen ülkelerinden tedarik edilen gönüllü kölelerle karşılanmaya başlandı. Modern yaşam biçiminin yaygınlaştığı, dijital bilişim ve vizyon tekniklerinin geliştiği nihai zaman diliminde,  “Kültür Emperyalizmi” ivme kazanarak alt kültürlerde(!) bir çeşit kültürsüzleşme sonucunu doğurmuştur.

Emperyalizm; askeri, siyasi, ekonomik aşamalardan geçerek ve bugün son olarak kültür emperyalizmine evirilerek, bütün toplumsal değer ve kültürleri yok eden bir güce ulaşmış bulunmaktadır. Kültür Emperyalizminin tarihi gelişim aşamalarını irdelemek için; “ilk nasıl başladı, hangi aşamalardan geçti, neleri kapsar ve bugün hangi araçlar üzerinden yayılıyor?” gibi sorulara cevap vermek, aynı zamanda Küresel Emperyalizmin ne olduğunun yanında, kapsam ve hedefini bilmemiz açısından oldukça önemlidir. Batılı ülkelerin, zaman içinde şeklen değişen, ama zihniyet olarak değişmeyen emperyalist hedeflerinin geri planında, “Aydınlanma” denilen daha önce geçirdiği din merkezli, zihinsel dönüşüm yatmaktadır. Bunu anlamadan kültür emperyalizmin ne olduğu ve hedeflerini anlamak mümkün değildir. Kültürel Emperyalizmin yeni tip bir işgal sömürüsü olması açısından, iyi anlaşılması gerekmektedir.

Kapitalizmin Ruhu; “Protestan Ahlakı

Batı, Aydınlanma ile her ne kadar tanrısal arınmayı sağladıysa da genel halk kitlelerini ikna etmede dünyevileşmiş (ehlileştirilmiş) dini formu lehte kullanmaktadır. Bundan dolayı evrene hükmetmenin itikadi alt yapısını oluşturan “Protestan Ahlakı”; işini en iyi yapanın ve güçlü olanın, tanrının şanına ve mükâfatına mazhar olacağı inancı, “Kapitalizmin lokomotifi” olduğu gibi, sömürü zihniyetinin de temel düşüncesini oluşturmaktadır. Daha önce dünya işlerinden uzlete çekilen “asketik yaşam” düşüncesini benimsemiş Katolik Hıristiyanlar, Protestanlık ile maddi motivasyon kazandıktan sonra, dünyaya sarılmanın güçlü olmanın ve maddi âleme hükmetmenin dinin bir gereği olduğunu, tanrının şanına yaraşmak için maddi anlamda güçlü olmanın şart olduğu  inancı ile dünyaya dört elle sarılmışlardır. Bu şekliyle Hıristiyanlık, maddi form kazanmış, sanayileşme maddi kalkınmalar ile kapitalist dünyanın öncülüğünü üstlenmiştir. Bu zihin yapısıyla daha önce Haçlı seferlerinde öncül düşünce olan “Tanrı Krallığı” ülküsü, yaşanan gelişmeler ile maddileşen yenidünya görüşü ile “maddi krallığa” evirilerek sömürü için “dini gerekçeler” böylece oluşturulmuştur.  Batının, asketik dünya görüşünü terk ederek maddi âlemde hâkimiyet kurma düşüncesi dini bir suret kazanmasıyla, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde sanayileşme ile eş zamanlı başlayan, emperyalist yayılmacılık ve Kolonizasyon hareketlerini güçlendirmiştir.

Yaklaşık 500 yıldır devam eden ve önüne gelen her şeyi yakıp yıkan, işgal eden köleleştiren bu emperyalist zihniyet, üç evrimsel aşama geçirmiştir:

Birincisi; coğrafyaların işgali ile köleleştirme, ikincisi; sanayi ve siyasi güç ile köleleştirme (siyasi ve askeri güç ile uzaktan yönetme, vergiye bağlama ve kaynaklarından yararlanmadır.), Üçüncü son aşama ise; “Kültür Emperyalizmi” ile köleleştirmedir. Bu son aşama, olan kültür emperyalizminde, medya ve dijital teknolojik psikososyal yöntemler ile kendi kültürünü kabul ettirerek tek üst kültür hâkimiyetinin sistematik olarak işlendiği, diğer din ve kültürlerin yok edildiği homojenizasyon aşamadır aynı zamanda. Batı’nın kendi dışındaki bütün toplumları tek tipleştirerek bunun üzerine kurduğu devasa endüstrileri de daha hızlı, pratik ve kullanışlı hale getirerek gücüne güç katmaktadır. Bu zihniyet; seri ve standart üretim teknolojisinin insan zihniyetine uyarlanmasını çağrıştırmaktadır. Yani, seri, tek tip ve itaatkâr insan…

Küresel Algı Mühendisliği

Batılı işgalin, ister fiili olarak veya ister kültürel sömürü olarak olsun, hiçbir zaman bitmeyeceğini, sömürüye maruz kalan ülkeler tarafından geçen bu süre zarfında fazlasıyla anlaşılmıştır. Dünya savaşları esnasında Batı’nın ürettiği küresel maddi kapitalist güce karşı ideoloji temelli ekonomik-politik Komünist kutuplaşmada dünya ikiye bölünmüş ve uzun yıllar savaş ve kaoslar ile sürecek soğuk savaş dönemi başlamıştır. NATO ve Varşova Paktı olarak kutuplaşan dünya ülkelerinde dost-düşman karşıtlığı ile dış politika ve ekonomi yönetimi ile beraber birçok savaş ve göçlere sebep olmuştur. Bu kutuplaşmada Batılı ülkelerin de desteğini alarak “süperleşerek” devleşen ABD, 2. Dünya Savaşı’nda kullanılan radyo ve TV ile büyük kitlesel algı yönetiminin gücünün farkına varması, dünyada medya üzerinden, algı yönetimleri güç kazanmış ve bununla beraber maddi sömürünün bir üst ve son aşaması olan “Kültür Emperyalizmi” olarak ortaya çıkmıştır. Kültür Emperyalizmi; sinema, TV ve radyo üzerinden manipülasyonlarla etkinlik kazanmıştır. Soğuk savaş döneminde siyasi hedefler için yapılan, psikososyal algı yönetimlerinin bir de ekonomik bir suret kazanmasıyla, kültür emperyalizmi, küresel ölçeklere ulaşarak yaygınlık kazanmıştır. Modern kültürün, süslü paketler içinde siyasi yöntemler ile sunulduğu ve aslında toplumsal birlikteliği yok eden, hâkim hegemonyayı elinde bulunduran Batılı ülkelerin lehine geliştiği gerçeğini unutmamak gerekir. Hali hazırda kültür emperyalizmi, neoliberal politikalarla küresel sınır geçişkenliği kazanmasıyla, tüm dünya ülkelerinin kültür ve inanç varlıklarını tehdit ettiği gibi, ciddi bir siyasi ve ekonomik sorun olarak ana gündemleri işgal etmektedir.

Küreselleşmede HedefNedir?

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, değişimin en yoğun, en hızlı yaşandığı hemen hemen her sahada büyük gelişmelerin görüldüğü bir yüzyıl olarak karşımızda durmaktadır. Bütün bu değişim ve dönüşümler “Küreselleşme” kavramı adı altında tanımlanmaya çalışılmaktadır.  Kültür emperyalizminin en çok konuşulduğu dönem, küreselleşmenin en çok konuşulduğu döneme denk gelir ki; bunun için çeşitli tarihler verilse de ülkeden ülkeye tarihlerde ufak tefek sapmalar olabilmektedir. Kültür emperyalizmi dünya ülkelerine, siyasi ve kültürel dokularına göre çeşitli kılıklarda ve formlarda girmeyi başarmıştır. Asıl irdelenmesi gereken konu; küreselleşmenin, doğal seyrinde ilerleyen, ülkeler ve toplumlar arası, siyasi, sosyal, ekonomik bir yardımlaşma ve paylaşım olmadığıdır. Küreselleşme, günümüzde modern dünyayı şekillendiren en kapsamlı güçlerden biri olarak görülmektedir. Kavram, ekonomi ve toplumların ulusal yapılarındaki zayıflamaya bağlı olarak varlığını artırmaktadır.

Küreselleşme; toplumu var eden, dini ve kültürel değerleri yok ederek, yerine tahakkümcü üst bir kültür inşa etmeye çalışan yeni bir “köleleştirme” projesi olarak karşımıza, “Kültür Emperyalizmi”ni ortaya çıkarmaktadır. Bundan dolaylı sömürünün etkinliğini ve bedenden başlayan psikososyal ve subliminal yöntemlerle, bilinçaltına kadar nasıl sinsice ulaştığını izah etmek, bizim için asıl önem arz eden konu olmaktadır.

Daha önce Aydınlanma ile kutsallardan arınan Batı’nın, maddi âleme bakışı da o ölçüde değişerek yüzyıllar sürecek bir sömürü çağını başlatması tesadüf olmamıştır. Çok uzun, bol ölümlü ve baskıcı emperyal bir dönemi dünya ülkelerine yaşatan Batı, bütün bilimsel buluş, ekonomik, siyasi ve askeri yöntemler ile ulaştığı bu son aşamada “Kültür Emperyalizmi” olarak şekil bulan komplike yöntemler ile; toplumsal bütünlük oluşturan, bütün sosyal mekanizmalardan; başta, dil, din ve kültürün yok edilmesi olmak üzere tüm kaynaştırıcı, bütünleştirici değerleri yıkarak bireyleri hedef alınmaktadır. Dönüştürmeye çalıştığı konuların başında; dili, giyim şekli, tüketim tarzı, eğitim, spor, eğlence (sinema, müzik vb. sektörü) gelmekte, kısacası, din ve kültür adına tüm yaşam alanları içine girmektedir. Kültür Emperyalizmi, askeri ve siyasi yöntemler ile yapılandan farklı olarak tek kültürlülük üretmesi, hâkim üst kültür olarak da kendi kültürünü psikososyal yöntemlerle sistematik bir şekilde benimsetmesidir. Bütün bu yöntemleri tek tek değerlendirmek için konuyla ilgili bazı kavramları açıklamak gerekir:

Kültür Nedir?

Toplum bilimlerinde kültürün birçok tanımı olsa da, genellikle bir toplumun, bilgi, inanç, sanat, ahlâk, hukuk, örf ve âdetlerini ifade eden genel bir kavramdır.  Ayrıca kültür, bir başka bakımdan da insanın ve insan topluluklarının hayat tarzı ile sosyal problemlere ürettikleri çözüm şekillerini de ifade etmektedir. Her toplumun kendine has bir kültürü vardır ve onu diğer toplumlardan ayırır. Kültür, zaman mekân ve geçmiş sosyal yaşanmışlıkları deneyimleri ve özde inanç değerleri harmanlamasıyla oluşur ve devam eder. Deneyimler ve kullanılan araçlar değiştikçe zaman içerisinde de değişebilmektedir. Bu değişim, farklı kültür ilişkilerine göre yavaş veya hızlı olabilmektedir. Kültür, bir toplumda öğrenme yoluyla nesilden nesile aktarılır. Onun için kültüre “sosyal miras” da denir. Bütün bu yaklaşımlardan sonra denilebilir ki; kültürün ana noktası, bir toplumun yaşam ve inanç değerleriyle ürettiği ve nesilden nesile aktardığı, toplumsal yaşanmışlığı olan tecrübe ve unsurların tamamıdır.

Kültür Neden Önemlidir

Kültür neden önemlidir ve değişirse ne olur? Kültürü değiştirmeye çalışanlar kimler ve hangi amaçla değiştirmek istiyorlar? Sorularıyla başlarsak mesele daha iyi anlaşılır. İnsan kültür oluştururken, kültür de insanı oluşturur. Yani bir insan için genetik ne ise toplum içinde kültür odur. Yani insanı meydana getiren genetik değerler değiştiğinde insan da değiştiği gibi kültürün değişimi ile bir toplum değiştirilebilmektedir. Onun için istenen itaatkâr bir toplum üretmek için kültürün ayarlarıyla oynanmaktadır.

Batılı Üst Kültürün Oluşumu

Sanayi Devrimi ile anlatılan Batı eksenli efsane ve anlatıların, hepsi olmasa da büyük bir çoğunluğunu doğru olarak kabul etmek durumundayız. Bilim ve teknolojideki gelişmeler ile başlayan kalkınma, salt bir maddi kalkınma değil, aynı zamanda kutsallardan arınan bir zihniyet dönüşümünü, yani; “tek doğru benim doğrumdur” veya “haklıyım, çünkü güçlüyüm” düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin maddi büyüsüne kapılarak tüm dünyayı bu zihniyet etrafında esir almaya çalışan Batı’nın, dünyaya “tek başına egemen” olma düşüncesini, küresel etkileri etrafında okumak lazımdır.

Batının sanayi devrimiyle, Antik Yunan referanslarına geri döndüğü gibi, dünyada yeni egemen popüler kültür ürettiği de yadsınamaz bir gerçektir. Küresel ölçeklere taşan emperyalizm, Batıda kapitale tapınmaya başlamasıyla ortaya kutsaldan izole yeni bir hayat tarzı oluşturmuştur. Bu yaşam tarzı, bize bir yaşam ideolojisi olarak kendini “Modernizm” adıyla göstermektedir. Modernizm, Ulusaşırı ticaret ile yeniden şekillenen Batılı emperyalist siyasetin etkinliğini tüm kıtalara küreselleşerek yaygınlaştırmıştır. Kapitalist üretim biçiminin temel alındığı bir toplumda artık her üretim bir tüketim,  her tüketimde bir üretimdir.

Çağımızda küresel kapitalizm, her geçen gün artan bir ivmeyle insanların yaşamına nüfuz etmektedir. Küreselleşmenin nimetleriyle artık daha da vahşileşen kapitalizmin ilerde alacağı boyut pek çoğumuzu ürpertmektedir. Kapitalizmin dünya halkları üzerindeki olumsuz etkisini ortadan kaldırmak için, ortaya sağlam alternatif görüşler koymanın yolu; kapitalizmin doğuşunu anlamaktan ve onu doğru değerlendirmekten geçmektedir.

Geçmişe bakıldığında aslında her üretim şekli bir yaşam tarzı oluşturduğu gibi aynı zamanda bir sınıfçı yapı da üretmektedir. Batının ilkel çağlarda efendi-köle olarak başlayan, feodalite ile soylu-köylü olarak işleyen köleleştirme sistemi, sanayi devrimi ile işçi-burjuva olarak farklı bir boyut kazanmıştır. Son olarak kapitalizmin bir hayat nizamı ve inanca dönüşmesi, ortaya çıkan küreselleşmeyle yeni bir köleleştirme stratejisini ortaya çıkarmıştır. Dün, insanların bedeni köleleştirilirken, bugün akıl ve ruhları kültür emperyalizmi ile daha etkin bir şekilde köleleştirilmektedir. Kültür emperyalizmi ile üretilmeye çalışılan köleleştirmede kullanılan kültür; bir toplumun gözü, kulağı, dili, kıyafeti ve kullandığı ve ürettiği tüm araçlar hedef alınarak yeniden üretilmektedir.  Onun için bir toplumu değiştirmek isteyen güçler, direkt o toplumun kültürünü hedef alıyorlar. Sosyal bilimlerde, alt kültür-üst kültür diye tarif edilen kültürel değerlerden; üst kültür, baskınlık itibariyle dönüştürücüdür. İşte üst kültür rolünü, medya ve tüm algı yönetim mekanizmalarıyla enforme ederek Batı kültürü, üst kültür olarak işaret edilmektedir. Batı kültürü, temel ve üst kültür olduğu; sinema, müzik, TV, reklam ve moda gibi ticarileştirilen her ürünün içine, içten içe ustaca kodlanarak işlenmektedir.

Batının “üst kültür” olarak sembolize ettiği ve dayattığı kültürü, önce kendi üzerinde deneyimleyerek kutsal arınmalardan geçirip, izole ettikten sonra, yeni değer ve anlamlar yükleyerek yeniden üretmektedir.  Bu inanç ile yeniden ürettiği kültürel formun içindeki yeni inanç ve bu inanca bağlı değerleri, kültürel görünürlüğü ilk etapta sağlayan kıyafet ve çeşitli yaşam sembolleri üzerinden sağlamaktadır. Sosyal yaşam (eğlence, yeme-içme) ve giyinme tarzları üreterek tüm yaşam alanları kuşatılarak işgal edilmektedir.

Bir Manipülasyon Yöntemi Olarak; “Rızanın İmalatı”

Bugün modern kapitalizm, tüketicinin tüketime bağımlılığını, bilinç dışı arzuların kışkırtılması ile sistemleştirmiştir. Sürekli tüketimi bir ahlak ve inanca dönüştüren kültür emperyalizmi, insanların sahip olduğu maddi manevi tüm değerleri kendi harmanında eleyip yozlaştırdıktan sonra ticaret nesneleri halinde yeniden tüketilmesini sağlamaktadır.

Medya ve enformasyon ile manipüle edilen ağlarla, Batı’nın ürettiği tüm kültürel değerler, hedef ülkelerde büyük bir kültürel taarruza dönüşmektedir. Bu kültürel saldırı her ne kadar ülkeden ülkeye farklı tepkimeler verse de etkinliği oldukça yüksektir. Bu kültürel taarruzun Rızanın İmalatı olarak kavram bulmuş şekliyle her türlü enformasyon araçları kullanılarak insanların istekleri manipüle edilmek suretiyle benimsetilmektedir.

Kültür emperyalizminin kaptanı olan ABD’nin istediği kültürel davranışın benimsetilmesi sonucunda; Hollywood gibi organize sinema ile dünyanın ulaşılmaz ve yenilmez gücü olarak kendini göstermektedir. Onun gücü çerçevesinde ürettiği kültür de dolayısıyla ulaşılmazdır. Bu inançla üretilen kültür sektörüyle aynı şeyleri seyreden, aynı şeylerden korkan,  sevinen ve üzülen, aynı müzik ile aynı ruh ve beden ritmini hisseden, giyim ile aynı görselliğe bürünen, aynı görüntüyle kendini dış dünyaya yansıtan, zincir gıda sektörü fastfood ile standartlaşmış şeyleri yiyerek aynı damak zevkine sahip olmaları, “Kültür Mühendisliği”  yöntemleriyle işlendikten sonra; aynı görsel dünyanın etkisine giren, aynı giyinen, aynı lezzetleri ve aynı ritim müziği dinleyenlerin tüm algı sistemleri işgal edilmek suretiyle de aynı şeyleri düşünmeleri sağlanmaktadır. Kişilerin ruh ve bedenleri merkezi Batı tarafından kumanda edilen ve yönetilen itaatkâr bir insan modelini sonuç olarak karşımıza çıkarmaktadır. Kültür endüstrisinin, medya araçlarıyla taşınan, inançlardan izole edilmiş popüler suni kimlik; bireysel hazları önceleyen, seküler ve tüketime dönük özelliklere sahip olması esastır. Zamanla kendi kültürel ve inanç bağlarından koparılan bu insanlar, kültür erozyonuna uğrayarak, popüler olarak onlara hazır sunulan hegemonik emperyalist kültüre teslim olurlar. Bu teslimiyet gerçekleşince inanç ve kültürel değerler yozlaşarak ortadan kalması da sağlanmış olur. Yerel kültürü ve dolayısıyla toplumsal hafızası silinen bu topluma, “Üst Kültür” olarak sunulan popüler kültür, kişilerin yerel inanç ve değerlerinden kopardığı ölçüde başarı kazanmaktadır.

Sonuç olarak;

ABD’ nin Batı ülkelerinin ittifaklarıyla dünya ülkeleri üzerinde silah, işgal ve ambargo üzerinden oluşturarak hâkimiyetini, egemenlik kurmak istediği toplumların özel alanlarına kadar inen araçlar ile daha da perçinlemiştir. ABD, “dolar” ile paranın hâkimiyetini, “dili(İngilizce)” ile kültürün dilini, “McDonald ve kola” ile kültürün damağını ele geçirmiş bulunmaktadır. Bütün bilimleri ile de bu güce hizmet eden bir yapıya dönüştürmeyi başarmış görünmektedir. Oluşturdukları patent ağlarıyla, her şeyi kontrol altında tutukları gibi, dünyada üretilen her şeyin de ortağı durumundadırlar.

“Tanımadığını yönetemezsin” ilkesi ile daha önce oryantalistler ile, sonraları ajanlarla, şimdi bu görevi fazlasıyla yapabilen dijital teknolojiler (sosyal medya) üzerinden, dünyadaki bütün istihbarı bilgileri, kişilerin kendi rızasıyla toplayabilmektedirler. Genetik biliminin gelişmesiyle de sömürü ağları insanların genlerine kadar inmiş bulunmaktadır. Bugün ilaç ve gıda sektörü üzerinden insan organizmasıyla yine küresel çıkarlar doğrultusunda oynamaya devam etmektedirler.

Nihayetinde Kültür emperyalizmine kadar inen yollar inceden işlenerek bugüne kadar gelinebilmiştir. Bunun için Kültür emperyalizmi, Batılı emperyalist sisteminin ulaştığı son ve zirve noktasıdır. Kültür emperyalizmi ile Batı kültürünün insanın duygusal algı ve akli mekanizmalarını etkisi altına alan, yeni ve güçlü bir köleleştirme projesidir. Kültür emperyalizminin aynı zamanda siyasi bir proje olarak işlemesi, bu güce karşı çıkmanın aynı zamanda askeri ve siyasi bir güç sahibi olmayı da gerektirmektedir. Bunun için yaygın medya, internet ağları ve teknolojiden kopmadan bu güce karşı “yerelleşme” diye ortaya atılan teoriler sadece basit bir tepkisellikten öteye geçmemektedir.

İstiklal şairimiz M. Akif, her ne kadar Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” a benzetmiş olsa da, kadim bağları olmayan bu sahte medeniyete karşı çıkmak, bu gücün beslendiği tüm mekanizmaları ele geçirmek ile olur. Ki, bu da yakın zamanda dünya ülkelerinin ekonomik gücü, siyasi konumu ve bağlılıkları düşünüldüğünde, pek de mümkün görünmemektedir.

Cahit Çekmen

Kapitalizm Hakkında Bilmeniz Gereken 10 Şey

Kapitalizm bugün dünya üzerindeki en özgürlükçü toplum yapılanmalarından biri olarak görülmektedir. Kapitalizm sisteminde birey merkezli bir görüş ve devlet ile özel mülkiyet arasında belirgin çizgiler vardır. Bu ekonomik sistemde bireylerin özgürlükleri had safhadayken kısıtlamalar da minimumda tutulmaktadır.

1. Daha demokratik bir sosyal sistemi amaçlar

Demokrasi yalnızca etnik kökeni, dili, dini, düşünceleri, hayat tarzı ya da her ne farklılığı olursa olsun herkese oy verme hakkından ibaret değildir. Demokrasi aynı zamanda her vatandaşa çevrelerinde olup bitenler hakkındaki fikirlerini ve yorumlarını özgürce dile getirebilme hakkı da vermektir. Diğer toplumsal yapılanmalarda ifade özgürlüğü çok sınırlıyken kapitalizm bu konuda diğer görüşlerden üstün gelmektedir. İşte kapitalizmi faydalı kılan en önemli şey de budur. Kapitalizm, daha demokratik bir sosyal sistemde yaşamamıza imkan sağlamaktadır.

2. Ülke ekonomilerinin kendiliğinden büyümesini sağlar

Kapitalist ülkelerin ekonomileri kendiliğinden daha fazla ilerleme kat etmektedirler. Bütün bireyler ve girişimler genellikle büyük geri dönüş ile motive olduklarından ne yapılacağını öğrenmek ya da daha başarılı olamak için ellerinden geleninin fazlasını yaparlar. Bu nedenle her şirket ve her birey elinden geleni maksimum seviyede yaparsa, ekonomi, bir bütün olarak kapitalizmin varlığından dolayı gelişim ve büyüme olarak sistemin faydasını görür.

3. Yatırımda sınırlar ve engeller yoktur

Dünyanın en iyi üretim şirketlerinin önemli bir kısmı neden ABD merkezlidir? Bu durumun altında yatan neden çok basit; çünkü ABD, kapitalist bir ekonomiye sahip ve bu yüzden yatırım sınırlarının olmadığı, devlet tarafından sürekli düzenlemelerin dayatılmadığı serbest pazar sistemini uyguluyor. ABD’de sizi durduracak tek şey ancak pazardaki rekabette geri kalmanıza neden olabilecek kendi beceriksizliğiniz olabilir. Sistemin mevcut olduğu tüm ülkelerde de durum böyledir.

4. Daha özgürce yaşamayı sağlar

Kapitalizm her bireye hayatında ne yapacağını ve nasıl bir kariyer peşinde koşacağını özgürce seçme hakkı verir. Toplumun sizin görüşünüzü köreltecek veya sizi belirli bir işi yapmaya zorlayacak kuralları olmaz; bu da kendi hayatınızın kurallarını özgürce koyma hakkını size verir. Bu kapitalizmin en ilginç gerçeklerinden biri değil mi? İsterseniz bir internet girişimcisi olun isterseniz de küçük bir terzi dükkanını işletin. Seçim hakkı sizin, müdahale asla yok.

5. Kapitalizm insanların içindeki ‘en iyiyi’ ortaya çıkarır

Kapitalizm, en iyi olanı her zaman en iyisi ile ödüllendirir. Her bireyi ya da şirketi elindeki işi en iyi şekilde yapmaya motive eder. Geri dönüşler direkt olarak birey ya da şirketlerin ortaya koyduklarıyla ve üretkenlikleriyle ilgilidir. İşte bu yüzden bireyler veya şirketler yarışta ön sıralarda yer bulabilmek için sürekli ‘en iyi’ olmak için çalışırlar. Bu da her zaman ‘en iyiyi’ ortaya çıkarır.

6. Kapitalizm aslında ‘eşitliği’ hedefler

Kapitalizm, konsepti gereği herkesi toplumun onlar için ‘en iyi’ olarak tanımladığı işlere değil, kendi isteyecekleri işlere yönelmesini teşvik eder. Yani ister bir sinema yıldızı, ister bir giysi imalatçısı olsun insanlar çalıştıkları işten ve hayatlarından memnundur. Çünkü zaten hangi mesleği yapmak istediğini herkes kendi seçer. Kapitalist sistemde herkes tüm meslek gruplarına saygı duyar, bu da toplumu mecazen daha eşit kılar.

7. Toplumsal iyiliğe teşvik eder

Kapitalizmi genelde her iş sahasının hesap vermekle sorumlu ve rekabetçi olduğunu düşünürüz. Bu sistemde her insan, bazı mesleklerde uyuşukluğun ve hakkının altında kazanmanın yaygın olduğu diğer sosyal yapılanmaların aksine, üretkenliğinin karşılığı kadar kazanır. Sistemde ne kadar üretir ve ne kadar çok çalışırsanız bunun karşılığını alırsınız. Diğer yandan böyle bir sistemde her mesleğe eşit önem verildiğinden toplumsal ayrılıklar da minimuma düşmektedir.

8. Kısmen daha iyi sağlık şartları sağlar

Kapitalizm daha iyi sağlık şartlarını herkes için garantileyebilir mi? Cevabı biraz tartışmalı da olsa kısmen evet. Kapitalizm daha fazla özgürlüğü ve ilerlemeyi teşvik ettiğinden dolayı insanlar daha sağlıklı yaşam tarzlarına sahip olarak kuşkusuz ki çok daha üretken olmaktadırlar. Dünyada son yıllarda organik yiyecek üretiminin artması, tohum ve gübre fiyatlarının ucuzlamasının nedeni de aslında budur.

9. Kapitalizm açgözlülüğe teşvik edebilir

Kapitalizmin bir ilginç özelliği de açgözlülük ile ilgilidir. Açgözlülük bir yandan iyi tanımlanmış bir insan ihtiyacı iken diğer yandan tartışmaya açık da olsa kapitalizmin temelini oluşturmaktadır. Paraya, güce ve performansa duyulan açlık ekonomiyi ve bireyleri hayatta ileri götüren uyarıcılardır. İnsanlar kazandığı her kuruş için savaş veriyorlar, bu da yaratıcı fikirlerin ve müthiş bir verimin ortaya çıkmasına yol açıyor.

10. Kapitalizm sanıldığı kadar popüler değildir

Bu sistemi doğrudan ya da dolayılı olarak kabul eden ve uygulayan birçok ülke var. Bu nedenle birçok kişi kapitalizmin diğer sistemlerden çok daha popüler olduğu yanılgısına düşebiliyor. Fakat sanıldığının aksine kapitalizm çok da popüler değil. Hatta her yıl bu sistem çok daha fazla eleştiriye maruz kalıyor ve eğer abartı olmayacaksa; kan kaybediyor.

Çoğumuzun aklında üretim araçlarının özel mülkiyetinin daha yararlı ve rekabetçi olarak görüldüğü şeklinde bir illüzyon var, o yüzden şu rakamları gördüğünüze muhtemelen şaşıracaksınız: Dünya’nın en meşhur kapitalist ekonomilerinden biri olan ABD’de gençlerin büyük çoğunluğu kapitalizmin, sosyalizminden daha iyi olmadığını düşünüyor. Sene başında The Washington Post gazetesinden Catherine Rampell tarafından kaleme alınan bir araştırma yazısının sonuçları gerçekten ilginç. Rakamlara göre ABD’de sadece 30 yaş altı gençlerde, sosyalizm kapitalizmden daha fazla destek görüyor. Sosyalizm hakkında olumlu görüş verenlerin oranının yüzde 30’a yakın olması, özellikle de Soğuk Savaş zamanında anti-komünizm tehlikesiyle korku salınan ABD’de gerçekten dikkat çekici bir oran olarak karışımıza çıkıyor.

Kapitalizm Nedir? Kapitalizm Örnekleri ve Tarihi

Kapitalizm ve kapitalist bir sistem, esas olarak, tüm üretim kaynakları mülkiyetinin özel olduğu gerçeğine dayanan bir ekonomik sistem olarak tanımlanmaktadır. Sosyal olarak da bu sistemi ifade etmektedir. Kısaca kapitalizm, üretim kaynaklarının devlet gibi bir kuruluşa değil, özel mülkiyet çerçevesinde bireylere ait olması gerektiğini savunmaktadır. Bunu da ekonominin temel amacına yönelik bir şekilde yapmaktadır. Ekonominin amacı, sahip olduğumuz sınırlı kaynaklarla insan ihtiyaçlarını karşılamanın en iyi yolunu araştırmaktır. Bu durum göz önüne alındığında, kapitalizm, piyasanın bunu gerçekleştirecek en iyi mekanizma olduğunu düşünmektedir. Ekonominin amacı ve piyasanın ilgili ihtiyaçları karşılamak adına en iyi mekanizma işlevi göreceği bu sistemin temel savunma noktasıdır. Bu nedenle de kapitalizm, özel mülkiyeti ve rekabeti teşvik etmenin gerekli olduğuna vurgu yapmaktadır.

Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyete ait olması gerektiği, piyasanın kıt kaynakları verimli bir şekilde tahsis etmek için bir mekanizma olarak hizmet ettiği ekonomik ve sosyal bir sistemdir. Kapitalizm, sermayenin zenginlik yaratmak için bir kaynak olarak hizmet vermesi gerektiği gerçeğine de dayanmaktadır. Kavramsal amaçlar için kapitalizm, sosyalizm sistemine aykırı olan sosyo-ekonomik konumdur. Kapitalizmde üretimin temel faktörleri emek ve sermayedir. Kapitalizm, işin paralı ücretler karşılığında sağlanmasını ve çalışanlar tarafından özgürce kabul edilmesi gerektiğini önermektedir.

İktisadi faaliyet, üretim araçlarını organize eden insanların ekonomik kâr elde edebilecekleri ve sermayelerini artırabilecekleri şekilde organize edilmiştir. Örneğin, bu yol ile mal ve hizmetler, şirketler arasındaki rekabeti teşvik eden piyasa mekanizmaları aracılığıyla dağıtılmaktadır. Bu kapsamda kapitalizm sistemine göre, yatırım yoluyla sermayeyi artırmak, servet oluşturmaya yardımcı olmaktadır. Yani bireyler ekonomik kazanç ve piyasa rekabeti peşinde koşarsa, servet artacaktır. Böylece artan zenginlik ile mevcut kaynaklar da artacaktır.

Kapitalizm Örnekleri

Kapitalizm ve kapitalist sistemi anlamaya çalışan birçok kişi örnekler de görmek istemektedir. Günümüzde bu sistemin farklı şekillerde işlediği birçok ülke örneği vermek mümkündür. Bazı kapitalizm örnekleri şunlardır:

Amerika Birleşik Devletleri

Kapitalizm sistemi ile en çok özdeşleşen ülkelerin başında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gelmektedir. ABD özellikle Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemde, kapitalizmin lider isimi olarak öne çıkmıştır. ABD ile SSCB tarafları arasında yaşanan Soğuk Savaş yıllarında, bu durum kutuplaşmaya da yol açmıştır. Çünkü ABD’nin kapitalizm ile anılması komünist bir sistemin yerleştirildiği SSCB’yi bir düşmanı olarak nitelendirildiği zaman daha fazla göze çarpmıştı.

Çin Halk Cumhuriyeti

Çoğumuz Çin Halk Cumhuriyeti’ni kapalı bir ekonomi olarak görmekteyiz. Yoğun baskılar altında yaşayan ülke halkı neredeyse dış dünyadan tamamen izole bir şekilde yaşamaktadır ve çok düşük ücretlerle çalışmaktadır. Ancak Çin, her ne kadar farklı olsa da, başka bir kapitalizm türü uygulamaktadır. Siyasi olarak tek parti sistemine sahip olmasına rağmen Çin, ticaret açıklığını tercih eden bir kapitalizm sistemine sahiptir.

Kapitalizmin Özellikleri Nelerdir?

Kapitalizm sistemi birtakım belirli değişmez özelliklere ve ilkelere sahiptir. Tam olarak kapitalizm ne demek sorusuna yanıt verebilmek adına bu özellik ve ilkelerin de bilinmesi gerekmektedir.

Kapitalizmin temel ilkeleri şunlardır:

  • Bireysel Hakların Savunulması: Sermayenin ve üretim araçlarının özel mülkiyetini ifade etmektedir.
  • Şirket Özgürlüğü: İş projelerini geliştirmenin, yürütmenin veya bunlara son vermenin mümkün olduğunu savunmaktadır.
  • Rekabetçi Piyasa: Döviz fiyatının arz ve talebin etkileşimi ile devletin mümkün olan en az müdahalesi ile verilmesi anlamına gelmektedir.
  • Serbest Pazar Koşulları: Birden fazla seçenek ve ürün alternatiflerinin olduğu bir pazarda, bireylerin seçim yapma olanağına sahip olduğunu ifade etmektedir.

Bu temel özelliklere göre, ekonomiye katılım gösteren herkes, kendi çıkarlarının peşinde koşma ve çıkarlarını maksimize etme, bunun için sermaye biriktirme veya kullanma doğrultusunda hareket etmelidir.

Kapitalizm Köken Olarak Ne Demektir?

Kapitalizmin köken olarak “serbest piyasa ekonomisi” veya “serbest piyasa sistemi” demektir. Her ne kadar çoğu zaman kapitalizm ismi kullanılsa da, bu kavram ilgili kökenlere dair çağrışımlar da yapmaktadır. İlk uygarlıkların ortaya çıkmasından bu yana gerek tüccarlar gerekse de gerçekleşen ticaretler var olmasına rağmen, kapitalist sistem Avrupa’da 13. yüzyıla kadar ortaya çıkmamıştır.

Kapitalizm, dünyanın genelinde feodalizmin yerini alan ekonomik sistem olmuştur. Kapitalizmden önce iş, efendilik bağlarından, kölelikten veya kişinin kendi topluluğuna karşı sosyo-ahlaki bir yükümlülüğünden türetilen bir sorumluluk olarak tanımlanmıştır. Bütün bunların yanı sıra kapitalizm, kölelik yerine sermaye, yani farklı bir deyişle belirli bir ücret karşılığında çalışmayı önermek için ortaya çıkmıştır. Günümüzde de geçmişteki sistemin yerini almıştır.

Kapitalizm Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

İlk kez 13. yüzyılda dillendirilmeye başlayan kapitalizm, Orta Çağ’daki diğer sistemlerin yerini almaya başlamıştır. Hemen ardından, 15. yüzyıl sonrasında Avrupa güçleri tarafından Amerika kıtasının kolonileşme aşaması ile pekişmeye devam etmiştir. Amerika kıtasında yaşanan kolonileşme sürecindeki bu gelişmeler kapitalizm için önemli bir dönüm noktası haline gelmiştir. Belirtmek gerekir ki bu durum, metropoller ve yeni kıtadaki kolonileri arasında oluşturulan yoğun ticari alışverişlerden kaynaklanmıştır.

Bu gelişmelerin ardından, 18. yüzyılda, Adam Smith “Ulusların Zenginliği” kitabını yayınlamıştır. Bu kitapta Smith, tamamen serbest piyasa ilkelerini savunmuştur. Her ne kadar tartışmalı olsa da Smith, kapitalizmin yaratıcısı ve kurucusu olarak kabul edilmiştir. Smith, kendince oluşturduğu görünmez el metaforunu kullanmak suretiyle, bir anlamda kapitalizmi savunmuştur. Bu metafor ile, devletin piyasanın arz ve talep yoluyla kendi haline bırakılması durumunda, toplumun refaha ulaşabileceğini iddia etmiştir. Meşhur “görünmez el” metaforu ile İskoç düşünür ve ekonomist Smith, herkesin kendi çıkarlarını göz önünde bulundurarak hareket etmesi halinde, genel olarak toplumun da mümkün olan en iyi seviyeye ulaşabileceğini ifade etmiştir.

Kapitalizm Fikrinin Gelişim Süreci Nasıl Olmuştur?

Kapitalizm fikirleri, eski rejim olarak bilinen sistemi yerinden eden ve modern devletlerin kuruluşuna zemin hazırlayan Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde sürekli bir halde gelişmeye devam etmiştir.

Kapitalizm daha sonra 19. yüzyılın en sembolik düşünürlerinden biri olan Karl Marx tarafından sert eleştire maruz kalmıştır. Marx, kapitalist sistemin bir grup nüfusun, proletaryanın üretim araçlarının sahipleri olan kapitalistler tarafından sömürüldüğünü dile getirmiştir. Böylece 20. yüzyılda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) komünist sistemiyle uç noktalara taşınan bir sosyalist düşünce akımı doğmuştur. Ancak Marx’ın önerdiği bu ekonomi modeli beklenen sonuçları elde edememiş ve tutunamamıştır.

Kapitalizm gelişim sürecinde en önemli dönüm noktası ise, 1989 yılında ekonomik özgürlüğün komünist modele karşı zaferi anlamına gelen Berlin Duvarı’nın yıkılması ile yaşanmıştır. Amma velakin kapitalizm, eğitim ve sağlık gibi belirli alanlarda veya sektörlerde devletin müdahalesini kabul etmek zorunda kalmıştır. Kapitalizm, günümüzde hala belirli kesimlerce eleştirilmektedir. Özellikle de ekonomik kriz dönemlerinde bu eleştiriler artış göstermektedir.

Kapitalizmde Devlet Kontrolü Ne Anlamak Gelmektedir?

Kapitalizmde devletin temel görevi, piyasa başarısızlıklarını kontrol altında tutmaya çalışmaktır. Ayrıca devletler sistemin suistimal edici durumlara yol açmasını engellemeli ve rekabeti teşvik etmelidir.Öte yandan bu kavram doğrultusunda belirtmeden geçememek gerekir ki, tekelci kapitalizm, finansal kapitalizm veya neo-kapitalizm gibi farklı türev sistemler de bulunmaktadır. Bu çerçevede, devlet gücü piyasada kıt varlığı ve etkisi konularında, özellikle sermaye sahipleri ve girişimcilerin maksimum seviyede fayda sağlamak için yüksek ölçüde özgürlük ve bağımsızlıkla çalışmasına izin vermesi ile öne çıkmaktadır.

Öyle ki bu özellikler sayesinde işverenler, şirketlere yeniden yatırım gerçekleştirme ve işçilere ödeme yapma olanağına kavuşmaktadır. Yani, burada tam anlamıyla bir bağımsızlık ve özgürlük durumu söz konusu olmaktadır. Aynı zamanda kapitalizm, devletin finans ve iş dünyasında günden güne sahip olduğu gücün azalmasını varsaymaktadır. Bu şekilde devletin, özel sektöre daha fazla ağırlık vermesi ve piyasaların gözetimini sağlaması sonucu ortaya çıkmaktadır.

Kapitalizm Sistemini Savunanların Görüşleri Nelerdir?

Üretim araçlarının özelleştirilmesinin savunucuları genellikle özel girişimin çoğu zaman devletten daha iyi bir kontrol ve yönlendirme yöneticisi olduğunu iddia etmekte ve savunmaktadırlar. Buna göre, durum tamamen bağımsız ve özgürlükçü olmadığında, bürokrasi veya buna benzer birçok sorun, bu tür görevlerin verimli bir şekilde yerine getirmelerini engellemektedir. Örnek vermek gerekirse, bir şirket halka arz edildiğinde, daha iyi yönetilmesinden kaynaklanan olası zararları vatandaşlar üstlenmektedir. Öte yandan, özel olduğunda, tüm riski üstlenen şirketin sadece kendisidir.

Liberaller, rekabetin olduğu bir piyasada şirketlerin ürün ve hizmetleri geliştirebileceklerini, daha düşük fiyatlarla daha fazla kalite sunabilmek için maliyet yapısını değiştirebileceklerini savunmaktadırlar. Bu kapsamda ele alındığında liberallere göre, devletin rolünü ve piyasalara müdahalesini azaltmak, kapitalizmin ve en yeni günümüz Batı ekonomisinin temellerinden birini oluşturmaktadır.

Kapitalizm ve Sosyalizm Arasındaki Farklar Nelerdir?

Kapitalizm ve sosyalizm tamamen birbirlerinden farklı anlamlara gelmektedir. Her iki kavram da farklı durumların birer ifadesidir. Bu açıdan kapitalizm ve sosyalizm arasında önemli farklar bulunmaktadır.

Kapitalist ekonomilerin temel özelliği, şirketlerin ve bireylerin belirli fiyatlar üzerinden ekonomik işlemler yoluyla piyasada mal ve hizmet üretmeleri ve değiş tokuş etmelerini sağlamaktır. Bu şekilde kapitalizmin var olduğu bir ekonomide, ticari veya finansal kuruluşlar aracılığıyla ekonomik inisiyatifi alan ve kararlar veren kişinin birey olduğunu belirtmek mümkün olmaktadır.

Özel mülkiyet açısından kapitalizme karşı çıkan sistem, temelde üretim unsurlarının veya malların toplumsal mülkiyeti kavramını savunan sosyalizmdir. Bu sistem de bireysel değil, toplumsal mülkiyet ve müdahaleyi savunmaktadır.

YAĞIZ OKAN

Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi ispattır.

“Bir devletin kendi sınırları dışında kalan genelde deniz aşırı toprakları askerî müdahale başta olmak üzere çeşitli yollarla ele geçirmesi ve orada hâkimiyet kurup yerli toplumlar üzerinde siyasî, iktisadî ve kültürel alanlarda üstünlük sağlayarak bunların her türlü imkânlarını kendi menfaati için yağmalaması” şeklinde tarif edilebilen sömürgecilik, Antikçağ’dan modern zamanlara kadar gelen bir süreç içinde farklı şekillerde uygulanmış ve uluslararası ilişkilerin en kapsamlı anlaşmazlık ve çatışma konularından biri haline dönüşerek insanlık tarihini utanç verici sayfalarla doldurmuştur. Tarzını ve görüntüsünü değiştirmiş olmakla birlikte günümüzde de devam eden sömürgeciliğin bütün yönleriyle sistemli bir şekilde uygulanması XVI. yüzyılın başlarına rastlamaktadır.

Antikçağ’dan itibaren kendi bölgelerinde güçlenen pek çok devlet, hâkimiyet alanları dışındaki yerlere vatandaşlarından oluşturdukları küçük toplulukları gönüllü veya zorunlu olarak yerleştirmiştir. Başlangıçta bu yerleşmelere işaret etmek üzere Latince colunus ve colonia kelimeleri ortaya çıkmıştır. Bunlardan colonia (bir yere göçüp yerleşme) Roma İmparatorluğu döneminden itibaren “sömürge” anlamında kullanılmış ve daha sonra bundan coloniser (sömürgeleştirmek) ve colonisation (sömürgeleştirme) gibi kelimeler türetilmiştir. Özellikle modern dönemde sömürgeleştirmeye ve sömürgeciliğe Arapça’da isti‘mâr, sömürgeleştirilen yere müsta‘mere, Türkçe’de ise müstemleke denilmiş ve sömürmek fiilinden sömürge ve sömürgecilik kelimeleri türetilmiştir.

XIX. yüzyılın ortalarında giderek yaygınlaşan ve XX. yüzyılın başında yeryüzünün birkaç ülkesi hariç tamamını işgal ederek sömürgeleştiren Avrupalı büyük güçler, tarihte en fazla Roma dönemindeki sömürgeci teşkilâtlanma ve askerî güç kullanımı usulünden etkilenmiştir. Romalılar da modern Avrupa sömürgeciliğinde olduğu gibi yerlilerin imkânlarına el koymakla yetinmeyip onlara köle muamelesi yapmıştır. Milâttan sonra V. yüzyılın ikinci yarısında Batı Roma’nın özellikle Kuzey Afrika’daki sömürgelerinde Vandallar tarafından yenilgiye uğratılmasıyla birlikte büyük bir çöküntü yaşaması, böylece Eskiçağ’ın sona erip Ortaçağ’ın başlamasıyla birlikte Akdeniz havzasında Bizans hâkimiyeti üstünlük kazanmış, Roma döneminin benzeri olan uygulamalar bu dönemde de devam etmiştir.

Yeni bir çağın başlamasıyla oluşan dönüşüm, İslâmiyet’in Arap yarımadası sınırlarını aşarak Asya, Afrika ve İber yarımadasından Avrupa’nın batı bölgelerine kadar yapılan fetih hareketleriyle hız kazanmıştır. Bu yayılma yeryüzünün en uzun ömürlü imparatorluğu olarak kabul edilen Roma hâkimiyetine göre çok ciddi farklılık arzetmekteydi. Çünkü ilk defa Medine’de şekillenen İslâm devletinden başlayarak Osmanlı Devleti’nin sona ermesine kadar Asya, Afrika ve Endülüs’te kurulan, sayıları 200’ü geçen müslümanların idaresindeki devlet yapılanmalarında Antikçağ, Ortaçağ, Yeniçağ ve özellikle modern çağdaki Avrupalılar’ın başlattığı sömürgeleştirme faaliyetlerinin temel gerekçelerine ve hedeflerine rastlanmamaktadır. Avrupa sömürgeciliğinde öne çıkan şey güçlünün oluşturduğu hukukun geçerli olması anlayışı İslâm idarelerinde bunun yanında hukuk gücünün de yer alması ilkesine dönüşmüş ve bu ikisinin birlikte yürütülmesiyle farklı bir adalet anlayışı ortaya çıkmıştır. İslâm fetihleri tek bir milletin yönetiminde devam etmeyerek Araplar’dan İranlılar’a, Türkler’e, Berberîler’e, zenci toplumlara, hatta Güney Asya toplumlarına kadar yaygınlık kazanmış ve fethedilen ülkelerin insanları kısa zamanda fatihler arasında yer almıştır.

İslâmiyet’in hızlı yayılışı karşısında hıristiyan dünyası özellikle Avrupa kıtasının içine kapanmak zorunda kaldı ve Akdeniz havzasıyla irtibatını müslümanlarla iş birliğine dayalı olarak yürütebildi. Bu durumdan büyük rahatsızlık duyan papalık Avrupa’daki iktidarları devamlı şekilde tahrik ederek bir taraftan İber yarımadasındaki Endülüs’ü müslüman hâkimiyetinden kurtarmaya gayret etmekte ve daha önemlisi Kudüs’ün de içinde bulunduğu Ortadoğu, Mısır, Kuzey Afrika ve Anadolu’daki İslâmî idareleri ortadan kaldırmak için her yolu denemekteydi. Nihayet dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olarak kabul edilen Haçlı seferleriyle birlikte doğrudan müslümanların yaşadığı ülkeler hedef alındı, böylece buraları eskiden olduğu gibi yeniden sömürgeleştirme mücadelesi başlatıldı. XI. yüzyılın sonlarından XV. yüzyılın sonunda Endülüs’teki son müslüman hânedanı olan Nasrîler’in yıkılışına kadar uzanan üç asırda İslâm devletleriyle papalık merkezli hıristiyan güçler arasında büyük savaşlar cereyan etti. Bu anlamda Papa II. Urban’ın çağrısıyla başlatılan Haçlı seferlerinden ilki 1099 yılında Kudüs’ün ele geçirilmesiyle sonuçlandı. Bu seferlerin başarılı olduğu dönemlerde hıristiyan güçleri Güneydoğu Anadolu’dan Suriye ve Lübnan dahil Filistin’e kadar yayılarak İslâm hâkimiyetindeki toprakların belli bir kısmını işgal ettiler.

IX. (XV.) yüzyılın sonlarında yoğunlaşan coğrafî keşifler neticesinde ele geçirilen yerler yüzünden birbiriyle büyük bir rekabete girişen Portekiz ve İspanya arasında papanın da aracılığıyla Tordesillas Antlaşması imzalandı (7 Haziran 1494). Buna göre Batı Afrika açıklarındaki Yeşilburun adasının (Cabo Verde Island) 370 deniz mili batısından geçen bir meridyen çizildi ve Avrupa dışındaki kara parçalarından batı yarımkürede kalanlardan ele geçirilecek olanlar İspanya’ya, doğu yarımkürede kalanlar ise Portekiz’e ait olacaktı. Bu antlaşma modern sömürgecilik yolundaki ilk uluslararası antlaşmadır. Böylece modern sömürgeciliğin iki öncü ülkesi aralarındaki rekabete son verip yeni topraklar ele geçirmekte gecikmedi. İspanya, Kristof Kolomb kumandasında Yeni Dünya olarak adlandırılan Amerika kıtasını sömürgeleştirmeye girişirken Portekiz, Vasco da Gama öncülüğünde 1498 yılında Afrika’nın batı kıyılarını dolaşıp Ümitburnu’na ulaştı ve buradan Hindistan’a kadar uzanan bölgede geniş bir hâkimiyet alanı oluşturdu. Alman imparatorluk tacına da sahip olan İspanya Kralı Karlos (V. Karl), Akdeniz havzasını da idaresine almak istiyordu. Nitekim Fas’tan başlayarak 1510 yılına kadar geçen sürede bugünkü Libya’nın başşehri Trablusgarp dahil bölgedeki bütün mahallî müslüman idarelerine son verdi veya kendisine tâbi kıldı, yerleşim yerlerinin tamamına yakını tahrip edildi. Benzeri istilâ ve yıkım hareketlerini Portekiz de 1505’te Mozambik’te başlattı. 1517 yılında Cidde önüne kadar ulaşan donanmasıyla Hint Okyanusu sahillerinde ve Kızıldeniz çevresinde müslümanların hâkimiyetinde bulunan kırk civarındaki şehir devletini yakıp yıktı ve müslüman ahalinin çoğunu katletti. Dönemin iki güçlü İslâm devletinden biri olan Memlükler, Hint Okyanusu ve Kızıldeniz havzasında Portekizliler’e engel olamadılar ve yenik düştüler. Daha ziyade Avrupa’da hıristiyan güçleriyle mücadele eden Osmanlı Devleti, Afrikalı müslümanların yardım taleplerine cevap vererek 1516 yılından 1574 yılında Tunus’un kesin biçimde Osmanlı idaresine alındığı döneme kadar Kuzey Afrika bölgesini İspanyol istilâsından ve buna dayalı sömürgeleştirilme tehlikesinden kurtardı. Yine Cidde önüne gelen Portekiz donanması, 1517’de Kahire’deki Memlük hâkimiyetine son veren Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği bir donanmayla Kızıldeniz havzasından Hint Okyanusu’na püskürtüldü. Burada Pîrî Reis’in kumandasında Hint Kaptanlığı adıyla bir deniz gücü kurularak Basra körfezi, Arap yarımadası ve Kenya’ya kadar uzanan Doğu Afrika sahillerindeki müslüman idareleri Portekiz istilâsından kurtarılarak uzun müddet sömürgeleştirilmeleri engellendi. XVI. yüzyılın başından itibaren yaşanan bu süreçte Osmanlı Devleti, Afrika kıtasının batı sahilleri hariç büyük bir kısmını, Arap yarımadasının Yemen dahil tamamına yakınını sömürgeci girişimlere karşı muhafaza altına aldı ve bu durum XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etti. Bunun dışında Hindistan ve Açe dahil Endonezya’daki müslümanlara da yardım eli uzatılarak sömürgeci Portekiz ve Hollanda donanmalarının onlara daha fazla zarar vermelerinin önüne geçildi.

Amerika kıtası yerlilerinin yardımına koşacak herhangi bir devlet bulunmadığı için onların ülkeleri kısa zamanda istilâ edildi, toprakları ellerinden alındı, büyük bir çoğunluğu soy kırımı derecesinde katliama mâruz bırakıldı ve kültür varlıkları tamamen tahrip edildi.

Yeni sömürgelerde büyük ölçüde yok edilen insan gücünün yerine geçmek üzere Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet ve nüfuz alanı dışında kalan Batı ve Güney Afrika sahillerinden XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden dört asırlık zaman içinde başta Portekizliler olmak üzere İspanyollar, Hollandalılar, Fransızlar, İngilizler ve diğer Avrupa devletlerine mensup tüccarlar tarafından 100 milyon civarında insan köleleştirilip götürüldü. Tarihte benzerine rastlanmayan şekilde yürütülen köle ticaretinde Afrika’nın hür insanları bir ticaret malı haline getirilerek kıtalar arası kurulan köle pazarlarında satıldı.

Modern çağda Avrupalılar’ın başlattığı sömürgeleştirme faaliyetlerini haklı gösterme düşüncesi XIX. yüzyılda kuvvet kazandı ve II. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etti. Savaşın bitmesiyle birlikte sömürgecilik farklı toplumların bir arada yaşamasına engel bir durum olarak görülmeye başlandı. Öte yandan sömürgelerde bağımsızlık mücadeleleri yaygınlaştı. Bu mücadeleler sonunda bazı ülkeler bağımsızlıklarına kavuşmalarına rağmen ekonomik anlamda eski sömürgeci devletlerin denetimi altında tutuldu. Sömürgeciliğin Avrupa toplumlarınca benimsenmesinde veya sömürgeleştirme adına yapılanların insan haklarını ihlâl ettiği ileri sürülerek karşı çıkılmasında din adamları, filozoflar, siyaset bilimciler ve devlet adamlarının önemli payı oldu. İspanyol asıllı ilâhiyatçı ve siyaset teorisyeni Francisco de Vitoria (ö. 1546), Avrupalılar’ın sömürgeleştirdikleri yerlerdeki toplumların hukukî ve ahlâkî hakları olduğunu savunanların başında gelmekteydi. F. de Vitoria, insanın temel haklarından olan hayat ve hürriyet hakkına saygı gösteren bir sömürgeciliği ve hıristiyanlaştırma hareketini övmekteydi. Hollandalı hukukçu Hugo de Groot (ö. 1645), Avrupa’da mezhep kavgalarının ve sömürgecilik rekabetinin en fazla yaşandığı dönemde özellikle sömürgelerde yerlilere karşı takınılan tavır karşısında her insanın sahip olması gereken tabii haklarını savunarak uluslararası hukuk alanının öncülerinden oldu.

Avrupa devletlerini sömürgeciliğe sevkeden önemli etkenlerden biri ekonomik istismar yanında stratejik gerekçeler olup (monopolitik ticaret sistemi) birbirlerine rakip konumundaki ülkeler, ortaya yeni sömürgecilerin çıkmasını engellemek ve ticareti başkalarını karıştırmadan anavatan-koloni ikilemiyle sürdürmek istemekteydi. Bu anlamda merkantilist önlemler alınır, mal taşımacılığının anavatan bandırasıyla yapılmasına, ucuz ham madde temini ve işlenmiş malların ihracına önem verilir, anavatan pazarı sömürgelerin aksine yüksek gümrük duvarlarıyla korunurdu. Öte yandan yeryüzünün önemli noktaları ele geçirilerek diğer devletlerin girişimleri kontrol altında tutulmaktaydı. Yine köle ticaretindeki tekel mümkün mertebe korunup belli şirketlerin yararı gözetilmekteydi. Akdeniz’de Cebelitârık Boğazı, Basra körfezinin Arap yarımadası kıyıları, Kızıldeniz’de Bâbülmendep Boğazı, Hint Okyanusu adaları bu açıdan son derece önemli stratejik yerler arasındaydı. XIX. yüzyılda sanayileşme ve teknolojik gelişmenin de verdiği imkânlarla kendi din ve kültürlerini üstün gösterip sömürülen ülkelerdeki insanların alt tabakadan olduğunu iddia ederek onları “medenîleştirme” hakkını kendilerinde görmekteydiler. Bununla beraber bu zihniyet değişikliği, daha önceki yüzyılda kitleleri köleleştirmekle kalmayıp insandan dahi saymayan sömürgecilere göre özverili bir davranış sayılır.

Sömürgecilerin en önemli faaliyetlerinden biri, Hıristiyanlığı sömürülen ülkelerin yerlilerine kabul ettirmeleridir. Bu anlamda en büyük desteği başta Katolik ve Protestan kiliseleri verirken Anglikan kiliseleri ve diğerlerinin de bu konuya büyük katkıları oldu. Böylece Latin Amerika, Güney Asya ve Sahrâaltı Afrikası’nda misyonerler vasıtasıyla geniş kampanyalar yürütülerek Hıristiyanlık büyük bir hızla yayıldı. Cizvitler Çin, Hindistan ve Japonya’da hep ön planda olurken Protestan papazları özellikle Madagaskar, Çin ve Havai’de etkili oldular. Hz. Îsâ’nın mesajını yayma bahanesiyle oralara giderken devletleri de onları ordularıyla tehlikelere karşı koruyordu. Amerika’da XVI. yüzyıl öncesinde hiç hıristiyan nüfus yokken bugün 1 milyara yaklaşan nüfusuyla kıtada yaşayanların tamamına yakınını hıristiyanlar oluşturmaktadır. Yine 1900’lerin başında Afrika kıtasında toplam 10 milyon civarında tahmin edilen hıristiyanların sayısı bugün 1 milyarı aşmakta olan nüfus içinde 350 milyon civarındadır. Asya’da yine misyonerlik faaliyetleri neticesinde hıristiyan olanların sayısı 300 milyondan fazladır. XV. yüzyılda başlayıp XX. yüzyılın ikinci yarısında sona eren modern Avrupa sömürgeciliği dört aşamalı bir süreç takip etmiştir. Bunlardan birincisi 1763 Paris Antlaşması’na kadar devam ederken ikinci dönem 1875 yılına, üçüncü dönem I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına ve sonuncusu II. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 yılına kadar sürdü. Bundan sonrası 1970’li yılların ortalarına kadar bütün sömürgelerin bağımsızlıklarını elde ettikleri dönem olarak kabul edilmektedir.

XVI. yüzyılda büyük bir sömürge imparatorluğu kuran Portekiz ve İspanya’yı Hollanda ve İngiltere takip etti. Özellikle Kraliçe Elizabeth zamanında İngiltere dikkatini deniz aşırı ülkelere verip yeni sömürgeler elde etmeye yöneldi. XIX. yüzyılın başında bütün sömürgecilerin önüne geçerek büyük bir üstünlük sağladı. Yaşanan sonu gelmez savaşlar Kıta Avrupası’nı parçalanmaya sürüklerken İngiltere elde ettiği refah düzeyi, nüfusunun hareketliliği ve ekonomisinin yayılmasıyla dünyayı sömürgeleştirme faaliyetinde öne çıktı ve bu alandaki başarılarıyla diğer Avrupalı sömürge idarecilerine örnek oldu. İngiltere’nin bu yüzyılda sömürgeleştirdiği ülkelerin toplam yüzölçümü 35 milyon km2’yi bulurken bu ülkeyi 12,5 milyon km2 ile Fransa takip ediyordu.

Giderek güçlenen Almanya’da sömürgecilik konusu XIX. yüzyılın ikinci yarısında ciddi tartışmalara yol açtı. XVI. yüzyılın büyük Alman tüccar ailesi Welserler tarafından Venezuela’da elde edilen ticaret kolonisi ve XVII. yüzyılda Brandenburg / Prusya Dukalığı’nın Batı Afrika’daki kolonisi kalıcı olmadı. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Alman sömürgeciliğinin fikir babaları, sömürgeciliği refah kaynağı ve artan nüfusun başka yerlere dağıtılması için önemli bir fırsat olarak görmekteydi. Böylece Almanya, Güneybatı Afrika’da bugünkü Namibya’yı, Doğu Afrika’da Zengibar Sultanlığı’nın hâkimiyetinde olan Tanzanya ve çevresini, Batı Afrika’da Togo ve Kamerun’u, Okyanusya bölgesinde kısmen de olsa Yeni Gine’yi sömürgeleştirdi. Ancak uzak yerlerdeki yerleşimlerin bir iki nesil içinde Almanlık’tan uzaklaşılmasına yol açtığı gerçeğinden hareketle bilhassa asrın son çeyreğine doğru ekonomik bir değer arzeden başlıca parçaları çoktan paylaşılmış olan dünyada kendilerine pek de yer kalmadığını görerek gözlerini coğrafyalarının uzantısında yer alan Osmanlı Devleti’nin zengin ve bâkir topraklarına diktiler (Drang nach Osten politikası).

Almanya’dan sonra Avrupalı devletler içinde sömürgecilik faaliyetlerine en son katılan devletler arasında Belçika ve İtalya gelmektedir. Sömürgeci devletler Afrika’yı paylaşmak, sömürge meselelerini modern hukuk kurallarına bağlamak ve aralarındaki sürtüşmeleri ortadan kaldırmak amacıyla Almanya’da bir araya gelerek bir antlaşma imzaladılar (Kasım 1884). Belçika Kralı II. Leopold, 1870 yılından itibaren sömürge haline getirmek üzere bugünkü Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile şahsen ilgilendi. Bu amaçla 1884’te bir tür sömürge örgütü olan Uluslararası Kongo Derneği’ni kurdu ve daha sonra burası Bağımsız Kongo Devleti adıyla sömürge haline getirildi (15 Kasım 1908). İtalya da XIX. yüzyıl sonunda sömürge edinme siyasetine katıldı. Güçsüzlüğü sebebiyle anavatana yakın yerleri tercih etmek zorunda kaldı ve Afrika’da henüz istilâ edilmeyen yerler üzerinde yoğunlaştı. Bugünkü Eritre ve Etiyopya topraklarını içine alan Habeşistan’ı, Somali ve Osmanlı Devleti’nin bir vilâyeti olan Trablusgarp’ı (Libya) ele geçirdi (1912).

Avrupa sömürgeciliğinin XV. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar yaklaşık beş asır devam etmesinde ilk iki asırdan sonra kurulan ticarî şirketlerin büyük rolü oldu. Fransa’da Compagnie des Indes’in kurulması ve İngilizler’in 1607-1732 yılları arasında oluşturdukları sömürge şirketleri vasıtasıyla sistem gittikçe gelişti. Özellikle Afrika ve Güney Asya’nın sömürgeleştirilmesinde United African Compagny, Royal Niger Compagny, British East African Compagny ve British South Asia Compagny önemli rol oynadı. Almanlar’ın Deutsche Kolonial Gesellschaft, Belçikalılar’ın Association Internationale du Congo ve İtalyanlar’ın Filonardi şirketlerinin her biri birer sömürgeci devlet gibi faaliyet göstererek ele geçirilen ülkelerde kendi bütçelerine, kanunlarına, güvenlik güçlerine sahip oldular ve diplomatik ilişkilerde bulundular.

Sömürgecilik büyük nüfus hareketlerine yol açmış, böylece dünyanın pek çok yerinde nüfus değişimlerine sebep olmuştur. Anavatanlardan sömürgelere yapılan gönüllü göçler, köleleştirilerek Afrika’dan Amerika’ya 100 milyona yakın insanın taşınması, bir sömürgeden diğerine göçlerin yaptırılması, Burkina Fasolular’ın Fildişi Sahili’ne, Bengladeşliler’in Birmanya’ya, Hindistanlılar’ın İngilizler’in Hint Okyanusu adaları Karayip denizindeki ada sömürgelerine, Lübnanlılar’ın Fransız Afrikası’na taşınması bunun en ciddi örnekleri oldu. Avrupa ve özellikle İngiltere’den gelen çok sayıda insanın yerleştiği ülkelerde yerli halklar imha edildi.

Avrupalılar tarafından geliştirilen sömürgeci sistemde kurulan yeni şehirler, yapılan kara ve demir yolları, inşa edilen limanlar, hastahaneler ve okullar tamamıyla oralarda bulunan sömürgeciler için olup bunlardan yerliler hiçbir şekilde istifade edemiyordu. Avrupa’dan gelenlerle yerlilere bulaşan hastalıklar büyük kitlelerin ölümüne sebep olunca mecburen yerlileri de tedavi etmeye başladılar. Eğitim konusunda sadece kendilerine yardımcı olabilecek kimselere belli seviyeye kadar eğitim verdiler. Öyle ki Afrika sömürgelerinde geleneksel eğitim kurumları yok edilip yerlerine açılan okullarda en çok orta eğitim seviyesinde eğitim verildiği için kıtanın tamamında üniversite mezunu olanların sayısı 1950’li yıllarda bile birkaç yüz kişiyi geçmiyordu.

AHMET KAVAS

M. Ferro, Sömürgecilik Tarihi: Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Kadar, 13. Yüzyıl-20. Yüzyıl (trc. Muna Cedden), İstanbul 2002, s. 48-50, 74-80, 94, 133-140, 169-172; Ahmet Kavas, “Afrika’da Fransız Sömürgeciliği”, Sömürgecilik Hareketlerinde Fransa ve Anadolu’da Fransız-Ermeni İşbirliği (ed. Orhan Kılıç – Mehmet Çevik), Elazığ 2003, s. 69-78; a.mlf., “Yeni Sömürgeciliğin Afrika Toplumlarını Sosyoekonomik, Dinî, Siyasî Alanlarda Birliğe Zorlaması”, İslâmiyât, VIII/2, Ankara 2005, s. 25-38; J.-P. Sartre, Colonialism and Neocolonialism (trc. A. Haddour v.dğr.), London 2006, s. 37-54; Orhan Yüksel, “Sömürge ve Sömürgecilik”, TA, XXIX, 356-359; Christopher Edens, “Colonization”, The Oxford Encyclopedia of Archaeology in the Near East, New York 1997, II, 52-55; Şit Tufan Buzpınar, “Fransa”, DİA, XIII, 184-187; İsmail Hakkı Göksoy, Hollanda, a.e., XVIII, 226-227; Azmi Özcan, “İngiltere”, a.e., XXII, 299-302; Şerafettin Turan, “İtalya”, a.e., XXIII, 448-452; Refîk Cûycâtî, “el-İstiʿmâr”, el-Mevsûʿatü’l-ʿArabiyye, Dımaşk 2000, II, 187-196; Jamal Malik, “Colonialism”, Encyclopedia of Islam and the Muslim World (ed. R. C. Martin), New York 2004, I, 152-155.

Hayatımızın her yerinde, bulunabilen her kelimenin sonuna sürekli “izm” koyuyoruz. Bu şekilde biz de artık birer “ist” olabiliyoruz. En çok izm kimde, en kaliteli ist kim yarışı içindeyiz adeta. Adlar, fikirler, davranışlardan önce, tabiri caizse “Necisin sen?” sorusuna cevap arıyoruz karşılaştığımız herkeste. İzmlere gidiyoruz, istleri buluyoruz. O da ne? E olmaz ama o karşı izmin isti. Neyse artık biraz daha bekleyelim bizim mahallenin istini bulmak için.

Kimliğimizi biz mi yaratırız yoksa doğduğumuz anda belli midir? Bu soru cevabı ikisi de olan bir soru olarak hayatımızda yer alır. Nerede doğduğumuz, cinsiyetimiz, ten rengimiz, sahip olduğumuz genetik hastalıklar ve daha birçok özelliğin hiçbirini biz seçmeyiz. Dünyaya geliriz ve böyleyizdir. Zaman içerisinde toplum bize, bu özellikleri sahiplenmemiz gerektiğini ve bizim bunlardan ibaret olduğumuzu dayatır. Toplum, seçimlerimizi hiçe saysa da kimliğimizin bir parçası da tamamen bizim seçimlerimizle oluşur. Dahil olduğumuz gruplar bizim kimliğimizin çok önemli bir parçasını oluşturur. Seçtiğimiz ve seçemediğimiz her özellik toplanarak bize kim olabileceğimize dair bir havuz sunar ve biz bunların içerisinden seçtiklerimizi alır benlik tanımımıza koyarız. Bu da “Ben kimim?” sorusunun cevabını verir.

Amin Maalouf, Ölümcül kimlikler kitabında, kitabın adında da olduğu gibi bizi oluşturan kimliklerin ne kadar ölümcül derecede tehlikeli birer canavara dönüşebileceğinden bahsediyor. Kimliklerimiz, aynı zamanda bizim aidiyetlerimizdir. Toplum, bizi aidiyetlerimizle sınırlarını çizdiği dar hücrelere kapatır. Bizi yine özgür bırakabilmek, o hücreye koyanların elindedir fakat bunu yapmazlar çünkü kendilerine de bu şekilde yapılmıştır ve öğrendiklerinden fazlasını yapmaya çabalamazlar. O küçük hücrede kimliklerimizle o kadar çok zaman geçiririz ki biz de kendimizi onlar üzerinden katı bir şekilde tanımlarız. Bu da kimliklerimiz ve biz arasındaki bağı güçlendirir. Bu güçlü bağ bize tek bir seçenek bırakır; kimliklerimizi ölümcül bir canavara çevirmek pahasına da olsa onları korumak.

Kişi için kimlikleri her zaman eşit düzeyde ön planda değildir. Ne zaman ki bir kimliğimiz aşağılandı, değersizleştirildi veya bunun üzerinden saldırıya uğradık; o kimliğimizi ön plana çıkartırız ve kendimizi birincil olarak o kimlik üzerinden değerlendirmeye başlarız. Bu ön plana çıkan ve çıkışı, tehlikede olduğu için olan kimlik de karşısına gelecek her türlü kimlik ve bu kimliklerin sahibi olan kişiyi yok etmeye hazırdır. Aşağılanan her kimlik ölümcül olabilir.

Her ne kadar ölümcül olabilecek olsalar da aynı anda kimliklerin kişinin aidiyetleri oluşu, kişileri onlara daha da bağlı tutar. Ne kadar çok kimlik, o kadar çok tehlike tehdidi olsa da kişiler kim olduklarını net kalıplarla tanımlayabilmeyi çok önemserler. Sahip oldukları özellikleri kategorize edip; bu kimliklerden daha fazlasına sahip olmak isterler. Çünkü bu, kişiyi birçok kafa karışıklığından ve kendini tanımanın virajlı yollarından kurtarır. Kendine kim olduğunu sorduğunda detayına girmeden sadece kimlik sıfatlarını kendine sayabilmek kişilere çok büyük bir rahatlık gibi gelir. Özellikle ergenlik çağındaki bireyler, kendi kimliklerini oluşturma aşamasında kimlik edinimini genellikle gruplara dahil olarak yaparlar. Bunu yapanlar tabii ki sadece ergenlik dönemindeki bireyler değildir, her yaş grubundan kişinin bu yolu sıklıkla tercih ettiğine tanık olabiliriz.

Gruplar üzerinden kimlik edinimi yapmak, kişinin kendine dair sıfatlar edinebilmesinin çok daha uğraşsız bir yoludur. Grupların sınırları bellidir, normları vardır, dahil olan biri isen sahip olman gereken bütün özellikler nettir. Soru işareti bırakmaz. Böylece çok daha uğraşsız bir aidiyet edinilmiş olur. Hem de gruplara dahil olmanın kimlik tehdidi açısından çok daha fazla risk içermesine rağmen bu kolaylık ve netlik ile kimlik edinebilme fırsatı kişiyi kendine çeker.

Hepimiz içinde bulunduğumuz grubun en doğru grup olduğuna inanırız. Kendi dahil olduğumuz grubun üyelerinin veya doğrudan grubun, konu ayırmaksızın zafer elde etmesini isteriz. Ait olduğumuz ve benliğimizi tanımladığımız grupların önde olması bizim için çok önemlidir. Henri Tajfel ve arkadaşları bir grup oluşması ve bu grubun aidiyet oluşturması için gereken minimal koşulları belirlemek için “Minimal Grup Paradigması” deneyini gerçekleştirmişlerdir. Bu deneyde araştırmacılar tamamen rastgele seçim yöntemiyle gruplar oluşturmuştur. Daha önceden de birbirini hiç tanımayan bireyler gerçek olmadığını bildikleri parayı kişilere dağıtmaları istendiğinde ne kadar adil olma çabasına girseler de dahil oldukları gruptaki kişilere biraz daha fazla para vermişlerdir. Bu deneyle birlikte; ne koşullarda oluşmuş olursa olsun ‘dahil olduğum grup kusursuzdur’ düşüncemiz deneysel bir şekilde de kanıtlanmıştır.

İzmler benliğimizi oluştururken dahil olabileceğimiz gruplar içerisinde en “adı olan” ve sınırları belli olup bilinenleridir. Bu yüzden birer izm çatısı altına girmek kişilere kimlik ediniminde en kestirme yolu sunar. Fakat bu kadar sınırı belli olan ve kişilere bu kadar net kimlikler sağlayan izmler öldürücü olmak konusunda rakipsizdirler. Bir kimliğin, aidiyeti bu denli güçlü kılıp öldürücülüğünün az olmasını beklemek hata olur. İzmler bize “doğru budur, yanlış budur, yapılması gereken buradadır” der. Birnevi izmler kişiyi karanlık bir odaya koyuyor. Kişi odadaki eşyaların yerlerini, kolonları, duvarları karanlıkta gözünün alıştığı kadarıyla görüyor. Dışarıdan biri gelip bir yere ışık tuttuğunda oradaki kusurları gösterdiğinde ise gözü izm karanlığına alışmış kişinin gözünü alıyor o ışık. Sinirleniyor, kızıyor, ışığı kapattırıyor en olmadı kendisi gözlerini sımsıkı kapatıyor ve yine gözünün alıştığı karanlık odada, gördüğü kadarıyla yetinmeye devam ediyor. Yani izm; kişiyi nereye koyduysa, ışığı ne kadar açtıysa kişi orada yaşamaya mecbur kalıyor.

Ezber cümleler, alışılmış savunmalar, kalıplaşmış mantık yürütmeler, hiçbiri farklılaşmayan görüşler ve daha birçok aynılıkla oluşuyor izmler. Bireysel görüşlerin, farklılıkların varlığı hiçe sayılıp aynı cümlelerin hep bir ağızdan söylendiği birer topluluk olarak var olan izmler, bir noktadan sonra da hazır bilgiyi sundukları kişilerin düşünme becerilerini köreltip kendilerine daha da bağımlı hale getiriyorlar.

İzmler genellikle ideal dünyayı sunduklarını iddia ederler. Kişileri, ist olunduğu takdirde ideal dünyanın kurulması için sonsuz emek harcamış ve artık vicdanı rahat bir şekilde yaşamayı hak eden kişiler olduğuna inandırırlar. Halbuki her izm ideal dünyasını kendi açısından ve kendi önemli gördüğü noktasından ele alarak kurar. Karşısında ne vardır, başka önemli noktalar nelerdir, diğer yandan baksak ne göreceklerdir. Bunları düşünmezler bile. İçinde bulunan kişilerin de bunları düşünmesini istemezler. Bunları düşünmek, bunları görmeye çabalamak izmin açığını bulma ihtimalidir. Bunu kişi de istemez. Bu kadar ait olunan izmin kusurunu bulmak korkunçtur. Dahil olunan izmin kusursuz olmadığını fark etmek izmin bir kişi daha azalmasına ve kişinin alıştığı ve güvende olduğunu düşündüğü o karanlık odadan çıkıp ucunu bucağını bilmediği fikir denizlerine açılmasına sebep olabilir. Bunun ne kadar korkutucu ve zor olduğunu, Esaretin Bedeli filmindeki karakterlerin hapishaneden çıkışları ile kişinin dahil olduğu izmin kusurları görmesi durumu eşleştirerek biraz daha somutlaştırabiliriz.

İzmler kadar kolay kimlik edinmeyi sağlarlarsa sağlasınlar ve ne kadar günümüz dünyasının hakimi olurlarsa olsunlar her zaman kişilerin düşünsel yapılarına zarar verecek oluşumlar olacaklardır. Bireylerin her kelimesi ile dünyaya dair, hayatın içindeki her konuda kendilerinin oluşturduğu bir düşünce yapısının yerini hiçbir izm tutamayacaktır. Öznel fikirlerle ve farklılıklarla geliştirilebilecek bir dünyamız varken izmlerin esiri olan tek yönlü düşüncenin esiri olan bir dünya ve insanlar tamamen kendimizi ve geleceğin fikir yapısını harcamak olacaktır. İzmlerin üzerinde düşünen insanlar mümkündür, izmlerden öte güzel bir dünya böyle var olacaktır.

Deniz Bayramoğlu: Ent Dergi Kültür&Sanat editörüdür. Uludağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencisidir. Okuduğu bölüme aşıktır. Küçük yaşlarından itibaren resim ve edebiyat alanları ile ilgilenmiştir. Özellikle sanat tarihi, sanat felsefesi, resim ve grafik tasarım alanlarında kendini geliştirmeye çalışmaktadır. TPÖÇG, Nilüfer Gençlik Meclisi, Nesin Köyleri, Bambu Gönüllü Eğitim Platformu, Türk Psikologlar Derneği, Bir Küçük Mucize Derneği, Enstitü Fabrika gibi topluluklarda gönüllü olarak yer almış ve yer almaya devam etmektedir. Sanatın ve sevginin gücü ile başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmaktadır. Görsel Kaynak: Gary Waters

Comments are closed.