logo

Kendimizle yüzleşmek, büyümenin başlangıcıdır.

“Kendimizle yüzleşmek, büyümenin başlangıcıdır. İnsanlar gerçek potansiyellerini ancak kendi karanlıklarıyla yüzleşerek keşfedebilirler.”

Carl Jung

Romantik İlişkilerde Kıskançlık

Derealizasyon Nedir? Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri

Depersonalizasyon-derealizasyon durumu, kişinin sürekli olarak kendisini kendi bedeninin dışından gözlemliyormuş hissi yaşaması ve/veya etraftaki objelerin ve kişilerin gerçek olmadığı hissine kapılması durumudur. Bu durum kişiye büyük oranda rahatsızlık ve adeta rüyada yaşıyormuş hissi verir.

Bu durum birçok insanın başına günlük yaşantıları sırasında da gelebilmektedir. Ancak, toplumun yalnızca %2‘si bu durumu disosyatif bir bozukluk tanısı alacak kadar sık yaşamaktadır. Bu bozukluk bireylerin günlük hayatlarındaki işlevsellik düzeyini olumsuz anlamda oldukça etkileyebilmektedir. Bu bozukluğu yaşayan bireyler genellikle travmatik olaylar ve deneyimler yaşamış kişilerdir. Bu bozukluk kendini epizodlar olarak gösterir ve saatler, günler, haftalar hatta aylar olarak sürebilir.

Semptomlar

Sempromlar genellikle epizodlar şeklindedir. Gelip gidebilirler. 

  • Etrafın sisli olması yanıltısı, rüyada gibi hissetmek.
  • Kişinin ve çevresinin arasında onu dünyadan ayıran görünmez bir duvar, tül olması hissi.
  • Objelerin ve çevrenin bulanık, rengi bozuk, 2 boyutlu, yapay görünmesi veya her şeyin olduğundan daha net ve keskin görünmesi.
  • Zaman algısında yanılmalar. Geçmişte olan bir olayın çok yakın gelmesi gibi.
  • Nesnelerin boyutu, şekli ve uzaklıklarıyla ilgili yanılgılar.

Semptomlar neredeyse her zaman rahatsız edicidir ve şiddetli olduğunda son derece dayanılmazdır. Anksiyete ve depresyon, genelde bu bozukluğa eşlik etmektedir. Bazı vakalar, geri dönüşü olmayan beyin hasarına sahip olduklarından veya delireceklerinden korkarlar. Diğerleri gerçekten var olup olmadıklarını saplantı haline getirir veya algılarının gerçek olup olmadığını belirlemek için tekrar tekrar kontrol ederler. Bununla birlikte, hastalar her zaman gerçek dışı deneyimlerinin gerçek olmadığı, daha çok hissettikleri şekilde olduğu bilgisini korurlar (yani, bozulmamış gerçeklik testlerine sahiptirler). Bu farkındalık, duyarsızlaşma/derealizasyon bozukluğunu, böyle bir içgörünün her zaman eksik olduğu psikotik bir bozukluktan ayırır.

Depersonalizasyon Nedir?

Depersonalizasyon, derealizasyona birçok açıdan benzese de aslında farklı bir durumdur. Derealizasyondaki gibi çevreden ve nesnelerden soyutlanmak yerine kişi kendinden soyutlanır ve kendi düşüncelerinden, bedeninden ve hislerinden ayrılma hissi yaşar. Adeta dışardan bakan başka biri gibi kişi kendini uzaktan seyreder.

  • Aleksitimi veya duyguları tanıyamama veya tanımlayamama
  • Duygulara karşı fiziksel olarak uyuşmuş hissetmek
  • Robotik hissetmek veya konuşmayı veya hareketi kontrol edememek
  • Vücudunuza, zihninize veysa hislerinize bağlı hissetmemek
  • Anılara duygu ekleyememe veya anılarınızı sizin başınıza gelen deneyimler olarak “sahiplenememe”
  • Vücudunuzun ve uzuvlarınızın çarpık olduğu hissi (şişmiş veya küçülmüş)
  • Başınızın pamuğa sarıldığı hissi

Derealizasyonun Sebepleri Nelerdir?

Bu durumun kesin sebebi henüz tam olarak bilinmemektedir. Ancak bilim insanları bazı çevresel ve genetic koşullara sahip olmanın bu rahatsızlığı tetikleyebileceğini düşünmektedir. Yoğun stresin ve korkunun epizodları tetiklediği öne sürülmektedir. Ayrıca, çocukluk çağı travmaları ve duygusal strese sebep olan başka yaşantısal olayların da bu duruma yol açabileceği düşünülmektedir.

  • Belirli kişilik özellikleri
  • Ağır travma 
  • Yoğun stres
  • Depresyon veya anksiyete
  • Madde kullanımı

Risk Faktörleri

  • Çocukluk döneminde duygusal olarak istismar veya ihmal edilmek
  • Fiziksel istismara uğramak
  • Aile içi şiddete tanık olmak
  • Ağır derecede engelli veya mental/ruhsal rahatsızlığa sahip bir ebeveyne sahip olmak
  • Bir aile üyesinin veya yakın bir arkadaşının beklenmedik bir şekilde ölmesi

Nelere Sebep Olabilir?

Derealizasyon ve depersonalizasyon epizodları korkutucu ve yorucu olabilir. Bu durum; anksiyete ve depresyon, işlevsellikte azalma; iş ve günlük hayatta, aile ve arkadaş ilişkilerinde zorluklar, hafızayla ilgili sorunlar, umutsuzluk hissi gibi problemlere yol açabilir.

Nasıl Tanı Koyulur?

Bu bozukluk genellikle erken yetişkinlik ve geç çocukluk döneminde ortaya çıkmaktadır. Tanı alan bireylerin %95’ine 25 yaşından önce teşhis konulmaktadır. Derealizasyonu anlayacak herhangi bir labaratuvar testi bulunmamaktadır. Bu sebeple genellikle doktorlar, vakaları bazı sağlık kontrollerinden geçirdikten sonra ruh sağlığı uzmanlarına yönlendirmektedirler. Eğer aşağıda belirtilen durumlar varsa tanı konur:

  • Semptomlar sıklıkla tekrar ediyorsa
  • Kişi yaşadıklarının gerçek olmadığının farkındaysa
  • Semptomlar kişinin günlük hayatında zorluklar çekmesine sebebiyet veriyorsa

Derealizasyon Tedavisi

Derealizasyon tedavisi genellikle başarılı sonuçlanır ve tedavi sonrasında vakaların semptomları yok olur veya azalma gösterir. En önemli tedavi yöntemi terapidir. Terapi sürecinde bireyler semptomlarını paylaşmayı ve yaşadıkları durum ile başa çıkmak için stratejiler geliştirmeyi öğrenirler. İlaç tedavisi de semptomların şiddetini azaltmak için terapiye eşlik edebilir. Terapi sürecinde bireyler şunları öğrenirler:

  • Gerçek olmayan deneyimlere karşı takıntı geliştirmekten uzak kalmayı
  • Aktiviteler ve ödevlerle ilgi odağını değiştirmeyi
  • Semptomların sebebini ve yaşattıkları negatif duyguları keşfetmeyi
  • Duygularını belirli kelimelerle ifade edebilmeyi

Örneğin; bilişsel davranışçı terapi, gerçek olmayan şeyleri hissetmekle ilgili takıntılı düşünmeyi engellemek için stratejiler öğretir. Buna ek olarak, gerçekle daha fazla temas halinde hissetmenize yardımcı olmak için duyuları çağıran topraklama teknikleri bulunmaktadır. Örneğin, işitmeyi sağlamak için yüksek sesle müzik çalmak veya duyumla bağlantılı hissetmek için bir buz küpü tutmak bu tekniklerden sayılabilir. Ayrıca, insanların ayrılma eğiliminde olduğu çatışmalar ve olumsuz duygular üzerinde çalışmaya odaklanan psikodinamik teknikler ve anbean takip (anda ne olduğuna odaklanarak) uygulanan teknikler bulunmaktadır.

Psikolog Aliye Derya Şenol

Yarışan Akıl: Hızlı Konuşan Biri Olmanın Zorlukları

Bazı insanlar yaşadıkları gibi, son derece hızlı bir şekilde iletişim kurarlar. Bununla birlikte, bu konuşma tarzının arkasında genellikle kaygı, kontrol eksikliği veya düşünce netliği bulunur. Her birimizin belirli bir iletişim şekli vardır. Ancak, hızlı konuşan biriyseniz, muhtemelen mesajlarınızı her zaman etkili bir şekilde iletemezsiniz. Ayrıca, dinleyicileriniz tarafında belirli stres, kafa karışıklığı ve anlamada daha büyük zorluk duyguları yaratma eğilimindesiniz. Bu tür bir iletişim tarzıyla ilgili bir takım varsayımlarda bulunabiliriz.

Her şeyden önce, hızlı konuşan biri olmak,, mutlaka psikolojik bir rahatsızlıktan muzdarip olduğunuz anlamına gelmez. Öte yandan, taşilali gibi bir konuşma bozukluğundan kaynaklanabilir. Bu bozukluk, kelimelerin birbirine karıştığı aşırı hızlı konuşmayı tanımlar. Ek olarak, sıklıkla, hastanın konuşmasının ritmik akışını daha da karmaşıklaştıran duraklamalar veya tekrarlar vardır. Çoğu zaman, bu tür iletişim, yakın ortamlarda kaygı ve stres faktörlerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Aslında, çocukluk döneminde birçok kez olan bir şey. Bu nedenle, düzenli olarak bu tür konuşmayı kullanan birini tanıyorsanız, onlara karşı her zaman biraz sabırlı olmalısınız.

Öte yandan, bu şekilde iletişim kuran kişi sizseniz, bir dizi veri ve stratejiyi dikkate almaya değerBunlar aşağıdaki gibidir.

“İnsan iletişim kuramaz.”

-Paul Watzlawick-

Hızlı konuşan biri olmak

Bazıları hızlı konuşanların kendilerini diğerlerinden ayıran bir tür yeteneğe sahip olduğunu düşünüyor. Hızlı konuşmanın aynı zamanda hızlı düşündükleri anlamına gelebileceğine inanırlar. Ayrıca, büyük miktarda veri ve bilgi içeren konuşmalar yapmaları istendiğinde bu kişilerin harika konuşmacılar olacağını da düşünebilirler. Ancak, bilim bunun her zaman böyle olmadığını belirtti.

Başlangıç olarak, hızlı konuşmak akıcı konuştuğunuz anlamına gelmez. Aynı şekilde, hızlandırılmış bir şekilde iletişim kurarsanız, hedef kitlenizin ilettiğiniz tüm bilgileri sindirmesi için her zaman zaman tanımış olmazsınız. Maryland Üniversitesi’nde konuşma bozuklukları patoloğu olan Florence Myers gibi uzmanların önerdiği şey budur.

Hızlı konuşanların ortalama olarak aşağıdaki özellikleri sergileme eğiliminde olduğunu iddia ediyor:

  • Ses tonunda değişiklikler. Örneğin, bazen çok yüksek sesle veya çok az konuşabilir ve anlamayı zorlaştıran daha düşük bir ton kullanabilirsiniz.
  • Bağlaç kullanırken sorunlar. Bazı kelimeleri telaffuz ederken hata yapıyorsunuzdur.
  • Konuşmada dolgu kullanımı. Örneğin, “ah” “um” ve “yani” ve “yani” gibi kendi kendine onarımlar.
  • Mesajınızın en önemli yönleri, yani iletmek istediğiniz ana tema gözden kaçar.
  • Dinleyiciniz konuşmanızın tamamını anlamıyor. Ek olarak, ona daha az değer vermeleri yaygındır. Ayrıca hızlı iletişim tarzınızdan dolayı biraz stres yaşayabilirler.

Hızlı konuşmanın nedenleri

Olağanüstü hızlı konuşmanın kökeni çok boyutludur. Başka bir deyişle, tek bir sebep yoktur. Nitekim, bunun neden olduğunu açıklayabilecek farklı faktörler vardır. Bunlar aşağıdaki gibidir:

  • Çocukluktan şartlanma. Hızlı konuşmak için erken yaşlardan itibaren sosyal olarak baskı hisseden çocuklar vardır. Yaramaz kardeşlere sahip olmak, hatta hızlı konuşan ebeveynlere sahip olmak bu iletişim tarzına sıklıkla neden olur.
  • Dışa dönük kişilikler bu özelliği belirli durumlarda gösterirler. Aslında, konuşurken düşünmeye meyillidirler ve dürtüsellikleri ve örtüşen fikirleri neredeyse hiçbir filtre olmadan ifade edilir.
  • En yaygın neden yarışan bir zihindir. Gerçekten de, bazen, acele, kaygı ve baskı ile işaretlenmiş günlük bir rutin, insanların gergin bir şekilde iletişim kurmasına neden olur. Aslında, bu insanlar yaşadıkları gibi iletişim kurarlar: stresli bir şekilde.

Tachylalia: konuşma bozukluğu

Bazı durumlarda, hızlandırılmış konuşma, tachylalia olarak bilinen bir konuşma bozukluğundan kaynaklanabilir. Bu, sözcükleri söylerken seslerin ve hecelerin atlanmasının yanı sıra solunum koordinasyon bozukluğu ile karakterizedir. Bu nedenle, bu insanların dili genellikle anlaşılmaz olabilir. Bu durum her yaşta ortaya çıkabilir. Ancak, genellikle çocuklarda daha yaygındır. Bu durumun ana nedeni, beyin ile konuşma organlarını harekete geçirme yeteneği arasındaki koordinasyon eksikliğidir. Ayrıca nörolojik ve kalıtsal faktörlere bağlı olabilir. Bu durumlarda, sinir sisteminin vücudun dil alanları ile bağlantısı arasında bir koordinasyon eksikliği vardır.

Bu durumlarda en etkili tedavi çocuk konuşma terapisidir. Bu, çocuğun öz kontrolünü ele alır ve güçlendirir. Ayrıca diyaframı kontrol etmek için nefes egzersizleri ve fikirlerini toplamalarına yardımcı olmak için gevşeme egzersizleri ile bebek uyarılır.

Hızlı konuşmayı azaltmak için ne yapılabilir?

Hepimiz etkili bir şekilde iletişim kurmak istiyoruz. Etkili konuşmak, mesajınızı uygun, yakın ve hatta büyüleyici bir şekilde iletmek demektir. Bu nedenle, bunu çok hızlı yaparsanız, başkaları ne söylediğinizi anlamakta endişe veya zorluk yaşarlar. Ayrıca, acele etmenin bir sonucu olarak, gizli tutmayı tercih ettiğiniz bazı düşünceleri paylaşabilirsiniz. Bu nedenle, hızlı konuşan biriyseniz, yavaşlamayı öğrenmelisiniz. Ayrıca biraz daha yansıtıcı ve daha az dürtüsel bir düşünme biçimi uygulamanız gerekir. Bu şekilde, kendinizi yavaş yavaş daha yetkin ve daha kontrollü hissedeceksiniz.

Daha yavaş konuşmanın anahtarları

  • Duygusal yönetim. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu iletişim biçimine duygularınız ve daha özel olarak yaşam tarzınızdan kaynaklanan endişe aracılık eder. Bu nedenle, bazen sadece yavaşlamak yeterli değildir. Aslında, endişeniz, stresiniz ve dürtüselliğiniz üzerinde de kontrol sağlamanız gerekir.
  • Solunum kontrolü. Derin nefes alma veya Jacobson’ın aşamalı gevşemesi gibi teknikler, iletişiminizin ritmini iyileştirmek için iç sakinliğinizi eğitmenize yardımcı olabilir.
  • Bir dinleyici gibi düşünün. Biriyle iletişim kurarken, düşüncelerinizi duraklamalar oluşturmak için eğitin. Nefes alma fırsatını yakalayabileceğiniz o anlarda, söylediklerinizin dinleyicinize ulaşıp ulaşmadığını kendinize sorun. Yavaş iletişimin her zaman daha iyi olduğunu kendinize tekrar edin.
  • Hızlı konuşursanız başkalarından size haber vermelerini isteyin. Çünkü bazen, neredeyse farkında olmadan yaparsınız. Gerçekten de konuşmanızı hızlandırıyorsunuz ve dinleyiciniz için bunaltıcı oluyor. Bu, özellikle gergin hissediyorsanız geçerlidir. Bu nedenle, başkalarına bu eğiliminiz olduğunu ve bunu yaparken size haber vermelerini kesinlikle takdir edeceğinizi belirtmek iyi bir fikirdir. O zaman yavaşlayabilirsiniz.

Sonuç olarak, başta da belirttiğimiz gibi hızlı konuşmak, mutlaka bir rahatsızlığınız olduğu anlamına gelmez. Çoğu zaman, farkında olarak kontrol edebileceğiniz iletişimsel davranıştır. Bu akılda tutulmaya değer. 

Psikolog Valeria Sabater

Romantik İlişkilerde Kıskançlık

Kıskançlık, romantik ilişkilerde sıkça karşılaşılan, ancak çoğu zaman yanlış anlaşılan ve yanlış yönetilen bir duygudur. Kıskançlık, bir partnerin başka bir kişiye olan ilgisi veya dikkati nedeniyle tehdit altında hissetme durumudur. Bu duygu, ilişkideki sevgi ve bağlılığı yansıtsa da, aşırı ve kontrolsüz kıskançlık ilişkileri olumsuz etkileyebilir.

Kıskançlık Nedir ve Neden Ortaya Çıkar?

Kıskançlık, insan doğasının bir parçasıdır ve çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir. İşte bazı yaygın sebepler:

1.Güven Eksikliği: Partnerlerin birbirine güvenmemesi, kıskançlığı tetikleyen önemli bir faktördür. Geçmişteki olumsuz deneyimler veya ihanetler bu güven eksikliğini pekiştirebilir.

2. Özgüven Eksikliği: Kendi değeri ve çekiciliği konusunda şüpheleri olan bireyler, partnerlerinin başka biriyle ilgileneceği korkusuyla kıskançlık hissedebilirler.

3. Bağlılık ve Bağımlılık: İlişkiye aşırı bağımlı olan kişiler, partnerlerini kaybetme korkusuyla kıskançlık duygusuna kapılabilirler.

4. Geçmiş Deneyimler: Önceki ilişkilerde yaşanan aldatma veya ihanet gibi travmatik deneyimler, yeni ilişkide kıskançlığı tetikleyebilir.

5. Sosyal Etkiler: Toplum ve kültür, kıskançlık duygularını etkileyebilir. Bazı kültürler kıskançlığı doğal ve hatta gerekli bir duygu olarak görürken, diğerleri bunu olumsuz bir özellik olarak değerlendirebilir.

Kıskançlıkla Nasıl Baş Edilir?

Kıskançlık, doğru şekilde yönetildiğinde ilişkilerdeki güven ve bağlılığı artırabilir. Ancak, kontrolsüz kaldığında zarar verici olabilir. İşte kıskançlıkla başa çıkma yolları:

1.Açık ve Dürüst İletişim: Partnerler arasındaki açık ve dürüst iletişim, kıskançlık duygularının ifade edilmesini ve anlaşılmasını sağlar. Kıskançlık hissedildiğinde, bunu sakin ve yapıcı bir şekilde partnerle paylaşmak önemlidir.

2. Güven İnşası: İlişkide güven inşa etmek, kıskançlık duygularını azaltabilir. Bu, sözlerin tutulması, dürüstlük ve sadakat gibi davranışlarla mümkündür.

3. Kendi Özgüvenini Artırma: Kendi değerini ve yeteneklerini takdir etmek, özgüveni artırarak kıskançlık duygularını azaltabilir. Kendi hobilerinize ve ilgi alanlarınıza zaman ayırmak, kendinize olan güveninizi pekiştirebilir.

4. Sınırları Belirlemek: İlişkide sınırları ve beklentileri açıkça belirlemek, her iki tarafın da neyin kabul edilebilir olduğunu anlamasına yardımcı olabilir.

5. Geçmişi İşlemek: Geçmişte yaşanan olumsuz deneyimleri ve travmaları ele almak, kıskançlık duygularını azaltabilir. Gerekirse, bu konuları bir terapist veya danışman eşliğinde işlemek faydalı olabilir.

6. Destek Almak: Eğer kıskançlık duyguları ilişkide sürekli bir sorun haline geliyorsa, bir ilişki terapistinden veya danışmandan yardım almak yararlı olabilir.

Sonuç

Kıskançlık, romantik ilişkilerde doğal bir duygudur, ancak kontrolsüz bırakıldığında zararlı olabilir. Bu duyguyu anlamak, sebeplerini keşfetmek ve sağlıklı yollarla yönetmek, ilişkilerdeki mutluluğu ve güveni artırabilir. Partnerler arasında açık iletişim, güven inşası ve karşılıklı saygı, kıskançlığın üstesinden gelmede en önemli adımlardır.

PSİKOLOJİK DANIŞMAN FATMA AKSOY

Talassofobi (Deniz Korkusu) Nedir?

Talassofobi veya deniz korkusu, bireylerin deniz, okyanus ve genellikle büyük su kütleleri karşısında aşırı korku ve endişe duyması durumudur. Bu makalede, talassofobinin nedenlerini, belirtilerini ve bu fobi ile başa çıkmanın yollarını inceleyeceğiz. Ayrıca, gerçek hayattan vakalar ve uzman görüşleri ile talassofobinin üstesinden gelmenize yardımcı olacak bilgiler sunulacak.

Talassofobi’nin Tanımı ve Genel Özellikleri

Talassofobi Kavramının Tanımı ve Tarihçesi

Talassofobi, derin deniz, okyanuslar, büyük su kütleleri veya su altı dünyası gibi geniş ve derin su kütlelerinden aşırı derecede korkma durumu olarak tanımlanır. Bu fobi, kelime kökeni itibariyle Yunanca’da “deniz” anlamına gelen “thalassa” ve “korku” anlamına gelen “phobos” kelimelerinden türetilmiştir. Talassofobi, suyun derinliği ve bilinmezliği nedeniyle bireylerde yoğun korku ve kaygı yaratır.

Talassofobi’nin tarihçesi, insanların suya karşı duyduğu doğal korkunun, özellikle denizlerin ve okyanusların tehlikeleriyle ilgili mitler, hikayeler ve gerçek yaşam deneyimleriyle güçlenmesiyle şekillenmiştir. Tarih boyunca deniz canavarları, gemi batıkları ve fırtınalar gibi denizle ilgili korkular, talassofobinin kültürel kökenlerini oluşturmuştur.

Deniz Korkusunun İnsanlar Üzerindeki Psikolojik Etkileri

Talassofobi, bireylerin yaşam kalitesini ve günlük aktivitelerini önemli ölçüde etkileyebilen ciddi bir fobidir. İşte deniz korkusunun insanlar üzerindeki başlıca psikolojik etkileri:

Yoğun Kaygı ve Panik Ataklar:

Talassofobiye sahip bireyler, deniz veya büyük su kütleleriyle karşılaştıklarında yoğun kaygı ve panik ataklar yaşayabilirler. Bu durum, kalp çarpıntısı, terleme, titreme ve nefes darlığı gibi fizyolojik belirtilerle kendini gösterir.

Kaçınma Davranışları:

Talassofobisi olan kişiler, deniz kenarına gitmek, teknelere binmek veya yüzme gibi aktivitelerden kaçınabilirler. Bu kaçınma davranışları, sosyal etkinliklerden uzak durmalarına ve yaşamlarını kısıtlamalarına neden olabilir.

Travmatik Anılar:

Denizle ilgili geçmişte yaşanan travmatik olaylar, talassofobinin gelişmesine katkıda bulunabilir. Bu anılar, bireyin denizle ilgili her türlü durumu tetikleyici olarak görmesine neden olabilir.

Görsel ve Düşünsel Tetikleyiciler:

Filmler, belgeseller veya denizle ilgili görseller, talassofobisi olan bireylerde korku ve kaygı duygularını tetikleyebilir. Bu tür tetikleyiciler, kişinin korkularını sürekli olarak hatırlamasına neden olabilir.

Sosyal İzolasyon:

Talassofobi, bireylerin sosyal yaşamlarını etkileyerek sosyal izolasyona yol açabilir. Deniz kenarında düzenlenen etkinlikler veya tatiller gibi sosyal aktivitelerden kaçınmak, kişinin sosyal ilişkilerini olumsuz etkileyebilir.

Kendine Güven Eksikliği:

Talassofobi, bireylerin kendine güvenlerini zedeler. Denizle ilgili korkuları nedeniyle kendilerini yetersiz veya çaresiz hissedebilirler.

Rüyalar ve Kabuslar:

Denizle ilgili korkular, talassofobisi olan bireylerin rüyalarında ve kabuslarında ortaya çıkabilir. Bu durum, uyku kalitesini düşürebilir ve kişinin genel ruh sağlığını olumsuz etkileyebilir.

Talassofobi, bireylerin yaşamlarını olumsuz etkileyebilen ciddi bir fobidir. Ancak, terapi ve danışmanlık gibi profesyonel desteklerle bu korkularla başa çıkmak mümkündür. Talassofobinin tanınması ve anlaşılması, bireylerin daha sağlıklı ve korkusuz bir yaşam sürmelerine yardımcı olabilir.

Talassofobi’nin Nedenleri

Fobinin Psikolojik ve Çevresel Nedenleri

Talassofobi, çeşitli psikolojik ve çevresel faktörlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilir. Bu nedenler genellikle bireyin yaşadığı deneyimler, genetik yatkınlıklar ve çevresel etkilerle şekillenir. İşte talassofobinin başlıca nedenleri:

Genetik Yatkınlık:

Araştırmalar, fobilerin genetik olarak aktarılabileceğini göstermektedir. Ailede fobi öyküsü olan bireyler, talassofobi geliştirme açısından daha yüksek risk altında olabilirler.

Beyindeki Kimyasal Dengesizlikler:

Beyindeki serotonin ve dopamin gibi nörotransmitterlerin dengesizliği, fobilerin ve anksiyete bozukluklarının gelişimine katkıda bulunabilir. Bu kimyasal dengesizlikler, bireyin deniz veya büyük su kütleleriyle ilgili aşırı korku yaşamasına neden olabilir.

Öğrenme ve Koşullandırma:

Talassofobi, öğrenme ve koşullandırma yoluyla da gelişebilir. Örneğin, bir birey, çevresindeki diğer insanların denizle ilgili korkularını gözlemleyerek bu korkuları öğrenebilir. Ayrıca, denizle ilgili olumsuz bir deneyim yaşamak, bireyin bu durumu tehlikeli olarak koşullandırmasına yol açabilir.

Çocukluk Deneyimleri ve Olumsuz Olayların Talassofobiye Etkisi

Çocukluk döneminde yaşanan deneyimler ve olumsuz olaylar, talassofobinin gelişiminde önemli bir rol oynayabilir. İşte bu dönemde yaşanan bazı etkileyici faktörler:

Travmatik Deneyimler:

Çocukluk döneminde denizle ilgili yaşanan travmatik olaylar, talassofobinin gelişimine yol açabilir. Örneğin, bir boğulma tehlikesi atlatmak, güçlü bir fobiye neden olabilir. Bu tür travmatik deneyimler, bireyin bilinçaltında denizi tehlikeli bir yer olarak kodlamasına neden olur.

Aile ve Çevre Etkisi:

Aile üyelerinin veya yakın çevrenin denizle ilgili korkuları, çocuk üzerinde etkili olabilir. Ebeveynlerin denizle ilgili kaygılı davranışları ve uyarıları, çocuğun da benzer korkular geliştirmesine yol açabilir.

Medya ve Hikayeler:

Filmler, belgeseller, kitaplar ve hikayeler, denizle ilgili korkuların gelişimine katkıda bulunabilir. Deniz canavarları, gemi batıkları ve tehlikeli deniz yolculukları gibi medya içerikleri, çocuklarda korku ve endişe yaratabilir.

Olumsuz Deneyimler:

Denizle ilgili olumsuz deneyimler, talassofobinin gelişiminde önemli bir rol oynayabilir. Örneğin, denizde yüzme sırasında yaşanan bir panik anı veya denizle ilgili bir kaza, bireyin denizden korkmasına neden olabilir.

Kontrol Kaybı Hissi:

Deniz ve okyanuslar, genişliği ve derinliği nedeniyle kontrol edilemez gibi görünebilir. Bu durum, özellikle çocuklarda güçlü bir korku hissi yaratabilir. Kontrol kaybı hissi, denizle ilgili fobilerin gelişimine katkıda bulunabilir. Talassofobi, karmaşık ve çok yönlü nedenlerle ortaya çıkan bir durumdur. Genetik yatkınlıklar, psikolojik faktörler ve çevresel etkiler bir araya gelerek bireyde deniz korkusunun gelişimine yol açabilir. Bu fobinin nedenlerini anlamak, etkili tedavi ve başa çıkma stratejileri geliştirmek için önemlidir. Terapi ve danışmanlık gibi profesyonel destekler, talassofobinin üstesinden gelmede önemli bir rol oynar.

Talassofobi Belirtileri

Talassofobi Yaşayan Bireylerde Gözlenen Yaygın Belirtiler

Talassofobi, deniz veya büyük su kütleleri ile ilgili aşırı korku ve kaygı yaşama durumudur. Bu fobiye sahip bireylerde çeşitli fiziksel, duygusal ve davranışsal belirtiler gözlemlenebilir. İşte talassofobi yaşayan bireylerde yaygın olarak görülen belirtiler:

Fiziksel Belirtiler:

  • Kalp Çarpıntısı: Denizle ilgili tetikleyicilerle karşılaşıldığında kalp atışlarının hızlanması.
  • Terleme: Yoğun kaygı ve korku anında aşırı terleme.
  • Titreme: Vücut genelinde veya spesifik bölgelerde titreme ve sarsılma.
  • Nefes Darlığı: Derin su kütleleri ile karşılaşma veya düşünme durumunda nefes almakta güçlük çekme.
  • Baş Dönmesi ve Sersemlik: Yoğun korku anında baş dönmesi ve denge kaybı hissi.
  • Mide Bulantısı: Kaygı ve korkunun mide bulantısına neden olması.

Duygusal Belirtiler:

  • Yoğun Kaygı ve Panik: Deniz veya okyanus ile ilgili düşünceler veya görseller karşısında yoğun kaygı ve panik ataklar.
  • Korku ve Endişe: Deniz kenarına gitmek veya denizle ilgili aktiviteler hakkında aşırı korku ve endişe duyma.
  • Korkunun Rasyonel Olmadığının Farkında Olma: Birey, korkusunun mantıksız olduğunu bilir ancak yine de bu korkuyu kontrol edemez.

Davranışsal Belirtiler:

  • Kaçınma Davranışları: Deniz kenarına gitmekten, teknelere binmekten veya yüzmekten kaçınma.
  • Durumu Tetikleyen Yerlerden ve Durumlardan Kaçınma: Deniz veya büyük su kütleleriyle ilgili her türlü yerden ve etkinlikten uzak durma.
  • Rutin ve Aktivite Değişiklikleri: Deniz korkusu nedeniyle tatil planlarını değiştirme veya sosyal etkinliklere katılmama.

Fobi Teşhisi Konulurken Kullanılan Yöntemler ve Kriterler

Talassofobi teşhisi, bir dizi değerlendirme ve testlerle konur. Psikologlar ve psikiyatristler, aşağıdaki yöntemleri ve kriterleri kullanarak fobi teşhisi koyabilirler:

Klinik Görüşme:

  • Kapsamlı Anamnez: Bireyin geçmiş deneyimlerini, korkularını ve semptomlarını anlamak için detaylı bir anamnez alınır.
  • Semptomların Değerlendirilmesi: Bireyin yaşadığı fiziksel, duygusal ve davranışsal belirtiler detaylı olarak incelenir.

Psikolojik Testler ve Ölçekler:

  • Fobi Ölçekleri: Özgül fobi değerlendirme ölçekleri kullanılarak bireyin korku düzeyi ölçülür.
  • Anksiyete Ölçekleri: Genel anksiyete düzeyini belirlemek için anksiyete ölçekleri uygulanır.

DSM-5 Kriterleri:

Tanı Kriterleri: Amerikan Psikiyatri Birliği’nin DSM-5 (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 5th Edition) kriterlerine göre değerlendirme yapılır. Talassofobi, özgül fobi kategorisinde yer alır ve tanı kriterleri şunlardır:

  • Belirli bir nesne veya durumla ilgili belirgin ve sürekli korku.
  • Korku, söz konusu nesne veya durumla karşılaşıldığında hemen ortaya çıkar.
  • Birey, korkusunun aşırı veya mantıksız olduğunu bilir.
  • Korkulan nesne veya durumdan kaçınılır ya da yoğun korku ve kaygı ile katlanılır.
  • Korku veya kaçınma, günlük işleyişi, sosyal etkinlikleri veya diğer önemli alanları belirgin şekilde etkiler.
  • Korku ve kaçınma altı aydan uzun sürer.

Görsel ve Fiziksel Tetkikler:

  • Fiziksel Muayene: Belirtilerin fiziksel bir rahatsızlıktan kaynaklanmadığını doğrulamak için fiziksel muayene yapılabilir.
  • Görsel Tetikleyicilerle Test: Denizle ilgili görseller veya videolar gösterilerek bireyin tepkileri gözlemlenebilir.

Talassofobi teşhisi konulduktan sonra, bireyin ihtiyaçlarına uygun tedavi ve terapi yöntemleri belirlenir. Bu süreçte, bireyin deniz korkusuyla başa çıkmasına yardımcı olmak ve yaşam kalitesini artırmak için çeşitli stratejiler ve terapötik müdahaleler kullanılabilir.

Talassofobi ile Başa Çıkma Yöntemleri

Terapi Seçenekleri

Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT)

Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), talassofobi gibi fobilerle başa çıkmada oldukça etkili bir yöntemdir. BDT, bireyin olumsuz düşünce ve davranış kalıplarını tanımlayıp değiştirmesine yardımcı olur. İşte BDT’nin talassofobi tedavisinde nasıl kullanıldığına dair bazı adımlar:

1. Bilişsel Yeniden Yapılandırma:

  • Terapist, bireyin denizle ilgili olumsuz ve irrasyonel düşüncelerini belirler.
  • Bu düşünceler, daha olumlu ve rasyonel düşüncelerle değiştirilir.

2. Maruz Bırakma:

  • Birey, korktuğu duruma aşamalı olarak maruz bırakılır. Bu, güvenli ve kontrollü bir ortamda gerçekleşir.
  • İlk olarak denizle ilgili resimlere bakmak gibi daha az korkutucu durumlarla başlanır ve zamanla daha korkutucu durumlara doğru ilerlenir.

3. Gevşeme Teknikleri:

  • Nefes egzersizleri ve kas gevşetme teknikleri gibi yöntemler öğretilir.
  • Bu teknikler, bireyin kaygı ve stresini azaltmasına yardımcı olur.

Maruz Bırakma Terapisi

Maruz Bırakma Terapisi, bireyin korktuğu duruma doğrudan ve güvenli bir şekilde maruz bırakılmasını içerir. Bu terapi, talassofobi tedavisinde çok etkili olabilir. İşte maruz bırakma terapisinin temel adımları:

Hiyerarşi Oluşturma:

  • Bireyin korku düzeyine göre denizle ilgili durumları sıralamak için bir korku hiyerarşisi oluşturulur.
  • Örneğin, denizle ilgili bir fotoğrafa bakmak, bir deniz belgeseli izlemek ve en sonunda deniz kenarına gitmek gibi aşamalar belirlenir.

Aşamalı Maruz Bırakma:

  • Birey, korku hiyerarşisine göre aşamalı olarak denizle ilgili durumlara maruz bırakılır.
  • Her aşamada, birey korkusunu yönetmeyi öğrenir ve bir sonraki aşamaya geçmeden önce rahatlar.

Pozitif Pekiştirme:

  • Her başarılı maruz kalma deneyimi, bireyin özgüvenini artırır ve korkusunu yenmesine yardımcı olur.
  • Birey, maruz kalma sürecinde gösterdiği çabalar için ödüllendirilebilir.

Kendi Kendine Yardım Teknikleri ve Günlük Rutinler

Talassofobi ile başa çıkmak için terapiye ek olarak, bireylerin kendi başlarına uygulayabilecekleri bazı yardım teknikleri ve günlük rutinler de bulunmaktadır:

Farkındalık ve Meditasyon:

  • Farkındalık meditasyonu, bireyin mevcut anı yaşamasına ve kaygılarını yönetmesine yardımcı olabilir.
  • Günlük meditasyon pratiği, bireyin zihinsel sakinliğini artırır ve stresle başa çıkmasını kolaylaştırır.

Nefes Egzersizleri:

  • Derin nefes alıp verme egzersizleri, kaygı anlarında bireyin rahatlamasına yardımcı olabilir.
  • Düzenli olarak yapılan nefes egzersizleri, bireyin genel stres düzeyini azaltır.

Pozitif Görselleştirme:

  • Birey, denizle ilgili olumlu ve rahatlatıcı görüntüleri zihninde canlandırabilir.
  • Bu teknik, deniz korkusunu azaltmaya ve bireyin denizle ilgili pozitif deneyimler yaşamasına yardımcı olabilir.

Duygu Günlüğü Tutma:

  • Duygu günlüğü tutmak, bireyin duygularını ifade etmesine ve denizle ilgili korkularını anlamasına yardımcı olabilir.
  • Bu günlük, bireyin ilerlemesini takip etmesine ve başarılarını görmesine de olanak tanır.

Küçük Adımlarla Başlama:

  • Birey, denizle ilgili küçük ve yönetilebilir hedefler belirleyerek korkusunu aşabilir.
  • Örneğin, başlangıçta deniz hakkında bir kitap okumak veya denizle ilgili bir belgesel izlemek gibi adımlarla başlanabilir.

Sosyal Destek:

  • Aile ve arkadaşlardan destek almak, bireyin korkularıyla başa çıkmasına yardımcı olabilir.
  • Destekleyici bir sosyal çevre, bireyin kendini güvende hissetmesini sağlar.

Talassofobi, bireylerin yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir, ancak doğru terapi yöntemleri ve kendi kendine yardım teknikleri ile yönetilebilir. Profesyonel destek almak ve günlük rutinde bazı değişiklikler yapmak, bu fobi ile başa çıkmada önemli adımlardır.

Talassofobi ve Diğer Su Fobileri

Talassofobi ile Sıklıkla Karıştırılan Diğer Su Fobileri ve Ayrımları

Talassofobi, derin su kütlelerinden korkma durumu olarak bilinirken, diğer su fobileri de çeşitli su ile ilgili korkuları kapsar. İşte talassofobi ile karıştırılabilen diğer su fobileri ve aralarındaki farklar:

Akvafobi (Aquaphobia):

  • Tanım: Genel olarak su korkusu anlamına gelir. Bireyler, deniz, göl, havuz veya duş almak gibi su ile ilgili herhangi bir duruma karşı aşırı korku ve kaygı yaşarlar.
  • Ayrımı: Talassofobi spesifik olarak derin su kütlelerine (okyanuslar, denizler) odaklanırken, akvafobi genel olarak su ile ilgili her türlü durumu kapsar.

Hidrofobi (Hydrophobia):

  • Tanım: Su korkusu olarak bilinir ve genellikle kuduz hastalığı belirtilerinden biri olarak ortaya çıkar. Ancak yaygın kullanımıyla su korkusunu ifade eder.
  • Ayrımı: Hidrofobi genellikle kuduz ile ilişkili bir semptom olarak ortaya çıkar ve fiziksel temas ile ilgili bir korkuyu içerir. Talassofobi ise genellikle derin su kütlelerinin genişliği ve derinliğiyle ilgilidir.

Limnofobi (Limnophobia):

  • Tanım: Göllerden korkma durumudur. Bireyler, göllerde yüzme veya göl kenarında olma durumunda aşırı korku ve kaygı yaşarlar.
  • Ayrımı: Limnofobi göllerle sınırlıyken, talassofobi özellikle denizler ve okyanuslarla ilgilidir.

Batofobi (Bathophobia):

  • Tanım: Derinlik korkusu anlamına gelir. Bireyler, derin su kütlelerinin yanı sıra derin vadiler veya yüksek yerlerden aşağıya bakma durumunda korku yaşarlar.
  • Ayrımı: Talassofobi, derin su kütlelerine odaklanırken, batofobi genel olarak derinliklerden korkmayı kapsar.

Potamofobi (Potamophobia):

  • Tanım: Nehir ve akıntılardan korkma durumudur. Bireyler, nehirler veya güçlü akıntılarla ilgili korku ve kaygı yaşarlar.
  • Ayrımı: Potamofobi nehirler ve akıntılarla sınırlıyken, talassofobi denizler ve okyanusları kapsar.

Sıkça Sorulan Sorular (SSS)

Talassofobi Hakkında Sıkça Sorulan Sorular ve Yanıtlar

1. Talassofobi nedir?

Cevap: Talassofobi, derin denizler, okyanuslar ve büyük su kütlelerinden aşırı derecede korkma durumudur. Bu fobi, bireylerde yoğun kaygı ve panik ataklara yol açabilir.

2. Talassofobi neden olur?

Cevap: Talassofobi, genetik yatkınlıklar, çocuklukta yaşanan travmatik deneyimler, medyada denizle ilgili korkutucu içeriklerin etkisi ve çevresel faktörler gibi çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir.

3. Talassofobi belirtileri nelerdir?

Cevap: Talassofobi belirtileri arasında kalp çarpıntısı, terleme, titreme, nefes darlığı, baş dönmesi, mide bulantısı, yoğun kaygı ve panik ataklar bulunur. Ayrıca, denizle ilgili yerlerden ve durumlardan kaçınma davranışları da gözlemlenebilir.

4. Talassofobi nasıl teşhis edilir?

Cevap: Talassofobi, genellikle bir psikolog veya psikiyatrist tarafından yapılan klinik değerlendirme ve DSM-5 kriterlerine göre teşhis edilir. Teşhis sürecinde, bireyin yaşadığı semptomlar ve geçmiş deneyimleri detaylı olarak incelenir.

5. Talassofobi tedavi edilebilir mi?

Cevap: Evet, talassofobi tedavi edilebilir. Bilişsel davranışçı terapi (CBT), maruz bırakma terapisi ve diğer terapi yöntemleri, talassofobinin tedavisinde oldukça etkilidir. Profesyonel destek almak, tedavi sürecinde önemli bir adımdır.

6. Talassofobi ile nasıl başa çıkabilirim?

Cevap: Talassofobi ile başa çıkmak için profesyonel terapi almak önemlidir. Ayrıca, farkındalık ve meditasyon, nefes egzersizleri, pozitif görselleştirme ve duygusal günlük tutma gibi kendi kendine yardım teknikleri de yardımcı olabilir.

7. Talassofobi çocuklarda da görülür mü?

Cevap: Evet, talassofobi çocuklarda da görülebilir. Çocukluk döneminde yaşanan travmatik deniz deneyimleri veya denizle ilgili korkutucu hikayeler ve filmler, çocuklarda talassofobi gelişmesine neden olabilir.

8. Talassofobi ile diğer su fobileri arasındaki fark nedir?

Cevap: Talassofobi, özellikle derin denizler ve okyanuslarla ilgili korkuyu ifade eder. Diğer su fobileri arasında akvafobi (genel su korkusu), hidrofobi (su korkusu), limnofobi (göllerden korkma) ve batofobi (derinlik korkusu) bulunur. Her fobi, farklı su kütleleri ve durumları ile ilişkilidir.

9. Talassofobi tedavi süreci ne kadar sürer?

Cevap: Talassofobi tedavi süreci kişiden kişiye değişebilir. Bilişsel davranışçı terapi (CBT) ve maruz bırakma terapisi genellikle 8-12 seans sürer. Tedavi süresince bireyin ilerlemesi ve terapinin etkinliği takip edilir.

10. Talassofobi ile başa çıkmak için hangi terapi yöntemleri en etkilidir?

Cevap: Bilişsel davranışçı terapi (BDT) ve maruz bırakma terapisi, talassofobi tedavisinde en etkili yöntemler arasında yer alır. Bu terapiler, bireyin korkularıyla yüzleşmesine ve olumsuz düşünce kalıplarını değiştirmesine yardımcı olur.

11. Talassofobi ile yaşamak zorunda mıyım?

Cevap: Hayır, talassofobi ile yaşamak zorunda değilsiniz. Doğru tedavi ve destekle bu fobi ile başa çıkabilir ve korkularınızı yenebilirsiniz. Profesyonel yardım almak, bu süreçte size rehberlik edebilir.

12. Talassofobi hakkında daha fazla bilgiye nereden ulaşabilirim?

Cevap: Talassofobi hakkında daha fazla bilgi için psikologlar, terapistler ve ruh sağlığı uzmanları ile görüşebilir veya güvenilir kaynaklardan ve akademik makalelerden bilgi edinebilirsiniz. Ayrıca, destek grupları ve ruh sağlığı hizmetleri de yardımcı olabilir. Talassofobi hakkında daha fazla bilgi almak ve profesyonel destek aramak, bu fobi ile başa çıkmak için önemli bir adımdır. Uzman terapistler ve psikologlar, talassofobi tedavisinde size rehberlik edebilir ve yaşam kalitenizi artırmanıza yardımcı olabilir.

PSİKOLOG BAHAR KAYA

Hatalarımızdan Öğreneceklerimiz Var

Hiç hata yapmamayı mı yoksa çok sayıda deneme ve yanılmadan sonra başarılı olmayı mı tercih edersiniz? Hata yapmak zaman zaman insanlar tarafından bir eksiklik olarak görülse de araştırmalar hata yapmanın öğrenmeyi olumlu etkilediğini gösteriyor.

Hiç hata yapmamayı mı yoksa çok sayıda deneme ve yanılmadan sonra başarılı olmayı mı tercih edersiniz? Hata yapmak zaman zaman insanlar tarafından bir eksiklik olarak görülse de araştırmalar hata yapmanın öğrenmeyi olumlu etkilediğini gösteriyor.

Hayatımız denemeler, yanılmalar, başarısızlıklar ve başarılarla dolu. Bazen pes eder bazen de dört elle sarılıp hedefimize ulaşmak için çabalamaya devam ederiz. Hatalar karşısında vazgeçmek mi yoksa nerede hata yaptığımız üzerine düşünüp çözüm bulmaya çalışmak mı daha az hata yapmamızı sağlar? Araştırmalar başarısızlıkların ve hata yapmanın bir öğrenme şekli olabileceğini gösteriyor.

Hatalardan ders çıkarmak yeni bir öğreti değil. Bir asır önce bir çeşit batarya geliştirmeye çalışan Thomas Edison’u meslektaşları, çalışmalarının hâlâ bir sonuca ulaşamaması nedeniyle eleştirdiklerinde ünlü mucit aslında çok fazla sonuç elde ettiğini, sayısız bilgi ve deneyim kazandığını söylemişti. Edison yaptığı binlerce deneme ve başarısızlıktan sonra bataryayı geliştirmişti.

Tıpkı bilimsel bir çalışmanın başarıya ulaşmasında karşılaşılan iyi ve kötü sonuçlarda olduğu gibi büyürken de deneme ve yanılma yolunu kullanıyoruz. Öğrendiğimiz her bilgi, iyi ya da kötü sonuçlanan her deneyim hafızamıza kaydediliyor. Deneme-yanılma aslında bir öğrenme yöntemi. Sorgulamaya dayalı öğrenme olarak da bilinen bu yöntemle kazandırılmak istenen bilgiyi öğrencilerin kendilerinin keşfetmesi bekleniyor.

Mazeret Bulmayın, Hatalarınızın Sorumluluğunu Alın

Öğrenciler zor bir problemle karşı karşıya kaldıklarında hata yapma konusunda risk alıyor, böylece başarısız olma ihtimalini kabul edip başarısızlığın sorumluluğunu alıyorlar. Bu sayede birlikte çalışarak sorunlara çözüm üretebiliyor ve birbirlerine yol gösterebiliyorlar.

Öğretmenler ise öğrencileri eleştirel düşünmeye yönlendirerek bir kavram ya da sorun üzerinde fikir yürütmelerini sağlıyor. Sorunları kendi başlarına çözebilen öğrenciler böylece hata yaptıklarında hemen pes etmiyor ve çözüm üretmek için motive oluyorlar.

Hatanızı Analiz Edin

Hatalar aslında öğrenmeye yeniden başlamak için teşvik edici olabilir. Çünkü başarısızlığa neden olan etkeni bulmaya çalışmak başarısızlığın üstesinden gelme yollarından biri. Diyelim ki kimya sınavınızdan düşük bir not aldınız. Hangi sorularda hata yaptığınızı analiz ederek hangi konuları tam olarak anlamadığınızı ya da yeterince çalışmadığınızı belirleyebilir, sınava hazırlanırken kullandığınız yöntemin eksik yönlerini keşfedebilir ve başarısız olmanıza neden olan etkenleri bulabilirsiniz. Çözüm odaklı yaklaşım olarak isimlendirilen bu yöntem sayesinde bir sonraki sınava daha etkili bir şekilde çalışarak daha başarılı bir sonuç elde edebilirsiniz.

Ya da kötü geçen bir sınavdan sonra bir sonraki sınavın daha güzel geçeceği düşüncesine kendinizi ikna edip yaşadığınız hayal kırıklığıyla bu şekilde başa çıkmaya çalışabilirsiniz. Ancak bu durumda nerede hata yaptığınız üzerinde düşünmek yerine başarısızlığı görmezden gelmiş olursunuz. Bu yöntem ise duygusal odaklı yaklaşım olarak tanımlanıyor.

Hatalarımızdan bir şeyler öğrenebileceğimizi bilmek hata yaptığımızda sorunu çözmek adına daha motive olmamızı sağlıyor.

Yapılan araştırmalar da hata yapmanın öğrenme sürecini geliştirdiğini gösteriyor. 2014’te yapılan bir araştırmaya göre bir hareketi gerçekleştirirken hata yaptığımızda, bu hareketi daha ileriki bir zamanda tekrar ettiğimizde beynimiz bunu hatırlıyor ve bu bilgileri hareketi daha başarılı bir şekilde gerçekleştirmede kullanıyor. Bu sayede gerçekleştirmeyi hedeflediğimiz amaca ulaşmaya çalışırken dikkatimizi doğru şekilde yönlendirerek öğrenme sürecini kolaylaştırabiliriz.

Olayları kontrol altında tutmaya çalışmak ya da sürekli başarılı olmak için çabalamak hata yapma korkusu oluşturuyor. Bunun altında yatan en önemli etken ise rekabet ortamında kaybetmek istememek. Oysaki hata yapmak öğrenme isteğini ve yaratıcılığı artırırken, hata yapma korkusu tam tersi etki yaratıyor.

Çok ciddi sonuçları olabilecek kritik durumlarda hata yapmak tabii ki istenmez. Ancak bu gibi durumlar dışında hatalar bize deneyim kazandırırken bir yandan da ortaya çıkan olumsuz sonuçları telafi edebilmek ya da bir daha hata yapmamak için neler yapılabileceği konusunda yol gösterici oluyor. Çünkü beyin yaptığımız hataları kaydediyor ve ihtiyacımız olduğunda bize bu hataları hatırlatıp çözüm üretme sürecinde farklı yollar denememizi sağlıyor.

Dr. Öğr. Üyesi Başak Kandemir

Halk arasında yükseklik korkusu olarak bilinen akrofobi, yüksek yerlerde olunduğunda yoğun kaygı, korku ve hatta ölme hissiyle karakterize bir anksiyete bozukluğudur. Bu korku, çoğu zaman mantıksız ve abartılı bir endişe haliyle karşımıza çıkar. Akrofobik kişiler yükseklikteyken baş dönmesi, terleme, titreme gibi fiziksel belirtiler gösterir.  Günlük hayatı olumsuz etkileyebilecek yükseklik korkusunun üstesinden gelmek için terapi ve çeşitli egzersizler etkili tedavi yöntemleri arasındadır. Bilinçli maruz bırakma ve yavaş yavaş kişiyi yüksekliğe alıştırma, akrofobiyi aşma konusunda kullanılan yaygın tekniklerdendir.

Yükseklik Korkusu (Akrofobi) Nedir?

Genel olarak yükseklik korkusu olarak bilinen akrofobi, kişinin yüksek bir yere çıktığında yaşadığı aşırı panik, kaygı ve korku durumudur. Yükseklik korkusu olan bireyler bu bu hislerin yanı sıra yükseklikle karşılaştığında ölebileceğini dahi düşünür. Yükseklik korkusu aynı zamanda kişilerin yüksekten düşme korkusunu aşırı bir şekilde yaşadığı bir anksiyete bozukluğu olarak da tanımlanır.

Psikolojik etkileri farklı derecelerde ortaya çıkmasından dolayı ciddiye alınan bir fobi çeşidi olan akrofobide korku kat sayısı o kadar artabilir ki yüksekte olduklarını hayal etmek bile kişilerin panik hissine kapılmalarına yeter. Bu açıdan, yükseklik korkusuna sahip olan bireyler; temel anlamda merdiven çıkarken, yüksek katlı bir binada bulunduğunda veya asansöre ve uçağa binerken kaygı hissi yaşarlar.

Yükseklik korkusunda baş dönmesi, terleme, titreme, göğüs ağrısı ve daha şiddetli durumlarda panik atak gibi belirtiler ortaya çıkar. Altında yatan neden tam olarak bilinemese de geçmişte yükseklikle ilgili yaşanılan travmalar akrofobiyi tetikleyen temel unsur şeklinde kabul edilir.

Yükseklik korkusunu tedavi etmenin en pratik yolu maruz bırakma terapisi kabul edilir. Maruz bırakma terapisinde kişi, korktuğu uyaranlara maruz bırakılır. Yükseklik korkusu yaşayan kişiler yüksek bir yerle baş başa bırakılarak tepkileri incelenir ve korkularını yenmeleri için yönlendirmeler yapılır.

Yükseklik Korkusu (Akrofobi) Neden Olur?

Yükseklik korkusunun nedenleri hakkında yapılan çalışmalarda kesin bir neden saptanamasa da yükseklikle ilgili kişinin başından geçen olaylar ve travmalar yükseklik korkusunu tetikleyen unsurlardandır. Bir yakınının yüksekten düşüşüne veya ölümüne şahit olmakla birlikte kendi düşüşü de bu duruma örnek gösterilebilir. Diğer yandan yüksekliğin konusunun geçtiği bir hikaye veya olayı dinlemek de kişide yükseklik korkusuna karşı bir tepkime meydana getirebilir.

Bu tetikleyiciler, akrofobinin genetik yatkınlığa bağlı olduğu çıkarımını destekler. Son olarak, gençlik yıllarında “Yüksek yerlere yaklaşma” gibi yapılan uyarılar da kişide anksiyete geliştirerek akrofobiye karşı hassasiyeti arttırabilir.

Yükseklik Korkusu (Akrofobi) Doğuştan mı Olur?

Yapılan bazı araştırmalar, yükseklik korkusunun birinci ve ikinci derece yakınlarda olduğu zaman çocukta da oluşma ihtimalinin olabileceğini vurgular. Bu sebeple, ailede kaygı bozukluğu gibi rahatsızlıklar varsa yükseklikle ilgili de korku ve endişe problemi oluşabilir. Genetik olarak bebekte bu bilgileri doğuştan yüklenme olasılığının olduğu varsayımlar arasındadır.

Yükseklik Korkusu (Akrofobi) Belirtileri Nelerdir?

Fiziksel olarak baş dönmesi, terleme, nefes darlığı, kalp çarpıntısı, mide bulantısı; psikolojik olarak da endişe-korku hali, aşırı panik yapmak, yüksek yerden kaçma arzusu yükseklik korkusunun belirtileri olarak gösterilir.

Bu kapsamda, yükseklik korkusunun fiziksel belirtileri şöyledir:

  • Sersemlik ve baş dönmesi
  • Huzursuzluk haliyle beraber nefes darlığı
  • Yüksek bölgelerde kalp çarpıntısı
  • Vücut ısının değişmesi ve titreme hali
  • Mide bulantısı ve kusma
  • Ağız kuruluğu
  • Göğüs ağrısı
  • El, ayak veya dudaklarda karıncalanma

Yükseklik korkusunun psikolojik belirtileri ise şunlardır:

  • Aşırı endişe, kaygı ve korku hissi
  • Yüksekten aşağıya bakarken aşırı bir korku hissine kapılma
  • Yüksek alanlarda eli kolu bağlanmış düşüncesi
  • Yüksek bölgelerden kaçma hissi

Yükseklik Korkunuzun (Akrofobi) Olduğunu Nasıl Anlarsınız?

Yükseklik korkusunun fiziksel ya da psikolojik belirtilerinden birkaçını yaşayan kişiler için akrofobi tanımlaması yapılabilir. Özellikle herkesin normal kabul ettiği yüksekliklere çıktığınızda yoğun bir korku ve kaygı hali oluşup fiziksel bir davranış gösteriliyorsa bir uzmana başvurulması gerekir.

Her yaş ve cinsiyette görülebilen bir fobi çeşidi olduğu için belirtiler rahatlıkla ayırt edilebilir.

Yükseklik korkusuyla ilgili örnek verilecek olunursa aşağıdaki gibi listelenebilir:

  • İrtifası fazla bir binanın penceresi ya da balkonu
  • Lunaparklarda gondol gibi yüksekliği olan oyun alanları
  • İrtifası fazla binaların çatıları
  • Merdiven üzerinde adım atma ve o alanda olma 
  • Köprüler üzerinden geçiş, teleferik gibi alanlara çıkış
  • Yüksek katlı olan otoparklara araba park etme

Tün bu durumlar içinde bulunan kişi atak yaşayabilir. Bu süreç yaşanırsa psikiyatri uzmanının kişiyi muayene etmesi önerilir.

Yükseklik Korkusu (Akrofobi) Nasıl Tedavi Edilir?

Psikiyatri uzmanına başvuran kişinin tüm yaşam geçmişi ve yaşam rutini mercek altına alınır. Hastalığın fiziksel ve psikolojik bulguları kişide ‘ne kadar zamandır var?’ ya da ‘ne şiddette ortaya çıkıyor?’ gibi bilgiler doktor tarafından alınır. Geçmişe yönelik travmalar varsa farklı teknikler yardımıyla keşfedilmeye çalışılır. Eğer, aynı semptomlar 6 aydan fazla sürüyorsa kişinin yükseklik korkusu teşhisi üzerine odaklanılabilir. Bu tedaviler arasında ağırlıkla kişiye özgü uygulanan psikoterapi teknikleri yer alır.

Bu bilgiler doğrultusunda, akrofobi için uygulanan terapi yöntemleri şunları içerir:

Maruz bırakma terapisi: Fobilerin tedavisinde sıklıkla kullanılan yöntem maruz bırakma terapisidir. Korkuları yüzleşmekten kaçınan ve içinde bulunduğu durumda olmak istemeyen hastalar, geçireceği atağı düşünmek istemezler. Bu durumda, korkularını yenmek kişi için imkansız gibi görülür. Terapistler, bireyin korktuğu durumu istemelerini, baş etmesi için mücadele etmesini ve o korktuğu durum içinde kalmasını yavaş yavaş aşılar.

Bilişsel davranışsal terapi: Bilişsel davranışsal terapide amaç, yaşadığı korkunç durumda tekrarlanan bilgi dışında farklı bir bakış açısı geliştirmektir. Uzman, hastaya sorular sorar, diyalog kanalını açar ve sonuç olarak olumlu bir bakış açısına yönlendirir. Bununla birlikte, endişe kaynağının hangi şartlarda açığa çıktığını, olaya maruz kaldığında duyduğu hissini, stres anında nasıl tepkiler vermesi gerektiğini ve bu süreçle başa çıkabilmenin öğretilmesini bilişsel davranışsal terapi oluşturmayı hedefler.

Sanal gerçeklik ile maruz bırakma: Canlandırma tekniği ile yaşadığı korku ve stres anı hastaya anlık yaşatılır. Psikolojik bir tedavi olarak bu durumla başa çıkmasını öğretmeyi hedefler. Gerçeğe yakın sahte durumların yaşatıldığı bir uygulamadır.

Toplu destek ve grup terapisi: Aynı durum içinde olan, tedavi olan ya da ailesinde bu tarz bir rahatsızlığı olan kişiler yaşam öykülerini birbirine anlatarak iyileşme adına karşılıklı umut aşılarlar.

Yükseklik Korkusu (Akrofobi) İlaçla Tedavi Edilebilir mi?

Akrofobi tedavisine multidisipliner yaklaşımlar göz önüne alındığında farklı tedavi yöntemleri denenebilir. Psikoterapi bunlardan en üst sırada gelen tedaviyken bazı durumlarda ilaç tedavisine de başvurulabilir. Ancak, önerilen ilaçların fobiyi ortadan kaldırma ihtimali yoktur. Hastalık sonucu ortaya çıkan bazı semptomları azaltmak için kullanılan bazı ilaçlar sürecin daha hafif atlatılmasını sağlayabilir. Özellikle, kişi atak halinde kan basıncı ve kalp ritmi yükselebilir ya da anksiyete kontrol eşiğini aşabilir.

Bu durumları yatıştırmak için psikotik ya da sakinleştirici ilaç grubu bir uzman tarafından tavsiye edilebilir. Bu sayede, kişi yüksekliğe karşı aşırı tepkileri yavaşlatılarak atlatılabilir bir hale getirilebilir.

Yükseklik Korkusunu (Akrofobi) Tetikleyen Faktörler Nelerdir?

Yükseklik korkusunu tetikleyen psikolojik ve fiziksel faktörlerin yanı sıra meydana gelen travmalar söz konusudur.

Aşağıdaki durumlar yükseklik korkusunu tetikleyen unsurlardır:

  • Psikolojik faktörler: Hastanın başka bir fobiye sahip olması kaybı seviyesini arttırdığı için süreci tetikleyebilir.
  • Fiziksel faktörler: Hastanın bazı psikolojik hastalıklarının vücuda yaptığı etki hastalığı tetikleyebilir.
  • Çocuklukta yaşanılan kötü kazalar ve travmalar
  • Genetik faktörler

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Uçak korkusu, yükseklik fobisi ile beraber görülen uçağa binme durumuyla karşı karşıya kalındığında dehşete kapılma, panik olma, streslenme ve heyecanlanma gibi belirtilerle karakterize bir fobidir. Uçak ve uçuş fobisi uçağın icadı sonrasında Birinci Dünya Savaşı yıllarında uçuş personelinin uçuş öncesi anormal fiziksel ve davranışsal tepkiler gösterip uçağa binmekten çekinmesi üzerine fark edilmiştir.

Uçak Fobisi (Korkusu) Nedir?

Tıp dilinde “aviofobi” olarak adlandırılan uçak fobisi uçağa binme durumu karşısında telaşlanma, korku duyma, kaygılanma gibi belirtilere yol açan bir rahatsızlıktır.

İnsanlar tıpkı diğer fobilerde olduğu gibi uçak fobisinde de fobik faktörle yüzleştikleri takdirde anormal, ısrarlı ve yüksek şiddette bir korku duyarlar. Korku tıpkı gerçek bir tehlike ile karşı karşıya kalındığı zamandaki gibi gerçekçi bir hissiyata sahiptir.

Uçak korkusu literatürde uçuş fobisi, uçuş korkusu ve uçuş kaygısı gibi farklı davranış durumlarıyla ilişkilendirilmiştir. Teşhis konulabilecek düzeyde ileri derecede şiddetli sıkıntılar fobi, basit düzey ve kişinin hayatını aşırı düzeyde etkilemeyecek sıkıntılar ise korku ve kaygı olarak adlandırılmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü’nün, dünya ruh sağlığı araştırmaları kapsamında uçak korkusunun yaygınlığı üzerine ortaya önemli veriler koymuştur. Bu veriler 22 farklı ülkede yürütülen 25 toplumsal araştırmaya bağlı olarak belirlenmiş ve uçuş fobisinin yaygınlık oranı yaklaşık %1.3 olarak tespit edilmiştir.

Uçak Fobisi (Korkusu) Nedenleri Nelerdir?

Uçak korkusunun ortaya çıkmasında birden fazla faktörün etkili olduğu düşünülmektedir. Uçak korkusunun her kişide açığa çıkma biçimi farklı şekilde olmaktadır. Uçuş fobisinin oluşmasında etkisi olduğu düşünülen faktörler arasında şunlar yer almaktadır:

  • Geçmiş tecrübelere dayalı öğrenme: Uçak yolculuğu kişi için başlangıçta herhangi bir uyarıcı faktör sayılmazken, kişi fırtınalı havada uçak yolculuğu yaptığı zaman yaşadığı korku ve telaşa bağlı olarak artık uçak yolculuğunu negatif bir uyaran olarak kodlar. Bundan sonraki uçuşlarında da herhangi bir panik yaratacak durumun varlığı söz konusu olmasa bile kişi uçak yolculuğuna karşı bir korku ve kaygı duyar. Uçak fobisinin oluşması sadece kişinin kendisinin olumsuz tecrübeler yaşamasıyla gerçekleşmemektedir. Kişinin etrafında uçuş fobisine sahip olan veya uçağa binmekle alakalı travmatik tecrübeleri olanların varlığı ve konuyla ilgili paylaşımda bulunmaları da uçak fobisi oluşumunu tetiklemektedir Ayrıca kaza yapan uçaklarla ve havayolu ulaşım güveliğiyle alakalı haberler izlemek de uçak korkusu oluşumuna yol açabilmekte veya var olan korkunun şiddetini arttırabilmektedir.
  • Kaygı duyarlılığı: Kaygı duyarlılığı denilen kavram kişilerin kaygı semptomlarına verdikleri tepkiyle ilişkili bir kişilik şeklidir. Uçuş korkusu olan kişilerde kaygı duyarlılığının normal insanlar göre çok daha fazla olduğu yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur.
  • Kişilik bozuklukları ve ruhsal sorunlar: Yapılan bir çalışmayla kişilik bozukluklarını varlığı ile uçak fobisi arasında bir doğru orantı olduğu ortaya konulmuştur. Uçak korkusu bulunan insanlarda aynı zamanda çekingen kişilik bozukluğu, bağımlı kişilik bozukluğu ve obsesif kompulsif kişilik bozukluğu gibi rahatsızlıkların yaygın olarak bulunduğu bilinmektedir.
  • Bilişsel Özellikler: Kişilerin düşünce biçimleri, hafıza gibi kognitif özellikleri fobilerin ortaya çıkışıyla ilişkilendirilmiştir. Başa çıkma yetisinin yetersiz olması, felaketleştirme, kötüye odaklanma ve önyargı gibi durumların varlığı uçak fobisinin oluşumunu tetikleyebilmektedir.

Uçak Fobisi (Korkusu) Belirtileri Nelerdir?

Uçak fobisi olan kişiler uçuş öncesinde veya esnasında bazı semptomlar gösterirler. Bu semptomlar arasında şunlar yer almaktadır:

  • Kalp atışında hızlanma ve buna bağlı nabızda artış,
  • Baş dönmesi,
  • Kaygı düzeyinde artış,
  • Nefes darlğı
  • Titreme,
  • Kaslarda kasılma ve katılaşma,
  • Panik atak geçirme,
  • Gerginlik hissi,
  • Hızlı soluk alıp verme,
  • Mide bulantısı ve diğer gastrointestinal rahatsızlıklar.

“Uçağa binme korkusu nasıl anlaşılır?” sorusuna cevap olarak eğer uçağa bindiğinizde yukarıdaki belirtilerden birini veya birkaçını yaşıyor iseniz uçak fobinizin olma ihtimali yüksektir cevabı verilebilir.

Uçak Fobisi (Korkusu) Nasıl Yenilir?

Uçak korkusu olan kişiler seyahatlerinde havayolunu kullanmaktan kaçınırlar. Ancak bazı durumlarda uçakla yolculuk yapmak zorunda kalabilirler.

Bu gibi durumlarda bu kişilerin başvuracağı bazı uygulamalar herhangi bir ruhsal veya fiziksel sorun yaşamadan yolculuklarını tamamlamalarını sağlayabilir. “Uçak korkusu nasıl yenilir?” sorusuna cevap olarak verilebilecek uygulamalar şunlardır:

  • Doktor kontrolünde sakinleştirici ilaç kullanmak,
  • Uçuş esnasında odağı kitap okumak , çizim yapmak gibi faaliyetlere çevirmek,
  • Aynı fobiye sahip insanlarla bir arada bulunarak tecrübeleri paylaşmak,
  • Çevredeki rahatlatıcı şeylere odaklanmak,
  • Nefes egsersizleri yapmak,
  • Havayolları ulaşımının olumlu yönleriyle alakalı bilgiler edinmek.

Uçak Fobisi (Korkusu) Tedavisi

Uçak fobis tıpkı diğer fobilerde olduğu gibi tedavi edilebilirbir rahatszılıktır. Bilişsel davranışçı terapi, sanal gerçeklik, EMDR gibi çeşitli tedavi yöntemleri uçuş fobisinin giderilmesinde kullanılmaktadır. “Uçağa binme korkusu nasıl geçer?” sorusuna cevap niteliğinde olabilecek tedavi yöntemleri arasında şunlar yer almaktadır:

  • Bilişsel davranışçı terapi (BDT): Uçak fobisinin tedavisinde en sık kullanılan terapi yöntemlerinden biridir. Bilişsel davranışçı terapide ama. kötü ve olumsuz düşünceleri olumlu olanla değiştirmektir. Bilişsel davranışçı terapi tedavisi birden fazla tekniğin uygulanmasını içerir. Bu teknikler arasında psikoeğitim, nefes egzersizi, bilişsel yeniden yapılandırma, fobik faktöre maruz bırakma yer almaktadır. BDT teknikleri arasından en çok tercih edilen ise maruz bırakma terapisidir. Maruz bırakma terapisi kişiyi korkunun kaynağı ile baş başa bırakarak yavaş yavaş tanıştırmayı ve bağışıklığı arttırmayı amaçlar.
  • Sanal Gerçeklik: Sanal gerçeklik bir tür maruz bırakma terapisidir. Bu tedavide fobik ortam bilgisayar desteği yardımıyla yaratılmaya çalışılır. Sanal gerçeklik bilgisayar programı yardımıyla ses, dokunma, koku gibi duyusal işlevleri birleştirerek kişinin korktuğu ortamı yaratır ve fobisinin üzerine gitmesi sağlanır.
  • EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme): EMDR rahatsızlık verici travmatik tecrübelerin beyinde depolanması ve herhangi bir işleme uğramadan kalması durumuna yönelik geliştirilen bir tedavi çeşididir. Terapiyi yapan kişi danışanına fobik durumu canlandırması için yardımcı olmaktadır. Bu esnada fobik ortam görüntüsünü hızlı göz hareketleri ile eşleştirerek ve parmağını kullanarak yönlendirmektedir. Böylece üzerine gidilen fobi olumsuz duygular olmadan beyinde yeniden işlemlendirilmektedir.
  • Psikofarmakolojik Tedavi (İlaçlı Tedavi): Psikofarmakolojik tedavi yaklaşımı birçok psikolojik rahatsızlıkta tek başına veya psikoterapik yaklaşımlar ile bir arada kullanılmaktadır. Evlilik fobisinin tedavisinde bazı durumlarda psikoterapinin yanında ilaç tedavisine ihtiyaç duyabilmektedir. Anksiyete ve kaygı seviyesini azaltmaya yarayan uçak korkusu için sakinleştirici ilaçlar fobiden kaynaklı açığa çıkan semptomların baskılanmasını sağlamaktadır.

Uçak Fobisi (Korkusu) Hakkında Sıkça Sorulan Sorular

UÇAK FOBİSİ (KORKUSU) HASTALIĞI İÇİN HANGİ BÖLÜME GİDİLİR?

Fobiler kimi zaman yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyebilecek kadar şiddetli olabilmektedir. Bu gibi durumlarda kişiler “Uçak korkusu nasıl yenilir?” sorusunun cevabını tek başına aramamalı profesyonel yardım almalıdırlar. Uçak fobisine sahip kişiler psikologlardan veya psikiyatristlerden alacakları destek ile korkularının üzerine giderek bu fobilerini yenebilirler. Psikiyatrist ile görüşme yapmak isteyen kişiler hastanelerin ruh ve sinir hastalıkları bölümünden randevu alabilirler.

UÇAK FOBİSİ (KORKUSU) YENMEK İÇİN NE YAPMALIYIM?

“Uçak korkusu nasıl yenilir?” sorusuna meditasyon ve nefes egzersizleri uçak korkusunu yenme konusunda yardımcı olan uygulamalardır cevabı verilebilir. Bu uygulamalar kasların gevşemesini ve kalp atım hızının yavaşlamasını sağlayarak bedendeki olumsuz fiziksel etkileri baskılamaktadır. Yine uçak fobisini yenmek için yapılabileceklerin başında duyulan kaygı ve endişeler hakkında bir uzmanla görüşmek gelmektedir.

KİM KORKAR UÇMAKTAN: UÇUŞ KORKUSU

Korku insanda bir dereceye kadar var olması gereken bir duygudur. Bizi bazı tehlikelerden korur. Ancak bazı korkular şiddetli olabilir ve hayatımızı kısıtlayabilir. Bunlardan biri de uçuş korkusudur. Özellikle sık seyahat etmesi gereken iş adamları, bilim adamları için çok kısıtlayıcıdır. Bu yüzden iş görüşmelerine gidemeyen, çok kazançlı işleri kaybetmek zorunda kalan yüzlerce iş adamı vardır. İş adamlarının haricinde dünyayı gezmek, dolaşmak isteyen ama sırf uçak korkusundan gidemeyen bireyler de vardır. Hâsılı yaşam kalitesini azaltan bir korkudur uçuş korkusu.

Uçuş Korkusunda Neler Yaşanır?

Kişilerde kendilerinin de hatırlamadıkları olumsuz çocukluk yaşantıları ve travmaları sebep olabilmektedir. Eğer biyolojik bir yatkınlık da varsa bu olayların yarattığı şartlanmalar kişiyi uçuş fobisine götürür. Uçağa binildiği zaman çarpıntı, titreme, soğuk terleme, nefes almada zorluk, kaslarda gerginlik, baş dönmesi, mide bulantısı gibi korku belirtileri başlar. Bunlar aşırı adrenalin salgılamasından kaynaklanır. Kişide “ya uçakta kalp krizi geçirirse, ya bir şey olur da müdahale edilemezse, ya düşersek” gibi kaygı düşünceleri belirir. Kişi ya bu sıkıntıya katlanıp uçuşa devam eder, ya uçaktan iner ya da bir daha uçağa binmez.

Tedavide Neler Yapılabiliyor?

Uçuşla İlgili Genel Bilgiler

Uçuşun Sanıldığı Kadar Tehlikeli Olmadığını Bilmek Gerekir

Sivil Havacılığın gelişmeye başladığı yıllarda gerek teknik yetersizlikler gerekse uçuş prosedürlerinin geliştirilememiş olması istenmeyen kazalara sebep olmuş ve insanların zihinlerinde uçakla yolculuğun çok riskli olduğu gibi bir şartlanma meydana gelmiştir. Hâlbuki bir kişinin yolda yürürken başına kiremit düşüp ölme ihtimali uçakla seyahat ederken ölme ihtimalinden çok daha yüksektir. İstatistikler de bunu desteklemektedir. Uçuşla ölme riski dört buçuk milyonda bir, trenle seksen binde bir, otoyolda on dört binde bir, yürürken iki buçuk milyonda bir. Gördüğünüz gibi en düşük ölüm oranı uçakla seyahatte.

Uçuşla ilgili yanlış inanışlardan biri de her uçak kazasının mutlak ölümle sonuçlanmasıdır. Uçak kazalarının %25’inde hiçbir can kaybı yaşanmamıştır. Kazaların %60’ındaysa yolcuların büyük bir kısmı hayatta kalmıştır.

Uçakların Donanımı Son Derece Geliştirilmiştir

Son yıllarda üretilen uçaklar, pilotun problemli durumları görmemesini neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Her türlü acil durumlarda riski en aza indirecek şekilde dizayn edilmiş ve donatılmışlardır.

Pilotlar Son Derece Tecrübeli

Sivil Havacılık Otoriteleri pilot eğitiminde, her havacılık şirketinin uymakla mükellef olduğu bir eğitim programı oluşturmuştur. Ayrıca uçuş süresince yapılacak işlemlerin hepsini standart kurallara bağlamıştır. Bütün pilotlar ve kabin memurları bu standartlara uygun hareket etmek zorundadır. Pilot eğitiminin mükemmel ve uçuş ekibinin deneyimli olması uçaklardaki teknolojik gelişime eklenince kaza riski çok daha aşağılara inmektedir.

Tek Seansta Korkusundan Kurtulanlar Var

Korkuya sebep olan olumsuz şartlanmaları tespit edip gidermeye yönelik terapi programları uygulanır. EMDR gibi yöntemler, bilinçdışında yüklü olan olumsuz yaşantıların tespit edilmesi ve bu yaşantılara karşı duyarsızlaştırılması konusunda son derece etkindir. EFT gibi uçuşa özel stres yönetimi çalışmaları bazen bir seanslık bir uygulamadan sonra bile düzelmeyi sağlayabilmektedir.

o an hava açlığı ve ölüm korkusuyla ayağa kalkıp kokpitin dışına çıkma, kokpitin camlarını açmak isteme, sürekli gezinme, yerinde duramama gibi kontrolsüz davranışlar sergileyebilir. Böyle bir durumun kokpit içinde ve uçuş ekibinde nasıl bir durum yaratacağını tahmin etmişsinizdir. İlk yapılması gereken şey kişiyi stabilize etmeye çalışıp en yakın havalimanına iniş isteğinde bulunmaktır. Çünkü panik atağın ne kadar süreceği belli olmaz.

  1. Panik bozukluğunun yaratacağı bir başka sorun da kişide uzak ülkelere uçma ve havada olma korkusunun gelişmesidir. Bu korkuların altında “ya panik beni havada yakalarsa” düşüncesidir. O yüzden bir pilotun bu tür korkuları yaşaması absürt karşılanmamalıdır. “Pilotlar havadan korkmaz” tarzında bir yaklaşım bilimsel değildir. Beyin kimyası bozulan bir kişide panik bozukluğu gelişir. Velev ki bu kişi pilot olsun.   
  2. Panik bozukluğu pilotun dikkat, konsantrasyon ve bellek fonksiyonlarını zayıflatır. Hata potansiyelini artırır.

Panik Atakta İlk Yardım

Bir panik atağının üstesinden gelmek için ilk anda şu uygulamalar yapılabilir:

  1. Kişiye derin nefes aldırabilmek panikte etkilidir. Panik esnasında sık, ama yüzeysel nefes alma söz konudur. Bir iki defa derin nefes almayı başarabilmek bile süreyi kısaltabilir
  2. Her pilotun panik atağı olmasa bile korku veya kaygısını dindirecek bir hayalinin olması çok önemlidir. Kendinizi iyi, rahat, emniyette, huzurlu hissettiğiniz bir ortam belirleyin. Bunu hayal ederek zihninize yerleştirin. Umarım hiç yaşamazsınız, ama yaşarsanız daha önce belirlediğiniz bu güvenli yeri hayal etmeye çalışın. “İmajinasyon tekniği” adını verdiğimiz bu yöntem çokça işe yaramaktadır
  3. Panik atağı geldiğinde “yanlış alarm” örneğini hatırlayın. Kendinize “bu bir yanlış alarm, öleceğim veya kalp krizi geçireceğim bir durum yok, bu birazdan bitecek” telkinini yapın
  4. Güvendiğiniz, inandığınız, sizin iyi olmanızı isteyen veya sizin iyi olmasını istediğiniz birini gözünüzün önüne getirin. Onunla birlikte olduğunuzu, sizi yüreklendirdiğini düşünün.
  5. Panik atağı esnasında kaslar aşırı kasılır, deri ısısı düşer. Kasları gevşetici masaj ve deriyi ovalama paniğin çabuk sönmesine yardımcı olur

Panik Bozukluğunun Tedavisi

Panik bozukluğu bir kimyasal bozulma sonrasında oluştuğu için geçici olarak ilaç kullanılması gerekmektedir. FAA’in onay verdiği ilaçların yanında panik atağa sebep olan geçmiş travmatik olaylara, günlük tetikleyicilere duyarsızlaştırmayı sağlayan EMDR gibi terapi yöntemleri kısa sürede ve kalıcı çözümler elde edilmesini sağlar. Beraberinde gevşeme teknikleri, solunum egzersizleri, EFT gibi yöntemler stres hormonlarının seviyesini düşürerek paniğin şiddetini ve sıklığını azaltabilmektedir. 
Hepinize sağlıklı günler, emniyetli uçuşlar diliyorum.

DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN / PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Danışmanlık ve Psikoterapi hizmeti almak üzere bana gelen erkek danışanlarımın çözüm aradıkları problemler şu durumlardır. Örneğin;

  • Kimi danışan kendisini amirine doğru şekilde ifade etmekte her zaman zorluk yaşadığından şikâyet eder.
  • Bir diğeri mesleki açıdan kendisi için daha önceden öngördüğü her şeye ulaşmıştır ancak motivasyonunun giderek azalıp düştüğünden yakınır.
  • Başka biri ise görev ve yetkilerinin çok az bir kısmını devredebildiği için kendi görevlerinin üstesinden gelmekte zorluk yaşadığını dile getirir.
  • Kimisi ise yurtdışından yüksek kazançlı bir iş teklifi aldığını ve bu konuda haftalardır karar verememekten şikâyet eder.
  • Bir başkası ise kendisinden küçük bir konuşma yapması istendiğinde, topluluk önünde konuşamadığından şikâyetçidir.

Problemleri için danışmak üzere bana gelen danışanlarımın büyük çoğunluğu daha önceden iletişim, anlaşmazlıkları çözme stratejileri, güzel konuşma sanatı, zaman yönetimi gibi seminerlere katılmış ancak bu seminerlerden istedikleri faydayı sağlayamamış olurlar.

Danışmanlık oturumlarımda öncelikle danışanın biyografisindeki kişisel ve henüz üstesinden gelinmemiş anlaşmazlıkların nedenlerine odaklanmayı tercih ederim. Bu aşamada genellikle ya anlaşmazlıkların üstesinden gelme yeteneği ve özgüven eksikliği ya da kendi karar verme yeteneğine inanmama problemi karşımıza çıkar. Daha derine indiğimizde ise danışan kişiye babasıyla arasındaki ilişki doğrultusunda sorular yöneltirim. Bu soruya aldığım cevaplar her zaman beni tekrar tekrar doğrular.  Çoğu danışan, hali hazırda yıllardır aralarında hiçbir iletişim olmadığı veya görüşmelerin hızlı bir şekilde çatışmaya dönüşmesi sebebiyle babalarıyla iletişime geçmekten kaçındıklarını anlatırlar.

On beş yıllık danışmanlık hayatım boyunca bir erkeğin yaşamında oluşan  “baba yarasının”, mesleki ve özel hayatında ne gibi olumsuz etkilere neden olabildiğini gözlemledim. Bu olumsuz etkilerin en sık karşılaşılan sonuçları:

  • Bir erkeğin kendisini bir başkasının üzerindeki gücü, kontrolü ve baskısı üzerinden tanımlaması,
  • Bir erkeğin sürekli işyerindeki amiri, trafik kontrolündeki polislerle ya da ev sahibi gibi yetki sahibi olan birileriyle iletişimde sorunlar yaşaması ve daimi çatışma içerisinde olması,
  • Bir erkeğin elde etme ve kazanma odaklı bir hovarda (çapkın) ve kadın düşkününe dönüşmesi,
  • Bir erkeğin mantıklı sayılabilecek çok az neden olmasına rağmen uzun yıllardır birlikte olduğu kız arkadaşıyla evlenmekten korkması,
  • Bir erkeğin, oldukça başarılı olmasına rağmen, manevi dünyasında kendisini hala rahatsız eden bir boşluk hissetmesi… gibi ortaya çıkabilmektedir.

Peki o zaman, erkek olmak ne demektir?

 Benim tanımım oldukça sade ve basit:

  • Bir erkek olmak, bir kadınla eşit haklara sahip olmak demektir.
  • Etrafınıza şöyle bir baktığınızda, bunun ne zor bir şey olduğunu kolayca gözlemleyebilirsiniz;
  • Televizyonlarda talk-show programlarını izlerken dinlemeyi bilmeyen erkeklerin talk-show’a katılanlar arasından karşıt görüşteki kişilerin açıklamalarını dinlemediklerini görürüz. Karşıt görüşteki kişileri sadece “karşıt görüş” olarak kabul ederek olduğu gibi bırakmak yerine tam aksine karşıt görüşlü kişileri derhal yanlış, sapkın veya saçma diyerek aşağılamaya başlarlar.
  • Kendisini her talimata, düzenlemeye, kurala ve benzeri yönetmeliğe karşı çıkmak zorunda hisseden erkekler, bir başkasının dediğini veya istediğini yapmamak için- bu ister bir hız sınırlaması veya işletme kuralı olsun isterse hayat arkadaşının bir isteği veya arzusu olsun- hemen itiraz ederler.
  • Sadece o an erkeğinin isteğini yerine getirmeye hevesli olmadığı için bir kadını öldüren erkekler vardır.
  • Her tür sınırı faydalı ve dikkat edilmesi gereken bir bilgi olarak kabul etmek yerine, aşılması ve üstesinde gelinmesi gereken bir zorluk olarak değerlendiren erkekler “Hadi bakalım!” diyerek, bu sınırları aşmaya kalkışırlar.
  • Hemen her durumu bir yarışa döndüren erkekler, kendilerini daima daha iyi olduklarını kanıtlamak zorunda hissederler.
  • Eleştirildiklerinde derhal kendilerini eleştiren kişiye saldırmak zorunda hisseden erkekler, sonunda ya suçluluk duygusuyla süt dökmüş kediye dönerler ya da öç almaya çalışıp intikam yemini ederler.

Babası tarafından dikkate alınmayan, hak ettiği değer verilmeyen, sürekli eleştirilen veya aşağılanan veya fiziksel veya duygusal şiddete maruz kalan erkeklerin içine düştükleri durumu ve tarifi mümkün olmayan acı verici tecrübeyi “baba yarası” olarak tanımlıyorum.

Danışmanlık görüşmelerimde durumun uygun olduğunu hissettiğimde, erkekleri babalarıyla tekrardan iletişim kurmaları konusunda teşvik ederek onları cesaretlendiriyorum. Bu çabalarım karşısında bazen tecrübe ettiğim itirazlar oldukça ciddi ve üst seviyelerde olabiliyor. Bazı erkek danışanlarda görülebilen bu güçlü savunma düzeneklerini anlıyorum ve bu durumu kaybetmenin verdiği acının ve tekrardan yakınlaşma isteğinin bir göstergesi olarak kabul ediyorum. Bir erkeğin kendisinin de bir erkek olabilmesi için kendi babasıyla barışık olması gerektiğine inanıyorum.

Bir insan, kendi babasıyla nasıl tekrardan iletişim kurabilir?

1.) Babanız hâlâ yaşıyor ve duygusal açıdan kendisine hala ulaşılabiliyorsa, kendisiyle direkt olarak görüşmenizi öneriyorum.

Babanızla yapacağınız görüşme çok zor bir durumdur ve muhtemelen buna kapsamlı bir şekilde hazır olmanızı gerektirecektir. Uyumsuzluk ve anlaşmazlık görüşmelerinde ne kadar tecrübe sahibi olduğunuza bağlı olarak bu görüşme de sizin açınızdan o kadar kolay veya zor geçecektir.

Burada önemli olan babanıza söylemek istediklerinizi ve babanızın vereceği savunma tepkilerine karşı ne yapacağınızı daha önceden belirlemiş olmanızın gerektiğidir.

2.) Babanızın vefat etmiş olması ya da sağlık veya fiziksel engelleri nedeniyle bu tip bir görüşmenin faydasız olduğunu ve böyle bir yüz yüze görüşmenin sizin açınızdan çok büyük bir zorluk yaratacağını düşünüyorsanız geriye kalan tek yol, kendisine bir mektup yazmanızdır.

Bu mektupta yazacağınız her şey, “Ben, aslında bunları sana hep söylemek istedim.” cümlesinin ruhuna uygun olmalıdır.

Bu yazının hazırlanması konusunda rahat olmanızı öneriyorum. Mektubun tamamlanması birkaç gün veya birkaç hafta sürebilir. Ne zaman aklınıza kendisine söylemek istediğiniz bir şeyler gelirse bunları bir kenara not alın ve mektubunuza ekleyin. Önemli olan mektubunuzda kendi duygularınıza yer vermenizdir. (Örneğin: Bunu söylemek şimdi bana çok zor geliyor fakat …, Şu an üzmekten korkuyorum ancak gibi…).

Mektubu tamamladığınızda mektubu nasıl göndermek istediğinize karar vermelisiniz.  Bu mektubu şahsen götürüp babanıza elden teslim etmek istemiyorsanız (veya bunu yapmanız mümkün değilse) mektubu en azından posta yoluyla kendisine gönderin. Bu mektubu, sadece çekmecede saklamak ve tutmakla yetinmeyip sizin açınızdan uygun bir yöntemle gerçek sahibine ulaştırılmasını sağlayın. Danışanlarımın birçoğu bu yöntemin oldukça etkili olduğunu ve büyük bir rahatlama sağladığını bildirdiler. Baba profiliyle barışık olmanız, kendi iç dünyanızın dinginleşmesini ve huzur bulmanızı sağlayacaktır. Ayrıca, bastırılmış öfke duygularınızı, hayal kırıklıklarınızı, özlemlerinizi ve sevginizi, açıkça ifade edebilmenizi sağlayacaktır.

Kendi babalarıyla barışık olmaları ve uzlaşmaları konusunda danışmanlık çalışması yaptığım erkeklerin büyük çoğunluğu,  bu konuya hiç değinmemek için gerçekten oldukça ciddi ve anormal seviyelerde tepki gösterdiler. Burada, bu itiraz ve karşı çıkışların en önemlilerini ve bunların üstesinden nasıl gelindiğini anlatmak istiyorum;

– “Bunların hepsi çok uzun zaman önceydi. Babam, bugün artık yaşlı bir adam (ya da çoktan vefat etti). Bugün babamın ne şekilde ve nasıl benim hayatım üzerinde hâlâ bir etkisi olabilir ki?”.

İç dünyamızda bulunan ve henüz çözümlenmemiş durumdaki çatışmalar, zaman içerisinde kaybolup gitmezler. Bunlar, bilinçdışı dünyamızı etkilemeye devam ederler. Bilinçdışımız sürekli bu anlaşmazlıkları ve uyumsuzlukları somutlaştırarak yerine koyacakları yeni profiller (onu temsil eden) arar ve de bu profilleri daima bulurlar.

Danışan kişinin önüne boş bir sandalye konulup, hayal dünyasında bu sandalyeye babasını oturtmasını istendiğinde iç dünyasındaki eski yaşam deneyimlerinin hâlâ canlı ve diri oldukları net bir şekilde hissedilmekte ve görülmektedir. Sadece tek başına bu hayali uygulama bile danışan kişinin bedensel tepkilerinin ve duygu durumunun değişmesine neden olmakta ve “baba profilinin” bir erkek için ne kadar etkili olduğunu somut olarak göstermektedir.

– “Babam bize çok kötü şeyler yaptı (örneğin; alkolikti, tanınmış bir hovardaydı, bizi döverdi, bizleri mağdur duruma düşürürdü vb). Onu asla affedemem ve asla affetmeyeceğim.”

Çekilen acıların ve bunlarla ilişkili olarak hissedilen öfke, utanç ve üzüntü gibi duyguların baskı ve kontrol altına alınmaması çok önemlidir. Bu, sorunlarla başa çıkmanın ve bunların üstesinden gelme sürecinin ilk adımıdır. Benzer şekilde, babadan intikam alma, olanların acısını çıkartma veya babayı küçümseme isteklerini de gayet iyi anlayabiliyorum.

Ancak, intikam hislerine kapılmanın ölümcül sonuçlara neden olabileceğini düşünüyorum. Çünkü intikam duygusu bizi faile bağlar ve birer kurbana dönüştürür. Ancak, babaların kendi “hatalarını” görme, bunları kabul etme ve bunlar için özür dileme iç görüsüne ve olgunluğuna sahip olması çok ender karşılaşılan bir durumdur. Böyle bir durumda, kendilerini genellikle hemen saldırıya uğramış hissederler ve söylenenleri inkâr ettiklerine şahit olabilirsiniz.  (Genellikle “Tüm bunları kendi kafanda kurgulamışsın” derler veya olayları gerçeklerle ilişkilendirmeye çalışırlar –örneğin; “O dönemler, zor zamanlardı”-  veya suçluluk duygularını maskelemeye çalışırlar – örneğin;  “Senin olayların üstesinden gelmeyi farklı bir şekilde nasıl başardığını görmek isterdim.” gibi).

– “Küçüklüğümden bu yana her şeyin üstesinden gelmeyi babam olmadan başardım. Bu benim küçük yaşta güçlü ve bağımsız olmamı sağladı.”

Babasız büyüyen erkeklerin büyük birçoğu, buna rağmen başarılı ve güçlü olmalarını bir erdem ve meziyet olarak görürler. Ancak telafi edilmesi gereken her olgu gibi bunun da bir bedeli vardır. Bazı şeylerin sadece bir baba tarafından oğluna aktarabileceğine inanıyorum. En önemlisi de bir babanın en büyük görevi oğluna öncelikle bir erkek olmanın ne demek olduğunu göstererek ona rol modeli olmasıdır. Bir babanın bu görevini ihmal etmesi veya yerine getirememiş olması, oğlunun tüm hayatı boyunca bir şeyleri ispat etmek için kendini zorlamasına ve baskı altında yaşamasına neden olmaktadır.

Babaları tarafından takdir edilme ve beğenilme ihtiyacı karşılanmayan kişiler, muhtemelen başkalarına güç uygulayarak, yetkili insanlarla tartışarak, hızlı araba kullanarak, para biriktirerek veya şaşırtıcı düzeyde gösterişli sevgililerin kollarında yaşayarak bu ihtiyaçlarını gidermek isterler. Tüm bunları başarsalar bile, asıl ihtiyaç duydukları takdir edilme ve beğenilme arzusunun sadece geçici olarak bastırmaktadır. Erkeklerin büyük bir çoğunluğu, bilinçdışı dünyalarında kendi babalarından hiç duymadıkları “Sen, benim oğlumsun ve seninle çok gurur duyuyorum!” gibi cümleleri dile getirmesi veya kendilerine ilgi göstermesi için bir şeyleri veya birilerini ararlar.

Babayla barışmak ve uzlaşmak neden bu kadar önemlidir?

Günümüz “medeni kültürlerinde” gençlikten erkek olmaya geçişte uygulanan neredeyse hiçbir ritüel kalmadı.

Doğal hayat yaşayan “ilkel” halklarda, bu ritüeller hâlâ devam ettirilmektedir. Örneğin; belirli bir yaşa gelen genç erkek, gece evinde yalnız bırakılır ya da beklenmedik bir şekilde eve baskın yapılır veya genç erkek, karanlıkta ormana götürülür ve orada fark ettirmeden hazırlanan düzenekler yardımıyla korkutularak kendilerinden cesaret örnekleri sergilemeleri beklenir. Psikolojik olarak bu ritüellerin altında yatan mantık,  genç bireyin artık yetişkin erkeklerin arasına kabul edilmesidir. Bunun için, genç erkeklerin annelerinden ayrılması ve kendi güçlerini diğer yetişkin erkeklere ispat etmeleri gerekir.

Kendi toplumsal kültürümüzde, gençlik döneminden yetişkin bir erkek olmaya geçiş ritüeli olarak askerlik hizmeti uygulanmaktadır. Fakat günümüzde artık paralı askerlikten yararlanılarak, bu görevden de sadece bir ödeme yaparak ve hiç askere gitmek zorunda kalmadan kolayca kurtulmakta mümkündür (sözlerimi ordu ve askeri sempatizanı olarak algılamayın, sadece erkekliğe geçiş ritüellerinin artık günümüzde örneklerine rastlanmadığını ifade etmek istedim). Bugün tehlikeli derecede süratli araba kullanan veya farklı macera tecrübeleri yaşayan gençleri gördüğümde yetişkin erkekliğe geçmiş olduklarını ispat etme arzusu içerisinde olduklarını düşünüyorum.

Eğer bir şeyi şiddetle reddediyorsanız, bu reddediş ondan kurtulduğunuz anlamına gelmez aksine buna bağlı olduğunuzu gösterir. Babasını reddeden veya uzun yıllar boyunca ondan nefret eden bir kişi, aslında içten içe hâlâ ona bağlıdır.  Sadece belirli bir yaşa ulaşmış olmayı değil, aynı zamanda gerçekten yetişkin bir insan olmayı isteyen biri açısından kendi iç dünyasındaki uyuşmazlık ve anlaşmazlıklara uzlaşarak huzura ulaşması çok önemlidir. Ancak, babanın “çok iyi” ve her konuda anlayışlı olması durumunda bu süreç biraz daha zorlu olacaktır.  Böyle bir durumda babanızla aranızdaki bağlarınızı koparabilmeniz için, babanızın anlayış sınırına ulaştığınızı fark edene kadar bağlarınızı koparmaya yönelik denemelerin yoğunluğunu arttırmanız gerekecektir. Ancak ardından bağlarınızı koparacak ve özgürlüğünüze kavuşacaksınız.

İnsan, kendi babasıyla barışık olmayı nasıl başarabilir?

Burada ele alınan konu, bu yazımın kapsamının ötesine geçerek çok daha derinlemesine incelenebilir. Fakat yine de konunun uzanabileceği doğrultuyu burada belirtmek istiyorum:

1) Lütfen çok yavaş ve emin adımlarla, babanıza karşı anlayış ve empati geliştirmeye çalışın.

Babalar (başka insanlar için de geçerli olduğu gibi), mevcut imkanları çerçevesinde daima ellerinden gelenin “en iyisini” yaparlar. Sürekli içki içip sarhoş olan ve çocuklarına şiddet uygulayan bir baba, çocuk için elbette karşı konulması mümkün olmayan kalpsiz biri olarak görülür. Günümüz bakış açısına göre babanın da belirli durumlarda tamamen çaresiz olduğu veya yaptıklarının yanlış olduğunu fark edebilecek ve hatalarını kabul edebilecek yeterli olgunlukta olmadığı sonucuna varılabilir. Ayrıca sergilediği davranışlar nedeniyle ailesinin yıkılmasına neden olduğu düşünülebilir.

Tüm bunlar çocuklar açısından çok kötü ve travmatik olaylardır. Babalar da aslında gayet normal insanlardır ve daha küçük bir çocukken gözümüze göründükleri veya olduklarını zannettiğimiz gibi hiç de öyle ışıklar içerisindeki her şeyi yapabilen yüce varlıklar değildir. Bu gerçeği kabullenmek ve buna rağmen babayla olan içsel bağlantıyı sürdürerek gerçek bir yetişkin erkek olmak için aranızda bulunması gereken mesafeyi korumak, gerçek bir yetişkin erkek olmayı sağlayacaktır (Ayrıca erkeği, kadınların koruması altındaki gençlik “ergenlik”  döneminde sıkışıp kalmaktan kurtaracaktır).

2) Babanız da bir zamanlar sizin gibi bir gençti ve büyük ölçüde kendi babasıyla yaşadığı tecrübelerden etkilendi.

İşin aslı, babalarımızın babaları çocuk yetiştirme konusuyla fazla ilgilenmemişler. İnsan genellikle sadece kendi yaşadıklarını ve tecrübe ettiklerini çocuklarına aktarabilmektedir.

3) Geçmişte her nasıl biri olursa olsun ve her ne yapmış olursa olsun babanız sizden saygı görmeyi hak ediyor; çünkü siz onun çocuğusunuz.

Bu düşüncelerimi danışmanlık oturumlarımda dile getirdiğimde, neredeyse her zaman şiddetli itirazları ve sona ermek bilmeyen karşı çıkışları dinlemek zorunda kalıyorum. Fakat burada asıl amacım, asla babanın yaptığı hatayı, zararsız ve tehlikesizmiş gibi gösterme çabası değildir. Benim için önemli olan karşımda oturan kişi ve kendisinde eksikliğini hissettiğini fark ettiğim şeydir; Babasıyla yaşadığı anlaşamama durumu.

Babanızla barış ve uzlaşmanın yakın bir zamanda sağlanabileceğine dair tek bir emare bile yok, hatta tam aksine aranızda görünürde sadece açık ve net bir uzlaşmazlık bulunmakta. Peki, babanız hak ettiği saygıyı ne zaman görecek? Niçin kendisine saygı gösterilmesi gerekiyor?  Cevap çok basit: O olmasaydı, siz de burada olamazdınız. Nokta.

Bunun zor bir konu olduğunu biliyorum. Ancak siyaset dünyasındaki erkeklerin ve günlük yaşamdaki birçok erkeğin neler yaptıklarını duyduğumda şaşkınlığa düşüyorum. Biz erkeklere, horozlanma ve hır gür yerine daha fazla özgüven veya doğal otorite diliyorum. Çünkü çok yakında en geç kırk yaşını aşan her erkek, krizde olacak. Bir şeylerin yerli yerine tam oturmadığını veya birbirleriyle uyuşmadıklarını fark ettiğinde, kendisine yanlış hedefleri rol model olarak aldığını veya kendi hayat takvimi üzerindeki günleri doldurup işaretlemenin kendi hayatını yaşamış olduğu anlamına gelmediğini fark edecektir.

Yaşamın orta noktasında, hangi yola yöneleceğimiz sorusuyla karşılaşırız. Her şeyin tekrardan mümkün olacağına inanan “eski tip bir çılgına” göre, en iyi seçim bir motosiklet satın alıp, yeni ufukları keşfetmektir. Farklılıklara karşı empati, sabır ve hoşgörü gösterme eğilimde olduğu için “bilge bir kişiye” göre doğru seçim ise her şeyi oluruna bırakmaktır. Babanızla tekrardan iletişim kurma cesaretine sahip olmanızı iyi bir başlangıç olarak görüyorum.

İçinizdeki huzura ancak bağışlayarak ulaşabilirsiniz.

Abdullah ÖZER Sosyal Çalışmacı, Bilim Uzmanı (Klinik Psikoloji), Aile Danışmanı

PSİKO SENTEZ

Sosyal Medyada Negatif Etkileşimlere Karşı Profesyonel Reçeteler

İnsanlar bana “Ahali gerçekten bunu mu söylüyor?” diye soruyor ve benim cevabım “Evet, her zaman!” şeklinde oluyor. Bir Sosyal Medya Yöneticisinin günü (ve gecesi) olumsuz çevrimiçi etkileşimlerle doludur. Sosyal medyadaki herhangi bir kişi kızgın veya hüsrana uğramış hissetsin ya da bu ikisinin bir karışımı olsun, olumsuz çevrimiçi etkileşim kesin gibidir. Orada bulunuyorum ve acı hissediyorum. Peki, sosyal medya yöneticileri bununla başa çıkmak ve hatta işleri tersine çevirmek için ne yapabilir? Olumsuz sosyal medya etkileşimlerini yönetmek için etkili bir strateji uygulayarak başlayın.

Olumsuz Çevrimiçi Etkileşimleri Bir Profesyonel Gibi Ele Almak

Bunu okuyorsanız, muhtemelen bir sosyal medya uzmanı veya marka yöneticisisiniz. Bildiğiniz gibi, sosyal medya müşteri hizmetleri, marka bilinirliği ve müşteri ilişkileri için harika bir kanaldır. Muhtemelen bunun, asıl müşteri hizmetleri kanalı olduğunun ve telefonla müşteri desteğine alternatif haline geldiğinin farkındasınızdır. Bu, özellikle normal çalışma saatlerinden sonra geçerli. Ek olarak, sosyal medya içeriği ve etkileşimleri, şirketiniz veya markanız hakkında farkındalık oluşturmak için çok başarılıdır. Dahası, sosyal medya katılımı, şirketlerin değer verdiği izleyicileriyle çevrimiçi ilişkiler geliştirmelerine yardımcı olur. Hepsi iyidir! Bununla birlikte, sosyal medya aynı zamanda eleştiriye, şikâyete ve düpedüz ahlaksızlığa açık bir kapıdır.

Bildiğiniz gibi, insanlar sosyal medyayı tozu dumana katmak için kullanabilirler. Olumsuz sosyal medya etkileşimlerini yönetmek için etkili bir strateji uygulayarak şirketinize yardım edin ve sert sözlerin sızısını giderin. Bunu hızlı yanıt süresi ve uygulamalı problem çözme ile birleştirin ve başarı için bir tarifiniz olsun. Olumsuz çevrimiçi etkileşimlerle başarılı bir şekilde başa çıkmak için bazı yararlı ipuçlarına geçelim.

Sosyal Medyada Olumsuz Çevrimiçi Etkileşimlerle Başa Çıkmak İçin 8 İpucu

1. Sakin Olun

Kızmayın veya korkmayın. Konuşmanızda ortaya çıkacak bu durum sadece ateşi körükleyecektir. Daha iyi katılım ve sonuçlar için sakin ve keyifli kalın. Konuşmanızda profesyonel ama samimi olun. Kendimi diğer kişinin yerine koymaya çalışıyorum. Sözlerimi nasıl algılayacaklar? “Gönder” düğmesine basmadan önce sıklıkla yanıtımı gözden geçiriyorum.

2. En İyisini Varsayın ve Açıklama İsteyin

Belki içinde bulundukları durumdan dolayı hayal kırıklığı yaşıyorlardır veya müşterinin kafası karışmıştır. Belki de yanlış şirketle muhatap oluyorlardır – bu benim başıma gelmişti. Muhatap olduğunuz kişi için en iyisini varsayın ve açıklama isteyin. Sorun belki de “çözüldü” noktasından yalnızca bir soru kadar uzaktır.

3. Yanıtlarken Pozitif ve Yardımcı Olun

Bu zordur. Birisi size bağırdığında veya tehditkâr bir şekilde hareket ettiğinde, pozitif kalmak zordur. O kişiye yardım etmeyi istemek daha da zordur. Ancak şirketinizi etkili şekilde temsil edebilmek için yapmanız gereken budur. Sosyal medyadaki insanlara yanıt verirken olumlu yaklaşın ve yardımcı olun, bu başarı olasılığını artıracaktır. Pozitif, yardımcı olan etkileşimler genellikle negatif insanları şaşırtır ve öfkelerini dağıtır. Onu, bir kişi olarak tanıdığımı göstermek için mümkün olduğunca o kişinin adını kullanırım. Gerçek adları belirgin olmadığında (bir takma ad veya farklı karakterler kullanabilirler), samimiyet ve gerçek bir etkileşim kurmak için sohbete “Selamlar” veya “Merhaba” ile başlarım.

4. Konuşmayı Çevrim Dışına Taşıyın

Olumsuz yorumlar üzüyor. Hiçbir şirket, memnun olmayan bir müşterinin yorumlarını sosyal medyada başka kimsenin görmesini istemez. Bir şirket temsilcisi olarak, elinizden gelenin en iyisini yapmak istersiniz. Görüşmeye özel mesajlaşma üzerinden devam edeceğinizi önererek görüşmeyi çevrimdışına alın. Negatif bir müşteriyle bire bir sohbet ettiğinizde etkileşimlerinizde daha yardımcı ve samimi olabilirsiniz. Müşteri genellikle sakinleşir ve sizi gerçekten ona yardım etmeye çalışan biri olarak görür. Ve özel mesajlaşma ortamı herkes için daha sessiz ve daha kişisel hissettirir. Deneyimlerime göre, bu küçük değişiklik önemli bir fark yaratabilir.

Sorun çözüldüğü için konuşmalar günlerce sürebilir. Yararlı fotoğrafları, şemaları, bağlantıları, e-posta adreslerini ve telefon numaralarını özel bir ortamda paylaşabilirsiniz. Özel mesajlaşmanın avantajlarından yararlanın, böylece şirketinizi olası bir zarara maruz bırakmadan çok daha iyi sonuçlar elde edersiniz.

5. Şirketinizin Yanıtlama Protokolünü İzleyin ve Sorunu Gerekirse Yukarılara Taşıyın

Tamam, her zaman siz uzman olmayabilirsiniz. Bazı sorular o kadar basit değildir ve şirketinizin ürün veya hizmetlerini ne kadar iyi bilseniz de her soruya hazır olmayabilirsiniz. Yanıt vermek ve sorunu iletmek için şirket protokolünüzü izleyin. Genel, teknik veya yasal sorularda yardımcı olmaları için şirket uzmanlarını arayın. Genellikle bu değerli kaynaklar hızla yardımınıza koşabilir ve sisi ve karışıklığı ortadan kaldırabilir. Doğru yanıtları doğru zamanda almak için şirket uzmanlarına güvenin.

6. Etkin ve Ulaşılabilir Olun

Hiç kimse bir konuşmanın ortasındayken konuşmadan düşürülmek istemez. Bu, özellikle insanların bir sorunu olduğunda geçerlidir. Şirketiniz, görüşmenin diğer tarafındaki kişiyi önemsiyorsa ve sorununu çözmek istiyorsanız, aktif olun! Olayın sıcaklığında onlardan uzaklaşmayın, yoksa daha da sinirlenirler. Onlar için erişilebilir kalın ve yanıt verme konusunda aktif olun. Bunu ne kadar vurgulasam azdır: sosyal medya sosyaldir. İlgi olumlu bir çözümün ve düzeltilmiş bir ilişkinin anahtarıdır.

7. Takip Edin

Herhangi bir kimse takip etmezse ne olur? Sosyal medyadaki insanlar, şirketinizin yetersiz veya daha da kötüsü umursamaz olduğunu düşünebilir. Bu sizin açınızdan biraz ekstra çaba gerektirebilir, ancak bu önemli adımı atlamayın – konuşma bittikten sonra takip edin. Özellikle müşterilerinizi tesis dışındaki bir uzmana yönlendirdiyseniz, sorunlarının çözülüp çözülmediğini sorun. Müşteriler, onları hatırlamanıza ve tekrar ulaşacak kadar önemsemenize şaşırabilir ve bundan memnun olurlar. Dolayısıyla takip etmek size ve şirketinize kesinlikle iyi şekilde yansır.

8. Müşteriden Olumsuz Gönderilerini Kaldırmasını İsteyin

Yardımcı oldunuz ve müşterinin sorununu çözdünüz. Tebrikler! Kendinize ve şirketinize büyük bir iyilik yapın – o kişiden olumsuz gönderisini kaldırmasını isteyin. Bu Pollyanna-vari bir fikir gibi görünebilir, ama inanın bana, işe yarıyor. Memnun kalan müşteriler genellikle olumsuz yorumlarını kaldırma hususunda fazlasıyla istekli olurlar. Hatta şirketinizin onların sorunlarını çözme şekli hakkında gerçekten olumlu bir şeyler de söyleyebilirler. Daha da iyisi, O KADAR memnun kalırlar ki, bir marka savunucusu olur ve olumlu bir yorum yazarlar. İşte bu, en üst iltifat olur! 👌

Sosyal Medya Yöneticisi, Kendinize İyi Bakın!

Tüm bunları yaptınız ve hala sonuç alamıyorsanız? Pes etmekten nefret ediyorum ama bazı insanlar cidden yardım edilmesini istemez. O tür kimseler şirketiniz veya markanız hakkında sadece ateş püskürmek ve bildiklerini okumak isterler. Ne yazık ki, bazı kimseler sadece ellerinde bir balta şirketinize vurmak ve zarar vermek isterler. Aynı olumsuz yorumları birden fazla sosyal profilde yayınlayabilirler. Bu durumda kişiyi engellemek, gönderilerini izleyicilerinizden gizlemek veya sessize almak tek seçeneğiniz olabilir.

Olumsuz online etkileşimlere yanıt vermek, sosyal medya yöneticileri için zorlayıcı olabilir.

Cesaretinizi toplayın! Sosyal medyada müşterilere yardımcı olmak için elinizden geleni yaptığınızı biliyorsanız, onlarla ilgilendiğiniz ve elinizden gelenin en iyisini yaptığınız için kendinizi tebrik edin. Tek başınıza veya başkalarıyla beraber mola vererek, kendinize bakmayı da unutmayın. Mümkünse dışarı çıkın veya iş istasyonunuzdan (bilgisayarınızdan) uzaklaşın. Biraz ara verdikten sonra, yenilenmiş ve yardım etmeye hazır olarak tekrar çevrimiçi olabilirsiniz. Günün sonunda, hak ettiğiniz dinlenme ve eğlence için kendinize işten sonra zaman ayırın. Ne de olsa yarın tekrar başlayacaksınız.

Patricia Bleck’in “Social Media Guide to Negative Online Interactions” yazısından çevrilmiştir.

Kaç yaşına gelirse gelsin o sizin minik kızınız ya da oğlunuz. Çünkü o büyürken zaman o kadar hızlı geçti ki, onun ne zaman artık bir genç kız ya da delikanlı olduğunu fark edemediniz. Ancak yaşadığınız ilk isyan, ilk öfke ya da ilk ciddi anlaşmazlık getirdi sizi kendinize; o hala sizin çocuğunuzdu ama artık bir “çocuk” değil, “genç”ti. Daha karnınızdayken onu nasıl merak ettiğinizi, doğduğunda onunla nasıl oyunlar oynayacağınızı planladığınızı ya da ona güzel kıyafetler giydirip nasıl gezmeye götüreceğinizi düşündüğünüzü; doğduğu gün hastanede kalbinizin heyecandan duracak gibi olduğunu; onu ilk defa kucağınıza aldığınızda neler hissettiğinizi hatırlıyor musunuz? Ne kadar da küçüktü değil mi? Oysa size verdiği mutluluk dünyalar kadar büyüktü. Birbirini takip eden yıllarda yürümeye, koşmaya, konuşmaya, okula gitmeye başladı derken günün birinde çocuğunuzu tanıyamadınız. Size itiraz etmeye başladı, sözlerinizi dinlemedi, arkadaşlarını sizden öne geçirdi, dersleri bozuldu, yüksek sesle müzik dinlemeye başladı, odasına kapandı. Ne olmuştu?

O büyürken, onun da bir gün sizin gibi olmaya başlayacağını, yetişkin olma yolunda ilerlediğini unutmuştunuz. Hala sevgili küçük kızınız ya da oğlunuzdu o. Oysa boyu uzamıştı, sesi değişmişti, bir genç kız ya da bir genç erkek olmuştu o. Fark etmediniz mi, sizin çocuğunuz artık ergen olmuştu. Gençlik çağı bunalımlar, öfkeler, çatışmalar ve kaygılar dönemidir. Yanılgıların, bencilliğin, başkaldırmanın sık görüldüğü, bocalama, çelişkiler ve kararsızlıklar dönemidir. Kendi kendisiyle sürtüşme ve savaşma dönemidir. Kısacası olumlu olumsuz tüm duyguların yoğun, bütün tepkilerin aşırı olduğu dönemdir.

Gençlik yalnız olumsuzlukların toplandığı bir dönem değildir. Aynı zamanda tatlı hayallerin, tutkuların ve idealizmin filizlendiği, sıkı arkadaşlıkların, ilk sevgilerin yaşandığı dönemdir. Yeniliğe ve ileriye doğru atılımların yapıldığı, kendini kanıtlama ve kendi kimliğini arayıp bulma çabalarının yoğunlaştığı dönemdir.

Aristo 2300 yıl önce gençliği şöyle anlatmış: Gençlerin istekleri pek çoktur ve bunları hemen eyleme dönüştürmek isterler. Çok değişkendirler. İstekleri geçicidir; birden parlar, birden söner. Tutkuludurlar, huysuz ve öfkelidirler. İsteklerinin önüne dikilen en küçük engele bile katlanamazlar.

Eli açık ve iyilikseverdirler, çünkü kötülükleri tanımamışlardır. Çabuk güvenir, çabuk bağlanırlar, çünkü aldatılmamışlardır. Yüksek amaçları ve hayalleri vardır çünkü daha yaşamın sillesini yememişler, koşulların sınırlayıcı etkisini öğrenmemişlerdir. Sevgide de nefrette de aşırıya kaçarlar. Her şeyi bildiklerini sanır onun için yanlışlarında sonuna dek direnirler.

Dengeli ve uyumlu ilkokul çocuğu gider, yerine oldukça tedirgin, kuruntulu, güç beğenen ve çabuk tepki gösteren bir ergen gelir. Duygular çabuk iniş çıkış gösterir. Çabuk sevinir, çabuk üzülür, birden sinirlenir, olur olmaz şeyi sorun yapar. Tepkileri önceden kestirilemez olur. Bencilleşir, istekleri artar, konan yasakları saçma, kendisine tanınan hakları yetersiz bulur. Kuralların çokluğundan ve sıkılığından yakınır. Ana babaların uyarılarına birden tepki gösterir, kabalaşır ters yanıtlar verir.

Gençlik çağını birkaç alt döneme ayırabiliriz.

12 – 15 yaş arası

Hızlı büyüme ve cinsel uyanışın olduğu, ergenlik ya da ilk gençlik olarak bilinir. Olumsuz davranış ve tepkilerin yoğun olduğu evredir. Kızlar erkeklerden 1-2 yıl önce ergenliğe girer, büyüme ve cinsel olgunlaşmalarını da 1-2 yıl önce tamamlarlar.

15 – 17 yaş arası

Çekingenliğin ve kendine güvensizliğin belirgin olduğu delikanlılık evresidir.

17 – 21 yaş arası

Kendine güven, caka ve gösterişin ağır bastığı delikanlılık evresidir.

21 – 25 yaş arası

Uzamış gençlik ya da yüksek öğretim gençliği olarak tanımlanır.

Gençlikte Arkadaşlık

Gençlik çağı evden kopma ve topluma açılma çağıdır. Ergenliğe giren gence evi dar gelmeye başlar. Çünkü soluk alabildiği, özgür davranabildiği tek yer evin dışıdır. Genç yaşam hakkında kendi düşünce ve duyuş biçimlerini anlayabilmek için, ailesinden uzaklaşmaktadır. Başkalarının düşüncelerini de içine alan yeni alanlara karşı ilgi duymaktadır. Evle bağları gevşeyen genç kendini boşlukta bulur. Kendi gibi bağımsızlık arayan, aynı kaygıları paylaşan, benzer bocalamayı yaşayan yaşıtlarına katılır. Evinde anlaşılamadığını, değer verilmediğini, çocuk gözüyle bakıldığını sanan genç için arkadaş grubu bir kurtuluş, bir sığınaktır. Ailesinin dışında sevgi, anlayış ve kabul göreceği, aidiyeti yaşayabileceği bir yerde olmak ister.

İlkokul yıllarında arkadaş edinemeyen bir gencin ergenlikte birden arkadaş topluluğuna karışması zordur. Arkadaşlık yüzme gibi ne kadar erken başlarsa o denli kolay gelişen bir yetenektir. En sağlıklı bir ailenin bile çocuğa veremeyeceği tek şey arkadaşlıktır. Aile bu konuda çocuğa ancak uygun oyun ve arkadaşlık ortamı yaratarak yardımcı olabilir. Arkadaşsızlığın yarattığı yalnızlık ve eksiklik duygusunu aileden gelen sevgi gideremez.

Arkadaşlarca aranmak, beğenilmek ve benimsenmek benlik saygısının önemli bir koşuludur. Arkadaşlar gence kendi kişiliğini yansıtan ayna yerine geçer, kendini tanır ve tanıtır. Toplumsal becerilerini geliştirir, insanlarla geçinmeyi öğrenir, işbirliğine girer. Arkadaşlık kurabilmek ve sürdürebilmek başlı başına bir başarıdır. Arkadaşsızlıktan yakınan ya da hiç arkadaş aramayan gencin önemli sorunları olduğunu düşünmek gerekir.

Bu çağda gencin derslerini gevşetmek pahasına arkadaşlığa yönelmesi olumludur. Oğluna ya da kızına arkadaşça davrandığını, arkadaş eksikliğini duyurmadığını söyleyen anne babalara da rastlanır. Böyle bir ilişki aslında bağımlı bir ilişkidir, gerçek arkadaşlık ilişkisi değildir. Arkadaş grubu genç için bir danışma ortamı ve davranışlar için yol gösterici bir kaynak görevi yapar. Genç kendini ve başkalarını bu arkadaş grubu içinde değerlendirir, grup üyeleriyle özdeşim kurar, onların tutum ve davranışlarını benimser, gruptan edindiği görüşleri kendi görüşü gibi evinde savunur. Gençlik çağında arkadaş grubunun genç üzerindeki etkisi gencin içinde bulunduğu bütün diğer gruplardan daha önde gelir. Argolarını, giyim kuşamlarını olduğu gibi benimser. Erişkinlere ne denli aykırı gelse de gençler arasında yaygın olan kılık en uygun modadır.

Arkadaş grubunun genç üstündeki etkisi arttıkça anne babaların da tedirginliği artar. Anne babalar derslerin aksamasını, haylazlığını, başına buyruk davranışını hep arkadaş topluluğunun kötü etkisine bağlarlar. Oysa anne babaların sandığının tersine bir genci arkadaşları ayartmaz, çoğunlukla genç kendi eğilimine uyan gençleri arayıp bulur. Genel bir kural olarak gencin ailesi ile çatışması büyüdüğü oranda arkadaş grubunun ayartıcı etkisine kapılma olasılığı artar. Anne babasından anlayış görmeyen, onlarla çatışma içinde olan genç evde bulamadığı güveni arkadaş çevresinde arar. Anne babasına başkaldıran, onların uydusu olmaktan kurtulmaya çalışan genç, arkadaş grubunun uydusu olup çıkar. Arkadaş seçimine karışılması ya da arkadaş ilişkisinin koparılması bu çağda genci en sert tepkilere iter. Kendi kişiliğini evde kanıtlamaya çalışır, ama grup içinde aşırı uyumlu olur, grubun kimliğine sığınır. Bu ortamdan kopmamak için grubun ortak kavramlarını, simgelerini, eylemlerini benimseyip, özümler. Onlardan ayrı kalmamak için kendisine aykırı gelen düşünce, tutum davranış ve eylemleri bile benimser. Genci kötü arkadaşlardan kurtarmanın en emin yolu, bu tip arkadaşlarını sık sık eve çağırmasını sağlamaktır. Genç böylece hoşa gitmeyen özellikleri kendisi tartarak arkadaşlığına son verebilir.

Davranış bozukluğu göstermeyen arkadaş grupları gencin bağımsızlığını kazanmasına yarayan bir toplumsallaşma ortamıdır. Genç orada kimliğini yitirmenin tersine kimliğini pekiştirir. Kimlik başka insanlarla iletişim ve etkileşim sonucu elde edileceğinden, genç arkadaş grupları içinde sağladığı uyumla farklı rolleri dener. Bu rollere ilişkin davranışlar sergiler. Böylece grup gence kimlik ve toplumsal çevre kazandırır. Ergenlikte grubun etkisine kendini kaptıran bir genç, zamanla grubu etkileyecek duruma geçebilir. Grup üyelerini uyarabilir, yanlış davranışlarından caydırabilir. Hatta gruptan ayrılarak daha uygun bulduğu yeni bir gruba katılabilir veya kendisi bir arkadaş grubu kurabilir.

Gençler oluşturdukları gruplarla birlikte eğlenmek, gezmek, spor yapmak dışında bir davranış göstermeseler bile erişkinlerin tepkisini çekerler. Gürültülü müzikleri, umursamaz tavırları, aykırı tutumları ve değişik saç biçimleriyle erişkinlerce yadırganırlar. Gençler eski kuşaktan değişik görüşleri, yeni yaşam biçimleri ve bağlandıkları değerlerle erişkinlerden ayrı bir dünyada yaşar gibidirler. Değiştiremedikleri topluma başkaldırmasalar da topluma bir süre için dudak bükmekte, umursamaz davranmaktadırlar.

Genç gruplar arasında en çok konuşulan konulardan biri de cinsel konulardır. Doğru ya da yanlış en yoğun cinsel eğitimin verildiği yer arkadaş gruplarıdır. Kendi cinsinden yaşıtlarıyla uyumlu ilişki kurabilen genç zamanla kız-erkek arkadaşlığına ilgi duymaya başlar.

Kız-Erkek Arkadaşlığı

Üç yaşından küçük çocuklar yalnız kendileriyle ilgilenirler. Okulöncesi çağda yani 3 yaş dolaylarında kız-erkek karışık oynarlar. Giderek erkek çocuklar kümeleşir, bir arada oynamaya başlarlar. Kız çocuklarını ya gönülsüz olarak aralarına alırlar ya da erkek arkadaş bulamayınca kızlarla oynamaya razı olurlar. Bu ayrı kümeleşme ilkokulda iyice belirginleşir. Bir arada oynamadıkları gibi birbirine takılır, birbirini küçümser, alay ederler. 12 yaşından sonra bu karşıtlık kaybolmaya başlar. Erken gelişen kızlarda erkek çocuklara yakınlaşma, onların ilgisini çekme, beğenisini kazanma eğilimi ortaya çıkar. Ergen erkekler ise 14 yaşından başlayarak kızlara açıkça ilgi duyduklarını belli ederler. Lise yıllarında ise kızlı erkekli birlikte gezme, kümeleşme, daha sonra da ikili arkadaşlıklar ve flörtler başlar.

Genç giyimine, kuşamına özen göstermeye, kızlarla şakalaşmaya, takılmaya başlar. Soytarılık yaparak, fıkra anlatarak, güldürerek kızların ilgisini çekmeye çalışır. Kızlarsa kendi aralarında erkekleri çekiştirir, fısıldaşır, gülüşürler ya da kendilerini naza çekerler. Mektuplaşmalar, uzaktan bakışmalar olur. Genç ergen gülümseyen her kızın kendine tutulduğunu sanır. Arkadaşlarına bundan övünerek söz eder. Kısa buluşmalar, el ele tutuşmalar ballandıra ballandıra, yer yer uydurmalara kaçılarak süslenerek anlatılır.

Kimi gençler ise hem birbirleriyle arkadaşlık etmek isterler, hem de bundan korku duyarlar. Erkekler kızlara yaklaşamaz, sıkılır, konuşamaz, kekelerler. Karşı cinsten bir arkadaşı olmamak, bir kıza nasıl yaklaşacağını, nasıl konuşup arkadaşlık kuracağını bilememek, bir kız ya da erkek arkadaşla çıkınca ne yapacağını, nasıl davranacağını bilememek, karşı cinsten birinden çıkma önerisini nasıl geri çevireceğini bilememek, bir kızla ne zaman sürekli çıkacağına karar verememek, şimdi evlenmeyi istemek, daha güzel ve yakışıklı olmak, cinsel konularda daha çok bilgi sahibi olmak, mastürbasyon yapma kaygısı, cinsel organlarının dıştan belli olma kaygısı yaşanan en yaygın sorunlardır.

Kızlar da erkeklere ilgi duyarlar ama geleneğin etkisiyle ilgilerini açığa vuramazlar. İlgileri belli olacak diye korkarlar ama kendi aralarında erkeklerden söz ederler. Genç kız ancak içli dışlı arkadaşına şu veya bu çocuğu beğendiğini açıklar. Arkadaşı bu sırrı çevreye yayarsa büyük tepki gösterir, üzüntüye kapılır.

Gence güven veren, onun sorunlarını anlayan ve onunla bu hususta tartışabilen ve onu sempatize edebilen her kişi, cinsel olgunluğun yarattığı güvensizlikten gencin kurtulmasına yardım eder. Her insan kendi duygusal gereksinmelerini karşılayan arkadaşları seçer.

Normal genç erkek ve kızların birbirlerine er geç ilgi duymaya başlayacaklarını ve bunun aslında duygusal bakımdan olgunlaşmış ve benliklerini kontrol altına almış gençler için istenecek ve tamamlayıcı bir şey olduğunu her anne baba bilmelidir. Flört etmeye bütünüyle karşı çıkmak, genci ailesini aldatmaya yöneltir. Elinde zaten yeteri kadar fırsat da vardır. Ancak önemli olan şey gencin gününü kimlerle, nerede ve nasıl geçirdiğidir.

Şakacı bir yazarın dediği gibi “gençlik çağı gençlere bırakılamayacak kadar değerlidir”.

Değeri geçtikten sonra bilinen, eski kuşakların özlemle andığı bir çağdır gençlik. Gençlerin istediği daha çok özgürlük daha çok güven ve daha çok anlayıştır. Bu çağ, gencin çatışma yaşadığı anne babaya aslında en çok ihtiyaç duyduğu çağdır. Gencin anne baba ile çatışmasının sağlıksız boyutlara ulaşmasını önlemek sağlıklı bir iletişimle gerçekleşebilir. Sağlıklı bir iletişimi kurup sürdürebilmek, karşılıklı açık, net ve dürüst paylaşım fırsatını oluşturabilmek, olası hatalarını zamanında fark edip onlara rehberlik edebilme imkanını verir.

Sorunsuz bir ilişki için:

  • Genci önce bir birey olarak kabul edin. Ona sevgi ve saygı gösterdiğinizi belli edin.
  • Gençlik çağına özgü biyolojik, ruhsal ve toplumsal değişme ve gelişmeleri, bunların gencin davranışına ne biçimde yansıdığını bilip tanıyın, gençlik çağının fırtınalı ve zor olduğunu unutmayın.
  • Gencin duygu değişiklikleri ve zorlanmalarından kaynaklanan davranışları karşısında serinkanlı olun. Kırıcı, sert ve yıkıcı davranışlarda bulunmayın.
  • Genci hiçbir zaman başkalarının önünde eleştirmeyin.
  • Gencin karşısına anne baba anlaşmış olarak ve tek bir fikirle çıkın.
  • Genci denetlemek, engellemek ya da ödün, ödül vermek için tutarlı davranın, kimi kez ödüle değer bulduğunuz bir davranışı başka bir zaman kötüleyip yermekten kaçının.
  • Gencin yaşamı, giyinişi, süslenmesine ilişkin karar alırken durumu gençle tartışmak yerine onun düşünce ve önerilerine anlayış ve saygı gösterin.
  • Aile ve evle ilgili konularda ve sorunlarda gencin de düşünce ve önerilerini alıp onunla konuşup tartışmaktan sakınmayın.
  • Konuşma ve tartışmalar sırasında gencin doğru düşündüğü, gerçeği bulup söylediği durumlarda ona hak verin, onu önemseyin, düşünce ve önerisini gerçekleştirmek için yardımcı olun.
  • Gençlerle yapılan konuşma ve tartışmaları onları korkutarak ve yıldırarak kesmeyin.
  • Gence neyin niçin yasaklandığını, neyin niçin hoş görülmeyeceğini açıklayın.
  • Gence bol bol öğüt vermek yerine örnek davranışlar yapın ve örnek davranışlarını bulup gösterin.
  • Fikir ayrılığı yaşadığınızda şu sorular üzerine düşünün: Sorun üzerinde bu kadar durmağa değer mi? Gencin fikri kabul edildiği taktirde, bunun çocuğa bir zararı dokunacak mıdır? Yoksa anne babaya karşı koyuşu, kişisel nedenlerden mi gelmektedir?

Anne baba olarak çocuklarınız üzerinde oldukça etkin bir rolünüz vardır. Doğru kararlar vereceklerine güvenmeleri çocuklarınıza kazandırdığınız en önemli özellik olacaktır. Bu sayede akranlarından gelen baskılara karşı dimdik ayakta durabilecek ve içgüdülerine kulak verirken kendilerini güvende hissedeceklerdir. Ancak yine de sürekli bilgi alın, çocuğunuzu iyi dinleyin, arkadaşlarını eve davet etmesini destekleyin (en azından nerede olduklarını ve ne yaptıklarını yakından takip edebilirsiniz) aksi ispat edilene kadar onlara güvenin ve hata yapmalarına izin verin. Düştüklerinde tutmak için arkalarında değil, düşmemeleri için önlerinde değil, yalnızca yanlarında onlarla beraber olun. Onların elinden tutmayın, yalnızca yol gösterin.

 İvet KOHEN, Uzman Psikolojik Danışman / SİMGE PSİKOLOJİ

Günümüzün geçerli akçesi maddi güç olmuş; maddi varlıklar hükümran hale gelmiş durumda. Fazilet, erdem ve karakter kelimeleri neredeyse manasını yitirmiş. Gereksiz veya lüks olarak görülüyor yahut görmezden geliniyor.

Toplum olarak çocuklarımızı ve gençliği öyle bir yarışın içine sokmuşuz ki herkes kazanmak ve maddi bir güce kavuşmak için koşturuyor veya koşmak zorunda kalıyor. Bu yarışta genellikle güçlü olanlar öne geçiyor. İnsan için gerçekten neyin önemli veya anlamlı olduğuna ne gençlik ne de toplum aldırış ediyor. Bir an durup, vaziyeti değerlendirmek ve düşünmek gerekiyor.

Ne yazık ki, gençlik dar bir bakış açısıyla hayata alıştırılmaya ve adapte edilmeye çalışılıyor. İktisadi bir güce ve iş imkanına kavuşması için çaba sarfedilirken, gençliğin duygu dünyasına, hayallerine ve hayattan beklentilerine kulaklar hep tıkanıyor, duyarsızlıklar sergileniyor. Hatta düşünceleri ve söylemleri ebeveynlerin gereksiz tepkileriyle bastırılıyor.

Böylesi bir manzara içinde, bir gencin ‘hayatını kazanma’ ile ‘şahsiyetini oluşturma’ arasındaki bocalamasını ve bunun gerekçelerini tahmin etmek zor olmasa gerek. Toplumdaki hakim değer yargılarının böylesi bir manzaraya zemin oluşturması bizler için hem vahim hem de düşündürücü bir tablo.

Halbuki insanın yüceliği onun kişiliği, kültür seviyesi, genel ahlaki normlara duyarlılığı ve fazileti olmalıdır. Sahip olduğu maddi güç ve mal varlığı değil. Ancak bu değer ve yaklaşımlar hakim unsur olarak sadece içinde bulunduğumuz toplumun değil, tüm insanlığın temel sorunu. Ve bizler bunu maalesef ifade etmekle yetiniyoruz.

Bakışlarımızı, idrakimizi eşyadan, maddi objelerden biraz olsun ayırıp manaya odaklayabilsek, gençlik için olduğu kadar toplum ve insanlık için de daha müspet yarınlara kapı açmış olacağız.

Ferhat Uslu – Gençliğin duygu dünyasını anlamak

Duygularınız önemlidir ve duygularınızın sorumluluğunu üstlenmek sizin öncelikli sorumluluğunuzdur.

Gençler kendi hayatları üzerinde çok az kontrol sahibidirler. Aileler, öğretmenler ve diğer büyükler tarafından sürekli yaşamları kontrol edilir. Büyükler genelde gençlerin saygısını kazanmaya gerek duymazlar. Korku ile disiplin sağlamaya çalışırlar. Büyüklerin sağlıklı ve kendine güvenen insanlar yetiştirmek için gençlerin duygularına ve ihtiyaçlarına saygı göstermesi gerekir. Çok az insan gençlerin duygularına, düşüncelerine ve planlarına önem verir. Büyükler genelde gençlerin neye ihtiyacı olduğunu onlardan daha iyi bildiklerine inanırlar.

Gençlere düşen sorumluluk…

Duygularınız önemlidir.
Duygularınızın sorumluluğunu üstlenmek sizin öncelikli sorumluluğunuzdur.
Duygularınız sizin doğal, içgüdüsel ve genetik ihtiyaçlarınızı ifade eder.
Duygularınızın ve ihtiyaçlarınızın kontrolünü ne kadar çabuk ele alırsanız, mutlu olma şansınız o kadar artar.
Bir gün mutlu olabilmek için mutlaka duygularınızı tanımlamayı öğrenmelisiniz.
Duygularınızı açık ve direk olarak ifade etmeyi öğrenmelisiniz.
Farklı insanların arasında ve farklı ortamlarda nasıl hissettiğinizi keşfetmelisiniz.
Kendiniz için uzun vadede en iyi olan seçimleri yapmalısınız.
Duygularınıza saygı gösterilmeyen, dalga geçilen, ciddiye alınmayan, küçük görülen, aşağılanan yada umursanmayan ortamlardan uzaklaşmalısınız. (bkz. Duyguların Geçersiz Kılınması )
Sizi mutlu eden işler yapmalısınız (sağlığınıza zarar vermediği ve tehlikeli olmadığı sürece).

Duyguların Önemi

Günümüzde bilgiye ve zihinsel gelişime dayanan bir dünyada yaşamaktayız. Okul kitapları, sınavlar, notlar, test sonuçları ve bilgiye dayalı başarılar ile bombardımana tutulmuş durumdayız. Bütün gençlerden bilgiye dayalı zekalarının gelişmesi için, iyi notlar almaları ve sonrasında üniversiteyi bitirmeleri beklenir. Fakat tüm bunlar Duygusal Zekanın gelişmemesi pahasına yapılır.

Yeni araştırmalar Duygusal Zekanın önemini her geçen gün daha kesin olarak ortaya koyuyor. Dünyanın her yerinden insanlar kişinin bireysel duygularını keşfetmesinin önemini vurguluyorlar. Çünkü artık hepimiz biliyoruz, mutlu olmak için sadece “Akıllı” yada “Başarılı” olmak yetmiyor. Mutluluk para, statü, ün ve mal sahibi olmaktan çok daha fazlasını gerekiyor.

Aileler

Bir çoğunuz ailelerinizin sizi çok “sevdiğini” biliyorsunuz. Ama burda dikkat etmeniz gereken önemli nokta: “Sevildiğinizi hissediyor musunuz?”. Sevildiğinizi bilmek ile hissetmek arasında çok büyük fark vardır ve kendinize olan güveninizi en çok etkileyen sevildiğinizi hissedebilmektir. Kendinize güven duymak yaşamda mutlu olmanız için gereken en önemli faktörlerden biridir. Kendiniz hakkındaki düşünceleriniz ve duygularınız aileniz tarafından size verilir. Dolayısıyla ne hissettiğinizi ve aileniz tarafından nasıl etkilendiğinizi bilmeniz oldukça önemlidir.

Başlangıç olarak aşağıdaki soruları kendinize sorun:
Babam tarafından ne kadar sevildiğimi hissediyorum? (0 – 10 arası bir derece verin) _____

Annem tarafından ne kadar sevildiğim hissediyorum? (0 – 10 arası bir derece verin) _____

Babam tarafından sevildiğimi ne zaman yada ne yaptığında hissediyorum? _____

Babam tarafından sevilmediğimi ne zaman yada ne yaptığında hissediyorum? _____

Annem tarafından sevildiğimi ne zaman yada ne yaptığında hissediyorum? _____

Annem tarafından sevilmediğimi ne zaman yada ne yaptığında hissediyorum? _____

Kimin duyguları daha önemli?

Anne ve babaların bazı ihtiyaçları olduğunu anlamanız gerek. Örneğin: Kendilerini güçlü, önemli, değerli, kontrol altında, saygı duyulan ve sözü dinlenen birisi olarak görme ihtiyaçları vardır. Bunu bir kere farkettikten sonra anne ve babanızın tıpkı sizin gibi kendi ihtiyaçlarını gidermeye çalıştıklarını görebilirsiniz. Sizin göreviniz ailenizin duygularını ve ihtiyaçlarını göz ardı etmeden kendi ihtiyaçlarınızı giderebilmenizdir. Mutlu olmak istiyorsanız kendi ihtiyaçlarınızın ve duygularınızın sorumluluğunu üstlenmeniz gerekir. Unutmayın hiç kimse sizi mutlu etmeyecek, siz bunu başaracaksınız. Başka insanlar mutluluğunuzda yardımcı rol oynayabilir ama işi yapan esas kişi sizsiniz.

Mutluluk

1) Siz mutlu olmak istiyorsunuz
2) Aileniz sizin mutlu olmanızı istiyor.

Fakat nedir bu “mutluluk”? Zihninizin durumu. Fakat zihnin bu duruma ulaşması nasıl sağlanır?
Mutluluk, ihtiyaçlarınızın karşılanması ile direk olarak ilgilidir: Hem fiziksel hemde duygusal ihtiyaçlarınız. Fiziksel ihtiyaçlarınız yiyecek, barınak, dokunma ve belkide seks olarak sayılabilir. Bütün bu ihtiyaçlar oldukça açık ve nettir, bir çoğumuz aynı ihtiyaçlara sahibiz.
Fakat duygusal ihtiyaçlarınız çok daha karışıktır. Duygular söz konusu olduğunda her insanın farklı ihtiyaçları vardır. Birisi özgürlüğe ihtiyaç duyarken diğeri güvende olma ihtiyacında olabilir. Birisi değişime ve yeniliklere ihtiyaç duyarken, bir başkası daha sakin ve alışıldık bir düzen isteyebilir. Sonuç olarak garanti olan tek şey, sizin ihtiyaçlarınızı kimsenin sizden daha iyi bilemeyeceğidir: Ne aileniz, ne de sevgiliniz… Dolayısıyla onlar için doğru olan sizin için olmayabilir.

Bağımsızlık demek, kendi başınıza ev tutmanız, kendi paranızı kazanmanız yada bir sevgilinizin olması anlamına gelmez. Tek başınıza araba kullanmak, içki içmek yada tatile gitmek de değildir. Bağımsız olmak demek kendi duygusal ihtiyaçlarınızı giderebilmeniz demektir. Ama bunu yapabilmek için duygusal ihtiyaçlarınızın ne olduğunu bilmeniz gerekir. Peki duygusal olarak neye ihtiyacınız olduğunu nasıl anlarsınız?

Cevaplar duygularınızda gizli

Duygularınız size sahip olduğunuz bir şeyin çok fazla, çok az yada tam kararında olup olmadığını söylerler. Örneğin, yalnız hissettiğinizde, iletişim kurabilecek birilerine ihtiyacınız var demektir. Kalabalık hissettiğinizde çevrenizde daha az insan olmasına ihtiyacınız var demektir. Hissettiğiniz bütün duygular sizin ihtiyaçlarınızı ifade eder. Bu ihtiyaçlar genetiktir ve doğal yapınızdan gelir. Doğa oldukça bilgili bir varlıktır ve siz doğanın bir parçasısınız. Doğduğunuz zaman varlığınızı sürdürebilmek, mutlu olmak ve sağlıklı olmak için kendi adınıza neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilme kapasitesi ile doğdunuz.

Nasıl bir ağacın büyümek ve gelişmek için bazı ihtiyaçları var, sizin de öyle; Heyecan duymaya, bilgi edinmeye, zihinsel aktivitelere, anlaşılmaya, kabul edilmeye, empatiye, özgürlüğe ve yalnız kalmaya ihtiyacınız vardır. Bir çok genç gibi sizde kendinizi ifade etmeye, dinlenilmeye ve anlaşılmaya ihtiyaç duyarsınız. Diğer bir deyimle kabul edilmek istersiniz. Aileler genelde bu ihtiyaçları giderme konusunda pek başarılı değildirler, çünkü anne ve babalar dinlemekten ziyade konuşmaya ve kabul etmekten ziyade yargılamaya eğimlidirler. İdeal olan ailenizin bu ihtiyaçlarınızı belli bir ölçüye kadar karşılayabilmesidir. Peki ailelerinizin sizin ihtiyaçlarınızı karşılaması nasıl sağlanır?

İhtiyaçlarınızı Gidermek

Öncelikle, neye ihtiyacınız olduğunu tesbit etmelisiniz. Sonra bu ihtiyacınızı karşınızdaki insanı suçlamadan ve savunmaya geçmesine yol açmadan sizi duyabileceği bir dil ile anlatmalısınız. Bu oldukça zor! Ama denemeye değer. Zaman ile nasıl yaklaşmanız gerektiğini öğrenebilir ve ailenizi de savunmaya geçmeden sizi sakince dinlemeleri konusunda eğitebilirsiniz. Aslında aileniz üzerinde tahmin ettiğinizden daha çok gücünüz var. Bu gücü nasıl kullanabileceğinizi aşağıda okuyabilirsiniz.

Duygularınızı İfade Etmek

Aileniz yaptıkları her şeyin sizin iyiliğiniz için olduğuna inanmaya ihtiyaç duyar. Fakat onlarda zaman zaman hata yapabilirler. Gerçekte neyin sizin için en iyi olduğunu işin sonunda siz daha iyi bilirsiniz; duygularınızı dinlemeniz yeterlidir. Fakat unutmayın eğer ailenize gidip direk olarak her hangi bir konuda “hata” yaptıklarını söylerseniz, pek çok anne baba gibi savunmaya geçeceklerdir. Peki ne yapabilirsiniz?

Bazı Öneriler
Anne ve babanıza emir vermek yerine kendi duygularını ifade etmeleri için yardımcı olun.
Niyetlerinin iyi olduğunu ve gerçekten sizin için en iyi olanı yapmaya çalıştıklarını kendinize hatırlatın..

Onlarla tartışmaya girmeyin. Aksine sadece 2-3 kelime ile nasıl hissettiğinizi ifade edin.
Ne hissettiğinizi söyledikten sonra, daha iyi hissetmek için neye ihtiyacınız olduğunu söylemeye hazırlıklı olun. Örneğin “Sesini yükseltmen beni rahatsız ediyor, lütfen sesinin tonunu alçaltır mısın” gibi….
Eğer duygularınıza önem verilmediğini düşünüyorsanız, o zaman açıkça “saygı” göstermediklerini söyleyin. Eğer duygularınızın gerçek olmadığını iddia ediyorlarsa o zaman kendinizi “önemsenmemiş” hissettiğinizi söyleyin. (Bkz. Duyguların Geçersiz Kılınması ) Eğer duygularınızı geçersiz saymaya devam ederlerse, duygularınıza değer vermediklerinden dolayı ne kadar üzgün olduğunuzu ifade edin. Sonra da duygularınıza önem veren insanları aramaya başlayın. Örneğin başka bir aile üyesi, okulda ki bir öğretmen yada tanıdığınız ve güvendiğiniz başka bir büyük. Duygularınıza güvenin.

Gençlerin hissettiği bazı ortak duygular:

Yargılanmış, kritize edilmiş, baskı altında, küçümsenmiş, sorgulanmış, alay edilmiş, önemsenmemiş, hapsedilmiş, zorlanmış, tehdit edilmiş, horlanmış, cezalandırılmış, suçlanmış, anlaşılmamış, güvenilmeyen, saygı duyulmayan, desteklenmeyen, duyulmayan, görülmeyen, önemsenmeyen, umursanmayan…

KİM PSİKOLOJİ

Bastırılmış duyguları tanımlamak ve serbest bırakmak yaşamı değiştiren bir etki yaratabilir. İnsanın çok uzun süreler boyunca duyguları içinde tutması sağlıksız, mantıksız ve hatta zararlıdır. Peki, bastırılmış duygu nedir? Bilinçsiz olan bastırılmış olandır. Kişinin nasıl başa çıkacağını kestiremediği duyguları ile bastırılmış duyguları birbirinden farklıdır.

Bir duyguyu bastırdığınızda o duyguyu bastırdığınızı bilirsiniz. Örneğin, kahvaltıda aileniz ile bir tartışma yaşadınız, ancak iş yerinde yapmanız gereken çok önemli bir sunum var. Bu sebeple duygularınızı sunum geçene kadar işinize odaklanmak için bastırabilirsiniz. Bu durum duyguları bastırmaya tipik bir örnektir. Kısa vadeli bir çözüm olan duygusal bastırma, en kısa sürede geri dönüp kaçtığınız duyguyu ele aldığınızda yararlı bir çözüm olabilir. Bastırılan duygular işlenmezler, yani bir yere gitmezler. Gelecekte çoğunlukla psikolojik ya da fiziksel belirtiler olarak ortaya çıkarlar. Bastırdığınız duygularla yüzleşmek ve yüzleşme sürecinizi kolaylaştırmak için online psikolog yardımı alabilirsiniz.

Duygularımızı Neden Bastırırız?

Bastırılan duyguların kaynağı çoğunlukla zorlu bir çocukluk sürecinden kaynaklanır. Çocuk zihniyle olumlu ya da olumsuz olduğuna bakmaksızın kaçmayı öğrenmiş olabilirsiniz. Çocuklukta kaçmanın daha güvenilir olduğu, birincil bakıcılar olan anne babalar tarafından öğretilir. Zor ve güçlü duyguları ifade etmek yerine derine gömmeyi öğrenmiş olabilirsiniz. Bu durumun alışkanlık hâline geldikten bir müddet sonra davranışa dönüşmesi de kuvvetle muhtemeldir.

Davranış hâline dönüşen eylemi zaman içerisinde kendiliğinden tekrarlamaya başlayarak duygularınızı bastırma konusunda uzmanlaşmış olabilirsiniz. Anne, baba ya da bakıcılarınız, duygusal ifadelerinizde size yargılayıcı yaklaşmış ya da sizi eleştirmişlerse, size yaşadıkları herhangi bir duygunun varlığından hiç söz etmemişlerse, bir yetişkin kendinizi ifade etmeniz için sizi hiç yüreklendirmemişse duygularınızla olan bağınız kopmuş gibi hissedebilirsiniz. Duygularınızı sağlıklı ve üretken bir hâlde ifade etmeyi öğrenmek için terapiye başlayabilirsiniz. Bastırılmış duyguların dışa vurumunu psikolog desteği sayesinde barışabilirsiniz.

Bastırılmış Duygularınız Olup Olmadığını Nasıl Anlarsınız?

Duygular vücudu etkiler. Özellikle olumsuz duygularla uzun süreler boyunca yaşamayı sürdürmek, kişiye zihinsel ve fiziksel zarar verebilir. Duygusal tepkiler bağışıklık sistemini zayıflatabilir. Bu durum, yaşanan diğer sağlık sorunlarının üstesinden gelmeyi de zorlaştırır.

Yapılan araştırmalar, duygusal kabulün ve duygu düzenlemenin hastalık semptomlarını iyileştirdiği yönünde bulgular içerir. Yine de bastırılmış duyguların dışa vurumunun etkileriyle ilgili ortak bir kanıya varmak için bu durum hakkında daha fazla veriye ihtiyaç vardır. Duyguların bastırılması için aşağıdaki detayların tetikleyici olduğu durumlar gerekir:

  • Yorgunluk ve uyku problemleri,
  • Kas kasılması ve ağrı,
  • Dengesiz iştah hâli,
  • Mide bulantısı,
  • Sindirim problemleri,
  • Stres, kaygı ve depresyon gibi psikolojik sağlık koşulları.

Bastırılmış ve çözülmemiş öfkenin yanı sıra bastırılmış diğer duygular yüksek tansiyonun, kardiyovasküler hastalıkların, gastrointestinal sorunların ilerlemesine sebep olabilir. Konuyla ilgili araştırmalar sürse de en güncel ve etkili bilgiyi uzman psikologdan alabilir, duygularınızı bastırmayı terapi desteği ile azaltarak bırakabilirsiniz.

Bastırılmış Duyguların Belirtileri

Duygularınızı bastırmayı davranış hâline getirdiyseniz çevrenizdeki insanlara hislerinizi açıklamak zorlayıcı olabilir. Özellikle duygularınızın farkına varmak, duygularınızı tanımlamak ve isimlendirmek imkânsıza yakındır. Hayatınızdaki değişikliklerin sizin için iyi mi ya da kötü mü olduğunu anlamakta güçlük çekebilir ve bunu ifade edemeyebilirsiniz.

Bastırılan duyguların belirtileri aşağıdaki gibidir:

  • Uyuşukluk hissi,
  • Sinirlilik hâli,
  • Etrafınızdaki insanlar duygularınıza dair bir şey sorduğunda strese girmek ve sinirlenmek,
  • Sık sık detayları unutmak,
  • Sebepsiz yere stres yaşamak,
  • Herhangi bir düşünce ile ilgili uzun süredir değerlendirme yapmadığınız için çoğunlukla sakin bir yapıya sahip olmak,
  • Çevrenizdeki insanlar duygularını sizinle paylaştığında kötü ve rahatsız hissetmek,
  • Şiddetli bir şekilde kızgın hissetmek ama sebebini anlayamamak.

Bastırılmış duyguların psikolojik sonuçları hakkında yorum yapmak için kişinin davranışları değerlendirilmeye alınmalı ve bu durumun davranışlarındaki etkisi gözlenmelidir.

Bastırılmış Duygular Davranışlarınızda Nasıl Görünebilir?

Çevrenizdeki insanlara olan tavrınız ve genel davranışlarınız, duygusal baskının verdiği bir cevap olabilir. Bastırılan duyguların belirtileri şunlardır:

  • Yakın ilişkiler kurmakta ve kurulan ilişkiyi sürdürmekte zorlanma,
  • Önem verdiğiniz konular hakkında konuşamama,
  • Duygularını dile dökmekte zorlanma,
  • Kendini övmeye istekli olma,
  • Hayatındaki kişilerin hislerini anlamakta zorlanma,
  • İhtiyaç ve isteklerini dile getirme konusunda güçlük çekme,
  • Daha çok yalnız kalmayı tercih etme,
  • Doğrudan ya da dolaylı olarak çoğunlukla pasif agresif tavırlar gösterme,
  • Çok fazla TV izleme,
  • Çok fazla sosyal medyada zaman geçirme,
  • Aşırı derecede alkol ve uyuşturucu kullanma.

Bastırılmış Duygular Nasıl Açığa Çıkarılır?

Sigmund Freud, bastırılan duyguların elbet açığa çıkacağını söyler. Duygularınızı, onlar kendilerini serbest bırakmadan kendi isteğinizle serbest bırakmak için birkaç öneriyi dikkate alabilirsiniz. Duygularınızı serbest bırakmak hem zihinsel hem de fiziksel sağlığınız için iyileştirici olabilir. Aşağıdaki tekniklerden yararlanarak duygularınızı ifade etme yoluna gidebilirsiniz.

Profesyonel Destek İsteyin

Bastırılan duyguların açıkça konuşulması için bir terapistin yardımına ihtiyaç vardır. Terapiye başlamak, kişinin kendine dair attığı ilk adım sayılabilir. Online terapi yardımıyla duygularınızı ne sebeple bastırdığınızı öğrenebilirsiniz. Psikolog desteği sizin daha derin bir yüzleşme gerçekleştirmenizi sağlayabilir, ancak bu zaman diliminde size profesyonel rehberlik sunarak duygularınızı açmanızı da kolaylaştıracaktır.

Terapi ile duygularınızı daha iyi anlamaya başlayabilirsiniz. Bu durum, yaşam konforunuzu artırmaya ve sağlıklı duygusal düzenlemeler yapmanıza yardımcı olur. Kişiselleştirilmiş çeşitli yöntemler kullanarak duygularınızı açmayı ve yaşamayı öğrenebilir, farklı perspektifler edinebilirsiniz. Online psikolog desteği ile hem kendinizin hem de etrafınızdaki insanların duygularını anlayabilirsiniz.

Kendinizle İletişim Kurun

Kendinizi sık sık kontrol etmeyi ihmal etmemelisiniz. Kendinize nasıl olduğunuzu sormalısınız. Kendi kendine konuşma eylemi sizin için zorlayıcı geliyorsa günlük yazmayı deneyebilirsiniz. “Bastırılmış duygu nedir?” sorusundan yola çıkarak bir kompozisyon yazabilirsiniz. Duygularınızı ifade eden bir resim çizmeye çalışabilirsiniz. Müzikle aranız iyiyse bu bağlantıyı şarkı söyleyerek ya da enstrüman çalarak sağlayabilirsiniz fakat gerçekten hissinize uygun bir şarkı bulmalısınız.

“Ben” İfadesini Hayatınıza Ekleyin

Daha iyi hissedebilmek için hayatınıza “Ben” ifadesini eklemelisiniz. Duygularınızı kabul etmek ve serbest bırakmak, bütünüyle kendinizi anlamanızla ilgilidir. Aşağıdaki cümlelerin hepsine “Ben” ifadesiyle başlamayı denemelisiniz:

  • Bu konu ile ilgili iyi hissediyorum.
  • Bu durum ile ilgili kafa karışıklığı yaşıyorum.
  • Şu anda çok stresli ve gergin hissediyorum.
  • Şu an rahatlamaya ihtiyaç duyuyorum.

Örnekler çoğaltılabilir. Bu etkinlikteki temel amaç, duygularla sürekli olarak temas hâlinde olmak ve duygularla iletişimde kendini rahat hissedebilmektir. İlk adımlar zorlama ya da yapmacık hissettirebilir ama her adım değerlidir ve sizi ileriye taşır. Bu sebeple büyüklüğüyle ilgilenmeden adım atmayı sürdürmelisiniz.

Kendinizi Yargılamayı Bırakın

Hissettiğiniz duygu her ne olursa olsun, kendinizi acımasızca yargılamayı bırakmalısınız. Duygularınızı deneyimleyerek sizi nereye götürdüklerini keşfetmelisiniz. O an yaşadığınız duygunun nedenini isimlendirmeyi denemek, yargılama sürecinizin önüne geçebilir. Örneğin, “Yarın önemli bir görüşmem olduğu için gergin hissediyorum,” diyebilirsiniz.

Duygularınızı kendi kendinize paylaşabilir hâle geldikçe etrafınızdaki insanlarla da kademeli olarak paylaşmaya başlayabilirsiniz. Böylece daha sağlıklı iletişimler kurabilirsiniz. Duygularınızı paylaşırken güvendiğiniz ve nazik kişileri tercih etmeniz, sürecinizin kolaylaşması için büyük önem taşır. Bu süreçte denemeyi bırakmamanız önemlidir. Bastırılmış duyguların psikolojik sonuçları hızlı bir şekilde iyileşmeyebilir. Sabırlı olmanız gerekir.

Duyguları ifade etme herkes için farklıdır. Çünkü bazı insanlar içe dönükken bazıları dışa dönüktür. Bazıları olabildiğince az sayıda insanın olduğu bir sosyal ortamı tercih ederken, diğerleri büyük gruplar halinde vakit geçirmeyi tercih eder. Herkesin kişiliği, alışkanlıkları, hassasiyetleri, beklentileri, hayalleri ve hedefleri birbirinden farklıdır. Bu sonsuz farklı insan yelpazesi aynı zamanda çok farklı iletişimleri ve diyalogları da ortaya çıkarır. Çünkü her insanın yaşam biçimi, kendini ifade eden söz ve üsluplarda diğer insanlardan farklıdır. Ancak kendini ifade edememek pek çok kişinin hayatını doğrudan etkileyen bir sorundur,  online psikolog ile bu soruna bir adım atabilirsiniz. Duygularını ve düşüncelerini kendilerini ifade etmeden başkalarına ifade etmekte güçlük çeken kişiler, giderek daha fazla geri çekilebilir veya sorunları kendi içlerinde aramaya başlayabilirler.

Duyguların Temelini Araştırın

Duygularınızı ve düşüncelerinizi doğru bir şekilde analiz etmek, kendinizi doğru bir şekilde ifade etmenizin ilk adımıdır. Çevrenizdeki insanlara kendinizi ifade edebilmek için öncelikle kendinizle güçlü bir iletişim kurmanız gerekir. Bu açıdan kendinizi ifade etmeden önce, kendinizi daha iyi ifade edebilmek için duygularınızın köküne inebilirsiniz.

Duyguları Kabullenin

İnsanlar çeşitli duygular yaşayabilir. Bununla birlikte, birçok insan belirli bir duyguya karşı önyargılıdır ve bu duyguyu kendileriyle ilişkilendiremez. Örneğin, çoğu insan üzüntü sürecinde hayat bulan pek çok duyguyu kabullenmek ve ifade etmek istemez. Ancak her türlü duygunun insani deneyimler olduğunu kabul etmek, o duygulardan etkilenmek istemediğimiz şeyleri yaptığımız anlamına gelmez. Çünkü duyguları kabul etmek, onlara teslim olmak anlamına gelmez.

Duyguları Yönetin

Duyguları kolay ifade etmek için duyguları yönetmeniz gerekir. Duygularla başa çıkma, genellikle yanlışlıkla kişinin duyguları yaşayıp yaşamadığını kontrol etme yeteneği olarak algılanır. Duygu yönetimi açısından duyguları yaşamama gibi bir amaç yoktur. Çünkü herkes her türlü duyguyu yaşayabilir. Duygu yönetimi iki aşamada incelenmelidir. Birincisi ve belki de en yaygın olanı, yaşadığınız duygulardan etkilenmez. Burada duyguların yönlendirmesi önemli değil, akıl ve vicdana göre hareket etmek önemlidir. Örneğin öfke, insanların sözlü veya fiziksel şiddet kullanmasına neden olabilir. Kişinin kendisini neyin üzdüğünü ve hangi aşamada kontrolü kaybettiğini anlayarak duygularını kontrol etmesine izin verebilir. İkinci adım, yaşadığınız duygusal yoğunluğu azaltmaktır, ancak bunu kendi başınıza yapmak çok zordur. Bunu duyguları canlandıran iç dinamikleri değiştirerek yapar ve bu ancak özel tedavilerle mümkündür.

Açık Konuşun

Duygular nasıl kolay ifade edilir sorusunun en önemli cevabı açık olmaktır. Ancak her şeyi doğru zamanda doğru yerde söylemek gerekir. Fakat doğru ortam ve doğru anlarla, duygularınızı içeri getirdiğinizde kendinizi ifade etmeniz zorlaşır. Açıkça konuşmazsanız, duygularınız kafanızda karışabilir. Uzun vadede, gerçekten nasıl hissettiğinizi ve ne söyleyeceğinizi belirlemek zor olabilir. Bazen size nasıl davranılmasını istediğinizi veya başkalarıyla nasıl iletişim kurmak istediğinizi belirtmeniz gerekebilir. 

bipsikolog

Vygotsky, gelişimsel ve eğitsel psikolojinin “Mozartı” olarak adlandırılabilir. Lev Semenovich Vygotsky (1896-1934) çok başarılı bir Beyaz Rusya’lı psikolog ve doktordu. Aynı zamanda, Sovyet nöropsikoloji ve gelişim psikolojisi alanında da bir öncüdür. Vygotsky’nin düşünceleri, çok uzun bir süre göz ardı edildi. Fakat hiçbir zaman, şu önemli fikri savunmaktan vazgeçmedi: Kültür, zihinsel süreçlerin gelişiminde çok önemli bir rol oynar. Aslında, onun bu alana yapmış olduğu katkıların, özellikle psikoloji ve eğitimin ortak paydada buluştuğu verimli topraklarda, gerçek bir devrim niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Vygotsky’nin araştırmasının çoğu şu bağlamda yer almıştır:

  • Dilin insan davranışındaki rolü.
  • Dilin çocukların zihinsel gelişimindeki rolü.
  • Üstün zihinsel işlevlerin kökeni ve gelişimi.
  • Bilim felsefesi.
  • Psikolojik araştırma yöntemleri.
  • Sanat psikolojisi.
  • Bir psikolojik fenomen olarak oyun.
  • Öğrenme bozuklukları ve anormal insan gelişimi çalışması.

Vygotsky’nin en önemli sözleri

Sosyal etkileşimin önemi

Sosyal etkileşim, öğrenmenin kökeni ve lokomotifidir.

Düşünce yapısının geliştiği yön, bireysellikten toplumsallığa doğru değil, aksine, toplumsallıktan bireyselliğe doğrudur. Vygotsky, öğrenmenin, mevcut kültürel mirasın devamlılığı açısından uygun bir yol olacağını söylüyor. Aynı zamanda bu, sadece bireysel bir asimilasyon süreci de değildir. Vygotsky, insan öğrenim sürecinin, belirli bir sosyal doğa çerçevesinde  gerçekleştiğini açıklar. Diğer bir deyişle, çocukların diğer insanların akıllarından ne geçtiğini öğrenmelerine dair ilk adımlarını attıkları bir süreçtir.

Anlama düşüncesinin değeri

Başkalarının dilini anlamak için kelimeleri anlamak yeterli değildir. Düşünceleri de anlamalısınız.

Dil aracılığı ile, algıladığımız düşünceleri onaylamak veya reddetmek için bir yol elde etmiş oluruz. Bu, bireyin karakteri ile ilgili bir bilgi sahibi olmamızı ve kendi özgür iradesiyle hareket edebileceği konusunda bilinç sahibi olduğunu ima eder.

Dil ve düşüncenin farklı kökenleri vardır, ama düşünce zaman içerisinde söze aktarılıp, konuşma rasyonel bir hale gelir.

Özellikle, çocukların dili, sosyal ve dışa dönük olup, ancak adım adım içselleştirilir. Çocukların bilişsel gelişimi, yetişkinlerle yapmış oldukları ölçüsüz ve ölçülü diyaloglar çerçevesinde gerçekleşir. Çocuklar dünyayı kendi gözleriyle ve aynı zamanda konuşmalarıyla da algılamaya başlar.

Taklitten vazgeçmek

Büyüdükçe, başkalarının davranışlarını taklit etmeyi veya dışarıdan gelen uyaranlara karşı otomatik olarak tepki vermeyi bırakırız.

Bir çocuk çevresinden bir sünger gibi beslenir. Büyüdükçe, çevremizi taklit etmeyi bırakıp, daha çok fikir ve değerler ile bir etkileşim halinde oluruz.

Sözcükler ve düşünceler arasındaki ilişki

Düşünceden yoksun bir kelime, tıpkı sözlerin eşlik etmediği bir düşüncenin karanlıkta kalması gibi ölüdür.

Bir düşünce kelimeler yağdıran bir buluta benzer. Dil, etkileşimin ana aracıdır ve zihnin gelişiminde belirleyici bir faktördür. Dil, düşünce için olmazsa olmazdır.

Bilginin tanımı

Bilgi, bir birey ile çevre arasındaki etkileşimin ürünüdür, sadece fiziksel değil, sosyal ve kültürel bir oluşum olarak da anlaşılır.

Üstün psikolojik süreçlerin tümü (iletişim, dil, akıl yürütme, vb.), öncelikle sosyal bir bağlamda elde edinilir. Daha sonra bireysel düzeyde içselleştirilir. Özünde, kişiye deneyim kazandıran ve kendi eleştirel yargısının olmasına yardımcı olandan daha iyi bir öğrenme yolu yoktur.

Bir yönetici olarak öğretmen

Öğretmen, içerik sağlayıcı değil, bir yönetici rolünü oynamalıdır.

Bir öğrenci, kendi öğrenme yolunu kendisi öğrenir ve öğretmen de, çocuğu, bu yolda yönetir. Bir çocuk, bugün yardım alarak yaptığı işi, yarın kendi başına yapabilecektir.

Vygotsky’ye göre, öğrenme bir kule gibidir. Bu yüzden, bu kuleyi adım adım inşa etmeniz gerekir. Proksimal gelişime, sosyal yapıcılığa ve iskelet kavramına oldukça yakındır.

Sosyal uyum

Diğer herkes aracılığıyla kendimiz oluruz.

Vygotsky, sadece sosyal uyumun, bir ihtiyacı gerçekten karşılayabileceğini düşünür. Kültürün ihtiyaçlarımızın büyük bir kısmını belirlediğini hatırlayalım. Bir zihinsel yapı, içinde bulunduğu kültürden bağımsız olamaz. Bu anlamda, bizler, izole halde yaşayan bireyler değil, aksine, sosyal olarak yaşamlarını sürdüren varlıklarız.

Vygotsky, diyalog gibi karmaşık psikolojik işlevleri tanımlar. Onları problemlerin çözümünde çok değerli yapılar olarak görür. Onun felsefesi, olumlu doğasıyla beraber, çevremizin, bizim üzerimizde olan öneminin altını çizme çabası içerisinde olur. Bu çevrenin gücü de, bizim gelişmemize bağlıdır.

Sürekli bir değişim halinde olduğumuz için, kültür ve deneyim, yaşamımızdaki iki temel pusulamızdır.

Psikolog Beatriz Caballero

Bizden başka hiç kimse duymamasına rağmen neden iç konuşma yapıyoruz?

Filozofların yeni bir alanı araştırmaya başlaması oldukça az rastlanan bir durumdur ve araştırdıkları soruların çoğu çok eski zamanlardan beri var olan sorunlara ilişkindir. Ancak yaklaşık son 15 yıldır felsefecilerin yakından incelemeye başladıkları bir konu var ki psikoloji ve felsefenin kesiştiği noktada yer alır: iç konuşma. İç monolog olarak da bilinen iç konuşma, düşünürken ya da okurken zihnimizde duyduğumuz sestir. Araştırmalar şaşırtıcı bir şekilde herkesin bu iç sese sahip olmadığını, ancak çoğumuzun sahip olduğunu ortaya koymuştur.

Bilim ve psikoloji bu konuya oldukça fazla ilgi göstermiştir. İç sesin özellikle metin okurken gırtlaktaki küçük hareketlere eşlik ettiğini ve “iç” ve “dış” konuşma arasında açık bir bağlantı olduğunu yüzyılı aşkın bir süredir biliyoruz.

Filozoflar daha önce de zaman zaman iç konuşma hakkında kafa yormuşlardır. Ünlü davranış bilimci Gilbert Ryle, bunun filozofların “kendini tanıma” olarak adlandırdığı olguda kilit bir rol oynadığını düşünmüştür. Başkalarının söylediklerini dinleyerek onlar hakkında bilgi ediniriz ve Ryle 1949 tarihli çığır açan kitabı The Concept of Mind‘da aynı şeyi kendi iç konuşmalarımızı “gizlice dinleyerek” kendimiz için de yapabileceğimizi öne sürmüştür.

Bu olgu başka felsefi bağlamlarda da ortaya çıkmıştır, ancak yakın zamana kadar bu alanda uzun süreli bir merak diri tutulamamıştır. Filozoflar artık psikolojinin bunu ancak bir noktaya kadar açıklayabileceğinin farkına vardılar: İç konuşmanın sadece kendine özgü teorik düşünceyle ele alınabilecek belirli yönleri vardır.

Psikoloji felsefeye karşı

İç konuşma, yıllar boyunca psikologlar tarafından filozoflardan çok daha fazla ilgi görmüştür. Sovyet psikolog Lev Vygotsky bu konuda çok etkili bir isimdir.

Vygotsky çocukların belli bir yaşa kadar genellikle kendi kendilerine yüksek sesle konuştuklarını, ancak yaşları ilerledikçe bunu yavaş yavaş bıraktıklarını belirtmiştir. Ona göre kendi kendine yapılan dış sesli konuşma pratiği azaldıkça içsel konuşma gelişir. Vygotsky’ye göre iç konuşma basitçe içselleştirilmiş dışsal konuşmadır. Pek çok filozof bu konuda hemfikirdir, ancak bazıları bu olguyu farklı görmektedir, çünkü bildiğimiz kadarıyla hem içsel hem de dışsal olarak gerçekleştirebileceğimiz başka bir eylem daha yoktur. Bazı filozoflar içsel konuşmanın aslında konuşma değil, konuşmanın zihinsel bir temsili olabileceğini düşünmüşlerdir.

Örneğin Ray Jackendoff, içsel konuşma yaparken konuşmanın kulağa nasıl geldiğini hayal ettiğimizi, ancak bunu yüksek sesle konuşuyor olsaydık kendimizi nasıl ifade edeceğimizi taklit edecek şekilde yaptığımızı öne sürmüştür. Gerçekte konuşmuyoruz ama konuşmayı simüle ediyoruz.

Bu tamamen teorik bir akıl yürütmedir, ancak psikolojik yaklaşımlara meydan okumayı ya da onları çürütmeyi amaçlamaz. Aksine, değerli yeni bir bakış açısı ekleyerek ampirik araştırmaları zenginleştirir.

Kendi kendimize mi konuşuyoruz?

Kısmen de olsa cevaplayabileceğimiz soru, bizden başka hiç kimse duymamasına rağmen neden iç konuşma yaptığımızdır. Bu bize birçok fayda sağlıyor.

Düşüncelerimizi sözcüklere dökmek, onları daha anlaşılır ve daha belirgin hâle getirmeye yardımcı olur. Bazen gerçek düşüncelerimizi ancak onları yüksek sesle söyleyerek çözümleyebiliriz. Bir sorunu çözmek ya da duygularımızla başa çıkmak için sık sık başkalarıyla konuşur ya da düşüncelerimizi kağıda dökeriz. İç konuşma yapmak da buna benzer olarak fikirlerimizi şekillendirmeye yardımcı olur.

İç konuşmanın başkaca faydaları da olabilir. Var olan bir düşünce veya inancı içsel olarak ifade ederek bilinç düzeyine çıkarmak, sıradan gündelik meseleler için dahi bir muhakeme sürecini geliştirmeye yardımcı olabilir. “Saat 16.30’da evde olabilirsem, akşam yemeğini 19.30’a kadar hazırlayabilirim” diye düşünebilirsiniz. Ancak bu, “Ama maç 19’da başlıyor; yemek yapmakla uğraşmak yerine dışarıdan sipariş verem daha iyi olacak…” gibi bir düşünceyi de fikri de beraberinde getirir.

Kafanızın içindeki sesi kontrol etmek

Felsefi düşünce için elverişli bir başka ortam da içsel konuşma yapmanın bir eylem mi yoksa öylesine gerçekleşen bir süreç mi olduğu sorusudur. Yüksek sesle, diğerlerince duyulur olacak biçimde konuştuğumuzda, bu sıradan bir eylem olur. Bunu yapmayı ya da yapmamayı tercih edebiliriz. Aynı şey içsel konuşma için söylenemez; bu konuşma genellikle nedensizdir, hatta istemsiz ve rahatsız edici olabilir.

İç monoloğumuzu susturmak gerçekten de zor olabilir ve bunu isteyerek yapmaksa neredeyse imkansızdır. Hemen şimdi deneyin isterseniz. Hiçbir şey düşünmemeye ve içsel konuşma yapmamaya odaklanın. Muhtemelen, paradoksal bir şekilde, kendinizi daha fazla düşünürken bulacaksınız ve daha fazla çaba sarf etmek bunu daha da zorlaştıracaktır. Stres  anksiyete  veya depresyon gibi durumların da iç konuşma ile psikolojik bağlantıları olduğu kanıtlanmıştır. Bir iç konuşma yapmaya karar verebiliriz; zihnimizden bir kelime “söylemek” geçebilir; ama bu genellikle biz hiçbir şey yapmadan gerçekleşir.

Eylem nedir?

Bir şeyi eylem yapan şeyin ne olduğu, başlı başına felsefi bir tartışma konusudur. Bu konuda öne çıkan teorilerden biri, eylemlerin yapmaya çalışabileceğimiz ya da çaba gerektiren şeyler olduğunu savunur. İç konuşma yapmak çoğu zaman çaba gerektirmez ve hatta yukarıda bahsettiğimiz gibi bunu durdurmak için mücadele bile ederiz. Bu, bunun yapmaya çalıştığımız bir şey olmadığını, sadece “gerçekleştiğini” gösteriyor gibi görünmektedir.

Diğer eylem teorileri de benzer bir sonuçlara ulaşır: İç konuşma neredeyse hiçbir zaman bu tanıma uymaz.

Genel olarak bilinçli deneyim konusunda çok sayıda felsefi çalışma yapılmıştır. Ancak, filozoflar spesifik zihinsel olgulara her zaman dikkat etmemişlerdir. İç konuşma, zihinde gerçekleşen dışsal bir faaliyeti, yani konuşmayı kapsıyor gibi görünen benzersiz bir bilinç deneyimi türüdür. Bunu araştırmak şüphesiz önümüzdeki yıllarda bizi heyecan uyandırıcı sonuçlara yönlendirecektir.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer YILDIRIM

Hayatınızın hikayesini yazarken, kalemi başkasının tutmasına izin vermeyin! 

Comments are closed.