Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Bir insanın kapasitesi hedefleri ve gayreti nispetindedir.”
Değişime Ayak Uydurmak- Prof. Dr. Acar Baltaş, Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu,
KADINLARDA KADINA ÖZGÜ GÖRÜLEN RUHSAL BOZUKLUKLAR
İçinizdeki Boşlukla Yüzleşmek
Geçmeyen Geçmişin Günümüzdeki İşaretleri
Bir başkasını teselli etmenin yolları
Romantik ilişkilerde daha mutlu olabilmek
SEVEN ERKEK NEDEN ALDATIR
İLİŞKİYİ YIPRATAN ALIŞKANLIKLAR
KADINLARI ALDATMAYA İTEN SEBEPLER
AYRILIK ACISI / AŞK ACISININ ÜSTÜNDEN ELMEK
GÜZEL OLAN NEDİR
NEDEN AFFEDEMİYORUZ
TARTIŞMA BECERİLERİ / KENDİNİZİ KANDIRMAK
Pozitif insanlar negatif insanlardan uzak durur
ÇEVRİMİÇİ AŞIK OLMAK / AİT OLMA İHTİYACI / AŞK VE OLGUNLUK
SUÇLULUK DUYGUSU / RUHSAL SORUNLARI OLAN BİRİYLE SEVGİLİ OLMAK
HER ZAMAN NE HİSSETTİĞİNİZİ SÖYLEYİN / SESSİZCE ACI ÇEKMEK
HESAPLANMIŞ SESSİZLİK / SESSİZ MUAMELE GİZLİ PSİKOLOJİK ZARAR
STRESLE YAŞAMANIN TEHLİKELERİ
KADINLARDA GÖRÜLEN KADINA ÖZGÜ RUHSAL BOZUKLUKLARLA NASIL BAŞA ÇIKMALIYIZ?
Kadın olmak birçok güzelliği yanında barındırdığı gibi birçok zorlukla baş etmeyi deiçerir. Anne olmak kadınlara bahşedilen dünyanın en güzel ayrıcalığıdır. Ne yazık ki bu özellik kadınların bazı hastalıklarla savaşması anlamına da gelir.
Ruhsal hastalıkların kadın erkek oranı incelendiğinde; bu oranın kadınlarda iki kat fazla olduğu bulunmuştur. Sadece depresyonun kadınlarda görülme oranı % 32 dir. Kadına yönelik şiddetin yoğunluğu da bu oranı artırmaktadır. Sadece ülkemizde değil, birçok gelişmiş ülkede kadına yönelik şiddet oranı çok yüksektir. ABD’de bu oranın % 25 olduğu bulunmuştur. Yani her 100 kadından 25’ i eşinden şiddet görmektedir. Bu durum zaten doğası gereği ruhsal bozukluklara yatkın olan kadınların ağır ruhsal sorunlar yaşamasına yol açmaktadır.
KADINLARDA KADINA ÖZGÜ GÖRÜLEN RUHSAL BOZUKLUKLAR
Üreme kadının hormonal yapısında ciddi boyutta değişikliklere yol açmaktadır. Adet döngüsüyle başlayan bu faz gebelik, doğum, lohusalık, menopozla sonlanacaktır. Adet döngüsü kadınlarda 12-14 yaşlarında başlar. Bu durum kadınların 12 yaşında başlayan ruhsal sıkıntıları olduğu anlamına da gelir. Adet sancısı başlayan genç kız karın ağrıları, bulantı, huzursuzluk, ağlamalar, alınganlıkla ilk olumsuz deneyimini yaşayacaktır. Bu durum gün geçtikçe adet öncesi döneme kayan sinirlilik, hassasiyet, gerginlik gibi hafif durumlarla seyredebildiği gibi; hırçınlık, şüphecilik, saldırganlık eğilimi, % 15 oranında intihar düşünce veya eğilimi gibi ağır bulgularla da seyredebilir. Kişi okula, işe gidememe, günlük işlerini yapamama gibi durumlarla da karşılaşabilir. Adet öncesi başlayan bu durum adet döneminde de sürebilir. Memelerde şişkinlik, gerginlik, vücutta şişkinlik, kilo alımı, eklem ve kaslarda ağrı ve hassasiyet, baş ağrıları vb. fiziksel belirtiler yanında uykusuzluk, huzursuzluk, iştah fazlalığı veya azlığı, dikkat dağınıklığı, duygusallık gibi ruhsal bulguları da kapsayabilir. Basit gibi görünen bu durum yurt dışı yayınlarında iş yerinde arkadaşlara saldırma, evde çocuklara zarar verme vb. durumlarla adli olaylara yol açtığı mevcuttur. Mutlaka bir psikiyatri uzmanından yardım alınmalıdır.
Anne olmak kadında birçok değişikliğe yol açar. ANNELİK HÜZNÜ doğum yapan kadınların % 30- 75 i arasında sıklıkla görülen bir durumdur. Neden olarak çoğunlukla doğumla hormon düzeylerindeki hızlı düşme suçlanmaktadır. Doğum sonrası 3-4 günlerde başlar, en fazla 10 gün sürer. Çok sık görüldüğü için takip eden doktorun bilgilendirme yapması önemlidir.
Lohusalık kadının anne olma sorumluluğunun da başlaması anlamına gelir. Bu durum bazen ruhsal yapıda baş edememe, mutsuzluk, umutsuzluk, ağlamalar ile sonlanabilir. Gebelik sırasında anne adayının yaşadığı olumsuzluklar, aile ve evlilik sorunları, anne adayına yeterli sosyal desteğin sağlanamaması, bebeğin bakımı vb. konuların çözülememesi annenin depresyonunu tetikler. Gebelik öncesi ve gebelik süresince depresyonu olan hastalarda doğum sonu depresyonu artarak devam eder. Keza kanda hormonal düzeyde azalma da suçlanan nedenler arasındadır. Genellikle doğum sonrası ilk bir ay içinde görülür. Üç aya kadar da uzayabilir. Anneler depresyonun yanında aşırı kaygılı ve takıntılı düşünceler içinde olabilirler. Bu durum tedavide daha güçlü yöntemleri kullanmayı gerektirir. Öncelikle anne bebek iletişimini bozmayacak, annenin emzirmesini engellemeyecek ilaç tedavileri ile tedavi tercih edilir. Bilişsel davranışçı terapi yöntemleri ilaç almak istemeyen daha hafif düzeyde depresyonlu annelerin tedavilerinde yardımcı yöntemlerdendir.
Lohusalık döneminin ciddi tehlikeler yaratacağını örf ve ananelerimizde de görürüz. Lohusalıkta 40 gün anneyi yalnız bırakmazlar. LOHUSALIK PSİKOZU denilen durum tam da böyledir. Ses duyma, hayal görme, bebeğe bir zarar geleceği endişesi, bebeği istememe, bebeğin kötülük getireceği vb. inançları olma bulgularıyla seyreden ciddi bir ruhsal bozukluktur. Nedenleri arasında Bipolar Hastalık öyküsü, ailede benzer bir durum olması sayılır. Hastalığın Bipolar Hastalığa dönüşme olasılığı çok fazladır. O nedenle iyileştikten sonra da takibi önerilir. Annenin kendine ve/ veya bebeğe zarar verme olasılığı tedavinin önemini gösterir. Tedavi seçenekleri arasında hastaneye yatırmak, bebeğin uzaklaştırılması seçenekleri de değerlendirilmelidir. Lohusanın hiçbir şekilde yalnız kalmaması hayati önem taşır. Bu dönemin atlatılması sonrasında da psikiyatri takibi devam etmelidir.
Elbette güzellikler olduğu kadar hastalıklar da bizim için. Herkese sağlıklı mutlu bir
hayat diliyorum.
Dr. Gönül Sünnetçioğlu Psikiyatri Uzmanı
İçinizdeki Boşlukla Yüzleşmek
İçimizdeki “kötü kurt” olan boşluk hissiyle nasıl yüzleşiriz?
O tuhaf rutin hayatta kalma hissini yaşadığımız zamanlar olmuştur. Dostlarımızla, iş arkadaşlarımızla ve ailemizle görüşmelere alışır gideriz. Hayatlarımızla ilgili sanki suda boğulmadan gezinebilen biri gibi: “Tabii, kötüydü ama sorun yok. Onu çoktan atlattım” veya “İstediğimi elde edemedim, fakat hey, hala ayaktayım” bağlamında şeyler söyleriz. Dışarıdan bakıldığında, pişmanlıklarımızın ve üzüntülerimizin ağırlığını saklayan, teslimiyetle ileri yürürken “hayat böyledir işte” gibi şeyler söyleyen küçük askerlere benzeriz. Birbirimizle destek ifadelerimizi paylaşır, planlı sessizlik konusunda hemfikir oluruz. Fakat arka planda, benliklerimizin en derin yerlerinde; boşluk, acı ve kaybımızdan beslenen görünmez bir düşman yaşar.
Kayıptan bahsettiğimizde ne demek isteriz? Sadece sevilen birinin fiziksel kaybını kastetmeyiz. Sonuçta birçok farklı kayıp türü vardır ve belli türlerde boşluklara karşılık gelirler. Bu boşlukların bazıları yılgınlık, hayal kırıklığı, korkular, başarısızlık ve “varoluşsal boşluk” diye bildiğimiz o dipsiz kuyuya karşılık gelir. Öyleyse, bu farklı seviyelerdeki kişisel boşluklarla mücadele etmenin en etkili yöntemi nedir? Bizi azar azar yiyip yutan içimizdeki bu acımasız kurtları nasıl yeneriz? Şimdi bunun bazı yollarına birlikte göz atalım:
Kayıplarımızı kabul edip boşluklarımızı anlamak
Tıpkı Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman’ın sık sık ifade ettiği gibi, birçoğumuz anlık zevk ve kazanca en çok değer verilen bir çeşit “akışkan toplumda” yaşarız. Hiçbir şey sonsuza dek sürmez, kişiler arası ilişkiler bile…
Toplumumuza yalnızca aydınlık tarafından bakılıyormuş gibidir, fakat bir güçlük meydana gelir gelmez ya da daha ileri seviyede bir müdahale gerektiğinde, “insan kumaşı” zayıflayıp dökülmeye başlar. Örneğin depresyon teşhisi konmuş bir aile ferdini ya da arkadaşınızı düşünün. “Bunlar geçecek” tesellisiyle sırtına vurup bir de “ilaçlarını almasını” hatırlatmayı ihmal etmeyiz. Acı bizi şaşırtır. Onu anlayamayız, bu yüzden de ondan kaçarız. Ya o arkadaşımız ya da aile ferdimizle yüz yüze getirilip bize çektiği acıyı ya da içindeki boşluğu anlatması istenilse? Ya da sözleri veya gözyaşlarıyla bize içini dökmesine izin versek?
Bu karmaşık dünyada hayatta kalabilmek için, düşmanlarımızla yüzleşmek zorundayız, onları nasıl anlayacağımızı bilmek ve kabul etmek zorundayız. İnsan olarak böyle büyüyebiliriz, çünkü üzüntü ve acı ruhlarımızın bir köşesindeki bir çöp yığını ya da zihinlerimizin karanlığı değillerdir. Bütün varoluşsal boşlukların bir şekli vardır ve bu içimizdeki kurttan kaçmaktan kurtulmak ve daha güvenli bir yolculuk adına bunu anlamayı öğrenmek zorundayız; gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu bilmeliyiz.
Kişisel boşluklarımızla başa çıkmak için adımlar
Şunu akılda tutmak gerekir ki, hemen hepimiz hayatın tam da istediğimiz gibi ya da “neredeyse” hayal ettiğimiz gibi olacağına inanma eğilimi gösteririz. Bu tabii ki kötü bir şey değil, fakat sağduyulu olup her istediğimize ulaşamama ihtimalinin bulunduğunu kabul etmemiz gerekir. Fakat bu, kaçınılmaz şekilde mutsuzluğa mahkum olduğumuz anlamına mı geliyor? Elbette, gerçek mutluluk, arzu ettiğimiz her şeyi elde etmekte gizli değil, fakat başardıklarımızla ve aynı zamanda kaybettiklerimizle mutlu olmayı öğrenmekte gizlidir. Şaşırdınız mı? Fakat kişisel kayıplarımızın her biriyle yüzleşebilmek için bu adımları anlamamızda yarar var.
- Hayatın beklemediğiniz şeyler getirdiğinin farkına vardığınızda, pes etmeyin. Bunun yerine, her boyutta-sıkıntılarınız ve acılarınız dahil- yerinizi kabul ederek ilk adımı atın. Ağlamanız gerekiyorsa, ağlayın, üzülmeniz gerekiyorsa, hissetmek için kendinize fırsat verin.
- İkinci adım: Hiçbir şeyin tam da istediğiniz gibi olması için zorlamayın. Böyle yapmak sadece sorunu daha kronik hale getirir. Partneriniz sizi sevmediğini söylüyorsa, bunu saplantı haline getirmek yerine bu durumla uzlaşmaya varın. İşinizde o istediğiniz terfiyi alamadıysanız, bu başarısızlıktan şikayet etmeyin; isteğinize ulaşmanın başka bir yolu da olabilir.
- Olanı kabullenin, ne olduğunu anlayın ve anlaşılmaz görünse de, öğrenebildikleriniz için şükredin. Belki şu an çektiğiniz ızdırap, gelecekte aynı hatayı yapmamanıza yardımcı olur. Belki de bu varoluşsal boşluk dahi, hayatınızda sizi gerçekten mutlu edecek yeni alanlar aramanız için sizi zorluyordur. Neden bir denemiyorsunuz?
- İlerleyin, affedin, sayfayı çevirin, yüklerinizi atın ve hayatınızda öğrendiğiniz her şeyi birleştirin. Sonuçta, hayatınızı boşluğu bilgiyle doldurmaktan daha iyi bir zenginleştirme yolu yoktur.
Geçmeyen Geçmişin Günümüzdeki İşaretleri
Psikanalitik yaklaşımın varsayımlarından bir tanesi, çocukluk anılarımızı tekrarlayıp durduğumuzdur. Niçin bunu yapıyoruz, Niçin çektiğimiz acıları uzatmaya çalışıyoruz? Ne oluyor da çocukluk dönemine ait olumsuz kalıpları tekrarlama eğiliminde oluyoruz? Her nasılsa yetişkin yaşantımızda, çocukluğumuzda bu kadar yıkıcı olanlara benzer durumlar yaratmaya devem ederiz.
Pek çok sebepten dolayı şuan olduğumuz kişiyiz ve bizi biz yapan bazı yaşantıları asla bilemeyeceğiz. Fakat nereden geldiğimizi ve geçmişimizin bizi etkileme biçimini değiştiremesek veya seçemesek de şuan olduğumuz noktadan nereye doğru ilerleyeceğimizi belirleme gücümüz var. Talepkar, cezalandırıcı, baskıcı veya otoriter bir aile, acı verici ilişkiler, travmatik bir deneyim.. Kaynağı her ne olursa olsun zor bir geçmişe sahip olmak hiç kimsenin hak etmediği ve yıkıcı etkileri tüm yaşam boyunca sürecek istenmeyen durumlardır.
Tüm bu yaşantılarla yüzleşmeyi ve barışmayı öğrenene kadar, bu olumsuz deneyimleri unutmaya ya da onlardan kaçmaya ne kadar çabalasak da, bizi rahatsız etmekten ve yaşam yolumuzu etkilemekten asla vazgeçmeyecekler. Ancak fark ettiğimiz ve serbest bırakabildiğimizde geçmişle yaşamayıp, geçmişten öğrenmeye başlıyoruz. Bu da bizi gitmek istediğimiz, yaşamak istediğimiz geleceğe götürmenin ilk adımı oluyor.
Eğer mücadele ettiğiniz şeyin ne olduğunun farkına varamazsanız onu nasıl iyileştirebilirsiniz.
Zor Bir Geçmişe Sahip Olduğunuza Dair İşaretler
1- Kendinizle Olan İlişkiniz Yeterince Sağlıklı Değildir
Yeteneklerinizden, gerçekten sevildiğinizden veya değerli biri olduğunuzdan şüpheniz var mı? Kendinizi acımasızca eleştirir ve bir şeyler ters gittiğinde her zaman kendinizi suçlama eğiliminde misiniz? Yeterince iyi olmadığınız düşüncesi sizi rahatsız ediyor mu? Kendinizle olan ilişkinizin yeterince sağlıklı olmaması zorlayıcı bir geçmişiniz olmasından kaynaklanabilir. Bu durum hala çözülmemiş ve iyileşmeye ihtiyaç duyan bazı duygusal ve psikolojik yaraların bulunduğunun en açıklayıcı işaretlerindendir.
2- Olumsuz Benlik Algısına Sahipsinizdir.
Benlik saygısı kişinin kendine verdiği değerin ifadesidir. Bu durumu pek çok içsel ve dışsal faktör etkiler. Fakat olumsuz benlik algısına sahip olmak, ne yazık ki, zorlu bir ortamda büyümenin veya erken yaşta travma yaşamanın (ölüm, kayıp, kalp kırıklığı, terk ve istismar gibi) en yaygın sonuçlarından biridir.
Zor bir geçmişe sahip insanlar genellikle olumsuz bir benlik algısına sahiptirler. Çoğunlukla başlarına gelen kötü şeyleri hak ettiklerini ve geri kalan yaşamlarının da bu şekilde olacağına dair güçlü bir inanca sahiptirler. Bu kişiler özellikle çocukluk yaşantıları boyunca negatif geri bildirimlere, aşağılanmaya veya çok katı tutum ve kurallara maruz kalmışlardır.
3- Güven Sorunlarınız Vardır.
Biriyle zarar verici bir ilişkiniz olduysa, rahatsız edici bir ev hayatınız olduysa veya genç yaşta bir ebeveyn tarafından terk edildiyseniz, diğer insanlara karşı güven sorunları geliştirmeniz olasıdır.
Ne de olsa, sizi inciten kişi – kim olursa olsun, partneriniz, arkadaşınız veya aile üyeniz olsun – bir zamanlar güvendiğiniz ve değer verdiğiniz biriydi. Bu yüzden, tekrar birine açılmakta ve kendinize yakınlaşmakta zorlanmanız anlaşılabilir, çünkü yanlış kişiye güvenmenin ne kadar acı verdiğini ilk elden biliyorsunuz, bu da bizi bir sonraki noktaya getiriyor. Kimseye ve dahası kendinize olan güveniniz zedeleniyor, şüpheci davranıyor ve neredeyse herkesin sizi kandıracağına ve aldatacağına inanmaya başlıyorsunuz. Hayatınıza alacağınız kişiler konusunda kılı kırk yarmaya başlayıp tekrar aynı şeyleri yaşamamak için tüm olasılıkları göz önüne almaya çalıştığınızda ise karşılaştığınız durum yaşamınızda kimsenin olmaması oluyor. Çünkü ördüğünüz güvenlik duvarı o kadar güçlü ki kusursuzu aramaya benziyor.
4- İlişki Kurmak ve Sürdürmekte Zorlanırsınız.
Zor bir geçmişe sahip olmak, kendinize ve başkalarına karşı pek çok olumsuz duygu bırakabilir, bu da yaşamınızda yakın ilişkiler kurmayı ve sürdürmeyi daha da zorlaştırır. Bazıları için bu, yanlış türdeki insanlara (çoğunlukla bizim için kötü olan veya bize kötü davrananlara) karşı bir çekim olarak kendini gösterebilirken, diğerleri için ise ilişki filizlenmeye başlamadan uzaklaşma ve kendi kendini sabote etme eğilimi olabilir.
Her iki durumda da, zor bir geçmişe sahip olmak, çoğu zaman bağlılık ve duygusal yakınlık kurma korkusuna, ayrıca en sevdiğimiz insanlarla bile dürüst ve açık olmada zorluğa ve kırılganlığa yol açar
5- Kendinizi İzole Etme Eğilimindesinizdir.
Gerçek duygularınızı, nasıl hissettiğinizi başkalarına iletmeyi zor bulabilir ve belki de sonuç olarak çoğu zaman yalnız ve yanlış anlaşılmış hissedebilirsiniz. Geçmiş zorlu yaşantılarla mücadele eden ve yüzleşen biri için arkadaşlarıyla zaman geçirmek ve onlarla iletişim halinde kalmak çok bunaltıcı gelebilir. Çoğunlukla yalnız kalmak isteyebilirsiniz.
6- Yaşadığınız sorunların Üstesinden Gelmek Oldukça Zorlayıcı Gelebilir.
En ufak aksilik ve rahatsızlıkla karşılaştığınızda sık sık panikliyor veya bunalmış hissediyor musunuz? Sorunlarınız tarafından kolayca strese giriyor ve net bir şekilde düşünmekte zorlanıyor musunuz? Üstesinden gelebileceğinizi açık bir şekilde bildiğiniz problemlerle bile başa çıkmak için enerji bulamıyor ve erteliyorsanız, olumsuzlukların sizi bulacağına inanıyorsanız iyileşmek için mücadele ettiğiniz zor bir geçmişe sahip olduğunuzu söyleyebiliriz.
7- Duygularınızı Yönetmekte Zorlanısınız.
Duygularınızı yönetmek yerine, çoğu zaman, duygularınızın sizi kontrol ettiğini hissedersiniz . Çok kolay bir şekilde aşırı duygusal hale gelirsiniz ve çoğu zaman kendinizi insanlara kırılırken, aniden üzülürken veya sebepsiz yere gözyaşlarına boğulurken bulursunuz. Duygularınızın incinmesi çok kolaydır ama onları bırakmak ya da onlardan uzaklaşmak çok zordur, büyük olasılıkla başa çıkmanız gereken sürekli bir mücadeledir çünkü geçmişiniz size nasıl işleyeceğini bilmediğiniz birçok olumsuz duygu bırakmıştır.
8- Mutlu Olmayı Arzularken Aynı Zamanda Mutlu Olmaktan Korkarsınız
Mutlu olmaktan korkulur mu? Kulağa saçma geliyor eminim. Sonuçta herkes mutlu olmak ister. Bu başarılı olmaktan veya iyi bir yaşama sahip olmaktan korkmak gibi bir şeye benzer. Fakat bu pek çok insanın mücadele ettiği bir durumdur. Özellikle en yaşanılası ve büyümek için kolay olan bir zaman dilimini yani çocukluğunu yaşayamamışsa.
Mutlu olmanıza izin vermekten korkuyorsanız (ki bu genellikle kendine zarar verme eğilimleri, yakınlık korkusu ya da kendini soyutlamak için zorlayıcı bir istek olarak kendini gösterir), bunun nedeni bu duygunun size yabancı olması ve sizin bilmiyor olmanız olabilir.
Peki, burada bahsedilen başlıklar sizinle ne kadar ilgili? Eğer hala zor bir geçmişe sahip olduğunuz için kendinizle mücadele ediyorsanız bunun hakkında biriyle konuşmaktan çekinmeyin ve ihtiyaç duyarsanız, bir psikolojik danışmana ulaşın ve yardım isteyin.
Dr. Muttalip Alçay / Psikolojik Danışman
Ne demen gerektiğini bilemediğin durumlarda nasıl bir yol izleyebilirsin? Aslında birinin teselli etmek dediklerimizden çok yaptıklarımızla ilgili. Kabullenmemiz gereken kötü bir gerçek var: Çoğumuz bir başkasını teselli etmekten rahatsız oluruz. Bunun sebebi karşımızdaki insana değer vermememiz değil; başkalarını nasıl etkili bir şekilde teselli edeceğimizi bilmememiz.
Bir başkasını teselli etmenin yolları
Sevdiğimiz birinin morali bozuksa, bir kriz yaşıyorsa ya da çok acı içindeyse ilk yaptığımız şey onu neşelendirmeye çalışmak ya da “her şey yoluna girecek” demek olur. Böyle bir durumda daha önce bulunmuş olabilirsin; sevdiğin biri zor bir dönem geçirirken onun keyfini yerine getirmek istemiş, dolayısıyla ona çözüm yolları sunmuş veya bulunduğu durumun olumlu yanlarını göstermeye çalışmış; belki en sevdiği yemeği sipariş etmiş, belki onu gezmeye davet edip dertlerini unutturmak istemiş olabilirsin. Ona, “Çözülecek sonunda, merak etme, her şey yoluna girecek,” demiş bile olabilirsin.
Bir daha kendini böyle bir durumda bulduğunda bir an durup aynı durumda olduğun bir zamanı hatırla. Birisinin sana endişelenmemeni, her şeyin yoluna gireceğini söylemesinin yardımı olmuş muydu? Arkadaşınla bir kutu pizzayı, dondurmayı ve bir şişe şarabı bitirmek ertesi gün daha iyi hissetmeni sağlamış mıydı? Büyük ihtimalle cevabı “hayır”. Biliyorum çünkü ben de kendimi defalarca bu durumda buldum. Acılarımızı, endişelerimizi ve tasalarımızı uyuşturmak için yaptığımız bu geçici şeylerin bize de karşımızdakilere de aslında yardımcı olmadığını anlamam epey vaktimi aldı. Bu aydınlanmaya farkındalık meditasyonu yaparken vardım ve o zamandan beri sevdiklerimi ve kendimi bambaşka bir yaklaşımla teselli etmeye çalışıyorum.
Şefkatli olmak zannettiğinden daha zor
Kabul, dünyanın en anlayışlı insanı olduğumu söyleyemem. Kendi dünyamın dışına çıkıp başka insanların problemlerini anlamak benim için çok kolay bir şey değil; ama bu başkalarına değer vermediğim anlamına gelmiyor. Hepimiz başkalarını teselli etmenin en iyi yolunu ararken zorlanırız. Vaktimizin çoğunu kendi ihtiyaç ve duygularımıza verdiğimizden teselli edilmeye ihtiyaç duyan biri karşımıza çıkınca donup kalırız ve ne yapacağımıza emin olamayız. Bir başkasını teselli edebilmemiz için duraklamamız, onunla empati kurmaya bilinçli bir şekilde karar vermemiz; kendi isteklerimizi, ihtiyaçlarımızı ve duygularımızı geçici olarak kenara kaldırmamız gerekir ki bunu yapmak o kadar kolay değil.
Bu alanda ne kadar zayıf olduğumu birkaç yıl önce, kocamla boşanmaya karar verdiğimizde fark ettim. Onu hâlâ seviyordum ve birden bire sekiz yaşında bir çocukla ve depresif düşüncelerle bir başıma kalakalmıştım. Bu zaman zarfında pek çok arkadaşım bana destek olmaya geldi; hepsi her şeyin yoluna gireceğini söyleyip duruyordu. Aynı şeyi duydukça sinirlenmeye başladım, çünkü duyduklarımın bana bir faydası yoktu. Aksine dedikleri yaşadıklarımın önemsizmiş gibi hissetmeme sebep oluyordu. Her şeyin eninde sonunda yoluna gireceğini ben de biliyordum ama bu o anda berbat hissettiğim gerçeğini değiştirmiyordu, daha iyi hissetmemi de sağlamıyordu. Gerçek şu ki acı çektiğimizde duygularımızın ve içinde bulunduğumuz durumun kenara itilmesinden ziyade kabul görmesine ihtiyaç duyarız.
O zamanlar aklıma akın eden olumsuz duygu ve düşünceleri durduramıyordum. Dahası arkadaşlarımın dedikleri kırılan kalbimin, yaşadığım paniğin, başarısız olan evliliğim için tuttuğum yasın önemsiz olduğunu hissetmeme sebep oluyordu. Asıl ihtiyacımın olanın sırtımı sıvazlayıp “geçti, geçti” diyen biri olmadığını kısa sürede fark ettim. Asıl ihtiyacım olan bir yoldaştı. Yanımda durup beni sessizce, yargılamadan dinleyecek; anı, hüznümü ve duygularımı benimle gerçekten paylaşacak; ben, farkındalıkla dinleyecek, tüm kalbiyle sarmalayacak birine ihtiyacım vardı.
Bu farkındalığı kazanmak beni başkalarını nasıl teselli ettiğim üstünde düşünmeye sevk etti ve insanları ve onların ihtiyaçlarını anlamak için daha şefkatli olmam gerektiğini fark ettim. Meditasyon Uygulaması sayesinde meditasyon yapmaya kısa süre önce başlamıştım ama uygulamanın Şefkat serisini henüz denememiş; yalnızca daha şefkatli olmak için neler yapmamız gerektiği hakkında yazılmış birkaç makaleyi okumuştum. Bir süre sonra telefonumu elime alıp Meditasyon Uygulaması’nı açtım ve Şefkat Serisini denemeye karar verdim.
Şefkat nedir ve ona neden ihtiyacımız var?
Psikologlar şefkati kendimiz haricinde birinin duygusal durumunu anlayabilme yetimiz olarak tanımlar; ama bu tanımın empatiyle karıştırılmaması gerekir. Biriyle empati yaptığımızda kendimizi onun yerine koyarız. Buna karşın birine şefkat gösterdiğimizde ne hissettiğini anlayıp ona ihtiyaç duyduğu her ne ise onu veririz. Bu kulağa çok basit gelen ama benmerkezci dünyalarımızda yapması çok zor bir şey. Yine de, yapması zor olan her şey gibi, bu pratiğin de bize büyük getirileri var.
James Fellow Ed Diener ve James McKeen Cattell Fellow’un yaptıkları bir araştırmaya göre başka insanlara şefkatle yaklaşabilen kişiler bedenen ve ruhen daha sağlıklı olurlarmış. Bunun birkaç sebebi var: ilki Ulusal Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan bir araştırmanın söylediğine göre başkalarına şefkatli davranmanın beynin zevk bölgelerini çalıştırması. Beynin zevk bölmelerini çalıştırmak stresi otomatik olarak azaltır. Başkalarına şefkatle yaklaşarak bu zevk bölgeleri sağlıklı bir şekilde harekete geçirip bağışıklık sistemimiz için zararlı olan stres seviyemizi düşürebiliriz.
İkincisi, geçmişte yapılan araştırmalar depresyon ve kaygının devamlı kendimize odaklanan bir halde olmamızı gerektirdiğini ortaya çıkarmıştı. Buna nazaran şefkat kendimize değil, başkalarına odaklanmamızı gerektirir. Başkalarının iyiliğine ve deneyimlerine odaklandığımızda benmerkezci düşüncelerden uzaklaşır; dolayısıyla da depresif veya endişeli düşüncelerle aramıza mesafe koyarız. Bakış açımızı bu yönde değiştirmek bize bir amaca hizmet ettiğimiz hissini aşılar ki bu beynimizin zevk bölgelerini daha da yoğun bir şekilde çalıştırır.
Üçücüsü; insanlara şefkatle yaklaştığımızda onlarla olan bağlarımızı güçlendiririz. Başkalarıyla güçlü, müşterek destek üstüne kurulu bağlarımızın olması bağışıklık sistemimizi güçlendirir; özgüvenimizi ve insanlara duyduğumuz güven hissini arttırır. Güven artınca o insanla kaçınılmaz olarak yakınlaşırız. Bu da hem ruh hem de beden sağlığımız açısından çok faydalı olan bir döngünün oluşmasını sağlar
Anda ol
Karşımızdaki insanla o an gerçekten orada olmadan ona şefkatle yaklaşabilir miyiz? Sevdiklerimizi desteklemek istiyorsak onlarla anda yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Meditasyonun bize öğrettiği ilk şey de budur. Bu yüzden meditasyonu, sevdiklerimizle birlikte somut bir şekilde olmamızı sağlayacak bir araç olarak kullanabiliriz.
Farkındalıkla dinle
Sevdiğimiz birinin bizi gerçekten dinlemediği hissine kapılmak çok kötü bir deneyim, özellikle de onunla özel bir şeyler paylaşıyorsak. Farkındalıkla dinlemek başkalarının dediklerine gerçekten dikkat etmek, onlara ilgi duyup destek vermek, fikir ve duygularını ifade etmeye teşvik etmekten ibaret. Aklının dağıldığını ve nasıl bir tepki vermen gerektiğini düşünmeye koyulduğunu her fark ettiğinde derin bir nefes alıp ana geri dön.
Kalbinle yaklaş
Karşındakinin tam olarak ne hissettiğini anlamaya ve hissetmeye çalış. Başka bir deyişle ona empati ve şefkatle yaklaş. Bunu yapmanın bir yolu meditasyon olabilir; çünkü şefkat meditasyonlarının şefkat içgüdümüzü geliştirdiği bilimsel olarak kanıtlandı.
Yargılamaktan Kaçın
Karşımızdaki insanı yargılamamız bize her ne anlatırsa anlatsın yapabileceğimiz en yanlış davranışlardan biridir. Zira yargılamak destek olmanın tam tersidir. O yüzden karşımızdaki insan için deneyimini korkusuzca ve utanmadan paylaşabileceği güvenli bir alan oluşturmayı hedeflemeliyiz.
Karşındakini anlamaya çalış
Unutmamamız gereken bir şey daha var: kendi bakış açımızın ötesine geçmemiz gerekiyor; yani yaşanan bir durumu sevdiğimiz kişinin gözleriyle görmeye çalışmalıyız. Karşımızdaki insan büyük ihtimalle hiç tanımadığımız bir yabancı değil. Bu kişiyle şu ana dek epey zaman geçirmişizdir ve onun hakkında bildiklerimizi duruma nasıl baktığını anlamak için kullanabiliriz. Unutma, burada amaç onun bakış açısının yanlış ya da doğru olduğunu saptamak değil; onu anlamak.
Samimi ve açık ol
Birine şefkatle yaklaşırken sözlerimizi dikkatlice seçmeliyiz. “Önemli değil” ya da “Her şey yoluna girecek” gibi basmakalıp cümleler kullanmamamız bu yüzden önemli. Bunun yerine, karşımızdaki kişinin neye ihtiyacı olduğuna bakmalı, hatta ona neye ihtiyaç duyduğunu sormalıyız. Bazı durumlarda bir şey demememiz bile gerekebilir; çünkü bazen sevdiğimiz kişinin asıl ihtiyacı olan onu sessizce dinleyip yanında olacak biridir.
Psikolojinin bize öğrettiği bir şey varsa o da başkalarını anlamanın ve başkalarına şefkatli davranmanın bir günde yapabileceğimiz bir şey olmadığı. Bunun için zamana ihtiyacımız var ve bu zaman diliminde öğrenmeye açık olmalı; bu yetilerimizi geliştirirken kullanabileceğimiz en doğru araçları bulmalıyız. Bir dahaki sefere kendini, bir başkasını teselli etmen gerektiği bir durumda bulursan az önce okuduklarını düşün ve karşındakini gerçekten dinlemeye, onunla birlikte anda olmaya, karşındakinin ihtiyaçlarına ve deneyimlerine odaklanmaya ve ona kalbinle yaklaşmaya çalış. Sevdiğin kişiyi yargılama ve gerçekten onun yanında ol.
ZEYNEP SEN
Hayatımızda büyük yer tutan romantik ilişkiler, sosyal bir varlık olan insanın, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmesi için önem taşıyor. İki farklı kültür ve kişiliğe sahip olan kişinin ortak iletişim yolları bulabilmesi ve birbirlerini anlayabilmesi, bireylerin hem iyi oluş hallerini hem de mutluluklarını yakından etkiliyor. Zaman içinde ilişkide oluşan çatışmaların sebebi, partnerler arasındaki farklılıklardan kaynaklanıyor. Çatışmadan kaçınan çiftler, çatışmayla yüzleşen çiftlere göre daha mutsuz oluyor. Çatışmadan kaçınmak, var olan problemi çözmeyi engelleyerek, kızgınlık ve küskünlük gibi olumsuz duyguları ortaya çıkarıyor. Tüm bu sorunları aşmak için aslında basit bazı ipuçlarından yararlanmak yeterli olabiliyor.
İlişkinin sağlıklı olabilmesi için bireylerin tek tek sağlıklı olması önemlidir ve ilişkilerin devamlılığı ile sürdürülebilirliğini asıl zorlayan değişken ise eşlerin çatışmayla nasıl baş ettiğidir. Çatışma hem romantik hem de evlilik ilişkilerinin kaçınılmaz bir parçası ise, bireylerin bununla nasıl başa çıktığı da ilişkinin devamlılığı açısından önemli olacaktır.
1. İletişim Becerilerdeki Eksiklikleri Tamamlayın
Çatışma, belli bir noktaya kadar ilişkide uyum sürecini destekler ve ilişkiden sıkılmayı da engeller. Konuşmalarda tutarlı olmamak, söylenen sözleri sürekli değiştirmek, eşlerin birbirinde ya da ilişkilerindeki değişimlere esnek bakmayarak görmezden gelmesi, uyum sağlayamamak, verilen olumsuz ve kontrolsüz tepkiler, gerektiğinde geri adım atmamak, devamlı haklı çıkma çabası içerisinde bir savaş vermek, mizah anlayışının ve saygılı bir iletişimin olmaması, kırmızıçizgilere ve kişisel alanlara saygı göstermemek, karşımızdaki insanı değiştirmeye çalışmak, ufak şeyleri dahi kavga ortamına taşımak ve güvensiz tavırlar sergilemek, işbirliğinden ziyade rekabetçi tutum yaratmak, yıkıcı bir üslup kullanmak gibi iletişim hatalarını düzeltmeye çalışmak, ilişkilerin sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır.
2. Açık, Yapıcı, Çözüm Odaklı İletişim Kurun
Yaşanan iletişim problemlerini çözmek için çiftlerin ilişkilerindeki aksayan yönlerin olumlu olumsuz taraflarını konuşabilmesi gereklidir. Eşlerin duygularını ve sorunlarını paylaşmayarak, her birinin kendi anlam dünyaları içerisinden karşısındakileri ve olayları tek başına anlamaya çalışmaları, onları birbirlerine yabancılaşmaktadır. Sorun çözme kapasitesini iki bireyin de artırması, ilişkiye işlerlik kazandırmaktadır. Akıl okumadan; açık, kibar, olumlu ve sonuç odaklı, haklı çıkmak amacıyla değil, ilişkinin mutluluğu ve sorunu gerçekten çözmek amacıyla atılan adımlar, gergin anların profesyonellikle yönetilebilmesini sağlayacaktır.
3. Hayatı Gerçek Anlamda Paylaşın
Mutlu ilişkilere bakıldığında, partnerler birbirlerine bakım ve ilgi göstermekte, birlikte sosyal etkinliklere katılmakta, birbirlerine duygusal ve fiziksel yakınlıkla, önem verdikleri değerler konusunda temelde birbirlerine yakınlaşmaktadır. Zor olan hayat koşulları içerisinde, kişinin hayatını paylaştığı partneri ile dayanışma içerisinde olması, olumlu/olumsuz olayları birlikte tartışarak, ortak kararlar verebilmesi, birbirine maddi manevi destek yaratabilmesi çok kıymetli olacaktır. Sadece mutlu anların paylaşıldığı, derinlemesine bir bağ kurma ve bütün olma çabasından uzak, kısa vadeli adımlar, uzun süreli ilişkilerin önünde elbette engel teşkil edecektir.
4. Bireysel ve Çift Olarak Terapi Desteği Alın
Kişilerin öncelikle kendilerini tanımaları gerekir. Kişinin kendi eksik ya da gelişime açık olması gereken noktaları anlaması ve bu konularda kendisine yatırım yapması, kendisinin sağlıklı gelişimi ile ilişkiye de yansıyacaktır. Örneğin kaygılı ya da kaçıngan bağlanma stiline sahip olan bir birey, kendi ailesinde aldatma ya da şiddet hikâyelerine şahit olmuş, travmalar yaşamış, özgüven sorunu bulunan, yani farklı patolojilere sahip olan bir birey, bu sorunun yansımalarını özel ilişkilerine de taşıyabilir. Bireylerin kendi bilişsel ve duygusal sağlıkları, yani iki sağlıklı insanın birleşimiyle ancak sağlıklı bir ilişki oluşturulabilir. Bu noktada, kişilerin öncelikle kendi eksik ya da geliştirilmesi gereken alanlarını keşfetmek ve onarmak için uzman desteği alması büyük önem taşımaktadır.
5. Saldırgan ya da Pasif Agresif Tavır İzlemeyin
Düşüncelerinizi bağırarak ya da aşırı tepkilerle dile getirdiğinizde veya tam tersi bir sorun olmasına rağmen, sessiz kalıp kendinizi net olarak ifade etmediğinizde, karşınızdaki kişi, sizi açık bir şekilde anlayamamaktadır. Uzun süre sessiz kalmak, uzak durmak, ilgisiz davranmak ve konuşmayı reddetmek hem karşı tarafı daha da sinirlendirmekte hem de çözüme ulaşmayı ertelemektedir. Fikirlerinizi nazik geri bildirimlerde bulunarak, uygun ortam ve zamanda, ertelemeden, sorunları görmezden gelmeden konuşmaya alışmak, sorunların birikmemesi için gereklidir. Sert, agresif, kaba tavırlar, hem ilişkinin geleceğini hem de karşınızdaki kişinin size dair his ve düşüncelerini uzun vadede olumsuz etkileyeceğinden, daha sakin ve kontrollü davranmayı alışkanlık haline getirmek yarar sağlayacaktır.
6. Riskli Alanlardan Kaçının
Sorun yaşandığında, ilişkiyi bitirmek ve terk etmekle tehdit etmek, eski sorunları amaçsızca tekrar gündeme getirmek, eşlerin aileleri gibi hassas konuları hiç alakası olmayan noktalarda bile dahil etmek, şahsa yönelik hakaret içeren cümleler, karşı tarafın kırılgan olduğu temalarda risk alarak yıkıcı yorumlarda bulunmak, ilişkiyi daha iyi bir noktaya taşımaktan çok yıpratıcı ve güven/umut zedeleyici sonuçlara yol açmaktadır.
7. İlişkiyi Hayatınızın Merkezine Koymayın
Genellikle kadınların, ilişki ciddileştiğinde yaptığı bu hata, erkekler kendi arkadaş ve kariyer ilişkilerine devam ettiklerinde zamanla sorun oluşturabilir. Halbuki iki bireyin de, erişkin insanlar olarak, farklı arkadaş grupları, kariyer hayatları, farklı sosyal yaşamlarının olması gereklidir. Her faaliyeti birlikte yapmak istemek, kendi kendine yetememek, yalnızken mutlu olamamak, gelişmemiş bir benliğin göstergesiyken, ilişkinin ömrünü azaltabilir ve karşı tarafı bunaltabilir. Ayrıca tek bir kişiye göre hayatı şekillendirmeye çalışmak, bağımlı bir kişilik yapısı hakkında sinyaller de taşıdığından, kişinin kendi gelişimi açısından da sorgulaması gereken önemli bir durumdur.
8. Sosyal Medyada Kontrolsüz Zaman Geçirmeyin
Değişen dünya ve artan teknoloji kullanımı ile birlikte, günümüzde çiftleri en olumsuz etkileyen durumlardan birisi tarafların çok fazla zamanlarını telefon ve bilgisayar başında geçiriyor olmalarıdır. Birlikte yapılan etkinliklerde dahi, telefondan gözünü alamamak, kişiler arasında derin bağ ve gerçek bir iletişimin oluşmasına sekte vurmaktadır.
9. İlişkide Önceliğiniz Olan Değerleri Belirleyin
Sadakat, aile, dürüstlük, kıskançlık, çift olmak, açık iletişim, fedakarlık vb. birçok kavramın siz ve partneriniz için gerçek anlamda neler ifade ettiğini sorgulayarak, önem verdiğiniz değerlere, aynı açıdan bakıp bakmadığınızı ve hangi ortak noktalarda buluşabileceğinize birlikte karar vermek, ilişkinin sağlıklı bir yolda ilerlemesi için önem arz edecektir. Aynı yöne benzer bakış açılarıyla bakmak, ilişkinin konfor alanını genişleteceğinden, her 2 kişi için de bu iletişimi sağlamak daha kolay ve keyifli hale gelebilecektir.
10. Partnerinize ve İlişkinize Gösterdiğiniz Özeni Sürdürün
Hem zaman içinde oluşan farklı kritik durumları yöneterek, ilişkinin olabileceği en iyi hale gelebilmesi ve gelişimi hem de hayatınızdaki partnerinizin ilişkideki doyumunu her zaman önemseyerek, karşılıklı mutluluğu devam ettirmek adına, zamanla rehavete ve hayatın akışına kapılıp, gösterilen özen ve çabayı azaltmamak gerekmektedir. Kişisel bakım, evde ve dışarda partnerimize davranışsal, mental ve ruhsal olarak gösterdiğimiz alaka, paylaşım alanlarına dair planlamaların devamlılığı, kaliteli sohbet ve incelikli iletişimin devamlılığı, uzun soluklu ilişkiler için bir kalkan görevi üstlenecektir.
Uz. Psi. F. Arzu Beyribey
MEMORIAL
Seven Erkek Neden Aldatır?
Erkekler neden aldatır? Aldatan erkeklerin ifadesiyle “bir çiçekle bahar geçmez” dedikleri için mi yoksa evliliklerinin artık alışkanlık haline gelmesi mi asıl neden? Peki bir erkek eşini sevmesine rağmen yine de eşini aldatır mı?
EVET, ALDATABİLİR !
Aldatma olgusu eşini sevme-sevmeme meselesi değildir. Elbette ki pek çok aldatan kişi eşsini sevmiyor olabilir. Ancak bu “eşini sevseydi aldatmazdı “ demek değildir. Eşini sevdiği halde aldatan erkek sayısı eşini sevmediği için aldatandan daha az değildir; kanaatimce çok daha fazladır.
Meseleyi nedenleri ve sonuçları bağlamında daha bütüncül ve doğrulayıcı bir biçimde ele almalıyız. Hemen ön yargı ile yaklaşmamalıyız. Yargılamadan önce dinamiklerini anlamak lazım; neden oluyor, nasıl oluyor, ne zaman oluyor, niyet ne?
ERKEĞİN ALDATMASININ ALTINDA YATAN DİNAMİKLER NE ?
İnsanların büyük çoğunluğu aldatma ve sadakatsizlik hakkında kulaktan dolma ve pek üzerinde düşünülmemiş sadece yüzeysel bir bakışla kabul edilmiş algılara ve yargılara sahiptir. Partnerini seven erkeklerde ki aldatmanın altında ise sevgi arayışı vs. değil, büyük ölçüde “sahip olma” duygusu yatabilir. Evet erkek aldatmasında fazladan bir kişiye değil, kendisine ait olmayana sahip olma duygusu daha baskındır . Bu aslında temelde ki “güç , güçlü olma, güçlülük” duygularını yahut algılarının farklı bir tezahürüdür. Çünkü erkek en azından fizyolojik açıdan güçlüdür ya da öyle görünmek ister. Güçlü olmak ise doğası gereği elde edebilme davranışlarına itmektedir.
YA PARTNERİNİN SEVGİ DİLİNİ BİLMİYORSA?
Yapılan tespitler sonucunda sevildiğini hissetmenin, insanın birinci derecedeki duygusal ihtiyacı olduğu sonucuna vardılar. Sevgi için dağları, denizleri aşar, çölleri yürüyerek geçer ve anlatılamayacak güçlüklere katlanırız. Sevgisiz, dağlar aşılamaz, denizler geçilemez, çöller dayanılmaz ve zorluklar yenilemez diye bahsederiz hep.
Ermiş kişiler, sevgi ile güdülenmemiş tüm insan başarılarının, sonuçta, boş olduğunu söyleyerek sevgiyi yüceltmiştir. İnsanlık oyununun son sahnesinde üç karakterin kalacağını söylemiştir: “inanç, umut ve sevgi. Fakat bunların en önemlisi sevgidir.”
İnsanoğlunun kalbinde de samimi olmak ve birbirlerini sevmek için duyulan arzu yatar. Evlilik bu yakınlık ve sevgiye duyulan gereksinimi karşılamak için tasarlanmıştır. Eşi tarafından sevildiğini hissetme gereksinimi evliliğe dair arzuların kalbidir. Yani bu noktada ilişki içerisinde birbirimizin sevgi gereksinimini nasıl karşıladığımız çok önem arz ediyor. Siz eğer partnerinizle kaliteli bir vakit geçirerek sevgi deponuzun dolacağını düşünüyorsanız eşinizin bunu bilmeden sizin deponuzu boş bırakması sizi başka eğilimlere itebilir ve eşinizden soğutabilir.
Bir adam geçenlerde bana şöyle dedi, “Eğer kariniz sizi sevmezse, evin, arabaların, sahilde bir yerin ve geri kalan her şeyin ne önemi var? Her şeyden daha fazla, karim tarafından sevilmeyi istiyorum.” Maddi şeyler duygusal sevginin yerini alamaz. Bir kadın diyor ki, “Beni bütün gün ihmal ediyor ve sonra benimle yatağa atlamak istiyor. Bundan nefret ediyorum.” O seksten nefret eden bir eş değil; yalnızca sevgi için umutsuzca yalvaran bir eş. Maalesef birbirimizin sevgi dilini tanımıyorsak sonrasında seven insanlar olarak da aldatanlar kategorisine girebiliyoruz.
Siz eşinizle ile oturup konuşmak istiyorsunuz ama o size çiçek gönderiyor. Siz ev yemeği yemek istiyorsunuz, ama o size sarılarak doyuruyor ise işte aslında sorun sevginizde değil sizi başka yollara iten durumun nedeni birbirinizi sevmemeniz değil, sevgi dilinizdir. İnsanlar sevgi dillerini farklı şekillerde ifade edebilirler.
Biriniz eşinizin sizi sürekli onaylamasından hoşlanıyor bir değiriniz kaliteli hoş bir vakit geçirsek keşke diyebiliyor bir diğeriniz hediye alsa keşke yüzüğümde eskidi diye iç çekiyor, bazısı bana sarılsın, dokunsun deyip fiziksel temas ile tatmin oluyor olabilir. Günde 12 saat eşi ve ailesi için çalıştığını söyleyen bir adamın da, eşi onunla vakit geçirmek, sohbet etmek isteyip deposunun o şekilde dolacağını belirtiyor ise kadın için adamın günlerce çalışması hiç bir anlam ifade etmeyebilir. Sizin için önemli bir şey karşınızdaki için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ya da sizin gerekli bulduğunuz bir şeyi karşı taraf hiç umursamayabilir.
Sonuç olarak “Seven erkek neden aldatır?” yazımda en çok değinmek istediğim konu insanların sevgi diline , sevgi deposuna açıklık getirmek olucaktı. Duygularımızı ifade etme biçimimiz hepimizin farklı farklı öncelikle birbirimizi “tanımak, anlamak, dinlemek, fırsat vermek” gerekiyor.
Aldatma şu ya da bir nedenle olabilen bir unsur .Ama büyük çoğunluk için sorun, çok istemelerine rağmen çift olmayı beceremiyor olmaları. Bavulda çocukluk yaraları, karşılanmamış ihtiyaçlar, kapı kapı gezip bireyciliğin zehirlediği zihinlerle ve sonsuz aşk fantazileri ile bir kapı çıksın ve mutlu etsin beni diye dolanmak. Olmadı mı, o zaman aramaya devam. Sonu olmayan bir döngü. Kadınların da erkeklerin de insan olmaya dair bir olgunlukla bağlanabilmesi, ‘’biz’’ olmayı becermesi, derin bir anlam duygusunu birbirlerine yaşatabilmesi için alınacak çok yol var gibi.
PEKİ YA CİNSEL SORUNLAR?
Kadın veya erkeğin yaşadığı vajinismus, sertleşme, erken boşalma veya cinsel isteksizlik gibi cinsel işlev bozuklukları, çiftlerin tatminsizliğine yol açarak duygusal ve bedenen oluşan bu açığı başka bir kişiyle kapatmaya itebiliyor. Bunun dışında cinsel işlev bozukluğu olmamasına karşın, aldatan kişinin yenilik ve heyecan arayışı, cinsel fantezileri eşiyle yapamayacağı düşüncesi, dürtüsellik, doyumsuzluk gibi sorunlarının olması onun sadakatine zarar verebiliyor. Eşini sevse dahi ilişkiyi ve evliliği bitirmenin yerine aldatmayı tercih etmesinin de nedeni olabiliyor.
Peki ya herhangi bir sorun yokken de aldatma gerçekleşebilmektedir. Peki böyle bir durumda aldatma nasıl açıklanır? Cinsel olarak tatmin olan ve birbiriyle ilişkisinde mutlu olan bireyler bile kimi zaman birbirlerini aldatabilir. Buna neden olarak da, “kendilerine engel olamadıklarını” ya da “karşı tarafın çekim gücünün, kendilerinden daha güçlü” olduğu sık sık öne sürülmektedir. Bu durumda kişinin nefsini yani dürtülerini kontrol etmesi önemlidir.
Bu kontrol, davranışları düzene sokan ve şekillendiren beyin yapılarının daha koordineli olarak çalışması şeklinde açıklanabilir. Bu kontrol insanların çekici alternatiflerin cazibesine kapılmasına engel olmaktadır. İnsanlar, daha çekici bir alternatifle karşılaştığında, ani dürtüsel tepkileri ile, uzun süreli ilişkisini korumaya yönelik tepkiler arasında bir çatışma yaşamaktadır. Romantik bir ilişkide olsun veya olmasın, güzel bir insan gördüklerinde, otomatik olarak bu kişiye bir yakınlık hissedilebilmektedir. Çekici insanlarla karşılaşan kişiler, bu insanlara otomatik olarak eğilim göstermeye yönelmekte, aynı kişiler çekici olmayan insanlarla karşılaştığında, bu eğilimin ortadan kalktığı görülmektedir.
EVLİLİĞİ İYİ GİDENLER BAZENDE MACERA OLSUN DİYE ALDATIYOR!
Evliliği iyi giden kişilerin aldatmaları, macera düşüncesiyle olur. Kişiler bunun sonunda ciddî bir suçluluk ve pişmanlık hisseder. Aldatan eşler genellikle “Ben eşimi duygusal olarak değil, sadece cinsel olarak aldattım.” iddiasında bulunur. Fakat cinsel beraberliğin devamı hâlinde duyguların buna katılmaması, beraber olunan kişiyle duygusal bağ oluşmaması mümkün değildir. Bunu erkek hissetmese de kadın hisseder.
İLİŞKİYE EN ÇOK YIPRATAN ALIŞKANLIKLAR DA OLABİLİR!
Bir çiçekle bahar geçmez mi ?
“Eşini aldatan erkeklere bu davranışlarının sebebi sorulduğunda, alman cevap çoğu zaman, “bir çiçekle baharın geçmeyeceğedir. Aslında bunun en önemli sebebi, eşiyle yaşadığı evliliğin monotonluğu ve renksizliğidir. Bir ilişkiyi en çok yıpratan şey alışkanlıktır. Her evlilik de bir müddet sonra alışkanlık hâline gelir.
Bir şeyin alışkanlık hâlini almaması için farklı şekillerde sunulması gerekir. İnsan, eğer ilişkilerini renkli ve çeşitli hâle getirebilirse, alışkanlık tehlikesinden kurtulur. Toplumlarda her şeyi klâsik yaşayarak mutlu olan insanlar da vardır; ama yeni şeyler keşfetmenin mutluluğu ayrıdır. Evlilikte yaşama uygun davranabilmek önemlidir. Beyne sadece belli zevk alanları öğretilirse o olmadığı zaman yaşam sebebinin ortadan kalkacağı düşünülür. Meselâ eşler, cinsellikleri zayıfladığında farklı zevk alanları keşfedebilirler.
Kadın erkek ilişkisinde üç aşama vardır. Birincisi arkadaşlık aşamasıdır, insanî ilişkiler içerisinde giden süreçtir. İkincisi sevgililik, üçüncüsü ise cinsel beraberliktir.
Birçok kişi “Sevgilim, eşim, beni aldatmaz” der ve hayatını buna göre yaşar. Aksi ortaya çıktığında kişinin aldatıldığını kabullenmeye ve bununla baş etmeye hiçbir hazırlığı yoktur. Bir çiftin elinden ilişkilerini, mutluluklarını ve kimliklerini çalabilecek bir eylem var ki, adı aldatma. İlişki sınırlarının bir çeşit ihlali olan aldatma oldukça yaygın bir davranış olmasına rağmen doğası pek anlaşılmamaktadır. Gerçek yaşamda çiftlerin yüzde 60 ile yüzde 75’i sadakatsizliğe rağmen evliliklerine devam etmektedirler. Peki bir erkek eşini ve ya sevgilisini sevse bile partnerini neden aldatabilir?
Genel olarak Erkeğin aldatmasının merkezinde bulacağınız nedenler;
- Cinsel yoğunluk, özlem ve istek veya cinsel işlev bozukluğu
- Duygusal tatminsizlik
- Birbirine bağlayan halatların zedelenmesi
- Sevgi dilini tanımaması
- Net ve şeffaf olmamak
- Yenilik ve macera arayışı
- Daha özgür ve bağımsız hissetmek
Kısaca kaybedilen parçayı yeniden bulmak için bir dilek ya da yitirilen yaşam enerjisini yerine getirme çabasıdır. Bu noktada aldatmaya aradığını bulma teşebbüsü diyebiliriz. Kadın der ki “Bunda ne buldu ki gül gibi karısını aldatıyor?”
Öte yandan aldatmayı ‘başka bir ben arayışı’ olarak da adlandırabiliriz. Şöyle ki, örneğin, bir kadın aldatma motivasyonunu açıklarken evi temizleyen, yemek yapan, çocuklara bakan, kocasını bekleyen, bezgin kadın olmaktan çıkıp iltifat alan, onaylanan, güçlü hisseden biri olduğunu hissetmeye başladığını söyleyebilir. Buradaki temel yeterli, değerli ve özel hissetme ihtiyacı, kısaca arzulanma arzusudur.
Aldatma sonrası bir ilişkinin sağlıklı yürüme ihtimali var mı?
Var ama belli koşulların gerçekleşmesine bağlı. Birincisi her iki tarafın da sorunu aşmaya gönüllü olması, birbirlerini sevdiklerini bilmeleri, ilişkilerinin ihtiyaç ve eksiklerinin neler olduğunu tartmaları gerekiyor . İlişkilerinin aldatmanın açtığı yaraları aşacak potansiyele sahip olması. Olmazsa olmazların başında evlilik dışı ilişkinin bitmesi geliyor. Aldatan eşin olaydaki sorumluğunu kabul edip içten özür dilemesi, her türlü onarma girişimini isteyerek ve titizlikle yapması, eşinin ruh halindeki dalgalanmaları göğüslemesi gerekiyor. Aldatma eşlerin evliliklerinde sorunların neler olduğunun farkına varmasına ve sevgiyi, güveni ve saygıyı arttırıcı çözüm becerilerini geliştirmesine yol açabiliyor. Sakinleşme sağlandıktan sonra, çift evliliklerini yeniden yapılandırıp, daha birbirlerine bağlı ve sağlıklı bir şekilde sürdürebiliyorlar.
Uzman Psikolog Mehmet Ulubey
“Aldatmak” Nedir? Erkekler Neden Aldatır? Toplum Açısından Aldatma Durumunu Etkileyen Sebepler?
Sözlükte aldatmak kelimesi “yanılmasını sağlamak, yanıltmak, sözünde durmamak, yalan söylemek, eşine sadakatsizlik göstermek, beklenilmeyen bir davranışta bulunmak” anlamına gelmektedir. Bizim ele aldığımız romantik ilişkilerdeki aldatma olacaktır. Romantik ilişkilerdeki aldatma; partnerler arasında anlaşma ve güvenin, başka bir kişinin romantik, duygusal veya cinsel biçimde ilişkiye dahil olmasıyla ilişkinin bozulmasına sebep vermesi durumudur. Aldatma aynı zamanda “sadakatsizlik, evlilik dışı ilişki, ilişki dışı ilişki, ihanet” anlamlarına da gelmektedir.
Toplumda Aldatma
Bazı araştırmacılar aldatmanın toplumsal değişikliklerden etkilendiğini öne sürmüştür. Bu araştırmacılar aldatmanın yaygınlaşmasını şu şekilde sıralamıştır:
- Etik değerlerin bozulması,
- Kadınların iş hayatına atılmasının aldatma fırsatlarını artırdığını,
- Doğum kontrolünün sağlanmasıyla cinsel özgürlüğün artması,
- İnsanların geçmiş yaşantısına göre daha çok kişiselliklerine odaklanmaları,
- Evden uzak kalıp, başkalarıyla yakınlaşma fırsatının bulunması,
- İnternette yeni partnerler bulma (siber aldatma)
Erkekler Neden Aldatır? Erkeklerin Aldatma Sebepleri
Aldatmanın nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz;
- İlişkilerinin hayal ettikleri gibi olmaması,
- Heyecan arama,
- İntikam duygusu,
- Egolarını tatmin etme,
- Hissedecekleri anlık haz alma duygusuna kapılma,
- Spiritüel boşluk duygusu hissetme.
Bunların yanı sıra bazı evlilik içi bazı süreçler de aldatma olasılığını artırmaktadır. Bu süreçler; evliliğin ilk yılları, annelik eşin temel odağı olduğunda ve çocuklar evden ayrıldığındadır. Aldatma bir anlık yaşanan, kısa süreli sonuçlar veren yaşantı olmaktan ziyade uzun sürede yaşanan ve uzun sureli sonuçları etkileyen bir durumdur. Aldatmak farklı aşamalardan meydana gelmektedir;
Hazırlayıcı aşama: Eşler olan bitenler hakkında dürüstçe iletişim kuramadıklarında ve verilen farklı kararlar eşler arasında ayrışmayı başlatmaktadır. Bu farklı kararlar partnerden bilgi almadan ve hatalı yorumlamalar yüzünden oluşur. Bıkkınlık, huzursuz hareketlilik, değişim için hazır olma duyguları hakimdir. Hazırlayıcı aşamasından sonra aldatma 6 aşamada gerçekleşir.
- Aldatmanın filizlendiği aşamadır. Farklılıklar, doyumsuzluk, yaralanma, tartışılmamış ve çözülmemiş sorunlar bu aşamada dikkat çeker. Partnerler tekdüzelik içinde olduklarını hisseder.
- Aldatma gerçekleşir. Doyumsuz partner aldatır. Bu aşamada aldatan partner, yaptığını inkar eder.
- Aldatmanın ortaya çıkmasıdır. Önemli bir aşamadır çünkü partnerlerin kendilerine ve evliliklerine dair çizdikleri tablo bir daha asla aynı olamayacaktır.
- Aldatma sonrası evlilik sorunları yaşanır. Aldatılan eşin aklı aldatmaya takılmıştır ve büyük problemdir. Bu aşamada verilen karar partnerlerin ayrı ya da birlikte sorunları belirlemeyi seçtiği, yeniden yapılandırma aşamasına gidilir.
- Yeniden yapılandırma aşamasıdır.
- Kararlar sonucunda nasıl hareket edileceği belirlenir. Olası süreç affetme olayıdır.
Aldatma Nedir?
Aldatma, partnerin rızası olmadan üçüncü kişi ya da kişilerle yaşanan duygusal veya cinsel birlikteliktir. Yani, kişinin partneriyle arasındaki güvenin, diğer bir kişinin cinsel ya da duygusal olarak katılımıyla bozulmasıdır. Fiziksel ya da duygusal yakınlık olarak ortaya çıkar. Fiziksel aldatma, kişinin cinsel olarak başkasıyla yakınlık kurması; duygusal aldatma, kişinin ilgi, sevgi, dikkat ve zamanını diğer kişiye vermesiyle oluşur. Aldatmanın kendi arasında sınıflanmıştır:
- Duygusal aldatma
- Tek gecelik aldatma
- Uzun zamanlı aldatma
- Gönül Eğlendirme
Bazı araştırmacılar ise aldatmayı üç gruba ayırmıştır; duygusal, cinsel ve hem duygusal hem cinsel. Duygusal aldatma, partnerinden başkasına aşk ve sevgi hissetmesi, o kişiyle özel paylaşımlar yapmasıdır. Cinsel aldatma ise partnerinden başka biriyle cinsel olarak paylaşımlarda bulunmadır.
Kadınları Aldatmaya İten Sebepler Nelerdir?
Bir çalışmada evli olan Amerikalıların %15-25’inin, bu katılımcılardan erkeklerin %22,7’sinin, kadınların ise %11,6’sının evlilik dışı ilişki yaşadığı bulunmuştur. Ayrıca Avrupa ülkelerinde 1970’den bu yana eşlerini aldatan kadınların sayısındaki artışın erkeklere göre 4 kat daha fazla arttığı görülmüştür. 2019’da erkeklerin %49’u en az bir kere eşini aldatırken, en az bir kere aldatan kadın oranı ise %37’dir.
Şimdi kadınların aldatma sebeplerini sıralayalım…
- Evli olan kadınların aldatmasının en temel sebebi evlilikte yaşanan çeşitli nedenlerden dolayı mutsuz olunmasıdır. Mutsuz olan kadın, mutlu olmak için partneri dışındaki insanlara yönelmeye başlayabilir. Kendisini mutlu eden ilk erkekte de aldatma olayını gerçekleştirebilir.
- İlişkide sevgi, romantizm, heyecan, aşk gibi duyguların eş tarafından karşılanmaması nedenlerin başında gelir. Karısına duygusal olarak ulaşamayan erkek, kadını aldatmaya itebilir.
- Eşinin ailesiyle yaşadığı problemlerde eşi tarafından yeterince destek görememesidir. Kocasını yanında bulmayan kadın kendisini yalnız hisseder ve yalnızlığını başka insanlarla gidermeye çalışabilir.
- Eşinin iş ve askerlik gibi sebeplerden dolayı uzun süreli evden uzak kalması kadını aldatmaya iten nedenler arasındadır.
- Aşırı kıskanç davranan eş, kadını bunaltıp kendisinden uzaklaştırabilir.
- Erkek bakımına özen göstermezse (sık duş almama, diş fırçalamama, tırnak kesmeme) kadında tiksinti uyandırabilir.
- Erkek, partneri dışındaki kadınlara ilgi gösterip ancak karısından bu ilgiyi esirgiyorsa kadın özgüven sorunu yaşar. Özgüvenini hasara uğratan erkekten uzaklaşır ve sonrasında aldatmaya yeltenebilir.
- Eşin alkol, madde veya şans oyunları bağımlılığının olması da nedenler arasındadır.
- Eşinden saygı, değer, önemsenme görmeyen kadın yakınlık ve şefkat duygusunu başka erkeklerde arayabilir.
- Erkeğin olduğu kadar kadının alkol ve madde bağımlısı olması da aldatma nedenlerindendir. Alkol ve maddenin etkisiyle bir kadın zamanla kişilik erozyonlarına uğrayabilir veya değer yargılarında aşınma olabilir. Bu durumlarda da aldatma eylemi daha kolay olur.
- Erkeğin güvensiz, pasif, sorumluluk sahibi olmaması eşe olan saygının yitirilmesine neden olur.
- Çiftin cinsel hayatlarında yaşanan durumlar da aldatmaya neden olabilir. Erkek yatakta romantizme ve aşk oyunlarına yer vermemesi, yatakta bencil davranması, kadını tatmin etmemesi gibi durumlar buna örnektir. Erkekler bunun önüne geçmek için kadının haz bölgelerini çok iyi bilip kadını yatakta mutlu edebilir.
- Kalabalık bir aile içerisinde yaşayan çiftler aşklarını veya evliliklerini rahat ve özgür bir şekilde yaşayamaz. Hele ki sorumlulukları da ağır ise cinsellik ve kadınlık ikinci plana atılır. Ancak ev dışında kadının bu yönlerine vurgu yapan veya bu yönlerini uyandıran bir erkek fazlasıyla cazip gelir.
- Kadının etrafında eşlerini aldatan arkadaşları varsa bu eylem zamanla özenti, eğilim ve merak duygusu uyandırabilir.
- Ruhsal hastalıklar döneminde olmak aldatmayı tetikler. Örneğin depresyon rahatsızlığı olan kadın yaşadığı acı ve yalnızlığı gidermek için (eşi gerekli yardımda bulunmuyorsa) eşinin olmadığı yerlerde, mekanlarda yeni tanıştığı biriyle aldatma eylemini gerçekleştirebilir.
- Aile baskısıyla istemeyerek yapılan evlilik, kadının seveceği bir erkeği bulana kadar sürebilir. Boşanamama durumunda ise çareyi aldatmada bulabilir.
- İntikam duygusu. Aldatılan kadın eşinden intikam almak için misilleme yaparak durumu eşit hale getirmek isteyebilir. Ancak bunu bir kere yapar ve bırakır, bazıları ise eşi yaptığı müddetçe yapmaya devam edebilir.
- Kadında kişilik bozukluğunun (özellikle bonderline kişilik bozukluğu, histerik kişilik bozukluğu) olduğu kadınlarda aldatmaya zaman zaman rastlanır. Ayrıca zekası düşük, çabuk inanan kadınlar da bu yola girebilir.
- Uzun süre baskı altında olan kadın, ekonomik ve statü konusunda yükselişe geçmesinin bastırdığı aldatma dürtüsünün ortaya çıkmasını sağlayabilir.
- Kişiliği bozacak olan tümör gibi fiziksel ve hormonsal hastalıklar kadının aldatma sebepleri arasındadır.
- Erkeğin sürekli kadını eleştirmesi, aşağılaması veya fiziksel şiddete başvurmasının ardından kadının güvenilir liman bulması aldatma eyleminin gerçekleşmesini sağlar. Özellikle sürekli eleştiriye maruz kalan kadın onu değerli hissettirecek bir erkek ile ilişkiye başlayabilir.
Mehmet ULUBEY (Psikoterapist / Yazar)
Ayrılık Tam Olarak Ne Demektir? Ayrılık acısı neden olur?
Aşk acısı nasıl geçer? Makalemizin devamı niteliğinde olan yazımızı dikkatlice okumanızı isteriz. Aşk acısını anlamlandırmak için ayrılığın ne olduğunu tam olarak bilmemiz gerekir.
Ayrılık gönülden bağlandığımız bir nesnenin, sevilen bir kişinin, bir değerin ya da vücut bütünlüğümüzün bizden alınması, kaybedilmesi ise; psişik acı da bu ayrılığın, kopuşun getirdiği acıdır.
Ayrılık acısına getirebileceğimiz en basit tanım ise bizi seven varlığa bağlayan bağın aniden kopmasıyla oluşan duygulanımdır. seçtiğimiz kişi ile bizi bağlayan bağın aniden kopuşuyla oluşan itkisel sarsıntı halinin ‘ben’ tarafından algılanmasıdır.
Psişik acı, ayrılık acısı, sevilen bir varlık bizi sevgisinden ansızın mahrum bıraktığında yaşadığımız terk edilişin, nefsimiz derinden yaralandığında hissettiğimiz küçük düşmenin acısı da olabilir. Bu durumlarda en sağlıklısı evlilik terapisi almak olsa da genelde kabul etmeyiz. Yani sevilen bir nesnenin, yoğun ve kalıcı bir şekilde bağlandığımız için psişik dünyamızın ahengini sağlayan nesnenin ani ve sert kopuşunun oluşturduğu acılardır. Acı bir kopuşla başlar, kopuşun tetiklediği psişik sarsıntı ile devam eder ve ‘ben’in sarsıntıya karşı savunmacı tepkisi ile sona erer.
Acı psikanalitik kuramda gerilimin uç değişimlerini, haz ilkesinden kaçan değişimleri bilince yansıtan bir duygu olarak ele alınır. Normalde psişik işleyiş, itkisel gerilimlerin şiddetini düzenleyen ve bunları katlanabilir hale getiren haz ilkesiyle yönetilir. Ancak sevilen bir varlıkta ani bir kopuş meydana gelirse, gerilimler serbest kalır ve haz ilkesi işlevini yitirir. Yani kendi içinde kontrol edilemeyen gerilimlerin kargaşasını algıladığımızda hissettiğimiz şey acıdır. Varlığı benimkiyle uyum halinde atmaya devam ettikçe sevilenin varlığı kişiyi acıdan korur. Fakat daha önceden çekmediği kadar ıstırap çekmesi için onun aniden ortadan kaybolması ve sevgisini kişiden çekmesi yeterlidir.
Başlangıçta bu acı (ayrılık acısı) hiç bitmeyecek gibidir.
Ayrılığın hemen başlarında giderek yoğunlaşan ve giderek derinleşen dayanamıyorum hissi (ayrılık acısı) çoğu kişide uzun zaman sonra azalır. Yine de bu durum sevgilinin tamamen unutulacağı ve bir daha hiç hatırlanmayacağı anlamına gelmez. Daha nadiren kimi kişide ise yıllar içince bu acı daha da artarak devam edip daha fena bir hale dönüşebilir. Sonuçta aslında ayrılık acısı duygusu bir tür yas reaksiyonudur. Sanki ölmüş birisine ağlayıp giderek bu sürece alışmak gibi.
Seçtiğimiz ve bağlandığımız nesne(kişi) bizim için çok önemli olmazsa ve ona yatırım yapmazsak ondan kopmak, ayrılmak da zor olmayacaktır ve yas tutmak da gerekmeyecektir. Ancak güçlü bir aşk ve sevgi bağının ardından ayrılık her ne sebeple gelirse gelsin bizlerin hayatında duygusal, fiziksel, işlevsel kayıplara neden olur. Yas sürecinin ne kadar olacağı belirsizdir. Bu içsel bir tamamlanma, halleşme süreci olacaktır.
Her aşkta ayrılık acısı farklı bir süreç doğabilir, bazen birkaç gün, bazen birkaç ay ya da yıl. Bazen de bir ömür boyu tamamlanamayan yaslar olacaktır.
Ayrılık acısı ne kadar sürerse sürsün yas bitmeden yeni bir aşka yelken açanlar fırtınalı denizlerde acı çekmeden boğulmayı da göze almalıdırlar.
Freud’a göre ayrılık acısı nedir?
Freud’un da tanımladığı üzere ayrılık acısını bitirmek öyle kolay ve hızlıca olmayacaktır. Ancak bugün bizler hızlı bir yaşama alıştırıldık. Hızlıca yeriz, hızlıca çalışırız, hızlıca giyiniriz, hızlıca dinler, anlatırız. Üzülmeye, ağlamaya, hastalanmaya, sızlanmaya, zayıf olmaya zamanımız yoktur hatta hakkımız bile yoktur. Aynı konuya olan üzüntümüzü üst üste dile getirsek sorunlu, depresif damgası yeriz. Hemen bir uzmana yönlendiriliriz en yakınlarımız tarafından. Hâlbuki acı çekmek de, üzülmek de yine biz insanlara dairdir.
Birine aşık olduğunuz sürece hissettiğiniz taşkın duygular, yoğun yaşam enerjisi ve patlayan bir mutluluk hali ne kadar gerçek ve güzelse, bunları yaşamaya neden olan nesnenin kaybı da o denli yıkıcı ve ıstırap verici olacaktır. Gel gör ki ona tahammülümüz yok. Her zaman, her an sonsuza dek hep mutlu, neşeli ve hayat dolu olalım. Olalım da bu şu an ve burada ne kadar mümkün? Belki sadece kabul etmeye ihtiyacımız var, aydınlıkla karanlık, doğumla ölüm, mutlulukla hüzün… Her kavram zıddıyla vardır ve biri diğerini kendinde barındırır zaten. Tek yapmamız gereken aşkın kaybının acısını yaşamaya kendimizi bırakmak ve iyileşmek için beklemek, tıpkı bir yaranın kapanma süreci gibi.
Mehmet ULUBEY (Psikoterapist / Yazar)
Güzellik Ve Karakterin Aşk Üzerindeki Etkisi… Kişilik mi bizi daha çok etkiler yoksa dış görünüş mü?
Çeşitli araştırmalarda çiftlerin %90’ı eşlerinden neden etkilendiklerini anlatırken kişilik özelliklerinden bahsetmişlerdir. Yaklaşık üçte ikisi ise dış görünüşten bahsetmiştir.
Peki siz neden aşık oldunuz? Muhtemelen aklınıza gelen karşınızdakinin bir takım özellikleridir. Özellikle kadınsanız sevdiğiniz kişinin dış görünüşünü ikinci sırada sayabilirsiniz. Peki gerçekten de böyle mi? Kadınlar dış görünüşten daha mı az etkileniyor? Bir araştırmaya göre bunun cevabı hayır. Kadınlar yalan makinesine bağlı olduklarında dış görünüşün önemini daha çok vurgulamışlardır. Görünen o ki toplumsal bir kural gereği kadınlar dış görünüşün önemini itiraf etmekten kaçınmaktadır. Araştırmalar göstermiştir ki, bir yüze 150 milisaniye süreyle baktıktan sonra verilen çekicilik puanı, aynı yüzü uzun uzun inceledikten sonra verilen puana çok yakındır. Dış görünüş bir seçim süzgeci yerine geçtiğinden, romantik bir ilişkinin başlangıcında oldukça önem taşımaktadır. Fiziksel olarak itici bulduğumuz biriyle romantik anlamda yakınlaşma olasılığımız düşüktür. Bunun istisnaları ‘Güzel ve Çirkin’ hikayesinden de bildiğimiz gibi olabilmektedir.
Güzel Olan Nedir?
Güzellik sübjektif bir kavram olmasına rağmen, neyin güzel kabul edildiğini büyük ölçüde toplumsal normlar ve moda belirlemektedir. Örneğin daha önceki dönemlerde güzellik dolgun vücut ile temsil edilirken, 20. yüzyılda bunun yerini atletik ve zayıf bir yapı almıştır. Güzelliğin ne olduğu kültürel algılara göre değişmesine rağmen erkeklerin genellikle iki tür yüzü çok çekici bulduğu ortaya çıkmıştır. Bunların birincisi; bebek yüzlü (büyük gözlü, küçük burunlu, küçük çeneli çocuksu bir yüz) ile seksi kadındır (yüksek elmacık kemikleri, yüksek kaşlar, büyük göz bebekleri ve geniş bir gülümseme).
Peki neden bebeksi yüz bu kadar güzel gelmektedir? Çünkü bu yüz biçimi erkeklerde koruma duygusu uyandırmaktadır. Bu koruma arzusunun da evrimsel bir işlevi olduğundan bugüne kadar gelmiştir.
Güzel bir yüzün yanında güzel bir vücut da hem erkekler hem de kadınlar için önemlidir. Büyük göğüslü kadın stereotipine rağmen erkeklerin en beğendiği kadınların ne çok büyük ne çok küçük göğüslü olduğunu göstermiştir. Aynı zamanda bel-kalça oranı erkeklerin baktığı bir diğer özelliktir. Eş adayı olarak erkekleri değerlendiren kadınlar ise kas yapısı, geniş omuzlar, gelişmiş bir göğüs ve uzun boya önem vermişlerdir. Yüz ve vücut simetrisinin her iki cinsiyetin de önem verdiği bir faktör olduğu bulunmuştur.
Güzelliğe karşı neden olumlu bir yargımız var?
Bu konuda farklı açıklamalar mevcuttur. Evrimsel bakış açısından, çekici kadınlarla erkeklerin eş bulma, üreme ve çocuklarını yetişkinliğe ulaştırma olasılıkları daha yüksek bulunmuştur. Kadınlardaki bel-kalça oranı doğurganlıkla ilişkilendirilir ve erkeklerdeki uzun boy ve atletik vücut ise, daha koruyucu olma ve güveni sağlayabilme anlamına gelir.
Çekicilikte Denklik
Sevgililerimizin çekicilik düzeylerinin genellikle bizimkine yakın olduğunu gösteren pek çok çalışma vardır. Her ne kadar tanıdığımız en çekici insanla beraber olmak istesek bile çoğu zaman ödün vererek kendimizden ne daha az ne daha fazla çekici biriyle birlikte oluruz.
Bazı insanların güzelliği tartışılmazdır, ancak yine de güzellikle ilgili yargılarımızda öznel algımızın etkisi fazladır. Bize çekici gelen bir başkasına çekici gelmeyebileceği gibi, algılarımız dış görünüş ile bağlantısız şeylerden ötürü de değişebilir. Giderek sevmeye başladığımız kişiler bize başta olduğundan daha çekici gelirken, hoşlanmamaya başladığımız kişilerse daha çirkin gelebilir.
Karakter
Araştırmalara göre sevilen kişilerde ortak olan özellikler; dürüstlük, yeterlilik, yetenek, zeka, canlılıktır. Becerikli ve yetenekli olma o kişiyi daha çekici algılamamızı sağlar. Yine karşımızdaki kişinin insani zaaflara sahip olduğunu görmek çekiciliğini daha da arttırmaktadır.
Bizi romantik bir eşe hangi özellikler çeker?
Hem erkek hem de kadınlar kendilerini çeken özellikleri iyilik, cana yakınlık ve mizah anlayışı şeklinde ifade etmişlerdir. Buradan çıkan sonuç, bize kendimizi iyi hissettiren, sıcak, duyarlı, komik kişilere çekim duyduğumuzdur.
Sonuç olarak; güzellikle karakter hem birbirini hem de beraberce bizi etkiler. Güçlü bir mizah duygusu olan, sıcak, duyarlı bir kişi bize daha çekici görünürken, çok çekici bir kişi de sıcak, iyi, bilge ve heyecan verici görünebilir.
Kendini Gerçekleştiren Kehanet
Davranışlarımız çevremizdekileri etkiler. Bir erkeğe dünyanın en iyi, en cömert adamıymış gibi davranan bir kadın, adamı cömertleştirir; bir kadına güçlü, becerikli biriymiş gibi davranan bir adam, kadının daha yeterli olmasını sağlar. Güzellikle karakter en azından bir dereceye kadar karşılıklı etkileşimin ürünüdür. Bir kişinin dış görünüşüne ve kişiliğine dair algılarımız, o kişinin kendine dair algılarını, dolayısıyla davranışlarını etkiler. Bu da bizim o kişiyle ilgili algımızı pekiştirir. Don Juan’ın başarısının nedeni, karşılaştığı her kadına, en itici olanlar dahil, dünyanın en seksi, en arzulanır kadını gibi davranması ve böylece etrafındaki kadınların da ona karşı seksi ve çekici davranmaya başlamasıdır..
Sevenin Kişiliği
Kimlik duygusu ve özgüven sevme ve sevilme yetimizi etkiler. Kolayca aşık olan kişiler genellikle özgüveni yüksek, savunmacı olmayan kişilerdir. Birini sevebilmek için önce kendimizi sevmemiz ve sevilebileceğimize inanmamız gerekir.
Ne yapmalı?
- Çekicilik düzeyi sizinkine denk bir sevgili arayın. Sevgili ararken en önemli kural, en çekici kişiyi seçmek değildir. En iyisi, çekicilik bakımından size benzer kişiler arasından en çekicisini seçmektir. Bu kurala uyanların daha uyumlu ve doyurucu romantik ilişkiler yaşaması olasıdır.
- Karakter açısından ise aşk arayışında size yol göstermesi gereken duygu durumu zevk, neşe ve rahatlıktır. Bu ölçütlere göre ise sıcak, duyarlı, düşünceli ve mizah duygusuna sahip adaylar en iyi adaylardır.
- Kendini gerçekleştiren kehanetlerden faydalanın. Olası romantik eşinize tam aradığınız- seksi, heyecanlı, çekici- kişilermiş gibi davranın. Sizin böyle davranmanız onların içindeki özellikleri dışa vurmalarını sağlayacaktır.
PSİKOLOJİ DERGİSİ
Aşk, farklı kişiler için farklı şeyler ifade eder dolayısıyla aşkı kesin çizgilerle tanımlamak mümkün değildir. Romantik ilişki; heyecan, tutku, mutluluk, coşku gibi benzer duyguları yoğun bir şekilde yaşanmasına sebep olur. Yaşanan duygusal ilişki kalp çarpıntısı, uyuyamama ve bedenimizde bazı hormonların salgılanması gibi fizyolojik değişimlere yol açarken ondan başka bir şey düşünememe, hep onunla birlikte olma isteği gibi düşünceleri oluşturur.
Romantik ilişkiler başlarken birçok beklentiyi beraberinde getirir, iki insan bu beklentilerle bir araya gelir ve bu duygusal ilişkinin devamı da bu beklentilerin karşılanması üzerinedir. Ancak bu duygusal beklentiler karşılanmadığında romantik ilişkinin başında yaşanan duygular yerini hayal kırıklığına bırakır. Sevilen ve değer verilen birinin kaybı kişide kendini değersiz hissetme, öfke, üzüntü, suçluluk gibi yoğun olumsuz duygulanıma sebep olabilir. İlişkinin sonlanması halinde arkadaş ortamı, yapılan etkinlikler gibi yaşanan değişim, var olan rutinin bozulması kişinin adaptasyon süreci zorlayıcı ve kaygı seviyesini arttıran bir dönemdir. Ayrılık sürecini sağlıklı bir şekilde deneyimlemek gerekmektedir çünkü yaşanan yoğun olumsuz duygular yıkıcı davranışlara sebep olabilmektedir.
Duygularınızı Yaşamaktan Korkmayın
Aslında her ilişki kişinin kendini tanıması, farkında olması adına bir deneyimdir. Ayrılık sonrasında da kişinin kendiyle ilgili problemlerinin farkına varması ve ayrılığın sorumluluğunu üstlenerek bu acıyı yaşaması gerektiğini bilmesi gerekir. Acı, öfke, hayal kırıklığı gibi duygular ayrılıkta doğal bir süreçtir. Yaşanılan bu duyguları yok saymak doğru bir çözüm yolu olmayacaktır çünkü her duygu yaşamaya değerdir. Duygularınızı yaşamaya izin verin çünkü bu duyguları reddetmek sürecin uzamasına sebep olur.
Unutmaya Zorlamayın
Düşünmemeliyim, artık unutmalıyım gibi kişinin aslında unutmak için kendine verdiği mesajlar tam tersi etki yaratarak acının büyümesine ve akıldan çıkmamasına neden olur. Bu durumda zamana bırakmak, duygu ve düşüncelerinizi yakınlarınızla paylaşmak iyi gelecektir.
Kendinize Vakit Ayırın
Yapmaktan keyif aldığınız aktivitelere zaman ayırın. Yeni bir hobi edinebilir ya da var olan ancak yapmaya vakit bulamadığınız hobilerinize geri dönebilirsiniz. Bunları madde madde not alarak işe sinemaya-tiyatroya gitmek, yüzmek, yürüyüşe çıkmak, resim yapmak gibi küçük mutluluklarla başlayın. Daha sonra kendinize hedefler belirleyecek ve hedeflerinizi gerçekleştirdiğinizde çok daha iyi hissedeceksiniz.
Kitap Okuyun
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki kitap okumak ruhsal açıdan rahatlatıyor. Kitaptaki kurgular, serüvenler, kahramanlar size farklı bir dünyanın kapılarını açar bu da farklı duygular hissetmenizi sağlar. Aynı zamanda okumak stresi azaltarak, gerginlikten uzaklaşmanızı sağlar.
Kendinize Bakın
Yapılan araştırmalara göre duygusal acı ve fiziksel acı yaşandığında beynin aynı bölgesi aktivasyon gösteriyor. Yaşanılan kırgınlık, üzgünlük gibi olumsuz duyguların fiziksel acıdan bir farkı yok. Buradan yola çıkarak fiziksel bir rahatsızlık yaşadığınızda nasıl kendinize iyi bakmaya çalışıyorsanız aynı durum duygusal acınız içinde geçerli olacaktır. Yataktan çıkmamak, hayatınızı ertelemek gibi davranışların buna yardımcı olmayacağının farkına varmalısınız.
Sevilen bir kişinin kaybı hayatımızda büyük bir boşluk açar. Bu boşluğu pozitif deneyimlerle doldurmak sizin elinizde.
Yeni Bir Aşk İçin Acele Etmeyin
İlişki bittikten hemen sonra yeni bir ilişkiye başlamak yapılan hatalardan biridir. Duyguların yoğun olarak yaşandığı bir dönemde atılan adımlar ya da alınan kararlar sağlıklı olmayabilir. Henüz biten bir aşkın arkasına yeni bir aşk eklemek sağlıksız bir örüntüye neden olacaktır. Bu nedenle önce kendinizi dinleyin. Biraz ağırdan almak ve yalnızlığın keyfini çıkarmak iyi gelecektir.
Psikolog Eren Artun Ergül.
Bu yazımda yüksek lisans sürecimde karşılaştığım, ve üzerine detaylı araştırmalar yapıp tez çalışmam olarak seçtiğim affetme kavramından bahsetmek istiyorum. Bu kavramı daha iyi tanıtmak istiyorum, çünkü danışanlarımın benimle olan paylaşımlarından çıkardığım kadarıyla birçok sorunun temelinde affedememe durumu yer alıyor. Örneğin bazen aşılamayan travmalar, ruminasyonlar (tekrar eden düşünceler), kaygı, depresyon, öfke, umutsuzluk, çaresizlik duyguları, kendini suçlama, kendini cezalandırma davranışları gibi birçok durumun temelinde affedememe yer alıyor. Böyle durumlarda da affetmenin bir seçenek olduğunu göstermeye ve affetme süreçlerinde destek olmaya çalışıyorum
Affetmenin tanımından başlayacak olursak, affetme bireyin kendisini inciten başka bir bireye, duruma ya da topluma karşı duyduğu öfke, nefret, kin gibi olumsuz duyguları bırakıp anlayış, şefkat, kabul gibi daha olumlu duygulara yönelmesidir. Tanımda da belirtildiği gibi affetme durumunda olumsuz duygulardan olumlu duygulara yönelme söz konusudur. Affetme durumunun kişiye hem psikolojik olarak hem de bedensel olarak bazı yararları vardır. Psikolojik olarak baktığımızda affetmeyi tercih eden bir birey daha az öfke yaşamakta, daha kolay ilişkiler kurabilmekte, daha az tekrar edici/rüminatif düşüncelere bağlı kalmakta, geçmişin etkisinden daha kolay kurtulabilmekte ve anda kalma becerisini geliştirebilmektedir. Bedensel etkilerine baktığımızda da baş ağrıları, kalp problemleri, bedensel gerginlikler ve somatizasyon bozuklukları gibi durumlarla ilişkili olduğu görülmektedir.
Neden Affedemiyoruz?
Affetme kavramı ile karıştırılan bazı kavramlar vardır. Bunlar arasında unutma, bastırma, görmezden gelme, olayı inkar etme ve yasal af sayılabilir. Özellikle yaşanan olaydan sonra aradan belli bir zaman geçtiğinde bireyler kendilerini inciten bireylerle uzaklaşabilmekte, ve olayın duygusal etkisi de zamanla azalabilmektedir. Ancak tam anlamıyla affetme durumundan bahsedilmesi için inciten bireyin ve olay sonrasında incinen bireyin bu olayı konuşmaları, duygu ve düşüncelerini ifade etmeleri gerekir. Aksi halde incinen birey için yaşanan olayın etkisi geçmeyecek ve bu olayı bastıracaktır. Bu da etkili olmayan bir baş etme yöntemidir. İncinen bireyin yaşadığı acı verici olayı unutmak ya da bastırmak istemesinin temelinde de birçok neden olabilir. Örneğin, birey yaşadığı olayın duygusal acısı ile yüzleşmeye hazır olmayabilir. Ayrıca hata yapan kişiyi kaybetmekten korkabilir, incitici olay sonrasında duygularını ifade ederse duygularının inciten birey tarafından önemsenmeyeceğini düşünüyor olabilir, ya da duygularını açma konusunda genel olarak çok rahat hissetmeyebilir.
İncinen bireyden kaynaklı etkenlerin yanı sıra, hata yapan kişiden ya da yapılan hatanın doğasından kaynaklı olarak da affetme süreci zorlaşailir. Örneğin inciten kişi hatayı telafi etmek için çabalamıyor olması, ya da hatasının farkında olmaması da affetme sürecini zorlaştırabilir. Bunların yanı sıra yapılan hatanın büyüklüğü ve telafi edilip edilemeyeceği de affetme davranışını belirlemede etkilidir. Örneğin, sonucu çok büyük hasarlarla biten, yaralama, öldürme gibi hataları affetmek çok daha zor olabilir. Amaçlı olarak, yani zarar verme amacıyla yapılan hataları affetmek de daha zordur. Hatayı kimin yaptığı da önemli bir faktördür. Örneğin, aile içinde yapılan bir hatayı affetme konusunda bireyler daha çok zorluk yaşayabilir, affetme süreci uzun sürebilir. Çünkü aile içinde bireylerin aile üyelerinden beklentileri daha fazladır, ve bu beklentilerin karşılanmaması daha büyük hayal kırıklıklarına neden olabilir. Bu da affetme sürecini daha karmaşık bir hale getirebilir. Ayrıca affetme konusunda belirleyici olan bir diğer değişken de bireylerin kişilik özellikleridir. Bireyler “affedicilik” kişilik özelliği açısından da bazı farklılıklar taşımaktadır. Bu kişilik özellikleri de affetme sürecini etkilemektedir.
Kendinizi Affederek Başlayın
Affetme kavramının bazı alt boyutları vardır. Bunlar başkalarını affetme, kendini affetme, durumu affetme ve affedildiğini hissetme olarak tanımlanabilir. Buraya kadar ifade ettiğimiz başkalarını affetme kavramıdır, ancak ben kendini affetme kavramına da değinmek istiyorum. Yapılan araştırmalar daha çok başkalarını affetme kavramına odaklansa da kendini affetme kavramı da son yıllarda sıkça araştırılan bir kavramdır. Genelde affetme kavramı geçtiğinde çoğumuzun aklına sadece “başkalarını affetme” kavramı gelmektedir. Kendini affetme durumu da yaptığını düşündüğü bir hata nedeniyle kişinin kendine yönelik olumsuz duygularını, düşüncelerini, davranışlarını bırakması ve olumlu duygu, düşünce, davranışları benimsemesi olarak ifade edilir. Kendini affetme ve başkalarını affetme süreçleri açısından bazı farklılıklar gösterebiliriz. Aslında çoğumuz kendimizi affetme fikrini bile aklımıza getirmiyor olabiliriz. Ayrıca başkalarını daha kolay affedebilirken, kendilerini affetme konusunda daha çok zorlanabiliriz. Bu durum da kendimizle kurduğumuz ilişkimizin diğerleri ile kurduğumuz ilişkilerimizden daha karmaşık olması, yaptığımız hatanın “cezasını” çekmemiz gerektiğine yönelik düşüncelerimiz, yaptığımız hatanın büyüklüğü, hatanın telafi edilememiş olması, hataya yönelik sorumluluk algıları, hataya yüklenen anlam gibi birçok farklı nedenden kaynaklanabilmektedir. Kendimizi affedemediğimiz durumlarda da geçmişte yaşadıklarımıza odaklanıp bugünü ihma etmeye başlıyoruz. Bu durum da yaşantımız içinde birçok probleme neden olabiliyor.
Peki Nasıl Affederim?
Yapılan araştırmalar affetme sürecinin bazı aşamalardan geçtiğini belirtmektedir. Bu aşamalar olaydan kaynaklanan şok deneyimi, yaşanan olayı inkar etme, acıyı kabul etme (incindiğimizi kabul etme), bu acıdan kaynaklı duyguları ifade etme, inciten kişi ile empati yapma, affetmenin olumlu getirilerini anlama, affetme olarak sıralanabilir. Bu aşamaların birbirleri ile bazı bağlantılar gösterdikleri de bilinmektedir. Örneğin, yaşanan olaydan kaynaklı olan olumsuz duyguların ifade edilememesi durumunda birey hata yapan kişinin bakış açısını anlayıp onunla empati yapma sürecine giremeyebilir, ya da affetmenin olumlu getirilerinin farkında olmayan bir birey affetme sürecinde zorlanabilir. Bu gibi durumlar da affetme sürecini zorlaştıran bir durumdur. Ayrıca her birey bu aşamayı sabit bir sıra ile yaşamamaktadır.
Buraya kadar affetmenin tanımı, alt türleri, affetmenin etkileri, affetmenin ne olmadığı, affetmeyi etkileyen faktörler gibi konuları ele aldık. Kendimizi affetme ve başkalarını affetme konusunda kendimize fırsat tanıyabilmemiz, geçmişin ağırlığını bir kenarda bırakabilmemiz, ve daha iyi hissetmemiz dileğimle.
Yazımı Halil Cibran’a ait olan, affetmeyi çok iyi özetlediğini düşündüğüm şu sözlerle bitirmek istiyorum:
Affetmek, o kişiyi sevmek değil.
Affetmek, o kişiyle konuşmak zorunda olmak değil.
Affetmek, o kişiyle ilişkiyi sürdürmek değil.
Affetmek, o kişinin beklentileri doğrultusunda davranmak değil.
Affetmek, o kişiyi kucaklamak değil.
Affetmek, o kişiyi suçsuz bulmak değil.
Affetmek, o kişiyi haklı bulmak değil.
Affetmek, o kişinin verdiği zararları telafi etmek için çaba göstermemek değil.
Affetmek kırgınlığın, küskünlüğün, nefretin hapishanesinden özgürlüğe kavuşmaktır.
Affetmek artık acıyı hissetmemektir. Yapılanları zihinsel olarak unutmak zaten mümkün değildir.
“Duygusal unutma” affetmenin diğer adıdır.
Şebnem Akı Karaoğlu – Uzman Psikolog
Affetmek nedir?
Affetmek, mağdur olan bir kişinin kabahatli kişiye yönelik olan olumsuz duygu ve davranışlarını azaltması ve olumlu duygu ve davranışlarla değiştirmesi durumu şeklinde genel olarak tanımlanır. İntikam alma, yaşanılan durumu yok sayma, kabahatli kişiye kin ve öfke besleme vb. davranışlar göstermek yerine bu durumdan ders çıkarmak, affetmenin göstergeleridir.
Affetmek ne değildir?
Affetmek, yaşanılan durum hiç olmamış gibi davranmak ya da yaşanılan durumu unutmak değildir. Affetmek zayıflık değildir, yapılması güç olan erdemli bir davranıştır. Affetmek; ihanetten, kandırılmaktan, kötü muameleden ya da hakkın yenmesinden ders çıkarıp yolumuza devam etmektir. Burada önemli olan nokta yaşanılan durumdan ders çıkarabilmektir.
Neden affetmeliyiz?
Çoğu zaman affetmenin karşı tarafa yapılan bir iyilik olduğunu düşünürüz. Ama aslında insan kendi iç huzuru, psikolojik ve fiziksel sağlığı için affetmelidir. Affetmek affedilenden çok affedene fayda sağlar.
Affetmenin faydaları?
Yapılan birçok bilimsel araştırmaya göre, kişi olumsuz duygulara (kin, öfke, nefret, kıskançlık, düşmanlık) çok fazla takılır kalırsa beyin asit özellikli kimyasallar salgılar ve bu durum yüksek tansiyon, mide rahatsızlıkları ve romatizma gibi birçok hastalığın oluşmasına sebebiyet verir. Yani olumsuz duygular kişilerin fiziksel sağlığını bile riske atıyor.
Ayrıca yaşanılan ihanete, haksızlığa takılı kalkmak kişide mağdur psikolojisini oluşturuyor ve bu ruh hali anda kalmamıza engel oluyor. Yalnızca yaşanılan duruma karşı değil hayatın genelinde mağdurmuş gibi hissetmemize ve hep geçmişe takılı kalarak yaşamı kaçırmamıza neden oluyor. Gelecekte yaşanabilecek başka bir ihanete ya da haksızlığa karşı tetikte olma ve intikam alma planları, yaşamı ertelememize, günlük yaşantılarımızda aksaklıklara sebep oluyor. Bunun önüne geçmek ve yaşanılan olumsuz durumun etkilerini azaltma için affetmek çok önemlidir.
Nasıl Affedebiliriz?
Affetmek kolay bir iş değildir. Yaşanılanları sindirmek ve anlamlandırmak için zaman gerekir. Eğer affedemiyorsanız kendinize biraz daha zaman vermeniz ve olanlarla ilgili düşünmeniz gerekir.
Neden bunu yaşadım?
Yaşadığım olayda benim payım nedir?
Karşı taraf bana neden bunu yapmış olabilir?
Bu durumdan ne sonuç çıkardım?
Böyle durumun tekrar yaşanmaması için neler yapabilirim?
Kendimle ilgili hangi davranışları değiştirerek böyle bir durumun tekrar yaşanmasının önüne geçebilirim?
Bu olayı yaşamamın bana ne gibi bir katkısı olmuş olabilir?
Neler hissettim, neler hissediyorum?
Bu tür sorulara cevap vermek yaşanılan olayın hissettirdiği duygunun hafiflemesine yardımcı olacaktır. Olay daha çok tazeyken bunları gerçekleştirmek kolay değildir. Duygu yoğunluğumuzu hafifletmek için o kişilere vermeyeceğimiz mektuplar yazabiliriz Bu mektuplarda tüm düşünce ve duygularımızı yazarak zihnimizin netleşmesine yardımcı olabiliriz. Çünkü affetmek için ilk önce yaşanılan durumu sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek gerekir. Olay daha çok tazeyken affetmek çok mümkün değildir çünkü olayı anlamlandırmamız ve olumsuz duyguların azalması zaman alır. Bu yüzden kendimize karşı merhametli ve anlayışlı olmalıyız. Sonuç olarak affetmek, üzerinde düşünmemiz ve sağlıklı bir şekilde anlamlandırmamız gereken bir süreçtir.
TERAPİ EVRENİ
daha mutlu ve huzurlu bir yaşam
AFFETMEK ÜZERİNE
Affetmek kendiliğinden olmayan, yani bilinçli olarak yapılan, planlı bir süreçtir. Tamamıyla bir seçimdir. Affetmeyi seçmek, öfke, acı, üzüntü, kızgınlık, kin, nefret gibi negatif enerji veren duygulardan kurtulmamıza ve iyileşmemize yardımcı olur. Öfke bizi küçültürken, nefret yaşamdan zevk almamızı, insanların güzel yanlarını görmemizi engeller. Affetmek ise kendi potansiyelimizin ötesine doğru gelişmeye ve kendimizi gerçekleştirmeye götürür.
Birisini veya birilerini tamamen affettiğimizde sevgi ile dolu, sakin, neşeli, daha mutlu ve huzurlu bir yaşam tercih etmiş oluruz ve pozitif duygulara yer açarız. Çünkü bize ağırlık yapan tüm negatif duyguları bırakmayı seçeriz. Affetmek geçmişi değiştirmez ama geleceğin önünü açar, bu yüzden de geçmişle barışmak ve huzurlu bir yaşam için tek yoldur.
Ancak ,“birisini affetmek’’ ne anlama gelir diye sorduğumuzda, bazı kişilerde, “o kişi bana her ne yaptıysa kabul etmek’’ şeklinde yanlış bir algı olabilir. Affetmek, kişinin veya kişilerin size yaptığı kötü davranışları, yanlış veya çirkin olan iletişim biçimlerini kabul etmek, ya da kişiyi sevmek ve kabullenmek değil, negatif duyguları ve etkilerini artık taşımayacaksınız, taşıması için o kişi veya kişilere geri vereceksiniz, tepkisizlik geliştirebileceksiniz demektir.
Affetmek söylendiği kadar kolay olmadığı için, affedebilmeyi başarmak da oldukça güçlü ve dönüştürücüdür. Öncelikle özgürleştirir çünkü negatif duygular artık sizi aşağıya çekemez; güçlendiricidir çünkü negatif duyguların yükünü atar ve hayatımıza daha rahat ve kolay devam ederiz.
Ancak başkalarını affedebilmek için önce kendimizi affetmek gerekir. Birini veya birilerini affetmediğimizde anahtarını sadece kendimizin sakladığı kendi hapishanemizi yaratırız. Öfke, nefret, kin, intikam gibi duyguları taşıdığımızda zehiri kendimiz alıp yinede o kişinin ölmesini bekleyen biri haline geliriz.
Affetmek ile ilgili okuduğum güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?’’
Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “O zaman” der öğretmen : “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da sözverin” Öğrenciler bunu da yaparlar.
“Şimdi yarınki ödevlerinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!” Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.
Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
“Şimdi, bugünedek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını patatesin üzerine yazıp torbaya koyun.”
Bazı öğrenciler üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine:
“Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
“Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde hep yanınızda olacaklar.’’
Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:
“Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.”
“Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk.”
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
“Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir iyilik olarak düşünüyoruz. Halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.”
Bahar Erden Uzman Psikolog / Aile Danışmanı
İyileşmek için affetmek
Affetmeye tüm içtenliğinizle karar vermek
Affetme yolunda atılabilecek ilk adım affetmeyi gerçekten istemek ve iç hesaplaşmaya bir son vermektir. Belki size zararı olan kişiyi veya kendinizi affetmek hemen olmayacak, ama bunu gerçekten istiyor olmak yürek rahatlığı sağlayacaktır.
Doğru sınırlar belirlemek
Tamamen “çok affediciyim, hemen unuturum” şeklinde bir tutumda olmak da doğru değildir.
Zararı hemen unutmak, size tekrardan zarar gelebilmesi konusunda kapıları açık tutar.
Affetmek, zarar veren karşı tarafa sınırsız hata yapma hakkı vermez. Affetme yolunda sınırları doğru koymak önemlidir.
Öz şefkat egzersizleri yapmak
Öz şefkat, affedip iyileşme yolunda atılması gereken önemli bir adım. Kendinize karşı ne kadar affedici olursanız, diğerlerine karşı affedicilik de o yönde artacaktır. Düşüncelerimizin farkına varıp, kendimizi severek kabul etmeye başladığımızda kendimizle barışırız. Kendisiyle barışabilmiş bir insan, affetme konusunda daha başarılı olur.
Empatiye açık olmak
Hatalar bazen istemsizce yapılabilir. Kırılan insan istemeden başkalarını da kırabilir. Bu gibi durumlar için karşıdaki kişinin yaptıklarının açıklanabilir sebepleri olup olmadığına bakmakta fayda vardır. Eğer affetmeye çalışılan kişi kendinizse içinde bulunulan durumları ve yaşadıklarınızı gözden geçirin. Olaylar kaçınılmaz ise bu suçluluk duygusundan kurtulmanızı ve affedici olabilmenizi sağlar.
Olaylardan ders çıkarmak ve gerekiyorsa destek almak
“Bu yaşananlardan ne öğrendiniz, ne ders çıkardınız?“ Bu soruyu kendinize sorun. Başımıza gelen her durum bizlere bir şeyler öğretmek için, her yaşanandan çıkarılabilecek bir ders var. Eğer affetmek ağır bir yük verdiyse ve başa çıkamayacağınızı hissediyorsanız psikolojik destek almaktan kaçınmayın.
PSİKOLAJ Psikolojik Gelişim Eğitim ve Danışmanlık Merkezi
Belki de hayır,🙂
İyi tartışmanın bir sanat olabileceğine inanıyor musunuz? Belki de hayır, fakat tartışmaların rahatsız edici durumlara dönüşmesine hiç gerek yok. Her zaman tartışmalardan kaçınmaya ya da uzak durmaya çalışmanıza gerek yoktur. Noel Claraso’nun dediği gibi “birçok kişi karşısındaki susana dek bağırıp çağırıyor. Diğer kişiyi ikna ettiklerini sanıyor. Ve daima kendilerinin haklı olduğunu düşünüyor.” Bu çok yanlış ama yaygın bir sonuç. Unutmayın ki tartışmaktan ne kadar nefret etseniz de kimi zaman bu, kaçınılmazdır. Ailenizden biri, partneriniz, bir arkadaşınız, iş arkadaşınız ya da patronunuzla tartışmak durumunda kalabilirsiniz. Önemli olan şey, tartışmanın nahoş olmamasını sağlamaktır. Farklı bakış açılarının kibarca aktarıldığı bir konuşma şeklinde olmalıdır.
Tartışma şeklimizi iyileştirmenin sırları
İnsanlar olarak bir noktada belli tartışmaların içinde bulacağız kendimizi. Girişkenliğin gerektiği pek çok durumda bu kaçınılmaz. Böyle durumlarda söylemek istediklerimizi açıkça belirtmek, hayat kurtarır adeta. Bu sayede çok da önemli olmaması gereken bir şeye kafa yormakla geçirmezsiniz günlerinizi:
Her zaman sakin kalmayı unutmayın. Kendisine bağırılmasından hoşlanan çok fazla insan yoktur dünyada. Bundan emin olabilirsiniz. Peki neden yapıyorsunuz bunu? sinirlenmemeye çalışmak ve daima destekleyici bir ortamda rahat bir tavrı sürdürmek önemlidir. Hiçbir zaman unutmamalısınız ki bir tartışma, farklı iki bakış açısının karşı karşıya konmasından başka bir şey değildir.
- İyi tartışmak, yaratıcı veya yapıcı olmak demektir. Karşınızdaki kişinin fikirlerine katılmasanız dahi güzel bir konuşmadan çok şey öğrenebilirsiniz. Neden anlayış köprüleri kurmaya çalışmıyoruz? Neden sizi ayıran tartışmalar yerine ortak noktalarınıza odaklanmıyorsunuz?
“Bir meseleyi çözmek yerine tartışmak, tartışmak yerine çözmekten iyidir.”
-Joseph Joubert-
- Bu yazıya Noel Claraso’dan bir alıntıyla başladık. İlginçtir ki durum kontrolden çıkmadan önce zamanında çekilmek, açık bir zaferdir. Bir anlaşmaya varamazsanız, konuşmanın hakarete, bağırmaya ya da birbirini suçlamaya doğru gitmesine gerek yoktur. Dilinizi tutup daha verimli bir şeye odaklanmak daha doğrudur.
- Bir fikri kabul ettirmek, yeterli tartışmanın tam tersidir. Konuşma, anlayış ve karşılıkla anlaşma ile yönetilmelidir.
- Aktif dinlemek, her tartışmada olmazsa olmazdır. Ne kadar iyi kurulursa kurulsun, monologların dinleyici tarafından kabul edilmesi gerekmez. Diğer bakış açılarını anlamak ve kendi görüşlerinizle karşılaştırabilmek çok önemlidir. Bu sayede ortak bir alan ve karşılıklı anlaşmaya varabilirsiniz.
- Affetmek ve özür dilemek, iyi tartışmak için mükemmel araçlardır. Bu iki unsur; partnerler, arkadaşlar ve aile üyeleri arasındaki konuşmalarda bilhassa gereklidir. Karşınızdaki kişiyi kimsenin rahat etmediği bir konuma itmeye çalışmak faydasızdır. Herkesin nerede hata yaptığına dikkat edin ve düzeltme yapın ya da sözünüzü geri alın.
- Bir tartışmada asla kullanılmaması gereken sözler vardır. Karşınızdaki kişiye “Sana söylemiştim“, “Sen bunu anlayamazsın” ya da “Her şeyi abartıyorsun“, “Sana dediğimi yapsaydın…”, “Acayip cahilsin” gibi şeyler söylemek çok yanlıştır. Karşınızdaki insanı kıracağını bildiğiniz şeyleri söylemekten kaçının. Bu, durumun kötü sonuçlanmasını istemiyorsanız kaçınmanız gereken kötü bir hatadır.
- İyi tartışmak, kazanmak demek değildir
- İyi tartışmak için tartışmanın bir konuşma olduğunu asla unutmamanız gerekir. Bir yarışma değildir bu. Fransız yazar Joseph Joubert’in sözlerini hatırlayalım: “Tartışmalarda hedef, zafer değil ilerleme olmalıdır”.
Pozitif ve yapıcı bir tavra sahip oldukları takdirde tartışmadan her iki taraf da kendini zenginleştirerek çıkar. Aksi hâlde katılımcıların sahiplendikleri konumlar birbirinden giderek uzaklaşacaktır. Karşılıklı fayda, yerini kızgınlığa, güçsüzlüğe ve hatta öfkeye bırakır.
“Bilgeliğinizi kanıtlamak için sık sık tartışırsanız, çok geçmeden cehaletinizi kanıtlarsınız.”
– Muslih-Ud-Din Saadi
Dolayısıyla, iyi tartışmanın negatif yanları olması gerekmediğini asla unutmayın. Bu durumlarla yüzleşirken takındığınız tavır, doğru olursa bu durumdan kaçınmış olursunuz. Sabır, anlayış ve başkalarından öğrenerek kendi bakış açınızı zenginleştirme isteğiyle, her şey çok daha kolay olur.
Bize düşünme, deneyimlerden öğrenme, sorunları çözme ve yeni durumlara uyum sağlama yeteneği veren zekadır. Ayrıca, birçok insan davranışı üzerinde etkisi olduğu için önemlidir. Ancak, ya zekanız aşkı bulmanın önüne geçerse? Aşkı bulmak zaten zor ve zeki insanlar için daha da zor. Akıllarından, şeyleri anlamalarından, hayata yaklaşımlarından vb. olabilir.
ANALİTİK DÜŞÜNCE YAPISI
Akıllı insanlar, başarılı bir ilişkinin seksten daha fazlası olduğunun farkındadır. Genellikle geleceği, romantizmi geliştirmenin en iyi yolunu merak ederek ve doğru kişiyi bulmaya fazla kafayı takarak randevularını gereğinden fazla analiz ederler. Bu hiç de kötü bir şey olmasa da, aşkı bulma yolculuklarını son derece zorlaştırıyor.
DOĞRU KİŞİYLE BİRLİKTE OLMAYA ÖNEM VERİYORLAR
Zeki insanlar genellikle doğru partneri bulmaya o kadar odaklanırlar ki hiç deneme yapmayı tercih etmezler. Onlar için hayatı cehenneme çeviren veya onları herhangi bir şekilde inciten biriyle çıkmak yerine bekar olmayı seçeceklerdir.
İLİŞKİNİN TAMAMEN BİTTİĞİNİ FARKINDADIRLAR
Akıllı insanlar hayatın acımasız gerçeklerini bilirler ve gerçek olamayacak kadar iyi hayali bir dünyada olmayı sevmezler. Bu nedenle, bazen işleri çok yavaş alırlar ve ortaklarına bağlanmada sorun yaşarlar.
KORKUTUCU OLABİLİRLER
Zeka bazen insanların korkutucu olmasına neden olabilir. Bu, insanları rahatsız edebilir ve siz olmasanız bile sizi kibirli biri olarak düşünmelerine neden olabilir. Ayrıca bu endişeyi yaşayabilir ve sizi biraz rahatsız edebilir.
HAYATTAKİ HEDEFLERİNE ÖNCELİK VERİRLER
Akıllı insanlar doğası gereği hayalperesttir. Hayatlarında belirli bir noktaya ulaşmak için belirledikleri hedefleri vardır. Her zaman hareket halindedirler. Ve bazen birine aşık olmak sadece birinci öncelik değildir.
ONLARI ANLAMAK KOLAY DEĞİLDİR
Akıllı insanlar bu dünyada ikna edilmesi en zor olanlardır. Size neden güvenmeleri gerektiğine dair en ikna edici nedenleri verebilirsiniz, ancak yine de sözleriniz konusunda şüpheci olacaklardır. Öyle kolay kolay evet demezler. Hayattaki önemli kararları hakkında düşünmek için kendilerine zaman vermelidirler.
Günümüzde ilişkiler çöpçatan uygulamalarının pençesinde, yüzeysel ve inandırıcılığını kaybetmiş bir vaziyette. Bu nedenle ‘Sessiz aşk’ terimini daha önce duymamış olabilirsiniz. Sessiz aşk, kısaca bir ilişkinin güven üzerine kurulu olmasından kaynaklanır. Üstelik en uzun süreli ilişki, ‘sessiz aşk’larda yaşanıyor.
1- SESSİZ AŞK, DURGUNLUKLA AYNI ŞEY DEĞİL
Yapılan bir araştırmaya göre, çiftlerin sadece yüzde 12’si 20 yıldan daha uzun süre birlikte kalabiliyor. Üstelik bu kişilerin beyin aktiviteleri, taze çiftlerinkiyle aynı. Bu durum da ‘sessiz aşk’ın uzun ve mutlu bir ilişkinin anahtarı olduğunu gösteriyor.Araştırmacı Aaron Ben-Zeév, sessiz aşkı, “sert yüzleşmeler, kıskançlık ve kaygı gibi olumsuz unsurlardan arınmış ilişki” olarak tanımlıyor. Bu durum elbette heyecanın bittiği anlamına gelmiyor. ‘Sessiz aşk’ta da çiftler heyecanlarını koruyabiliyor. Sessiz aşk, güvende ve rahat hissetmekle zorlukları birlikte aşarak birlikte büyümek demek.
2- İLK GÜNKÜ GİBİ…
Araştırmacı Art Aron, yaptığı incelemede, sessiz aşk yaşayan çiftlerin, çiçeği burnunda çiftlerle aynı beyin aktivitesi seviyelerine sahip olduğunu buldu. Sessiz aşkın uzun süreli bir ilişki olmasının nedeni, partnerlerin birbirinin sınırlarını ihlal etmemesi, öfkelerine hakim olabilmeleri, yargılamadan kaçınmaları, sabırlı be hoşgörülü olmalarına bağlıyor. Bu özellikler güvenli bir ortam yaratıyor.
3- KARŞILIKLI GÜVEN OLMADAN SESSİZ AŞK OLMAZ
Sessiz aşk, güven üzerine inşa edilir. Birbirinize zarar vermeyeceğinizi bilirsiniz. Güven, şeffaflık, duygusal destek, anlayış ve saygı olmadan asla sevildiğinizi hissedemezsiniz.
4- SESSİZ AŞK ROMANTİKTİR
Aaron Ben-Zeév’in Psychology Today’e verdiği demeçte, romantizmin yoğunluğu ve derinliği arasındaki farkın anlaşılması gerektiğini söylüyor. Yoğun romantizmin anlık tutku ve arzudur. Derin romantizm ise ilişkinin gelişmesini sağlayan deneyimlerdir.
5- SAKİNLİK YENİ HEYECANDIR
Çöpçatan uygulamaları ve yüzeysel ilişkilere dayanan günümüzde sessiz aşk son derece değerli bir şey. Zamanla partnerinizle daha derin bir ilişkiye bürünürsünüz. Sakinlik, duygu paylaşımını ve anlayışı beraberinde getirir.
Öyle ya da böyle, herkes yalan söylemenin ne demek olduğunu biliyor. Bazı insanlar daha cesur olup yalan söylediklerini itiraf ederken, bazısı ise böyle bir sorumluluğu üstlenmek istemiyor. Gerçekte, kim kendine yalan söylemez ki? Belki de yaptığınız şeyi farkına varmak için henüz çok erkendir. Hadi biraz bu konu hakkında konuşalım.
“Bir insanın kendine söylediği en yaygın yalan; başkalarının aldanması oldukça az rastlanan bir suçtur.”
– Nietzsche
Somut bir şeyi başarmak için iyi niyetli yalanların ötesinde, hayatlarımızın tümünü ya da bir kısmını ayakta tutan yalanları bir çok sınıfa ayırabiliriz. Bu yalanlar, gerçeklikten kaçmak için bir yoldur ve bilinçaltını bir sığınak olarak kullanırlar.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabından:
“Herkesin arkadaşları dışında kimseye anlatmadığı anıları vardır. Arkadaşlarına bile söylemediği, sadece kendi zihnini meşgul eden diğer meseleleri vardır. Ancak kendini bile söylemeye korktuğu diğer şeyler de vardır ve her düzgün adamın zihninde depoladığı böyle şeyler vardır. Ne kadar düzgün bir adam olursa, zihnindeki şeylerin sayısı da o kadar fazladır.”
Herkes kendini kandırır
Dil ve farkındalık kendini kandırmada önemlidir. Gerçek ne olursa olsun, ve herkesin kendi gerçekliğini kendi oluşturduğunu bilsek de kendi gerçekliklerimizi dil aracılığı ile betimler ve iletiriz. Gerçeklik bu durumu nasıl anlattığımızın yansımasıdır. Hayatın her noktasında önyargılı düşünceler yaratabildiğimizi unutmamalıyız.
Kim kendi varsayımlarından ve konfabülasyonlarından uzak durabilir ki?
Her gün hayatta kalabilmek için kendimizi kandırıyoruz.
Gerçeklikten kaçmak için yalanlar
Hayata devam etmemizi sağlayan bir sürü yalan vardır ancak farkına varmadan bizi bazı durumlara kelepçeleyen durumlar da vardır. Bunlar, ne yaparsak yapalım hayata devam etmemize engelleyen şeylerdir.
“Gerçek, kurgunun temelidir.”
– Jacques Lacan
Bazen gerçeğin ağırlığı çok acı ya da ağır olduğunda acı çekme korkusu bizi gerçeklikten uzaklaşmaya iter ve bu duruma genellikle dikkat etmeyiz, sonuç olarak kendimizi kandırırız. Doğal olarak bu boşlukları, açıklamalar, hayal gücü ve fanteziyle doldururuz. “Gözden uzak olan kalpten de ırak olur” lafı bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Bu şekilde, ne olup bittiğini görmezden gelirseniz size zarar vermez. Tehlike ve anksiyete yok olur ve hayatınıza devam edebilirsiniz. Olaylar görmezden gelinir ve deneyimin anlamını değiştirmiş olursunuz. Yalan ordadır ama görmezsiniz. Sessizliğin, doğrulamaların, münakaşaların, ve inşaa ettiğiniz cam kalelerin arkasına saklanmıştır.
Yalan, acı gerçekleri saklamak, değiştirmek ve flulaştırmak ve bize daha uygun bir biçime için kendi irademizin gücü ile ortaya çıkar.
Winnicott’un sahte kişiliğini hatırlatan ve yalanın insanoğlunun benliğinin gelişimi için doğal bir tepki olarak görülen bu değişim çok erken yaşta başlar. Ailelerinin beklentilerini yerine getiremedikleri zaman stresten ve acıdan uzak durmak için çocukların yarattığı bir kılık değiştirme. Ailelerin kriterlerine uyması için çocukların kendilerini kabul etmeme durumudur.
Her gün bir kendini kandırma
Bir insanın kendini kandırması, aynı zamanda kendi ve diğer insanların beklentilerini yerine getirmek için de ortaya çıkan bir durumdur. Bize ne olup bittiğini görmek istemiyoruz ya da ne hissettiğimizi hissetmek istemiyoruz ve bu şekilde kendimizi doğruluyoruz. İlişkinin yavaş yavaş sona erdiğini ya da artık aynı şeyleri hissetmediğimizi düşündüğümüz zamanlarda da bu durumu görmek mümkündür. Ya da kişinin kontrolü elinde tuttuğunu düşündüğü bağımlılık durumlarında. Ya da sosyal ya da politik ilişkilerde
Kendini kandırma, tehlike karşısında kullandığımız bir savunma mekanizmasıdır. Kabul etmesi zor durumlarda bizi koruyan ya da William Reich’ın da dediği gibi karakterimizin karşısında bir kalkan gibidir. Arkanızda sakladığınız ve bazen acımasız olabilen bu dünyada kendinizi anksiyeteden korumak için bir zırhtır.
Kendinizi ne kadar iyi kandırırsanız, başkalarını da o kadar iyi kandırırsınız. Kendini kandırmadan korunmanın en iyi yolu farkında olmamaktır.
Kişinin kendini kandırmasının etkileri
Kendini kandırmanın bedeli çok ağır olabilen etkileri olabilir. Bu gibi durumlarda, kişinin dünyası başına yıkılır çünkü göz ardı ettikleri bilgiler bilinçaltından su yüzüne çıkar. Daniel Goleman’ın Kör Nokta adlı kitabında dediği gibi, kendini kandırmadan kendinizi uyandırmanın ilk adımı, uykuda olduğunuzu kabul etmektir. Hayatınızın bir döneminde kendinizi kandırdığınızı, ardından gerçeklikten kaçmak için oluşturduğunuz duvarın yerle bir olduğunu düşünün.
Görmekten kendimizi koruduğumuzu fark etmiyoruz. Fark etmediğimizin de farkında değiliz. Çoğumuz farkında olmadan eski arap atasözünde olduğu gibi bir antlaşma yapıyoruz:
“Köleyi uyandırmayın, çünkü özgür olduğunu hayal ediyor.” Bilge adam: Köleyi uyandırın! Özellikle özgürlüğü düşlüyorsa. Uyandırın, uyandırın ki bir köle olduğunu görsün. Ancak kendi farkındalığıyla kendini özgür kılabilir.”
Kendini kandırmak aslında kişinin kendi kendine yalan söylemesidir. Aklımızın bizimle oyun oynaması da denilebilir. Kendi kendini kandırma, doğru olmadığı halde bir şeyin doğru olduğuna kendimizi bilinçsiz olarak ikna etmektir. Kendini kandırmak ve yalan söylemek arasındaki fark ise, yalan söyleyen kişinin doğruyu söylemediğinin farkında olmasıdır. Kendini kandıran insanlar ise doğru olmayan bir şeyin doğruluğuna kendi kendini ikna eder.
Başka bir deyişle, kendini kandıran kişi bunu yaptığının farkında değildir ve kendini kandırmanın gücü de işte tam olarak buradan gelir. Farkına varmadığımız sürece, kendini aldatma durumu gizli ve sessiz sedasız bir şekilde daha da güçlenir. Kendini kandırmanın çeşitli yolları vardır ve bunların bazılarına diğerlerinden daha sık rastlıyoruz. Ayrıca, her türün kendine özgü psikolojik etkileri bulunur. Kendini kandırmanın en yaygın dört şeklini ve bunların en çok bilinen psikolojik etkilerini sizlerle paylaşacağız.
1. Kendini kandırma sanatı: işlevsel olarak kendini kandırma
Bu tür kendini kandırma şekline, kişi kendi kendine yalan söyleyerek kararının doğru olduğuna kendisini inandırmaya çalıştığında rastlıyoruz. Kendini işlevsel olarak kandırma durumuna ise verilebilecek en iyi örnek Tilki ile Üzümler adlı fabl olabilir. Bu fablda, kurnazlığıyla bilinen tilki olgun ve sulu bir üzümün olduğu dala yetişmek defalarca sıçrar. Ancak ne kadar denerse denesin başarılı olamayan tilki hayal kırıklığına uğrar ve en sonunda kendisini aslında üzüm yemek istemediğine, zaten üzümlerin de yeterince güzel görünmediğine inandırır. Bu fablda tarif edilen kendini kandırma eylemi, işlevsel olarak kendini kandırmaktır. Burada, tilkinin kendi kendisine yalan söylemesi işe yarar çünkü üzümlere ulaşamamış olmanın vereceği öfkeyi engellemiş olur.
İşlevsel olarak kendini kandırmadan kaynaklanan sorunlar
Kısa vadeli işlevsel kandırmalar bir amaca hizmet edebilir ancak uzun vadede bunlar olumlu veya faydalı etki yaratmaz. Kişi, bir gerçeği (bir hedefe erişememekle birlikte) onu rahatlatan yalana dönüştürmeye karar verdiği için psikolojik etki elde edilir (hedef buna değmez).
Psikolog Giorgio Nardone’ye göre herhangi bir iyi niyet çok fazla tekrarlanırsa olumsuz ver verimsiz olabilir. Başka bir deyişle, işlevsel olan her şey çok fazla uzatılır veya çok miktarda olursa istenilenin tam tersi bir etki yaratabilir. Bu şekilde, işlevsel olarak kendini kandırmaya devam eden kişi konfor bölgesinden asla uzaklaşamaz ve yeni riskler alamaz. Çünkü amacına ulaşmak için çalışmak yerine bu kişi kendini yalanlarla avutmaya devam eder. Aslında istediği şeyin bu çabaya değmeyeceğine kendisini inandırır; hedefinin o kadar da önemli olmadığına kendisini ikna eder.
“Yalan, her oyun gibi öğrenilmesi gereken bir dil oyunudur.”
2. Değer vermek ve inanmak
Değer vermek ve inanmak olarak adlandırılan bu kendini kandırma biçimi, arzuların çatışmasını önleme ihtiyacından doğar. Bu tür bir kendini aldatmaya göre, bir şey daha fazla para, emek ve zaman gerektiriyorsa o şey daha önce hiç bu kadarına mal olmamış herhangi bir şeyden daha değerlidir. Örneğin, bizim için dahil olması zor olan bir gruba girmek, herhangi bir gruba girmekten daha değerlidir. Hedef çekici olsun ya da olmasın, bir kişi bir hedefe ulaşmak için çok emek harcıyorsa kendisini o hedefin buna değeceğine inandırır. Bu hedef uğruna yaptığı yatırımın gerçekten işe yaradığına kendisini ikna eder. Eğer bunu yapmazsa, yukarıda bahsettiğimiz gibi isteklerin çatışması baş gösterebilir.
Kendini kandırmanın aslı nereye dayanıyor?
İnsanlar olarak, bilişsel sistemimiz (inançlar, düşünceler ve düşünceler) ile davranışsal sistemimiz (davranışlar) arasındaki tutarsızlığı çok uzun süre psikolojik olarak koruyamayacağımız için, “değer ve inanç” kendi kendine aldatma paradoksu çözmenin bir yolu olarak ortaya çıkar.
Kendini kandırmanın başlıca psikolojik etkisi, kişinin kendi ilkeler ve değerler sistemine uymayan bir hedefe ulaşmak için çabalıyor olmasıdır. Etkisi sonsuza dek sürmediğinden, son deyimi yerindeyse son kullanma tarihine sahip bir kendini kandırma durumudur bu. Uzun vadede, kişi genelde bu aldatmacadan haberdar olur ve hayal kırıklığına uğrar.
3. Avunmak için kendini kandırmak
Avunmak için kendini kandırmak, özellikle de kıskanç insanlar arasında sık gözlenen akıllıca bir yoldur. Avunmak için söylenen yalan, kişinin içinde bulunduğu durum için başkasını ya da başka olayları sorumlu tutmasıdır, böylece kendisi için üzülecektir. Avunmak için söylenen yalanlar bazıları; “köpeklerden korkuyorum çünkü küçükken annem beni köpeklerle korkuturdu”, “kıskanç biriyim çünkü böyle olmam için eşim bir sürü sebep veriyor.” Böyle düşünceler sayesinde kişi kendi kendini kandırarak rahat hissedebilir. Böylece kendimizi avutarak özgüveni ve egomuzu korumu oluruz. Başka bir deyişle her zaman kurban olduğumuza hiçbir şeyin bizim hatamız olmadığına kendimizi ikna ederiz. Bir bakıma hiçbir durumdan %100 sorumlu olmadığımız için bu bakış açısı pozitif olabilir. Öte yandan geçmiş nedenlere ve dış faktörlere yeniden başvurmak hayatımızda yapmamız gereken değişikliklere direnmeye neden olabilir.
Avunmak için kendini kandırmanın tuzakları
Avunmak için söylenen yalanlar bizi korur. Uzun vadede korunmak için söylediğimiz yalanların yarattığı sorun ise, psikolojik anlamda gelişmemize engel olmasıdır. Bu türden bir kendini kandırma durumunun psikolojik etkisi, kendimizi kötü hissettiren problemlerle yüzleşmemizi engellemesi ve bu problemlerin aşılamaz olduğuna bizi ikna etmesidir.
4. Kendini ikna etmek için başkalarına yalan söylemek
Kendini kandırmanın bir başka yolu ise başkalarına ve dolayısıyla kendine yalan söylemektir. Bunlar kişinin kendisiyle ilgili hikayeleri, durumları veya algıları çarpıtmasıdır. İlk başta bu küçük çarpıtmaları fark edersiniz ancak yavaş yavaş kişi kendi uydurduğu bu dünya ve karakterler tarafından emilmeye başlar.
“Yalan söyleyen kişi kendi başına nasıl bir çorap ördüğünü bilmiyor. Çünkü ilk yalanı sürdürebilmek için yirmi tane daha yalan uydurması gerek.”
– Alexander Pope
Eğer bir yalan defalarca tekrarlanırsa, yalanı söyleyen kişi için bile bir süre sonra gerçeğe dönüşür. Bu olgunun açıklaması ise şöyle: beyin bu yalana uyum sağlıyor ve bir gerçekmiş gibi sürdürülmeye devam ediyor. Başka bir deyişle sanki yalan söyleyen kişi bunun kendi uydurması olduğunu unutuyor. Söylenen şeyin aslında bir yalan olduğu açıkça ortada olsa bile, kişi dürüst olmamaktan değil fakat kendini kandırma faktörü yüzünden gerçeği inkar etmeye devam ediyor.
Kendini kandırma eylemini yapmayan insan yoktur. Kendini kandırmak çok yaygın bir psikolojik olgudur ve belirli bir aşamaya kadar da gayet normaldir. Kendi yalanlarınızdan arınmak içinse güçlü bir şekilde kendinize dönük düşünmeniz gerekir. Kendinize bakmak ve kendi değerlerinizi, ideallerini ve arzularınızı anlamak, kendinizi her aldatmaya karşı korumak ve gerçekten elde etmek istediğiniz hedeflere yöneltmek için atılan ilk adımdır.
Psikolog Julia Marquez Arrico
Neredeyse her gittiğimiz yerde negatif enerjiyle çevreleniyoruz. İnsanlar daima şikayet ediyor, onlara ve başkalarına zarar veren şeyler yapıyor ya da eleştiri ve kısıtlayıcı argümanlarıyla moralimizi düşürmeye çalışıyorlar. Ama bazı insanlar en zehirli ortamlarda bile iyimserliği elden bırakmıyor. Peki pozitif insanlar, etraflarını saran negatif enerjiden kaçınmak için ne yapıyorlar?
“Zihnin enerjisi, hayatın özüdür.”
– Benjamin Franklin
Negatif enerji yayılarak düşünce ve eylemlerinizi etkileyebilir. Başarılı olmak istiyorsanız negatif enerji kaynaklarından uzak durmak esastır. Herkes negatif duygulardan etkilenebilir ama sadece onları def edebilen insanlar bu duygularla nasıl baş edeceklerini öğrenmişler demektir. Nasıl mı? Şu şekilde: Pozitif insanlar mutluluğu içten yaratır. Pozitif insanlar dış uyarıcılar aracılılığıyla mutluluk aramaz. Mutluluğu kendi dışınızda aradığınızda, o dış uyarıcı ortadan kaybolunca sizin de moraliniz düşer. Bu da güvensizlik ve bağımlılıklara neden olur. Bunun yerine pozitif insanlar, içlerindeki pozitif enerji kaynaklarını ararlar. Bu sayede mutluluk durumları, dış uyarıcılara o kadar bağlı değildir. Farkındalıkları, iç huzur arayışları vasıtasıyla negatif enerjiyi filtrelemelerine yardım eder.
Pozitif insanlar negatif insanlardan uzak durur
Bu, kişinin pozitif enerjiyi korumak için yapabileceği en önemli şeylerden biridir. “ Şanstan kaçan, tehlikeden de kaçar,” diye bir söz var halk arasında. Aynı şey pozitif insanlarda da olur. Zehrli insanlardan kaçındığınızda onların sizi zehirlemesi riskini ortadan kaldırmış olursunuz. Problem şu ki bunu başarmak için her zaman ortaya koyamadığımız bir güce ihtiyacımız vardır: cesaret ve kararlılığa. Negatif insanlardan kaçınmak için çok fazla cesarete ihtiyaç vardır, özellikle de bizi en çok etkileyen insanların hayatımızdaki en önemli insanlar ve hatta çok sevdiğimiz insanlar olduğunu düşünürsek. Ama zehirli insanlardan uzak durmanın avantajları, dezavantajlarından çok daha fazladır. Çünkü onlarla olmak istediğinizde bunu özgür iradenizle, piliniz şarj olmuş ve koruyucu kalkanınız kuvvetlendirilmiş şekilde. Kararı verdiğinizde, kontrol sizdedir. Bu çok büyük bir silahtır.
Pozitif insanlar kendine inanır
Hepimizin yüzleştiği en zehirli ve negatif yüklerden biri, bize inanmayan, bizi eleştiren ya da kısıtlamaya çalışan, kendi yetersizlik ve sinir bozukluğunu bize yansıtan kişilerin negatifliğidir. Pozitif insanlar başarılarının kendilerine inanmalarına dayandığının farkındadır, başka kimse onlar inanmasa bile kendilerine inanmaya devam ederler. Sonunda herkes kendi yaşamından sorumludur.
“Ne olduğumuz ve ne olabileceğimize dair inançlarımız, ne olabileceğimizi belirler.”
– Anthony Robbins
Pozitif insanlar doğayla temas hâlindedir ve doğayı yaşar
Fiziksel egzersiz, iyi hissetmekten sorumlu olan hormonlar olan endorfinlerin salınmasını sağlar. Egzersiz ayrıca stresi yönetmeye ve benlik saygısını artırmaya yardımcı olur. Bu, olası dış olumsuzluk dalgaları karşısında güçlü kalmanıza yardımcı olan iyimserlik ve pozitif enerjiyi size sağlar. Ayrıca, pozitif insanlar düzenli olarak doğada bulunur ve temiz havada zaman geçirirler. Doğa ve temiz hava; gevşeme, içgözlem ve benlik bilinci için yararlıdır. Egzersiz, temiz havada olmak ve doğada vakit geçirmek; pozitif enerjiyi yeniden şarj etmeye ve sizi enfekte eden olası toksinleri filtreleyip atmaya yardım eder.
Pozitif insanlar başarısızlığı kabul eder ve sorumluluk alır
Pozitif insanlar başarısızlığı kabul eder çünkü öğrenmenin ve büyümenin tek yolunun bu olduğunu bilirler. Başarısızlığın ortaya çıkardığı negatif duyguları anlarlar ama dibe batmazlar. Aksine kendilerini toplar ve ilerlerler. Ayrıca pozitif insanlar, yaşamlarında olan şeylerin sorumluluğunu daima alırlar ve hatalarını haklı çıkarmak için başkalarını suçlamaya kalkmazlar. Pozitif insanlar düzeltebilecekleri şeye odaklanır ve yaşadıklarını analiz ederek bir sonraki sefer daha iyisini yapmaya çalışırlar.
Pozitif insanlar başkalarının onayına ihtiyaç duymaz
Başkalarının fikirlerine dayanmak sizi savunmasız, kolay manipüle edilebilir, başkalarına bağlı ve hatta bağımlı kılar. Pozitif insanlar, bunu bilirler; tıpkı herkesi memnun etmenin imkânsız olduğunu bildikleri gibi. İşte bu yüzden başkalarının onayını aramazlar. Bunun yerine kendi değerlerine göre hareket ederler. Başkalarının fikirlerini dinlerler ama büyümeleri için faydalı olanın ötesinde bunlardan etkilenmelerine izin vermezler. Ve yapıcı eleştiri için müteşekkir olmayı ama onları yıkmaya çalışan türden eleştiriyle de baş etmeyi bilirler.
Pozitif insanlar her şeyin bir çözümü olduğuna inanır
Pozitif insanlar, ölüm dışında her şeyin bir çözümü olduğunun farkındadırlar. “Bir yerde hayat varsa, umut da vardır,” sözünü izlerler. Pozitif insanlar için bir engeli aşmanın daima bir yolu vardır. Dibe vurduklarında bile pozitif insanlar kendilerini tekrar toparlamayı başarır ve daha güçlü olup yeniden ayağa kalkabilmek için ne gerekliyse yapma niyetiyle geleceğe bakarlar.
Çevrimiçi ilişkiler ödüllendirici ve zenginleştirici olabilir. Çevrimiçi ortamda tanışan birçok çift artık istikrarlı ve kararlı ilişkiler içindedir. Bununla birlikte, yeni bir çevrimiçi ilişkiye başlarken her zaman dikkatli olmalısınız. Uygulamalar çağındaki aşk, belirli risklerle ilişkili olduğu için kötü bir üne sahiptir. Aslında uzmanlar, kurulan bağların zayıf olduğunu, kimseye güvenemeyeceğinizi ve çoğu insanın sadece cinsel ilişki aradığını söylüyor. Bu doğru olabilir. Ancak gerçek şu ki, uzaktan iletişimle aşık olmak artık olmamaktan daha yaygın. Dahası, çevrimiçi ilişkiler bazen çabaya değer olabilir.
İnsanların buluşma yöntemleri son yıllarda tamamen değişti. Aslında, artık çevrimiçi bir arkadaşlık sitesine veya uygulamasına gitmenin gerçek dünyaya çıkıp sosyalleşmekten daha kolay olduğunu söyleyebiliriz. Dahası, bu pandemide sanal dünyaya dönmek her zamankinden daha faydalı.
Hiçbir şeyin bir uygulamaya kaydolmaktan, bazı profillere bakmaktan ve bir eşleşmenin çıkmasını beklemekten daha kolay ve rahat olamayacağını inkar edemezsiniz. O andan sonrası ise şansa bağlı. Ancak, sanal dünyadan gerçek dünyaya geçişte, hayal kırıklığına uğratabileceğiniz kadar çok sayıda harika keşifler yapabileceğiniz doğrudur.
Çevrimiçi aşık olmak, rutin bir olay
,Jane austin romanlarının yayımlanmasından iki yüzyıl sonra Elizabeth Bennett’in Bay Darcy ile tanışmak için sosyal bir etkinliğe katılmasına gerek kalmayacağını bilseydi ne düşünürdü? Tek yapması gereken Tinder, Okcupid veya Badoo’ya kaydolmaktı. Aslında bu günlerde kimse evinden dışarı çıkmak zorunda bile değil. Bu aynı zamanda hem avantaj hem de dezavantaj olabilir. Dezavantajları iyi bilinmektedir. Örneğin, biriyle günler veya haftalarca konuştuktan sonra, ona ilgi duyabilirsiniz. Ancak, onunla yüz yüze tanıştığınızda bunların hepsi boşa gidebilir. Çünkü gerçekte, fiziksel çekicilikten ve çevrimiçi oluşturmuş olabileceğiniz bazı suç ortaklığı hislerinden çok daha fazlasına ihtiyacınız var.
Bazı durumlarda, bazı küçük şeyler size hemen sizin için uygun olmadıklarını söyleyebilir. Ancak, diğer yandan, uzaktan aşık olabilir, sonra yüz yüze tanışabilir ve hemen onların “o kişi” olduğunu anlayabilirsiniz.
Psikoloji yıllardır bununla ilgileniyor ve şunları keşfetti:
Çevrimiçi ilişkilerde gerçekler ve yalanlar
Çevrimiçi dünyada gerçeklik daha basit görünüyor. İnsanlar birbirleriyle bağlantı kurmaya çalışan uzak ve keşfedilmemiş adalar gibidir. Bazıları korsan gibi davranır. Kötü niyetleri vardır ve yalan söylerler. Öte yandan, gerçek benliklerini açıkça ve dürüstçe ortaya koyan samimi insanlar da vardır.
Dr. K McKenna, Amie. S. Green ve M. Gleason, birçok ilişkinin çevrimiçi olarak başladığını ve flört uygulamalarının başarılı olabileceğini doğruluyor. Aslında, bazı durumlarda, insanlar kişiliklerini bu çevrimiçi senaryolarda gerçek hayata göre daha iyi açığa çıkarıyorlar.
Çevrimiçi ilişkiler diğerleri kadar başarılıdır
Belki aileniz bir partide, üniversitede ya da bir kafede tanışmıştır. Öte yandan, belki partnerinizle bir flört uygulaması aracılığıyla tanıştınız. Ancak bu, ilişkinizin önceki nesillerden daha az samimi veya başarılı olduğu anlamına gelmez. 2018’de Cenevre Üniversitesinde yapılan bir araştırma bu gerçeği doğruluyor. Uzmanlar, internet üzerinden tanışan 3.248 çift vakalarını takip etti. Bu vakaların çoğunda ilişkileri başarılıydı. Bu, çevrimiçi olarak sadece aşkı bulmayacağınızı, ayrıca istikrarlı, zenginleştirici ve mutlu ilişkilerin de oluşabileceğini doğrular. Aynı zamanda, bu çalışmayı başlatan Gina Potarcque, bir uygulama aracılığıyla tanışan çiftlerin birlikte yaşamaya daha çok ilgi gösterdiklerini söyledi.
Çevrimiçi aşık olmak geleceğin gerçeği
Evet, partilerde, üniversitelerde, metroda ve en beklenmedik yerlerde harika insanlarla tanışmaya devam edeceksiniz. Bununla birlikte, çevrimiçi ortamda aşık olmak giderek daha yaygın hale gelecek. Bunun nedeni ise:
- Zaman kazandırır, kolaydır ve daha seçici olmanızı sağlar. Uygulamaları ve hatta Facebook gruplarını kullanmanın bir avantajı, benzer fikirlere sahip insanlarla tanışmanızdır, çünkü ortak ilgi alanlarıyla başlamak her zaman yararlıdır.
- Çevrimiçi teknoloji, daha hızlı, daha doğrudan bir günlük bağlantı türü sunar. Suç ortaklığı, samimiyet ve içtenlikle kademeli olarak kurduğunuz duygusal bir bağ aracılığıyla birbirinizle sürekli etkileşim halindesiniz.
Ancak, bildiğiniz gibi, ihtiyatlı ve dikkatli olmak önemlidir. Ekranda gördüğünüz kişinin sahtekar olma riski her zaman vardır. Ama insanlar başka ortamlarda da yalan söylerler.
Aşk her zaman eninde sonunda bir yolunu bulur!
Psikolog Valeria Sabater
“Düşünceden kurtulmak”, “ana odaklanabilmek, mindfulness”. İnsan varoluşu; zihin, beden, duygu ve maneviyattan oluşur. Birbirini tamamlayıp dengeli bir biçimde kullanılması tasarlanan bu 4 sistem içgüdüler, anlam katma ve bağlanma gibi etkenlerin etkisiyle “ben diyebilmek” ve “aynılık hissi” yaşatmak adına ego oluşturma eğilimindedir. Bu eğilim nedeniyle sürekli ve gereksiz düşünerek, kendilik sandığı egoyu korumaya çalışırken haddini aşar ve bedeni, duyguları farkedemez hale gelir ve maneviyattan (maneviyatla kastettiğim egodan daha fazlası olduğunu göremez) uzaklaşır. Zihin, yapay oluşmuş egoyu korumak ve beslemek adına başarı, güç, gurur, hırs ve benzeri kavramlara odaklanır ve hep bu konularla ilgili üşüşen düşünceler nedeniyle kişi giderek tıkalı ve hasta bir varlık haline gelir. (güç başarı, sevdiklerine aşırı odaklanma)
Düşünceler ve an arasında yaşanan savaş bir çok sıkıntının stresin ve ruhsal hastalığın kaynağıdır. İçinde bulunulan anda hiçbir sorun yok iken binlerce negatif düşünce ve egoyla ilgili olasılık hesaplama takıntıları nedeniyle mutsuz bir yaşam sürdürür çoğu insan.
Buradan hareketle bir çok uzman mutlu bir yaşam için, düşünceden sıyrılma, negatif düşünceleri durdurma ve pozitif iyi hissettiren düşüncelere odaklanmanın önemini vurgulamaktadır. Kişi anda kalma becerisi kazandığında zaten en doğru ve en gerekli düşünceler gerektiği kadar ortaya çıkarlar. Kişisel meslek hayatımda hem geştalt terapi hemde mindfulness benzeri tekniklerin, stresle mücadelede, anksiyete , panik, fobiler, takıntılar ve ilişki sorunlarında diğer uzun ve zahmetli terapilere oranla daha çabuk ve kolayca , işe yaradığını söyleyebilirim.
Düşünce den kurtulma çalışmalarında neler çalışıyoruz.
1-Ego farkındalığı ve egoyu eğitmek,
2-Gereksiz düşünce kaynağı olan kutupları zemine katmak (nötrleştirmek).
3-Yarışan ihtiyaç ve yarım kalmış işlerle ilgili düşünceleri farketmek.
4-Mindfulness la duyulara odaklanma ve anda kalma çalışması
5-4 Kanal farkındalığı
Mindfulness nedir?; merakla, yargılamadan, şevkatle, “ana” ya da “olana odaklanmak” ya da “olanı kabullenmek” olarak özetlenebilir. Uzak doğu felsefe ve pratiğinin batı psikolojisine bir hediyesi olan mindfulness; Dr. Jon Kabat-Zin tarafından batı tıbbında 1980li yıllarda kullanılmaya başlandı.
Kullanım alanları: Kronik yorgunluk, stres, anksiyete, depresyon, kanser gibi kronik hastalıklarda ve ağrı tedavisinde, tansiyon, şeker düzenlemesinde ve vücut direncinin arttırılmasında oldukça etkin olarak kullanılabilmektedir.
Mindfulness nasıl işe yarar?; olana , ana ve duyulara odaklandığında, gereksiz endişe ve düşüncelerden kurtulan insan, gevşer ve en doğru tepkileri verir. Düşünceler durumu kötüleştirmediğinden her tür sıkıntı ya da acı kısa sürede atlatılabilir. Özellikle anksiyete bozukluklarında ve sürekli negatif düşünenlerde etkili bir yöntemdir.
Dr. M. LEVENT SOYLU
İnsanoğlunu belkide en fazla zorlayan ve inciten duyguların başında gelir suçluluk duygusu..örneğin ağır depresyon olgunlarında yoğun suçluluk duygusu gözlenir suçluluk duygusu gözlenir diğer depresyon bulguları yanısıra..alıngandır,aşırı düşünceli ,karamsar ,umutsuz ve takıntılı özellikleri vardır..
Suçluluk duygusu aşırı katı ve yargılayıcı bir super egonun hakim olduğu kişilik yapılarında uygun psikolojik zeminde öne çıkar ve sıkıntı yaratır.Vicdani ve ahlaki açıdan kendine karşı aşırı yargılayıcı tutumlar sergileyen bu kişilik yapılarında şahıs kendine karşı aşırı acımasızdır.Bireyin kendini suçlaması hayatında başkalarına karşı yalnışlar yaptığını düşünmesi ve bu durumdan da kendini affedememesinden köken almaktadır…kişinin kendine karşı sert ve esneklikten uzak tutumu söz konusudur.Ve kendini affedemeyen başkası değil yine kendisidir..
Burada önemli olan, bireyin yanlış yaptığına dair inancıdır. Yanlışın bireyin kendisine veya başkalarına olumsuz etkilerinin olmuş yada olmamış olduğu gerçeği veya başkalarının kişiyi gerçekten suçlamaları esas konu değildir.. onların kendisine cidden kırılmış , yada incinmiş olduğunu, onların hayatlarını mahvettiğini düşünür, zarar verdiğine inanır ve berbat hisseder.. birde karşı taraf onu haklı yada haksız yere suçlarsa bu onu daha da ezer. Realite de yaşanmış bir olumsuzluk olmasada yada incir çekirdeğini doldurmayacak bir vukuat söz konusu olsa bile kişi için çok büyük bir üzüntü kaynağıdır ve ölesiye kendini suçlu hissetmektedir..ve muhatabı olan kişilerin kendisini asla affetmeyeceklerini düşünür ..suçludur ve cezasını çekmelidir.
Çünkü esasen kendini affedemeyen kişinin kendisidirve kendini kötü hisseder.. suçlanma eğilimini tetikleyici olayı takıntılı şekilde bırakamaz,olanı unutup yoluna devam edemez.. Bazen aslında olan bir şey de yoktur ve yaşamın geneli ,ilişkilerinin tümü ona kendini suçlu hissettirir. herşeyi ve herkezi çocuklarını ,eşini ,ailesini ,işini mahvetmiştir, başarısız v ümitsizdir.. ölmeyi bile isteyebilir.. kendini affettirme yolluna da gidemez.. kişinin kendisinin cezayı hakkettiğine olan inancı yoğundur Cezalandırmayı da bizzat kendi kendisine yapar. Kendisine karşı acımasız ve katı şekilde yaklaşır..her gün yoğun sıkıntılarla boğuşur, kendisiyle mücadele etmekden yorgun düşer.. .takıntılı düşünceler de duruma eşlik ederse durum daha da ağırlaşır..
Bu durum da suçluluk duygusunu kişiler daha sık yaşar. Ne zaman hata yapsa aynı döngü tekrar eder ,uzun süre hatasını unutamaz ve kendini suçlamaları yoğun olur ve de kendini çok kötü hisseder. Keza kişilerin depresyon geçirdiği durumlarda major depresyon gibi suisit fikirlerin yoğun olduğu tablolarda suçluluk duyguları çok daha ağır ve yoğundur . Şayet siz de kendinizi sık sık suçlu hisseden kişilik yapısına sahipseniz ve bundan canınız yanıyor yaşamınız zorlaşıyorsa ciddi olarak kendinizi ağır yargılayıcı eleştirel yapının nereden kaynaklandığını araştırmak için uzmanlardan yardım almalısınız.…kendinize baktığınız da zaman zaman kendinize öz güvenle ilgili sorunlar yaşadığınızı tüm kişisel geliştirme çalışmaları ,kültürel birikim ve iş başarılarınıza ve toplumda ki var olma çabalarınıza ve ilşkilerinizde tesis etmeye çabaladığınız duruşunuza rağmen kendine güvensizlik hissettiğinizi , ötekinin onayını almadan kendinizi iyi hissedemediğinizi ve kendi seçimlerinizi yapamadığınızı fark edebilirsiniz.. mükemmelliyetçilik ile ilgili derin kaygılar ve gereğini yapamadığınıza inandığınız da ve yeterince iyi olmadığınızı düşündüğünüzde kendinize karşı kızgınlık gelişebilir ve ardından da derin suçluluk duygusu gelebilir..
Neden ise olayları , özellikle olumsuz algıladığınız yaşantıları incinmişliklerinizi ,insanların size yaklaşımlarını ve sözlerini aklınızdan atamamak , olanlarla ilgili kendini bir türlü affedememek , sürekli depresif olmaya meyil göstermek ve yine sürekli ve kolayca endişelenir kaygı dolu olma hali söz konusudur… Daima kontrollü olma ihtiyacı olayları ve insanları kontrol ederek kişinin kendi iç dünyasında control edemediği olumsuz duygu ve düşüncelerini bilinçsizce dışarıyı başkalarının yaşantılarını evini çocuklarını eşini özellikle control etmek yöntemiyle kişi ancak dengede kalabilme hali söz konusu olacaktır..
Bazen de gerçekten real olarak yaşamda kişi tarafından işlenmiş mühim bir hata vardır ve akıl ve vicdan sahibi her kimse olarak kişi kendi payına düşen bir özür varsa onu üstlenir sağlıklı bir dozda kendini suçlu hissedebilir ama telafi yollarına giderek onarma çabasına girer üzerine düşeni yaptıktan sonra karşı tarafın da iyi niyetini ve olurunu samimi olarak talep eder ve mümkünse bu uzlaşıyı da alarak olayla ve rahatsız edici bu duyguyla vedalaşarak bu hadiseyi hayatından çıkartır sağlıklı davranış biçimi budur.. ve kişi hayatına devam eder..
Bilinen odur ki bunun aksi ne yaşanan durumlar da aynen aşırı kendini suçlayıcı eleştirel yapı gibi patolojiktir ve kişilik bozukluklarında görülmektedir.. böyle bir durum da ki ileri anti sosyal kişilik bozukluklarında bu duruma rastlanmakta olup,bu tür kişilerin vicdanı duyguları hemen hiç gelişmemiş olup, ahlaki ve insanı normlar gereğince var olan ,acıma ,merhamet etme gibi özelliklerin bu kişilerin kişiliğinde hiç barındırmadığı görülür ve başklarının malını ,menfaatini hatda canını çok ciddi zararlara uğratsa dahi bu kişiler asla, suçluluk dahi duymayacağı bir gerçektir..
Nasıl ki bu yapı kabulü sarsıcı bir durum ise aşırı kendini suçlayıcı yapı da ,keskin sirkenin küpüne zarar olduğu gerçeği nde olduğu gibi aşırıya kaçan öz eleştirel ve acımasız yargılayıcı yapıda öz sevgi ,öz saygı ve öz benlik değerini sarsarak inciteceğinden kişiye zarar verecektir ve doğal değil patolojik psikolojik süreçlerin ve yanlış bir yapılanmanın sonucudur..kişinin yardım ve desteğe ihtiyacı vardır ve de psikolojik yapının incelenmesi ,patolojik kişilik gelişim süreçlerinin incelenmesi ve kişinin ciddi psikolojik destek alması nı icap ettiren bir süreç söz konusu olacaktır..
Uzm. Psk. Dnş. Dr. Derya Eskin
İlişkilerde ki tek duygusal ihtiyaç aşk değildir. Şefkat, güven, önemli-değerli hissetmek, takdir edilmek, anlaşılmak da gereksinimlerdir. Bu duygusal ihtiyaçlar yeteri kadar tatmin olduğunda ilişkilerde süreklilik ve doyum mümkündür. Yeteri kadar duygusal paylaşımlar olmadığında ciddi çatışmaları ve ayrılığı getirebilir. Elbette ki boşanma, ayrılıklar ve ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Bu yaşantılarla birlikte duygusal yakınlığın kaybı da söz konusudur.
Birey bunları zor olsa da kabullenmeye çalışır. Belki de en zor olanı çiftlerin bir aradayken duygusal anlamda birbirlerini terk etmeleridir.
Yakın ilişkileri yaşarken duygusal gereksinimlerimizin ne olduğunu bilmek yeterli değildir. İlişki de bu ihtiyaçların farkına varmak, onların ilişki de var olup olmadığını anlamak son derece önemlidir. Yeteri kadar tatmin edilmemiş ihtiyaçlar uzun vadede ilişkilerde yalnızlık, kızgınlık ve öfke duygularını açığa çıkarır. Çiftlerin umursamaz, yorgun, bıkkın tutumlar göstermesine neden olur. Bu süreç ilişkilerin tekrar değerlendirilmesi ve geliştirilmesi için aynı zamanda da sönüm noktasıdır. Ancak çiftler arasında duygusal paylaşımların azalmasıyla gelişen süreçlerin kaotik bir hal almasının en önemli nedeni eşlerin çocukluk deneyimlerinin yetişkin yaşantılarına etkisidir.
Çocuklukta yaşanan duygusal terk edilme; Çocuklar anne ve babanın her ikisinden de yeteri kadar, kabul, sevgi, ilgi görmeli ve önemsendiğini hissetmelidir. Çocuğu olduğu gibi kabul etmek, ilgi ve sevgi göstermek sadece sözlerle ifade edildiğinde yetersiz kalacaktır. Sözler ve davranışlar tutarlılık göstermelidir. Aşırı eleştiri, ihmal, küçümseme, işgal çocuğun kendini yalnız, reddedilmiş, incinmiş hissetmesine neden olur. Çocuğa ilgi göstermek yeterli değildir, çocuğun ihtiyaçlarına uyumlu tepkiler vermek önemlidir. “Çocuğun” ihtiyaçlarına uygun cevaplar vermeyen ebeveyn çocuğunu duygusal olarak terk eder. Çocuğun anlaşılamadığını hissetmesi, haksızlığa uğradığına inanması ve yaşına uygun olmayan sorumlulukların ağırlığı da; ebeveynleri tarafından duygusal olarak terk edildiğini hissettirir.
Böyle bir çocukluk geçirmiş yetişkin bir birey için yakınlık oldukça korkutucudur. Duygularını paylaşma, samimiyet konularında zorluklar vardır. Kişinin kendi duygularının farkına varma, kabullenme ve bunların da gereksinim olduğunu kabul ile ilgili de ciddi zorluklar oluşur. Erken dönemde yaşanan hayal kırıklığı ve incinmişliğin hissiyatı o kadar derindir ki o zorlayıcı duyguları tekrar yaşamamak için kişi kendine, kendinin de farkında olmadığı bir güvenli alan oluşturur. Yakın ilişkilerinde bu mesafeyi koruyacak ilişkiler geliştirir. Ancak bu ilişkiler çoğunlukla samimiyetten yoksundur. Bu şekilde yaşantıları olan kişi romantik ilişkilerinde de boşanma, aldatılma vb..deneyimler yaşaması duygusal terk edilemeye karşı hassasiyetini de arttırır ve depresyona neden olabilir. Depresyon yaşam enerjisini tüketen, bugünü yaşamayı zorlaştıran, gelecekten ümit kesilmesine neden olan oldukça zor bir rahatsızlıktır. Geçmişinde örseleyici rahatsızlıkları olan yetişkinler için çok daha sıkıntılı bir durum söz konusudur. Geçmiş yaşantıları hatırlatıcı olması, temelde kişinin kendini sevilebilir, değerli görmemesi nedeniyle uzun sürelidir. Tedavi sürecinde depresyon belirtilerinin azalması önemli bir adımdır. Ancak zeminde ki incitici yaşam olaylarının çalışılması da ilerlemenin önemli bir adımıdır. Özellikle terapi ile bu süreçler yeniden yapılandırılmalıdır. Terapide çocuklukta yaşanan deneyimlerin çalışılması, geçmiş yaşantıların değerlendirilmesi, kişinin kendini algılayışının yeniden yapılandırılması oldukça önemlidir.
Uzman Psikolog Zehra Erol
Güvende hisettiniz, sevildiğiniz, kabul gördüğünüz ve ilgilenildiğiniz bir ilişkide var olmak ait olma ihtiyacı açısından önemlidir. Bir ilişkiye ait olduğunuzu hissettiren yaklaşımlar nelerdir?
-Duygularımızın paylaşılması ve saygı duyulması; Duyguların anlaşılamadığı ve kişiye saygı duyulmayan bir ilişkide ait hissetmek mümkün değildir.Böyle bir ilişki de kişi bir süre sonra duygularını paylaşmaktan da vazgeçer.
-Üzüntünün paylaşılması; İlişkilerde destek görmek, acıların paylaşılması insanları yakınlaştırır.
-Bakım ihtiyacının karşılanması; Çocuklukta bakıma ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyacımız karşılandığında bir aileye ait olduğumuzu hissederiz. İlerleyen dönemlerde de hastalık, yorgunluk gibi durumlarda da bu ihtiyacımızın karşılanması aidiyet duygumuzu güçlendirir.
-Sevildiğini hissetme
Ait olma ihtiyacı; sevme, ilişki kurabilmek ve sürdürebilmek ile ilişkilidir. Bir aileye, ilişkiye ait olduğumuzu hissettiğimizde kendimizi yakın ve tam hissederiz. Bu olmadığında eksik ve yalnız hissederiz. Sanki bir şeyler kaçırıyoruzdur ve bu bizi üzer. Ait duygusunun bize kattıkları şunlardır.
- Yaşamınızı paylaştığınız insanların varlığı mutlu eder, yalnızlığımızı azaltır. İlişkilerimizden tatmin oluruz.
- İnsanların bizimle birlikte olmaya istediklerini görmeyi isteriz. Bu kendimizi değerli hissettirir, sevildiğimizi ve önemsendiğimizi görürüz.
- Kendimizi bütün ve tam hissederiz.
- Yaşantılarımızı ve bunların bize hissettiği özel duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak bizi yakınlaştırır.
İnsanların bizi sevdiğine ve onlar tarafından sevileceğimize inanırız. - Aile dışında da kendimizi ait hissettiğimiz ilişkiler kurarız. İlk anne ve babamız tarafından kabul görmek, sevildiğini ve önemsendiğini hissetmek isteriz. Zamanla buna arkadaşlar, aile bireyleri, eşimiz de eklenir. Bu olmadığında kendimizi yalnız ve mutsuz hissederiz.
Uzman Psikolog Zehra Erol
Aşk gündelik yaşam içinde hayatımıza canlılık getiren, ayaklarımızı yerden kesen, heyecanlandıran ve farklı hissetmemize neden olan yoğun duygu. Aşk dendiğinde akla güzel yaşantılar, yoğun duygular gelse de son dönemde aşka bağlı hayal kırıklıklar, üzüntüler, kızgınlıklarla dolu deneyimler oldukça fazla. Geçmişte de üzen ve üzülen aşıklar yok muydu? Elbette vardı. Zamanla değişen beklentiler, yaşanan deneyimler aşkın yaşanış şeklini de etkiledi.
Aşk için fedakarlık yapmak anlayışı hala var olsa da fedakarlık yapılan aşk aldatma, şiddet ve sonunda hayal kırıklığı ile sonuçlandıkça “fedakarlığın anlamı”, “nereye kadar tolere edileceği” sorgulanır oldu. Güvenilmez ve güvenemez olduk. Oysaki aşk bize karşımızdaki için diğer insanlardan farklı, önemli, değerli olduğumuzu, sevildiğimizi ve kabul gördüğümüzü hissettirir. Bu zaman zaman anlamsız bulduğumuz yaşam içinde varlığımızın ne kadar anlamlı olduğunu da hissetmememizi sağlar.
Aşık olduğunda hissedilen heyecan, aşık olunan için gösterilen hassasiyet ve özveri, içten, samimi yaklaşımları görememek ilişkilerle ilgili umutsuzluk yaratıyor. İlişkilerde sıklıkla karşılaşılan güven duygusunu sarsan farklı yaklaşımlarda yakın ilişkiler de ön yargılara neden olmaktadır. Nelerdir bunlar;
-Kendisinin ve karşı tarafın sınırlarını zorlayan kişilerin sıklıkla “ben” diyerek kendi davranması.
-Nereden nasıl fayda sağlayabilirim yaklaşımı.
Bu yaklaşımların yol açtığı ruhsal yaralar nedeniyle “zarar görürüm endişesiyle kaçınarak” yaşayanlarında sayısı az değil. Daha dengeli, empati kuran, iletişime açık ve esnek düşünebilen bireyler örseleyici yaklaşımlara kendi dağarcıklarında olmadığı için önce şaşkınlıkla sonra da ne yapacağını bilemeyerek baktılar. Oysa ki toplumumuzda güvenilir, değerleri olan, özverili, samimi insanların daha çok kendi fikirlerini ortaya koymasına ihtiyacımız var. Bu noktadaki zorluklardan biri de bu kişileri de sıradan, sıkıcı olarak damgalamaktan kaynaklanabiliyor. Denge kurabilen, vicdanlı, samimi ve dürüst kişilerle ilişkilerde de aşk eskisi gibi heyecanla, ayakların yerden kesilmesiyle yaşanabilir önemli olan ne taraftan baktığımız…Mutlu olarak da aşk yaşanır!!
Uzman Psikolog Zehra Erol
Hayatımızın her yönünde olduğu gibi aşkta da her zaman büyürüz. Hem kendimizin hem de başkalarının farklı deneyimlerini not ederiz, hatta hayatımıza şöyle bir dönüp baktığımızda, şu an iyi kötü bir uzun ilişkimiz olması ya da hiç ilişkimiz olmamasından bağımsız olarak, sevme şeklimizi farklı yönlerden değiştirmiş olduğumuzu görebiliriz.
Kontrol etme ihtiyacı ilişkiyi zehirler
Olgun olmayan bir kişi, ilişkisinde, partnerinin üzerinde kontrol sahibi olmaya fazlasıyla ihtiyaç duyar. Partnerinin nasıl olsa kendisine ait olduğunu düşünür ve sokakta bıraktığı bisikletini gözetler gibi devamlı partnerini izler. Bu kontrol ihtiyacı zaman ile sıkı bir şekilde bağlantılıdır çünkü ilişkide bir kişi diğerinin bütün zamanını zapt etmeye çalışır: bu da kontrol etmenin başka bir biçimidir.
Olgun bir insan kontrolün tamamen verimsiz bir anksiyete çeşmesi olduğunu bilir. Eğer diğer kişi onu terk ederse yine aynı şeyi yapmaya devam eder, fakat eğer o kişi yanında kalırsa izlenmiş olduğu bariyeri geçmekten korktuğu için değil, sevdiği için yanında kaldığı netleşmiş olur. Zaman meselesine gelince, olgun bir kişi kendine zaman ayırmaya ihtiyaç duyduğundan dolayı diğerinin de aynı şekilde buna ihtiyaç duymasını anlar. Bunu anlamasının yanı sıra varlığının ilişkiyi bir şekilde zenginleştirdiğinden de emindir.
İletişim aşkın aldığı nefestir
Olgun olmayan biri iletişimin ilişkilerindeki önemini hala anlamamıştır. Hatta buna asla dikkat etmedikleri gibi fikirlerini akıllarından geçtiği şekliyle dile getirirler. Bunun tam tersi bir durum da olabilir, yani herhangi bir süzgeçten geçirmeden konuşmak yerine öyle bir filtre koyarlar ki ağızlarından hiçbir şey çıkmaz. Diğer yandan olgun bir kişi iletişim kurabilmek için sabır ve önemli ölçüde anlayış gerektiğini bilir. Örneğin, önerinin eleştiriden çok daha iyi olduğunu ve olumsuz söylemlerin bir dizi alternatifle beraber söylendiğinde daha az çatışma yarattığını bilir.
Affetmek, intikam ve kin tutma
Olgun olmayan insanlar affedebilir fakat hiç unutmazlar. Bir tartışma olduğunda kullanmak ve pençelerini göstermek için hazırda bulundurdukları bir incitici söylemler listesine sahiplerdir. Diğer yandan, bu saldırı listesi sonsuza kadar gider çünkü bu kişiler partnerinin davranışlarından fazlasıyla etkilenir, hatta herhangi bir karşılaşma anı, içlerinde müthiş bir duygusal acı oluşmasına bile sebebiyet verebilir. Olgunluğa erişmiş bir kişi çatışmaları çözümler. Yaraların iyileşmesi için zaman gerektiğini bildiği gibi, bazı durumlarda kendisini adamazsa bu çatışmayı çözümlemek için sadece zamanın yetmeyeceğini de bilir. Bir saldırı listesi yapmaktan kaçınır çünkü bunun kendisi ve partneri için acı ve yıkımdan başka bir şey getirmeyeceğini bilir.
Zaman ve şefkat aşkta olmazsa olmazdır
Olgun olmayan insanlar hediye alabilmek için hediye verirler. Bununla birlikte, ayrıntılar nadiren onlara yeterli gelir ve beklentilerini hiçbir zaman karşılamaz. Buna ek olarak, partnerinden sürekli ilgi bekler ve imkansız da olsa içten içe partnerinin aklını okuyabilmesi umuduyla yaşarlar. Maddi jestleri bir sarılmaya tercih ederler çünkü maddiyata atfettikleri ekonomik değeri hesaplarlar. Sarılmanın onlar için pek de bir kıymeti yoktur. Olgun insanlar ise partnerlerinin yüzündeki ifadeyi görmek için hediye verirler. Onlara göre en güzel an, yaptıkları ya da aldıkları hediyeyi verdiklerinde partnerlerinin yüzündeki ifadeyi görmektir. Dahası partnerlerinin yaptığı herhangi bir jestten büyük bir mutluluk duyarlar çünkü eksik olandan çok var olana odaklanırlar. Nihayetinde asıl değer verdikleri şey sevgiyle düşünülmüş ve yapılmış jestlerdir çünkü bunlarla aşkı çocuklar gibi yaşarlar.
Aşkta samimiyet arzudan daha fazlasıdır
Olgun olmayan biri partnerinin yalnızca fiziksel yönlerine bakarak onu çekici bulur. Her şeyin cinsellikle başlayıp cinsellikle bittiğine inanır. Bu yüzden de eğer partnerleriyle bu konuda bir uyum sağlayamazsa bunun çok büyük bir kriz olduğunu düşünür, hatta bunu, partnerinin her saat onunla konuşmadan bir hafta geçirmesinden daha büyük bir sorun olarak görebilir. Olgun kişiler arzunun sadece ilişkinin bir parçası olduğunu ve diğer parçalarının da dinamiklerini etkilediğini anlar. Bu da demek oluyor ki bir ilişkiyi her yönünden incelersek her bir kısmın diğer hepsini tamamladığını ve hatta geliştirdiğini söyleyebiliriz. Onlar için ise her şey, cinsellikle beraber güven ve hassasiyeti (olumlu anlamda) de kapsayan bir samimiyetle başlar ve biter.
Son olarak olgun olmayan kişiler için partneriyle olmalarındaki amaç acı çekmek değil iyi hissetmektir. Olgun insanlar için ise amaç partnerinin gelişmesi ve keyif almasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, ikisinin de birbirilerinin iyiliği için uğraştığı bu ilişkide risk almaya devam ederler. Peki ya sizin ilişkiniz nasıl? Bu uç noktalardan hangisi sizin ilişkinizi daha iyi tanımlıyor?
Hepimiz “deliye” dönen aşıklarla ilgili hikayeler duymuşuzdur. Karşısındakini sevmek yerine onu bir takıntıya çevirenler veya karşısındaki istemediği bir şey yapınca eşyaları yakıp yıkanlar… Ancak gerçek bir ilişki söz konusu olduğunda, çoğu insan ruhsal sorunları olan bir partnere nasıl yaklaşılması gerektiğiyle ilgili pek konuşmaz. Bu aslında geçmişte veya şimdi ruhsal sorunları olan birine yaklaşmaktan çok da farklı değil. Dünyadaki her 10 kişiden birinin hayatının bir döneminde bu kategoriye girdiği düşünülürse, bu tür insanlarla hiç karşılaşmadığınızı söylemek pek de gerçekçi değil.
Ruhsal sorunları olmak istikrarsız olmak anlamına gelmez. Şimdiye kadar zaten hayatınızda ruhsal sorunları olan biriyle karşılaşmamanız imkansız. İlk bakışta ruhsal sorunları olan birinin aşırılıklar yapan biri olduğunu düşünebilirsiniz ancak bu pek de doğru değil. Ruhsal sorunları olan biri çoktan kendisine uygun tedaviyi arayıp buluyor ve hayatının geri kalanına durumunun farkında olarak devam ediyor. Bununla baş etme yolları geliştirerek, mümkün olduğunca normal bir hayat geçirmeye çalışıyor. Eğer flört ettiğiniz kişi, ruhsal sorunlarıyla ilgili kendini size açıyorsa, onun neyle mücadele ettiğini tahmin etmeden önce, onun size anlatmak istediklerini dinleyin.
Açık bir iletişime ihtiyacı olduğunu unutmayın. Bu aslında sadece ruhsal sorunları olan biriyle ilişki yaşayanlar için değil, herkes için geçerli. Ancak ruhsal sorunları olan biriyle ilişkinizi sürdürmek için kilit öneme sahip. Partnerinizin, ruhsal sorunları hakkında önyargı oluşmadan konuşabileceğini bilmesi için, ona açık bir iletişim kanalı bırakmanız gerekir. Bunu sağlamak için haftada bir gün belirleyip, o gün partnerinizin sizinle tüm duygularını ve düşüncelerini paylaşmasını isteyebilirsiniz.
Sevdiğiniz birinin herhangi bir sebeple acı çektiğini görmek en zor şeylerden biri. Üstelik sadece zor olmakla kalmayıp, ilişkideki gerilimi ve karmaşayı da artıran bir unsur. Ancak şunu unutmayın, sevdiğiniz biri zor zamanlar geçirirken onu desteklemek harika bir şey ancak daha mutlu ve sağlıklı bir hayat geçirmesini sağlamak sizin elinizde değil, onun kendi elinde olan bir şey. Onu dinleyebilir, mücadelesini destekleyebilir, neşelendirebilir, hatta uygun tedavi yöntemlerini bulması için yardım edebilirsiniz. Ancak bir sonraki aşamaya geçmesi için onu zorlayamazsınız. Onları bulundukları bu durumla kabul etmelisiniz. Bu, onlara yardımcı olmayacağınız anlamına gelmiyor ancak sizin önerilerinizi dinlememe ihtimaline karşı hazırlıklı olmalısınız.
Eğer aranızdaki ilişkinin yürümesini istiyorsanız, onun kendi hayatına has gariplikleri olduğunu kabul etmelisiniz. Aynı ruhsal sorunları olmayan biriyle sürdürmek istediğiniz herhangi bir ilişkide olduğu gibi… Örneğin sosyal anksiyete sorunu yaşayan biriyle birlikteyseniz, hafta sonlarını kalabalık ortamlarda geçirmeniz pek de olası değil. Bu ilişkinin devam etmesini isteyip istemediğinize karar verirken, bunun aslında diğer tüm ilişkilerden farkı olmadığını düşünmelisiniz. Hepimizin değişmeyen özellikleri var ve hayatımızdaki insanlar ya bunu kabul edip bununla yaşamayı öğrenir ya da tam tersi olur. Bu durum ruhsal sorunlarımız olsa da olmasa da değişmez.
Ruhsal sorunları olan biriyle birlikteyken bazı ilişki dinamikleri değişse de ilişkinin özü hep aynıdır. Onunlayken, diğerleriyle olduğundan farklı hissedersiniz. Ayrıca onun da diğerleriyle eşit olduğunu ve her ilişkideki kuralların burada da geçerli olduğunu unutmayın. Her ilişkide zaman zaman taraflardan birinin daha fazla desteğe ihtiyaç duyduğu zamanlar olur. Sizin de desteğe ihtiyacınız olabileceğini unutmayın ve karşınızdakinin ruhsal sorunlarını bazı şeylerin bahanesi olarak kullanmasına izin vermeyin. Karşınızdaki size ne kadar özen gösterirse, siz de o kadar karşılık verirsiniz. Bu denge kuralı, her ilişkide geçerlidir. / Design by Jess Murphy
Jacques Lacan tarafından söylenen pek çok söz onun teorisinin yansımasıdır. 20. yüzyılda ortaya konmuş en karmaşık, en derin ve en ilginç bakış açılarından biridir. Lacan, geleneksel psikoanalize sırtını dönen Fransız bir doktor, psikiyatr ve psikoanalistti. Her zaman tezinin Sigmund Freud’a cevap niteliğinde olduğunu söylese de Lacan, literatüre matematik ve dil teorisi gibi yeni unsurlar kattı.
Doğası gereği psikoanaliz ne bir öğreti ne de başlı başına bir teori. Bazıları her psikoanalistin, psikoanalize kendine göre bir yaklaşım geliştirdiğini söyler. Öyle ki tarih boyunca “lacanian” gibi pek çok farklı okul ortaya çıkmıştır.
“Picasso’nun bir keresinde çevresindekileri şok edercesine söylediği gibi – Ben aramam, bulurum.”
– Jacques Lacan
Bugün Lacanian psikoanalizi halen geçerliliğini koruyor. Hiç şüphesiz tarihteki en tartışmalı psikoanaliz yöntemlerinden biri. Ayrıca en çok düşündüren ve en fazla hayranlık uyandıranlardan biri. Büyük olasılıkla halen tam olarak anlayabilmiş değiliz. Ancak Lacan’ın düşüncelerinin yoğunlaştığı alanlarda söylediği bazı sözleri hatırlamakta fayda var.
1. Gerçek ve Kandırma
Lacan’ın çelişkili görünen sözleri vardır: “Gerçek, yanılgıdan kaçan hatadır ve yanlış anlaşılma yoluyla ona ulaşılır.” Lacan’a göre günlük hayatta insanların arasında yaşananlar gerçek değildir. Herkesin birbirini aldatmak gibi bir niyeti yoktur ama herkes kendi gerçeğini görmezden gelir. Bu nedenle onu ifade edemezler.
Ancak deyim yerindeyse gerçeğin bizden “kaçtığı” anlar vardır. Örneğin bir dil sürçmesi yaşadığımızda veya düşünmeden konuştuğumuzda böyle olur. Yüzeysel açıdan bakıldığında yaptığımız şey bir hatadır ve bir yanlış anlaşılmaya sebebiyet verir. Ancak aslında bu durum gerçeğin adım adım ortaya çıkması ve olaya ışık tutmasıdır.
2. Bilinçaltı ve dil
Jacques Lacan, 20. yüzyılda popülarite kazanan dil teorisinden yoğun biçimde etkilenmişti. Lacan, Freud’un klasik psikoanalizine tamamen dilsel kavramlar kazandırdı. Bu kavramlar arasında en önemli olanlardan biri şudur: “Bilinçaltının yapısı bir dilin yapısına benzerdir.” Lacan’a göre bilinçaltı tıpkı bir dil gibi çalışır. Bu şu anlama gelir: Bilinçaltını anlamak için başvurmamız gereken prensipler, bir dili deşifre etmek için kullandığımız prensiplere benzer. Örneğin rüyalar mecaz veya metafor olarak yorumlanmalıdır.
3. Lacan’ın en gizemli sözlerinden biri
Lacan’a göre aşk en çok tekrar eden temadır. Bakış açısı karmaşık ve büyüleyicidir. En ünlü sözlerinden biri şudur: “Sevmek, var olmayan birine sahip olmadıklarını vermek demektir.”
Jacques Lacan için aşk, tıpkı “realite” dediğimiz şeyin çoğu gibi bir belirsizliktir. Birbirini seven insanlar arasında aslında yanlış olan bir vaat vardır: Birini tamamlamak, onu mutlu etmek. Ancak bu taahhüt açık olarak belirtilmez. Romantik ilişkilerin derinliklerinde ışıldar. Bu yüzden Lacan sahip olmadığımız şeyi verdiğimizi söyler. Aynı zamanda karşımızdaki kişiyi de gerçek anlamda algılamıyoruz. Karşımızdaki kişinin özellikleri bilinçsizce verilmiş etiketleri karşılıyor. Onu gerçekten sevmiyorsunuz, o kişiyle ilgili aklınızda oluşturduğunuz imajı seviyorsunuz. Bu yüzden de Lacan bu kişiyi “var olmayan biri” olarak tarif ediyor.
4. Sevgi ve kendine ihanet etmek
Lacan’a göre sevgi, her şeyin ötesinde, sözcüklerden doğan bir tür bağdır. Eğer sözcükler yoksa aşık olma hali mevcuttur. Bu da hayali bir büyülenmedir. Cinsel arzu karşısındaki kişiyi bir tatmin objesine dönüştürürken sevgi, bunun ötesine geçer. Karşısındaki kişiyi bir obje değil bir varlık olarak görür.
Böylece sevmek, diğerinin bir parçası olmaya dönüşür. Hataları ve zayıflıkları kabullenilir. Karşılığında sevilme arzusunun ötesine geçtiğinde sevgi, aktif bir hediyeye dönüşür. Ancak bu sevginin bir limiti vardır. Lacan sözlerinden birinde buna değinir: Sevdiğiniz kişi kendine ihanet etme konusunda ileri gittiğinde, kendini kandırmakta ısrarcı olduğunda sevgi yok olur.”
Ortada sevgi varsa, kişi, karşısındakinin varlığını sever. Bu varlık sürekli kendine ihanet ediyor olsa bile sevgi devam eder. Ancak bu kişi kendine ihanet konusunda çok ileri giderse, varlığın güzelliğinin bozulacağı bir noktaya gelirse sevgi hissi yok olur. Bir başka deyişle, kendine ihanet eden, kendini kandıran ve aşık olduğunuz kişi olmaktan çıkanları sevmeyi bırakırsınız.
5. Jacques Lacan ve etkileyici bir söz daha
Jacques Lacan tarafından söylenen sözlerden biri de şudur: “Size sunduğum şeyi reddetmenizi istiyorum çünkü o “o” değil.” Bu cümlede özellikle psikoanalist ve hastaları arasındaki ilişkiden söz edilir. Lacan müşterilerine “hasta” demez. Onun yerine “analiz edilen” demeyi tercih ederdi. Bunun sebebi müşterilerini psikoanalizin aktif parçası gibi görmesiydi. Analiz edilen bir psikoanalizde ne araması gerektiğinin tam olarak farkında değildir. Dahası psikoanalist ile analiz edilen arasındaki bağ süreç boyunca farklı şekiller alır. Analiz edilenin söylediği sözler onların gerçeğini tarif eden sözler değildir ve bu sözler süreç boyunca onun sunduğu sözlerdir. Lacan’ın söylemiş olduğu söz, psikoanalistin etik açıdan bulunduğu konum ile ilgilidir. Analiz edilenin sunduğu şeyleri reddetmek hatadır. Bu, Jacques Lacan’ın psikoanalitik sürece istinaden söylediği sözlerden biridir. Her şeyin ötesinde psikoanalizi etik bir alan olarak çerçeveler.
6. Suç ve arzu
Jacques Lacan tarafından söylenen sözler okuyucuların kavrayışını kolaylaştırmak üzere tasarlanmamışlardır. Bu nedenle pek çoğu karmaşıktır ve kaskatı sözlermiş gibi görünürler. Pek çoğunu kelimesi kelimesine analiz etmek mümkün değildir. Farklı manalar çıkarılabilir.
“Suçluluk duyabileceğimiz tek şey arzularımızla ilgili attığımız geri adımlardır.” Bu, Lacan’ın farklı şekillerde yorumlanan sözlerinden biridir. Bu sözünü anlamak için öncelikle şunu söylemeliyiz: Lacan’a göre bozuk paranın bir tarafında hata, diğer tarafında ise sorumluluk vardır. Suçlamak “süper egonun” sitemi veya görevle ilgili duyulan mantıksız farkındalıktır. Her şeyin ötesinde, sorumluluk, konuyla ilgili duyulan gerçek arzunun farkında olmaktır. Yani bu söz şu anlama gelir: Arzunun farkında olunmadıkça, bir şekilde suçluluk doğacaktır. Gerçekten ne istediğinizi bulmak sorumluluk ister. Eğer bir kişi arzu duyduğu bir şey için sorumluluk alıyor, onu reddetmiyor veya ondan vazgeçmiyorsa, suçluluk yok olacaktır.
7. Sadakat hakkında
Sadakat sonsuz anlamı olan bir temadır. Jacques Lacan’ın sadakatle ilgili söylediği çarpıcı sözlerden biri şöyledir: “Sadakatı “taahhüt edilmiş” sözünden daha çok doğrulayan başka bir söz olabilir mi? Buna rağmen bu söz çoğu zaman umursamaz bir şekilde kullanılır. Üzerinde durulmadığına göre kişi çok nadir söylediğine bağlı kalıyor demektir.” Lacan’ın teorisinde kelime her zaman merkezdedir. Burada da kelimeyle sadakat arasında doğrudan bağ kurar. Sadakatin ne doğal ne de spontane olmadığını ileri sürer. Tersine, sadık olmak için kelimeler aracılığıyla söz verildiyse, ancak o zaman sadakatin temelleri atılır veya sadakat var olmaya başlar.
Çift, sadakatin doğal bir şekilde ilişkilerinin bir parçası olduğunu varsaymamalıdır. Kişi, sadık olmakla ilgili vereceği sözü yerine getirmenin gerçek olasılıklarını analiz etmeden, sadık olacağını taahhüt etmemelidir.
8. Eksiklik ve sevgi
Jacques Lacan şöyle der: “Birini gerçek anlamda yalnızca sahip oldukları için değil, eksiklikleri için de sevebilirsiniz.” Sevgi, karşısındaki kişiyle bütünleşen, onu tamamlayan parça olmaya yönelir. Hem sahip oldukları hem de sahip olmadıkları olmaya. Kimseyi “parçalar halinde” sevmezsiniz. Bu duygu, karşınızdaki kişiyi tüm varlığıyla sevdiğinizde hissedilir. Lacan’ın sözünde anahtar kelime “gerçek anlamda”dır. Prensipte bu söz iki taraf arasındaki cinsel farklıları ifade eder. Erkeklerde kadınlarda fiziksel açıdan eksik olan bir şey vardır: Penis. Aynı zamanda kadınlarda da erkeklerde olmayan bir şey vardır: Anatomileri, çocuk büyütme kapasiteleri.
Bu yüzden bir taraftaki eksiklik gerçek anlamda sevilir. Erkekler kadınları sever. Çünkü fiziksel açıdan bakıldığında kadınlarda penis yoktur. Kadınlar da erkekleri sever. Çünkü kadınlarda da erkeklerde olmayan şey vardır. Ancak bu açıklama sembolik düzlemde de anlaşılabilir.
9. Lacan’a göre sanat
Lacan’ın teorisinde sıkça geçen temalardan biri de sanattır. Psikoanalize göre, başarılı olan tek bilinçaltı savunma mekanizması sublimasyondur (güdüleri iyiye yönlendirme). Böylece içgüdüsel dürtüler geçerli kültürel ürünlere dönüştürülürler. Sanat, bilim ve tüm yaratıcı aktiviteler süblimasyonun sonucunda ortaya çıkarlar.
Lacan sanatla ilgili şöyle der: “Sanatın tümü, boşluk etrafında belli bir şekilde organize olunmasıyla karakterize edilir. Bunun anlamı şu olabilir: İyiye yönlenen güdüler bilinçaltından kaçarlar. Gerçekten ne olduklarını bilmezsiniz. Kelimelerle ifade edilemeyecek şeylerdir. Yaratmanın etrafında organize olduğu bir boşluk.
Jacques Lacan’ın sözlerini ve teorisini anlamak kolay değildir. Ancak derin bir birikimin ürünü oldukları kesindir. Bu yazımız, gizemi çözmek için attığımız mütevazi bir adımdı. Elbette insan beyniyle ilgili geliştirilen en parlak yaklaşımlardan biri olan bu yaklaşımı tam anlamıyla izah etmekte yetersiz kalıyor.
Psikolog Sergio De Dios González
Ne hissettiğinizi söylemek, düşüncelerinizi ve fikirlerinizi belirtmek ve hatta hayır demek, kendinizi özgür hissetmenizi ve hayatınızın kontrolünün sizde olmasını sağlayacaktır. “Bana söyledikleri için çok kötü hissediyorum ama kızmasını istemediğim için söylemedim”, “Eşime ayrılmak istediğimi söyleyemem çünkü onu incitmek istemiyorum”. Gerçekten ne hissettiğinizi söylemekten kaç kez vazgeçtiniz? Başkalarının tepkisinden korktuğunuz için ve ne hissettiğinizi göstermekten korktuğunuz için sessiz kalırsınız, ancak sonunda kendinizi kötü hisseden yine siz olursunuz. Ne hissettiğinizi söyleyin ve kendinizi daha iyi hissedin.
Diğer insanlar ne hissettiğinizi tahmin edemez. Bu nedenle, ne düşündüğünüzü veya ne hissettiğinizi söylemezseniz, acı çekersiniz. Öte yandan, ne hissettiğinizi söylemek, fikirlerinizi sunmak ve bazen hayır demek, kendinizi özgür hissetmenizi ve hayatınızın kontrolünün sizde olmasını sağlayacaktır. İddialı olmak, kendini savunmak demektir.
“Her zaman ne hissettiğinizi söyleyin. Düşündüğünüzü yapın.”
-Gabriel garcia marquez-
Ne hissettiğini söylemenin nedenleri
Düşündüklerinizi söylemenin bazen sizde korku ve endişeye neden olabileceği doğrudur. Ancak ne düşündüğünüzü veya hissettiğinizi söylememek, diğer insanlarla olan ilişkilerinizi olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle, gerçekten ne hissettiğinizi söylemeniz için beş neden var.
Özgür hissedeceksiniz
Düşüncelerinizi veya duygularınızı saygı, sevgi ve şefkatle ifade ettiğinizde ve sizi endişelendiren veya rahatsız eden şeyleri serbest bıraktığınız zaman, derinden özgürleşmiş hissedeceksiniz. Çünkü duygularınızı ifade etmemek bir yüktür ve her gün sırtınızda taşımanıza neden olur. Ayrıca, siz farkına bile varmadan başkalarıyla olan ilişkilerinize zarar verir.
Karşınızdaki kişiye daha yakın hissedeceksiniz
Söylemek istediğiniz her şeyi ifade ettiğiniz için artık aranızda hiçbir engel kalmadığında, bir yakınlık oluşur. Bu, güveninizin pekiştirildiği ve ilişkinizin geliştiği bir yakınlıktır. Bunun nedeni, diğer kişinin nasıl hissettiğini zaten biliyor olmanızdır ve bu sizi sakin ve huzurlu hissettirir.
Saklanmayı bırakacaksınız
Ne düşündüğünüzü sakladığınızda, aslında kendinizi saklamış olursunuz. Etrafınızda görünmeyen bir duvar yaratırsınız ve kimse gerçekte nasıl olduğunuzu göremez. Ancak duygularınızı kelimeler, bakışlar, sarılmalar ve öpücüklerle ifade ederek daha canlı hissedersiniz. Bu sizsiniz. Artık söylemediklerinizin arkasına saklanmıyorsunuz ve duygularınızın tadını çıkarmanıza izin veriyorsunuz.
Öte yandan, kendinizi gerçekte olduğunuz gibi göstermezseniz, başkaları sizin hakkınızda yanlış fikirler geliştirecektir. Görecekleri şey sadece bir görüntü. Sizi gerçekte olduğunuz gibi görmeyecekler. Bu nedenle, sizi gerçekten takdir edemeyecekler.
“Hayat hiçbirimiz için kolay değil. Ama ne olacak? Azim ve her şeyden önce kendimize güvenmeliyiz. Bir şey için yetenekli olduğumuza ve bu şeye ne pahasına olursa olsun ulaşılması gerektiğine inanmalıyız. ”
-Marie Curie-
İletişiminizi geliştireceksiniz
Hayır demeyi, ne hissettiğinizi söylemeyi öğrendiğinizde, başkalarıyla iletişiminiz her şeyin şeffaf olduğu ve saklanacak hiçbir şeyin olmadığı başka bir boyuta geçer. Kendinizi çok daha rahat hissedeceğiniz bir yükselme. Çünkü artık zihninizin ve bedeninizin istediğini ifade etmekten korkmayacaksınız.
Tutarlılık elde edeceksiniz
Ne hissettiğinizi söylemezseniz, kendiniz hakkında gerçekte ne olduğunuzla ne gösterdiğiniz arasında tutarsızlık yaratırsınız. Ancak, konuşmayı ve sizi endişelendiren şeyi sözlü olarak ifade etmeyi öğrendiğinizde, iç ve dış görünüşünüz arasında bir tutarlılık elde edersiniz. Ne hissettiğinizi söylemek için iddialı olmayı öğrenmeniz yeterli. Girişkenlik, diğer insanlara gerçek arzularınızın ne olduğunu ve neye ihtiyacınız olduğunu ifade etmek için kullanılır, böylece haysiyet ve özgüven gösterir. 2008’de psikolog María Luisa Naranjo, farklı bilim insanlarının sağladığı birçok tanımla ilgili olarak atılganlık kavramı hakkında yazdı. Bunlar arasında atılganlığın, “ilişkilerde kaygı veya saldırganlığa neden olmadan duyguların uygun ifadesi” (Güell ve Muñóz, 2000) veya “duygularımızın, diğer kişinin duyarlılığını incitmeden samimi, açık ve spontan bir şekilde ifadesi” (Melgosa, 1995).
Olumsuz düşüncelerinizi olumlu olanlarla değiştirin
Bazen kendinize “Yapamam”, “Yetenekli değilim”, “İstediğimi söylersem başkaları benim hakkımda ne düşünür? Bana kızacak mı?” gibi son derece olumsuz şeyler söyleme eğilimindesiniz. Tüm bu düşünceler hissettiklerinizi etkiler ve sizinle başkaları arasında bir engel oluşturur. Söylenmemiş kelimelerin ve ifade edilmemiş duyguların bir bariyeri.
Daha olumlu ifadeler için tüm bu olumsuz düşünceleri değiştirmeye çalışın. Örneğin, ” Deneyeceğim. Başaramasam da fark etmez, en azından öğrenmiş olurum!” ya da “Düşündüğümü saygı çerçevesinde söyleyeceğim ama yine de kendime karşı dürüst olacağım!”
Diğer insanlar zihninizi okuyamaz
Bazen sinirlenirsiniz. Ancak, sizin için yanlış bir şey olmadığını iddia edebilirsiniz. Yine de, bu duyguyu içinizde ne kadar çok tutarsanız, o kadar kötü olur. Başkalarının düşüncelerinizi okuma veya ne hissettiğinizi tahmin etme becerisine sahip olmadığını unutmayın. Size ne olduğunu bilmeleri için düşüncelerinizi sözlü olarak ifade etmeniz gerekir.
Ayrıca, birçok durumda, size ne olduğunu tahmin edemedikleri için başkalarına karşı rahatsızlık ve öfke hissedebilirsiniz. Bu özellikle çiftlerde görülür. “Beni bana ne olduğunu bilecek kadar iyi tanıyorsun” gibi ifadeler kullanılır. Aynı zamanda ebeveynler ve çocuklar arasında ve arkadaşlar arasında da ortaya çıkar. Ancak, sizi ne kadar iyi tanırlarsa tanısınlar, size neler olduğunu her zaman bilemeyeceklerinin farkında olmak önemlidir. Bu nedenle, sinirlenmeden ve tahmin etmelerini beklemeden önce açık olmak ve onlara söylemek çok daha sağlıklı.
Hedefinizi hatırlayın
Ne hissettiğinizi söylemeye niyetlendiğinizde yön değiştirmeyin. Bunu neden yapmak istediğinizi hatırlayın, geri adım atmayın ve kendinize bunun sizi daha iyi hissettireceğini söylemeye devam edin. Ayrıca çoğu durumda korktuğunuz şey gerçekleşmez bile. Gerçekten de, pek çok kez kendinizi gereksiz yere endişelenirken bulursunuz.
Aslında, genellikle diğer kişinin size nasıl tepki vereceğini olumsuz olarak tahmin etme eğilimindesiniz. Sonunda konuşmaya karar verdiğinizde ise tam tersi oluyor. Hedefinizi boşa çıkarmamak için olumsuz olayları tahmin etmemek önemlidir. Bununla birlikte, anlayış ve saygı ile iletişim kurmalısınız.
Ne ifade ettiğiniz konusunda net olun
Düzgün iletişim kurmak için. söyledikleriniz konusunda net olmalısınız. Yön değiştirerek meseleleri karmaşıklaştırmayın. Önemli olanla başlayın ve açıkça söyleyin. Neyi başarmak istediğinizi doğru bir şekilde tanımlayan kelimeleri kullanın, muhataplarınız size teşekkür edecektir. Yanlış yorumlara yol açmayacak, doğrudan bir dil kullanmak en iyisidir. Gerçekten de pek çok insan, korku ya da güvensizlik nedeniyle, meseleye “konuya girmeden” dolaylı olarak değinmeye çalışır. Ancak, en iyisi samimi, açık ve direkt olmaktır. Herhangi bir şüphe varsa, onları çözün.
“Hata yapmak için yeterli cesarete sahip olmanız gerekir.”
-Paulo Coelho-
Çoğumuz duygularımızla başa çıkmakta zorlanırız. Bazı insanlar hissettiklerini ifade etmekte zorlanırken, diğerleri de duygularını kontrol etmeyi ve aşırı tepki vermemeyi gerçekten çok zor buluyor. Ancak, daha başka duygulara ve yapıya sahip diğer insanlar da “nasıl hissedeceklerini bilemedikleri” için daha da kafa karıştırıcı bir ikilemle karşı karşıya kalırlar. Bu size de tanıdık geliyor mu? Öyleyse, henüz çıldırmadığınızı ve yalnız olmadığınızı bilmelisiniz. Peki bu durum neden oluyor? Pek çok insan için, bazı insanların nasıl hissedeceklerini bilmemesi, düşünülemez bile gibi görünebilir. Günün sonunda, duygular otomatiktir, sizce de öyle değil mi? Ancak, bu durumu zaman zaman deneyimleyenler, bizim tam olarak neden bahsettiğimizi biliyorlar.
Yetersizlik hissetmek, bazen de tepki vermek istemek ama hangi yöne gideceğini bilememek oldukça kafa karıştırıcıdır, çünkü duygular sadece ortaya çıkmaz; onları aynı zamanda seçmelisiniz de. Ancak, çoğu şey gibi bunun da yanlış öğrenimlerimizin bir sonucu olduğunu bilmelisiniz ve bunu değiştirebiliriz ve değiştirmeliyiz de.
Nasıl hissedeceğimi bilmiyorum: bu neden oluyor
Günlük yaşamda birçok farklı durumda bu tuhaf duygu ile karşılaşabilirsiniz. Örneğin, son sınavınızın notlarını aldığınızda ve geçtiğiniz için mutlu olup olmayacağınızı bilmiyorsanız, elinizden gelenden daha iyisini yapmamış oluyorsunuz. Nasıl hissedeceğinize dair ipuçlarını bulmak için, bu tür durumlarda, genellikle çevrenize döneceksiniz. İnsanlar sizi tebrik ediyor mu? Belki başkaları için büyük bir olaymış gibi görünmüyor? Diğerleri daha iyi mi yoksa daha mı kötü notlar aldı?
Ayrıca bir tartışma sırasında birisi size kötü davrandığında veya saldırgan bir şey söylediğinde de bu durumun aynısı olabilir. Bunun doğru olmadığını biliyorsunuz ama yine de üzgün mü yoksa kızgın mı olmanız gerektiğini bilmiyorsunuz. O kişiden uzaklaşmak mı yoksa işleri düzeltmek için sohbet etmeye mi çalışmak istediğinizi de bilemezsiniz. Kendi duygularınız yüzünden nasıl bu kadar kaybolabilirsiniz? Biri bu durumu sık sık yaşadığında, kendileriyle bağlarının koptuğu bir ruh halinin oluştuğu açıktır. Ne hissettiklerini bilmediklerinden değildir aslında bu; bu onların ellerinden alınmış istediği duyguyu hissetme haklarıdır. Büyürken, bir şey olduğunda, ebeveynleri asla nasıl hissettiklerini sormamıştır, aksine tepkileri etraflarındaki insanlara dayanmaktadır.
Kararsız bağlanma
Nasıl hissedeceğinizi bilmiyorsanız, bunun nedeni muhtemelen kendinizi başkalarının duygularıyla ilgilenmek için kendi duygularınızdan koparmayı öğrenmiş olmanızdır. Bu, ebeveyn ile çocuk arasında kararsız bağlanma ilişkisi kurulduğunda gerçekleşir. Kararsız bağlanma, ebeveynlerin duygusal kalıpları tahmin edilemez olduğunda ortaya çıkar. Bazen çocuklarının ihtiyaçlarına uyum sağlarken, diğer zamanlarda pasif, kayıtsız ve hatta sinirli görünürler. Sonuç olarak çocuk, kontrol edemeyeceği, tahmin edilemeyen duygusal bir ortamda büyür.
Ayrıca kararsızlık, çocukların başkalarına aşırı ilgi göstermesine neden olur. Çocuklar yetişkin hale geldikçe, bu davranış kişinin başkalarının onlardan beklentilerini karşılama ihtiyacı olarak kendini gösterebilir. “Kızgın veya üzgünsem başkaları ne düşünür? “Hangi seçenek onların onayını alır?” Kendine güveni düşük olan güvensiz insanlar genellikle bu tür davranışların kurbanı olurlar. İnsanları memnun etmek, uyum sağlamaya çalışmak veya doğru imajı yansıtmak, onları ağırlaştırabilecek bilinçaltı davranışlardan bazılarıdır.
Nasıl hissedeceğinizi bilmiyorsanız ne yapabilirsiniz?
Her şeyden önce kendinizi suçlamayın. Kendi duygularınızdan kopmak ve dış dünyaya dönmek, uzun zaman önceden beridir, hayatta kalmak için yapmanız gereken bir şeydir. Ancak bugün, tamamen işlevsel bir yetişkin haline gelmiş durumdasınız ve bu nedenle, başkaları tarafından reddedilmekten veya yargılanmaktan korkmamak için kendinize öncelik vermeniz gerekir. Nasıl hissedeceğinizi bilmiyorsanız, bunun nedeni kendinizi özgürce hissetmenize asla izin vermemiş olmanızdır. Şimdi ise, bunu nasıl yapacağınızı öğrenmenin tam zamanı. Başlamak için iyi bir nokta, değer ve ilkelerinizin farkında olmaktır.
Sizin için önemli olan nedir? Kendinize ve başkalarına gelince standartlarınız nelerdir? Bunun gibi sorular, biri değerlerinizi ve ilkelerinizi ihlal ettiğinde nasıl hissettiğinizi ve nasıl tepki vermek istediğinizi anlamanıza yardımcı olacaktır.
Korkularınızı bir kenara bırakmak da önemlidir: Başkalarının sizin hakkınızda ne düşüneceği korkusu, aynı zamanda başkalarını kaybetme korkusu. Çevremizdeki insanlar üzüntüye öfkeden daha iyi tepki verme eğilimindedir, bu nedenle derinlerde hissettiğiniz şey öfke olduğunda, üzgün ve itaatkar görünebilirsiniz. Ancak diğer zamanlarda, gerçekten öfke hissetmeden kızgın davranabilirsiniz çünkü bunun sizi daha güçlü ve daha kendinden emin göstereceğini düşünürsünüz.
Dış dünyayı unutun ve gerçekte nasıl hissettiğiniz konusunda kendinizi biraz da olsa dinlemeye başlayın. Muhtemelen ilk başta zorlanacaksınız, ancak sonunda kendinizle bağlantı kurabileceksiniz. İstediğiniz şeyi hissetmeye hakkınız olduğunu unutmayın!
Psikolog Elena Sanz
Acı çekme korkusuyla deneyimleri engellemek bir kaçınma davranışıdır. Aynı zamanda çok korktuğunuz endişeyi beslemenin bir yolu.
Risk almazsanız ne acı çekersiniz ne de kaybedersiniz. Öte yandan, kazanmanız da son derece zor olur. Sıkışırsınız, uyum sağlarsınız ve kaçınılmaz korkudan kaçınmaya çalışarak uyum sağlamayı öğrenirsiniz. Örneğin, acı çekmekten korktuğunuz için deneyimleri engelleme eğiliminde olabilirsiniz. Yine de, saklamaya çalıştığınız korkunun kendini göstermek için alternatif yollar arayacağını görmezden geliyorsunuz. Bu, korkunun varlığını inkar etmeniz gerektiği anlamına gelmez. Aslında, tehditleri belirlemenize ve bunlara yanıt vermenize yardımcı olan temel bir duygudur. Gerçekten de, dolu bir hayat yaşamak istiyorsanız, duygu paletinizde korkuyu kabul etmeniz gerektiğini hatırlamalısınız.
Son derece yaygın bir korku, acı korkusudur. Acı korkusu, ona neden olan durumlardan kaçınmanıza neden olur. Bununla birlikte, zihniniz, hayal gücünüzün yarattığını gerçekte olandan ayırmada her zaman çok iyi değildir. Öte yandan, iyi haber şu ki, bilişsel eğitim ile bu konuda gelişebilirsiniz.
“Korkmak hayatta olmanın bir parçasıdır. Kabul edin. İçinden geçin”.
-Robin Sharma-
Deneyimleri ve kontrol yanılsamasını engelleme
Russ Harris, Mutluluk Tuzağı adlı kitabında, kabul ve bağlılık terapisi temelinde duygularınızı nasıl kontrol etmeye çalıştığınızı ve yol boyunca sıklıkla düştüğünüz kontrol yanılsamasını açıklıyor.
Ancak düşünceler, duygular ve fiziksel duyumlar, onlara verdiğinizden çok daha az güce sahiptir.
Rahatsız olmanıza neden olan deneyimleri engelleme eğiliminde olabilirsiniz, çünkü bunlar acı verici anıları geri getirir ve sizi endişelendirir. Yine de bu çözüm, etkili bir başa çıkma biçiminden çok bir yara bandıdır. Tıpkı inkar gibi, sizi belirli bir anda kurtarabilir, ancak zaman içinde sistematik ve istikrarlı bir strateji olarak, tam olarak kaçınmaya çalıştığınız acıya karşı bir sigorta değildir.
“Dışarı bakanlar rüya görür, içine bakanlar uyanır.”
-Carl Gustav Jung-
Ortak kontrol stratejileri
Bir yanda sizi belirli olaylardan kaçmaya ya da kendinizi korumaya yönlendiren kaçış stratejileri var.
- Hoşunuza gitmeyen düşüncelere veya duygulara neden olabilecek durumlardan veya faaliyetlerden kaçmaya veya sığınmaya çalışırsınız. Örneğin, endişe duygularından kaçınmak için bir sosyal ortamdan ayrılırsınız.
- Kendinizi düşünce ve duygularınızdan uzaklaştırır ve dikkatinizi başka yerlere odaklarsınız. Örneğin, canınız sıkılıyorsa veya endişeleniyorsanız dondurma yiyebilir veya alışverişe gidebilirsiniz. Ya da sınav kaygınız varsa, öğleden sonrayı televizyon izleyerek geçirirsiniz.
- Bağlantıyı kesiyorsunuz veya kendinizi uyuşturuyorsunuz. Aslında, duygularınızı ve düşüncelerinizi unutmaya çalışırsınız. Bu genellikle ilaç, uyuşturucu veya alkol içerir.
Öte yandan, dövüş olaylarını içeren ve onlara hakim olmaya çalışan dövüş stratejileri var.
- İstenmeyen duygu ve düşüncelerinizi doğrudan bastırırsınız. Aklınıza gelen uygunsuz düşünceleri zorla dışarı attığınızda veya onları içinizin derinliklerine ittiğinizde olur.
- Kendi düşüncelerinizle tartışır ve onları rasyonelleştirmeye çalışırsınız.
- Düşüncelerinizi ve duygularınızı kontrol etmeye çalışırsınız.
Örneğin, kendinizi suçladığınızda veya eleştirdiğinizde. Psikoterapiye girişmek, duygularınızı, düşüncelerinizi ve fiziksel duyumlarınızı yönetmek için daha bilinçli hale geleceğiniz ve daha uygun başka yollar arayabileceğiniz anlamına gelir.
,
“Öldüren acılar vardır, ama daha acımasızları da vardır, tadına varmamıza izin vermeden bizi hayatla baş başa bırakanlar.”
-Antonie L. Apollinarie Fée-
Sınırları belirlemek ve deneyimleri engellemek arasındaki fark
Rahatsızlığı yönetmek için az ya da çok, hepimiz kontrol yöntemlerini kullanırız. Sorun kullanımlarında değil, kötüye kullanılmalarındadır. Örneğin, onları çalışmadıkları zamanlarda kullandığınızda veya kullanımları, önceliklerinizin ölçeğini hatalı bir şekilde manipüle ettiğinde.
Ancak, bu her zaman olur mu? Aslında, kontrol derecesi sizi bekleyen deneyimin türüne ve sizin için ne kadar önemli olduğuna bağlı olacaktır. Düşünceleriniz daha az yoğun olduğunda, rahatsız edici olduklarından daha fazla kontrole sahipsiniz. Tıpkı sizin için çok önemli olmayan deneyimleri engellediğinizde daha fazla kontrole sahip olacağınız gibi. Yönetimini geliştirmek için iç dünyanıza sağlıklı sınırlar koymanız şiddetle tavsiye edilir. Bu anlamda, kendi bilginiz üzerinde çalışmak anahtardır. Anlamlı bir yaşam inşa etmenize yardımcı olabilecek bir diğer psikolojik yön, sürekli olarak değerlendirmeden ve yargılamadan yaşamın size sunduklarını deneyimlemeyi öğrenmektir. Aslında, bir kabul duruşunu benimsemek.
Psikolog Rocío García Garzón
Pek çoğumuz bunu yapıyor. Acımızı tek başımıza, sessizce ve kimseye fark ettirmeden yaşmak için kabuğumuza çekiliyoruz. İçimizde bitmek tükenmek bilmez sorunlar varken bile hiçbir şey yokmuş gibi davranıp sahte ve cesur bir maske takıyoruz yüzümüze. Ta ki bir gün patlak verene kadar, bir gün dayanamayıp da o kabuğu kırana kadar. Sosyal canlılarız biz, yine de çoğumuz yalnızlık içinde acı çekmeyi seçiyor. Halbuki güzel zamanlarda sesli kahkahalarımızı başkalarıyla paylaşmayı tercih ederiz.
Çevremizdeki insanlarla devamlı bir rutin halinde yaşıyoruz çünkü belirli bir kontrole sahip olduğumuzda hissettiğimiz tam olarak bu. Sanki içimizde bizi kemiren bir şey yokmuş gibi.
“Ölümden çok acıyla yüzleşmek için cesarete ihtiyacınız var.”
– Marlene Dietrich
Psikologların ve psikiyatristlerin ortak kanısına göre ise, sessizlik ve travma birbiriyle yakından ilişkilidir. Uzmanlara göre, canımızı acıtan bir şey hakkında yüksek sesle fikirlerimizi dile getirmek hiç de kolay değil.
Bunun iki özel nedeni var: yargılanmaktan korkuyoruz ve her şeyden önce zafiyetlerimizi göstermen istemiyoruz. Çünkü bu acımasız dünyada güçlü durabilen insanlar kazanıyor. Her konuya el atan, hayıflanmayan ve bunları yapmak yerine olaylara iyimser yaklaşıp özgüvenli olan insanlar kazanıyor.
Dünyada hala acı çekenlerin olduğunu fark etmek utanç verici. Maalesef pek çok insan depresyonda ve tedavi olmuyor. Gençler arasında intihar oranları ise oldukça yüksek seviyelere ulaşmış durumda.
Sessizce acı çekmemeniz için nedenler
Yakın zamanda, bir kadının artık hayatıyla başa çıkamadığını anlattığı bir mektubu yayınlandı. Üç çocuk annesi bu kadın artık yataktan bile çıkamayacak gibi hissetmeye başlamıştı. İlginçtir ki yapılan yorumların %80’i aşağılayıcı hatta zaman zaman da zalimlik boyutundaydı. Lohusa depresyonu bugün bile hala tabu konusu. Eğer bir kadın doğum yaptıktan sonra bu türden bir depresyona giriyorsa, insanlar hemen onu küçük düşürecek sözler söylemeye başlıyor.Çünkü toplumun bu kadından beklediği mükemmel ve mutlu bir anne olması. Ne yazık ki pek çok kadın, kapalı kapılar ardında böyle zorlu dönemlerden geçiyor ve çoğunlukla da zalimce davranışlara maruz kalıyor. Hepsi, eleştirilme korkusu yüzünden.
Aynı şey gençler arasında da oldukça yaygın. Zorbalığın kurbanı olan genç kızlar ve erkekler sessizce acı çekiyor ve yardım istemekten çekiniyor. Odalarındaki gizli ve sessiz ortamda saklanıyor, güvende hissettikleri tek yerde yaşıyorlar. Ama bu yeterli olmuyor. Çok geç olmadan harekete geçmeliyiz. İrademiz daha da zayıflamadan ve hayatımızın anlamsızlaştığını düşünmeye başlamadan önce harekete geçmeliyiz.
Sessizce acı çekmeyi bırakmak için 6 neden
Sessizce acı çekmeye bir son vermek için öne süreceğimiz ilk neden oldukça basit ve açık. Eğer buna bir son vermezseniz acı çekmeye devam edersiniz. Yardım istemek için bir adım atmazsanız, acınız daha da kötüleşir. Bu acılı, zorlayıcı ve zarar veren bir sessizliğe dönüşür.
- Belirtiler kalıcı hale gelmeye başlar. Artık insan olmak yerine adeta yaşayan acılara dönüşürüz. Belirtiler daha da karmaşık bir hal alır.
- Olumsuz düşünceler yoğunlaşmaya başlar. Kendi hapishane hücremizde sıkışıp kalırız.
- Sosyal bağlar kurmak bizim için huzursuzluk kaynağı, olmaya başlar ve bunu yapmayı reddederiz. Sarılmak, duygusal etkileşim, dostane sözcükler anlamını yitirmeye başlar. Bunlara şüpheyle yaklaşmaya başlar ve her birini birer tehdit olarak algılarız.
- Yardım istemeyi ertelemek tedaviyi zorlaştırır.
- Üzerimize yapışan bu damgayı sürdürmüş oluruz. Adım atmayarak, bir uzmandan yardım istemeyi reddederek veya başımıza gelenler hakkında güvendiğimiz insanlarla konuşmayarak yalnızca sessizlikten beslenen bu travmayı büyütmüş oluruz.
İyileşmek için bağlantı kurmak
Acı çekmek bizi dış dünyadan izole ederken başkalarıyla ve kendimizle bağlantı kurmanın iyileştirici bir yanı vardır. Zayıf noktalarımızı ve acılarımızı başkalarıyla ya da uzman birisiyle paylaştığımız zaman iki adım öne geçmiş oluruz.
İlki, kendimizi sabote etmeyi bıraktığımız için. Kimse lohusa depresyonuna girmek istemez örneğin. Kimse, zorbalık kurbanı veya travmatik bir geçmişin ya da kayıp bir çocukluğun kölesi olmak istemez Kimse kendisini bir daha sevemeyeceği bir duruma geldiği böylesi zor bir dönem yaşamayı istemez.
“Acı çektiğin zaman mutlu bir anını hatırla. Göreceğin küçük bir ışık bu karanlığın sonudur.”
– Alejandro Jodorowsky
Bunu yapmanın ikinci faydası ise, duygusal bir arınma yaşamaktır. Birçok insan psikoterapi sürecinde kalın bir öfke zırhı giyinmiş oluyor. Zayıf yönlerini tamimiyle saklamak niyetinde oluyor. Sonuçta tedavi, bu kişiler için uzlaşmayı ve çevreleriyle uygun bağlantı kurmalarını sağlayacaktır. Böylece yavaş yavaş zincirlerinden kurtulmayı başarabilirler. Bunun ağır ve meşakkatli bir süreç olduğuna hiç şüphe yok. Ancak hepimizin umduğu tek bir şey var: sessizlik içinde acı çekmeye bir son vermek ve bize yardım edebilecek ve bizi anlayacak birini bulabilmek.
Bunu bir düşünün. İçinde bulunduğumuz yalnızlıktan sıyrılıp korkular olmadan yeniden kendimiz olalım. Son olarak bu acının bizi değiştirdiğini unutmayalım. Bu acı bizi başka bir insan yapana dek parçalara ayırır. Kendimize karşı dürüst olmayı bırakırız. Üstelik bunu kimse ama hiç kimse hak etmez.
Psikolog Valeria Sabater
Hesaplanmış sessizlik kimi zaman bir çeşit pasif saldırı olabilir. Bu durum sessizliğin hayati rol oynadığı bir tür iletişim şekli olarak açıklanabilir.
Bu davranışın amacı karşıdaki kişiyi kontrol etmek ve o kişinin konumunu zayıflatmaktır. İnsanlar yalnızca kullandıkları kelimelerle manipülasyon yapmaz, sessizlik de aynı derecede etkilidir. Sessizlik taktiği uygulamak çok daha yanıltıcıdır çünkü kişi bir tür maske takmış olur.
Bunu hesaplanmış sessizlik olarak adlandırıyoruz çünkü nedeni bir başkasının sizi durdurması veya susturması değil. Bu tip bir manipülasyon onaylamayı ve karşı çıkmayı bir araya getirir, ifade etmeyi ve tam aksini bir arada kullanır. Kesinlikle keyfi olarak hesaplı bir şekilde yürütülür.
İletişimin gidişatını belirleyen kişi bu manipülatördür ve bunu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirir. Karşısındaki kişi ise yalnızca bir araçtır.
“Bazen sessiz kalmak en kötü yalandır.”
– Miguel de Unamuno
Sessizlik en muğlak ifade biçimidir. Kurban normal şartlarda böyle bir duruma maruz kaldığında kaygılı ve kafası karışmış hisseder. Nasıl hissedeceğini bilemez ve sessizliğin ne anlama geldiğini bulmak için çok fazla duygusal enerji ve zaman harcar.
Çoğu zaman kurban sorunun kendisinde olduğunu düşünür. Temelde sessizliğin nedenini anlamaz ve sonuç olarak sessiz kalan kişi hakkında çok düşünür ve çok önem verir.
Hesaplanmış sessizlik neye benzer?
Hesaplanmış sessizliğin birçok şekli ve boyutu olabilir. Bunlardan en yaygın olanı manipülatörün konuşurken hep sizin başlamanızı istemesidir. Bunun nedeni sandığınız gibi kibarlık değil. Başlangıçta yalnızca sizi duymak istemesidir. Böylece hakkınızda bilgi edinmiş olur ve bunun üzerine gidebilir. Bu nedenle iyi düşünün. Ancak yine de birinin konuşurken önceliği size vermesi her zaman sizi manipüle ettiği anlamına gelmez. Bu davranışın sürekli veya sık sık tekrarlanması gerekir. Tek taraflı ve çıkar için yapılması gerekir. Manipülasyon yapan kişiler kendileri hakkında çok fazla konuşmaktan çekinir veya sorulara kaçamak yanıt verir.
Bir diğer hesaplanmış sessizlik ise kişinin aniden iletişimi kesmesi ve geri çekilmesidir. Bir anda hiçbir gerekçe olmadan telefonlara veya mesajlara yanıt vermeyi keserler. Bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gelirler. Böyle birine neden aniden mesafe koyduğunu soracak olursanız, ortada bir sorun olmadığını söyleyecektir. Sizi, sadece sizin yanlış anladığınıza ikna edecektir.
Bir de bazı konular üzerine hiçbir neden gösterilmeksizin sansür uygulanan bir çeşit hesaplanmış sessizlik vardır. Bir konuyu siz gündeme getirdikçe bu kişi üstünü kapamaya çalışır veya cevap vermekten kaçınır. Elbette bu konular her iki taraf için de önem taşıyan konular olmalıdır. Burada sorun taraflardan birinin konu üzerinde özellikle konuşmak istememesi değildir. Sorun, durumun sistematik olması ve bu davranışın karşı tarafı etkileyeceğini bile bile hiçbir açıklama vermeden sürdürülmesidir. Son olarak, çok yaygın olan bir hesaplanmış sessizlik türü var. Diğer tarafın bilmemesinin daha iyi olacağı gerekçesiyle sessiz kalmaktır. Bunun için kendisinden bilgi saklanan kişi için durumun ayrıca bir önem taşıyor olması gerekir. Bazı insanlar buna zoru oynamak dese de bizim konumuzda bu geçerli değil.
Kelimeler kadar sessizlik de güçlüdür
Manipülatif sessizlikle kendiliğinden gelişen sessizliği ayırt etmenin tek yolu niyeti anlamaktır. Bilerek sessiz kalmayı seçen birinin amacı karşısındaki kişiyi ve davranışlarını kontrol altına almaktır. Manipülasyon yapan kişi bunun huzursuzluğa ve güvensizliğe neden olacağını bilir. Bu da tam olarak elde etmek istedikleri şeydir aslında. Sessizliğin ardına saklandıklarında karşı tarafa yapacak hiçbir şey bırakmıyorlar.
Manipülatif sessizlikle utangaçlığı da birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bazıları kolaylıkla iletişim kurabilme yeteneğine sahip olmuyor. Bazı insanlar duygu ve düşüncelerini ifade edebilmek için daha fazla zamana ihtiyaç duyuyor. Utangaç oldukları, güvende hissetmedikleri veya özgüven eksikliği yaşadıkları için konuşamıyorlar. Hesaplanmış sessizlik, diğer kişide bıraktığı etkilerle tespit edilebilir. Görünürde normal olan iletişimden farklılık gösterirler. Daha az kelime olması insanın kendisinden bir şeyler saklandığı duygusuna kapılmasına neden olur.
Bunu anlamak zor olduğu için düzeltmek de zordur. İnsanların bizi paranoyak olmakla ya da olmayan şeyleri uydurmakla suçlamasından korkabiliriz. Bu durum ilişkilerde yıkıma neden olabilir. Bu nedenle sessizliğin kesinlikle agresif ve iletişimi zorlaştırıcı olduğu söylenebilir. Yanlış anlaşılmalar ve suçlamalar ilişkiyi ele geçirebilir. Böyle bir kötüye kullanımı etkileri hariç ortaya çıkarmak oldukça zordur. Eğer karşımızdaki insan bu türden manipülatif davranışlara devam ediyor ve bizi şüpheye düşürüyorsa yapılacak en iyi şey bu kişiyle aramıza doğrudan mesafe koymak olacaktır.
Konuş ki seni görebileyim. Sokrates
Bazen sessizliği ceza olarak kullanırız ve biriyle konuşmamak; öfkeyi, kınamayı ya da farklı fikri olmayı “ifade etmek” için bir kaçış gibi gözükebilir. Bir problemi aşmak ya da birinin değişmesini sağlamak için bu yöntem ne kadar etkili olabilir? İçimizde bizi yakan bir güceniklik varken sözlerden kaçınma kararının anlamı nedir? Biriyle diyalog başlatmak her zaman kolay değildir, özellikle de çözmesi imkânsız bir sorun varsa. Ama meseleyi doğrudan ele almak yerinde o kişiyle konuşmayı bıraktığınızda elinize geçen tek şey, bir diğer gerginlik yaratmaktır. Çözülmemiş olan tartışmanın üzerine bir de gerçek bir zehir kazanına dönebilecek bir belirsizlik eklenir.
Oysa pek çok insan, bir sorunu diyalog yoluyla çözmek için samimi bir istek duymaz. İstedikleri şey, diğer kişinin onların bakış açısını kabul etmesidir. Böylece diğer kişinin teslim olması için sessizliği ceza olarak kullanır. Nihayetinde bu çocukça bir tavırdır. İşin en kötüsü de hiçbir şeyi çözmemesidir. Sorun tam oradadır ve egoyu yüceltmeye devam eder.
Sessizliği Ceza Olarak Kullanmanın Nedenleri
Biriyle konuşmayı kesmenin geçerli olduğunu savunan her türlü argüman mevcuttur. Aslında amaçladıkları şey, o kişiyi cezalandırmaktır. Diğer kişinin o sessizlikte bir kınama olduğunu anlamasını amaçlarlar. Peki bunu sessizlikle iletmek yerine neden söylemeyi tercih etmiyorlar? Bu yöntemi tercih eden insanların ileri sürdüğü temel nedenler şunlardır:
- Hakaretlerin havada uçuştuğu bir tartışmaya katılmaktansa bir kişiyle konuşmayı bırakmak daha iyidir.
- Bu kişi beni dinlemiyor. Değişmesi için ne kadar yalvarıp yakarsam da beni dinlemiyor. O yüzden, hiçbir şey söylememek daha iyi, zaten konuşmamın ne anlamı var ki?
- Benden özür dilemesi gerek çünkü bana şunu yaptı (ya da söyledi veya yapması gerekeni yapmadı söylemedi).
- Her defasında aynı noktada kendimizi buluyorsak neden konuşmakla uğraşayım ki? Konuşmayı bırakmam daha iyi. Böylece vazgeçmeyeceğimi anlar.
Bütün bu senaryolarda yaşadıkları çatışmayı aşmak için sessizliğin en iyi strateji olduğunu öne sürerler. O ya da bu sebeple kelimeleri verimsiz olarak görürler. Bu yüzden sorun yaşadıkları o kişiyle konuşmayı bırakmaya karar verir ve böylece o kişinin bu durumu ceza olarak göreceğini umarlar. Bunun sonucunda diğer kişi, tavrını yeniden gözden geçirecektir.
Sessizliği bir ceza olarak kullanmak saldırgancadır
Sessizlik pek çok anlam taşıyor olabilir. Bunlardan bazıları gerçekten şiddet içerir. Biriyle konuşmamak, pasif-agresif bir tavır benimsemek demektir. Yani diğer kişiye karşı şiddet içeren bir davranış sergilemektedirler ama gizli bir şekilde. Çoğu kez bu tür davranışlar doğrudan saldırıdan daha zehirlidir. Çünkü sessizlik, her türden yorumun mümkün olduğu durumlarda bir kara deliğe dönüşür.
Başkalarıyla konuşmamaya karar veren insanların açık nedenleri vardır. Ayrıca bu durumun nasıl sonuçlanacağı konusunda da kesin bir beklentiye sahiptirler. Ama bu tür taktiklere başvuran kişilere şunu sormak istiyoruz: diğer kişinin sessizliğinizin ne anlama geldiğini gerçekten anladığından emin misiniz? O kişinin değişmesini ya da istediğinizi yapmasını sağlamak için en iyi yolun, diyalog eksikliğiyle o kişiye saldırmak olduğundan emin misiniz?
Sessizlik sadece daha fazla mesafe yaratır. Mesafe ise anlayış için ve zarar görmüş bağları onarmak için iyi bir müttefik değildir. Aradaki boşlukları iyice genişletmekten başka bir şey yapmaz.
Diğer yandan, biriyle konuşmamak bir süre için işe yarayabilir. Cezayı yerine yerleştirirsiniz ve diğer kişi buna tepki verir. Özür diler, değişeceğine söz verir ve istediğinizi yapacağınızı söyler. Ama uzun vadede ortaya yeni üzücü durumlar çıkar ve daha çok güceniklik duyarsınız. Sessizliğin bir sorunu tamamen çözmesi veya bir çözüme yol vermesi nadiren gerçekleşen bir durumdur. Tek yaptığı şey, asıl meselelerin üzerini örtmektir.
Sessizliğin Daha Sağlıklı İşlevleri
Kimi zaman sessiz kalmak, konuşmaktan daha iyidir bu doğru. Mesela, aşırı öfkelendiğimizde böyledir. Öfke, meseleyi abartmamıza neden olur ve gerçekten düşündüklerimizi ifade etmek yerine diğer kişiye zarar verme düşüncesi zihnimizi kurcalar durur. Bu koşullarda kendimizi toplayana ve sakinleşene dek hiçbir şey söylememek en doğrusudur. Söz konusu durumda bu akıllıca bir karardır.
Ama söylediğimiz gibi sessizliği birini cezalandırmak ya da “teslim olmaya” zorlamak için kullanmak nadiren pozitif sonuçlar getirir. Bazen karşımızdakine zarar vermeden öfkemizi veya kızgınlığımızı ifade etme güçlüğüyle karşı karşıya geliriz. Burada çıkış yolu, konuşmamak değil anlaşmaya giden yollar arayıp bulmak ve köprüler kurmaktır. Sözlerin eksikliği diğer kişinin teslim olmasına neden olabilir ama bu, çatışmanın son bulduğu anlamına gelmez. Ayrıca diğer kişi vazgeçmeyebilir ve bu durum tehlikeli bir kar topu etkisi yaratabilir.
Belki gerekli olan konuşmak için daha iyi koşullar aramaktır. Ve onaylamadığımızı farklı bir şekilde ifade etmenin yolunu aramaktır. Her zamanki yerimizden daha sıcak ve arkadaşça bir noktaya geçmek bazen iletişimi canlandırmaya yarayabilir. İçten konuşmak, başkalarının ne hissettiğini düşünerek değil daima hislerinizi takip ederek ilerlemek, asla başarısız olmayacak bir reçete sayılabilir. Bunu bir deneyin deriz.
Psikolog Gema Sánchez Cuevas
Sessiz muamele, sıklıkla kendi hakimiyeti konusunda fazlaca iradeli olan ve olaylara karşı duygusallıktan çok gerçekçi yaklaşan kişilerin kullandığı bir yöntemdir. Ayrıca, pasif şiddetle ilişkisi olmasının yanı sıra psikolojik suistimalin gizli bir yöntemidir. Daha doğrusu, bu durumun olumsuz sonuçlarına maruz kalacak kişinin de açıkça zarar görmesine neden olur.
Sessiz muamele, genel anlamıyla karşıdakinin davranışlarını yok saymak üzerine kuruludur. Bunu arkadaşlık, evlilik, aile, çocuklar gibi her türlü sosyal ilişkide görmek mümkün. Sessiz muamele çoğu durumda olası tartışmaları veya çatışmaları engeller. Ancak bazen bu davranışların hedefindeki kişi, karşı taraf bunu açıkça belli etmediği için karşıtlığı anlamayabilir.
“Türümüzün en büyük günahı nefret etmek değil; en büyük zalimlik olan yok saymaktır.”
– George Berbard Shaw
Sessiz muamele biriyle konuşmayı reddetmek, söylenenlerle ilgilenmemek, duymazlıktan gelmek, söylediklerini sanki orda değilmiş gibi dikkate almamak, istek veya ihtiyaçlarını belli eden ifadelerini görmezden gelmek ve bir insanı herhangi bir şekilde değersiz ve yok saymak gibi davranışlarla açıklanabilir. Bu türden davranışlar ne olursa olsun zarar vericidir. Yalnızca olgun olmama, bayağılık veya duygusal zekadan yoksunluğun belirtisi değil; aynı zamanda karşı karşıdaki insan için de kırıcı ve ciddi sonuçları olan bir tutumdur. Kontrolü sağlamak veya suistimal etmek için bu davranışı benimsemek hiçbir ilişki için pozitif bir etkiye sahip olamaz.
Sessiz muamele strese ve duygusal travmaya yol açabilir
Sessiz muameleye maruz kalan bir insan oldukça yoğun negatif duyguların kurbanı olabilir. Bir insanı yok saymak, o insana değer vermediğinizi veya o insanın hiçbir anlam ifade etmediğini gösterir. Tüm bunlar, zalim ve soğuk bir sessizlik hali içinde daha da sağlıksız bir boyut alabilir; buna maruz kalan kişi bu durumu nasıl yorumlayacağını dahi bilemeyebilir. Yok sayılan veya görmezden gelinen kişiler depresyona sebep olabilecek olumsuz duygularla karşı karşıya kalabilir. Öfkeli, korkmuş, endişeli ve suçlu hissedebilirler. Bir insanı yok saymak, dolaylı olarak o kişiyi itham etmek veya suçlamak anlamına gelebilir. Bu nedenle karşıtlıklarla mücadele etmek için sessizliği kullanmak sağlıklı bir yöntem değildir.
Bu muameleye maruz kalan kişiler, bu durumun neticesinde aşırı derecede depresif duygulara sahip olabilirler. Nerede yanlış yaptıklarını ve karşıdaki insanın neden böyle davrandığını sorgularlar. Bu durumda kontrolü yitirmiş hissettikleri için stres artar. İşte tam olarak bu nedenle bu türden davranışları suistimal olarak adlandırıyoruz. Görünürde birine vurmak ya da bağırmak yok; ancak kesinlikle şiddet olduğu bir gerçek.
Sessiz muamelenin fiziksel etkileri
Araştırmalar, yok sayılmanın veya dışlanmış hissetmenin beyinde bazı değişimlere yol açtığını ortaya çıkardı. Beynin “ön singulat korteks” isimli bölümü acıyı farklı derecelerine göre tespit etmekle görevlidir. Uzmanlar, sessizlik muamelesine maruz kaldığında kişinin beynindeki bu bölgenin aktive olduğunu kanıtladı.
Beynin bu bölgesinin harekete geçmesi, fiziksel bazı belirtilerin görülebileceğine işaret ediyor. Bu semptomlardan en belirgin sık görülenleri ise baş ağrısı ve sindirim sorunlarıdır. Halsizlik ve uykusuzluk da görülen diğer fiziksel tepkilerden. Belirtilen sık görülmeye başlanır ve uzun sürerse, tansiyon, diyabet hatta kanser gibi ciddi problemlere yol açabilir. Bu durumun sebep olduğu yüksek strese bağlı olarak otoimmun sistem de etkilenir. Özellikle de sessiz muamelenin hedefindeki kişi toplumda belirli bir statüye sahipse, örneğin bir öğretmen, patron veya ebeveynse bu durumun sonuçları sanıldığından çok daha tehlikeli olabilir.
Bu durum üzerinde sağlıklı tartışmanın yolları
Bazen sessiz muamele romantik ilişkiler, yakın dostluklar veya kardeşler gibi birbirini seven kişiler arasında da görülebilir. Bunun sebebi, insanların bazen sessiz kalarak karşısındaki kişinin davranışlarını değiştirmesini veya istediklerini yapmasını sağlamaya çalışmasıdır. Bunu neredeyse bir eğitim yöntemi olarak uygularlar. Bir başkasını sessizlikle cezalandırmak yalnızca o ilişkiye zarar verir.
Saldırgan ve güvensiz pek çok yöntem gibi sessiz muamele yapmak iletişim eksikliğinin olduğunu gösterir. Sessizlik, şiddetli tartışmaları önlemek ve daha büyük kırgınlıklara engel olmak için kullanıldığında yararlı olabilir. Fakat sessizlik bir başkası üzerinde kontrol kurmak veya cezalandırmak için kullanılırsa suistimale dönüşür.
Kimse bir başkasının kendisini yok saymasına izin vermemeli, en azından bu davranışının açıklamasını istemeyi bilmeli. Kimse tartışmalara çözüm getirmek için sessiz muameleye başvurmamalı. İki kişi arasında bir anlaşmazlık varsa, bunu çözmenin en iyi yolu karşılıklı konuşarak bir çözüm aramaktır. Sessiz kalmak ve mesafe koymak hiçbir sorunu çözmediği gibi yenilerini yaratır.
Psikolog Sergio De Dios González
Her gün etrafınızı saran stresle mücadele etmek için, bedeninizi ve zihninizi dinlendirmeye birkaç dakika ayırmanız yeterlidir. Stres, günlük yaşamınızın giderek artan bir parçası. Zihniniz yapmanız gereken birçok şeyle doluyken bir aktiviteden diğerine koşuyorsunuz. Aslında, üretken olmaya o kadar çok odaklanıyorsunuz ki dinlenmenize izin vermiyorsunuz. Ancak dinlenme strese karşı unutulmuş bir araçtır.
Tüm aktiviteyi durdurmak için birkaç dakika ayırmanız, hedefleriniz açısından büyük bir fark yaratmaz. Gerçekten de, bağlantıyı kesmek için 15 dakikanızı ayırmak her zaman mümkündür (veya en azından öyle olmalıdır). Ayrıca, öznel bir düzeyde, size büyük faydalar sağlayacaktır. Çünkü dinlenme seçeneğine sahip olduğunuzu bilmek ve buna izin vermek, zihinsel düzeyde üzerinizde büyük bir etkiye sahiptir.
Stres tutumdur
Stresin, her gün gerçekleştirmeniz gereken çok sayıda görevden kaynaklandığını düşünme eğilimindesiniz. Kuşkusuz katkı sağlarlar. Yine de, bu öznel duygunun çoğu sizin tutumunuzdan gelir. Yükümlülükleriniz ne olursa olsun, hayatınızı saatte doksan mil hızla yaşayan türden biriyseniz, bunun olması mümkündür. Her aman aceleniz var, zihinsel olarak ev işlerinizi kafanızda çeviriyorsunuz ve sürekli artan listenize eklemek için yeni aktiviteler arıyorsunuz. Açıkçası, yapacak şeyler var (iş, aile ve sosyal ilişkiler) ama baskının çoğu asla bağlantınızı kesmemenizden geliyor. Aslında ne bedeniniz ne de zihniniz hiç dinlenmez.
Öte yandan, görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmelerine rağmen, bunu rahat bir tavırla yapan insanlar var. Bu bireylerin daha yavaş çalışması veya daha az üretken olması gerekmez. Akılları sadece farklı ve daha sağlıklı bir ritimde çalışır. Bağlantılarını kesmelerine izin verirler ve günlerinin birkaç dakikasını dinlenmeye ayırırlar. Ayrıca, aceleyle yarın ne yapacaklarını tahmin etmek yerine, şimdiki anın tadını çıkarabilirler.
Stresle yaşamanın tehlikeleri
Stresli bir şekilde yaşamak size bir iyilik yapmaz. Tutumunuz, zamanınızı daha iyi kullanmanıza veya daha etkili olmanıza izin vermeyecektir. Aksine, kaygı düzeyiniz aşırı olduğunda, yeteneklerinize müdahale etmeye başlarlar. Daha az etkili performans göstermeye başlarsınız. Sadece bu değil, sağlığınız da ciddi şekilde etkilenebilir. Nitekim, sürekli stres durumları, koroner problemler, hipertansiyon ve artan kolesterol ile yakından ilişkilidir. Ayrıca mide ağrıları veya baş ağrıları gibi çeşitli somatizasyonlar üretirler. Aşırı kilo (duygusal yeme nedeniyle) ve uyku bozuklukları da ortaya çıkabilir.
Vücudunuz, yüksek düzeyde bir gerilimle zamanında yüzleşmek için mükemmel bir şekilde donatılmıştır. Durumdan önce harekete geçmeniz için gerekli mekanizmaları harekete geçirir. Ancak bu durum zamanla devam ettiğinde vücudunuzdaki etkileri yıkıcı olabilir. Ayrıca, uyarı modundayken, kendinize bakmaya değil, hayatta kalmaya odaklanırsınız. Alışkanlıklarınızı ihmal etmeye ve kişisel bakımlarınızı azaltmaya başlarsınız.
Strese karşı unutulmuş araç
Stresle mücadele için mevcut birçok araç arasında dinlenme, en basit, en etkili, ancak en çok unutulanlardan biridir. Gücü, yalnızca günlük koşuşturmanızı durdurmanın fiziksel gerçeğinden değil, aynı zamanda yavaşlamanın zihniniz üzerindeki etkisinden gelir.
Dinlenmek kolaydır. Her iki saatte bir, aktivitelerinize ara verin ve dikkatinizi şimdiye odaklayın. Beş veya on dakikadan fazla gerekli değildir. Sadece ne yaptığınızdan zihninizi boşaltın ve ne hissettiğinize odaklanın. Vücudunuzu harekete geçirmek için kısa bir yürüyüşe çıkmak veya sadece oturup nefesinize odaklanmak isteyebilirsiniz.
Ana fikir, bir an için yaşamayı, zevk almayı, hissetmeyi ve yükümlülüklerinizin ve sorumluluklarınızın zihinsel döngüsünden kaçmayı hatırlamanızdır. Bu özellikle gün ortasında, öğle yemeği saatinde önemlidir. Zaman ayırın ve sakin ve dikkatli yiyin. Ayrıca, rahat bir sohbet etmek, okumak veya TV izlemek için zamanı kullanın. Aslında boş zaman olarak değerlendirdiğiniz sürece nasıl kullandığınızın bir önemi yok. Yol boyunca bir mola, gün içinde bir mola, ataletinizden kurtulmanıza ve kendinize geri dönmenize izin verir.
Kendinizi sürekli stresli biri olarak tanımlıyorsanız, dinlenme fikri muhtemelen size saçma gelecektir. Neden dinlenemeyeceğiniz konusunda binlerce mazeret ve zihinsel gerekçe bulacaksınız. Ancak, elbette, size ne kadar imkansız veya gereksiz görünse de, strese karşı bu unutulmuş araca oldukça çok ihtiyacınız var.
Psikolog Elena Sanz
Zor insanlarla baş ederken enerjinizi korumalısınız. Bu, sinir krizi geçirmemek, öz saygınızı korumak ve duygularınızı kontrol ederek sinir ve hayal kırıklığı tarafından ele geçirilmemek anlamına gelir. Zor insanlar; tartışma, eleştiri, şantaj ve çevresine negatiflik yaymak üzere var olan kimselerdir. Bu insanlarla her gün uğraşmak zorunda kaldığımız zaman zihinsel sağlığımız tehlike altındadır. Bunun nedeni, bu insanlarla aramıza sağlıklı bir mesafe koymanın her zaman mümkün olmamasıdır. Daha da kötüsü, onlara tavırlarını değiştirmelerini söylemek manasızdır.
En önemli şey kendimizi gözetmektir. Çünkü sonuçta insanlar kendini savunur, duvarlar örer ve intikam almak veya sadece hayatta kalmak için stratejiler geliştirir. Fakat bunu yaparken kendi refahımızı unuturuz, ki en önemli ve temel parçamızdır. Onu yok saydığımız zaman, zihinsel ve duygusal enerjimiz kalmaz. Bununla da kalmayıp hassaslaşırız. Bu konuyla ilgili oldukça önemli ve üzerine düşünmemiz gereken bir şey vardır. İsrail’deki Bar Ilan Üniversitesinde sosyolog Shira Offer “zor insanlar” diye nitelediğimiz çok sayıda insanın çok yakınımızda olduğunu söyler. Bu nedenle çok zorlu çocuklara, ebeveynlere ya da kardeşlere sahip olabilirsiniz.
Tabii ki hepimiz her şeyin akıp gitmesini ve günlük hayatımız için onların daha kolay insanlar olmasını dileriz. Öte yandan bu her zaman mümkün değildir, bu yüzden bu insanlara katlanmak zorunda değilsiniz.
“Hiçbir zehir, pozitif düşünen bir insanı öldüremez ve hiçbir ilaç negatif düşünen bir insanı iyileştiremez.”
– Buddha
Zor insanlar, karmaşık karakterlerini çok farklı şekillerde gösterebilir. Bazıları her konuda tartışır. Bazıları herhangi bir sorumluluktan kaçınır ya da işbirliği yapmayı reddeder. Bazısı dedikodu yayar ya da “her şeyi siyaha boyamak” ister. Fakat kişiliklerinin ötesinde yaptıkları şey ya da yapamadıkları şey, etrafındaki insanları gerçekten etkileyen şeydir.
Örneğin, bazı insanlar sizin sürekli kaçınmaya çalıştığınız kılı kırk yaran iş arkadaşınızla hiç sorun yaşamaz. Bunun nedeni herkesin kendi sınırına ve insan karmaşıklığıyla baş etme becerisine sahip olmasıdır. Yani, diğer insanların negatif özelliklerine fazla takılmadan önce, onlarla ilgili sizi esas rahatsız edenin ne olduğunu anlamaya çalışın. Saygısız olmaları mı? Tavırları mı? Sizi belli bir nedenle tetikleyen bir şey mi?
Bu konuyla ilgili, az önce bahsettiğimiz doktor Shira Offer, bazı şeyleri ispatlamak için bir çalışma yürütmüştür. Her şeyden önce: zor insanlarla baş etmek bizi yorar. Yavaş yavaş onlara karşı rahatsızlık duyarız ta ki onları hoş göremediğimiz noktaya kadar. Onlarla ilgili asıl hoşumuza gitmeyen şeyin ne olduğunu unuturuz çünkü ne pahasına olursa olsun onlardan kaçarız.
Öte yandan, onlardan kaçmak her zaman mümkün değildir. Çünkü çoğu zaman zor insanlarla birlikte aynı ortamda bulunmak zorunda kalırız.
Kişisel bakım ve “dolaylı” stres
Kaliforniya Üniversitesinden araştırma görevlileri Howard Friedman ve Ronald Riggio dolaylı stresin etkilerinden bahsettikleri bir çalışma yürütmüştür. Bu ne anlama gelir? Ve zor insanlarla alakası nedir? Biraz sonra anlatacağız. Kompleks, olumsuz, eleştirel ve zorlayıcı tavırlar; bu tür insanlarla her gün uğraşmak zorunda isek bizi her zaman etkiler.
Bu nedenle sadece stresli bir insanı o halde görmek bile, ister çekilmez bir iş arkadaşı ister tartışmacı bir aile üyesi olsun, sonuçta sizin kendi sinir sisteminizi etkiler. Bu dolaylı strestir ve sağlığınızı etkiler. Bu nedenle konu zor insanlarla baş etmek olduğu zaman kişisel bakım önceliğiniz olmalıdır. Bu; sizi bu tür davranışlardan koruyacak zihinsel kasın güçlenmesi için bir tür günlük egzersizdir. Bu nedenle buna zaman ayırmalı ve aşağıdaki pratikleri yapmalısınız:
- Rahatlamak için “kendinize zaman ayırın” ve hayatınızdaki zor insanları düşünmemeye çalışın.
- Nefes almak, Jacobson’ın rahatlama tekniği, farkındalık vb. gibi birtakım stresle baş etme yöntemleri öğrenin.
Neyin dikkatinize değer olduğunu ve neyin olmadığını hatırlamak için kişisel bakım
Bazıları “her şey, siz onlara izin verdiğiniz ölçüde sizi etkiler” der. Bu çok doğrudur. Öte yandan gerçekliğe bunu uygulamak her zaman kolay değildir. Tabii ki hepimiz her şeyin bizi bu kadar etkilememesini isteriz, fakat karmaşık bir doğaya sahip insanlar bizim haklarımızı ve özgürlüklerimizi ihlal ettiğinden ağırbaşlı davranmak kolay değildir.
Aynı zamanda bu durumlarda kişisel bakım uygulamalıyız. Bunun nedeni, refahın aynı zamanda sınırı çizmek ve kendinizi korumayı bilmek ve hatta zorunda kalınca kendimizi savunmak demek olmasıdır. Refah, duygularımızı kontrol etmeyi bilmek ve gerçekten önemli olana dikkat vermektir. Dikkatimiz değerlidir, onu hak etmeyen şeylere vermemeliyiz. Kendimizle ilgili net bir fikrimiz varsa, kendi değer ve ihtiyaçlarımızı hatırlıyorsak, sakin kalabiliyor ve uygun duygusal zekayı geliştirebiliyorsak; hayal kırıklığına neden olan durumlarla daha iyi başa çıkabiliriz.
Günün sonunda herkesin hayatında en az bir tane zor insan vardır. Bu nedenle hayatınızı kolaylaştırmak için bu insanlarla olan ilişkinizi nasıl düzgünce ele alacağınızı bilmelisiniz.
Psikolog Valeria Sabater
Hiç patavatsızlık yaptığınızı düşündüğünüz oldu mu? Hepimizin kendimizi bazen kastetmediğimiz bir şeyi söylemiş halde bulduğumuz olmuştur. Belki özel bir anı mahveden bir şaka yapmışızdır ya da özensiz bir yorumda bulunmuşuzdur. Doğrusu şu ki, gereksiz münakaşadan kaçınma adına sessiz kalmanın daha doğru olduğu anlar vardır. Bazı durumlarda konuşmaktansa sadece dinlemek daha uygundur. Çoğu zaman, konuşmanın dışında kalmak kimin ne söylediğini daha iyi anlamanızı sağlar. Çünkü mimiklerini ve kendilerini nasıl ifade ettiklerini gözleyebilirsiniz. Çoğu zaman sessiz kalmak daha yararlı bir durum olabilir, özellikle şu yedi durumda dilinizi tutmanız kesinlikle en iyisidir.
İnsanlar dedikodu yapmayı severler, bu kadar basit! Eğlenceli gelebilir, fakat başkalarının arkasından konuşma tuzağına düşmeyin! Gelecek sefer birisi arkadaşlarınız ya da tanıdığınız biri hakkında konuşursa, yorum yapmaktan kaçının. Sadece dinleyin ve göreceksiniz ki sadece konuşulan kişi hakkında değil, konuşan kişilerle de ilgili çok şey öğreneceksiniz.
Eğer eleştirdikleri kişi hakkında fikrinizi soracak olurlarsa, yapılacak en iyi şey ya sessiz kalmak ya da “Bence ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar” bağlamında bir şeyler söylemektir. O anda biraz rahatsız hissettirse de, sonradan şüphesiz çok daha iyi hissedeceksiniz.
Birisi bir işi berbat ettiğinde ya da bariz bir hata yaptığında, o anda fikirlerinizi kendinize saklamanız en iyisidir. Bu tür şeyler olduktan hemen sonra, incitici ya da hatalı suçlamalarda bulunabiliriz, bu yüzden yorumdan kaçınarak bu tuzağa düşmekten kurtulabilirsiniz. Her fırsat bulduğunuzda o kişiye hatalı olduğunu söyleme arzusuna karşı koyun. Eğer hatayı yapan siz olsaydınız, her türlü suçlamaya karşı kendinizi savunmak doğru olurdu, böyle olmadığına göre savunarak hatalı kişiyi aptal durumuna düşürmekten kaçının. Kendini beğenmiş durumuna düşebilirsiniz ki bu daha da kötü olur.
Hepimiz bir şeyde en iyiyizdir, fakat bunu yükseklerden ilan edip durmak yapılacak en iyi şey olmasa gerek! Eğer başkalarının sizin uzmanlığınızı fark etmeleri ihtiyacı duyuyorsanız, bundan gerçekten uygun zamanda bahsetmeye çalışın. Örneğin aile ya da arkadaşlarla akşam yemeği yerken, onlarla geçirdiğiniz zamanın kıymetini bilmeye odaklanın. İş yerinde ya da patronunuzla iş yemeğinde uzmanlığınız hakkında konuşma fırsatı zaten bulacaksınız.
Eğer kendinizi, hayatınızı, gelirinizi veya başka bir açıdan sizi geliştirecek, fakat bir başkasını olumsuz etkileyecek bir şey bilir durumda bulursanız, hiçbir şey söylemeyin! Karmaşık bir durum halini alabilir, zira konuşma arzusu duyarsınız, fakat bir şey söylemek sizi güvenilmez biri gibi gösterebilir. İster inanın, ister inanmayın, böyle bir durumda sessiz kalmak uzun vadede size daha fazla yarar sağlayacaktır. İster işte, ister dostlar arasında, bir gün her birimiz kendimizi konuşulan konuyla ilgili en küçük bir fikrimizin olmadığı durumda buluruz. Konuyla ilgili hiçbir fikrinizin olmadığını itiraf etmek egonuzu incitebilir, fakat uygunsuz ya da sizi olumsuz etkileyecek bir şey söylemektense böylesi daha iyi olacaktır.
Susun. Dinleyin. Bekleyin. Bu anlar sonradan pişman olacağımız şeyleri söylediğimiz zamanlardır. Üzgün olduğunuzda bir şey söylemek asla iyi bir fikir değildir. Patronunuzla, anne babanızla, ailenizle tartışabilirsiniz, fakat tartışma söz dalaşına dönerse, susmak en iyisidir. Sakinleşene ve fikrinizi düzgünce söylemeyi başarabileceğiniz ana kadar bekleyin. Haklıysanız dahi bekleyin, çünkü tartışmanın karşı tarafı sizi anlamayacaktır. İlk başta susmak zor gelecektir, fakat bütün ihtiyacınız olan biraz pratik!
Sosyal ilişkileriniz en değerli varlıklarınızdan biridir. Gerçekten de, ilişki içinde olduğunuz insanlar size bağ, sevgi, destek ve güvenlik sağlar. Ayrıca, onları yanınızda bulundurmak zihinsel ve fiziksel sağlığınızı korumanıza yardımcı olur. Sosyal çevrenizden bahsederken muhtemelen eşinizi, ailenizi veya en yakın arkadaşlarınızı düşünürsünüz. Ancak, size en az yakın olanların size daha büyük yaşam fırsatları açabileceğini biliyor muydunuz?
Bazı bireyler doğal olarak dışa dönük, açık ve iletişimseldir. Her türlü insanla ve her türlü ortamda ilişki kurmaktan zevk alırlar. Bu sayede çok sayıda bağlantıya sahip olma eğilimindedirler. Öte yandan, büyük duygusal bağlarla derin ve anlamlı ilişkilere değer veren ve öncelik verenler de var. Zayıf bağlar, seyrek temas ve düşük duygusal katılım ile karakterize edilir. Hiçbir seçenek diğerinden üstün değildir ve yaptığınız seçimlerle hangi yolu seçerseniz seçin, sorun değil. Bununla birlikte, eski türden insanların belirli bir avantajı olması mümkündür.
Zayıf bağlar teorisi, 1973’te Amerikalı sosyolog Mark Granovetter tarafından önerildi. Bu model ile yazar, mikro düzeydeki (bireyler arasındaki) etkileşimlerin makro düzeydeki (toplumlardaki) kalıplarla nasıl ilişkili olduğunu açıklamayı amaçlamıştır. Bu birlikteliğin ana aracı olarak zayıf bağlara işaret etti. Ancak, zayıf bağ tam olarak nedir?
Kişisel ilişkilerinize bir göz atarsanız, hepsinin aynı olmadığını fark edeceksiniz. Aslında, birkaç yönden farklılık gösterirler. Her şey ne kadar güçlü veya zayıf olduklarına bağlıdır.
- Paylaştığınız süre. Gününüzün ne kadarını onlarla birlikte olmaya ve onlarla ilişki kurmaya adadınız?
- Duygusal yoğunluk. Karşılıklı kişisel katılımın derecesi. Örneğin, sizi en iyi arkadaşınıza bağlayan duygular, bir iş arkadaşınıza karşı duyduğunuzdan çok daha yoğundur.
- Samimiyet veya karşılıklı güven. Bu, kendini açıklamaya dayalı olarak inşa edilmiştir. Başka bir deyişle, onlarla ne kadar çok şey paylaştığınız ve onlara ne kadar yakın hissettiğiniz. Dahası, savunmasızlığınızı onlara gösterecek kadar güvende olup olmadığınız.
- Karşılıklı hizmetler Maddi veya manevi düzeyde onlarla karşılıklı olarak ne kadar katkıda bulunduğunuz. Örneğin iyilikler, duygusal destek, refakat, yardım veya herhangi bir rehberlik bir ilişkinin sizin için ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Dolayısıyla zayıf bağlar, bu özelliklerin düşük seviyelerde bulunduğu bağlar olarak tanımlanabilir. Aslında, aranızda bir ilişki var, ancak etkileşim özellikle sık, derin veya anlamlı değil ve duygusal katılımınız minimum düzeyde. Bu kategoride tanıdıklar, komşular, meslektaşları buluyoruz.
Zayıf bağlarınızın gücü sizi ileriye taşır
Size en yakın olanların size en fazla desteği vermesini bekleyebilirsiniz çünkü onların, sizin daha az bağlı olduğunuz kişilere göre bunu yapmaya daha istekli olacaklarını varsayarsınız. Bununla birlikte, zayıf bağlar teorisi, iki kişi arasındaki bağ ne kadar güçlüyse, arkadaşlık ağlarının örtüşme olasılığının o kadar yüksek olduğunu öne sürer.
Başka bir deyişle, size en yakın olanlar da muhtemelen birbirleriyle yakından bağlantılı olacaktır. Bu sadece aynı arkadaş veya aile grubunun parçası oldukları için değil. Aslında onları tanıştırmış olsanız bile aralarında bir yakınlık oluşması ve bir bağ oluşması muhtemeldir. Bu, hepinizin bir parçası olduğunuz, ancak dışarıdan gelenleri dışladığınız ortak bir alan yaratır. Öte yandan zayıf bağlarla bu olmaz. Örneğin, birkaç komşunuzun veya akranınızın birbirini tanıma ve derin bir düzeyde bağlantı kurma olasılığı çok daha düşüktür. Ancak, sizi en yakın çekirdeğinizinkinden farklı, size çeşitli şekillerde fayda sağlayabilecek başka gerçekliklerle bağlayabilenler bu insanlardır.
Bakış açınızı genişletirler
Zayıf bağ kurduğunuz kişiler size yeni bilgiler sağlayabilir ve böylece ufkunuzu açabilir. Aksine, size en yakın olanlar genellikle fikirlerinizi, bakış açılarınızı ve yaşam deneyimlerinizi paylaşırlar. Bu, yalnızca sizin gibi düşünenlerle ilgilendiğiniz ve yalnızca sizin gibi düşünenlerle etkileşim kurduğunuz anlamına gelen onaylayıcı bir önyargı benimsemenize yol açabilir.
Tanıdıklarınız farklı fikirlere katkıda bulunur. Sadece onlar değil, çevreleri de sizi besliyor, zenginleştiriyor ve yeni bakış açıları kazanmanıza yardımcı oluyor. Bu nedenle, daha empatik ve hoşgörülü olmanıza yardımcı olabilirler.
Size hareketlilik ve fırsatlar sunuyorlar
İster bir iş arıyor, ister işletmeniz için yatırımcı arıyor olun veya dairenizi satmaya çalışıyor olun, bu zayıf bağlar bireysel fırsatlarınız için kritik öneme sahiptir. Aslında, size en az yakın olanlar, daha fazla kişiye ulaşmak için iletmek istediğiniz bilgilerin aracı olabilir. Ayrıca sosyal çevrenizin dışında ihtiyaç duyabileceğiniz bilgileri size göndermekten de sorumludurlar. Örneğin, komşunuz size tanımadığınız kişileri işe alan bir şirket önerebilir. Ya da bir meslektaşınız sizi sosyal çevrelerindeki bir yatırımcıyla tanıştırabilir ve uzaktaki bir arkadaşınız dairenizi satın almak isteyen birini tanıyor olabilir. Yalnızca kendi iç çevrenizde kalsaydınız, bu fırsatları hiç duymazdınız.
Toplulukla bütünleşmenizi teşvik ederler
Maddi düzlemin ötesinde, daha az yakın ilişkiler kurmak, refahınızı ve psikolojik sağlığınızı da destekler. Sosyal bir varlık olarak, topluluğunuza entegre olmanız ve onun bir parçası olduğunuzu ve diğerleriyle bağlantılı olduğunuzu hissetmeniz gerekir. Komşularınız ve tanıdıklarınızla paylaşmak , bir aidiyet duygusu ile bir amaç ve işbirliği duygusunu destekler. Aslına bakarsanız bu o kadar önemlidir ki, bağımlılık yapıcı davranışlara kapılma riskinizi bile azaltabilir.
Sosyal uyumu teşvik ederler
Son olarak, zayıf bağlar bizi bir toplum olarak birleştirir. Gerçekten de onlar olmasaydı, farklı ve ayrı gruplardan başka bir şey olmazdık. Örneğin, işini değiştiren bir kişi, iki çalışma ortamı (önceki ve şimdiki) arasındaki bağlantıyı temsil eder. Sonuç olarak, paylaşılmak üzere gelen fikir ve bilgileri aktarabilir ve nihayetinde çalıştıkları sektörü geliştirebilirler. Aynı şekilde, bir parçası olduğunuz farklı insan grupları arasında da bilgi ve fikir aktarıcısısınız. Böylece, belirli bir sosyal hareketin veya ideoloji değişikliğinin desteklenmesine katkıda bulunabilirsiniz. Sadece kapalı bir çekirdekte kalsaydınız bu olmazdı.
Zayıf bağlarınızı besleyin
Yukarıdakilerin ışığında, zayıf bağların hem bireysel hem de sosyal olarak gerçekten güçlü ve alakalı olduğu açıktır. Bu nedenle, kendinizi başkalarıyla paylaşmakta terddüt ediyorsanız veya daha az derin ve yoğun ilişkilerin size hiçbir katkısı olmadığını düşünüyorsanız, onları düzgün bir şekilde geliştirirseniz önünüze çıkabilecek fırsatları hatırlayın.
Psikolog Elena Sanz
Birbirine zıt kutuplarda olan insanların birbirlerine daha çekici geldiğine, ya da bir başka ifade ile, birbirinden çok farklı olan insanların birbirlerini en iyi şekilde tamamladıklarına ve anladıklarına dair bir yanlış anlaşılma var. Bu mantıkla hareket edersek, ben bir ilişkiye ne katmazsam, sevdiğim insan onun tam tersini katar ya da ben ne yaparsam, sevdiğim insan tam tersini yapar.
Gerçek şu ki, ilk başlarda bize yeni veya farklı olarak gelen şey ilgimizi oldukça çekebilir, çünkü insanın doğasında meraklı olma eğilimi vardır. Ancak, bu durumun içerisinde bir dünya fark olduğu gibi, birbirini çok seven ama çok farklı karakterdeki insanlar arasındaki sevgi dolu bir ilişki de, uzun vadede mutlu bir sonla taçlanabilir. Bununla birlikte, bunun bir olasılık olmadığını söylemek de asla mümkün değil.
Belki de, hayatınızda yer almasını istediğiniz insanları seçerken, neredeyse her zaman, sizin ile aynı ilgi alanlarını ve hedeflerini paylaşan, hobilerinizin ve zevklerinizin aynı paydada buluştuğu karakterleri kendinize yakın bulma eğilimi içerisinde olduğunuzu fark etmişsinizdir; bir ilişkideki birlikteliğin uzun zaman boyunca sağlam temeller üzerinde kalması da buna bağlıdır.
Yaşamlarımızdaki duygusal ilişkilerimizde, dostluklarımızdan da farklı değildir. Şahsen, ben, çiftlerin hem sevgili hem de yakın arkadaş olması gerektiğini düşünüyorum. Şayet böyle olmayı başarabilirlerse, hayatın tadını beraber çıkarmanın bir yolunu bulmuş olacaklar ve ilişkiyi büyük ölçüde zenginleştireceklerdir. Bununla birlikte, çiftlerin hem sevgili hem de iyi anlaşan iki dost olabilmeleri, cicim aylarında var olan o tutkunun gelip geçmesini takip eden süre zarfı içerisinde, bireyler arasındaki dostluk ilişkisini güçlendirecek ve birlikteliği daha da kalıcı hale gelecektir.
Eğer iki insanın ortak bir yanı yoksa, ilk başlardaki o cazibe ve tutku dönemi sona erdiğinde, birbirlerinden sıkılarak, dayanılmaz bir monotonluk moduna girerler.
Kısa süreli ilgi
Sizden farklı yanları olan bir insanın hayatınızda yer alması, size bir çok farklı şey öğretebilecek ve kişisel gelişiminizi güçlendirebilecekken, ilişki içerisinde tartışmalar ve anlaşmazlıklar dışında bir şeyin kalmayacağı bir zamanda olabilir ve bu sebeple, kaçınılmaz olarak, içinde bulunduğunuz ilişki, ortaya çıkan sayısız farklılıklar sebebiyle zaman içinde aşınacaktır.
Eğer iki taraftan biri, kendini çok az sevdiğinden dolayı, sevdiği insana bağımlı hale gelmemiş, kendi değerlerini, zevklerini ve tercihlerini, diğer insanın bir kopyası haline getirmemiş ise, bir ilişkide çıkmaz bir sokağa girildiğinin göstergesi olarak, bireyler arasındaki farklılıkların, özellikle, kişilerin sahip oldukları değerler, ilgi alanları ve yaşam hedefleri baz alınabilir. Ve üzülerek söylüyoruz ki, bu durum, düşündüğümüzden çok daha yaygın bir biçimde meydana gelmektedir.
Kendine olan güveni düşük olan insanların, diğeri insanın, kendisinde olan boşlukları dolduracağı yanlış inancına bağlı hareket ederek, kendisi ile pek de bir ortak noktası olmayan insanlar ile ilişki içerisinde olması daha muhtemeldir. Aksine, gerçek şudur ki, hepimiz, sahip olduğumuz karakterler itibarı ile harika insanlarız ve hiç bir şey için hiç kimsenin onayına ihtiyaç duymamalıyız.
Bu şekilde farklılıkları olan insanlar arasında ne tür sorunlar meydana gelebilir?
- Empati sorunları: sizinle aynı değerlere sahip olan insanlar ile empati kurmanız, sizden çok farklı karakterdeki insanlar ile empati kurmanızdan daha kolaydır. Hiç bir konuda anlaşamayacağımız bir insan ile ortak bir yol bulmaya çalışmak, hem karışık hem de genellikle sinir bozucu bir durumdur. Açıkçası, bir ilişkinin devam ettirilebilmesi için birbirlerini anlama yetisi hayatı önem taşıdığından, bu ve benzeri durumlar, çiftler için birçok zorluğu da beraberinde getirir.
- Bir arada yaşama sorunları: Eğer ilişki içerisindeki bireylerden biri derli toplu, diğeri ise dağınık ve savruk ise, bu durum er ya da geç bir sorun haline gelecektir. İlk başlarda bu durumu komik bulabilir ve şakalar ile geçiştirebilirsiniz ama en sonunda, aynı evde yaşamanın zamanı gelmiş olacak. Aynı sorun, farklı ilgi alanlarına sahip çiftlerde de meydana gelebilir.
- Sıkılmak: Mantık olarak, eğer beraber olduğunuz insan ile herhangi bir ortak noktanız yoksa, zevkleriniz, hobileriniz, dinlediğiniz müzik, okuduğunuz kitap, izlediğiniz film konularında paylaşmak çok zor olacağı için en nihayetinde birbirinizden sıkılmış olacak ve beraber eğlenmeyeceksiniz. Artık konuşacak bir şeyinizi kalmayacak ve karşınızdaki insan ile muhabbet açacak bir şeyiniz de olmayacaktır.
- Bireysellik: Bu sorum, yukarıdaki sıkılmak husunda söylediklerimi ile çok alakalıdır. Aslında bu bireysellik sorunu, sıkılmanın bir sonucudur. Sonunda, ilişki o kadar çok sıkıcı ve bunaltıcı bir hale gelecek ki size benzeyen başka insanlar ile yakınlaşmayı seçeceksiniz; bu sayede, sizi tatmin veya mutlu eden şeyleri paylaştığınız insanlar ile gerçekten eğlenebilirsiniz.
- Ebeveynlik: Bu kadar farklı değerlere ve eğitim geçmişine sahip iki kişinin çocuklarını nasıl sağlıklı bir şekilde yetiştirmesi beklenir? Bu çiftin yetiştirme tarzı, kesin bir başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Her iki bireyin de, karşısındaki insanı en iyi yetiştirme yönteminin kendi bildiği olduğuna dair ikna etme çabaları ile alevlenen tartışmalar, süreç içerisinde çocuklarını olumsuz bir yönde etkileyebilir.
Bu nedenle, başta güçlü bir afrodizyak etkisi yayacak olan yeni ve değişik duygusu ile birbirinin zıt kutbu olan insanlar, birbirlerine çekici gelebilirken, ilişkilerdeki uzun bir süreyi kapsayan araştırmalar, zıt kutuplardaki çiftlerin, ilişkiden yarardan çok zarar aldıkları için bir süre sonra ayrıldıklarını göstermektedir.