logo

Bilgi paylaştıkça artar, fikir paylaştıkça gelişir.

cami

İÇİNDEKİLER

İlâhî Tasarım Delili

Bağıran Tevazu Sessiz Kibir Neredesin Ey Ahlak!..

Psikiyatri ve Kutsal 

ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK

OLUMSUZ NİTELİKLERLE SAVAŞMAK

ZAMANA DÖNÜŞ

İNSANI ÖNCELEME

Hz. Hüseyin ve yol arkadaşları

MUHARREM AYININ ÖNEMİ VE EHL-İ BEYT-İ MUSTAFA

Artısı Eksisiyle PSİKOLOJİ ve HUZUR

Dünyevileşme: Anlamın Yitirilişi yada Varlık Yoksunluğu

İslam Yobaz Zihniyeti Reddeder

Erdemleri Korumanın 4 Yolu

Fıtrata Uygun Hayat Kur’âni Hayattır

KUR’ÂN’DA SÜNNETULLAH VE TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞ NEDENLERİ

Çağdaş Insanın Yüzü

GELECEK KAYGISI

TABİAT BOŞLUK KABUL ETMEZ

İslam’da Ahlaki Olanın Alanı

MUAFİYET DEĞİL MÜKELLEFİYET

Evrende Kaos Mu Var Düzen Mi?

MART 2024

Tasarım delili düşüncesi pek çok ilmî disiplinle alâkalı bir araştırma ve doğrulama alanı. Bu disiplinler yani aslında insan, bu konu ile niçin çok ilgilidir?

Görünüre ait düzen ve beraberindeki işleyişin birçok ilmî disiplinle olan ilişkisi insan zihninin bu işleyişin arka planıyla ilgili bir süreçten geçmesiyle ilgilidir. Zihnin, düzenin işleyişi ile ilgili soruları ve bu sorulara verilen cevaplar ise görünür âlemin çeşitli yorumlarını ortaya çıkarmıştır. Birbirinden farklı bu ilmî disiplinlerin ortaya koyduğu âlem yorumlarının ortak noktası bütün bu işleyişin kaynağına ulaşma çabasıdır. Bu zihinsel çabanın öznesi olan insan, ayrıca ilâhî Tasarımcı ve kendisi arasındaki ilişkinin dinamizmini anlayabilme çabası içinde olduğundan, doğadaki işleyişin arka planını hiç bitmeyen bir serüvenle araştırma çabası içine girmiştir. Yani insan, düzen ile olan bağlantısını keşfetmeye başlamış ve böylece aslında bir varoluş çabası içine girmiştir. Bu çabanın sonucu ortaya koyduğu düşünsel ürünlerle, düzenin tesadüften uzak, denge ve ahengi barındıran yapısı üzerine yoğunlaşmıştır. Aslında bu çaba daha önce de söylendiği üzere aslında tasarımcı ve insan arasındaki ilişkiyi anlama çabasıdır. Denilebilir ki insanlığın düşünce serüveni, kendisini âlemin tasarımına veya estetiğine duyduğu hayranlığın kaynağını aramakla gösterir. Bu durum, tasarımın insanoğlunda bıraktığı etkiyi göstermesi bakımından çok önemlidir. Yani düşünceye konu olan görünür âlemi başlangıç kabul eden insanoğlunun serüveni, asıl kaynağa ulaşmaya çalışmaktır ki bunun ilâhî bir Tasarımcı arayışı olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşılabilir.

Tabir yerindeyse gaybi alan, sizin deyiminizle “görünür âlemin hayrete konu olan yapısı” ile irtibatlandırılmaktadır. Bu bağlamda “düzen delilleri”, Yaratıcı ve evren ilişkisi ve bunun sürekliliği konusunda bize neler söylüyor? Ayrıca bu süreklilikteki görünür rolü üstlenen nedensellik aslında bize bir gayesellik sunuyor mu?

Tasarımın bir delil niteliğinde Yaratıcı ve evren ilişkisi çerçevesinde ele alınması, evrenin ve içindeki varlıkların tasarımı ile ilgili sorgulamaların da kapısını aralamıştır. Dikkatle bakanların anlayabileceği âlemin bu karmaşık yapısı ve beraberindeki tasarımın içinde bir amaçlılığı da barındırdığı aşikârdır. Düşünce dünyasında ciddi bir literatürü olan ve çeşitli biçimlerine rastladığımız tasarım delili veya çeşitlerini oluşturan düzen delilleri ilâhî Tasarımcı, tasarım ve insan arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmaktadır. Düzenin Allah’ın eseri olduğu sonucuna götüren bu deliller, ilâhî Tasarımcı’nın düzene bir plan yerleştirdiğini ve açıkça şahit olunan bu planın ve sürekliliğin Allah’ın varlığına delil olma özelliği taşıdığını göstermektedir. Düzen delilleri konusunda özellikle Kur’an ayetlerine başvuranlar, varlık âlemindeki sürekliliği insan-evren ve ilâhî Tasarımcı arasındaki ilişkide görmüşlerdir. Kur’an bu ilişkinin sürekli ve aktif yönünü canlı ve cansız varlıklara yüklenen roller üzerinden açıklar. Kur’an bu ilişkinin sadece metafiziksel boyutta olmadığını, görünen âlemdeki düzenli yasalara örnek vererek toplumsal düzenin ilâhî olandan pay aldığı müddetçe ideal bir yapıya kavuştuğunu anlatır. Özellikle Allah’ın sıfatlarının eşya üzerindeki izlerine bakmamızı buyuran âyetler, düzenin işleyişindeki sürekliliği anlamamıza yol açar.

Ayrıca düzen, varlığın karşılığıdır ve varlık adına ortaya konan her soruşturma düzen delillerinin sınırsız verilerini ortaya koymuştur. Dolayısıyla düzen veya tasarım kavramına ait her türlü açılım bizi tasarım delilinin sınırsız verileri karşısında eksik bırakmıştır. Düzenin muhteşem yapısını konu alan bu verilerin zorunlu malzemesi ise gayeliliktir. Gayeliliğin evreni anlama çabasında ön koşul olması, onun ilâhî Yaratıcı ve âlem ilişkisini anlamadaki rolünün önemini ortaya koymuştur. Gayeselliğin daha iyi anlaşılmasının yollarından biri onun mekanizmle olan çatışmasını ortaya koyan verileri dikkate almaktır. Âlemdeki görünür işleyişin (nedensellik) arka planını mekanik şartlara bağlayanlar bu işleyişin gayesel yönünü reddederek teleolojik açıklamaların karşısında dururlar. Kâinattaki gayesel eğilimin rolünü görmezden gelen mekanist anlayış için varlık âleminin canlılara bakan yüzü de mekanik yasalara tabidir. Bu anlamda düzenin arka planında ilâhî bir güce ulaşmada pasif kalan mekanist anlayışın dayandığı şey, bütün bu gidişatın açıklayıcısı olarak kabul ettiği maddedir. Mekanik düzen anlayışında, görünür âlemin sistemine dair ortaya çıkan sonuçlar, sistemin öncesindeki fizik veya nedensellik kanunlarına göre yorumlanmaktadır.

Âlemdeki düzeni teleolojik (gayeselci) bir bakış açısıyla çözümleme yoluna gidenler bu düzeni organik bir bütün olarak ele alırlar. Sözgelimi insan bedeninin düzenlenişindeki bütünlükten bahseden görüşler bu bütünlüğün düzenleniş biçiminin bir amaca göre meydana geldiğini savunurlar. Âlemin düzenini meydana getiren her parçanın düzenin işleyişindeki rolünü düşünürsek âlemin düzeninde de (doğa) amaca hizmet eden bir bütünlüğün olduğunu görürüz.

Nedensellik ve gayesellik her ne kadar bir çatışma olarak gösterilse de nedenselliğin doğadaki oluşumun açıklamalarına cevap verdiği açıktır. Bu durum aynı zamanda nedenselliğin, gaye ve nizamla olan ilişkisini anlamamızı da zorunlu kılmaktadır. Sebep ve sonuç arasındaki bağı ifade eden nedensellik (illiyet), ilk bakışta mekanik düzen fikrine hizmet ediyorsa da, içinde metafiziksel nedenselliğin, yani gayeselliğin çözümlemelerini de barındırmaktadır. Ayrıca İslam düşünürlerinin nedensellikle ilgili görüşlerine baktığımızda onun gayesellik ile olan ilişkisini çok daha iyi anlamış oluruz. Bu bağlamda nedensellikle ilgili ortaya koyulan teorilerin mekanizme kapı aralamayacak şekilde açıklanmasının kelâmın hassas noktası olduğunu da hatırlamak gerekecektir. Dolayısıyla Yüce Yaratıcı ve düzen arasındaki ilişkinin sürekliliği ile ilgili çözümlemelere başvurmak isteyenlerin İslam kelâmın klasik kaynaklarını bugünün dünyasıyla anlamaya çalışması önemlidir.

Aynı zamanda şunu da belirtmek gerekir ki tasarımdaki nedenselliği ön plana çıkaran düşünce adamları bu nedensellikten yola çıkarak varlığı idare eden, onu harekete geçiren ilk varlığa ulaşma çabası içinde olmuşlardır. Yunan dünyasının daha ilk çağlarında tanık olduğumuz bu düşünsel çabalar, tasarımın ötesine ait izahların rasyonel zeminde açıklanabileceği imkânına pozitif yaklaşanların malzemesi haline dönüşebilmiştir. Düşünce tarihinde varlık âlemindeki düzenin iç yasası keşfedilmeye çalışılmıştır. Kendisini ilk neden arayışında bulan bu serüven “Nasıl?” sorusuyla başlamış ve “Niçin?” sorusuna zemin hazırlayarak düzenin gayesel açıklamalarının da zeminini oluşturmuştur.

İnsanın sahih arayışları noktasında tasarım delilini destekleyen değerlendirme unsurları ilmî gelişmelerle paralel olarak arttı diyebilir miyiz?

Görünür âlemin dizaynını başlangıç noktası olarak kabul eden tasarım delilini destekleyen unsurlardan biri de hiç şüphesiz ilmî gelişmeler olacaktır. Yeni çağla beraber dünyanın evren karşısındaki konumuyla beraber ortaya konulan teoriler Hristiyan teolojisini sarsmış, aynı zamanda bilim adamları ve kilise arasındaki mesafeyi artırmıştır. Orta Çağ’ın tabiat tasarımından uzaklaşan ve yeni bir tasarım anlayışını yüklenen düşünürlerin yeni teorilerini ortaya çıkarmasıyla kendisini hissettiren bu mesafe, yine de Tanrı ve bilim arasındaki mesafe anlamına gelmemektedir. Kopernik’le kendisini gösteren bu teorilerle evrendeki düzenin yasalarıyla bütün gizil güçlerinin ortaya konabilecek bir yapıda olduğu ortaya konulmuş, böylece düzen ve Tanrı arasındaki ilişki yeniden belirlenmiştir. Bundan sonrası için bilimin ortaya koyduğu teorilerle gelişen âlem tasavvurları, maddeci veya maddenin ötesine imkân tanıyan her iki kesimin de ilgisini çekmiştir. Daha sonraları çağdaş âlemin başlangıcına dair ortaya konulan teoriler bilimsel açıdan daha kabul ve ispat edilebilir hale gelmiştir. Söz konusu bu gelişmelerle ortaya konan âlem tasavvuru zorunlu olarak düzenleyici bir mimarı da beraberinde getirmiştir.

Çağdaş dünyada ise âleme ait tasarımın aşkın olanla bağlantısının ortaya çıkarılmasında en büyük payın fizik dünyasının teorilerine ait olduğu düşünülmektedir. Söz konusu teorilerin ortaya konmasında rolü olan çalışmaların teleolojik yapının diğer alanlarda da incelenmesinde ilham kaynağı olduğu söylenebilir. Fizik alanındaki bilimsel faaliyetler nasıl ki muhteşem tasarımın örneklerini ortaya koyuyorsa, karmaşık yapıya sahip her türlü varlığın teleolojik boyutunu anlatan diğer alanlarda güçlü deliller sunacaklardır. Söz konusu deliller günümüz dünyasına ait düzen delillerinin farklı biçimlerini ortaya koyan teorilerden oluşur. Varlığın karmaşık yapısındaki düzene yoğunlaşan bilimsel teoriler bu yönüyle düzeni ilâhî olanla ilişkilendirmekte güçlük çekmemişlerdir. Yani çağdaş dünya artık tasarımın aşkın olanla bağlantısına dikkat çeken görüşleri destekleyen bilimsel teorilerin çokluğuyla doludur. Örneğin âlemdeki ince ve kritik tasarıma dair ortaya konan veriler, teizme çok güçlü malzemeler sunmaktadır. Bu verilere göre âlemin işleyişinde çok hassas dengeler bulunmaktadır ve bunların tesadüfle açıklanmayacağını düşünenler için tek bir açıklama olabilir, O da Tanrı’dır.

Tasarım konusunda bazı düşünürlerin çarpıcı sözlerinden örnek verebilir miyiz?

Kâinattaki tasarımın arka planını merak eden birçok düşünür, âlemin tasarımıyla ilgili gerçeği dile getirmiştir. Sözgelimi varlığın bir düzen ve gaye taşıdığı konusunda hemfikir olan İslam düşünürleri arasında yer alan Mâtürîdî’ye göre görünür âlemde gözlenen tasarım ve ahenk Yüce Yaratıcı’nın ilmini ve kudretini göstermektedir. Bununla beraber o, Kitabu-t Tevhid’inde âlemin aynı zamanda kemâlâttan da yoksun olduğuna dikkat çekerek bu âlemin sahibinin her türlü acziyetten münezzeh bir varlık olduğunu söylemiştir.

İhyâ’sında, yeryüzündeki tasarım ve tefekkür arasında ilişki kuran Gazzâli ise kişinin Allah’ı tanımasının yolunun O’nun mahlûkatı üzerinde düşünmekten geçtiğini belirtmektedir. Gazzâli muhteşem düzenin yaratılışını anlatan ayetlere dikkat çekerek bu ayetlerin insanları düzen üzerinde tefekkür etmeye sevk ettiğini vurgular. Gazzâli’ye göre bu muhteşem sanat veya tasarım varlığın en büyüğünde olduğu gibi en küçüğüne de yerleştirilmiştir. Yine İhyâ’sında en küçük varlıklarda görülen büyük ve muhteşem tasarıma örnekler vererek bu varlıkların hem görünüşleri hem de eylemleriyle Yüce Allah’ın sıfatlarına nasıl şahitlik ettiklerini açıklamaktadır. Ona göre en küçük varlığa dahi yerleştirilen ve ince maharetin eseri olan ince hesaplar, hikmet ve inâyet sahibi bir varlığı haber verir.

Tasarım sadece teistik Tanrı tasavvurlarını savunanların değil, bilim dünyasının da hayranlık dolu itiraflarına konu olmuştur. Bunun yanı sıra düzenin varoluş serüveniyle ilgili teorilerin çeşitliliği ateist düşünürlerin inanca yolculuğuna da büyük katkı sağlamıştır. Bunlardan biri olan Antony Flew, büyük patlama ve hassas ayar delillerinin Tanrı’nın varlığını ispat eden bilimsel gerçekliklerden ibaret olduğu konusunda itiraflarda bulunmuştur. Söz konusu bilimsel keşiflerin âlemin sonsuz bir zekâ tarafından yaratıldığını, dolayısıyla Tanrı’yı ispat ettiğini açıkça söylemiştir.

Düzenin yüce bir Tasarımcı tarafından meydana gelmesinde şüphe yoktur. Zira doğa yasalarının kendiliğinden bunu ortaya koyduğu veya başardığı düşüncesi bütünüyle akıldan uzaktır. Kaldı ki görünür âlemin arka planını merak eden birçok düşünür bu gerçeği dile getirmiş veya bu yaklaşımı destekleyen görüşler ileri sürmüştür. Bununla beraber ilâhî Tasarımcı ve âlem arasındaki ilişkiye pozitif bakan görüşlere karşıt görüşler de her zaman kendisini göstermiştir. İlâhî Tasarımcı’nın varlığını kabul etmeyen ve günümüzde inanç eleştirisi bağlamında en güçlü delil olarak ileri sürülen gerekçe kötülüklerin varlığı iddiasıdır. Dünyanın düzenini ve tasarımını yeterince iyi bulmayan hatta kötülüklerin daha ağır bastığını ileri süren bazı düşünürler bundan hareketle, kötülüklerin varlığını Tanrı inancı aleyhinde bir kanıt olarak ileri sürmüşlerdir.

Çağdaş dünyada tasarım ve ilâhî Tasarımcı arasında ilişki kuramayan veya bunun sürekliliğine imkân tanımayan iddialar tek tek ele alındığında bunların etkili veya tutarlı olmadıkları, bünyesinde birtakım çelişkileri barındırdıkları görülecektir. Bunlardan biri ilâhî tasarımı ve Tasarımcı’yı kabul ettiği halde teizmin Tanrı tasavvuruna mesafeli bir tutum içine giren deizmdir. İlâhî Tasarımcı ile düzendeki mekanik işleyişin O’nun sonsuz gücünün izlerini taşıdığının kabul edilmesi özellikle Yeni Çağın ilk dönemlerinde sorun olmazken bilimsel gelişmelerin ilerlemesiyle ilâhî Tasarımcı’nın hangi niteliklere sahip olduğu ile ilgili sorgulamalar, tasarımın ilâhî Tasarımcı’dan ayrı bir şekilde varlığını sürdürdüğü görüşlerini beslemiştir. Oysa ilâhî Tasarımcı’nın varlığının kabulü, O’nun hangi sıfatlara sahip olduğunun öğrenilmeye çalışılmasını askıya alamayacağı gibi, bu sıfatların reddedilmesiyle de tutarsızlık gösterir. Ayrıca ilâhî Yaratıcı’yı sıfatlarından bağımsız bir şekilde düşünmek de mümkün değildir. Mesela kudret sıfatını Tanrı’dan ayrı görmek veya bu ikisinin mesafesini derinleştirmek Tanrı kavramına veya Tanrı inancına uygun düşmeyecektir.

Tanrı’nın varlığının kabulü O’nun düzenle olan sürekli ilişkisinin kabulünü de zorunlu kılar. Çünkü bu sürekli ilişki sadece düzen ve Tanrı arasındaki ilişkiyi değil, aynı zamanda insan-âlem ilişkisini de etkileyecektir. Birbiri ile çok sıkı ilişkiler içeren varlık dünyasında bu ilişkinin izleri görülmektedir ve bu ilişkinin devamlılığı her bir varlığa verilen anlamla ortaya çıkmaktadır. Söz konusu anlam, ilişkinin sürekli olmadığı yerde bütün değerini yitirecektir. Ayrıca Tanrı ve düzen arasındaki ilişkinin kopması, beraberinde varlık hakkında anlamdan yoksun yapılan soruşturmaları getirecek ve görünenin ötesini kurcalamayı gereksiz görecektir. Söz konusu soruşturmaları gereksiz gören bazı bilim insanlarının, insanlığın geldiği noktayı çok iyi mülâhaza etmesi gerekir. Çünkü mekanik düzene hapsedilmiş bir aklın, “öte” ile bağlantısını koparması, aklın gücünü ortaya koyan görüşleri de baltalamış olacaktır. Bu durum aklın kısıtlanması anlamına geleceğinden, düzeni ve kendisini keşfetme çabasında olan insanın bu sürekli yolculuğu da kendiliğinden bitmiş olacaktır.

Düzenden elini çekmiş bir Yaratıcı’yı kabul eden anlayışların yanı sıra herhangi bir Yaratıcı’yı kabul etmeyen düşünce sistemleri hakikate ulaşma noktasında insanı tek başına bırakmıştır. Özellikle insan-Tanrı arasındaki kopukluk, aklı tek başına bırakmış ve onun sürekli değişen bilimsel verileri kutsamasına zemin hazırlamıştır.

İnanç problemlerinin ortaya koyduğu iddialar karşısında tasarım delilini bir kenara koymak şöyle dursun aksine onun güçlü yönlerini ortaya koymak gerekir. Bu ise görünen âlemin tasarımının birçok ilmî disiplinle olan bağlantısını ortaya koyan düşüncelerin gün geçtikçe açığa çıkmasını zorunlu kılar. Çünkü görünürdeki tasarım, fiziksel özelliklerinin yanı sıra insanın psikolojik, ahlaki, sanatsal veya sezgiye dayalı yönleriyle de ilişkilidir. Kur’an’ın düzen ve onun arka planıyla ilgili ortaya koyduğu bütüncül yaklaşımı benimsediğimiz müddetçe, tasarım delili aynı zamanda kendisini destekleyecek olan diğer delillerle oluşturacağı yeni biçimlerle çok daha güçlü bir şekilde inanç problemlerine reddiye olma özelliği kazanacaktır.

İlâhî tasarımın sanat boyutu olması kaçınılmaz… Özellikle ilâhî sıfatlar ve âlemdeki düzen, esmâ-i hüsnâ kavramları açısından değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Daha önceki sorunun cevabında da belirtildiği gibi Kur’an gaye ve düzenle ilgili bütüncül bir tutum ortaya koyar. Kur’an’ın söz konusu bu bütüncül tutumunu estetikle ilgili öğretisinde de görürüz. Kur’an’ın estetik ile ilgili ayetlerini ortaya koyarken bunu bütün ahlaki güzellikleri sonuç veren kavramlarla birlikte kullanması bunun en açık göstergesidir. Sözgelimi kâinattaki estetik ve bununla beraber amaçsallığın şuursuz varlıklarla ilgisinin olamayacağını düşündürten “Sani” ismi Yaratıcı ve düzen arasındaki ilişkinin boyutlarından birini ortaya koymaktadır. Ayrıca görünürdeki estetik ve düzenliliğin ilâhî bir sanat olduğu düşünülünce en büyük sanatkârın Allah olduğunu kabul etmek, Kur’an’ın referansıyla hareket eden İslam sanatının bir parçası olmuştur. Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının görünür düzene yansımasıyla doğrudan ilintili olan İslam sanatı, görünür olandan ilâhî Tasarımcı’ya yönelmeyi ifade etmektedir.

Âlemdeki düzenin insanın anlam dünyasına açık olan yönünü ortaya çıkaran Kur’an, bu düzeni esmâ-i hüsnâ ile ilişkilendirmektedir. Dolayısıyla âlemdeki tasarımın yüce Yaratıcı’sı ile olan ilişkisini anlamanın bir yolu da esmâ-i hüsnâyı bilmektir. Esma-i hüsnâ, Kur’an metodunun bu konudaki izlerini göstermesi bakımından çok güçlü malzemeler ortaya koymaktadır. Sözgelimi esmâ-i hüsnâdan olan “Hâlık” ilâhî Yaratıcı ve tasarım arasındaki bağlantıyı anlamamıza yardımcı olacak en kapsamlı isim. Yaratmanın aşamalarını ve nasıl bir düzene kavuştuklarının ipuçlarını ortaya koyan “Hâlık” ismi Allah ve düzen arasındaki ilişkinin çoklu yönünü ortaya koymaktadır. Yaratma fiilinin aşamalarını veya birbirini tamamlayan yönünü ortaya çıkaran açıklamalar, bugünün dünyasında düzen delillerinin daha güçlü olmasına malzeme sunacak çözümlemeler hakkında ipuçları sunmaktadır. Ayrıca özellikle tasavvuf düşüncesi için görünende ortaya çıkan muhteşem tasarım, ilâhî Tasarımcı’sının kendisini göstermek (tanıtmak) istemesi ve nihâyet onda tecelli etmesinin sonucudur. Allah’ın isim ve sıfatlarının yansıma alanı olan varlık âlemini seyretmek, ondaki düzen ve estetiği müşahede etmek, insan ve onun tefekkürüne konu olan teleolojik düzen arasındaki ilişkinin boyutunu ortaya koymaktadır.

İlâhî Tasarım Delili / Songül Önal

“Günümüz” diye başlayan her yazı, insanı şöyle biraz durdurur, yutkundurur. Çünkü “günümüz” hakkında konuşmak ya da yazmak, hiç kolay değildir. Sebebine gelince, yekpare bir insan tipi ile karşılaşmak asla mümkün değildir. Sosyolojik, psikolojik, tarihsel bir etkilenmemişliği hiçbir yerde bulamazsınız. İnsan ve hayata dair elimizde pek çok veri akışı olmasına rağmen bu böyledir. İlk bakışta negatif bir durum gibi görünse de zihninde derli toplu bilgileri olmayanlar için bu açmaz çok daha açık bir şekilde görünür. Genellikle de kendimizden menkul bir zihin yapısının esiri olmak zorunda kalırız. Mevcut halimizi ya da paradigmalarımızı dinler ve ideolojiler yönlendirir ve iç dünyamızda izler bırakmaya her zaman adaydırlar. Ama hakikatin ne olduğu sorusu epey can yakıcı bir soru olmaya hep devam edecektir… Burada devreye dogmatik yanlarımız girer ve temel kabullerden hareket etmeye başlarız. Ama ahlaki olanı anlamada her zaman vazgeçilmez birtakım sağlam ölçülere ihtiyaç duyarız, duymalıyız. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” diyen bir dinin, son peygamberin, ahlaka dair değerlendirmelerini, tavsiye ve emirlerini doğru anlamaya çalışmak bugün insanlık için bir umut ışığı, esin kaynağı, düşünme alanı olmaya doğal olarak bugün de devam etmektedir. Çünkü kadim kültürün kadim düsturları baştan sona ilahî bir mühür taşımaktadır. Ama bugün bu düsturları yani muhkem ölçülerimizi güncel bir dille ve anlaşılır bir biçimde sunma ihtiyacı emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker (iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak) düşüncesinin temelini oluşturmaktadır.

Günümüzde insan psikolojisinden bağımsız bir oluşum ne ekonomide ne siyasette ne günlük hayatta asla ama asla mümkün değildir. Hiç şüphesiz her biri diğerinden bağımsız parametreler vardır ama çok amaçlı toplum mühendislikleri de dahil olmak üzere insan unsuru ön planda olmadan hepsi de bir parça akamete uğramaya mahkûmdur. İnsan, kişilik özelliklerine ve yetişme şartlarına bağlı olarak iç ya da dış odaklı olmak durumundadır. Özellikle ahlakın ne olduğu, ne olmadığı hususu en bilinen unsurları başta olmak üzere temel özellikleri ve incelikleriyle açıklanmaya muhtaçtır. Psikoloji ilminin inceliklerini terapi mantığında mahir bir biçimde açıklayan Klinik Psikolog Ahmet Emin Acar, Gönül Dergisi’ne verdiği röportajda gelişim psikolojisi ve kendilik açısından “ego” konusunu iç ve dış odaklı olmak noktasında şöyle açıklamaktadır:

İç odaklı olmak nedir?

İç odaklı olmak, kendi sorunları veya kendi duygularıyla ilgili ipuçları için kendi içine bakabilmek demektir ki doğru olan da budur zaten. Bazı hastalar, ‘Şu anda ben ne hissediyorum?’ diye bize sorarlar. Düşünebiliyor musun, dış odaklı olmak ne hale getiriyor insanı! O andaki duygularını bize sorup bizden öğrenmek istiyor. Kendi içindeki duyguyu bana soruyor. Bu artık son nokta. İçine bakmayı o kadar ihmal etmiş ki kendi içindeki süreçlerden bîhaber. Bu bir kısır döngüdür. İçine bakmazsan, onu bakılamaz duruma getirirsin. Kendi içine bakmak artık sıkıntı vermeye başlar. Bu da kendi içine bakmamayı pekiştirir ve hiç bakmaz hale gelirsin. İçerisi de giderek vahşileşir. Bu, kötü bir kısır döngü, yani fasit daire.
Dışarıya elbette bakarız ve tabii ki normlarımızı da oradan devşiririz. İçeriyi dışarıya göre tanzim etmek bir yere kadar normaldir. Çünkü dışarı ile uyum içinde olmak zorundayız. Ama şu an ne istediğimi, ne hissettiğimi başkasından öğrenmemeliyim. Böyle bir şey kendimi fırlatıp bir kenara atmak demek. Fırlatıp attığım şeyi geliştiremem, güzelleştiremem, iyileştiremem. Çocuklukta kişinin kendisini bir kenara bırakması, benliğini, kendiliğini adeta bir çekmeceye koyup onu orada unutması, egosunu yenmesi anlamına gelmez; çünkü ortada henüz tam bir ego yok, daha yeni gelişiyor. Gelişim çağındaki ego, sakatlanmaya en müsait konumdadır. Egoyu yenmek için önce ego gerekir. Ego önce gelişecek; kendi istekleri, arzuları, hevesleri olacak. Bunlardan iyi yönde olanları geliştirip diğerlerini bastıracak. Bu bastırmanın olabilmesi için önce çocuklukta egonun gelişmesi gerekir. Ancak gelişmiş bir ego kendisi ile mücadele edebilir çünkü. Egoist dediğimiz kişiler, egoları zayıf olan kişilerdir, bilakis onların egoları gelişmemiştir. Egoları gelişmediği için kendilerinin gerçekçi bir resmini çizemezler. Egoları gelişmediği için kendilerinin sıradan birisi olduğunu kabullenemezler. Gerçek karşısında zayıf olduklarından, gerçeği reddederek, acziyetlerini inkâr ederek, zavallı bir kabarma ile insanların karşısına dikilirler. Heybetli bir görünüm vererek insanları korkutmaya veya hayran bırakmaya çalışırlar. Bu numara sayesinde gerçeklik ile başa çıkmada bir umutları vardır. Bu heybet; makam, mevki, para, pul, vücut, güzellik vesaireden kaynaklanabilir. Bunlar olmadan gerçekle başa çıkmaya hazır değillerdir, egoları o kadar güçlü değildir. Perdeye yansıttıkları sahte görüntü büyüktür, egoları ise küçük ve çelimsizdir aslında. Bu sahte görüntüye sahte kendilik diyebiliriz. Şişkin olan kendiliktir, ego değil. Bunların egosu aslında çelimsiz, zayıf ve beceriksizdir.

Yani sonuç olarak çocuğun kendisini bir yana bırakıp dışarıdan gelecek onaya odaklanması, kendisinin gelişmemesi ile sonuçlanır. Bu zayıf egolar dediğim gibi kendilerini şişirme ihtiyacı duyarlar. Bir kısmı bu şişirilmiş sahte kendiliği dışarıya gösterir, çoğu ise buna da cesaret edemez, içinde saklı tutar. Mesela bunlar genellikle başkalarına “hayır” diyemezler. Haklarını savunamazlar. Dinî bir çevrede bu bir meziyet gibi algılanır. Ama acaba o kişi acziyetinden mi böyle yapıyor, yani zaten başka çaresi yok; mecburiyetten. Yoksa aslında gelişmiş bir egosu var ve bu ego, yüksek ahlaki bir meziyeti tercih ederek başkasını kendisine tercih mi ediyor? Tercih yoksa, o fiil ahlaki bir eylem değildir, çünkü zorunluluktur. Kendi arzularını tercih edebilecekken başkasını yeğliyor ise, kendisini yenebilen güçlü bir pehlivan var karşımızda demektir. Yoksa olmayan bir şeyi yenmek anlamlı değil. 

O zaman kendi hakkını savunmaktan aciz olan herkesin evliya gibi olması gerekirdi. Hâlbuki onlar sadece aciz kişiler. Hatta derecesine göre ahmak denir. Hakkını savunabilecek durumda olmasına rağmen, hatta başkasının hakkını bile gasp edebilecek kadar güçlü olmasına rağmen, bazı yüksek gayeler uğruna hakkını terk etmek fazilettir ancak. Bu durum, zaten fakir olan bir kişinin, bu yaşantısıyla övünmesine, kendisine pay çıkarmasına benzer. İyi de başka bir şansın yok ki senin. Fakirliği sen tercih etmedin; mecburiyet o. Sen tercih etseydin, o zaman üstün bir fazilet olurdu bu. Varlıklı bir insanın fakir gibi yaşaması yüksek bir erdem olabilir ancak. Çünkü burada bir tercih var, mecburiyet yok. İşte bunun gibi, olmayan bir egonun diğerkâmlığı da erdem değildir. Bu çeşit insanlar acziyetlerini fazilet addederler ve bazen öyle takdim ederler. Böyle yapmaları, işte içlerinde sakladıkları o şişirilmiş resimden dolayıdır. 

Acziyetlerini kabul etmek istemiyorlar. Çok yüce bir insan olduklarını düşünerek rahatlıyorlar. Çünkü dışarıdan çok fedakâr ve diğerkâm görünüyorlar. Peki, anne ne ister ki çocuktan, sevgisini vermek için? Bazı anneler çocuğun büyümemesini isterler. Çocuk, gelişimin her köşe başında, annesinin hüzünlü gözleri ile karşılaşır ve büyümeyi, gelişmeyi, ilerlemeyi hüzün ile eşleştirir. Okuldan mezun olurken, iş kurarken, evlenirken vs. bu hüzün peşini bırakmaz; annesi ölmüş olsa bile bırakmaz. Çünkü o gelişme ve hüzün ikilisi, kişinin kendi ruhunda yapılanmıştır artık ve hayatının her önemli safhasında ona çelme takacaktır; yapmak istemeyecektir, kalkmak istemeyecektir, bırakmak gitmek isteyecektir, kavga edecektir, huzursuz olacaktır, çıngar çıkaracaktır vs. Hayatın tadını asla çıkaramayacaktır. Başını alıp gitmek isterler böyleleri. Ama bilmezler ki o kırbaç kendi içlerindedir, nereye gitseler onu da beraberlerinde götürecekler. Bu anlattığım mesela borderline bir tablo; annenin büyümesini istemediği çocuk örneği. Annenin, çocuğuna sevgisini bir ücret mukabilinde verdiği başka tablolar da var. Bu durumlarda çocuk sürekli annesinin yüzünde bir işaret aramak zorunda kalır, onu memnun edebilmek için. Kendisinden vazgeçer. Kendiliğini bir dolaba kilitler. O gerçek kendilik orada çürümeye bırakılır.

Bu konudaki en büyük yanlış anlama, çocuğa sınır konulmaması gerektiğini anlamak olur. Koşulsuz sevgi o demek değil. Çocuğu koşulsuz sevmek onu cezalandırmamak anlamına gelmez. Tam tersine, ona sınır koymamak, çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden birisidir. Çocuğunu koşulsuz sev ve gerektiği zaman mutlaka sınır koy. Çocuk yetiştirmenin iki altın kuralı budur, gerisi ansiklopedileri dolduran teferruattır. Ebeveyn içi yansa da gerektiği zaman mutlaka çocuğuna ceza verecek. Cezayı öfke ile vermek hatadır, hatta çok büyük bir ahlaksızlıktır. Kızarak ceza veren kişi bilsin ki aslında, kendisine geçmişte yapılan haksızlıkların acısını el kadar çocuktan çıkarıyor. Kızarak değil, üzülerek verilen cezalar çocuğu geliştirir. Ebeveyn, “Sana bu cezayı verirken üzülüyorum ama bunu yapmak zorundayım.” dediği zaman, çocuk, ebeveynin de bir parçası olduğu düzenin bir parçası olarak hisseder kendisini. Öfkeyle cezalandıran ebeveyni ise bir sadist olarak algılar. Eski hale dönüldüğünde ise o sadist anne veya babayı zihninde koyacak bir yer bulamaz ve mecburen onu zihninden kopararak bir kompartımana koyar. Böylelikle çocuğun zihninde birbiriyle uzlaşmaz, uygunsuz, zıt imgelerin depolandığı, ana zihinden kopmuş kompartımanlar birikmeye başlar. Bu kompartımanlardaki imgeler şişede durduğu gibi durmaz, ileride iş açarlar kişinin başına.”

Zilletin tevazu zannedildiği bir dünyada gerçek tevazuya sahip insanlar ön yargıyla karşılanır. Bu kavram kargaşasının en çok vurduğu insanlar ise yine kendini tevazu sahibi zanneden zilletlilerdir. Kibriyle başı dertte insanların bu güzelliklerde gözü olmaz. Tüm bunlar ilk bakışta dış görünüşe dair gibi görünse de kökleri derinlerde olduğu için “kalp hayatının”, “kalbî olgunluğun”, “ahlaki kemâlâtın” konusudur. Asıl gündem, tevazunun sadece kendisiyle sınırlı bir erdem olmayıp merhametle, empati ve sencillikle, adalet duygusuyla ve güzel ahlak kavramıyla ilişkili olan her şeyle iç içe oluşudur. Bu bazen cömertlik bazen sabır ve tevekkül bazen doğru ölçülere sahip insanların içine sinen bir sağduyu olarak insan ilişkilerine yansır. Temelde, kendini kandırmadan doğruluk adına durduğu yeri tespit ve kendine sağlam bir referans alanı oluşturmak kaçınılmazdır. Tevazuya dair sorunlarda bilgi ve bilinç olarak insanın “kendi benliğine dair” durduğu yeri tespit edememesiyle ilgili bir problem söz konusudur. İyi ya da kötü, erdeme dayalı ahlaklarının, psikolojik ruh haline ve benlik algısına yansımasına, bulunduğu yer açısından bir not vermek zorundadır insan…

Çünkü kendisiyle ilgili belirsizlikten kurtulup, ruhunun sesini dinleyerek kutsala öykünen taraflarını ayağa kaldıracaktır. Bu sayede lahutî olanla, müteal olanla irtibata geçecek, yeryüzünde ilahî olanın ayak sesleri duyulacak, acılar içinde kıvranan tüm ruhların ızdırabını dindirecektir. Perdeler kalkacak, hakikat denen güzelle yüzleşecektir. Aksi halde, kendisi layıkıyla tevazu olmadan kendisine yönelik ilahî bir tevazuyla, merhametle de layıkıyla yüzleşemeyecektir. Ruhunda tevazu öne çıktığında, kâmil manada sıfatlaştığında, aksi mümkün olmayan bir huy ve ahlaka döndüğünde ise Allah’ın kullarına gösterdiği tevazunun, yeryüzünde örneği ve temsilcisi olacaktır. Bu anlamda, gerçek tevazu sahibinin ilahî olanla bağı kaçınılmazdır. Talip olunan tevazu ahlakının kökleri, ruhlar âleminde Yaratıcı’ya verilen söz ve ilk yüzleşmede gizlidir. İnsanların ahlaki değişimleri de o an verdikleri söze sadakatlerinde… Oradaki sözün gereği olarak, “Yeryüzünde tevazulu ol.” denilmektedir insana… Böyle bir tevazunun, kullara yansıyan kısmı ise merhamettir, sevgidir, cömertliktir, ilimdir, ahlaktır…

Kulluğun bu boyutu, insanın hasbî, diğerkâm, düşünceli, merhametli ve adil olmak yönüyle “idareci” meziyetlerini de ön plana çıkaracaktır. Aslen tevazu da budur. Bir başkasına yönelik, iyi niyet ve iyilik başka türlü nasıl açıklanabilir ki?.. İnsanoğlu bilsin ya da bilmesin, tüm iyilik hallerinin temeli budur. Allah’tan aldığını kullara vermek… Bu konuda günümüzde en köklü fikirleri, en canlı duruşu, ölçüye dönüşmüş ilmî özü, tefekkürü Şenel İlhan Beyefendi’nin hayatında, açıklamalarında, insan ilişkilerine vurduğu ahlaki mühürde tüm boyutlarıyla görebilirsiniz. Onun deyimiyle: “Allah Teâlâ’nın insanlara bahşettiği birtakım güzellik ve üstünlükleri yok saymaya kalkışmak tevazu değildir.”

Şimdi “tevazu-kibir” konusunu ilim irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin dilinden dinleyelim:
“Allah Teâlâ’nın insanlara bahşettiği birtakım güzellik ve üstünlükleri yok saymaya kalkışmak tevazu değildir. Mesela Allah (c.c.) akıl vermiş, yok mu kabul edeyim? İlim vermiş, inkâr mı edeyim? Mesela boyumu Allah 1.85 yaratmış, mütevazı olacağım diye 1.50 mi diyeyim? Bunları böyle anlamak mütevazılık olmaz. Mütevazılık ancak şu mantıkla olur: Bende güzellik namına ne varsa hepsini Allah (c.c.) verdi. O vermese ben bir hiçtim… Peki, Allah bu vasıfları bana niye verdi? Elbette ki emri doğrultusunda kullanmam için… İşte Allah’ın verdiği bütün bu özellik ve güzellikleri, yine Allah’ın emirleri doğrultusunda ve O’nun bütün yarattıklarının iyiliği için kullanmak tevazudur. Aksine insanlardan kendini esirgemen varlık iddiasıdır. Allah’ın üzerindeki mülkünü, kendine ait görmen veya sanman kibirdir. Tabii bu tevazu ölçüsü şeriatın belirlediği ölçüler içinde olmalıdır. Yoksa bu duygunun ifratı kibir, tefriti zillet olur. Mesela Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’inde mealen ‘Müminlere karşı tevazu kanatlarınızı geriniz, kâfirlere karşı şiddetli olunuz.’ buyuruyor.”

“İzzet-i nefs sahibi olmadan nefsle mücadele yapılamaz. İnsanın nefsini tanımayarak onu kendi yerinden daha yukarıya koymaya çalışması kibirdir. Meskenet ve zillete düşürmeden tevazu sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. Bunu becerebilen ve bu hususta sabitkadem olabilenler ancak râsih ulema, kurb makamına ermiş sadat-ı kiram ile sıddıklardır. Nitekim “Avârifü’l-Meârif”te Şehabeddin Sühreverdî nefsin izzetini şöyle tanımlar: ‘İnsanın nefsinin hakikatini bilmesi ve dünyevî istekler yüzünden zelil duruma düşürmeden ona ikram etmesidir. Yani dünyevî bir gaye için onu alçaltmamasıdır.’ Yani izzet-i nefs kötülenmiş değildir. Bununla birlikte onda şekil yönünden kibre benzerlik vardır. Ayette de şöyle buyrulur: ‘Hâlbuki izzet Allah’ın, Resulünün ve müminlerindir.’ (Münâfikûn,63/8) Hasan-ı Basri’ye ‘Nefsin konusunda ne kadar büyüksün?’ demişler. O da ‘Büyük değil, izzet sahibiyim.’ demiştir.”

“İzzet-i nefs, nefsin şerefliliği, üstünlüğü demektir. Zıttı zillettir. Mümin izzet sahibidir. İzzet-i nefs duygusunun içi iyi doldurulmalıdır ki kişide kendiliğinden bir vakar oluşsun ve birçok günahı kendine yakıştıramasın. Yine izzet-i nefs, kişinin kendinde olan maddi ve manevi değerlerin farkına varmasıyla oluşan ‘müspet benlik’ duygusudur. Bu duygu, bir bakıma müspet bencilliktir ve insanın olmazsa olmazıdır. Bu duygu kazanılamazsa nefsle mücadele de yapılamaz. Zira nefsle mücadelede temel ölçüt veya referans izzet-i nefs üzerinden olur. Örnek verecek olursak, izzet-i nefs sahibi olmayan tevazu olamaz. Zira tevazu, mevkiini bilen birinin (yani, ilim, akıl, ahlak gibi kendinde olan müspet değerlerin farkında olan birinin) kendini bildiği bu yerden, bilerek, isteyerek daha aşağıda göstermesidir. Üstelik tevazu emir değil tavsiyedir. Kişinin kendini olduğu yerde göstermesi de mümkündür. Bu noktada kibre sıçrama tehlikesi bulunduğundan büyükler kendilerini daha aşağıda göstermeyi tedbiren tercih ederler. Kibir ise kendini bilmeyen bir insanın, yani sınırlarını bilmeyen bir adamın kendini üstün göstermesidir. Kibir büyüklük değil, büyüklenmektir.”

“O sebeple ‘izzet-i nefs’ insanın kendi konumunu X olmaktan kurtarıp kendine müspet bir mevki vermesidir. Bu mevki, hayali bir mevki değil; zaten kişinin kendinde var olan olumlu güzel değerlerinden oluşan bir mevkidir. Ama insanlar bu çok önemli konuyu, bilgisizlik veya önemini kavrayamadıklarından dikkate almazlar. Bu haldeki insanlar şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Kendi gözünde konumu X, yani ‘belirsiz’ olan kişilere şeytan istediği sıfatları rahatlıkla yükler. Ve ona mesela ‘Sen alçaksın.’ der inandırır, ‘Sen sapıksın.’ der inandırır. İşte şeytan hep bu tür tuzaklarla insanları barlara, meyhanelere hatta tımarhanelere doldurur. Dolayısıyla izzet-i nefsini kaybederek zillete düşen insanlar her türlü günahı işlemeyi, her türlü adiliği yapmayı kendilerine yakıştırabilecek bir ruh haline de düşmüş olurlar. Bu anlamda hayâ da müspet kibirdir. Evet, o yüzden önce izzet-i nefs sahibi olmaktan işe başlamak gerekir. Yani kendini belirsizlikten kurtarıp günahlara düşmeme durumunu muhafaza etme hali… Peki, izzet-i nefs veya bir başka ifadeyle ‘müspet benlik duygusunu’ kazanmak için neler yapmalıyız? Bunun için kendimizde olan güzel değerlerin farkına varılması gerekir. 

Kendi hakkında olumlu karar verirken ‘Acaba kibre mi kaçıyorum?’ diye vesveselenip bu sorgulamadan, bu tespitlerden ürkmemelidir… Ki bu tespitler aynı zamanda ‘reca’ halinin oluşumunu sağlar. Reca, müspet benliğin oluşumuna yardımcı duygudur. Reca duygusu Allah’ın bizi sevdiği ve affedip bağışlayabileceği hakkında ümit sahibi olmak demektir. Recanın yani ümidin oluşması için daha önce yapılmış güzel iş ve amellere ve Allah’ın nasip ettiği güzel ortam ve arkadaşlıkların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla insandaki Allah sevgisi, iman duygusu ve bu duyguyla beraber yaptığı güzel ibadet ve hayırlı işleri o kişide recanın oluşumunu sağlar. Böyle güzel davranışlar, hayırlı işler olmadan insanda ümit duygusunun hâkim olması şeytanın aldatması demek olur. Bu halden de kaçınmak ve bu tuzağa düşmemek gerekir. Yani temenniyle reca oluşmaz. Recanın zıttı Allah korkusudur. Normalde kullarda bu iki duygu belirli dengelerde olmalıdır.

Mesela, İmam-ı Gazâlî gençlerde korkunun yaşlılarda da ümit tarafının ağır basmasını uygun bulur. Ama günümüzdeki şartlar değerlendirilirse gençler için de ümit tarafının ağır basması gereği hemen açığa çıkar. Zira günümüz gençliği hem dinini hem de kendini bilmek noktasında son derece yetersiz hatta tamamen bilgisizdir. Nefsini bilmemektedir. Şeytanı tanımamakta ve gücünü kestirememektedir. Mesela nefsin yaratılıştan mevcut potansiyel kötülüklerini kendisi sanarak haksız yere kendini en aşağı yerlere yerleştirmekte ve aşağılık duygusundan, zilletten kırılmaktadır. Yine şeytanın hariçten pompaladığı kötü düşünce ve vesveseleri, cahilliğinden kendi nefsine fatura etmektedir. Yine zihnin çalışma metodundan kaynaklanan vesveseye benzer bilgi akışını sağlıklı değerlendiremediği için bir yumruk da bu cenahtan yemektedir. Bu ve benzeri nice ölçüsüzlük ve bilgisizliklerinin acı faturalarıyla psikolojisi harap haldedir. O halde bu zillet ve cehalet çukurundan çıkmak her şeyden önce gelir. Onun için de hemen recadan işe başlamalıdır.”

“İyilikler dahi, izzet-i nefs duygusu korunarak yapılmalıdır. Tevazu için de bu söylediklerim geçerli. Kimseyi küçük görmem. Her sınıftan insanı; çocuk, deli, yaşlı, herkesi muhatap alır, küçük görmeden onların seviyesine inerek onlarla konuşur, onlara sohbet ederim. Allah (c.c.) ‘Hamam böceklerine sohbet et.’ dese onlarla bile ciddi ciddi konuşurum; yani onlara tebliğ mümkün olsa yaparım. Ama bu tevazumun yanında vakarımdan da asla taviz vermem. Şahsiyetimden, izzet-i nefs duygumdan asla taviz vermem. Saygısızlığı asla affetmem. Benim izzet-i nefs duygum çok güçlüdür. Yakınlarıma, eşime, çocuklarıma karşı çok şakacıyımdır, latife yapmayı ve güldürmeyi severim. Onların bana şaka yollu takılmalarına müsaade ederim. Ama bu, saygı sınırlarını aşıp izzet-i nefs duyguma zarar verecek olursa iş orada biter. Birden sertleşirim ki, sizler de böyle olun; izzet-i nefs duygunuzu her zaman koruyun. Asla bu duygudan taviz vermeyin. İşte bütün ahlakları böyle değerlendirmek suretiyle bir insan ‘Benim ahlakım Hazreti Peygamber’e benziyor.’ derse ona hak veririm.”

Bu harikulade açıklamalardan Şenel İlhan Beyefendi’nin açıklamaları çerçevesinde yine onun fikirlerinden mülhem olarak ben şunu anlıyorum: Ahlaken kibir yanlış ve haram ise zillet de yanlış ve haram. Kibir büyüklük değil büyüklenmek, zillet ise küçüklük değil küçüklenmektir. Hilm ve tevazu sahibi olmaya dair Kur’an ve hadislerde pek çok muhkem bilgi ve ölçü var. Tevazu ise zillet ile kibir arasında ama matematiksel ortalamalara bırakılmayacak kadar kıymetli bir ahlaki olgunluk. Üstelik tevazu, bu yüce ahlaka sahip insanlar açısından bir emir değil tavsiye. Çünkü aksi halde herkes zillet dolu davranışlarını tevazu zannedecek. Hangi yüksek özelliklerin var ki tevazu sahibi olduğunu iddia ediyorsun diye sorarlar adama, değil mi? Çünkü öyle durumlar var ki aslında bize tevazunun vakar olduğunu anlatıyor. Vakar ise surat asmak değil, insanlara layık olduğu gibi davranmak… O nedenle kibre karşı kibir tevazudur deniliyor. Nitekim Mevlana Celalleddin Rumi “Sahtekârlar almak için rol yapar, bizler ise vermek için.” diyerek bu gerçeğe işaret ediyor. İnsanların var olan güzel ahlaklarını yokmuş gibi davranması asla ama asla doğru değil… Tevazu ise içinde vakar ve izzet-i nefs duygusunu barındıran çok büyük bir erdem… Bu şartlarda bizim, kompleks ve zillet dolu davranışları “tevazu” diye yorumlamamız, İslam’ın bu yüce ahlakından hiç nasiplenmemek anlamına geliyor ki bu yanlış ölçü ile İslam ahlakını yaşadığımızı asla iddia edemeyiz vesselam… Gerçek tevazuya kavuşarak ahlak denen erdemden nasiplenmemiz duasıyla…

Dr. Metin Serımer

Psikiyatri ve Kutsal 

Maneviyat; hakikatin, iyiliğin ve güzelliğin içine girmektir. Yani insanın hakikat, iyilik ve güzelliğin bir yolcusu, bir aracısı olmasıdır. Sufilerin meşhur bir sözü var; “Her arayan bulamaz, ancak sadece arayanlar bulur.” İşte hakikatin, iyiliğin ve doğruluğun peşinde bir ömür geçiren insanlar, aslında manevi bir hayat yaşamış oluyorlar. Temel mesele, maneviyatın alanına girmek için o “niçin” sorusunu sormak. “Niçin varım? Bu dünyadaki varlığım neyi değiştiriyor? Benim bu dünyada olmamla acaba bazı şeyler daha farklı olabiliyor mu? Dünyayı bulduğumdan daha güzel bir şekilde bırakabiliyor muyum?” İşte bu soru, bizi maneviyatın alanına getiriyor. Maneviyat; hayatta içimizi, arayışımızı zenginleştiriyor, bizi yepyeni imkânlarla ve fırsatlarla donatıyor. Bunlardan birincisi, hayatın bir armağan olduğu düşüncesi. Yani hayat bize Yaratıcı tarafından bağışlanmış bir armağandır ve bu armağanı da hakikat, iyilik ve güzelliği aramak yönünde kullanmak gerekir.

İkincisi, insanın kötülük ve iyilik karşısında seçim yapabilecek olmasıdır. Allah, insana seçme iradesi vermiştir. Dolayısıyla hayatlarımızı, kötüyü uzaklaştırmak ve iyiyi seçmek yönünde yeniden tanzim edebiliriz. Bütün hayatımızı iyiliğin yüceltilmesi ve kötünün defedilmesi üzerine kurabiliriz.

Üçüncüsü, ibadetlerin olmasıdır. İbadetler, sonunda bizi daha yüksek bir ahlaki bilince ve bir farkındalığa ulaştırır. Aslında ibadetler, bizi ötelere bağlayan bir yoldur. Dinin ve bütün maneviyatların özü sevmektir, sevebilmektir. Bizim literatürümüzde sevmenin ne kadar ehemmiyetli olduğuna dair Yunus’tan Mevlana’ya, Hacı Bektaş’tan Hacı Bayram’a kadar sayısız örnekler bulabilirsiniz. Bu sevmek, verici olan, sizde olanı paylaşıcı bir sevmektir.

Bugün modern dünyaya baktığımız zaman aşkların da içinin boşaldığını görüyoruz. “Sadece ihtiyaç duyduğum için ya da onun gözünde yücelmek için onu sevdiğimi zannediyorum.” Hâlbuki onu gerçekten sevsem, ona kendimden daha çok vermeye, daha çok katmaya hazır olmam lazım. İşte din ve maneviyat, bize almadan vermeyi, menfaat gözetmeden sevmeyi öğretir. Dolayısıyla da maneviyat bizi bu dünyanın bağlarından, bu dünyaya tapınmaktan koparır; gerçek değer ve erdemler dünyasına taşır. Maneviyat; sizi erdemlerin, cesaretin, şükranın ve hayatla ilgili bütün olumlu değerlerin dünyasına taşıdığı sürece gerçek manada işlevini yerine getirmiş olur.

Yine çok bilinen bir sufi sözü vardır: “Bir insanın egosu, nefsi; dininin elinde kar gibi erimiyorsa dini nefsinin elinde kar gibi erir.” Dolayısıyla hepimizin dinin, sûreti haktan görünerek hayatımıza dini kılıflarla giren fakat bizim karakter patolojilerimizi yansıtan biçimlerine de çok dikkat etmemiz lazım.
Bizim kendimizi eleştirmeye ihtiyacımız var ve ciddi özgüven açığımız söz konusu. Fakat gelişmek, sıçramak, ancak kendimizi yerli yerinde eleştirebilirsek olur. Maalesef bazen dini takıntılarla, dinin patolojik yaşantılarıyla dinin kendisi de sık sık birbirine karışabilmekte ve bu, daha olumlu bir dindarlık şeklinde algılanabilmektedir.

Allah her yerdedir. Nereye yüzünüzü dönerseniz dönün, orada Allah vardır. O nedenle bakmayı, görmeyi bilmek lazım. Baktığınız zaman insanlara, kâinata, tabiata, güzelliği gördüğünüz her an aşkınlığa açılmış, aşkınlığı tecrübe ettiğimiz, ilahi olanın kalbimize indiği anlardır. O yüzden hayatlarımızda güzelliği hükümdar saymak, o güzellik arayışları ve yolcuları olmamız lazım. Nihayet evrene, kâinata baktığımız zaman sonsuz sayıda âlemler görüyoruz. Bu koskoca evrende çok çok küçüğüz. O zaman varlığımızı anlamlandıracak bir şey olmalı. Her hisseden kalp bu soruyu sorar, “Benim maceram bu dünyada başlayıp bitmemeli.” İşte maneviyat, bize bu sorularda rehberlik eden ve bizim elimizden tutan, yol gösteren bir şey aynı zamanda.

Benliği aşan ve onu daha büyük bir anlamın içine dahil eden aşkınlıkla irtibat haline biz “maneviyat” diyoruz. Bu, insan olma kisvesinin çok öznel ve aynı zamanda dünyadaki bütün insanlar tarafından paylaşılan bir duygu. Dolayısıyla maneviyat bizi anlam, gaye, hakikat ve değerler problemine getiriyor, “Bu hayatı niçin yaşayacağım?” Bir araştırmaya göre; evrendeki iyilik hissi, mutluluk, umut, iyimserlik, amaç, gaye, özgüven, daha az suç işleme, evlilikte iyilik gibi bütün bu olumlu parametrelerden, dindar ve maneviyatı kuvvetli insanlar, bu inanışları daha az ya da hiç olmayan insanlara göre % 80 nispetinde olumlu puan almışlar. Aslında insanın maneviyata sahip ve dini inançlarının olması, tam aksine ruhsal sıkıntılara, dertlere karşı koruyucu bir işlev gösteriyor.

“İç kontrol odağı” diye bir kavram var. “Hayatta bir şeyler benim kontrolümde mi değil mi?”
Ders çalışmadım, sabaha kadar bilgisayarda oyun oynadım. Ertesi gün girdiğim sınavdan kırık not aldım. Bu durumda “Hocalar çok zor soru soruyorlar. Zaten hiç kimse iyi not alamıyor.” demem mi gerekiyor? Yoksa “Sorumluluk benim mi?” diyeceğim. “Evet çalışmadım, dolayısıyla kötü not almayı hak ettim. Bu benim sorumluluğumda.” diyorsam, iç kontrol odağım yüksek demektir. Yani kendi içimde buluyorum meseleyi. Bu tür insanlar, hayatta daha istikrarlı ve daha başarılı olabiliyorlar. Yine dindar insanların da iç kontrol odağının daha yüksek olduğu pek çok çalışmada gösterilmiş.

Maneviyat bize nasıl faydalı oluyor? Olumlu bir dünya görüşü geliştirebiliyor, zor hayat olaylarını anlamlandırabiliyoruz. Mesela Marmara İlahiyat’ta deprem mağdurlarıyla ilgili yapılmış bir çalışma vardı. İzmit ve Adapazarı bölgesinde depreme maruz kalan insanlar “Bu, Allah’ın bize göndermiş olduğu bir sınama, bir imtihandır.” dedikleri oranda travma sonrası stres belirtileri göstermiyorlar. Yani bir anlam verebiliyorsak yaşadığımız zorluğa, onu daha geniş bir çerçeveye yerleştirebiliyorsak, o zaman rahatsızlanma ihtimalimiz çok daha az oluyor. Dolayısıyla dini inanç, bize bazı şeyleri yerli yerine oturtmak için bir fayda sağlayabiliyor.

Hayatta anlam ve gaye sorularımıza cevap veriyor. Sosyal bağlarımızı ve diğer yanlarımızı kuvvetlendiriyor. “Komşusu aç, kendisi tok yatan bizden değildir.” diyerek ızdırap çeken bir insana yardım etme davranışını özendiriyor. Affediciliği arttırıyor. Affediciliği, insan dini duygularla daha yoğun olarak kazanabiliyor. Maneviyat, bize umut verir, aldığımız her nefes için şükran duymamızı sağlar ve uyumu bozan baş etme mekanizmalarını azaltmamıza yardımcı olur.

Bütün ruh sağlığı disiplinlerinde ve psikolojide bir ihmalden bahsedebiliriz. Maalesef pek çok meslektaşımız manevi ve dini olanı bir tabu olarak görüyor. Akıl, duygu ve sezgi birbirine zıt unsurlar olarak algılanıyor ve deniyor ki: “Duygu ve sezgi itibarsız şeylerdir.” Hâlbuki son 10 yılda, insanın içine duyarlı olan ilk duygunun, ilk sezgi hallerinin ne kadar insanı doğru yönde yönlendirebildiğine dair pek çok kitap çıktı. İçimize doğduğu an, o anda karar veriyoruz ve doğru çıkıyor çoğu zaman. Bunun tersine görüşler de var. Ama genellikle bunun doğru olduğu kabul ediliyor..

İkilikçi düşünce, Batı dünyasının çok büyük bir hastalığıdır. Bizim medeniyetimizde, hem akıl-hem duygu, hem beden-hem ruh birlikte düşünülür. Oysa Kartezyen -her şeyi ikiye ayıran akım- diyor ki: “Ya akıl, ya duygu.” Seçim yapacaksan da akıl. Bu da bize maalesef bazı şeyleri çok ciddi bir şekilde kaybettirebiliyor. İnsanın anlama ihtiyacı vardır. Sadece akıl bize hayatı, anlamlı ve tahammül edilebilir kılmaz. Hepimizin manevi bir aidiyete ihtiyacı var. Yeryüzünde bir hedefe, insan olarak kendimizi güzel, iyi, “zübde-i âlem” bilmeye, “ahsen-i takvim” bilmeye ve o saygınlığa ihtiyacımız var. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında bağ kuran bir dünya görüşüne ihtiyacımız var

Yine son yıllarda psikiyatri ve psikolojinin üzerinde çok durduğu mukavemet, yılmazlık kavramı var.
Mesela 10 kişi yumruk yiyor, 5’i yıkılıyor, 5’i ayakta kalıyor. Bu yıkılmayanların özelliği ne? Neden bazı insanlar hayatın gailelerine, sillelerine karşı daha dirençli ve daha kolay ayağa kalkabiliyorlar? Yapılan çalışmalarda dindar ve maneviyatı güçlü insanların daha mukavemetli olduğu görülüyor. Yine Allah tarafından bilinme ve değer verilme duygusunun da maneviyatın önemli bir unsuru olduğu düşünülüyor.
Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in çok güzel bir sözü vardır: “Bilime evet ama dinin olduğu bir dünyada.”
Buna benzer Einstein’ın da meşhur sözleri vardır. “Bilim varlığı, dinin katmanlarına inmez. Bilimde metateori yoktur.” Yani bilimde neyi, niçin anlamlandıracağımıza dair bir üst bakış yoktur. Dolayısıyla bilim; anlam, din ve ahlak anlayışımıza tam manasıyla cevap veremez. “Neden bir bilince sahibiz? Neden anlam, anlayış ve aşkın peşindeyiz? Niye başka insanlara yardım etmeyi seçiyoruz? Niye ızdırap çekiyoruz? Niye ölüm var? Ölümden sonra ne var?” gibi yakıcı, ağır ve derin meselelere bilimin içinden bir cevap bulmak çok zordur. O yüzden maneviyata ihtiyacımız var.

Manevi olandan kopuş, bir yabancılaşma ve anlamsızlık duygusunun ortasına bizi getirip bırakıyor. Özellikle Batı Avrupa’da çok yaygın olmak üzere, birbiriyle konuşmayan, birbiriyle iletişim kurmayan, birbiriyle hem dem, hem hal olamayan insanlar haline getiriyor. İnsanların içinde bir türlü geçmeyen kronik sıkıntıyla kendini gösteren varoluşsal boşluk hali oluşuyor. Şehirlerimizin, insanlarımızın, insan ilişkilerimizin güzellikten uzaklaşması. İnsanın kendi özüne sadık kalamaması. Bukalemun gibi her girdiği yerde karakter değiştiren yeni bir postmodern benlik. Özüne sadık kalamayan, sürekli değişmek zorunda olan insanlar. Tabiata yabancılaşma. Kâinatın adeta sonumuzu hazırlarcasına tahrip edilmesi. İnsan ilişkilerinde insanın insana imdadının hiçbir surette duyulmaması, elinin ulaşmaması ve sığlaşma. İşte bütün bunlar, maneviyattan kopuşun neticesinde karşımıza çıkan meseleler.

“Yalnız susayan suyu değil, su da susayanı, susamış dudakları arar.” diyor Mevlana. Dünyadaki amaç ve yerimizi, güçlerimizin sınırlılığını, sonluluğumuzu psikoterapi odasının dışına mı alacağız? Danışanlarımızla konuşmayacak mıyız ya da görmezden mi geleceğiz? Görmezden gelemeyiz. Hepimizden manevi cevap bekleyen çok derin sorular vardır. Bu sorulara cevap vermezsek hastalarımızın, danışanlarımızın en önemli ihtiyacını görmemiş oluruz. Amerikan psikolojisine baktığımız zaman, kontrol odaklı ve insanların hayatları üzerindeki kontrollerini azamiye çıkartmak üzerine kurulu. Psikolojide her şey yolunda gitmiyor, bir şeyler eksik kalıyor. Pozitif psikoloji bize şunu söylüyor: “Çok karanlık bir psikoloji, hep insanın en kasvetli taraflarına sesleniyor. Biraz psikolojiyi şenlendirelim. Biraz insanın olumlu değerlerine atıf yapalım. Cesaret, şükran, diğerkamlık, optimizm gibi duyularına hitap edelim. Çünkü insanlar bunların sayesinde mukavemet gösteriyor. Zorluklara nasıl ve ne şekilde karşı çıkıyorsak o değerleri biraz ön plana çıkaralım.”

Kabul ediş terapisi de diyor ki: “Değiştiremeyeceğim şeyle niye uğraşıyorum? Değiştiremeyeceğimi ve ızdırabı kabul edeyim. Çünkü ızdırap kaçınılmaz bir şeydir. Ancak bunu kabullenmeyle daha iyi insan olurum ya da daha iyi bir terapist olurum.”

Maneviyat, bizi aslında insanlığın kısıtlamalarıyla baş etmemizi ve psikolojinin bildik dilinden farklı bir dil konuşmasıyla daha iyi bir noktaya taşıyabiliyor. Dünyaya farklı bir biçimde bakmamızı sağlayabiliyor. Daha derin gerçekler keşfetmemiz, ebedi değerler peşinden gitmemiz için bize yardımcı oluyor. Cevaplanamayan sorulara cevap sunuyor. Başka destek sistemleri kalmadığında bize destek oluyor. İnsanın kendi sınırlı ömrünü bitirdiği o anksiteyle, endişeyle baş etmesi için apayrı bir yaşama kaynağı sunuyor. Ama şunu da unutmayalım: Maneviyat dediğimiz şey, sizin ruhsal sıkıntılarınızı çözmek için bir pansuman ya da bir sorun çözme kiti değildir. O, sizin kendinizi her manada dönüştürmeniz için oradadır.
Hayret duygusuna açık isek, bilim ve dinin birbiriyle cebelleşmesine gerek yok. Aslında her dürüst bilim adamı bu hayret duygusuna sahiptir. Evrenin sırlarına karşı o hayranlık ve haşyet duygusunu hissetmesi, her bilim adamında olması gerekiyor. Kant’ın çok güzel bir sözü var, diyor ki: “İki şey içimi huşû ile dolduruyor. Biri, üzerimizdeki sonsuz sema, sonsuz gökyüzü. Diğeri, içimizdeki ahlak yasası.”
Psikoterapinin içinde olan değerlere ehemmiyet vermeyi öğrenmemiz lazım. Psikoterapi, bir değer aktarımıdır aynı zamanda. Psikoterapistlerin mümkün olduğunca o değerleri aktarıcı, empoze edici insanlar olmaması lazım. Sadece bize gelen danışanların hikâyelerini iyi dinleyen, onların değer verdiği şeylere değer verebilen insanlar olmamız gerekiyor. Türkiye’de bu konuda sayısız yanlışlık ve karikatür tarzında davranışlarda bulunuluyor maalesef. Çünkü bizler terapist olmak hasebiyle hayatı daha iyi tanımlama imtiyazına sahip değiliz. Belki danışanımız bizden daha çok biliyor. Belki bizden daha bilgili daha âlim bir insandır. Biz de ondan öğrenebiliriz. Dolayısıyla anlamak, fakat yargılamamak veya tenkit etmemek önemli bir davranıştır.

Maneviyatı ofisin desteğine açıp, danışanlarımız bazı temel manevi konuları bize getirdikleri zaman onları itmememiz, onlarla bu konuları çok saygılı bir tonda konuşabilmemiz lazım. Açıklık, tolerans, farkındalık ve sahicilikle bakabilmemiz lazım. Hele bir terapist tevazu ve merhamet sahibi olmayıp paradokslara da açık değilse “Sadece ben haklıyım ve benim dünya görüşüm doğru.” diyorsa çok büyük kazalar olabiliyor. Dolayısıyla bütüncül terapistler olmamız ve açıklık, tolerans, farkındalık vs. becerebilmemiz lazım. Danışanın bize önerebileceğini fark etmemiz lazım.

Prof.Dr. Kemal Sayar / Gönül Dergisi

RAHMAN VE RAHİM OLANIN REHBERLİĞİ

Rahman ve Rahim olanın rehberliğinde yol almak, en güvenli bir şekilde yol almak demektir. O’nun adıyla diyoruz her işe başlarken. Bu cümlenin içeriğini bilerek, bu cümlenin anlamına vararak atmalıyız adımlarımızı. Zira bu cümle, toplumsal yaşamın en önemli kodunu oluşturmaktadır.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın rehberliği demek, Kur’an’ın rehberliği demektir. Böylece Kur’an bir rahmet pınarına dönüşmektedir. O pınardan içenler hakkın ve hakikatin aydınlık yüzüyle karşılaşır. Böylece şeytanı şeytan yapan tuzaklardan da emin olur. Yani şer işleyerek şerre dönüşen ve şerrinde ısrar eden; bu sebepten kovulmuş olan şeytanın şerrinden, insan Allah’a sığınmış olur.

Her daim talep ettiğimiz Allah’ın yardımıdır: Merhameti, razı olduğu istikameti. Bu minval üzere elimizden tutması yani. Onun için besmele diyoruz. Besmele derken Rahman ve Rahim olanın korunaklı yolunu istemiş oluyoruz. Bu bilinçle bir tercihte bulunuyoruz. Henüz işin başındayız ve işe başlamak üzereyiz. İşte, besmele diyerek işe başlamış oluyoruz. Bütün soruların cevabıdır besmele: Hangi işi yapacağız? Ne yapacağız? Kiminle yapacağız? Kim adına yapacağız? Bütün bunlardan sonra yapacağımız işi nasıl yapacağız? Yani yapılacak eylemin startıdır besmele: Rahman Rahim Allah adına/adıyla.

Yarattıklarıyla/yaptıklarıyla, sonsuz merhametin kaynağı/sahibi olduğunu gösteren Rabbimiz; hem hayatı ve hem de bizi yaratan, terbiye eden ve sonsuz hayata hazırlayan, bunun için emniyetli bir istikamete sevk edendir.

Allah’ın nimetlerini/bağışlarını unutmak büyük gaflet. İnkâr etmek ise büyük cehalet. Bu duruma düşmek için, yani gaflet ve cehaletle malul olmak için, kör olmak gerekir. Sağır olmak ve akıl melekesinden mahrum olmak gerekir. İnsan eylemle insandır. Yaşamanın, yaşıyor olmanın emaresi eylemektir. Eylemsizlik ölüme eşdeğer. Asıl ölüm ise ontolojik farkındalığı yitirmektir.

Eylemlerde iki netice: Pozitif eylem ve negatif eylem. Pozitif eylem hep kazandıran eylem: artı kutup, kabul gören, dolu ve doğru. Negatif eylem hep kaybettiren eylem: eksi kutup, kabul görmeyen, boş ve yanlış.

Eylemlerin anlamlı ve kabul edilebilir olması için, “besmele”li olması gerekir. Yani Allah’lı olması gerekir. Eylemlerin Allah’lı olması demek, O’nun adına olması demektir. Ne demek O’nun adına olması? O’nun beğeneceği, razı olacağı ve onay vereceği şekilde olması demektir. Gösterdiği sınırlar içinde kalmak ve yapılmasını istediği şekilde yapmak yani.

Kur’an, sınırları belirleyen bir rahmet haritası. Kur’an, Rahman ve Rahim olana yaklaştıran bir kılavuz. Kur’an, gidilecek yolu gösteren eylem kitabı: zihni ve fiziki eylemlilik/aktiflik: Koşulları dikkate almak ve adaletten şaşmamak. Kur’an, dikkat edilmesi gereken hususları ve yolda bekleyen tehlikeleri haber verir. Dost olanı öğrettiği gibi düşman olanı da öğretir Kur’an. Rahman ve Rahim olan unutulmamalı. Her zaman hatırda tutulmalı. Tevbe Suresi hariç, bütün surelerin ilk cümlesi. Hikmeti: Ey insan! Allah’tan ümidini kesme, O’na yönel ve O’na dayan. Bu senin kıblendir; kıbleni terk etme.

Bu, aslında büyük bir ihtiyacın giderilmesidir: Hayat Kitabı’yla hayat bulurken, Rahman ve Rahim olanın hep bizimle olduğunu ve kulluk vasfımızla yürümemizin asla unutulmaması gerektiğinin ihtarı. Belki de bu ihtar, insan için en büyük ihtiyaçtır.

Bir farkında oluşun anahtarıdır besmele: Boşu boşuna yaratılmadık. Bir hikmete binaen yaratıldık. Gelip geçici bir zaman ve emanet edilmiş bir mekân üzerindeyiz.

Emaneti zayi etmemek gerekir. Emaneti zayi ihanetle eşdeğer. İhanetin bedeli çok ağır olacaktır. Bu böyle bilinir ve teslim edilir zaten. Bu sebepten dikkat etmek gerekir.

Önemli olan yanlış tasavvurlara meyletmemektir. Tasavvurdaki yanlış seyir, beraberinde ihanetlere sebep olur. Emaneti, bile isteye zayi etmemeliyiz.

Göz göre göre yanlış bir fiilin faili olmamak gerektiğini biliriz. Ama buna rağmen tasavvurumuzdaki yanlış gidişattan dolayı, kendimizi haklılaştıracak gerekçeler bularak, emaneti zayi etmekte bir beis görmeyiz çoğu zaman.  

Yaratılış amacımızı unutmak suretiyle, geçici olan bu mekânı ebedi bir mekân olarak içselleştirebiliyoruz. Bunun doğal bir sonucu olarak, elimizdeki emanetin sahibini unutuyor ve emaneti kendi mülkümüz haline getiriyoruz: Sekülerizm.

Yanlış bir başlangıç, insanı geri dönüşü zor olan bir sapmanın içine sürükler. İşte bundan dolayı, yani yaşanacak sapmadan dolayı, emaneti zayi ederiz. Emanete hıyanetin önüne geçişin ilk basamağı besmeledir.

Besmele anahtarıyla her münkerin kapısı kapatılırken, her marufun kapısı ise açılır. Besmele ile yeni fatihler yetişir ve yeni fetihler yapılır. Tarihteki en büyük zaferler besmele ile kazanılmıştır. En kadim ve en eskimez söz besmeledir. Besmeleye ulaşanlar için ne bir dert ve ne de bir keder söz konusu değildir. Besmeleye ulaşmak, sadece besmeleyi söylemekle olmaz. Besmeleye ulaşmak, onun manasını idrak etmekle mümkündür. Söz medeniyetinin lider cümlesidir besmele. Hz. Nuh, gemiyi yaparken ağzında besmele vardı. Çılgın dalgalar üstünde emin bir şekilde yüzerken, ağzında yine besmele vardı. Yeryüzüne tekrar ayak basarken de. Hz. Süleyman da öyle idi. Diğerleri de.

“Eğer Kur’an’ı muhteşem bir site kabul edersek, Fatiha bu sitenin ana kapısı, besmele de o kapının anahtarıdır. Besmele kulluk listesinin altına atılan imzadır.  Besmele Allah’la ve Allah’lı yapmaktır. Besmele O’nun sayesinde ve O’nun verdiği imkân ve güçle yaptığının bilincinde olmaktır. “Senin verdiklerinin farkındayım. Senden bağımsız bir varlık alanı düşünmüyorum” demektir. Besmele eylemle alakalıdır. Zira besmele çeken biri, bir eyleme girişiyor, bir işe başlıyor demektir. Besmele, İslam ahlakının bir “eylem ahlakı” olduğunu gösterir.” (M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s.2)

İnsan, besmele ile güvenli bir sığınağa girmiş oluyor. Bir taraftan, ruhi anlamda kargaşa ve karmaşadan uzaklaşırken diğer taraftan ise maddi anlamda bir huzur ve sükûnete ulaşıyor. Tam bir barış adası olmakta ve etrafına tümüyle güven telkin etmektedir.

Bugün, besmeleden uzakta bir hayat yaşamaktayız. Başımız belalardan kurtulmamakta bu yüzden. Müslümanız ama besmeleden uzaktayız. Ne yaman çelişki. Besmele lafzı dilimizde fakat ruhu çok uzaklarda. Daha doğrusu öldürdük ruhunu. Sakız gibi ağızlarda çiğnenen besmele, ruhumuzun hiçbir teline değmemektedir. Kültürel bir değer olmaktan öteye geçmemekte besmele. Başımız sıkıştıkça, ticaretimiz kesata uğradıkça, yani korkularımız arttıkça bir ninni gibi terennüm etmekteyiz. Bu haliyle besmele bizi dünyaya bağlamakta ve ahiretten ise uzaklaştırmaktadır.

Yanlış anahtarla kapı açmak imkânsızdır. Müslüman besmele ile besmelenin ruhu ile yeniden tanışmalıdır. Besmelenin ruhuna ulaşmalıdır. Böylece ruhunu ihya etmelidir. İhya edilmiş bir ruhla yürüyüşünü sürdürmelidir.

Allah! O Rahmandır. O Rahimdir. O’nun adına ve O’nun adıyla.

Şeytan. Ezelden düşman: İnsana. İnsan nesline ve soyuna, hep düşman ve hep düşman kalacak olan. Peki, bu düşmanlık ne zamana kadar? Son insan kalana kadar, kıyamet kopana kadar. Ya kıyamet sonrası? Bu kin, bu nefret sona erecek mi? Ya da bu kin, bu nefret unutulacak mı? Hayır, asla! Sonrasında da yanmaya devam edecek bu kin ve nefret ateşi. Fakat bir farkla: Dünyada iken yoldan düşürdüğü, istikametini değiştirdiği, kendisine yoldaş ettiği insana karşı kin ve nefretini açık edecek: Birlikte yürüdüğü, birlikte güldüğü, birlikte ağladığı, envai çeşit vaatlerde bulunduğu ve el ele tutuştuğu dostu olan insana. Yani kader ortaklığı yaptığı insana: Her konuda bir ve beraber olduğu, bütün kararlarda ortak olduğu, övgüleri ve sövgüleri birlikte yaptığı; kısaca yedikleri ve içtikleri bir olan insana.

İşte ilk soru: İyi de niçin böyle davranıyor, neden böyle yapıyor? Çok basit. Unutmayalım şeytandan söz ettiğimizi. Aslında burada takınılan tavrın asıl hedefi Allah’tır. Şeytan Allah’a tavır takınırken (!) insan araçsal bir konuma düşmektedir. Yoksa şeytanın insanla alıp veremediği herhangi bir şey yoktur: Yapısı farklı, konumu farklı, hedefi farklıdır. Yani içindeki kin ve nefretin asıl hedefi Allah’tır. Irkçılık yapmak suretiyle ilahi takdire çamur atmaya çalışıyor. Hâşâ Allah’ın hatası olarak gördüğü insana saldırıyor. Şeytan bu şekilde üstlendiği rolün gereğini yerine getiriyor: Allah’a olan savaşını insan üzerinden yapıyor. Bütün bir evrenin kendisinde mezcedildiği minik evren. Allah’ın mükemmelliğinin, muhteşemliğinin bir göstergesi adeta. Elan bir benzerine henüz tanıklık yapılmamış bir sanat şah eseri. Her açıdan istifade edilecek, dersler alınabilecek bir mübarek kitap: Tıpkı evren gibi, tıpkı Kur’an gibi. İnsana baktıkça kahroluyor şeytan: İnsan, insanlığını muhafaza ettikçe de kahrolmaya devam edecek. Zaten bunun için değil miydi Allah’a karşı gelmesi, bulunduğu konumdan kovulması? Evet, tamamen bu duygusal sebeplerdendi çektiği isyan bayrağı! Ona göre insan yaratılmasaydı bütün bunlar da olmayacaktı. Suret olarak değil, siret olarak insanı gördüğü zaman kahroluyor şeytan: İçi içini yiyor ve haset bütün benliğini kemiriyor.

Onun için insanı insan olarak görmek istemiyor: Yolunda duruyor insanın. Tuzak kuruyor. Her taraftan yaklaşıyor. Kandırmaya çalışıyor. Çirkini güzel gösteriyor. Aklını başından alıyor. Sahte vaatlerde bulunuyor. Pembe rüyalara daldırıyor. Geçici bir mekânda olduğunu unutturma gayretini gösteriyor. Yani yemediği halt ve girmediği kılık kalmıyor. Niçin peki? Allah’ı, yaptığına pişman etmek için. Hâşâ, sümme kella hâşâ! Bu, şeytanın bir ümidi. Kendi kendini kandırması. Yaptığına kendisi de inanmıyor aslında. Ama bir inattır tutmuş kendisini. Hakkı teslim etmek, hakka teslim olmak, zor geliyor kendisine. Nefis böyle bir şey. Gurur böyle bir şey. İnsan düşmeyegörsün bunların pençesine. Bir düştü mü, iflahı zor olur.

Cehennem, imanımızın konusu olan bir mekân. Şeytan ve şeytanlaşmış olan insanın mekânı. Şeytan, cehennemde de şeytanlığını yapmaktadır: Cehennemdeki yoldaşlarına, moral açıdan son bir kazık atacaktır. Bütün bir nefretini yüzlerine kusacaktır. Bu, cehennem içinde bir cehennem aslında. Ve tarifi mümkün olmayan büyük bir pişmanlık. Zavallı insan! Yükselen pişmanlık ateşi, belki de cehennemin hararetine denk gelecektir: Ah üstüne ah çekecek! Kendisine bir fırsat daha verilse ne yapacağını bilmektedir artık! Ama bu, yararı olmayan bir ah olacaktır. Geri dönüşü olmayan bir hayata adım atılmıştır bir kere. Allah’ın rahmetini umutsuzca bekler insan. Ama büyük bir nankörlük örneği göstermiştir. Şimdi bütün o nimetlerin sahibine karşı ne diyebilir? Kendi cezasını kendi elleriyle onaylamak zorunda kalacaktır. Allah tarafından kovulmuş olanın peşinden gitmenin bedelini çaresiz olarak görecektir.

Şeytan kovuldu. Onca nimete rağmen, isyanı seçti. Yanıldı. Yanıldığını bildiği halde vazgeçmedi. Yanıldığını bildiği halde, itiraf etmedi. Af dilemedi. Boyun eğmedi. Secde etmedi. Hayır dedi. Ben haklıyım dedi. Kovulmayı hak etti. Dolayısıyla cezayı hak etti. Ama o mühlet istedi. Allah’ın “projesinin” ne kadar –hâşâ- yanlış olduğunu göstermek için, süre istedi. O da süre verilenlerden oldu. Şimdi o, aldatmak için, saptırmak için, her türlü şekil ve kılıkla yolumuza çıkıyor. Yolumuzdan alıkoymak için her yola başvuruyor. Rabbimiz ise rahmetinin gereği olarak, aydınlık yolunu bize gösteriyor. Elimizden tutuyor: Yoldan çıkmamak için. Yol kazası yaşamamak için. Bize, nimetlerin sonsuz olduğu mekânlar hazırlamış. Şimdi eğer, bütün “yoldaki işaretler”e rağmen, yürümez ve yolda oyalanırsak, o zaman da, ellerimizle tercih ettiklerimizi görmekten de kurtulamayız. Düşmemeliyiz. Sendelesek de, dengemizi muhafaza etmeliyiz.

Yol kazalarına karşı, nisyan ile üzerimize hücum edecek gaflet uykusuna karşı, gören gözlerimizi kör, işiten kulaklarımızı sağır, hayret ve ibretimizi öldürecek cehalete karşı, şeytandan Allah’a sığınmak gerekir. O, Rabbini dinlemedi, şeytanlaştı. Alçaldıkça alçaldı. Bu sebepten kovuldu. Tercihini, nefsinden yana yaptı. Baş kaldırdı böylece. İsyan etti ve asi oldu. Sınırı geçti. Allah’ın mülkünde, mülk iddia etti. O şerli bir yaratık oldu. Hatasını kabul etmedi. Af dilemedi. Gururunu rehber edindi. Kendi nefsine olan bağlılıktan kurtulamadı. Bütün hakikatleri yakinen görmesine rağmen, gözlerini ve idrakini kapalı tuttu. O gerçekten büyük bir cürüm işledi. Kötülük, onun karakteri oldu. Ondan gelecek bütün kötülüklerden Allah’a sığınırız.

Allah, en güvenli olandır. O’na sığınan güvende olur. O’na sığınmanın ilk basamağı, emirlerine sığınmaktır: Sarılmak ve hayata taşımak. O’nun emirleriyle, emin olunur. O’nun emirleri eşliğinde, emanet zayi olmaz. O’nun ayetleri, O’nun emirleri. Kitabı: Kevni kitabı ve lâfzî kitabı. Kevni kitap: kâinat. Lâfzî kitap: Kur’an. Şeytanın şerrinden yani bize hazırladığı tuzaklardan, Allah’a sığınırız. Baldan daha tatlı gibi görünen tuzaklar. Hakikat kisvesi ile sunulan tuzaklar. Kahramanlık hisleriyle süslenmiş tuzaklar. Korkutarak sakındırma yoluyla hazırlanmış tuzaklar. Sahiplenme güdüsüyle düşürülen tuzaklar…

Eğer Allah yardım etmese, biz ne yaparız? Nasıl felaha ulaşırız? Allah, biliyoruz ki kendisine yönelen her isteğe cevap verir. O’na yönelen kurtulur. O, merhametlilerin en merhametlisidir. O’na açılan eller boş olarak değil, dolu olarak döner. Dolu olarak yani kabul görerek. Allah’ın kabul gördüğüne kim ne yapabilir? O’nun koruduğuna kim zarar verebilir? O’nun korumasında olan için ne bir keder ve ne de bir tehlike söz konusudur. O’nun korumasında olmayan için ise en sağlam yapılar bile güvenilir değildir: Her an korku ve her an endişe vardır.

Hayatın güvende olması için, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak gerek. Düşünce dünyasının güvende olması için, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak gerek. Bu yüzden hak bilinmeli ve hakka tabi olunmalıdır. Yine bu yüzden şer bilinmeli ve şerden uzaklaşılmalıdır. Bütün bunlar da insana en büyük ikram olan, Kur’an’a sarılmakla olur. Her türlü şeytanın şerrinden Kur’an’a sarılıp, Allah’a sığınırız. Her daim.

CEVDET IŞIK / ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK

İnsanın sahip olduğu nitelikler ne ise insan da odur. İnsanın bedensel yapısı nasıl olursa olsun, insana kimlik kazandıran şey, insanın sahip olduğu niteliklerdir. Fiziksel manada çok yakışıklı olmak veya çok çirkin olmak, yaşadığı toplumsal yapı içinde kimi insanlar açısından hayranlık veya nefret sebebi olsa da, asıl nefret ve hayranlığı oluşturan sebepler niteliksel sebeplerdir. İnsanın dünya yolculuğu bittikten sonra, hayırla veya şerle anılmasını gerektiren sebepler de yine niteliksel sebepler olmaktadır.

Her insanın sahip olduğu nitelikleri, hayatta oluşturduğu yankı bakımından ya olumlu ya da olumsuz olarak niteleriz. Bir durumun olumlu veya olumsuz olarak nitelenmesi, insanın sahip olduğu ‘değer’lerin oluşturduğu perspektifin bir neticesidir.

Aynı zamanda içinde yaşanılan kültürel ortam da niteliklerin olumluluğunu veya olumsuzluğunu belirleyen etmenlerdendir. Fakat hepsinin üstünde ve ötesinde niteliksel yargılamaların en belirgin dinamiğini sahip olunan bilgi ve inanç oluşturmaktadır. İnsan hayatındaki en önemli sorunlardan birisi de, insanın sahip olduğu bilgi ve inancın doğru olup olmadığı sorunudur. İnsanın sahip olduğu bilgi ve inancın doğruluğunu test edeceği herhangi bir alet olmadığına göre, yapılacak şey insanın aklını kullanması yani akletmesidir. Burada aile ortamında, ana-baba eşliğinde ve toplumsal yapı içinde kazanılan alışkanlıklar, insanın önünde duran önemli bariyerler durumundadır. Bu bariyerleri aşmak suretiyle bir değerlendirmede bulunmak ciddi bir emek sarf etmeyi gerektirir.

İnsanın verili bir yapı ile dünyaya geliyor olması, insan için olumlu niteliklerin tespitinde önemli bir avantajı oluşturmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun, bütün insanlar için bazı olumlu veya olumsuz niteliklerin neler olduğu hususunda adeta bir mutabakatın var olduğunu söyleyebilmek, insanın verili yapısıyla ilgili bir durumdur. Buradan şöyle bir sonuca varmak kolay olmaktadır: Allah bütün insanları güzel bir surette ve güzel bir kıvamda yaratmıştır. Bütün insanlar, yalan söylemenin, hırsızlık yapmanın, adam öldürmenin, çevreye ve doğaya zarar vermenin insan için olumsuz nitelikler olduğunu teslim eder.

İnsanın sahip olduğu tasavvurlar –Allah, insan, dünya, evren, hayat, ölüm…- insanın sahip olduğu niteliklerin dinamiğini oluşturmaktadır. İnsanın sahip olduğu Allah tasavvuru nasılsa, Allah’ın insan hayatına olan müdahalesi de öyle olacaktır. Sadece Allah’ın varlığına inanmakla, Allah’ın birliğine inanmak arasındaki azim farkın bilincinde olmak ve ona göre bir bakışa sahip olmak, çok farklı hayat tarzlarını oluşturacaktır.

Allah’ın var olduğunu kabul etmeyen yok gibidir. Fakat Allah’ın bir’liği denildiği zaman, akla ilk gelen sayısal bir varlıktan çok, niteliksel bir Varlık akla gelmelidir. Allah, esmasıyla nasıl bir Allah olduğunu bize bildirmektedir. Allah ile ilgili doğru bir tasavvur ancak, esmanın doğru bir şekilde talim edilmesiyle mümkün olabilir. Bunun dışındaki Allah tasavvurları ancak ve ancak Allah’a hakaret sayılabilecek yanlış tasavvurlar olmaktan yakasını kurtaramayacaktır.

Olumsuz niteliklerle savaşmak derken, iki şıkla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir tanesi, olumsuz niteliklere karşı mücadele etmek ve olumsuz niteliklere hayat hakkı tanımamaktır. Bir diğeri ise olumsuz niteliklerle arkadaş olmak ve olumsuz niteliklerle birlikte mücadele vermek demektir.

Şimdi burada birinci şıkta ifade ettiğim tespite şüphesiz herkes katılır. İkinci şıkta ifadesini bulan tespite nazari olarak katılmanın mümkün olmadığını dile getirecek sayısız insan bulabiliriz. Ancak gerçeklik bize bunun böyle olmadığını dile getirmektedir. Genelde bütün dünyada ve özelde ise Türkiye’de müslüman olarak içinde bulunduğumuz durumu muhasebe ettiğimiz zaman, yaşamı olumsuz niteliklerle telif etmede bir sakınca görmemekteyiz. En bariz bir şekilde gündemin bir numaralı maddesini oluşturan Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu gidişatın ne kadar çirkeflikleri barındırdığını görmekteyiz.

Bütün olumsuz niteliklerin refakat ettiği söz ve eylemler o kadar kanıksanmış ki, adeta olumsuz nitelikleri sergilemek bir maharet/marifet halini almış durumdadır. Cemaatsel yapıların işleyişi, İslam’ın öngördüğü şekilde olmaktan öteye, birer futbol takımı taraftarlığı bilincine evrilmiş ve her taraftar bir holigana dönüşmüş vaziyettedir. Bütün bir modern ve seküler bağımlılıkların yönlendiriciliği, İslam’ın belirlediği istikametin önüne geçmiş durumdadır.

Modern ulus-devletler haline gelmiş müslüman halklar, modern-seküler kurumların hükmettiği, modern-seküler cemaatler, modern-seküler aileler ve modern-seküler bireyler haline gelmişledir. Bütün bir insanlığı çepeçevre kuşatmış olan bu ulus-aşırı olumsuz nitelik ağına karşı savaşmak, müslüman olmanın, sorumluluk sahibi olmanın bir gereğidir. Atasoy Müftüoğlu’nun dediği gibi “Aklımızı çoğaltarak, imanımızı da çoğaltmış oluruz.

İslami bir gelecek için çalışmak, üretmek, resmi konumların, ilgilerin, bağlılıkların dışında kalarak, resmi kısıtlamalarla/müdahalelerle mücadele ederek gerçekleştirilebilmelidir.” Olumsuz niteliklerle yapılacak savaşın kazanılması için akla ve imana dönüş yapılmalıdır.

CEVDET IŞIK / OLUMSUZ NİTELİKLERLE SAVAŞMAK

Bazı kelime ve kavramlar nicelik olarak hem tekil olanı hem de tümel olanı kapsar. Örneğin insan derken duruma göre hem bir tek insan, hem de bütün bir insanlık akla gelir. Aynı durum varlık, canlı, hayvan, bitki gibi kelime ve kavramlar için de söz konusudur. Bütün bu kapsamlı ve özellikli kelime ve kavramlar, sahip oldukları verili yapı gereği, kendileriyle birlikte yaratıcıya da işaret etme keyfiyetine haiz kelime ve kavramlardır. Rabbimiz Teâlâ varlığı yarattıktan sonra başıboş bırakmış değildir. Her varlığın tabi olup takip ettiği bir yol vardır. Yolsuz varlık olmadığı gibi varlıksız yol da olmaz. Her varlık sahip olduğu fıtratın gerektirdiği şekilde varlığını sürdürür. Yani her varlığın fıtratı kendi yolu olmaktadır. Var olan varlık, hem ezeli ve hem de ebedi olmadığı için başı ve sonu tayin edilmiş bir zamanla sınırlıdır.

Allah varlığa zaman biçmeyi takdir etmiştir. Allah’ın takdiriyle varlık kazanan varlıksal yapılar, kendi aralarında birer varoluş imkânına dönüşür. Böylece her imkân, kendi sınırında bir başka sınır için destekleyici bir imkân haline gelir. Onun için bütün varoluşsal sınırlar, aynı zamanda güvenlik alanlarını da oluşturan sınırlar olmaktadır. Bütün sınırları ihata eden bir sınır daha vardır ki buna da zaman diyoruz.

“Her nefis(canlı) ölümü tadacaktır.” Burada işaret edilen ölümü tatma durumu, “canlı” olma koşuluna bağlanmıştır. Yani hangi varlık canlı ise o varlık ölecektir. Canlı varlıklar varoluşlarını canlı varlıklar üzerinden gerçekleştirir. Her canlı ölümü tadacak ama her canlıda kendi türünü devam ettirme yeteneği olduğu için, canlılık devam edecektir. Her canlı için doğumla başlayıp ölümle biten bir zaman vardır. Bu zaman, bütün canlılara biçilmiş ilahi bir kaderdir. Canlılığın nihayete ereceği zaman ise kıyamet olarak adlandırılmaktadır.

Cansız varlıklara gelince, bunlar için de bir son zaman, bir kıyamet vardır. Kozmosun miadı dolunca kaos başlayacak. Kaçış için Allah’ın huzurundan başka bir yer olmayacak. Bütün bu olacak olanlar istikbalden günümüze, ayak sesleri işitilen somut gerçeklerdir. Bu gerçekleri görmek için birazcık bakmak ve düşünmek yeterlidir. Dün ile bu gün birbirinin aynısı değildir. Hem varoluş ve hem de yokoluş çarkı hızından hiçbir şey kaybetmeden dönüyor. Zaman dolduğu zaman, gözler kamaşıp şimşek çakacak, ay kararacak, yer yarılacak, dağlar dürülecek ve insan, olup bitenler karşısında şaşkına dönecek. Her şeyin bir zamanı vardır ve bu zaman gün be gün yaklaşıyor.

İnsan genelde gafletle malul olan bir varlıktır. İnsanın zamanla ilgili gafleti, belki de gafletlerin en büyüğüdür. Düşünün elinizde sınırlı bir sermaye var ve siz bu sermayenin farkında değilsiniz. Bir gün uyandığınızda yani öldüğünüzde, aklınız başınıza gelecek. Fakat bunun hiçbir yararı olmayacak. Hâlbuki insan bu dünyada iken sayısız ölümlerle kalkıp oturmuştu. Sayısız gündoğumu ve sayısız günbatımı ile karşılaşmıştı. Fakat gelin görün ki bütün bunlar görülmemiş, işitilmemiş ve gerektiği gibi anlaşılmamıştı. İflası oluşturan durum da bundan sonra meydana gelmişti.

Aslında her insanın yaşadığı zaman üzerinde kafa yorması insanlığının bir gereğidir. En önemli sorgulamalar zamanla ilgili sorgulamalar olmalıdır. İnsan bir karar alıyor ve aldığı kararın bir gereği olarak bir eylemde bulunuyorsa, bu karar ve eylemin nasıl ve kim adına olduğunu da bilmesi gerekir. Çünkü insanda, insanı insan eden özgünlük yoksa insanın kendisi de yoktur. Bu açıdan günümüz dünyası, homojen ve tektipçi bir dünyadır. Hazır bir veri olarak bizi kuşatan doğanın heterojen yapısından gerekli dersler alınmıyor. Hiçbir insanın bir başka insanla aynı olma imkanı olmadığı halde, bir fabrikadan çıkmış gibi bir dünyanın varlığı ancak zorbalıkla izah edilebilir. Buradaki zorbalığın sadece fiziki güçle yapılan bir zorbalık olmadığını da belirtmiş olalım.

Allah, insana zaman üzerinde tasarrufta bulunma imkânı vermiştir. İnsanın yapmış olduğu tasarruflar insanın hayatı olmaktadır. Allah’ın insanı sorguya çekmesi, insanın tasarrufları üzerinden olacak. Haklı ve meşru gerekçelerle yapılmış tasarruflar insan için geçer akçe olacak. Mahcup etmeyecek bir sorgu için, yapılıp edilenler sorgulanarak yapılıp edilmelidir. Her sorgulama insan için olumlu veya olumsuz bir geri dönüşü de beraberinde getirecektir. Sorgulanmadan yaşanmış bir zamanın, en iyimser tabirle hayvanca yaşanmış bir zamandan farkı yoktur. Onun için insan, zamanını nerede ve nasıl geçirmiş olduğuna dikkat etmelidir.

Zaman algısından başlamak üzere zamana dönüşün fitili ateşlenebilir. Öncelikle zaman, elde edilmiş ganimet bir mal gibi değildir. Yani zamana ‘har vurup harman savurma’ muamelesi yapmamak gerekir. Unutulmamalıdır ki insan zamandan da sorguya çekilecektir. Zaman, her an’ı titizlikle kullanılmayı gerektiren bir emanet olarak görülmelidir. Emanete hıyanet etmemek esastır. Zamana emanet nazarıyla bakıldığı zaman, muhtemel zorbalık heveslerinin de önü kesilmiş olacaktır.

Zaman algısı insanlarda farklı olmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar şu dizelerle kendi zaman algısını dillendirmiş: “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında/Yekpare geniş bir anın/Parçalanmaz akışında” Yaşanmakta olan an çok önemlidir. Elbette önü ve arkası da (geçmiş ve gelecek) önemlidir. Geçmişini bilmeyenlerin gelecekleri müphem olacaktır. Onun için yaşanmakta olan an’ın doğru değerlendirilmesi gerekir. Mehmet Akif ise zamana bakışını şöyle ifade etmiş:“Ninni değil dinlediğin velvele/Kükreyerek akmada müstakbele/Bir ebedi sel ki zamandır adı/Haydi katıl sen de o coşkun sele” Akif’in ‘coşkun sele’ katılma çağrısını, zamana dönüş olarak anlamak mümkündür. Yunus Emre de şöyle algılamış zamanı:”Geldi geçti ömrüm benim/Şol yel esip geçmiş gibi/Hele bana şöyle gelir/Şol göz açıp yitmiş gibi.” Yunus da zamanı bir göz açımı gibi görmektedir. Zamanı önemsemek, an’ı önemsemekten geçer. Daha birçok güzel dizeleri burada yazıya dökmek mümkündür. Fakat biz bununla yetinelim. Şu kadarını da belirtmiş olalım ki, sağlıklı bir zaman algısında an’a yoğunlaşmak esas olmalıdır.

Zamana dönüş, özellikle biz Müslümanların gündemini her zaman belirleyici bir madde olmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Kur’an’da gelecek olan zamanın uyarısını birçok ayette dile getiriyor. “Bir zaman gelecek…”, ”Allah anıldığı zaman…”, “Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman…”, “Karanlık çöktüğü zaman…”, “Onları (münafıkları) gördüğün zaman…”, “Toprağın üzerine suyu indirdiğimiz zaman…” gibi ifadelerle zamana vurgu yapılmaktadır. Zamanın bir hakkı vardır ve bu hakkın teslim edilmesi gerekir. İnsanın büyük mahkemede bütün yaptıklarıyla yüzleşecek olması, zamana karşı tutumumuzun da ne kadar önemli olduğunu anlamamız için yeterli bir gerekçe sayılmalıdır.

Seküler paradigmaların hüküm sürdüğü günümüz dünyasında, Müslümanların kendilerine ait bir zamanları yoktur. Müslümanların kendilerine ait bir zamanları olmadığı için, başkalarına ait zamanlarla hemhal olmaktadır. Bunun anlamı şudur: Müslümanların hayatını vahyin değerleri belirlemiyor. Yaşamsal bütün hedefler sadece doğumla ölüm arasındaki zamana kilitlenmiştir. Bu da insan için varlığın talan edilmesinin gerekçesine dönüşüyor. Müslümanın böylesi bir akışın içinde olması mümkün değildir. Müslüman, sorumluluğunu hatırlamalı ve zamanını inşa ederek zamanına dönmelidir. Müslüman için bu ahlaki bir gerekliliktir.

Zamanda yeri olmak, zamana hikâye edecek bir şeyi olmak demektir. Bütün hikâyeler insanın sahip olduğu konumsal yapıyla ilgilidir. Konumsal yapının insan hayatındaki ifadesine duruş diyoruz. Sahip olunan duruşun bir gereği olarak, ya insan zamanı öğütür ya da zaman insanı öğütür. Zamanın nabzını, zamanda söz sahibi olanlar belirler. Zamana uymak, zamanın nabzını tutanlara teslim olmaktır. Zamanın nabzına teslim olanların herhangi bir duruşları olmadığı için, kendileri de keenlemyekün (hiç yokmuş gibi) sayılırlar.

Müslüman olmak demek, duruş sahibi olmak demektir. Bugün yeryüzü coğrafyasında bulunan Müslümanların, İslam’dan kaynaklanan bir duruşları söz konusu değildir. Eğer Müslümanlar bir duruş sahibi olsalardı, zamanın nabzını da tutabileceklerdi. Müslümanlar ya dünün kavgalarıyla ya da yarının hayalleriyle gerçekliğin çok uzaklarında bulunuyorlar. Bir türlü bugünün zamanına dönüş yapamıyorlar.

Zamana dönüş derken, tarih yapan zaman akla gelmelidir. Tarih yapmanız için tarihe söylenecek sözünüz olmalıdır. Bugünkü şartlarda en doğru ve en haklı sözleri söyleme imkânı Müslümanlarda ziyadesiyle vardır. Çünkü ufuk oluşturacak mesajlarıyla vahyin rehberliği en büyük imkânı oluşturmaktadır. Fakat daha önce zamanı tanımak gerekir. Bugün zamanın nabzını Batılı seküler paradigma(lar) tutmaktadır. Bütün farklılıkları silindir gibi ezip yok eden egemenleri tanımak gerekir. Onun için önyargı zincirlerinden kurtulmalı ve olup bitenler eleştirel bir dikkatle okunmalıdır. Bundan sonra da söylenmesi gereken söz, net bir şekilde söylenmelidir. Zamana dönüş bir bakıma söze de dönüş anlamına gelmektedir.

CEVDET IŞIK / ZAMANA DÖNÜŞ

İnsan deyip geçmemek gerekir. Böyle yapan var mı? Diyebiliriz ki nerdeyse büyük bir ekseriyetle. Çünkü şahit olduğumuz insan ilişkilerinin genel gerekçesi, insanı insan olarak dikkate almayan gerekçelerdir. Her ne kadar ilişkilerin aktif öznesi insan ise de temel gaye bakımından insanın ontolojik yapısı dikkate alınmıyor.

İnsanı öncelemek, insanı öncelikli hale getirmektir. Her şeyden önce insanı dikkate almak demektir. Bu durumu bireyselleşmeyle karıştırmamak gerekir. Bunun için de insanın sahip olduğu tasavvurun dikkate alınması gerekir. Tasavvur bir varoluş perspektifidir. Varoluş perspektifinde Allah vardır, insan vardır, hayat vardır, diğer varlıklar vardır. En önemlisi de bütün var olanların sahip olduğu anlam vardır.

İnsan, hayat ve ölüm; sınırlı bir zamanda iç içe geçmiş, içeriğini özne-nesne ilişkisi oluşturmuş sıkı bağlarla birbiriyle kenetlenmiştir. Bu kenetlenmiş ilişkide zamanın bir ucunda hayat ve bir ucunda da ölüm vardır. İki uçlu bu varoluş imkânı bir mıknatıs misalidir. İnsan, bu kısıtlı varoluş imkân zincirinde özne olarak en önemli konumun sahibidir. İnsanı öncelemek derken, insanın sahip olduğu öznelik vasfıyla öne çıkması ve bu şekilde edimlerde bulunmasıdır. İnsan edimleri bu iki uçlu varoluşun farkında olduğu kadar anlamlı olur.

İnsanın özne olma konumu, sahip olduğu akıl ve iradeden kaynaklanmaktadır. Allah insanı bu halde yaratacağını meleklere söylediği zaman, melekler bu işin sırrını anlamamışlardı. Çünkü aslında akıl ve irade ile birlikte insan tercihlerde bulunacaktı. Bundan kaçınmak mümkün değildi. Her tercih bir müdahale ve her müdahale de yeni bir durum demekti. Bunlar özne olarak yaratılan insanın hayatını oluşturuyordu. Böylece insan doğru veya yanlış olarak adlandırılacak bir eylemlilik üzere var olacaktı.

Melekler (melaike), yanlışlarla oluşacak kargaşaya gerek olmadığını ve kendilerinin en güzel şekilde Allah’ı tesbih ettikleri itirazında bulunsalar da bu itirazlarında haksız olduklarını sonradan anlayacaklar ve hakkı teslim edeceklerdi. Rabbimiz Teâlâ insanı akıllı ve iradeli olarak yaratarak, diğer varlıklar arasında öncelemiş oluyordu. İnsana akıl ve irade verilerek bütün yaratılmışlar arasından öncelikli bir konuma gelmesi, kategorik bir seviye anlamına geliyordu.

İnsan kategorik olarak bir seviyede olmasına rağmen, bu seviyenin bir garantisi yoktu. Bu seviyenin yatay ifadesi ilerleme ve gerileme; dikey ifadesi ise yükseliş ve düşüş şeklinde idi. İşte bu durum, insanın yapacağı tercihlere bağlı bir durumdu. İnsan özgür bir şekilde tercihlerde bulunarak bir yola düşüyordu. Bunun için de bütün bir varlık insanın istifadesine verilmişti.

Allah insanı diğer varlıklar içinden öncelikli bir konuma getirmişti. Bu öncelikli konum, özellikle insan ilişkileri söz konusu olduğu zaman, her an bir yok oluş tehlikesiyle yüz yüze geliyordu. Olması gereken insanın özgür yapısının muhafaza edilmesiydi. İnsan önce kendisini unuttu. Akıl ve iradesini yanlış kullandı ve yanlış tercihlerde bulundu. Bu yanlış tercihleriyle hem özel hayatı hem de sosyal hayatı fesada uğradı. Böylece Allah’ın kendisine vermiş olduğu imkânları yanlış kullandı ve özgürlüğünden oldu.

İnsan özgürlüğü, yaptığı zaman yolculuğunda, zamana takılmadan zamanı aşmak şeklinde devam eder. İnsanın zamanın içinde kalması, zamana takılması ve zamanı israf etmesi, özgürlüğünden olması demektir. Yani her ne ki insanın yaratılış amacının önüne geçip hakikate bir perde oluyorsa, o, insanın özgürlüğünü kısıtlıyor, perdeliyor demektir. Bu anlamda yanlış bir özgürlük anlayışı da özgürlük için bir imha silahına dönüşebilir. Onun için bütün edimlerde anlam ve amaç birliğine (tevhid) dikkat edilmesi önemli olmaktadır.

Bugün Müslüman ediminde anlam ve amaç birliğinden söz etmek mümkün değildir. Müslüman ilişkileri rayından çıkmış, insanın öncelenmesi yerine, birtakım seküler anlam ve amaçlar öncelik kazanmıştır. Bu da bireysel ve toplumsal işleyişte hakikatin yerine sahte olanın yer alması anlamına geliyor. Böylece hayatın temelini oluşturması gereken adalet, en önemli sorun olur. Bazı simgesel doğrular ise zihinsel uyuşukluk ve sürü hayatının çağrısına dönüşür; ceset vardır ama anlam yoktur.

Bugün acil olarak ilk yapılması gereken insan ve insani olanın öncelenmesidir. Hak, hakkaniyet ve adalette sadece insanın kendisine bakma ahlakiliği ön plana çıkarılmalıdır. Bu aşamadan sonra birlik ve beraberlik için kapalı kapıların açılma olanağı da doğacaktır.

CEVDET IŞIK / İNSANI ÖNCELEME

İslam’ın değerlerini ayaklar altına alan zalim ve diktatörler Hz. Hüseyin’i kirli icraatlarının önünde bir engel olarak görüyorlardı o yüzden biat olma noktasında ısrarcı oldular. Dedesinin manevi mirasını başının üzerinde taşıyan imam Hüseyin, İslam’ın değerlerini ayaklar altına alan zalimlere biati reddedip, Mekke’ye hicret etmişti. Fakat çok geçmeden Emevi zihniyetinin baskı ve dayatmalarından rahatsızlık duyan Kufeliler, Hüseyin’e mektup yazarak kendisine biat ettiklerini, Kufe’ye geldiği takdirde koruyacaklarını vaat ettiler ve yaşadıkları zulüm ve baskılara vurgu yaptılar. Hz. Hüseyin aldığı mektuplar karşısında davanın sorumluluğunu omuzlarında hissetti ve bedeli ne olursa olsun ayaklar altına alınan manevi mirası korumak için harekete geçti, sonu şehadete çıkan çileli yolculuğuna adım attı.

Hz. Hüseyin hilafetin ağır kişilik bozukluğuna müptela bir kişinin inisiyatifine terk edilmesini ve saltanata, kibre, israfa ve harama dönüştürülmesini kabul edemiyor ve kıyamına dâhil olacak kişilerle birlikte hakkın safında olduğunu bütün dünyaya haykırmak istiyordu. Sorumluluk bilincine sahip olan hiçbir kişinin buna sessiz kalması mümkün olamazdı… Niçin yaşardı ki insan? İnsan niçin nefes alıp verirdi şu hayatta? İslam’ın ilkeleri ayaklar altına alınmışsa ne anlamı vardı ki yaşamanın? İmam Hüseyin kararını verdi, yakınları ve dava arkadaşları ile birlikte çıktı yola. Fakat ne ilginçtir ki daha o yoldayken Kufeliler kendilerine vaat edilen para ve mülkün büyüsüne kapılıp ahitlerini bozdular ve Emevilerin safına geçiverdiler, bu durumdan haberdar olan Hz. Hüseyin dönmekle gitmek arasında tercih yaptı ve tek kişi kalmış olsa dahi davanın yolundan dönmemek üzere karar aldı.

Hz. Hüseyin karşı tarafla mukayese edilince sayıca çok az olduklarının, ellerindeki teçhizatların ise yetersiz olduğunun farkındaydı ve devletin bütün imkânlarını ellerine geçiren Emevilerle çatışmanın somut olarak nelere mal olabileceğini görebilecek basirete sahipti. Fakat buna rağmen geri dönmedi, karşımda süper bir güç var, susmaktan başka seçeneğim yok deyip, kıyıya çekilmedi, dedem Hz. Muhammet (S.A.V.)  nasıl ki cehalete batmış bir toplumun karşısına çıkıp tek başına hakkın tebliğini yapmışsa ben de zalimlerin safında olmadığımı ve hakkın safında olduğumu ifade eder ve mesajımı iletirim dedi, dua ile Allah’tan yardım istedi.

Hz. Hüseyin’in zamanın süper güçlerinin karşısına dava aşkı ve cesareti ile çıkıp ağır bedeller ödemesi ve her şeyi Allah için terk edip şehadete ulaşması neler hissettiriyor size? Hz. Hüseyin’in bu duruşunu nasıl okuyorsunuz? Yeryüzünün ilahlığına soyunan ABD zihniyetinin ektiği zulme, yaptığı işgallere, katliamlara, çıkardığı fitne ve fesada karşı tepkilerini yitiren, “dünyanın süper gücüne karşı ne yapabiliriz” deyip mutlak itaat sergileyen Müslüman halklar ve onların yöneticileri Hz. Hüseyin’in bu tavrını nasıl okumaktalar acaba? Bugün Müslüman yöneticilerin, sözde âlim ve dava insanlarının ilahlığa soyunan Siyonist ideoloji, ABD zihniyeti ve kapitalist zümrelere karşı kanatlarını indirip sinmek yerine Hüseyni bir duruş sergileyip, hakkı savunmaları gerekmez mi?

Bugün coğrafyamızın imam Hüseyin’in kıyamını anlayabilmiş ve içselleştirmiş bir şahsiyete, öncü bir lidere acil ihtiyacı vardır ki, maruz kaldığımız sorunlar ancak bu şekilde çözüme ulaşabilir. Fakat tecrübelerimiz gösterdi ki, hayatlarını sadece karın doyurmak üzerine kuran Müslüman halklar, şuurlu ve kendilerine yön gösterebilecek öncü şahsiyetleri asla desteklemeyecekler, akletmek yerine kendilerini uzaktan kumanla ile yönetenlere itibar edip yön değiştireceklerdir. O yüzden İslam âleminde Kerbela olayı ağıtlarla yâd edilse de toplumun pek az kesimi Hz Hüseyin’in kıyamını ve duruşunu anlayabilmiştir.

İmam Hüseyin tek bir ümmetti ve onun çağlar ötesine uzanan kutlu bir mesajı vardı: Tek kişi kalsanız ve yolun sonunda çile, yoksulluk, ölüm de olsa zulmün tarafında yer almayacak, tarafınızı aşikâr edecek ve mesajınızı bütün dünyaya duyurmak için çaba göstereceksiniz. İmam Hüseyin’in derdi liderlik değildi onun derdi İslam’ın değerlerini ayaklar altına alan zümrelerin karşısında yer almak ve kutlu mesajını tüm dünyaya iletmekti. Ve onun haklı direnişi, bu uğurda yaşadığı çile ve meşakkatler, yalnızlık ve şehadeti cesareti kırılan kitlelerin ruhunu canlandırmış ve onlara şahsiyet kazandırmıştı.

İmam Hüseyin Emevi hükümetinin günahlarına ortak olmayı reddetti ve onların ektiği zulmü bütün dünyaya duyurarak savaşın gerçek kazananı oldu. Yola çıktığında sonucun nereye varacağını görebiliyordu elbette ancak onun hedefi dünyevi iktidar değildi, onun hedefi toplumun bilincini uyandırmak ve İslam’ın değerlerine yönelen tehditleri bertaraf etmekti. Ve Hüseyin’in sesi çağlar ötesine ulaşarak, kitlelerin bilincinin uyanmasına vesile oldu. Bir mektep, bir uyarıcı, etkin bir sesti Hz. Hüseyin’in kıyamı ve o ses zalimler karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiği noktasında bizlere yön göstermekteydi.

İmam Hüseyin zalim bir diktatöre biat etmeyi reddetmiş ve bu zihniyetin kirli eylemlerine karşı kıyama kalkarak tarihe damga vuracak onurlu bir miras bırakmıştı. Hz. Hüseyin’in kıyamı hak yoldan ayrılanlar için bir çağrıydı ve hakkı savunanlar onun safına geçip, bu onurlu direnişin bir parçası oldular. O nedenle Kerbela’dan bahsederken, İmam Hüseyin’le birlikte davaya gönül verip ruhlarını bedenlerine siper eden önemli şahsiyetleri de yâd etmek gerekir.

Hatırlayacağınız üzere Emevilerin zulüm ve baskıları karşısında sığınacak bir liman arayan Kufeliler, Hz. Hüseyin’e mektup yazıp davet etmiş ve kendisini koruyacaklarını taahhüt etmişlerdi ancak Emevi yönetimi bu kişilerin ceplerini doldurunca kararlarından vazgeçip karşı tarafa geçiverdiler. Fakat hak dava için yola çıkan Hz. Hüseyin geri dönmedi, arkadaşları ile birlikte yürümeye devam etti. Hz. Hüseyin’i Kerbela’da sıkıştıran düşman güçleri kendilerine vaat edilen imkânlara ulaşabilmek için Peygamberin ehlibeytine her türlü zulmü reva görüyor ve onların gücünü kırmak istiyorlardı.

İmam Hüseyin ve yol arkadaşları, Muharrem ayının ilk günü Kerbela’da tutsak edildiler, Fırat Nehri’ne yakın oldukları halde sudan mahrum bırakıldılar, Hz. Hüseyin ve yakınları Kerbela’nın kavurucu sıcağında açlığa, susuzluğa ve yalnızlığa terk edildiler, yollar kapatıldı, onların çıkışlarına ve geri dönüşlerine izin verilmedi.

Hz. Hüseyin ve yakınları zalimlere boyun eğmeyi reddetmiş ve görevlerinin hakkı savunmak olduğuna kuvvetle iman etmişlerdi. Kerbela’da sıkıştırıldıklarında karşılarında Irak Valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın görevlendirdiği öncü süvari birliğinin kumandanı Hür bin Yezid vardı. Hz. Hüseyin bu kişiye dönüp, kendisini Kufelilerin davet ettiğini ancak sözlerinden caydıklarını dolayısıyla geriye dönebileceğini söylüyordu. Gördükleri ve duydukları karşısında Hür’ün zihni bulansa da görevinde sadık kalmaya özen gösterdi. Nitekim kendisi Irak Valisi Ubeydullah bin Ziyad tarafından İmam Hüseyin’in Kufe’ye girişini engellemek için görevlendirilmiş bir kumandandı fakat şimdi aklı karışmış ve ne yapacağını bilemez hale gelmişti.

Resulullahın torununu bu şekilde görmek vicdanında derin bir sızıya dönüşmüştü Hür’ün, Sad bin Ömer’e yaklaştı, “Hüseyin’in geri dönüşüne niçin izin vermiyorsunuz?” dedi. Sad bin Ömer, “Ben de istemem ama bunu Ubeydullah’a kabul ettiremeyiz” deyince Hür duyguları ile aklı arasında gidip geldi ve Hz. Hüseyin’in namazdan sonra yaptığı konuşmayı dinlerken iç dünyasında büyük depremler yaşıyordu ve kararlarını gözden geçirme ihtiyacı hissetti. Vali Ubeydullah kendisinden Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının müstahkem noktalara sığınmalarına engel olunmasını ve su ile irtibatlarının kesilmesini emretmişti. Nasıl olurdu da Resulullahın torunu susuzluğa, açlığa ve şiddete maruz bırakılırdı!

Hür, vicdanının sesine kulak vermiş ve yaşanan zulmü bütün çıplaklığı ile görmüştü. Saltanatın büyüsüne kapılan ve lüks, şatafat, eğlence, israf, gösteriş, torpilcilik, kibir ve Allah’ın haram kıldığı bütün fiilleri hayat tarzı haline getirenlerin yüzlerindeki karanlığı ve bu karanlığı delip geçen ışığı gördü Hür, sonra tövbe ile Allah’a sığındı. Pişmandı, Resullahın mesajını taşıyan Hz. Hüseyin’e karşı durmuştu, yüreğindeki sızıyı bütün benliğinde hissetti, acı ile yutkundu ve Allah’tan af diledi. Ne acıdır ki, sahabenin çocukları, torunları ve kendisine vaatte bulunan Kufeli halk Resulullahın torunu Hüseyin’i ve yol arkadaşlarını katletmek için bekliyorlardı. Hür, bütün cesaretini topladı ve ayaklarına vurulan kelepçeleri çıkarıp attı, kulaklarında yankılanan sesi susturdu, başının üzerinde dönen karanlığı elinin tersiyle itti, mademki ölüm bir kere gelecekti o da Allah için olsundu kararını verdi ve safını değiştirdi. Birkaç saatlik süre onun dönüşünü ve kurtuluşunu sağlamıştı ve kendisine vaat edilen bütün dünyevi imkânları, kan kokan mevkileri, şaşalı hayatları elinin tersiyle itti ve şehadeti, cenneti tercih etti. Hür, artık gerçekten hürdü, “Bedenimi parça parça etseler de asla geri dönmem” dedi ve savaşmaya karar verdi.

İmam Hüseyin’in yanına geldiğinde taşımakta zorlandığı ağır bir yükten kurtulmuş gibiydi ancak yüreğindeki sızıyı tövbe ile iyileştirebilirdi, ellerini açtı, “Allah’ım ben Resulullahın torununun kalbine korku düşürdüm beni af et, beni bağışla” diye tövbe etti. Hür ilk adımı atan, ilk şehadete koşan kişi olmak için izin istedi sonra Kufe ordusuna döndü, “Ey Kufe halkı, Resulullahın torununu davet ettiniz sonra da onu terk ettiniz, ona bağlı kalacağınıza dair söz verdiniz sonra da kılıcınızı çekip, Allah’ın arzında ona yer vermediniz. Nasranîlerin, Mecusilerin, Yahudilerin içtiği Fırat’ın suyunu Resulullahın torunundan ve ailesinden esirgediniz, Resulullahın manevi mirasına ihanet ettiniz” diye haykırdı ve tarafını aşikâr etti. Hür, “Vallahi kendimi cennetle cehennem arasında bir seçim yapmak zorunda görüyorum, Allaha and olsun beni parça parça edip ateşe atacak olsalar da cennetten gayrısını seçmeyeceğim” deyip  hamle yaptı ve şehadete ulaşıncaya kadar savaştı. Hz. Hüseyin, Hür’ün cansız bedenine baktı, “Ey Hür gerçekten adını koydukları gibi dünya ve ahirette hürsün” dedi. Hür hakkın tarafını seçti ve o savaşın kazananları arasında önemli bir yere sahip oldu.

Fatma Tuncer 

İnananlar ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a için takva sahibi olun. Umulur ki böylece merhamet olunursunuz. Hucurat 10

MUHARREM AYININ ÖNEMİ VE EHL-İ BEYT-İ MUSTAFA

Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz gider. Sabredin, çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. Enfal sresi 46

Hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendisidir.”

Kur’an-ı Kerim’de saygı duyulması emredilen dört aydan biri olan Muharrem ayı içerisindeyiz ve bugün 10 Muharrem Âşûrâ günü. Muharrem ayı, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in hürmete layıkolarak nitelendirdiği mübarek bir aydır. Allah Resûlü (s.a.s), “Ramazan’dan sonra tutulan en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur” buyurarak bize, bu ayda oruç tutmayı tavsiye etmiştir.

Sayısız lütuf ve faziletlerle dolu olan Muharrem ayı, aynı zamanda Müslümanları hüzne boğan Kerbelâ hadisesinin yaşandığı aydır. Kerbelâ hadisesi, kan ve gözyaşının, üzüntü ve kederin, acı ve ızdırabın sinelerde açtığı derin bir yaradır. Bu elim hadisede, Allah Resûlü (s.a.s)’in “Benim dünyadaki çiçeğim, reyhanım” diye sevdiği Hz. Hüseyin Efendimiz ve çoğu Ehl-i beyt’ten yetmişi aşkın Müslüman bir yudum suya hasret bırakılıp şehit edilmiştir.

Kerbelâ hadisesi, bizler için çağları aşan mesajlar ihtiva etmektedir. Kerbelâ, her şeyden önce adaletsizliğe karşı onurlu bir mücadelenin adıdır. Kerbelâ, haksızlığın karşısında cesur ve kararlı bir duruşun, zulmün karşısında asil bir yürüyüşün sembolüdür. Kerbelâ, adaletin, cesaretin, yiğitliğin ve yüksek ahlakın Hz. Hüseyin Efendimizin şahsında vücut bulmuş halidir.

O gün Kerbelâ’da şehit edilenler, müminler tarafından hep hayırla ve rahmetle yâd edilecektir. O mübarek canlara eziyeti reva görüp onları şehit edenler ise Müslümanların vicdanlarında mahkûm olmaya devam edecektir.

Bugün bize düşen Kerbelâ’yı doğru okumak, doğru anlamak ve ondan gereken dersleri çıkarmaktır. Ehl-i beyt-i Mustafa’nın muhabbetini her daim yüreklerimizde canlı tutmaktır. Hz. Hüseyin ve Ehl-i beyt’in temsil ettiği değerleri hayata hâkim kılmaya gayret etmektir. Bütün ümmeti üzüntüye boğan böylesi bir hadiseyi kin ve nefrete, ayrılık gayrılığa değil; birlik ve beraberliğe vesile kılmaktır. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ  “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin” ilahi fermanına gönülden bağlı kalmaktır. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ “Müminler ancak kardeştirler” ilahi hitabındaki din kardeşliğini yürekten hissetmektir. Irk, dil, renk, mezhep ve coğrafya ayrımı gözetmeksizin müminler topluluğu olarak omuz omuza vermek, dayanışma ahlakını kuşanmaktır. Kardeşlik hukukumuza zarar verecek her türlü söz, tutum ve davranıştan kaçınmaktır.

Bu vesileyle başta şehitlerin efendisi,  Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’in ciğerparesi Hz. Hüseyin Efendimiz ve Kerbelâ şehitleri olmak üzere, hak ve hakikat uğruna canlarını feda eden bütün şehitlerimizi rahmetle anıyorum.

Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. Ali imran 103

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

Artısı Eksisiyle PSİKOLOJİ ve HUZUR

Mevcut psikoloji ilminin en büyük problemi; insanlara norm koyup, eğitim ve terbiye verme iddiasıyla ortaya çıkarak kendi içinde tenâkuza düşmesidir. Modern psikoloji ilmi, insana terbiye veremez; çünkü üstüne kurulu olduğu ideolojik teori, insanı tabiatın içinde türemiş bir canlı derekesinde görmektedir. Bu durumda maymuna nasıl ki bir ahlâkî kural, bir davranış ölçüsü koyamazsak; insana da koymamamız gerekir. Hattâ Freud ve takipçileri; ekseriyetle ibtidâî dürtüleri engellemeyi ve bastırmayı, hastalıkların kaynağı olarak sunmaya çalışmışlardır. Hâlen aynı anlayışla; çocuklara tuvalet terbiyesi verirken çok müsamahalı olunması gerektiği, yoksa çocuğun ileride takıntılı olacağı yönünde yanlış telkinler yapılır.

Bununla beraber, inançsız bir eğitim neticesinde kendi yaratılışına yabancılaşan, sanayileşme sonrası şehir hayatının içinde değersizleşen insan; yaşadığı buhranları aşmak için tutunacak bir dal arayınca, psikologlara bir nevî âhirzaman mürşidleri muamelesi yapılmaya başlanmıştır. Bu ihtiyacın sürüklemesiyle beraber psikologlar; kendilerinden medet uman müridlerinin dertlerine çare olmak üzere öğütler kaleme almaya ve kendi paylarına düşen hastaları iyileştirmeye çare olarak birtakım terapiler geliştirmeye yönelmişlerdir.

Psikoterapi yöntemlerinin tarihine baktığımız zaman, bunların her biri bir öncekine tepki olarak ortaya çıkmış ve insana bakışı birbirine taban tabana zıt olan teorilere dayandığını görürüz. Meselâ; hipnoz, telkin, psikanaliz, serbest çağrışım gibi yöntemlerle hastalarını inceleyen ve iyileştirmeye çalışanların psikoloji teorisi; bütün rahatsızlıkların çocukluk döneminde yaşanıp içe atılan, rahatsızlık veren hâtıralardan kaynaklandığını ileri sürer. Bu yöntemle kişinin bilinçaltı; aşırı bir cesaretle didiklenir ve telkin veya şartlandırma olup olmadığından çok da emin olamadığımız birtakım tespitler yapılır, etiketler yapıştırılır. Bu yöntemle, çoğu zaman insanlar; anne-babalarının küçükken kendilerine karşı sergiledikleri hatalı hareketlerle nasıl da hayatlarını mahvettiklerini öğrenirler (!) ve böylece kendilerinin yaptığı bir sürü yanlıştan, onlara yıllarca emek vermiş bu insanları sorumlu tutarlar. Bu yöntem; bazen beynindeki bir hasar sebebiyle davranış bozukluğu gösteren kişilerin anne-babalarının haksız suçlamalara maruz kalması gibi sebeplerle, çok eleştirilmiştir.

Bu yöntemlere tepki olarak doğan kognitif (bilişsel) davranış değiştirme yöntemleri; genellikle içinde yaşadığımız âna bakar ve kişinin hangi sebeple olursa olsun bir nesneye, bir olguya neden aşırı ve anormal bir mânâ yüklediğini bulmaya çalışarak, hastalıklı davranışı düzeltmeye çalışır. Hattâ bazen sebeplerle fazla meşgul olmadan; sadece alıştırmalar yoluyla yanlış davranışı azaltıp, doğru davranışlar kazandırmaya bakar. Doğrudan tedaviye yönelmiş olması bakımından, daha kullanışlı görünse de bu yöntem fazlasıyla terbiyecidir. Bu anlayışın; insanın ne olduğu, ne olması gerektiğine dair bir inanç, bir kabul elde mevcut olmamasına rağmen, onu terbiye etmeye çalışması daha çok pratik ihtiyaçların neticesi olarak kabul edilebilir.

Ancak bu yöntem de insana bir hedef göstermekten uzaktır. Davranışçı terapilerin bütün gayreti sadece istikrar sağlamaktan ibaret gibi görünmektedir. Asıl olan; günlük hayatın sürüp gitmesi, insanın işe gidebilmesi, verimli çalışabilmesi, aile hayatını sürdürebilmesidir. Hattâ hastalık ve bozukluk tariflerinde genellikle şu ifade görülür:

«-Kaygı, korku, takıntı vs. şikâyet her neyse o şeyin- kişinin günlük hayatını aksatacak derecede şiddetli olması veya uzun sürmesi…»

Sanki, evden işe işten eve gidip gelen, arkadaşlarıyla takılan, boş boş çene çalan, kendini avuttuğu birkaç eğlencesi olan insan «ideal insan»dır. Hattâ iş hayatını aksatacak kadar aşırıya kaçmadan, kendisini rahatlatacak maddeler kullanabilir. Hayatını; kariyer ve makam peşinde koşmakla, tüketimle, haz veren ilişkilerle keyifli ve heyecanlı hâle getirebilir. Bunlar normaldir ve bunlarla yetinmeyip buhrana giren kişilere hemen bir çare bulunmalı, aynı kısırdöngünün içine yeniden dâhil olması sağlanmalıdır. (!)

Psikologlara gelen hastaların azımsanamayacak kadar bir bölümü;

“Hiçbir davranış bozukluğum, takıntım, fobim, kaygım yok ama hayattan tat almıyorum. Çünkü hayatım çok anlamsız, ben ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım, bilmiyorum…” deyince bir kısım psikologlar, yeni bir psikoterapi geliştirmiştir:

«Varoluşçu psikoterapi»

Bu terapide danışanların; çocukluk hâtıraları deşilmez, ev ödevi de verilmez. Genellikle grup terapileri yöntemiyle, bir grup bunalımlı kişi; psikoloğun gözetimi altında oturup konuşur. Konuşmaların esaslı konuları vardır; hayatın içinde büründüğümüz roller, kimlikler ve bunların ötesindeki gerçek benliğimiz, özgürlük, ölüm gibi çok ağır mevzulardır. Ancak ne yazık ki, bu yöntem de samanlıkta iğne aramak, hem de kör birinin karanlık bir samanlıkta el yordamıyla boncuk iğnesi araması gibi ümitsiz bir çabadır. Çoğu zaman konuşmalar nefsânî sayıklamalardan ibarettir. Çünkü insan aklının bu konularda kendi kendine doğruyu bulması mümkün değildir ki, hele hele aramadığı hâlde bulması hiç mümkün olmayacaktır. Aramadığı hâlde dememizin sebebi; varoluşçu felsefenin daha en baştan; «Hayatın bir anlamı yoktur, insanın bir gayesi yoktur. İnsan, hayatı ve kendini nasıl isterse öyle anlamlandırır.» diyerek bütün ümitleri nihilizmin dipsiz uçurumundan aşağı itmiş olmasındandır.

Bu felsefeyi benimsemiş psikologlara göre;

“İnsan, kendi benliğinin şuurunda olan tek canlı olmasından dolayı derin bir bunaltı içindedir. İnsan özgürdür ve bu özgürlüğü sebebiyle bütün sorumluluk da kendi omuzlarındadır.”

İnsanı dayanılmaz bir yalnızlık içinde, bir başına ve taşıyamayacağı yüklerin altında tasavvur eden bu bakış açısı; tahmin edilebileceği gibi âcil çözüm bekleyen müşterilere bir çözüm sunmakta pek başarılı sayılmaz. Bu sebeple psikologların çoğu; müşterilerine, Uzak Doğu dinlerinden ödünç alınmış rahatlama yöntemleriyle, yardımcı olmaya çalışırlar.

Listeyi uzatmak mümkündür ancak sözün özü şudur:

İnsan aklı; insan mâneviyâtının sadece bir bölümünü belki sadece kabuğunu veya belki sadece madde âlemini yokladığı, tanıdığı, tanımladığı basit bir duyu organı olduğu hâlde; insan mâneviyâtını anlamaya kalkınca, ister istemez fili tarif eden körler misali tenâkuza düşmektedir. Elbette insanın psikolojik sağlığı üzerinde akılla araştırma yapmanın da geçerli olduğu alanlar vardır. Bugün PET, SPECT, EEG, MEG, f-MR ve benzeri tıbbî görüntüleme cihazları vasıtasıyla; hislerimiz ve davranışlarımıza tesir eden beyin merkezleri, hormonlar ve benzeri beden kaynaklı tesirleri inceleyebiliyoruz. Anketler, testler, istatistikler ve vaka incelemeleri gibi birçok yöntemle çeşitli alanlarda bilgi biriktirebiliyoruz.

Ama önümüzde dağ gibi yığılan bu veriler; hâlâ bize hayatımızı üzerine kuracağımız, kendimizi ona göre biçimlendireceğimiz, irademizi kullanırken bize rehberlik edecek temel bilgiyi vermiyor:

“Biz neden varız? Kâinat neden var? Bunları neden yaşıyoruz? Bunların sonunda ne olacak? Öyleyse ne yapmalı, nasıl davranmalıyız? Nasıl davranırsak iyi, güzel, doğru bir insan olur, hayatımızı güzel değerlendirmiş oluruz?”

Aksine elde ettiğimiz veriler bize daha çok şunu gösteriyor:

“İnsan; hem bedeniyle hem de bedenine hükmeden mânevî yapısıyla, diğer canlılardan farklı, bedenden gelen dürtülerine hükmetmeye, yüksek duygu ve düşüncelere yükselmeye istîdatlı bir varlık. Üstelik eskilerin ahlâkî değerleri, hayat tarzları, mânevî pratikleri bu istîdâdı inkişaf ettirmekte etkili… Öyleyse onlar bizim bilmediğimiz bir şeyi mi biliyorlardı?”

Bugün bu düşüncenin sâikıyla; dünyanın birçok yerinde, eski dinlerden kalma hayat disiplinleri, mânevî çalışmalar araştırılıyor, modernize edilerek tatbik ediliyor. Fakat bunlar da insana dair doğru açıklamayı sunmaktan ve aradığı üstünlük yollarını göstermekten uzak. İnsanda, psikolojik ihtiyaçları üzerinde araştırma yapan hiçbir psikoloji ekolünün tam olarak tarif edemediği ve çözümünü sunamadığı derin bir ihtiyaç var:

İnsan bu dünya rahminde âdeta bir cenin gibi olgunlaşmak ve öte âleme kemâlâta erişmiş bir hâlde doğmak ihtiyacı duyuyor. Bu kemâlâtı elde etmesi için rûhunun ihtiyaç duyduğu vitaminlere karşı mânevî bir açlık hissediyor. Bütün psikoterapi çalışmaları, bu açlığı ikinci derecedeki diğer bir şeylerle bastırmaya çalışmaktan öte bir başarı sağlamış değil. Öte yandan psikoloji ilminin hiçbir başarı elde edemediğini de söyleyemeyiz. Örnek kabîlinden zikretmek gerekirse, psikoloji ilmi; olgun ve yüksek şahsiyetlerde bulunması gereken hususiyetler diye beş maddeyi sayıp tespit etmiş. Elbette esas ittihaz etmek veya bunlardan ibarettir mânâsında değil ama faydalanabileceğimiz bir tespit olarak zikretmek istiyoruz. Biraz incelersek, insanlığın en mükemmel muallimi Hazret-i Peygamber’in bu hususiyetlere en kâmil mânâda sahip olduğunu ve ashâbının önde gelenlerini de bu olgunluklarla tezyin ettiğini görebiliriz.

İnsanın hem şahsiyet hem hayat kalitesini yükselten bu beş faktörün İngilizce isimleri: Openness, Conscientiousness, Extraversion, Agreeableness, Neuroticism. Türkçeye aşağı yukarı: Açıklık, Sorumluluk, Dışadönüklük, Uyumluluk ve Duygu dengesi diye çevrilmişler.

Açıklık diye çevrilen hususiyet; kişinin belli bir düşünce kalıbına sıkışmamış, anlayışlı, yeni bilgilere kulak veren, kendisine anlatılanı anlamaya açık, bunun yanında yeni tecrübeler edinmeye, yeni bakış açıları geliştirmeye açık olması demek… Peygamberimiz’in ashâbını; atalarının yoluna uymakta direnen, kör taassuba saplanmış, kendisine gelen bilgiye kulak tıkayanlardan ayıran başlıca hususiyet; vahyi dinlemeye kulağını ve Allâh’ın Habîbi’ni sevmeye yüreğini açması değil mi? Eski alışkanlıklarını bırakmaya, O’nunla birlikte yepyeni bir başlangıç yapmaya açıklık…

Sorumluluk ve öz disiplin diye çevirebileceğimiz ikinci özellik; sanki bu «yeniliklere açıklık» fikrine bir sınır çiziyor ve ölçü getiriyor. Bu yeniliklere açık olma hâli, ahlâkî değerler konusundaki sorumluluklardan kaçmak, umursamazlık, savrukluk ve keyfîlik şeklinde anlaşılamaz. Aksine sorumluluklarının şuurunda, vazifelerini îfâ eden, hattâ kendi üzerine düşeni en yüksek seviyede, mükemmel bir sûrette yapan; sadece özel hayatından değil toplumdan da kendini sorumlu hisseden insanlar, gerçekten şahsiyetli sayılabilir. Bu saydığımız özellikleri Peygamberimiz’in ve yetiştirdiği kişilerin hayatında fazlasıyla görüyoruz. Kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetin sorumluluğunu üzerinde hisseden, arkasında yaşayan bir fazîlet ölçüleri bırakmaya hayatını fedâ eden mümtaz bir toplum.

Sonraki madde, dışadönüklük. Elbette bunu alelâde bir sosyallik, konuşkanlık gibi anlamamalıyız. Kendini tek başına bir benlik gibi değil, ait olduğu bütünün içindeki yeriyle değerlendiren, başta Yaratıcı’sıyla, duâ ve zikirlerle iletişim içinde olmaya çabalayan. Sonra içinde bulunduğu uzak ve yakın çevreyle iletişime açık insan… Yaptığı her işte lüzumlu kişilerle istişâre eden, kendi hevesâtıyla değil, bilgi alışverişiyle karar veren… Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında Hazret-i Enes;

“Allâh’ın Rasûlü kadar istişâreye düşkün bir kimse görmedim.” diyecektir.

Bu üstün vasfı tamamlayan bir başka boyut: Uyumlu, âhenkli, barışçı bir şekilde davranmak. Kibir ve inatla başına buyruk hareket etmeyen; aksine yumuşak kalpli, sevecen, alçakgönüllü ve yardımsever insan. Bu hususiyetlerde zirve şahsiyet malûm…

Son olarak, iç dünyasında da huzurlu, sâkin, dingin ve dengeli olma hâli diye çevirebileceğimiz, istikrarlı olmak; iç ve dış tesirlerden aşırı derecede etkilenmemek, çalkalanmamak. Sabır, sebat, tahammül, teennî ve benzeri kemâlâtla muttasıf olmak. O zorlu vazifesinin başında, türlü türlü imtihanlardan geçerken bir an bile sarsılmamak, dağ gibi metin ve soğukkanlı olabilmek. Hazret-i Ali’nin; Sıddîk’ın cenazesini uğurlarken dediği gibi:

“Sen sarsılmaz dağlar gibiydin…”

YAZAR : H. Kübra ERGİN / YÜZAKI DERGİSİ

Kur’ân-ı Kerîm’deki ayet ve sûrelerin hepsi, yüce Rabbimizin kelâmı olmak hasebiyle çok kıymetli olsalar da içlerinden bazısı Efendimizin (s.a.v.) beyanları ile daha çok öne çıkar. Mesela, bunlardan bir tanesi “Asr” sûresidir. Bu sûre yüce Kur’ân’ın insanlara vermek istediği mesajların icmâlen verildiği ve adeta özetlendiği bir sûredir. Bu nedenle ki, ashâb-ı kirâmdan iki kişinin karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûresini okumadan ve ardından selâm vermeden ayrılmadıkları rivayet edilir. (Beyhakî, Şu’abü’l-îmân)

Bu kıymetli sûrenin meali şöyledir: 1) Asra yemin olsun ki. 2) Gerçekten insan, ziyan içindedir. 3) Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar ile birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.

Tefsir âlimlerimiz, bu sûrede “asr”a yemin edilmesi, insanın hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan ancak dört özellik taşıyan kimselerin kurtulacağına dikkat çekmek içindir, derler. Bu özellikler: 1) İman 2) Salih amel 3) Birbirine hakkı tavsiye etmek 4) Birbirine sabrı telkin etmektir. 

Hakkı tavsiye etmek, iyiliği emredip kötülükten men etmek veya iman ehli olmayanlara İslam’ı tebliğ etmek gibi açılımları olan bir emirdir. Bu emrin nasıl yapılacağı konusunda Kur’ân’ın önemli uyarı ve mesajları vardır. Bunlardan birisi: “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 16/125) ayetidir. 

Bu ayetin anlamını günümüz insan ve toplumunun ihtiyaç ve problemlerini düşünerek açacak olursak, ilk olarak; hak ile batılı açıkça ortaya koyacak, akılları ve kalpleri doyuracak, tatmin edecek, kuşatıcı bir bilgiyle, ilimle çağır diyebiliriz. Yine önce hikmet ehli ol, sonra, onun sana verdiği selim akıl, manevi ilim, keşif, basiret, ferasetle çağır… Ve yine Peygamberinin sünneti üzere yaşa, onun güzel ahlâkını örnek alarak şefkat ve merhametle insanlara sorumluluklarını hatırlat, gönül alacak güzel öğütler ve mantıklı usullerle onlara İslam’ı tebliğ et demek eminim ki yerinde olacaktır.

Müminlere bu konuda usul erkân öğreten bir başka ayet de şöyledir:

“(Haydi, Firavun’a gidip) ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Tâhâ, 20/44)

Açıkçası bu talimat, Hazreti Musa’nın şahsında bütün mü’minleredir. İnsanların nefsleri, terbiye görmemiş halleriyle aslında birer firavun gibidir. Bu durumun farkında olarak muhatabın nefsini kabartacak, hitap şeklinden ve aklını kullanmasına engel olacak tarzda, negatif duygularını devreye sokacak, kızdıracak sözlerden uzak durun, yumuşak bir şekilde tebliğ ve davet edin anlamı çıkmaktadır.

Bu ayetlerde bildirilen ölçüler, bir tebliğci için veya hakkı tavsiye edenler için önemli ölçülerdir. Demek ki hakkı tebliğde zorlamak, tehdit ve şiddet dili kullanmak, insanları korkutarak icbarla İslam’a girmesini sağlamak yani ceza ve tehdit yöntemi ile hakkı tavsiye etmek doğru değildir. Hak dostu olan tebliğ ve davetçiler, Kur’ân’ın usulünü veya Efendimizin üslubunu kullanarak insanları hakka davet ederler. Onlara şefkatli ve merhametli bir doktor gibi yaklaşırlar. Niye böyle günahlara düştün diye aşağılamak ve küçük düşürmek yerine, onlara önce saygıdeğer kıymetli birer varlık olduklarını hatırlatırlar. Daha sonra bu günahlara iten nedenleri tespit eder ve tedricen bir tedavi uygulayarak hakka dönüşlerini kolaylaştırırlar. Böyle kişiler hakkı tavsiye ederken nezaketli bir dil kullanmayı, sevgi, şefkat ve merhametle, güzel öğütlerle onları yola getirmeyi asla ihmal etmezler. 

İnsanlara sadece “İslam’ı niye yaşamıyorsun, niye namaz kılmıyor, niye oruç tutmuyor, niye şu günahlardan vazgeçmiyorsun?..” “Bunları yapmalısın!” yerine, kişilerin bu ibadetleri yapmalarına engel olan sorunlarını bulup ortadan kaldırmak, içinden çıkamadığı, buhrana düştüğü vesvese ve sorularını dinleyip onlara ikna edici çözümler üretmek, böylece o kişilerin günaha karşı dirençlerini, ibadet yapmaya da azim ve sabırlarını artırmak ki işte bunların hepsi sabrı tavsiye kapsamında değerlendirilmelidir.

Yine musibet ve bela ehline sabrı tavsiye etmek, kuru kuruya nasihat edip, onu kendi sorunlarıyla baş başa bırakmak demek değildir. Dertlerine, sorunlarına çözümler üretmek, hasta ise şifasına, borçlu ise borcunu ödemesine imkânlar dahilinde yardımcı olmak, psikolojik sorunları varsa tespit edip sorunlarını çözmeye çalışmak, imanı zayıfsa aklen, fikren, ruhen doyurucu bilgi ve sohbetlerle imanını güçlendirmek, velhasıl maddi manevi yardımlarda bulunmak, işte hepsi sabrı tavsiye kavramı içerisinde bütün olarak düşünülmesi gereken davranış ve eylemlerdir. Rabbimizin kullarında görmekten memnun olduğu, ancak böyle yapanların hüsrandan kurtulacağını haber verdiği sabrı tavsiye emri işte böyle anlaşılmalıdır. 

Nafile İbadetlerin İçinde En Kıymetlisi Mahlûkata Yapılan İyiliklerdir

Salih amellerin bir ibadet yönü bir de iyilikler yönü vardır. İkisi için de salih amelin önemli üç kriteri devreye girer. Bunlar önce güzel bir niyettir, sonra yapılacak ibadet veya amelin İslami kurallar içerisinde yapılmasıdır ki bunun için ilim gereklidir. Bir de ihlas ki amellerin yalnız Allah rızası gözetilerek yapılması demektir. Bu kriterleri içermeyen amel veya ibadetler salih amel tanımına giremezler.

İnsan ömrü sayılı olunca vakitleri daha kârlı ibadetlerle değerlendirmek ve dolayısıyla akıllı bir tüccar gibi davranmak icab eder. Bu durumda amel ve ibadetlerde bazı tercihler yapılmasını ortaya çıkarır. Farz ve vacip ibadetler zorunlu olup buralarda tercih şansımız yoktur. Nafile ibadetler ile iyilikler kişinin tercihine bırakılmıştır. Hadis-i şeriflerde bildirilir ki nafile ibadetlerin içinde en kıymetlisi mahlûkata yapılan iyiliklerdir. Zamanımız kısıtlı ise ve iyiliklerden birisini tercih etmek durumunda kalırsak nafile namazlar yerine Allah’ın kullarına iyilik yapmayı tercih etmek manevi açıdan daha kârlıdır. Nitekim aşağıdaki hadis-i şeriflerde bu konu açıkça ifade edilir.

“Bir Müslüman’ın din kardeşinin bir ihtiyacını karşılaması on yıl itikâftan iyidir. Allah rızası için bir gün itikâf ise insanı cehennemden doğu-batı arası kadar uzaklaştırır.” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

“Farzdan sonra en kıymetli amel bir mümini sevindirmektir.” (Taberâni)

Bu hadis-i şeriflerin ışığı altında diyebiliriz ki, akıllı bir mümin, eğer dünyada ahireti için çok kârlı bir ticaret yapmak istiyorsa, Hakkın rızası için onun yarattığı tüm mahlûkata iyiliği, farzlardan sonra önemli bir amel olarak görmeli ve ihsan üzere yaşayarak hayatını en verimli şekilde değerlendirmelidir.

Allah’a (c.c.) emanet olun…

ŞENEL İLHAN

https://youtube.com/watch?v=sudIHR3bn-E

“Onlar, dünya hayatını ahirete tercih eden, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir; işte onlar derin bir sapkınlık içindedirler.” (İbrahim, 14/3.)

Sekülerizm (dünyevileşme), insanın dinden ve kutsaldan koparılışını simgeleyen bir kavramsallaştırma faaliyetine işaret etmektedir. Buna göre seküler insan kendisini çepeçevre kuşatan esaret zincirlerini kırmış, Tanrı’ya karşı hürriyetini kazanmış ve neticede bireysel varlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Batı ve Hristiyan medeniyeti düşünüldüğünde, belki bu türden bir kavramsallaştırma veya insanı aşkın olanın önünde görünür kılma çabaları bir derece mazur görülebilir. Çünkü Prometheus’un ve Pandora’nın çocuklarının, varisi oldukları gelenekte insan, Tanrı’ya rağmen ve ancak ona başkaldırarak kendi varlığını ispata girişebilir ve yalnızca bu yolla hak ettiği şeyleri elde edebilir.

Zaten dünyevileşme kavramının ve felsefi altyapısının arka planında Batı medeniyetinin bahsi geçen tartışmalı geçmişi bulunmaktadır. Dolayısıyla dünyevileşme hem reel politik yaşanmışlığıyla hem de fikirsel hazırlık ve uygulama safahatıyla, kısacası menşei ve özü itibarıyla Batı’ya ait bir kavramdır. Kur’an böyle bir uğraşının temelinde bulunan düşünce yapısına ve ulaşacağı nihai akıbete şu ifadelerle telmihte bulunur: “Onlar, dünya hayatını ahirete tercih eden, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir; işte onlar derin bir sapkınlık içindedirler.” (İbrahim, 14/3.)

Dolayısıyla İslam düşüncesi ve tevhit inancı açısından bu türden bir mücadele yersiz ve anlamsızdır. Çünkü Prometheus’un ve Pandora’nın çocuklarının aksine Âdem ve Havva’nın evlatları kendilerine esma öğretilerek (Bakara, 2/31.), bilgiyle donatılarak, yeryüzüne halife ve varis kılınarak dünyaya gönderilmişlerdir. (Bakara, 2/30.) Bu açıdan dünya Müslümanlar için ne Tanrı’ya karşı özgürlük mücadelesi yürütülecek bir alan ne de O’na rağmen ve O’ndan rol çalmaya girişerek varlıklarını ispat etme yeridir. Aksine bir imar, ıslah ve verili özellikleriyle, temiz fıtratlarıyla kendilerini gerçekleştirme ve Allah’ın, yaratılışlarına yerleştirdiği potansiyeli açığa çıkarma sahasıdır. Çünkü İslam inancına göre az önce bahsi geçen özellikler bütün insanlara doğuştan bizzat Allah tarafından bahşedilmiştir. Fakat şurası da muhakkak ki küreselleşmenin de beslemesiyle sekülerleşme, sadece içinden çıktığı ve öz evladı olduğu Batı Dünyası’nda kalmamış, İslam toplumlarına da sirayet etmeye hatta günden güne artan oranda etkisini hissettirmeye başlamıştır.

Dünyaya atılmış insan

Dünyevileşme, insanın Allah’la bağını koparma, onu dinden ve dine ait olan her şeyden izole etme çabasına zemin oluşturmaktadır. Hâlbuki düşünsenize, Allah’la alakası kesilen, metafizik âlemle ilişkisi koparılan insan artık bu noktadan sonra ne kadar da çaresiz ve yalnızdır. İşte böyle bir insan tipolojisini teşekkül ettirmeye ve dayatmaya çalışan sekülerizm, bu sayede insanoğlunu dünyaya atılmış, kökensiz, temelsiz, öncesi ve sonrası olmayan, dünya ile sınırlı, oraya mahkûm, her türlü müdahaleye açık, sahipsiz ve savunmasız bir varlığa dönüştürmeyi amaçlamaktadır.

Kuşkusuz sekülerizmle aynı düşünce geleneğine mensup olup benzer felsefi altyapıdan faydalanan fikir ve düşünce akımlarının hemen tamamının nihai hedefi de insanı bu şekilde kıblesiz, pusulasız ve kimsesiz bırakarak onu her türlü etkiye ve yönlendirmeye açık hâle getirmektir. Hayal etsenize, bahsi geçen hâldeki bir insanın ufku ne kadar da karanlık hâle gelir! Onun için artık varlık ve hayat tasavvuru, varsa yoksa sadece şu daracık dünyanın ufkuyla sınırlıdır.

Emelleri, düşünceleri, arzu ve hedefleri ancak bu küçücük yer kürenin çeperlerine kadar ulaşabilir, ötesine geçemez. Çünkü kendisine oradan ötesinin olmadığı fısıldanmış ve buna göre yaşaması öğütlenmiştir. Artık ondan beklenen şey hayatı hesapsızca, ölçüsüz ve düşüncesizce yaşamasıdır. İşte varlığa ve hayata böyle suni bir pencereden bakmaya mecbur edilen bir insanın nasıl bir keşmekeşin içinde olduğu tahmin bile edilemez. Anlık yaşar o, şehveti ve hazzı hayatının merkezine alır. Fakat bütün bu yönelimlerine, dünyevi amaç ve arzularını hesapsızca tatmine koyulmasına dahası bunu hayatın biricik gayesi hâline getirmesine rağmen mutsuzdur o. Yapayalnızdır, en yakınlarından, sevdiklerinden, gönül verdiklerinden bile kuşku duyar, korku içindedir. Şüphesiz böyle bir insanın içine düşürüldüğü durumun iki temel sebebi vardır.

Birincisi o her ne kadar başına buyruk yaşasa ve istediği gibi hayat sürdüğünü zannetse de Yaradan’ın fıtratına kodladığı iç sesin sürekli olarak kendisine yönelttiği şu türden sorular onu asla rahat bırakmaz: “Ya Allah varsa!”, “Ya ahiret varsa!”, “Ya insan sahipsiz değilse ve kendisine verilen nihayetsiz nimetlerden dolayı hesaba çekilecekse!” İkinci sebep ise onun gerçek kalbî tatmine Allah’tan gayrı hiçbir şeyle ulaşamayacağı gerçeğinin orta yerde duruyor olmasıdır. İşte bu nedenlerle şayet insanoğlu fıtratını ters yüz ederek, iç sesini susturarak, gönlünde kaynayan yakıcı ateşten yükselen istifhamlara kulaklarını tıkayarak hakikat karşısında kör, sağır ve dilsiz taklidi yapsa da hiçbir şekilde mesut olamaz, hakiki saadeti yakalayamaz. Çünkü Allah’tan indirilenin hak olduğunu görüp bilen ve istifade eden kimse ile görmeyen, görmezlikten gelen kimse bir olamaz (Rad, 13/19.)

ve gönüller ancak Allah’ın varlığını idrak ederek tam anlamıyla huzura kavuşabilir. (Rad, 13/28.)

Dünyevileşme, tevhit düşüncesini zayıflatarak insanın, varlığın bütününe intisabını engellemeyi hedefliyor. Peki, insanın bu kadar hazin bir duruma düşürülmesine ve bu derecede ağır bir yükü sırtlamaya mecbur edilmesine, bunca eziyete muhatap kılınmasına karşın bütün bunlar için burada insana ne vadedilmektedir? Ne acıdır ki burada insana vadedilen; hiçlikten, boşluktan ve karanlıktan başka bir şey değildir. Çünkü dünyevileşme insana sadece “-mış gibi yaparak yaşamayı”, geçici haz ve hevesleri idealize ederek onların tatminine yönelmeyi insanlığın yegâne amacı olarak belirlemeyi vadetmektedir.

Dünyevileşme, inansa bile insana sanki Allah yokmuşçasına davranmayı, O’nu düşünmeden, plan ve programlarına karıştırmadan, hayatın olağan akışında Yüce Allah’ı ve dinî düşünceyi hatırlatan her şeyi gündeminden çıkararak yaşamayı alternatifsiz bir proje olarak sunmakta, hatta böyle bir hayat tarzını insanın en yüksek gayesi olarak sürekli bir şekilde ve farklı kanallarla insan zihnine yerleştirmenin yollarını aramaktadır. Dünyevileşme yine insana aklını kullanmamayı, aklın veriliş gayesini düşünmemeyi, vahyin ve peygamberlerin çağrılarına kulak tıkamayı, özetle ondan sanal mutluluğunu bozacağını düşündüğü bütün obje, nesne, düşünce ve öğütlerle arasına kocaman, ulaşılamaz, aşılamaz setler çekmesini, duvarlar örmesini istemektedir.

Çünkü düşünen ve gerçekten hakikati keşfetmeye meyilli olan insan, bu âlemin sadece görünenden ibaret olmadığını ve Allah’tan koparılan bir kimsenin henüz dünyada iken azap üstüne azap yaşayacağını, onun daha burada iken iç dünyasını yakıp yıkan ateşlerle baş başa kalacağını anlayacaktır. Yine insan bu manada bilir ki Allah’a nispetini kaybeden kimsenin daha en baştan bizzat kendi varlığı da anlamını yitirecektir. Çünkü insanın varlığı kendinden olmadığına göre şayet Tanrı da yoksa o hâlde şimdi bugün burada bulunmamızın ne anlamı olabilir ki? Başka bir aktarımla Tanrı yoksa ne vardır ve insan neden ve niçin var olmuştur? Mezkûr sorular ve onlara vereceğimiz cevaplar da işaret etmektedir ki Allah’ın var olmadığının ya da insanın veya âlemin bir an olsun Allah Teâlâ ile irtibatının kesildiğinin düşünüldüğü her lahza insanlık için tarifsiz bir acı ve zifiri bir karanlıktır. Karanlıkları aydınlatacak ve insanı dünyevileşme hastalığından kurtaracak olan da varlığın hakiki sahibine, gerçek anlamda biricik varlık olan Yüce Allah’a iman ederek varlık ve anlam kazanmak, böylece O’nun varlık nuruyla âlemi, insanı ve insanlığı aydınlatmaktır. Zira O, göklerin ve yerin nurudur. (Nur, 24/35.) O’nun varlığının idrakiyle insanın ve bütün varlığın Allah’a nispeti sağlanacak, böylece küllî olarak âlemin ve onun bir cüzü olarak insanın varlığı anlam kazanacaktır.

Olmakla sahip olmak arasında insan  

Dünya hayatı insan türü için aslında “olma”, olgunlaşma ve kemâle ulaşma yolculuğudur. İnancımıza göre bu yolculuk dünya hayatıyla da son bulmaz. Aksine insan ölümle “olma” sürecini tamamlamaya ve bu sürecin akıbetiyle karşılaşarak semerelerini devşirmeye gider. Bu yönüyle insan ölümle son bulan değil, ölümle tamam olan bir canlıdır. Hâlbuki bu gerçek ihmal edilip insan sadece dünyaya ve dünya hayatına hasredildiği zaman o, yarım kalan, manadan sarf-ı nazar ederek maddeye odaklanan süfli bir varlığa dönüşmektedir. Gerçek şu ki insanoğlu dünyaya sırf sahip olma duygusunu doyuma ulaştırmak için gönderilmemiştir. Erich Fromm’un (1900-1980) ifadesini ödünç alarak söylersek; insan “sahip olmak”la değil, “olmak”la kemâlini bulan bir varlıktır.

Dünyevileşen modern insan, olmakla sahip olmak arasında sıkıştırılıp bırakılmıştır. O artık adına “sahip olmak” denilen bir mengenenin kıskacında inleye inleye kendi olamadan, potansiyelini gerçekleştiremeden, olma yolculuğunu ıskalayarak ve kendini tüketerek hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır. Burada nazara verilen şey sadece sahip olmaktır ve buna göre hiçbir şeyi bulunmayanın, bir şeye sahip olamayanın kendisi de bir hiçtir. Dolayısıyla dünyevileşme felsefesinde kutsalın, aşkının, ahlak ve maneviyatın bir önemi kalmamıştır. Mühim olan yalnızca ve yalnızca maddi olanı elde etmek, ulaşabildiği her şeye malik olmaktır. Oysa hakikat nazarında dünyaya sahip olma arzusu insanın insan oluşunun, kemâle ulaşma arzusunun ve “olma” yolculuğunun en büyük düşmanıdır.

Dünyevileşme, Müslüman ve denge

Buraya kadar yazılanlardan hareketle Müslümanın dünyayı tamamen terk etmesi, meşru nimetlerden bile uzak durması gerektiği gibi bir sonuca da ulaşılmamalıdır. Aksine inancımıza göre âlem ve içindekiler Allah tarafından insanoğluna musahhar kılınmış, onun hizmetine verilmiştir. (Casiye, 45/13.) Peki, burada Müslüman özelinde insanın gözetmesi gereken denge nasıl olmalıdır ya da dünyevileşmeden dünya nimetlerinden istifade etmenin ölçüsü nedir?

Kuşkusuz dengenin korunması için üç temel bilincin yerleşmiş olması gerekmektedir ki bunlar; tevhit, ihsan ve emanet bilincidir. Tevhit bilincinin bağlayıcılığı mümine bütün tasarruflarının temel çerçevesini ihsan şuuruyla oluşturabilme imkân ve ihtimali sunacaktır. Öyle ya tevhit, müminin Rabbi ile ahdinin O’na kulluk taahhüdünün; ihsan ise bu ahit ve taahhüdü hep hatırında tutup O’nun murakabesi altında bulunduğunu unutmadığının ilan ve ilamıdır. Tevhit ve ihsan bilincine kavuşan mümin için doğal olarak bağlı kalması gereken üçüncü bilinç ise emanet bilincidir. Çünkü mümin bilir ve inanır ki kendi varlığı, bedeni ve manevi nitelikleri, aldığı nefes, bastığı toprak ve üzerinde yükselen sema, ister canlı isterse cansız olsun içinde barındırdığı tüm varlıklarla birlikte bir bütün olarak âlem emanet olup mülkün gerçek sahibi ise Allah’tır.

İşte bu bilince sahip olduktan sonra müminin maruf ölçülerle dünyadan ve dünya nimetlerinden istifade etmesinde bir mahzur da yoktur. Nitekim Allah Teâlâ bu husustaki dengeye işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 28/77.) Zaten “el-aslu fi’l-eşyâi el-ibâha” kaidesinin ifade ettiği üzere eşyada aslolan da mübahlıktır. Öyleyse insan Yaradan’ı unutmadan, O’na rağmen ve O’nu dışlayarak ve tabii ki kendisini ebedî azap ve hüsrana sürükleyecek bir isyan ve başkaldırı hareketine girişmeden, yine Allah’ın koyduğu sınırlı sayıdaki yasaklara riayet ederek dünyadan ve dünya nimetlerinden istifade edebilir ve etmelidir. Doğru ve matlup olan da budur. Aksi hâlde kendi varlığını da içinde yaşadığı âlemi de borçlu olduğu Allah’tan yüz çevirerek tamamen hevasının arzu ve yönelimlerinin emrine giren ve Allah’ın mülkünde Allah’ı hesaba katmadan yaşama gaflet ve cüreti gösteren insan, dünyada kendini de unutacak hâle gelecek ahirette de sonsuz ve telafisi mümkün olmayan bir pişmanlıkla karşı karşıya kalacaktır.

Öyle ya, varlığın sahibini tanımayanın, varlık vereni unutanın kendi geçici ve mecazi varlığı bir anlam ifade eder mi ya da gerçekten onun var olduğundan, varlık kazandığından bahsedilebilir mi? Bu sebeple olsa gerek Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşr, 59/19.) Dolayısıyla insan dünyevileşerek ve Allah’ı unutarak değil ancak tevhidi benimseyip kendini Allah’a nispet ederek anılmaya değer bir varlık hâline gelebilir: “İnsan (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçti.” (İnsan, 76/1.)

Dr. Osman Nuri DEMİR

Sevgi, gönlümüzün çok önemli bir ameli… Kalplerimiz bu duygunun hakkını vermeli…

Bir duygu

Özellikle bugünlerde buna çok ihtiyacımız var. Müslümanların ve hatta tüm İslam âleminin birleşmesi, kenetlenmesi; bu duygunun bizleri sarması, gönüllerimizi birbirimize karşı ısıtmasıyla mümkün… Rabbimiz de bizden bunu istiyor. İşte ayetle de bu gerçeğin ispatı: “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Enfal, 8/63)

Yani açıkça bu ayet “Ancak sevginin yapabileceği bir şeyi başka bir şeyle yapamazsınız.” hatta “Yeryüzünün bütün servetini, zenginliğini bu uğurda harcasanız yine yapamazsınız.” diyor.

Aşağıdaki ayette ise sevgi duygusunun Rahman’ın ikramı olan bir duygu olduğu, onu kalplere ancak Rahman’ın koyduğu ifade ediliyor: “İnanıp salih ameller işleyenler için Rahman, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem, 19/96) Peygamberlerin ümmetine, annelerin yavrularına, büyüklerin küçüklere, sevgi ve şefkati ve merhameti, Rahman’ın ikramı olan bir duygu demek ki… Vahşi hayvanlar da yavrularını, kendilerine ikram edilmiş olan bu duyguyla sahipleniyor, bu duyguyla koruyorlar…

O zaman bu duygunun gönüllerden tamamen alınması dünya için nasıl büyük bir felaket olurdu bir düşünün…

Bence dünya bugün bu felaketi yaşıyor; artan küfür, günah ve zulüm… Gönüllerden sevgiyi aldı, yerine düşmanlık, merhametsizlik, acımasızlık tohumlarını ekti… İnsanlığın acilen tövbe etmesi ve bu nankörlükten çıkması lazım.

Evet, bu duygu tüm ümmetin hatta tüm insanlığın kurtuluşu için çok acil olarak lazım olan bir duygu… Yalnız bu duygunun müspet anlamda varlığını koruması ve güçlenerek bizi sarması bazı şartlara bağlı: Allah’a inanmak ve salih ameller işlemek… Yani Rahman’ın ikramı olan bu güzel duyguyu gerçek olarak gönlünüzde hissetmek istiyorsanız önce Rahman’a inanmanız, bu konuda şirk içinde veya inkâr konumunda olmamanız gerekiyor… Çünkü zalimler bu duygunun müspet olanını yaşayamazlar. Küfür, şirk gibi Allah hakkındaki asılsız ve haksız iddiaların ise büyük zulüm olduğu ayet-i kerimede ifade edilmiştir: “Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13)

Öyle ya bu güzel duyguyu sana ihsan eden cömert eli görmezden gelerek, inkâr ederek veya tabiata, tesadüflere bağlayarak buna nasıl sahip olacaksın ki? Ayetin devamında salih amellerin bu sevgiyi artıracağı, gönülleri, kin, düşmanlık, sevgisizlik belasından temizleyeceği ifade ediliyor. Sevgi duygusu fıtratımızda olan yani Rabbimiz’in gönlümüze koyduğu bir duygu. Bu duygu temelde bizde olmasa biz kimseye karşı sevgi hissedemezdik… Zararlı olanı da faydalı olanı da dünyayı da ahireti de sevmek önce bu duygunun bizdeki varlığına bağlı… Görme organı olan gözümüz gibi bir şey yani… Gözümüz olmasa biz güzeli de çirkini de günahı da sevabı da göremezdik. Göz önüne geleni istemesek de görüyoruz, ama kontrol bizim elimizde, fener gibi nereye tutarsak orayı görüyoruz.

Gönül de onun gibi seviyor, Allah’ı sevdirmezsen, şeytanı seviyor. Allah dostlarını, müminleri sevmezse kâfirleri seviyor, Allah düşmanlarını dost edinip onları seviyor, illa ki seviyor… Allah, özellikle gönlü kendini sevmemiz için yaratmış hâlbuki. Mesela cinsellik nasıl ki meşru dairede olunca güzel ama gayri meşru olunca sapıklaştırıyorsa insanı, gönlün sapıtması da öyle… Allah’tan başka şeyleri Allah gibi seven gönül de sapıtıyor, tabiri caizse sapık oluyor. İnsanoğlu, sevginin önemli bir kuralı olarak kendine benzeyeni seviyor, yani kim kime benzerse onu seviyor…

Sevme daha çok tanımaya bağlı bir duygu… Birçok vesileyle anlattığımız gibi, sevgi, gönlün iyilik gördüğü kimseye veya güzel olana, kâmil olana kendiliğinden olan meyli. İnsan önce kendini ve kendine ait olan şeyleri seviyor… Kendine ait olmasa da güzelliği ve kemâlâtı seviyor… 

İnsan ilişkilerindeki sevgide ise gönlün tanıdığı hoşlandığı şeye meyletmesi daha çok. O zaman, tanımadan birini sevmek ve hele karşı cinse bir görüşte âşık olduğunu söylemek ise sevmeyi sevmektir, başka birşey değil…

O zaman çocuklarımızın, genç kardeşlerimizin bir iki görmeyle karşı cinse âşık olmaları yani platonik aşkları, sadece sevmeyi sevmenin neticeleridir demek ki.

Peki, sevmeyi sevmek kötü müdür? Hayır, ama evlilik gibi bir ömür sürecek beraberlikler, eşlerin birbirini tanıması neticesi oluşan sevgi ile olmalı, yoksa bu tür evlilikler kısa zamanda ayrılıkla sonuçlanmakta…

Sevgi duygusu insanı değerli kılan ve insan için olmazsa olmaz olan en gerekli bir duygu ve yukarıda da ifade ettiğimiz gibi fıtri yani yaratılıştan bizde olan bir duygudur. Ama kimilerinin bu duygusu kişilere özel birtakım kötü şartlar gereği geriye çekilmiş, üstü örtülmüş, korku, öfke, kin, haset vb. duygularla yer değiştirmiş olabilir. Bu duyguyu gönlünde yeterince bulamayanlar, katı kalpli ve sevgisiz olarak yaratılmış olduklarını peşinen kabul ederek bu hallerine razı olmasınlar. Bütün kalp marazları gibi bu hali de geçici bir durum olarak değerlendirip bunun tedavisi için uğraşsınlar… Mesela sevgilerini açığa çıkarmak için ilk önce sevmeyi sevmekten işe başlasınlar ki bu başlangıç çok önemlidir. 

Dinimiz sevgiyi büyük bir kulluk görevi ve büyük bir ibadet olarak bizden istiyor. Mesela Rabbimiz’i sevmemizi, O’nun Resulü’nü sevmemizi, müminler olarak birbirimizi sevmemizi, dostlarımızı sevmemizi istiyor. O zaman, dinimizce de sevilmesi bizden istenen şeyleri sevebilmek için gönlümüzü kinden, adavetten, hasetten temizlemek, bunlar gibi kötü duyguların istilasından kurtararak sevgi potansiyelimizi açığa çıkarmak bizim önemli bir kulluk görevimiz. Yüce Kitabımız ve kutlu Peygamberimiz biz müminlere; Allah ve kulları arasında, peygamber ve ümmeti arasında, müminlerin kendi aralarında güçlü bir sevgi bağının olması gerektiğini söylüyor.

Mesela, “…Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…” (Maide, 5/54) ayeti açıkça Müminler ile yüce Rableri arasında güçlü bir sevgi bağına işaret ediyor.

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân, 3/31)

Bu ayet ise Rabbimiz’i sevmemizin imanımızın kaçınılmaz bir gereği olduğunu ifade ederken Allah’ın da kullarını sevmesini şarta bağlıyor; o da gönderdiği Resulü’ne uymak… Evet, Allah’ı sevmek iddiası Resulü’ne sevgi ve bağlılığı da zorunlu olarak gündeme getiriyor. Dolayısıyla bu ayette görüldüğü gibi Allah ve Resulü’ne sevgimiz bir vacip olarak karşımıza çıkıyor. Aşağıdaki şu hadis-i şerif ise Resule sevginin nasıllığı konusunda hem bilgilendirme hem de ciddi bir uyarı yapıyor:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben kendisine ebeveyninden, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, iman etmiş olamaz.” (Müslim)

Yine iman ile sevginin arasındaki olmazsa olmaz bağa işaret eden ve müminlerin birbirini sevmesinin imanî noktada ne kadar elzem olduğuna işaret eden bir hadis: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Müslim)

Sevgi, sevgi, sevgi… Ve sevgi işte bu kadar önemli…

Bu yüzden bayağı kabarık sayıda ayet ve hadis; Allah’ı, O’nun peygamberlerini, Ehl-i Beyt’i, müminlerin birbirlerini, eşlerini ve çocuklarını sevmelerini istiyor. 

“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 30/21) Yani, dişili erkekli yaratılma ve bu ikili arasındaki sevgi ve cazibenin varlığı bir tesadüf değil, özellikle öyle yaratıldınız, bu size ikramımız ve ihsanımız diyor ayette Rabbimiz açıkça. 

“İşte bu, Allah’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir. (Şûra, 42/23) 

Bu ayette Rabbimiz, Peygamberimiz’in yakınlarını ve özellikle Ehl-i Beytim’dir dediği torunlarını ve onların devam edip gelen neslini de yaptığı tebliğe ve ümmeti için katlandığı zorluklara karşılık müminlerden sevmelerini istiyor ve hatta Efendimiz (sav) “Sizden, bu sevgiden başka bir ücret talep etmiyorum.” da diyor.

“Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Mümtehine, 60/7)

Bu ayetin ifade ettiği dostluklar ve yakınlıklar da zaman içinde hep oluşmuştur. Birbirine düşman olan kabileler veya aralarında kan davası olan nice insanlar, mümin olduktan, Müslüman olduktan sonra içlerindeki bu düşmanlıkları atarak tarihte eşi görülmemiş dostluklar meydana getirmişlerdir. Sahabenin hayatında bu tür örnekler çoktur.

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran, 3/103) Evet, Allah’a imanın ve İslam’ı gerçek anlamda yaşamanın düşmanlıkları dostluklara çevireceğini ifade eden bir ayetle karşı karşıyayız. Peki, İslam âlemindeki bu birbiriyle acımasız savaşlar, kin ve düşmanlıklar niye o zaman? Demek ki bizler İslam’ı gerçek manada anlayamamış, içimize sindirememiş bir haldeyiz…

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât, 49/10) Bu ayette Rabbimiz müminler kardeştir buyuruyor. Kardeşliği sadece müminliğe bağlıyor… Kardeşliği ırka, soya, cinse indiren sözde Müslümanlar bu ayetin üzerinde tekrar ciddi olarak çok düşünsünler. Nitekim bu kardeşliği oturtamadığımız için kenetlenemiyoruz, kenetlenemediğimiz için de dış mihrakların piyonu olmaktan ve birbirimizle uğraşmaktan kurtulamıyoruz.

“Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” Mecliste bulunan bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi.” (Tirmizi)

Sevginin önemli bir kuralı olarak kişi kendine benzeyeni sever. Bu gerçekten hareketle Peygamberimiz’in de (sav) kendine benzeyenleri seveceği bir vakıa. Dolayısıyla bu sevgiye layık olanlar Efendimiz (sav) gibi güzel ahlaklı olanlardan olacaktır, bu kaçınılmaz bir netice. “Allahım! Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine ulaştıran ameli yapmayı isterim. Allahım! Senin sevgini, bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevgili kıl.” (Tirmizi) Sevgi ne kadar önemli bir amel ki bu duayla Efendimiz sevgiyle alakalı bütün sohbetleri bu duada bir gül demeti gibi toplamış. Sözü fazla uzatmadan bu duanın bereketinden Rabbimiz’in bizleri de faydalandırmasını dileyerek yazımıza son noktayı koyalım inşallah.

Allah’a (c.c.) emanet olun.

ŞENEL İLHAN

İslam Yobaz Zihniyeti Reddeder

Toplumda kendisinden başka kimselerle anlaşamayan tipler vardır veya yalnız aynı kendisi gibi düşünenlerle anlaşan tipler… Ne kadar mantıklı olursa olsun hiçbir yeni düşünceye açık değildirler. Balta girmemiş ormanlara benzeyen karanlık dünyalarına girip bir ışık yakmak için çabalamayın, giremezsiniz. Yani vahşi duyguları iç dünyalarına ve beyinlerine girmenize engel olur…  Ehilleştiremezsiniz bu tipleri, işiniz çok zordur. “En iyisi mi zorlamayım, ne onu ne de kendimi boş yere üzmeyeyim.” dersiniz ve sessizce onunla konuşarak anlaşmak fikrinden vazgeçersiniz.
Bu kişileri bu hale sokan sebep ne olabilir diye sorgularsanız akıl azlığı veya çok güçlü olan duygularının aklına hakim olması şeklinde bir sonuca ulaşırsınız. Neticede aklın hakimiyetini kaybettiği bir şahsiyetten bahsetmiş olursunuz.
İşte sosyal hayatımızda yobaz dediğimiz veya yobazlıkla damgaladığımız kişilere dikkat edin tam da yukarda tarif ettiğimiz gibi aklını kullanamayan veya aklını duygularına esir vermiş kişiler olduklarını görürsünüz.

Yobazlık kanserden zor bir hastalıktır. Kanserin zaman zaman iyileşeni olur, yobazın iyileşeni olmaz. 

Yobazlık ahmaklıkla kardeştir. Hz. İsa, ölüyü dirilttim ahmağı diriltemedim diye ahmaktan kaçarmış ya hani… 

Yobazın tarifini, yalnız dini taassup içindeki insanlara ait bir sıfat sanmak ise ayrı bir yobazlıktır.

Yukarıdaki tarife uyan her fikir ve düşüncenin sahibi maalesef ki yobazdır. Bu nedenle entelektüelim diye geçinen ateistler, evrim kuramı üzerinde beyinlerini kilitlemiş evrimciler, çağdaşlık diye bir fikirsizlik fikrine inanıp gayesiz yaşayanlar, İslam’a tahammül edemeyen ırkçılar vs. bunların hepsini yobazlar sınıfına dâhil edebilirsiniz.

Yobazlık, gericilikle aynı da değildir. Gericilik; geriye gitmek ve geride bıraktığımız güzel değerleri savunmak ise ben İslam gibi güzel bir değeri savunduğum için gericiliği kabul ederim. Halbuki İslam’ın da yobazları vardır; her fikrin her dinin yobazları olduğu gibi… Hem de işin garibi, İslam dini bugün maalesef ki bu kendi yobazları elinden çektiğini kimseden çekmiyor. Halbuki İslam’ın kendisi asla yobazlığa müsait değildir. Zira İslam akla, düşünceye, inceliğe, nezakete, sevgiye, hoşgörüye, affa, merhamete velhasıl her yönüyle güzel ahlaka değer veren, içtihatlarla gerektiğinde yenilenmeye ve gelişmeye kapısını kapamayan bir dindir.

• Ama yobazlar fikirlerini tartıştırmazlar, dolayısıyla aynı zamanda dogmatik ve fanatiktirler.

• Yobazlar derin düşünemeyen, incelikten, estetikten anlamayan, kaba saba adamlardır.

• Yobazlar gerçek İslam’ı değil de kendi anladıkları ve onunla bilinçsel anlamda şartlandıkları İslam’ı bilir ve bir daha da asla değişmezler. Bozuk plak gibidirler, hep aynı yerde dönerler ama ilerlediklerini sanırlar.

• Daha çok bidat ve hurafelerde takılır kalırlar; ama İslam’ı gerçekten doğru anlayıp doğru yorumlayanları da bidatçi, yenilikçi diye yaftalamaktan geri kalmazlar.

• Ortalığı kana bulayan, kafirleri bırakıp daha çok Müslüman kanı döken, İslam emirlerini uyguluyorum diye nefsinin emirlerini uygulayan, hoşgörüsüz, anlayışsız, nezaketsiz, empatisiz ve merhametsiz adamlar yobazlardan çıkar.

İslam adına ortaya çıkan ve İslam’a en çok zarar verenlere bir bakınız, işte bunlar tam bir yobaz ve bağnaz insanlar yığınıdır. Aşağıdaki hadis-i şerif bunlar için söylenmiş olmalı şüphesiz: “İlim, alimlerin kaldırılması (vefat etmeleri, Allah’ın katına alınmaları) ile ortadan kalkar. Ortalıkta hiçbir alim kalmaz, nihayet insanlar cahilleri rehber ve önder edinirler; meselelerini onlara sorarlar. Onlar ilme dayanmadan halka fetva verir, hem kendisi sapar hem de halkı saptırır.” (Buhari, Müslim)

Yobazlığın beslendiği kaynak akıl azlığı ile beraber sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük olduğu için, yobazlar içlerindeki karanlıkla İslam dininin temeli olan sevgiyi çok anlayamazlar. Bu nedenle de her türlü güzelliği, estetiği, sanatı, müziği, bilimi, neşeyi, sevinci, günah diye, yaşadıkları İslam’da asla barındırmazlar. Sevginin, estetiğin, sanatın, bilimin yasaklandığı, kadınların mahrem diye tamamen sosyal hayatın dışına itilip evlere kapatıldığı, kız çocuklarının çocukluklarını yaşayamadığı karanlık ve sıkıcı bir dünyaya “İslam sistemi” demek tam bir yobazlıktır. Aslında bu, “şeytanın insanları dinden uzaklaştırmak için ahmak Müslümanlara kurdurduğu bir tuzak” olmaya maalesef ki daha çok layıktır.

İslam dini son dindir ve tüm insanlığa geldiği için evrensel bir dindir. Dolayısıyla doğusu, batısı, dünyanın her köşesi bu dinle tanışmalı ve bu dini sevmeli, benimsemeli. Zira bu din onları yaratan tarafından gönderilmiş yaratılışımızla birebir uyumlu bir fıtrat dinidir.

Halbuki yobaz zihniyettekilerin İslamî anlayışları tek tiptir ve kendilerinden mamuldür. Kılık kıyafetleri ve görüntüleri tek tip ve itici; sanata, estetiğe, hayata bakışları hep yasaklayıcı ve reddedicidir… Ortası yok mu, yok… Onların ifrat ve tefritin ortasında düşünmeye beyinlerinde sanki hücreleri yoktur. Değişik coğrafyalardaki değişik kültürdeki kadınlar ve erkekler bu dinle tanışıp seveceklerse; asker gibi tek tip bir kadın kıyafeti ve görüntüsü yine tek tip bir erkek kıyafeti ve görüntüsünden başka bir görüntüyü İslamî kabul etmeyen bir zihniyet İslam’ı bu coğrafyalarda nasıl tanıtıp sevilen bir din haline getirecek? Gerçekten bu tür zihniyeti anlayabilenlere aşk olsun demek lazım.

İslam’da örtünme tesettür vardır, buna kimse karşı çıkamaz. Günaha girmeden ama aşırıya da kaçmadan, herkesin kendi kültürüne göre kolaylıkla uygulayabileceği ve onları sosyal hayatın dışına atmayan örtünme şekilleri olamaz mı?!… Daha açığı kadınları ve erkekleri günahtan koruyacağım diye abartmanın, bu konuda Allah’tan c.c. yani Allah’ın kitabından daha fazla titiz olmanın nasıl bir açıklaması olabilir bilmiyorum. Giyim ve kıyafetin bu kadar bollaştığı ve ucuzladığı bir dünyada hem de… Biraz daha merhametli olup geniş düşünsek düşünebilsek ve tekrarı olmayan şu imtihan aleminde insanları kırıp dökmeden, ötelemeden, en azından imanlarını kurtarsınlar diye Yunus gibi, Mevlâna gibi, sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörüyle yaklaşsak birbirimize, çok mu şey istemiş oluruz?

Ayrılıklardan, tahammülsüzlüklerden kan gölüne dönmüş İslam coğrafyasını, kafirlerin Müslüman’ı Müslüman’a kırdırarak hem para kazandıkları hem de yeni silahlarını denedikleri coğrafya olmaktan kurtarsak; birbirimizi affederek, severek, hoş görerek yaşasak kötü mü olur? İşte bu temennilerin gerçekleşebilmesinin önündeki en büyük engel önce cahilliktir ve sonra da yobaz zihniyete sahip Müslümanlar ve onlardan oluşan tehlikeli gruplardır.

Yobazlar dinde olmayan konuları var gibi veya dinde olanları yokmuş gibi gösterir, helal olan şeyleri haram kılarlar. Oysa helal ve haram bellidir, Kur’ân’da ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde bu konular gayet açık anlatılmıştır…

Evet bugün İslam’ı gerçek güzelliği ile gayrimüslimlere tanıtmak görevi büyük bir vebal olarak samimi Müslümanların üzerinde duruyor. Dolayısıyla yobazların tahribatını durdurmak, bertaraf etmek ve önlemek için onlardan daha çok çalışmak gerekiyor.

Herkesin malumudur ki, bu yüzyılın son çeyreğinde, ehl-i küfrün oyununa gelerek savaşlar çıkaran, zulüm yapan, toplu katliamlar yapan Müslüman modeli, İslam dini hakkında çok yanlış kanaatleri dünya genelinde iyice pekiştirmiştir. Yeni Müslüman adayları ise, vahşice kan döken bu yobaz zihniyeti, gerçek İslam sanıp İslam’dan korkmakta, haklı olarak ürkmektedir. Gerçek İslam ve Müslümanlık ise Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği, Peygamberimiz’in (sav) söylediği İslam’dır. Bu nedenle, sevgi dolu, sanata, estetiğe, güzelliğe, temizliğe, nezakete değer veren İslam anlayışını önce nefsimizde ve çevremizde yaşayarak göstermek sonra da anlatmak Müslümanların en önemli bir vazifesidir…

Zaman ahir zamandır, Allah kafirler istemese de nurunu tamamlayacak, gerçek İslam’ın anlaşılması ve yayılmasıyla zulüm ve gözyaşları bitecek, kardeşlik ve barış dünyaya yeniden hakim olacak, yaşlı dünyamız son günlerinde asr-ı saadet günleri gibi huzurlu bir dönemi bir kez daha yaşayacaktır inşallah…

O günleri bir an önce görmek dileğiyle Allah’a emanet olun.

Semsettin Sahin

Siretü’l Kur’an 52. Ders (K. H. Y. DEPREM ÖZEL) BÜYÜK ÇARESİZLİK

Biz kadere iman ederken aklın ve imkânın el verdiği ölçüde payımıza düşen bütün önlemleri almakla, yaptığımız her işi en iyi şekilde ve hakka riayet ederek icra etmekle yükümlüyüz; başa gelenlere sabrederken yine en doğru şekilde hareket etmek ve O’na el açıp yardım dilerken üzerimize düşenleri de yerine getirmekle mükellefiz.

DOĞAL afetler ve ölümler kaçınılmaz. Afetlere karşı direnç, ölüme kadar sağlık ve afiyet için gayret göstermek ise akla yatkın. Sadece akla mı? Yok efendim, akla yatkınsa imana da yatkındır. Ve hatta bu bir tenasüp meselesi olmayıp “teklif” meselesidir.

Yaradan, insanı aklı ve gücü nispetince “mükellef” tutmaktadır. Dünyevî imtihanlarımız içinde olagelen iniş çıkışlarda, söz ve davranış, etkileşim ve duygu kontrolü gibi pek çok insanî varış noktalarından yükümlüyüzdür. Yüce Allah’a (cc) karşı görevlerimiz ve gücümüz nispetince O’nun tarafından bize gönderilen imtihanlarımız süresince çevremize karşı sorumluluklarımız var. Amaçsızca salınan bir toz zerresi değiliz. Ki toz zerreleri bile bir amaca hizmet etmek üzere Yaradan’ın emrindedir (bakınız; toz zerreleri ile yağmur ilişkisi).   

Tabiî hayatı algılama biçimimiz de imanla doğru orantılı. Mülkün gerçek sahibini bilir ve kelâmına iman edersek, En’am Sûresi 59’uncu ayette, “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır” buyurduğuna da iman eder ve savaş sırasında yapılması gerekenleri söylerken bildirdiği üzere “Korunma tedbirlerini alın” (Nisa-71) ayetine de riayet ederiz.

Allah, iman edenlere, savaşa çıkarken gafil avlanmayacak şekilde tedbirli ve akıllı davranmaları gerektiğini öğütler. Ve hatta namaz kılınacağında belli gruplar hâlinde düzen kurulması gerektiğini söyler. Velhasıl, aklın, ilmin ve İlâhî bilginin sahibi, eşref-i mahlûkatın da akıl ve ilim üzere hareket etmesini emreder. Fakat yaprağın düşüşü de, denizlerin dibi de, yerin altındaki tek bir tane de O’nun hükmündedir. İnsan olaylar karşısında ne yaptığıyla sınanmaktadır.

Önlem almak ve aklın gereğini yapmak her şeyden önce Allah’ın kullarına yüklediği bir yükümlülüktür; fakat bu, başa gelenlerin yönünü tayin etmek üzere değil, Allah’ın rahmet ve merhametine mazhar olmak gayesiyledir. Ama İlâhî adalet ya olayların yönünü gayrete göre şekillendirir ya da başa gelenlerin içindeki hayırla ve dirayetle insanı müjdeler. Velhasıl, gayret hiçbir surette Hak katında boşa gitmez. Fakat sonuç her zaman insanın hayâl ettiği şekilde de gerçekleşmez. Sonuç ne olursa olsun, Rabbin affı, merhameti, mağfireti ve rahmeti oradadır.

Deprem gibi yıkım getiren afetler öncesinde de insanın birtakım yükümlülükleri vardır; afetin vuku bulduğu zaman diliminde ve sonrasında da insanın yapması gerekenler muhakkaktır. Bütün bunlar ölümü tehir etmek ya da Allah’ın “Ol” emrine karşı direnmek olmadığı gibi, ecel vakti gelene kadar dünya ve ahirette faydaya erişebilmek adına gayret etme gereği, O’nun emri ve yardımıyladır. Pek tabiî insan, kul sıfatıyla çevreye zarar vermemekle ve daha ziyade yaşadığı, nefes aldığı ömür mühleti boyunca fayda vererek yaşamaya çabalamakla mükelleftir. Allah’ın istediği ve emrettiği insanî yönelim her şeyi O’ndan bilerek ve “Her şey O’nundur” diyerek yaşamak, O’na kulluk ve ibadet etmek, hem de yaptığı işi en hakça ve en iyi biçimde icra etmek, çevreye, tabiata ve tüm mahlûkata fayda verecek şekilde emek vermektir. İnsan her şeyi doğru yaptığında da başına birtakım imtihanlar gelecek, fakat Allah’ın yardımı da bu imtihanlar boyunca yanında olacaktır. (İnşallah.)

Öyleyse imanın şartları içinde yer alan ve çeşitli ayet ve hadislerle sürekli altı çizilen “kadere iman” mevzuu da aynıyla vakidir. Bir müteahhidin malzemeden çalarak yaptığı binanın enkazı altında kaldığınızda, o müteahhidin dinen, ahlâken ve vicdanen suçlu olduğunu bilirsiniz fakat sizin başınıza gelende de bazen bir uyarı, bazen imtihan, bazen bir suçun ceremesi ve bazen de İlâhî rahmetin şer görünendeki hayrı yaratması olarak algılar, süreci sabır, gayret ve hak üzere tamamlaması için kalbinizi yönlendirirsiniz. Yaradan, dünyada bir suçun ceremesini verdiğinde bunun bir rahmet olduğunu akledersiniz. Çünkü O’ndan gelen her şeyde muhakkak bir hayır vardır. Belâ ve musibetlerde de…

Kaderin önümüze birtakım zorluklar çıkarması, insanı sorumluluktan berî kılmaz. İnsan her an ve her olay karşısında nasıl davrandığı ve çevreye nasıl etki ettiği bağlamında sorumludur. Çünkü insan dünyevî olaylarda ve başa gelen imtihanlarda bir yön tayin edebilecek akıl ve kudrette yaratılmıştır. Nasıl ki Yaradan kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla imtihan etmiyorsa, bu, bütün imtihanlarımızda aklı ve gücü kullanmamız gerektiğini de beyan eder. Ve her şeye rağmen akıbet yine O’nun hükmündedir. Bize düşen, her durum karşısında hakça, imana ve insana yakışır biçimde hareket etmektir.

Daha nice ayet ve hadisle desteklenebilecek bir iman düsturudur ki, biz hayır ve şerrin O’ndan geldiğine iman eder, ama her olayın iyi ya da kötü vesilelere bağlandığını bilir ve her olay öncesi, sırası ve sonrasında bize düşen bir gayretler silsilesi olduğunu da idrak ederiz. İnsanlık ve kulluk bir gayret mertebesidir. Akıbetler de O’nun hükmündedir. Cüz’î iradeye yüklenen her bir eylem ve duruş, kişinin hesaba çekileceği alandır ve bu alanda bırakın birine ya da birilerine zarar verme ihtimâlini, insanın kendine verdiği zarar bile azap sebebi olabilecektir.

Kadere iman eden insan, aynı zamanda tedbir almadığı hususlarda, sağlığına gereken özeni göstermediği durumlarda ve çevreye fayda verebilecekken pasif kaldığı hâllerde ya da elindeki imkân ve gücü zarar verecek biçimde tasarruf ettiği bütün vaziyetlerde sorumludur. Muhakkak dünya mahkemelerini teğet geçse dahi Rabbin mizanında yaptığı ve yapmadığı her şeyle karşılaşacaktır. Bu, Allah’ın vaadidir ve Rabbin vaadi asla şaşmaz.

Cüz’î irade kaza ve kader dairesi içinde insanın gücü, imkânı ve aklı nispetince, Allah’ın emirleri istikametinde yapılanlar ve yapılmayanlar için geçerli. Yine gündemimiz olan deprem üzerinden yola çıkarsak cüz’î irade yaşamayı ve ölmeyi mümkün kılamaz. Cüz’î irade depremi ya da benzer afetleri durdurup aktif edemez. İnsan kendi yaptığını zannettiği daha pek çok şeye de müstakil bir güç yetiremez; fakat bütün bunlar karşısında ne yapacağı hususunda tercih alanlarına sahiptir ve şüphesiz hesabını verecektir. Bir afette ister devlet mercileri, isterse şahıs ve kurumlar olsun, tedbir alma yolunda aklın gereğini yerine getirmeyenler nasıl ki sorguya çekileceklerse, süreçte başa gelenleri karşılarken de nasıl bir duruş sergilediğimizle imtihan olmaktayız. Depremde yara alanların imtihanı ve Allah’ın bu şerde gizlediği hayır ve rahmet birbirinden ayrıdır; depremde bizzat etki almadığı hâlde imkân nispetince nerede durduğumuz da ayrı bir imtihan ve rahmet vesilesidir.

Fayda, fayda, fayda… İnsan olmak, fayda ile yaşamak gayretini mecburî kılar. Kulluk, Allah’ın yarattığı tüm bu kâinata en ufak bir tınıdan en büyük devinime kadar, her bir temas edişte hayrı ve faydayı hedef almak gerektiğini fısıldar.

Bir bina inşâ ederken en doğru zemini etüt etmek, en doğru projeyi ve mimariyi meydana getirmek, en dayanıklı malzemeleri kullanmak ve bütün gayretini orada yaşayacak insanların ve toplumun emniyetini göz önünde bulunduracak şekilde sarf etmek imanî, İslâmî, insanî ve aklî bir gerekliliktir. Aksi düşünülemez, kabul edilemez ve hafifletilemez.

Yapılan her işte Hakk’ın rızasını gözetmek, sorumluluğumuzdur. Hakk’ın rızası da ancak helâl yollarla, alın teriyle, fayda verecek ve kimseye zarar vermeyecek şekilde icra edilen işlerle elde edilebilir. Fakat bunlar, başımıza gelen olayların, kazaların ve ölümün yönünü tayin etmez. Bunlar ancak başa gelenlerde ne kadar sorumlu olduğumuzu, kul hakkına girip girmediğimizi ve ahirette de hesaba tutulup tutulmayacağımızı vaat eder. Ve pek tabiî, işini iyi yapanlara hayırlı akıbetler yaratan Allah’ın rahmeti boldur. Halis bir niyetle gayret eden herkese iki cihanda da karşılığını misliyle verir. O Ganî’dir ve Malikü’l-Mülk’tür.

Her şeyde dengeyi bulmak elzem. Allah’ın verdiği aklı ve gücü doğru ve hayırlı istikametlere kanalize etmek gerek. Fakat bunu yaparken Küllî İradenin sahasına giren akıbetleri tayin edebileceği gafletine de düşmemek gerek. Gayret bizden, takdir Allah’tan.

Bir sırrı daha buraya yazayım: Kadere iman ve belâya sabır, pasif bir duruş değildir. Kadere iman, kişiyi yüksek bir insanî sorumluluğun tam da ortasına bırakır. O’ndan gelecek her türlü hayır ve şerde bize düşen hareket ve eylemlerin sonucundan mükellef olduğumuzu kalbe mühürler. Biz kadere iman ederken aklın ve imkânın el verdiği ölçüde payımıza düşen bütün önlemleri almakla, yaptığımız her işi en iyi şekilde ve hakka riayet ederek icra etmekle yükümlüyüz; başa gelenlere sabrederken yine en doğru şekilde hareket etmek ve O’na el açıp yardım dilerken üzerimize düşenleri de yerine getirmekle mükellefiz.

Kadere iman nasıl ki bir olay öncesinde ölçüyü adaletle tartmak, tedbiri almak ve işin hakkını vermekle birlikteyse, sabır da O’ndan aman dilerken düzelmeyi, iyileşmeyi mümkün kılacak bütün insanî adımları atmakla birliktedir. Rabbim ömür mühletinde fayda ile yaşayanlardan, işinin en iyi şekilde yapmaya gayret edenlerden, zarar değil fayda verenlerden ve tüm bunları yaparken her şeyin hükmünün de yalnız O’nda olduğuna iman edenlerden eylesin bizi. İşte denge budur!

AHSEN İLHAN

Erdemleri korumanın dört yolu vardır.

Birincisi erdemli kimselere sıkıca tutunmaktır. Zira nefsnefin hayra ulaşmış, mutlu, Allah katından olan yetkinliğine yönelip pislik cihetinden yüz çevirmesi sağlığını korumakla olur. Bu da fazilet sahipleriyle bir arada olmakla, fazilet sahipleri ve talipleri gibi örnek alacağı kimselerle iç içe bulunmakla, erdem sahiplerinden doğ­ruluk kardeşleriyle ve hakikat ehlinden iyilik dostlarıyla birlikte olmakla, bunların sözleri ve anlattıklarına kulak kesilmekle, yaşantılarına tâbi olmak ve izlerinden gitmekle mümkündür. Ve çirkin huylara sahip kötüleri dost edinmemekle, şerli ve adi kimselerden uzak durmakla olur ve özellikle eğlence, maskaralık, alaycılık ve kınayıcılık peşinde koşanlardan sakınmak, böyleleriyle arkadaşlıktan kaçınmak, âdet ve hayat tarzlarından uzak dur­mak, hafif meşrep ve kaba sözlerine kulak vermemek, onların bâtıl ve kaba saba işlerini örnek almamakla mümkündür. Zira dostluğun güçlü bir etkisi vardır, arkadaşlığın insanı değiştirme gücü de olağanüstüdür.

Kötülük ehli üç sınıf olunca müellif de bunları zikretti, tavsiye yoluyla onlarla arkadaşlıktan sakındırdı ve dedi ki; bir fazileti edinen kimse duyula­ra hoş gelen boş işlere, insan doğasının hazlarından olan mizaha ve nefsin rağbet ettiği şeylerden olan tartışmaya girişmekten sakınmalıdır. Zira bu tür şeyler, erdemli yaşayan bir kimseyi saptırabiliyor ve kemâl sahibi bir âlimi yanlış yola sürükleyebiliyorsa yetişme çağındaki gençlere ve doğru yolu ara­yan delikanlılara nasıl etki etmesin? Bu durumun sebebi nefsin bedende var olduğu ilk aşama ve meydana geldiği ilk andan beri cismanî hazlara ve bedenî rahatlıklara alışkın olmasıdır.

Durum böyle olunca kişi, nefsini rahatlatmak adına dostlarıyla birarada ve içiçe iken tattığı neşe ve şen olma hali ile yetin­melidir, arkadaşlarıyla şakalaşırken ve latife yaparken mizahı ve sözü tadında bırakmalıdır. Zira açılmanın iki ucu vardır. İfrat tarafı, hayâsızlık ve günah­kârlık, tefrit tarafı ise soğukluk ve somurtkanlıktır. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: ‘‘Zaman zaman kalpleri dinlendiriniz?(Kuzai,Müsnedüş Şihab,1,393) 

Erdemleri koruma yollarının İkincisi müellifin şu sözüdür: Nefsin düşünceye alışması için kişi, zihnini öğreterek ve öğrenerek ilmî ödevlerle ve kendisini bir başına fikrî ödevlerle çalıştırsın, fakat yücelik âlemine karşı kibirli davranmasın ve bilgisi nefsin ihmali ve gevşekliğine de yol aç­masın, ilimlerdeki pratiği ve becerisi, daimî tefekkür ve düşünceden, sürekli araştırma ve tekrardan onu alıkoymasın. Çünkü bu en büyük afetlerden ve en kötü kusurlardandır.

Nefsin bu eğitimi ancak ilimle ilgili şu üç şeyin hatırda olmasıyla gerçekleşir ki, müellif bunu telkin etti ve dedi ki: Onun, yani ilmin her iki cihandaki yüceliğini düşünsün, bu, bilgiyle edinilen şey­lerin üstünlüğü ve onun getirilerinin eşsizliğindendir ve nefs için bunlarda büyük bir haz ve şevk vardır. Bundan dolayıdır ki nefs bunlarla olabildiğince mutlu olur, onları elde etmeye yönelir ve tamamına ulaşmaya istek duyar. Ve onun daimiliğini, yani nefs var oldukça bilginin neticeleriyle birlikte sürekli olduğunu düşünsün.

Bu, güneşin varlığıyla onun ışığının varlığının devam etmesi gibidir, hatta böylece kişi ebedî hoşnutluk ile baki olmaya ve sonsuz afiyetteki bir hayatın sürekliliğine nail olur. Ve yine kişi onun, yani nefsin duruluğunu düşünsün ki böylelikle nefs bilgi sayesinde, varlığın hakikatini bilme hususunda gerçek Bir’e benzesin: “Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur’ (Nûr, 24/40).

Ehl-i dünyanın başına gelen birçok musibete karşın önemi olmayan değersiz şeylere nasıl canla başla sarıldığını, kayba uğrama ve elden çıkmanın süratle gelmesine rağmen yorucu ve meşakkatli şeyleri elde etmeye nasıl katlandığını, daimî bir esenliği olduğu halde âhiretteki büyük karşılıktan nasıl geri durduğunu ve zahmetinin azlığına ve lezzetinin daimiliğine kar­şın bundan nasıl yüz çevirdiğini kınasın. Ayrıca Allah’ın Kârûn hakkındaki şu sözünü ve benzerlerini düşünsün: “Derken, Kârûn, ihtişamı içinde kav- minin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: Keşke Kârûna verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı dediler. Kendilerine ilim veril­miş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! iman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir (Kasas, 28/79-80).

Hz. Ali’nin bu meyandaki şu sözünü ve benzerlerini de hatırında tutsun: “Biz Cebbâr olan Allah’ın halikımızdaki taksimine boyun eğdik ki bu, bize ilim, düşmanlara da maldır. Esasen mal kısa sürede elden gider, ilim ise baki olup zevale uğramaz.” Bundan başka şöyle diyerek nefsini kınamak, onu öğüt ve tekdir ile uyarmak hususunda azami gayretin olsun: Ey miskin nefs! Taş parçaları ve çer çöp için vahlanan kimseye bir bak ve bunlar için onlarla nasıl yarıştığına, nasıl hamiyete kapıldığına da bir bak! Zannediyorsun ki onlar ebedî nimetlerdir.

Ey bedbaht, sana yazıklar olsun! Sana Allâm ve Melik olan Allah’ın elinden nimetler bahşedilmişken, hayvan gübrelerindeki pisliklere mi rağbet ediyorsun? Yüceler yücesi olan Cebbâr’ın hilati ile şereflenmişken bu paçavraların peşine mi düşüyorsun? Kuddûs ve Selâm olan Allah’ın dostluğu sana lutfedilmişken alçak ve adilerle yakınlığı mı arzuluyorsun? Kahrolası alçak arzular, yok olası köpeksi mizaç!.

Erdemleri koruma sebeplerinin üçüncü çeşidi, müellifin şu ifadesidir: Arkadaşlarını, kusurundan dolayı kendisini ikaz eden doğru kimselerden seçmelidir.

Zira arkadaş, sırların mahzeni ve kusurları gizleyen bir heybe gibi­dir. Çünkü ayıplar, sahibine görünmez ve zihni onlara kapalıdır, arkadaş ise ki­şiye görünmeyen kusurlarına muttali olmasını sağlar. Nefsin nice ayıpları vardır ki sahibi onlara karşı güven içindedir. Bazı küçük hataları arkadaşının önünde izhâr süretiyle onu denemesi lazım gelir, eğer dostunun bunları kendisine açıklama hususunda gevşekliğini ferkederse yapması gereken, ondan uzak durmaktır.

Şayet kişi, dostunun kardeşlik anlayışını abartıp sıkımı ve cefaya düşeceği sebebiyle ayıbını kendinden gizlediğini farkederse, bundan dolayı dost nu azarlar ve onunla ilişkisini kesmekle tehdit eder. Çünkü ayıbı dosta söylememek hıyanet ve ikiyüzlülüğe benzer ve kişinin buna razı olmaması gerekir. Ayıpları söyleyen dostlar kibrit-i ahmerden daha değerlidir, hatta anka kuşu kabilindendir. Ve bundan dolayı kişi düşmanlarının kendisi hakkındaki gizlilikleri ortaya dökecek sözlerini araştırmalıdır. Zira düş­manları ve öç almak isteyenler gibi onun sürçme ve ayıplarına hiç kimse muttali olamaz ve onun kötülüklerini onlardan daha iyi kimse bilemez.

Ve ondan, yani düşmanından kusurlarını öğrenmelidir ki onları terkedebilsin. Çünkü düşmanlar kusuru gizlemez, hatta onda kusurdan baş­ka bir şey bulmaz. Kişinin kötü şeyleri ortaya çıktığında her gün iyilikler ve kötülüklerin muhasebesini yaparak nefsini bunlardan kurtarmak ister. Böylece nefs ayıplama ve kınama ile bunlara karşı koyar, tevbe eder, kendini iyiliklere ve bütünüyle bunların izinden kurtulmaya yöneltir. Eğer bu mümkün olmaz ise insanların ayıplarına bakar ve tiksindiği ve nefret duyduğu için onlardan kaçınır ve bahşettiği şeylere karşılık Allah’a şükreder.

 Erdemleri koruma sebeplerinin dördüncü çeşidi müellifin şu ifa­desidir: Nefsinde bir gevşeklik görürse, yani kötülükleri kökünden sökme ve onlardan kurtulma sırasında nefsinde bir tembellik ve gevşeklik sezin­lerse katı riyazetlerle onu itaat eder hale getirmelidir

Yani nefse ağır gelen bir şekilde onu eğitmeli, sert ve ağır şeylerle onu kontrol altına alma­lıdır. Bunun sonucunda nefs Allah’ın tevfiki ve yardımı, iyiye yöneltmesi ve korumasıyla cismanî kirlerden arınarak mutlu olur ki bu şekilde boyun eğsin ve erdemlerle süslenme ve reziletlerden kaçınma çabasında, alıştığı rahat ve gevşekliği terkedebilsin. Müellif, faziletlerin korunmasının yollarını açıkladıktan sonra psi­kolojik hastalıklar olan reziletlerden kurtulma yolunu izah etmeye başladı ve şöyle dedi: Nefsinde psikolojik bir hastalık oluşan kişinin bunu bil­mesinin yolu, bu huyun kendisine zıddından daha kolay ve daha haz verici gelmesidir. Böylece onu dört şeyi işlemek suretiyle tedavi etsin. Tıpkı be­denin tedavisinde gereğini yapanların, hastalığı zıddıyla gidermesi ve onun da yolunun dört olması gibi. Bunlar, eğer mümkünse şifalı bir gıda, bu iyi gelmezse besleyici ya da mutlak mânâda ilaç, bu da fayda vermezse panzehir, eğer bununla da temizlenmiyorsa tedavi dağlama ya da kesmedir. Bunun gibi ruhânî hastalığı tedavide ilk olarak, cimriliğin, karşıtı olan cömertlikle tedavi edilmesi gibi, nefiste meydana gelmiş reziletin karşıtı olan fazileti işlesin.

Böylelikle nefs o faziletin karşıtı olan rezilet ortadan kalkıncaya dek onu işlemek süretiyle alışkanlık haline getirir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İyilikler kötülükleri (günahları) giderir’’ (Hûd, 11/114). Bu, bedenin gıdayla tedavi edilmesinin ruhun tedavisindeki karşılığıdır. Sonra İkincisi, müellifin şu sözüyle işaret ettiği gibi sert davranarak tedavi etme­ye çalışsın ki bu, eğer bir reziletin karşıtını işlemek fayda vermezse nefsin bu rezileti terk etmeye zorlanması ve yanı sıra gizli ve açıktan kınanma ve ayıplanmasıdır.

Bu, ilaçla tedavinin karşılığıdır. Üçüncüsüne yazar şu sözüyle işaret etmiştir: Sonra kökleşmiş olan reziletin karşıtı olan erdemi işlemek ve kökleşmiş rezileti terk etmesi için zor kullanmak fayda vermediğinde nefste kökleşmiş olan reziletin karşısında bulunan rezileti işlesin. Mesela cimrilik ortadan kaldırtmak istendiğinde ve bu, cömertlik yapmak ve nefsin cimriliğinin kınanması ile mümkün olmadığında, cimriliği yok etmek için nefsin israfa yöneltilmesi ve harcamayı alışkanlık haline getirmek suretiyle bu huyunu bırakması gerekir, zira bu durumda cömertliği tercih etmek nefse daha kolay gelir. Ancak bir rezilet, kökleşmiş olan reziletin ortadan kaldırılmasına yarayıncaya kadar işlenmelidir, aksi takdirde o da yerleşik bir rezilet olur ve kişi bir vartadan kaçıp diğerine düşer. Buna müellifin şu sözü işaret eder: Ancak o tedaviyi yapan karşıt rezileti işlerken tedavinin sınırına riayet etsin ki nefs faziletin diğer aşırı ucuna geçmesin. Nitekim mezkûr örnekten bunu anlamışsındır. İşte bu da panzehirle tedavinin mukabilidir.

Dördüncüsü müellifin şu sözüyle dile getirdiğidir: Sonra rezilet nefste kök­leşmişse, ortadan kaldırılması güçleşmiş ve söz konusu ilaçlar da yeterli gel­miyorsa tedavi için nihayet daha çetin egzersizleri yapsın. Bu durumda kişinin, adaklarda bulunup onlara riayet etmeye ve bir daha dönmesi ha­linde yapılması güç vaadlerde bulunma vb. sıkı uygulamalarla kendini yü­kümlü tutma gibi daha zor ilaçlara ve meşakkatli eğitimlere ihtiyacı vardır. Böylece nefs bunlar içinden en kolay olanı güzellik ve kolaylıkla benimser ve ona uyar. Bu da dağlama ya da kesme ile tedavinin mukabilidir. Denilmiştir ki, tedavide en son çare dağlamadır.

Bilmelisin ki müellif hastalık cinslerini ve tedavilerin kuralını tü­mel bir şekilde anlattıktan sonra hastalık cinslerinin en kötü ve en ifsad edici türlerini anlatmaya koyuldu. Her ne kadar yukarıda anlatılanlar, düşünen kimse için yeterli olsa da müellif o üst hastalıkların akıllara yerleşmesi ve geride kalanların onlarla nasıl mukayese edileceğinin bilinmesi için o hasta­lıkları tikel bir surette ele aldı ve dedi ki: Çokça vuku bulan ve meşakkadi olan tâli hastalıkları da tedavileriyle beraber zikredelim ki böylece geride kalanların tedavileri bunlarla kıyaslansın.

Bilmelisin ki nefsanî hastalıklar kökenleri itibariyle üç türdür. Şöy­le ki, bunlar ya düşünce gücünden ya öfke gücünden ya da arzu gücünden kaynaklanır. Düşünce gücünden kaynaklananlar üçtür. îlki, kafa karışıklı­ğıdır. Bu, düşünce gücünün ifratı kabilindendir. Nitekim düşünme gücü­nün tefriti de yalın cehalet ve bu gücün nitelik yönünden sapması ise birleşik cehalettir. Bu hastalığın sebebi ince meseleler ve müşkil problemlere dair delillerin çatışmasıdır.

Bu, vehmin akla musallat olduğu ve akla boyun eğ­mediği durumda olur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar’ ’ (Bakara, 2/15). Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalp­ler kör olur ’ (Hac, 22/46). Tedavisi ise mantık ve münazara gibi aklı kanun­ların temrinidir. Bu, başta ihmal ettiği şartları kavrayarak hatanın kaynağına muttali olmasını sağlar.

Denilmiştir ki, bunun tedavisi, öncelikle aldı kabul et­mek zorunda bırakan matemetiksel kurallarla kontrol altına almak ve şu ilksel önermeyi hatırlamaktır: “ Olumsuzlama ve olumlama, bir arada bulanmaz ve birlikte yok olmaz.” Bu önerme genel olarak iki taraftan birinin doğruluğuna ve diğerinin de yanlışlığına inanmasını temin eder.

Sonra ikinci olarak, iki husustan biri hakkında zihin karışıklığı yaşayan bir kimsenin bunlardan birinin doğruluğuna muttali olabilmesi için mantığın kanunlarını gözetmesi gelir. Sonra üçüncü olarak sofistik delillerin kullanılması gelir. Zira bunların özellikle bu bağlamda çok büyük bir faydası vardır. Çünkü geçersiz tarafın delilinin yanlışlığı bunlarla bilinir. Dördüncü olarak da iki delilde kullanılan öncüller tahkik edilir ve ayrıca sûrî ve maddî durumları da incelenir ve nihayet Allah’ın yardımıyla yanlıştan kurtulmak mümkün olur.

Düşünce gücünün hastalıklarının İkincisi yalın cehalettir. Bu,  kişinin bilme özelliğine sahip olduğu bir şeyi bilmemesidir ve tefrit kabilindendir. Cehalet evvelemirde yerilen bir şey değildir, zira öğrenmenin şartı bilgisiz olmaktır, lâkin cehaletin kalıcı olması helak edici bir hasta­lıktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir’’ (Enfâl, 8/22). Bir başka yerde şöyle buyurur: “O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar” (Yûnus, 10/100).

Bu hastalığın sebebi duyusal arzulara düşkünlük ve hayvani hazlara bağımlı olmaktır. Ve bunun ehli, yani yalın cehaletle nitelenenler, insanı diğerlerinden, yani hayvandan farklı kılan şeyi ki o da ilimdir, kaybetmiş olması sebebiyle hayvanlar gibidir. Zira insanın üstünlüğü düşünmesidir ve düşünmenin üstünlüğü, onun sonuçlarıyla, yani ilim iledir.

Düşünce gücünün hastalıklarının üçüncüsü olan katmerli cehalet kişinin bilgili olduğuna inandığı halde bilgiden yoksun olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz’’ (Bakara, 2/80). Bu, en kötü hastalık tiplerdendir ve bu hastalığa düşenin şifa bulması nadiren umulur. Öyle ki nefis ve ruh hekimleri bunu tedavi etmekten aciz kalmıştır. Çünkü böyle biri kendisinin bilgili olduğuna dair kesin inancı sebebiyle bilgisiz olduğunun farkına varamaz, bunun farkına varmayınca da bilgi elde etmeye yönelik bir isteği olmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar ’ (Yasin, 36/10).

Düşünce gücünden ortaya çıkan üç hastalık ve bunların tedavi edilme yolunu anladığına göre bilmelisin ki itme [öfke] gücünden mey­dana gelen hastalıklar da üç tanedir. Bunlar öfke taşkınlığı, ödleklik ve korkaklıktır, öfke taşkınlığı, intikam almaya karşı duyduğu arzuyla nef­sin şiddetli bir şekilde harekete geçmesidir ve bu sahibini neredeyse he­lak eden aşağılık bir hastalıktır. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:

En şerliniz çabuk öfkelenen ve geç sakinleşendir’'(Elbani,Merfua,Sünneti-t Tirmizi,,syf;347-248) Bazı âlimler de şöyle demiştir: Kasırganın çıktığı vakitte engin bir denizin ortasında yüksek dağ­ları aşan devasa dalgalara yakalanan kimse, benim nezdimde, öfkeye kapı­landan daha güvendedir, çünkü denizcinin çaresi fayda verebilir ama öfkeye kapılan nezdinde yakarma ve yalvarma fayda vermez.” Bu bağlamda deriz ki öfke taşkınlığı, sebeplerinin ortadan kaldırılmasıyla tedavi edilir. Zira sonucun ortadan kaldırılmasının çaresi sebeplerin ortadan kaldırılmasıdır, öfke taşkınlığının da sebepleri çoktur, ancak en bilinen ve en yaygın olan­ları on tanedir..

Bunlar, yani bu sebeplerin ilki, kendini beğenmedir. Bu, bir kişi­nin kendinde olmayan bir meziyete sahip olduğunu sanmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir” (Furkân, 25/21). Hz. Ali (r.a.) de şöyle der: “Kişinin kendini beğenmesi aklın haset sebeplerinden biridir.” Yine o der ki “Kendini beğenmeden daha vahşi bir yalnızlık yoktur.”

Ve öfke sebeplerinin İkincisi büyüklük taslamadır ki bu, kendini beğenmeye yakındır, ancak kendini beğenen kimse insanlara yalan söyler, bü­yüklük taslayan ise insanlara büyüklük taslayıp kendisinde olmayan bir şeyin var olduğunu hayal ettirerek onlara yalan söyler, ama kendisinde bu zan yok­tur. Müellif şu sözüyle kendini beğenme ve büyüklük taslamanın tedavisine işaret etti. Ve bunların, yani kendini beğenme ve büyüklük taslamanın idrar mahallinden iki kere yani cinsel ilişki esnasında babadan, sonra da doğum esnasında anneden geçen kişiden sadır olması alışılmadık şeylerdendir, yani hayret edilesi tuhaf bir şeydir. Bu sözün özü, kişinin oluşumunun ilk hallerini ve yaratılma aşamalarını tefekkür etmesidir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakdan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parça­sından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık’’ (Hac, 22/5). Yine Allah şöyle buyurur: “Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mü­hürler’’ (Mümin, 40/35). 

Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Size cehennem ehlini haber vere­yim mi? Onlar, kaba, cimri ve kibirli kimselerdir’’(Buhari,Edeb,61)Hz. Ali’nin sözlerinden biri de şudur; Büyüklük (adayana hayret ediyorum. Hâlbuki o dün bir su idi,yarın da ceset olacak.” Şu sözü söyleyen de bunu ondan almıştır:

“Başlangıcın kirli bir su,

Sonun bozulmuş bir ceset

ve bu ikisinin arasında da pislik hamalısın.”

Ki o yarın ölüdür, yani ölecektir. Ölü ifadesi ile mutlaka vuku bulacak olan şeyin gerçekleşmesine işaret edilmiştir. Bunun yarın ile kayıtlanması ise gelecek olan her şeyin yakın olduğuna dikkat çekmek içindir. Ve ayrıca insan, doğası gereği sosyal bir varlık olduğundan hayat ve ölüm durumlarında diğer insanlara ihtiyaç duyar. Zira dünya geçimi ve âhirete dair işler için aramızda bir diğerine ihtiyaç duymayan bir tek fert yoktur. Ve yetkinliği başka bir şey ile olan her şey özü bakımından eksiktir. Yetkinlğinin başkası sayesinde olduğunu bilince, bu başkasının kendisinden daha üstün olduğunu da görür.

Kişi bu gözle bakar ve insafla düşünürse her bir fertte ve hatta her bir şeyde kendisinde olmayan ve ortaklıktan hiç de daha az olmayan bir üstünlük bulur. Böylece sonunda noksanlarına vâkıf olur ve bu amansız hastalıktan beri olur. Netice olarak söz konusu hastalığın  ilacı, bahsedilen hususlar, yani başlangıç, dünya hayatı ve sonrası hakkında tefekkür etmektir ki, bu da akıl erbabı için aşikardır.

Öfke sebeplerinin üçüncüsü olan övünme, zevâl ve afete maruz kalan mal, şöhret ve makam gibi kişinin kendisi dışındaki şeylerle guru­ra kapılmadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Çokluk kuruntusu sizi o derece 25 oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz’’ (Tekâsür, 102/1-2). Hz. Peygam­ber (a.s.) ise şöyle buyurur: “Soylarınızla değil, amellerinizle bana gelin.’’(Yakubi,Tahir-ul Yakubi,2,110)

Müellif, övünme tedavi edilmeye ikisinden, yani kendini beğenme ve büyüklenmeden daha uzaktır sözüyle bunun tedavisine işaret etmiştir. Çünkü övünme başkasının üstünlüğü ile olur ve o başkasının üstünlüğü övünene intikal etmez, aksine başkasında kalır. Bu üstünlük o başka kişiden soyutlansa bile bu kişi onunla ne süslenmiş ne de güzelleşmiş olur.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. An­cak Allaha temiz bir kalp ile gelenler (o günde fayda bulur’’(Şüarâ, 26/88- 89). Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.” (Müminûn,101). Kişi itibarının azlığını, tanınmadığı bir yere gidince bilir. Yani onun söylediği sözün doğruluk ölçütü şudur: O, vatanından uzaklaştığı ve yaşadığı yerden ayrıldığında o süsten de uzakta kalır.

Yine soyundan uzakta olup ayrı kaldığı ve varlığını onunla birlikte sürdürmediğinde onun soyu bilinmez. Çünkü mallar gasbedilip yağmalanmış ve selefler yasaklanıp inkar  edilmiştir. Babasının hayatta olduğu varsayılsa bile onun fazileti kendisine aittir ve bu kişiye geçmez. Şair şöyle demiştir:

“Çürümüş kemiklerle övünülmez

Övünme arzu eden kişi için iftihar ancak kendiyle olur.”

[Öfke taşkınlığına yol açan diğer sebepler] dördüncü olarak didişme ve beşinci olarak çekişmedir. Bu iki şey âlemdeki düzeni bozar.

Zira ülfet olmadan düzen olmaz. Bu iki şeyden, ülfeti ortadan kaldıran nefret ve kin doğar ve bunlar tam anlamıyla düzeni bozar. Bu iki özelliğin olduğu kişi, insanların en aşağılık mertebesinde ve en adisi konumundadır. Şunu bil ki didişme, cüz’î bir maslahata riayet etmekten doğan hasımlaşma 20 halidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Küfredenler, (iddia ettiklerinin) aksine bir gurur ve tefrika içindedirler” (Sâd, 38/2).

Bunun sebebi nefsin bedenî faydalara ve haricî mutluluklara olan güçlü bağıdır. Zira insanla­rın çoğu dünyevî hayatın arzularına aşırı bağlı ve duyusal hazlara çokça tutkulu olduğundan, kendilerine fayda veren şeylere kapılır ve kendilerine zarar verecek şeyleri uzaklaştırmak ister.

Eğer bir şeyde faydaları var­sa bunun başkalarına zarar vermesine bakmazlar ki bu, onların düşünce eksikliğindendir. Bunun tedavisi nefsin büyük gayeleri idrak etmeye ve umumî faydaları tasavvur etmeye yönelmesidir. Böylelikle himmet yüce­lir, gam zâil olur ve [nefs] bedenî engellerden ve vehmî kirlerden arınmış olur- Bunun sağladığı fayda, kendi menfaatini başkasının menfaatinde ve  kendi zararını başkasının zararında gördüğü bir olma ilkesine ulaşmaktır. Zira hepsi, birlik gözüyle birdir. Bu durumda bir şeyi kendine hasretme sevdası kişiden ayrılır. Çokluğun temeli tikel ve duyusal düşünce olduğu gibi,birliğin nefste ortaya çıkmasının kaynağı da tümel ve akli düşüncedir.

Çekişmeye gelince bu, üstünlük arzusu ve otorite kurma isteğinden doğan dik kafalılık halidir. Bu, didişmeye yakın bir haldir fakat ondan daha adi bir durumdur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin çekişiyorsunuz’’ (Âl-i imrân, 3/66). Bunun tedavisi kendini beğenme ve tartışma konusunda geçti. Nice toplumlar vardır ki çekişme onların bütün­lüğünü parçalamış ve bağlarını koparmıştır. Bu hastalık, gerçekte Allaha düşmanlık ve O’nun hikmetine karşı durmaktır. Zira bu, ayrışmayı doğurur ve kaynaşmayı ortadan kaldırır. Allah’ın inayeti ise uyum içinde olmayı ve düzeni korumayı gerektirir.

[Öfke taşkınlığına yol açan diğer sebepler] altıncı olarak şaka­cılık ve yedinci olarak alaycılıktır. Şakacılığın ne olduğu bellidir, alaycılık ise insanları hafife almak ve onlarla eğlenmektir. Az bir faydası olsa da bu ikisi üç şey ile neticelenir. Bunların ilki güzelliği yok eder. Zira birçok şaka kişinin kardeşinin onurunu rencide eder ve nice eğlenceli şey vakarını ze­deler.

Bilmelisin ki, alaycılıkla düşük geçim yollarına tevessül edilebilir, bu nedenle izzet-i nefsine düşkün kimse bunları reddeder, çünkü bu, akıl hafifliğinden ve kişinin kendisine yeterince değer vermemesinden ileri gelir. Allah Teâlâ Hz. Musa’nın cevaben söylediği sözü hikaye ederek şöyle buyurur: “Bizimle alay mı ediyorsun? de­mişlerdi. O da: Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım, demişti” (Bakara, 2/67).

Allah Tealâ şöyle buyurur: Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler” (Hucurât, 49/11). Bunun tedavisi, insanın kişiliğin değerini görmesi için kişilik onuru ve de­ğerini araştırıp soruşturması, onurlu insanların davranışlarına tutunması ve hakiki ilimleri öğrenmesidir. Zira bunlar kişiye ciddiyet kazandırır, kişiliğin önemi ve etkisini ortaya çıkarır.

Sekizinci sebep hainliktir, bu, insanların mal, namus ve makam gibi masla­hatlarını hedef alan sahtekârlıktır. Allah Tealâ müşriklerin zemmi hususun­da şöyle buyurmuştur: “Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir” (Tevbe, 9/10). Hz. Peygamber de (a.s.) şöyle buyurur: “Emaneti olmayanın imanı yoktur, ahdine riâyet etme­yenin de dini yoktur.’’(Hanbel,Müsned,XIX,376)

 Dokuzuncusu haksızlıktır, bu, öç alma maksadıyla bir başkasına eziyet etmedir ve zulüm kabilindendir. Allah ise zulmedenleri sevmez. Bilmelisin ki zulmün sonu vahimdir ve onu işleyen çirkindir. Zira bu ön­celikle peygamberlik derecesinden düşürür. Şöyle ki, Allah Teâlâ, “Ahdim zalimlere ermez’’ (Bakara, 2/124) buyurdu. İkinci olarak velayet derecesin­den düşürür. “Bilin ki, Allahın lâneti zalimlerin üzerinedir’’ (Hûd, 11/18). Üçüncü olarak hükümdarlık derecesinden düşürür, “bir zaman sonra olsa bile zalimin ocağı yıkılır”.

u iki­si, yani hainlik ve haksızlık, dünya metaı sebebiyle olur, yani bu ikisinin ilacı bunlar ile elde edilecek olan şeyin değersiz olduğunu düşünmektir. Zira bu ikisinin nihaî amacı ve en büyük semeresi dünyalık şeylerdir. Bu da önemsiz bir şeydir: “Ve âhiret Allaha karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır.’’ (Nisa, 4/77). Şüphesiz ki her bir kimsenin isteği âhirete nispetle azın da azıdır ve bu da en büyük kötülüklere götürür. Bu, hainliğin kökeninde dünya sevgisi olmasındandır, öyle ki böyle bir kimse dünyayı arkadaşına tercih eder.

Dünya değişme ve son bulma yeri olmakla birlikte böylesi bir şey, hıyanet çeşitlerinin en adisidir. Dünya sevgisi her tehlikenin başıdır, kişinin dünyayı daima yardımlaştığı ve dayanıştığı kardeşleri ve dostlarına tercih etmesi hoş değildir ki bu, geçici olanın kalıcı olanla yer değiştirilmesidir.

Bu da en büyük kötülüklerden biridir, ikisinden birini tercih halinde dünya malını dostuna tercih edenin dostlukla bir alakası yok­tur, onun arkadaşlıktan nasibi de olmaz, aksine o düzenbaz ve iki yüzlüler grubundandır. Haksızlık yapan kimsenin kendisine bir faydası olmasa da insanlara eziyet vermekten keyif alması mümkündür. Onun böyle olmasının kalbinin katılığından kaynaklandığı aşikardır, böylelikle yaptığının vebalini tadacaktır.

Bundan daha büyük bir kötülük olabilir mi? Ancak kişinin bu işi terketmesinin dinî bakımdan ya da dünyalık olarak büyük bir zarara yol açması müstesnadır. Kişi eğer hainlik ve haksızlığın çirkinliğini öğrenmek isterse bu kötülüğü yani bu iki vasıftan birinin bir başkasından kendi başına gelebileceğini düşünsün ki bunun nasıl bir çirkinlik olduğunu anlayabilsin. Umulur ki farkına varır ve ders çıkarır da öğüt ona fayda verir.

Öfke taşkınlığının sebeplerinin onuncusu insanların yarış yaptığı pahalı cevherleri ya da çok kıymetli türden şeyleri elde etme is­teğidir. Bu, dünyanın süslerini gereğinden büyük görmekten kaynaklanır. Bu da nefsin kalıcı cevherlere yönelmemiş olmasındandır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz (Yûnus, 10/24).

Bunun tedavisi dünyalıkların faydaları ve getirileri üzerinde tefekkür et­mektir ve bunları elde etme gayreti ile bunlardan faydalanırken başlarına gelebilecek afetlerden onları koruma çabasında dengeli olmaktadır.

Müellif şu sözüyle de buna işaret etmiştir: İfade edildiği üzere bunlar değersiz ve önemsiz olmasının yanı sıra düşmanlığı ve düşmanların hile yapmaya olan isteklerini çoğaltır. Bunu yapan kimse, kıymetli ömrünü ve asla bedel ölçülemeyen vaktini, düşmanlarını ve hasetçilerini artıracak bir şeye harcar, ömrü çekilmez olur, zamanı sıkıcılaşır. Ayrıca oluş ve bozuluşun doğası, onun hallerini, görüntüsünü ve güzelliğini değiştirir ve böylece letafeti gi­der ve işin sonu, onun yok olmasına varır. Böyle bir şey için çabalayan esasen hayatını zorlaştırmaya, ömrünü ziyan etmeye ve helakine yol açacak sebepleri hazırlamaya çalışır.

Yine bu değersiz şeyler ihtiyaç anında sahibi­ne yardım sağlayacak bir fayda da vermez. Çünkü bunlar cansız şeyler hük­mündedir. Bunlar seni terketmedikçe hayatından bir tat alamazsın, zihnin bulanıklıktan kurtulmaz, bunlar seni yoksunluk durumundan kurtarmaz, ihtiyaç zamanında sana bir fayda vermez. Çünkü insanların çoğunun bu tür şeylerdeki arzuları gevşektir. Bunlar gaspedilmekten uzak ve ele geçir­mek isteyenlerin tuzağından beri olup sende kalsalar bile sen onlar için kalıcı değilsin. Aksine sen, sonunda onları vârisine bırakırsın. Denilmiştir ki, “Cimrinin malını ya âfete veya vârise müjdele.” Aklı olan bir kimsenin bu engelleri düşündüğünde tasa ve kaygıyı, bunları zor ve baskıyla bırakana terketmesi umulur.

Duygu kabarmasından sonra ortaya çıkan öfkeye gelince, onun giderilmesi ve tedavisi zordur. Çünkü karanlık bir duman aklı örter. Bu, kanın kaynamasının sebebidir. Bu durumda kanın kaynamasıyla yoğun bir buhar yükselir ve beyne çı­kar. Bu neredeyse aklın ve ruhun yerinden gitmesine yol açar ve bir mani olarak ikisiyle amaçlarının arasına girer. Şüphesiz bu dünyada hakimiyeti kaybedip şeytanın ordularına yenik düşmekten daha zor bir şey yoktur.

Bununla birlikte ne güzel ifade edilmiştir: “öfkeli öfkelendiği esnada taşkın durumdadır; belki deliliğin çaresi vardır ama onun çaresi yoktur.” Bu sözün benzeri daha önce bazı bilginlerden aktarılmıştı. Müellif şu sözüyle buna işaret etmiştir: öfkeye yakın her kimse, öfkenin yakıtı gibidir, onu besler, bitirmez, devam ettirir, söndürmez. Onun, yani öfke içinde olan birinin öfkesinin yatıştırılması ve ateşinin söndürülmesi için durumunu değişti­rilmesi faydalıdır. Mesela elbisesini daha hafif ve rahatıyla değiştirmesi gibi. Soğuk su içilmesi faydalıdır. Çünkü öfke kanın ısınmasıyla oluşur.

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “ öfke şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söner; öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın.”(Ebu Davud,Edep,3) Bunu Atıyye b. Urve es-Sa‘dî (r.a.) rivayet etmiştir. Ve uyumak da faydalıdır. Zira Hz. Peygamber (a.s.) “Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun, öfkesi geçerse ne âlâ, geçmezse yatsın’’(Ebu Davud,Edeb,3) buyurmuş­tur. Bunu da Ebû Zer el-Gıfârî (r.a.) rivayet etmiştir.

Öfke şehevî lezzet engellendiğinde de vuku bulur. Çünkü meni kanalları dolduğunda ve enerjisi beyne gittiğinde bundan ya aşk ya da cinnet hali doğar, her iki­si de öfkeyi meydana getirir. Bazen öfke oburluktan doğar. Çünkü obur, arzuladığı şeyden alıkonduğunda öfke duygusu onda baskın olur ve bundan alıkoyana saldırır. Öfke gücü nitelik bakımından da sapabilir ve hatta bu, hayvanlara ve bulut, yağmur gibi cansız varlıklara sövmeye kadar varır, hatta ölülere bile sövülür.

Böyle bir kimse kap kacak ve alet edevatı kırarak, hayvanlar ve ölülere vurarak çare aramaya koyulur. Bir başkasının bu tür öfke kaynaklı fiillerinin görülmesi ve zemmedilmesi bunların çir­kinliğine karşı uyarır ki bu, öfkenin tedavilerindendir. Çünkü insan kendi davranışının çirkinliğini zor farkeder, bunu başkasında gördüğünde ondan sakınır, onu işlemeyi çirkin bulur ve gözünde ona girişmek çirkin görünür, böylece ondan sakınır ve ona iltifat etmez. Zira mutlu kişi, başkasının duru­mundan ders alandır. Bundan başka, öfkenin birtakım eklentileri ve arazları vardır ki müellif bunları açık olduğu için zikretmemiştir. Fakat biz bunların türlerini sana sayacağız. Bunlar yedi tanedir: Pişmanlık, keder, düşmanları sevindirmek, alay konusu olmak, yaptığı fiilin hastalık ve tedavilere yol aç­ması, dostlardan tiksinme ve düşmanları sevindirmek.

[Öfke gücünün bir diğer hastalığı] öfkenin zıddı olan ödlekliktir. Ödleklik, üzerine gidilmesi gereken şeyden geri durmadır ve son derece aşağılık bir hastalıktır. Bunun tikel arazları on, sınıfsal arazları üç tane­dir. Sınıfsal arazlar müellifin ödlekliğin uzantıları zillet hali, yaşantının bozulması ve saygınlığın azalmasıdır sözüyle zikrettikleridir. Bu, ayrıca önemli işlerde ve kişinin maslahatlarında gevşekliğin meydana gelmesini, zalimler ve benzerlerinin kişinin malına göz dikmesini, kötü bir yaşantıyı, çaba gerektiren işlerde azimsiz ve sabırsızlığı ve tembellik sevgisini peşinden getirir.

Böyle bir kimse bulaşıcı hastalık olan bir organ gibidir, hasarı bütün organlara taşır ve hastalığı onlara da götürür. Bunun tedavisi korku veren şeylerin üzerine gitmek ve tehlikeli, helak edici işlere atılmaktır, çetin çatışma ve savaşlara, zor işlere teşebbüs etmektir. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “Bir şeyden yoksun isen hemen o işe atıl.” Bu şekilde öfkeyi doğuran şeyler yavaş yavaş deşilir ve harekete geçirilir ki öfke gücü denge haline doğru harekete gelir, özetle cesaret oluşuncaya değin deli cesareti sergilenir, sonrasında da bu erdemde sabit kalınır.

Ve ölümün zorunlu olduğunu hatırlamak da bunun tedavisi kabildendir, ölüm her canlının akıbetidir, ömür süresi kaçınılmaz olarak son bulacaktır ve eceller mukadderdir. Hal böyleyken akıllı bir kimse bedenlerin bekasına yol olmadığını ve kesin olan ölümden sakınmanın, vakti malum olanı ertelemeyeceğini bildiği halde değersizde kalmayı nasıl tercih eder?

[Öfke gücünün bir diğer hastalığı] korkaklıktır.

Bu, nefsin vukuu beklenen kötü bir durum hakkında acı çekmesidir. Allah Teâlâ şöy­le buyurur: “îşte o şeytan, ancak kendi dostlarım korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun” (Âl-i îmrân, 3/175). Korkaklık, sahibinin akıl noksanlığından, düşünme ve hatırlama eksikliğinden hâli olamadığı feci bir hastalıktır. Çünkü beklenilen kötü şeyin vukuu ya zorunludur ya da imkan dahilindedir.

Eğer birincisi ise bilinmelidir ki beklenen şeyin vuku bulması kaçınılmazdır. Zorunlu olan bir şeyin meydana gelmesini engellemeye kimsenin gücü yetmez. Bundan korkmanın getirisi belayı öne alma, sıkıntıyı hızlandırma ve meydana gel­meden evvel kötü şeyin acısına tutulmak olur. Çünkü kişi her ne zaman kendisine yöne ise o şeyi kendisinde bulacak ve onu, dünya ve âhiret se­beplerinin kazanılmasıyla kendisi arasında bir engel haline getirecektir.

Beklediği şeyin vukuu imkan dahilinde ise bunun meydana gelmesi ya kendi fiili iledir ya da değildir. Eğer bunun sebebi kendisi ise ona düşen, bun­dan kaçınması gerektiğidir. İşte bu, müellifin eğer mümkünse korkuya yol açan sebepler terkedilir sözüyle belirttiği şeydir. Zira mümkünün özü bakımından iki tarafının birbirine eşit olduğu bilindiğine göre, iki taraf­tan biri, diğerine bir sebepten ötürü tercih edilmiş değildir. Ayrıca eğer vukuuna fiilinin sebebiyet verdiğini biliyorsa akabinde olumsuzlukların ve küçük düşürücü çirkin şeylerin geldiği ile işe başlamaması gerekir.

Zira onu yapmaktan geri durduğunda, o şeyin sebepsiz meydana gelmesinin imkansız olduğunu da bilir ve bu durumda korkudan emin olur. Yok, eğer durum böyle değilse, nefsi duruma uyum sağlamalıdır. Yani bir şeyin vuku se­bebinin onu işleyen olduğunu biliyorsa, bunun Vâcib Teâlâ’dan geldiğini kabul etsin. Bu durumda yapması gereken, nefsinin Allah’ın takdir ettiği şeyi benimsemesi ve O’nun kazâsına rıza göstermesidir. Zira onun tasasıyla uğraşmak ve gerçekleşmesini beklemek, o kimsenin uhrevî görevlerinden ve dünyevî maslahatlarından geri durmasını artırmaktan ve bu hayatı hüs­ran edip öte dünyayı da helak etmekten başka hiçbir şey getirmez.

Hâsılı, korkulan, ölüm gibi vukuu zorunlu olan bir şey ise bundan kaçış yoktur ve dolayısıyla bundan korkmanın da bir faydası yoktur. Yok, eğer durum bunun aksi ise o zaman bu korku ya ölünün helak olmasından korkmak gibi imkansız bir şeyden doğar, dolayısıyla bu korkunun bir anlamı olmaz; korkulan mümkün bir şey ise mümkünün iki tarafından biri vehmedilen bir şeydir ve bundan korkulmaz, ya da korkulan zannî bir şeydir, bu halde de onu defetme imkanı varsa bunu yapar, aksi halde zorunluya dahil olur ve bundan da kaçılmaz.

Şerhu-l Ahlak-i Adudiyye – Taşköprülüzade Ahmed Efendi,sayfa:108 – 146

“Yonga” hükmünde olan kayısı çekirdeğinin içindeki ilahi yazılım, uygun ortamı bulduğunda Allah’ın hayy isminin tecellisi olarak ortaya çıkar.

Fıtrat’ın kavramsal alanı “Yaratılış” manasına gelen fıtrat’ın kök anlamı “bir şeyin açılması ve içindekinin ortaya çıkması”dır. Ağzı açılınca ortaya çıkan “içindeki”, kelimenin tam manasıyla “yaratılış”tır. Oruçlunun ağzı açıldığı için orucu bitiren yemeğe iftârdenilmiştir. Belki bunda “içindekinin ortaya çıkması” manası da saklıdır. Zira açılan ağızdan yiyecek ve içeceğin girişiyle oruç manen dışarı çıkmıştır.

Fatara“yardı” demektir. Bu yarma, bir odunu veya bir deriyi ikiye yarma anlamında değildir. Bu işler için şakka fiili kullanılır. Bu yarma, “bir çekirdeğin filiz ve sürgün vermek için kabuğunu çatlatması” anlamında bir yarmadır. Mesela bir buğday tanesi düşünelim. Çimlenecek bir ortamda, buğdayın içinde potansiyel halde bulunan buğday başağının, danenin kılıfını yararak filiz halinde ortaya çıkması fatara fiili ile ifade edilir. Mesela bir kayısı çekirdeği düşünelim. Bu çekirdeğin içinde bir kayısı ağacı potansiyel halde saklanmıştır. Koca bir kaysı ağacı, saçakları, kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyvesiyle, bir program olarak kodlanmıştır. Bu kaysı çekirdeği adeta bir elektronik hücre olan “yonga” hükmündedir. Bunun içindeki ilahi yazılım, uygun ortamı bulduğunda Allah’ın Hay isminin tecellisi olarak ortaya çıkar. Bunun için çekirdeğin ilk yapması gereken, dişin bile kırmakta çok zorlandığı kabuğu çatlatmasıdır. İşte bu eylem fatara fiiliyle ifade edilir.

Kelime bu yolu izleyerek, mücerret “yarık, eksik, gedik, noksan, çatlak” manasına ulaşmıştır. Mülk Sûresi’nin girişinde Allah’ın yaratışının mükemmelliği ifade edilirken “Dön de bir bak bakalım, bir eksik gedik görüyor musun?” âyetindeki futûr böyledir. Kur’an’daki İnfitâr Sûresi’ne adını veren âyette geçen infitâr’a tefsir geleneğimiz “kıyamet” anlamı yükler. Fakat bu doğru değildir. İnfitâr, kelimenin kalıbının da gösterdiği gibi “kıyametten sonraki yeniden yaratılış” anlamına gelir. İnfitâr’ın tam açılımı şudur: “İlahi emre boyun eğerek bir çekirdeğin filiz vermek için yarılışı gibi yaratılışın yeniden iadesi”.

Batıda yaklaşık 200 yıldır gündeme gelen “varlıkbilim” (ontoloji) bizdeki fıtrat’ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlam bire bir değil yaklaşık bir anlamdır. Çünkü ontoloji, batıda ortaya çıkan tüm modern disiplinler gibi seküler ve pozitivist bir temel üzerinde yükselmektedir. Bizde ise fıtrattan söz edildiği her yerde kaçınılmaz olarak bir yaratıcıdan ve onun eşyaya aktif ve aktüel müdahalesinden söz ediliyor demektir.

Bazı kavramlar fıtratla bağlantılıdır. Mesela tabiat, fıtratı istikametinde davranma yeteneğinin o şeyde yerleşik hale gelmesini ifade eder. Seciye, fıtratla uyumluluğu ifade eder. Sünnetullah, fıtrattan daha geneldir. Eşyaya fıtrat koymak ve eşyanın bir fıtrat taşıması ilahi bir sünnettir. Şems Sûresi’nin 8. Âyetinde geçen tesviye’nin açılımı olan mâ hulika leh(yaratılış amacı) fıtratla doğrudan bağlantılıdır.

Allah eşyaya fıtrat koyan bir Fâtır’dır

Fâtır, Allah’ın esma-i hüsnasındandır. Tam açılımı, “bir şeyin yaratılıştan taşıdığı potansiyeli bilfiil ortaya çıkaran zat” demektir. O varlığın ilk yazılımını yazan Bâri’dir. O yazılımlara uygun olarak ilk örnekleri yaratan Bedi’dir. O ilk örneklerden ortak özelliklere dayalı türleri yaratan Fâtır’dır. Bu yaratma süreçlerinin tümünü birden içeren mübarek isim Halık ismidir.

Fâtır Allah bir şeyi sadece yaratmakla kalmaz, o yarattığına bir de “yaratılış kodları” yerleştirir. Bu kodlar, ilahi imza hükmündedir. Eşya, yaratılış kodları sayesinde hüviyet/kimlik sahibi olur. İşte bu yaratılış kodlarına “eşyanın fıtratı” adı verilir. Biz, kendisine Fâtır olan Allah tarafından ihsan edilen kodlar sayesinde, “eşyanın yaratılış amacından” söz edebilir.

Fıtrat’ın öznesi Allah’tır. Fıtrat fiili Kur’an’ın her yerinde sadece Allah’a nisbet ve izafe edilir: Fıtratallahi(Allahu) fâtırı’s-semâvâti… Eşyaya fıtrat koymak Allah’a mahsustur. Bunu Allah’tan başka kimse yapamaz. Hiçbir güç, varlığı oluşturan şeylerden her hangi birine fıtrat koyamaz. Yani fıtrat koymak Allah’a mahsustur. Allah’a mahsus olan bir eylemin teşekkürü, Allah’a mahsus olan hamd’dir. İşte şu âyet bu hakikati ifade eder: el-Hamdulillahi fâtırı’s-semâvâti ve’l-ard: “Hamd tümüyle göklere ve yere fıtrat koyan/gökleri ve yeri bir çekirdeği yarar gibi yoktan var eden Allah’a mahsustur.” (Fâtır 35/1). Yani: Fıtrat koymak kime mahsus ise, hamd de O’na mahsustur. Zaten fiili hamd fıtrata uygun davranmak veya eşyayı fıtratı istikametinde kullanmaktır.

İkisi de elhamdulillah ile başlayan Fatiha Sûresi’nin ilk âyeti ile Fâtır Sûresi’nin ilk âyeti arasında ilginç bir irtibat vardır. Fâtiha’daki Rab isminin yerini diğerinde Fâtır ismi almıştır. Fatiha’daki “alemler”in yerini Fâtır’da “gökler ve yer” almıştır. İlkinde hamdin sebebi ilahi rububiyyet iken, ikincisinde hamdin sebebi ilahi fıtrattır.

İnsanın gücü eşyaya fıtrat koymaya yetmez. Fakat insan eşyanın yaratılıştan taşıdığı ilahi formatla oynayabilir, hatta onu bozup tahrif edebilir. Ona müdahale edebilir. İşte bir adıyla “şer”, diğer adıyla “kötülüğün kaynağı” problemini böyle anlayabiliriz.

Fıtrat “şer” problemini anlamakta anahtar kavramlardan biridir. “Her şeyin bir fıtratı vardır” hakikati, “her şeyin bir yaratılış amacı” vardır hakikatini zorunlu kılar. Yani bir şeyin fıtratı o şeyin mâ hulika leh’idir (yaratılış amacı).  Bir şeyi yaratılış amacı istikametinde kullanmak “hayır”, bir şeyi yaratılış amacının dışında kullanmak “şer”dir. Bir şey yaratılış amacından ne kadar uzaklaşırsa, şer de o kadar büyür. Fakat sonuçta ortaya çıkan şer, o şeyin yaratılışından kaynaklanmaz, o şeyi yaratılış amacı dışında kullanmaktan kaynaklanır.

Mesela domuz yaratılışı itibarıyla şer değildir. Aksine domuzun fıtratından kaynaklanan bir yaratılış amacı vardır ve bu amaç da hayırdır. Zira domuz, harika bir tabiat çöpçüsü olsun için yaratılmıştır. Domuz her şeyi yer. Yediğinin kokuşmuş olup olmadığına, mikrop üretip üretmediğine asla aldırmaz. Esasen görevi mikrop üreten organik ve inorganik kalıntıları temizlemektir. Bu gerekçe domuz yasağının fıkhi boyutuyla ilgilidir. Ama bu yasağın bir de ahlaki boyutu vardır ki, o “sınırsızlık”tır. Evet, domuz ahlaken “sınırsızlığı” temsil eder. Zira domuz yiyecek seçmez. Yenebilecek her şeyi yer. Diğer birçok hayvan gibi eş de seçmez ve eşini kıskanmaz. O konuda da sınırsızdır. Üremede de neredeyse sınırsızdır. Kur’an madden domuz etini haram kılarken, zımnen de domuzlaşmayı haram kılar.

Bu ahlaki yasaktan çıkarılacak ahlaki ders şudur: Sınırsızlık domuzluktur. Allah insan domuzlaşmasın diye insana sınırlar koymuştur. İnsan yiyeceği şeyleri seçmelidir. Her şeyi yememelidir. Pis ve kokuşmuş olanları yemediği gibi, manen kokuşmuş olan haramı da yememelidir. Haramı helalden ayırt etmelidir. İnsan duygularını kontrol etmeyi bilmelidir. Tersi duyguda domuzlaşmaktır. İnsan her aklına eseni yapmamalıdır. Kendisine sınır koymasını bilmelidir. Her kafasına eseni yapmak özgürlük değil domuzlaşmaktır. Sözün özü, domuz yaratılış amacı itibarıyla hayır iken, eğer yaratılış amacı dışına çıkarılırsa şer olur. Bir şeyin yaratılış amacının olduğundan söz etmek, onun fıtratının olduğundan söz etmektir.

Akıllı ve akılsız, şuurlu ve şuursuz tüm varlıklar için fıtrat söz konusudur. “Allah, göklerin ve yerin Fâtır’ıdır.” Fâtır Sûresi’nin girişinde yer alan bu âyet, göklerin ve yerin de bir fıtratı olduğunu ve bu fıtratı Allah’ın koyduğunu ifade eder. Göklerin ve yerin bir fıtratının olduğunu söylemek, göklerin ve yerin bir amaca mebni olarak yaratıldığını söylemektir. Vahiy insandan eşyanın amacı üzerinde yoğunlaşmasını istemektedir.

İnsan fıtratı, hayır ve şerri ayırt edebilecek şekilde yaratılmıştır. Bu manasıyla fıtrat, vicdan ile eş anlamlıdır. Vicdana, sonradan edinilmeyip her insanda yaratılıştan ‘bulunan’ bir atiye-i ilahiye olduğu için vicdan denilmiştir. Vicdan da tıpkı akıl gibi pasifleştiğinde yok sayılan bir haslettir. Vicdan var sayılmak için ille de aktif ve faal olması gerekir. Dinin amacı insanda aktif bir vicdan inşa etmektir. Aktif olan vicdan, fıtrattan beslendiği için hayır ve şerri tanır. Şu haberde ifade edilen hakikat de budur: “Hayır, nefsin kendisine ısınıp kişinin kalbine yatan şeydir, şer nefsin kendisine soğuk durduğu, insanın içine yatmayan yüreğin karardığı şeydir; fetva verenler ne fetva verirse versinler” (Ahmed b. Hanbel)

Fıtrattan söz etmek, eşyanın anlam ve amacından söz etmektir. Anlamlılık ve amaçlılık, yaratılışın ilk yasasıdır. Eşyadaki düzen ve nizam da, eşyanın bir anlam ve amacının olduğuna delalet eder. Eşyanın anlam ve amacının olduğunu kabul etmek, ahlaki sorumluluğun da kaynağıdır. Dolayısıyla eşyanın bir fıtratı olduğunu kabul etmek, ahlaki kayıtsızlığı, nihilizmi, yaratılışın saçma olduğu sapık düşüncesini ve her tür materyalizmi reddetmektir.

Fıtratın ilahi format olduğunu şu âyet de teyit eder:

“Allah’ın boyası… Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz, (bunun için) yalnız O’na kulluk ederiz!” (Bakara 2/138).

Bizce “Allah’ın boyası” ile ilahi format olan fıtrat kastedilmektedir. Zira Allah insana yaratılıştan bir format çekmiştir. Bu formata yukarıdaki âyette “Allah’ın boyası” adı verilmektedir. Âyetteki “boya”, kelimenin tam anlamıyla bir “mecaz”dır. Nasıl ki yaratılıştan taşıdıkları doğal renkler, görünen varlıkların kimliğinin bir parçasını oluşturuyorsa, insanlara da Allah’ın yaratırken vurduğu bir manevi boya vardır. O boya fıtrat boyasıdır. Bize kadar ulaşan ilk tefsir sahiplerinden İmam Ebu Ubeyde ve İmam Ferra da sıbğatallah (Allah’ın boyası) terkibini fıtratallah (Allah’ın fıtratı) ile açıklamışlardır. O boyanın üzerine sürülecek her boya sentetiktir. O sentetik boyalar asla fıtrat boyasının yerini tutamaz. Allah Rasulü’nün Rum Sûresi’nin 30 âyetini okuyuşu ve tefsiri gibi görünen; “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar. Fakat ebeveyni onu sonradan Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir” (Buhari ve Müslim) hadisi de bu hakikati ifade eder. İslam boyasının üzerine, aile, eğitim, çevre, okul, toplum yoluyla sürülen sentetik boyalar bir vesileyle döküldüğünde, altında fıtrat boyası çıkmaktadır. Bazen 30 senenin sentetik boyasını 3 dakikalık sabah ezanı veya yitirilen bir yakının acısı veya yaşanılan bir şok sıyırıverir. Her gün şahit olduğumuz sayısız hidayet hikâyelerinin ardında, işbu hakikat yatmaktadır.

Fıtrat ilahi format olduğu için, insanın özüne dönmesi her zaman mümkündür. Bu “istiğfar” ve “tevbe” kavramlarıyla karşılanan bilinç yenileme hadisesidir. Fıtrata dönüş, tabiri caizse “fabrika ayarlarına” dönüştür. İnsan yaratılıştan taşıdığı ilahi format olan fıtratına dönerse, fabrika ayarlarına dönmüş olur. Bunun anlamı, insanın yaşadığı çağın kültürel müzahrefatından taharet edip “ümmileşmesinin” her an mümkün olduğudur. Bu ümmileşme, “anneye dönüş”, yani “anasından doğduğu hale dönüş” manasına gelir.

Fıtrat değiştirilmez, fıtrat keşfedilir. Ama insan fıtratından uzaklaşabilir. Hatta fıtratına yabancılaşabilir. Bu sürecin sonunda fıtratını yitirmez, fakat fıtratının üzerini örter. Kur’an böylesine bir örtme işlemine “küfür” adını veriyor. Bu örtü bazen öylesine kalın, öylesine ses geçirmez hale gelir ki, insanın fıtratına dönüşü neredeyse imkânsız hale gelir. Ve insan fıtratına ihanet etmeden, küfürde ısrar edemez. İşte bu hale Kur’an hatm-i kalb (kalbin mühürlenmesi) adını verir. Esasen burada geçen kalbi fıtrat olarak da vicdan olarak da okuyabiliriz.

Fıtrat âyeti ne diyor?

Müslüman, İslam üzere olan kimseye verilen addır. İslam ise teslimiyet yoludur. İnsanın Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyetini ifade eder. Esasen Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmakla ifade edilen şey, hakikate kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Rum Sûresi’nin 30. âyeti, “fıtrat âyeti” olarak isimlendirilmeyi hak emektedir. İşte bu âyet, insan fıtratının doğuştan hakikati tasdike yatkın olduğunu beyan eder:

“İmdi sen (ey insan), varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir; (ta ki) Allah’ın yarattığında bir bir başkalaşma olmasın; işte değer odaklı gerçek dinin (amacı) budur; fakat insanların çoğu bilmiyorlar.” (Rum 30/30).

Bu muhteşem ve mübarek âyetten birçok netice çıkarılabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. Hem âyetteki fatara’n-nâs (insanlığın fıtratı) hem de Kur’an’da bu kavramın türevlerinin geçtiği âyetlerin genelinden, fıtratın bir ferdin şahsiyeti için kullanılmayacağını, ancak bir türün tüm üyelerinin ortak vasfı için kullanılacağını öğreniyoruz. Yani Ahmed’in mizacı, Mehmed’in karakteri olabilir, fakat asla Ahmed ve Mehmed’in fıtratı olmaz. Bu kullanım yanlıştır. Fıtrat tür için geçerlidir. İnsanın fıtratı, ağacın fıtratı, suyun fıtratı, meleğin fıtratı.. denilebilir.

2. Âyette bilinçli varlık olan insana zımnen “kendine bir yaratılış amacı tayin et” denilmiyor. Aksine tayin edilmiş amaca “kendi iradenle yönel” deniliyor. Demek ki, şuurlu varlıkların fıtratına aykırı davranması mümkündür. Şuurlu bir varlık ne zaman fıtrata aykırı davransa, oradan şer zuhur eder. Sözün hemen burasında: “insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini yerleştiren (Allah şahit olsun)” âyetini hatırlamak gerekir (Şems 91/8).

3. “Varlığını Allah’ın fıtratına çevir?” emri verilen insan, sanki “Neden ya Rabbi!” diye sormuş gibi, âyetin devamında bu emrin gerekçesi açıklanmaktadır: “(ta ki) Allah’ın yarattığında bir başkalaşma olmasın.” Bu gerekçe cümlesi zımni bir uyarıdır. Bu uyarının zımni açılımı şudur: Ey insan, eğer sen fıtratına uygun davranmazsan, bunun getireceği olumsuz sonuçların altından kalkamazsın. Fıtratına ihanet ettiğin yetmiyormuş gibi, bir de Allah’ın bir amaç uğruna yaratıp her birini hikmetle yerli yerine koyduğu eşyayı yerinden edersin. Tıpkı şu âyetteki vahim durum gerçekleşir: “(İnsanoğlu) eline fırsat geçirdiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır: Fakat Allah fesadı sevmez.” (Bakara 2/205). Müslümanların görevi, fıtratı korumaktır.

4. Âyet fıtratı korumayı ve ona uygun yaşamayı zalike’d-dinu’l-kayyım diyerek tebcil etmektedir. Bu ibarenin en doğru açılımı “Değerlere kaynaklık eden bir dinin amacı bu olmalıdır” olsa gerektir. Fıtrat âyetinin maksadını gösteren bu cümle, sadece din anlayışımızı tashih etmekle kalmamakta, aynı zamanda dinin en doğru tarifini de yapmaktadır. Buna göre: sizin değerlerinizin kaynağı ne ise sizin dininiz odur. Bir dine mensup olmak, o dini, değerler sisteminin merkezi bilmektir. İnsan duygu, düşünce ve eylem dünyasını o değerler sistemine yaslıyorsa, ancak o zaman o dinin mensubu olma iddiasını isbat ediyor demektir.

5. Âyette birbiri ardına gelen iki cümlede iki terkip geçiyor. İlki “Allah’ın fıtratı” anlamındaki fıtratullah, ikincisi “Allah’ın yaratışı” anlamındaki halkullah. Bu iki terkip fıtratla yaratılış arasındaki kopmaz alakayı ifade ediyor. Sözün özü: Saf din olan İslam’a yöneliş, fıtrata yöneliştir, fıtrata yöneliş ise yaratılışa sadakattir.

6. Âyet şöyle bitiyor: “İnsanların çoğu bunu bilmiyorlar”. Âyetin bu son cümlesi, Allah’ın fıtratına yönelen her mü’mine bir sorumluluk yüklemektedir. Fıtratı korumayı ve fıtrata dönük yaşamanın değerini insanlara bildirmek, insana yüklenen sorumluluktur.

Fıtrat âyetini teyit eden bir başka âyet de Allah Rasulünün namazlara başlarken başlama tekbirinden hemen sonra okuduğu rivayet edilen şu âyettir: “Artık ben, her türlü batıldan yüz çevirerek bütün varlığımla gökleri ve yeri bir tohumun filiz verişi gibi var eden (fatara) zata yöneldim ve ben O’ndan başkasına ilahlık yakıştıranlardan değilim.” (En’âm 6/79).

İlgilendiği şeyin fıtratını bilmeyen başarılı olamaz: Fıtratsız varlık yoktur. Her varlık var edilirken fıtratıyla birlikte var edilir. Fıtrat türe ait bir kavramdır, türün içinden bir bireye değil. Dolayısıyla şahsiyet fıtrat üzerine temellendirilir. Şahsiyetin fıtratı onun ait olduğu türü gösterir. Fıtratın şahsiyeti ise, türün içinde belirginleşip öne çıkan ve biricikleşen ferdi gösterir. Fâtır Allah’a iman, O’nun eşyaya fıtrat verdiğini peşinen kabullenmeyi gerektirir. Bu kabulün bir başka gereği daha vardır: Fıtratı keşfetmek. Evet, insan eşyaya fıtrat veremez, fakat Allah tarafından verilmiş fıtratı keşfedebilir

Eşyanın fıtratını yok sayarak ona muamele, fıtrata olumsuz müdahale anlamını taşır. Başarı da tam burada gizlidir. “Eşyanın tabiatı” dediğimiz şey, esasen “eşyanın fıtratı”dır. Eşyanın fıtratını gözetmeden yaptığımız her şey, tabiattaki uyumu bozmaktadır. Uyum bozulduğunda, hayır için yaratılan eşyadan şer hâsıl olmaktadır. Şu halde ister manevi, ister maddi, isterse beşeri olsun tüm ilimlerin maksadı fıtratı önce keşfetmek sonra gözetmek olmalıdır. Uğraştığı şeyin fıtratını bilmeyen başarılı olamaz. Sadece başarılı olmamakla kalmaz, aynı zamanda tahrif ve tahrip eder.

Âlim bilginin fıtratını bilecek. Bilginin malumat olarak kalmasıyla ilme dönüşmesi arasındaki farkı ancak bu sayede keşfeder. Bilginin sermayesini Allah’ın verdiğini, ta’limu’l-esma’nın bu demeye geldiğini ancak bu sayede keşfeder. Öğretmen insanın fıtratını bilecek. İnsan öğrenen ve öğrendiğini öğretebilen bir varlıktır. Kur’an’da Kabil’in kargadan ceset gömmeyi öğrenmesi bu hakikati ifade eder. Öğretmenin temelinde şefkat ve merhamet bulunur. Rahman Sûresi’nin girişi bunu telkin eder.

Müzisyen sesin fıtratını bilecek. Zira Allah sesin de rabbidir. O sese bir fıtrat vermiştir. Müzik ne kadar sesin fıtratına uygun icra edilirse, insanda karşılığını o oranda bulur. İsa’dan önce 569 yılında doğmuş ünlü matematikçi Pisagor’un Eski Mısır’ın gizli ilimlerinden derleyerek aktardığı tabii ses armonisi bizim gerçek musikimizde halen yaşamaktadır. Oysa Batı müziği bu doğal ses düzenini terk ederek “tempere aralıklar” adı verilen yapay bir ses sistemi geliştirmiştir. Bu işin uzmanlarından biri şu tesbiti yapar: Bu iki müziğin kendi karakterlerini muhafaza ederek bir araya gelmesi mümkün değildir. Zira ikincisi sesin fıtratına aykırıdır.

Hekim objesi olan insanın ve insan bedeninin fıtratını bilecek. Tedavi, organı veya sistemi fıtratına döndürme çalışmasından başka bir şey değildir ve olmamalıdır. “Ebedi yaşam” sloganı fıtrata aykırı bir slogandır. Bedenin fıtratını bilen bir hekim, hayata olduğu kadar ölüme de saygılı davranır. Bu çerçevede söylemeliyiz ki, gen teknolojisini fıtratı inkâr eden bir akıl kullanınca felaket, fıtratı gözeten bir akıl kullanınca saadet ortaya çıkar.

Fizikçi maddenin fıtratını bilecek. Botanikçi bitkinin fıtratını bilecek. Biyolog canlının fıtratını bilecek. Mimar malzemenin fıtratını bilecek. Bildikten sonra fıtrata aykırı davranmayacak ve davrananlara karşı mücadele edecek.

Sosyolog toplumun fıtratını bilecek. Allah toplumsal değişme için koyduğu fıtratın yasasını Ra’d Sûresi’nin 11. âyetinde bildirmiştir: “Kuşkusuz Allah, bir toplumu oluşturan bireyler kendi hallerini değiştirmedikçe o toplumun halini değiştirmez.”

Sözün özü: Allah, Fâtır’dır. Fâtır Allah eşyaya fıtrat koyar. Allah’a iman eden O’nun Fâtır ismine de iman eder, bu isme iman eden ise O’nun eşyaya fıtrat koyduğunu kabul eder. Bu hakikati kabul eden eşyayı tanımanın ona verilen fıtratı tanımaktan geçtiğini bilecektir. Bildikten sonra bilgisini uygulayacak ve herkes kendi alanında fıtrata dönüşü temsil edecek ve onun mücadelesini verecektir. Fıtrata uygun hayat Kur’anî hayattır, vesselam. Mustafa İslamoğlu

Yüce Allah kainatı bir ölçü, kader, nizam, ahenk ve ilahi ve muazzam bir güzellikle yaratmıştır. Bu yaratış, kimin iman edeceğini, kimin şeytana uymayacağını ve kimin daha güzel ve iyi işler yapacağını görme sınavı içindir ki dünya hayatının fani ve imtihandan ibaret olması da bu yüzdendir. Sünnetullah, Allah’In değişmeyenleridir ki dini de, tabiat kanunları da, fizik kanunları da değişmez. Değişen, değiştirilen beşeri müdahaleler ve zararlar iledir ve Yüce Allah’ın tek değiştirdiği şey toplumların azgınlık durumlarına göre beliren haram ve helallerin sayı ve mahiyetidir. Haram ve helaller dışında kainatta değişen tek bir satır dahi yoktur. Yani güneş hep doğudan doğar, yağmur için bulut gerekir, kuşlar kanat çırpmadan uçamaz, su çoğu yerde yüz derecede kaynar, ağaç ve bitkiler bir tohum veya çekirdekten çıkar, insan doğar, yaşar ve ölür.

Yine iyilik ve güzellik, esenlik ve huzur, kötülük ve çirkinlik de değişmez.

Din ve iman kavramları, bu değişmezler arasında yaşayanların mükafata ve huzura ermesi için uzanan şefkatli bir eldir ve bu el, fani dünya sonrası varılacak yerdeki akibeti belirleyecek olandır. Yani değişmez maddiyat içerisinde şefkat ve rahmet din ve iman ile gelmekte ama bu ikili aynı zamanda uymayan ve itaat etmeyenlerin de cezasını bildirmektedir. İnsanoğlu daha bir sivrisineği yaratamazken boyundan büyük işlere kalkıştığı ve isyan ve küfürde azdığı için de haddi aşmakta ve ilahi nizamın arzu etmediği rüzgarlara yelken açmaktadır. Ve bunun bir bedeli elbet olacaktır, olmaktadır da. İnsanların dine göre tasnifi değişik olsa da aslen dünya da iki tür insan vardır ki iman edenler ve etmeyenler. Ya da imana göre yaşayan ve yaşamayanlar. Ya da iyiler ve kötüler. Ya da Rahman’ın kulları ve Şeytan’ın yardakçıları. Ya da mü’minler ve müşrikler.

Kur’an’ın iki savaşı vardır ki ilki zulüm ve diğeri zalimler yani en başta müşrikler olmak üzere isyan ve küfür cephesidir. Sünnetullah’ın değişmez ve baki olduğuna iman edip, bu kaidelere göre insanca yaşayanlar için din erdiricidir, esenlik vaadedicidir. Din ve imanı hafife alanlar veya inkar edenler içinse akibet karanlıktır, azap doludur.

Dünyanın faniliğini, dünya süslerine tamah etmenin ve aşırı bağlanmanın tüm kötülüklerin başı olduğunu sıkça vurgulayan Kur’an, insana aklını kullanmasını ve kalbine danışmasını bu nedenle emreder ve doğru yolu gösterir.

Ama insan zalim, cahil ve nankördür.

Akibet, bu dünyada Yüce Allah’a ve ahiretine duyduğumuz sevgi, inanç, samimiyet, güven ve iman derecesinde güzel veya çirkin olacaktır.

Dikkat edilirse bu tanım da kadere, gayba, nizama, ilahi düzene, sünnetullah’a müdahale değil temas dahi yoktur aksine ona uygun yaşamak ve doğru niyet ve ameller üretmek vardır. Namaz, zekat, tasettür gibi en koyu dindarlık reklamları bile bu amelin sadece küçük bir parçasıdır ve gerçek – tam iman, sadece Allah’a ve tamamen teslimiyettir.

Bu teslimiyetin dışındaki tüm tanımlar ya güdüktür, ya sahtedir ya yalandır.

O halde herkes kalbine ve aklına yakışanla bir olmalı, fırtınalı denizlerde kaybolmak yerine selim ve salih kullarla bir olmalı, kötü ve kötülükten uzak durarak hatta bunlarla savaşarak bu fani ve kısa ömrü geçirmelidir.

Denizlerde dalgalar bizden sonra da olacaktır, ağaçlar selamız okunduktan sonra da çiçek açacak, o taptığımız para ve villalar bizden sonra başkalarına yar olacak, güneş her sabah doğmaya devam edecektir.

O halde faniliğin içinde bir fani olan insan için baki olan sadece Allah’tır, Kur’an’dır, ahiret yani sonsuz yaşamdır.

AKıl ve kalp, bu fani hayat için değil, o baki ahiret için nefes alıp vermeyi emreder.

Şeytanlar ise başları bu dünyaya çevirtmekte, azdırmakta, kandırmakta, Allah yolundan çevirmekte pek hünerlidir.

Rabbim kullarını doğru yoldan ayırmasın. Amin!

Kader, ellerimizle işlediğimiz nakıştır.

Yaşamın ve dinin önündeki en büyük engel kadercilik yani kaderi değişmez kabul etmektir ki bu hem sınavın inkarı hem de istenmeyen haksızlıklara teslimiyet anlamı taşır. Kader kavramı bilinmediği içindir ki insanlar, kaderi hakkımızda yazılmış yazı yani alın yazısı kabul eder ve tamamen kaderin kontrolünde, fıtratta mahkum edildikleri hayatı yaşar zannederler. Oysa kader, yaşadıklarımızın, yaşayacaklarımızın Yüce Allah tarafından biliniyor olmasıdır ve bazı temel müdahaleler hariç yaşamın kendisi asla bağlayıcı değildir, ana etken cüzi irademizdir. Yani dünya sınavı yaptığımız tercihlere göre kendimizin aldığı kararlardan ibarettir.

Yüce Allah bazı durumlarda elbet müdahale edendir, ölçü, ecel, nizam belirleyen, sebepler yaratan, ilimler üretendir lakin ilahi kader dediğimiz bu parça bizim yetkimiz dışında olduğu için zaten mesuliyetimizde söz konusu olamaz. Yani o sabah karşımıza çıkan bayanla ileride evleneceksek, veya o sabah gözümüze bir iş ilanı takılacaksa, inanıyoruz ki o bayanı veya iş ilanını karşımıza çıkartan Yüce Allah’tır. Ama bu o tanışma veya müracatı yapmaya mahkum olmak demek değildir.

Bizim kaderle asıl bağımız şudur ki bizim hayatımızın akibeti Yüce Allah’a malumdur ve O bizim nasıl bir kul olduğumuzu ve olacağımızı bilendir. Dahası iki saat sonra başımıza gelecekleri de, bir hafta sonra öleceğimizi de bilen yine ve sadece O’dur. Ama O’nun bilmesi sınavın adaletini asla sarsmaz çünkü bizim için sonuca tesir etmez. Biz bilmediğimiz akibete doğru yaşarız. Başımıza gelecekleri bilmeden, yarın sokakta kiminle karşılaşacağımızı düşünmeden işe gider geliriz.

Kadercilik denilen şey ise; kadere mahkum olmak, cüzi irademizle bir şeyleri değiştiremeyeceğimizi sanmaktır ki sürüleşmek, miskinlik ve kaderi anlamamak demektir.

Kaderciliğin zararı; iyileşmeye çalışmamakta, tembellikte diretmekte, ıslahı reddetmekte, üretkenliğe kilit vurmakta, etrafa ışık saçmayı gerekli görmemektedir. Adam öldüren kendisini kader mahkumu görme hakkına sahip değildir. Küçük kıza tecavüz edip öldüren birisi kaderi nasıl suçlayabilir? O yaşa kadar nefsini terbiye edememiş, zararlı alışkanlıklardan uzak duramamış, ahlakını geliştirememiş, dini akidesini ve imanını güçlendirememiş birisi nasıl başına gelenleri kaderin oyunu kabul eder?

İlahi irade, cüzi irade ile ortaya koyduğumuz istekleri onaylayan veya onaylamayan Yüce Allah’ın iradesidir ki biz bir iş için müracat ederek irademizi ortaya koyarız ve sonucu Allah’a havale ederiz. Bunun adı tevekküldür, güvenme, sığınma, hayırlı sonuç beklemedir. Yüce Allah o niyetimizi hayata geçirir veya geçirmez. Ama sonuç hangisi olursa olsun ilk adımı atan biziz ve neticede ortaya çıkacak sonuç, güzellik, günah veya vebal de bizimdir.

Sınav ve mesuliyet işte bu tercih ve niyetlerledir ve Yüce Allah o işi onaylarsa amelden, onaylamazsa sadece niyetten sorumlu oluruz. Hatta iş yarım yolda bozulursa teşebbüsten de sorumluyuzdur.

İradeyi ortaya koyan ve sorumlu olan biz iken kader nasıl belirleyici olur? Elbette olmaz. Yani bizi o işe müracata zorlayan yoktur, o kadınla evlenmemizi şart kılan yoktur. O halde mesuliyet ve vebal tamamen bizimdir.

İstisnai durumlarda ana ve babamızı, doğan bebeğin (kusurlu) fiziki halini, kimin mesela Peygamber olacağını, kimin bir keşif yapacağını belirleyen ilahi kudret olabilir. Lakin atomun parçalarını keşfeden bilim adamı, vahye muhatap olan peygamber de neticede bir seçim veya keramet üzeredir ki İsa Peygamber doğuştan kader ile belirlenmiş hayatı yaşamış, eceli de öyle olmuştur. Ama bizler için hakkımızda yapılan tercihler çok daha azdır ve bizler kendi tercihlerimizle hayatı şekillendiririz.

Toplumlarda kendi seçtikleri hayatı yaşar. Sürüleşmek veya insan gibi yaşamak, dine tabi veya karşı durmak, aklı kullanmak veya kenara koymak toplumların kendi tercihidir ve vebal de burada başlar. Toplumlar da kadercilikten söz edemez ki başlarına gelen müsibetler zulüm değildir çünkü Allah zulmetmez. Allah sadece her şeyin adaletle karşılığını verendir.

Bela durumları hariç olmak üzere başa gelenler insanların cehalet ve gafletlerinden dolayıdır. Belalar ise azan insanlara verilen ilahi cezalardır. Bunları engellemek ise mümkün değildir. Ama o belalar dahi aslında kader değildir çünkü yaptıklarımızın bedelidir. Azgınlıkta, hadsizlikte sınır tanımayan bir türlü ıslah olmayan toplumlara verilen bela cezası, o toplumun gafletine verilmiş ceza, cehaletine kesilmiş faturadır.

Yani sebep yine toplumun kendisi ve kötü tercihleridir.

O halde kadercilik kader konusunun yanılgısı ve hatasıdır. Hapse düşen kendisini kader mahkumu diye adlandırıyorsa bu iradesi ile yaptığı suçu başkasına atmaktır. Yok kendisi iradesi ile yani kasten yapmadıysa zaten az ceza alır. Yok eğer kastı ve kusuru yokken yatıyorsa da bu adaletten sapmak demek olur ve zulümdür, haksızlıktır. Tüm bu üç senaryoda da ya kul suçludur, ya kaza (istenmeden meydana gelen olay)’dır veya hut adaletsizlik vardır. Ama tamamında insan eli vardır ki Allah zulmetmez ama insan zulmeder.

Kaza kavramını kaderin hayata geçişi olarak tarif etmek mümkündür. Ama kazayı şöyle de düşünmek lazımdır ki kader halkaları sadece bizler için değildir. Başkalarının halkaları bazen bizimkilerle çatışır veya içiçe girer ki bizim irade göstermediğimiz şeyler gerçekleşir. Bunlara irade göstermediğimiz için sorumlu olmayız ve işte bunlar kazadır.

Söz gelimi karşımızdaki arabanın şöförü direksiyonda uyur ve bize çarparsa bu bizim için kaza, onun için kaderdir. İrade ortaya koyan, amel üreten, ihmal yapan karşımızdaki olduğu için vebal de ona aittir. Biz ie kazayı engelleyememiş veya kaçamamışsak mağdur oluruz ve bunun sebebi yine kader değil karşıdaki kişinin vebalidir, zulmüdür.

Yönetimlere, zulüm üretseler bile karşı çıkılmaz sözünü üreten emevi zihniyeti, kaderciliği kader yapmaya çalışmakla dine de büyük zarar vermiştir. Miskinleşen, akla kilit vuran, rızkı çalışmadan elde etmeyi uman ve aklı kullanmadığı için günah kazanmadığını düşünen, değer üretmediği için sürüleşen İslam alemi bu yüzyılda bile başına gelenleri (şerleri) Allah’tan bilmektedir. Oysa cehalet ve acılarının, açlık ve korkularının sebebi kendi iradesiyle seçtiklerinin kötü yönetimi yüzündendir. kendisi seçmese dahi seçmemekle bile sağladığı katkı sayesindedir. O kötü yönetimi tenkit etmediği içindir. Dolayısıyla ortada bir bela değil müsibet vardır ve buna sebep toplumdur.

Kader kavramının diğer iki değişmezi elbette tevekkül ve ezeliyet kavramlarıdır ki bu pencerelerden bakmadan önce tanımlamak lazım gelir.

Tevekkül elden geleni yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakmak ve hayır dilemektir. Çünkü niyet ve gayretimiz ne olursa olsun o işin hayır veya şer olduğunu bilen Allah’tır.

Ezeliyet ise yüce Allah’ın, zamanın tamamını aynı anda görme ve nüfus etme kabiliyetidir. Yani o daha doğmamışların bile cehenneme gidip gitmeyeceğini bilendir.

Kur’an ayetlerinin yarıya yakını gelecek zaman kipiyledir ki bu ezeliyet ilmi sayesindedir. Çünkü Allah geleceği gören ve o korkunç tabloya dair insanları iman lehine uyarandır. O’nun mesela “Andolsun cehennemi insanlardan ve cinlerden dolduracağım” ahdi bir yemin değil, gerçekleşecek bir kara tablonun ifadesidir ki sonraki ayetlerde bunun gerçekleştiği ayrıca duyurulmakta yani gelecekten haber verilmektedir.

Cehennemin dolacağı ihbarına rağmen cehennemlik olmaktan sakınmayan insanların kaderi suçlaması mümkün değildir. İşte kadercilik bu yanlış idrakin adıdır ve cehennemin dolacağını bile bile hala yanlış yapmakta direnen insanlık cehenneme sürüklenip öte yandan Allah’ı veya kaderi suçlamaktadır ki bu tam bir müşrikliktir.

Keza tevekkül konusunda da durum aynıdır. Tembel oturan veya yeterince çalışmayan birisi en güzel hasılatı alamaz. En güzel hasılat çok çalışanın hakkıdır. Hasat zamanı çalışkan komşusu kendisinden çok mahsül aldı diye kaderi suçlayan tembel adam kaderi ve tevekkülü anlamamış demektir. Çünkü tevekkül niyet etmek, elden geleni yapmak ve sonra Allah’ın yardımını ummaktır.

Dolayısıyla kadercilik hangi açıdan bakılırsa bakılsın yanlıştır, zulümdür, dine ihanettir. Bir satranç oyununda kimin kazanacağını bilen Allah’tır ama bu sonuç o bildiği için değil, oyunculardan biri diğerinden daha iyi oynadığı içindir. Bu durumda yenilenin kaderi suçlaması adil midir? O halde kullar imanı tanımak, dini anlamak ve kaderle barışmak zorundadır ki kader kendi ellerimizle işlediğimiz nakıştır. Bı nakış güzel ve ya çirkinse, eksik veya tamamsa sebebi bizim niyet ve amelimizdir. Yüce Allah o nakış kasnağını, bezi, ipi, iğneyi yaratan, sebepleri önümüze çıkarandır ve bizler bunları akıl yoluyla görür, toplar, niyetlenir ve amel ederiz. Ortaya güzel bir şey çıkarsa sevinir, çirkin bir şey çıkarsa beğenmeyiz. Ama tüm bu sonuçlar bizim irademizle olduğu için de gayretimiz nispetinde başarıyla tanışırız. O işin alıcılarca beğenilmesi ise bizim dışımızdadır ve tevekkül burada devreye girer.

Yüz metre sürat koşucusu çalışmadan nasıl yarış kazanamazsa, adam öldürmek için silah staın almayan da silahla öldürmekten hapse mahkum olmaz. Din bu anlamda kaderle çok yakın temas halindedir ve her ikisi de fıtratı, sınavı ve gaybı temsil eder. Dini tanımadan kaderi anlamak olası ve doğru değildir. Din ise Kur’an’dadır ve kaderin bir nizam ve ölçü olduğunu anlayabilmek ancak aklı selim olanların işidir. Denge ve ecel, Allah’ın yaratışıdır. Yani yemek yenirse güçlenilir, sigara içilirse zarar görülür, güneş her sabah aynı yönden doğar, depremler olur, kasırgalar baş gösterir, deniz suyu tuzludur gibi. Kainat ve bedendeki bu ahenk ve nizama uygun yaşamak dindir, lazım olandır, bozgunculuk yapmamak lazımdır. Bundan her bir sapma hem bizi hem toplumu perişane der ki bunun adı zulümdür ve Kur’an’ın savaşı ancak zulümledir.

Kader, bir zulüm veya mahkumiyet değil gerçekleştiği Yüce Allah tarafından bilinen akibettir.

Lakin O’nun bu akibete razı olmak gibi bir mesuliyeti de yoktur ki işte tam bu anda rahmeti devreye girer ve insanlara Kitaplar, Peygamberler gönderir, gerçeği hatırlatır. Kuluna öyle nasipler yaratır ve kapılar açar ki kulu dönsün ister. Kulunun dua ve tevbelerine cevap verir ki günahlarını temizler hatta sevaba çevirir. Her bir rahmet ise kaderi değiştirir. Yani kader değişmez asla değildir.

Yolda yürürken bulduğumuz bir para dolu cüzdan sınav ara durumudur. Bu parayı cebe indirmek veya sahibini aramak gibi iki seçeneğimiz vardır ve doğru tercihi işaretler isek bu sadece sevap kazandırmaz, eski bazı günahlarımıza da kefaret olur. O saniye de hakkımızdaki dijital kader de değişir ve biz bunun asla farkında dahi olmayız. Dijital çünkü insanlık teknolojisinden çok daha ileri ve hassas olan ahiret ilmi dijitalden de ötedir ve saniyede yenilenme kabiliyetindedir.

O halde kader hakkında çokça konuşmamak, elden geldiği kadar dürüst yaşamak ve Allah’a her durumda güvenmek lazım ve şart olandır.

Kadercilik; miskinlik, gaflet, bilinçsizlik ve Allah’a iftiradır. Kadere mahkum olunduğunun söylenmesi dahi insana ve fıtrata isyandır. Çünkü güvenilmeye layık sadece Allah’tır. Ve O’nun rahmeti boldur.

Kaza başa gelenler, bela istenmeyen hadiseler, bolluk refah ve geniz rızık demektir. Rıza kabullenmek, sabır isyan etmeden sükunetle karşılayabilmek ve şükür Yüce Allah’a hamd etmektir. Mü’min olmak; kazada rıza, belada sabır, bollukta şükür demektir. İlahi veya cüzi irade ile gerçekleşen kazalar, sınavın bir parçası olmasının yanısıra hayat denen gidişatın da tasarlayıcısıdır. Müsibet veya hal dediğimiz bu hakikatlerin tamamı Allah’ın dilemesi iledir ve bilgisi dahilindedir. Çoğu zaman bizler cüzi irademizle birşeyler diler ve Allah’tan güç niyaz ederiz ki yaşam bu tercihlerimizin toplamıdır. Yüce Allah şayet İlahi iradesiyle onaylar, izin verir ve güç nasip ederse o şey hayata geçer. Sonuç ayrı bir meseledir ve oku atmak ile okun hedefe vurması ayrı şeylerdir.

Kaza aynı zamanda kaderde yazılı olanların hayata geçmesidir. İlahi iradenin yaşam, dünya ve hatta insanlık için tasarladıklarının bir kısmı olan kazalar, bireysel çapta kişinin sınavının ara durumlarıdır. Toplumların da, ailelerin de, cemaatlerinde birer kaderi olduğuna göre, kaderi değişmez ölçü ve kaideler olarak alsak dahi, kazalar itimat ve tevekkül neticesi ortaya çıkan durumlardır. Kazaların sadece kötü olması gerekmez. İyi olan şeylerde kazadandır. Trafik veya iş kazaları ile karıştırılmaması gereken bu kaza tabirini anlamak için kaderi ve sınavı idrak etmek mecburiyeti bu yüzdendir. Kazalarda ilahi iradenin onay, izin, bilgi ve hikmeti olduğu için de kula düşen sadece rıza göstermek ve olduğu gibi kabullenmektir. Elinden geleni yapan birisi için tevekkül emir ve sonucu Yüce Allah’a bırakmaktır ve ortaya çıkan sonuç ne olursa olsun yapılması gereken aynen kabullenmektir. Çünkü o sonucun hayır veya şer olduğunu bilen de sadece Allah’tır ve zaten elden başka bir şey de gelmez. Bu aynı zamanda iman sınavıdır ve inkar ve isyana kalkışanlarla, kabullenip Allah’a sadık kalabilenler arasında elbet bir fark olacaktır.

Bela, kazaların kötü namlı olanlarıdır. Namlıdır çünkü o belanın gerçek anlamda kötü olup olmadığını bizlerin bilmesine imkan yoktur. En acı gelen vefatlar dahi hakkımızda hayırlara vesile olabilir ve bu nedenle sabır esastır. O kötü sonuçlandığını düşündüğümüz hadiseler için sabretmek demek, sonucu sukunetle karşılamak ve Allah’ın takdirine güvenmek demektir ki her işte bir hikmet olduğunu bilmek imanın bir parçasıdır. Bunun tam tersi ise kazaların bolluk ve refah getirmesidir ki bu durumda da yapılması gereken şımarmak veya kazanımları bileğimizin hakkı sanmak değil Allah’ın nimetlendirdiğini idrak edip bu nimetlere şükretmektir. Bolluğun da hayır veya şer olduğuna dair kesin bilgi sadece Yüce Allah’tadır lakin beşeri yaşam için kula verilen nimetler için yapılması gereken şükretmek ve o nimeti hayır ve helal yollara harcamaya çalışmaktır. Belada sabır ve bollukta şükür sınavın büyük bir bölümünü teşkil eder ki hayat; dilemelerimiz (dualarımız), sonrasında bize bahşedilen nimetler, kaza ve müsibetler ve o nimet ve kabiliyetlerle bizlerin yaptığı yeni tercihler, iman ve ahlak çizgisinde duruş veya sapışlar demektir.

Beklenmeyen anlarda gerçekleşen olaylar ise elbette ara durumlardan ibarettir ve aynı zamanda yakınlarımızın veya toplumun kaderine dair olması gereken değişikliklerin payımıza düşenidir. Çünkü kader çoğu yerde ortaktır ve mü’minlerin toplumu hayra çağırması bu nedenle farzdır. Yani kulun sadece kendisini iyileştirmeye gayret etmesi din için asla yeterli değildir ve başkalarına ve Yüce Allah’a yardım etmek dinin başta gelen emirlerindendir. Neticede kader veya kaza, Allah’a imanı, itimadı ve tevekkülü kapsayan çok derin ve bilinmez bir konudur. Peygamberimizin dahi kader hakkında çokça konuşmak istememesi bu nedenledir ki büyük kısmı gayba ve bilinmeze ait bu husus, sıradan hayat yaşayan beşerler için çok büyük ve erişilmez bir hikmettir. Lakin bilinmesi gereken şey başa gelen iyi veya kötü her şeyin Allah’ın izni ile gerçekleştiğini anlamak, bunlara rıza göstermek, dar anlarda sabrederek, bol anlarda şükrederek doğru yolda durmaya devam etmeyi dilemektir.

Gayret bizden zafer Allah’tandır ve nimet ve kabiliyetler sadece sınav içindir. Rızkı, medeti, şifayı, nimeti veren sadece Allah’tır ve başkalarından dilemek bu yüzden şirktir, kişiyi afsızlığa mahkum eder. Allah’ın az veya çok nasip etmesi ise sınav gereğidir ve kul o verilenle hayatı yaşamak durumundadır. Fazlasını istemek, olana razı olmamak dengelere ters, takdire isyan manası taşır ve kişiyi küfre sokar. Olan tüm nimet ve kabiliyetlerin hayra ve güzele yönelmesi gereği ise açıktır ve aksi kibirle gelen cehalet ve aç gözlülükle gelen gaflettir ki kişiyi mahveder. Kaldı ki şeytani maksatlar için kullanılan nimet ve güçlerin vebali, verdikleri zarar miktarı ve etkiledikleri mazlum sayısıncadır ki bunun ahiretteki karşılığı çok daha ağırdır.

Nimet ve imkanları hayra kullananlar ise sadece huzur bulmakla kalmayacak, aynı zamanda iyilik çemberlerini genişleterek etraflarında gerçek dostlardan dünyalar yaratacak ve orta vadede daha nice güzelliklere vesile olacaktır. İslam’ın evrensel güzelliğini tesise de hizmet eden bu doğru yaklaşımları sergileyenler, salih amel işlemek ve iman etmekle zaten inşallah cennetlere de aday olanlardır. O halde doğrusu; hayatı payımıza düşen miktarıyla, hikmet ve hidayete sadık kalarak, acizliğimizi bilerek, doğruluktan asla ayrılmadan yaşamaktır. Bunun ötesi karanlıktır. hele ki şeytani veya nefsi açlıklar için yaşanılan hayatlar bu dünyada kısmi güce erse de ahirette güçsüzlerin güçsüzü olacaktır. Mü’min olmak; kazada rıza, belada sabır, bollukta şükür demektir. Müslüman ile mü’min arasındaki bir fark da budur ki bu hikmeti anlamayanlar için dünyevi süsler gaye olmaya devam eder ve şeytanın kucağında olanlar, dünya süslerine aşırı meyille tüm kötülüklere de gebe kalırlar. Rabbim kullarına yoklukta sabrı ve bollukta şükrü, her daim doğruluk ve güzelliği nasip etsin. Amin.

Dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun, yanınızdaki insanın yüzüne bir bakın. O endişeyi yakalarsınız. Korkuyla karışık bir endişedir bu. Bu, kendi ekseninden sapmış bir korkudur. Ne olacağım korkusu, bana ne yapacaklar korkusu, yarınının ne olacak korkusu…

Sürekli olarak kendini bir belânın ortasındaymış gibi duyumsama korkusu. Kararsızlık, tedirginlik, endişe… Sokaktaki insan, kökenini bilmediği böyle bir karışık ruh hâli içindedir. Rızkından emin değildir, attığı adımdan emin değildir, düşüncesinden emin değildir, seçtiğinden emin değildir. Hattâ korkusundan emin değildir. Kendinden ve başkasından emin değildir.

Bir yirminci yüzyıl filozofunun dediği gibi, başkası cehennemdir, her şey için vakit geçmiştir, iş işten geçmiştir. O, bir tek şeyin farkındadır: Bir sürgün olarak atıldığı bir cehennemde yaşamaktadır, bu dünya dört yanı çelik duvarlarla örülü, harareti git gide artan, terleyen bir dünyadır, açmak istesen bir penceresi yoktur, oraya atılmış başka insanlarla sonsuza kadar, senin için cehennem saydığın o insanlarla beraber yaşamak zorundasın, ne bir kurtuluş ümidi, ne biraz ferahlama imkânı mevcuttur.

Öyleyse ne yapacak bu insan? Huzuru nerde bulacak? Kendi içinde mi, başkasında mı? Her iki durum için de kapılar, daha baştan örtülmüştür yüzüne. Öyleyse ona sadece boş avuntular bağışlanacaktır. Söz gelimi, insan yapıp ettiklerinde, sadece seçtiği ile sorumludur, denecektir (Sartre).

Veya denecek ki, arkadaş, madem iraden dışında böyle bir sürgündesin ve insansın, düşünen bir kafan, duygulanan bir yüreğin var, öyleyse insana yaraşır bir çaba göstermelisin (Camus). Fakat, mahiyeti apriori belirlenmiş (verili) bir dünya içinde yaşayan insan neyi seçecek, hangi insanî çabanın derdine düşecek?

Aslında, böyle bir dünyada yaşayan insan için seçim fırsatı daha başta yitirilmiş sayılır. Kendi sıkıntısını mı seçecek, yoksa başkalarının cehennemini mi? Veya yoksa ayağının kayacağını bile bile, o terleyen çelik duvarlara tırmanmayı mı deneyecek? Bu mudur insanî olan, insanca yaşamak için gösterilen çaba?

Evet, budur. Insana, insanca yaşayabilmesi için gösterebildikleri tek seçim, tek çaba budur. Ya kendini aldatmaktan başka işe yaramayan sahte bir seçme durumu, veya gene işe yaramayan abes bir çaba.

GÜNDELİK HAYATIMIZIN MASKELERİ

Günümüz insanı kadar şaşkınlaştırılmış bir başka insan neslinin gezegenimizde yaşadığına inanmak güç. Kendi payıma,ben bu kadar çelişkiyi, karmaşayı bir arada yaşamış bir başka neslin geçmiş olabileceğine ihtimal veremiyorum.

Günümüz insanı her şeyden önce hazza, konfora alışmıştır. Dünyanın bütün kolaylıkları emrine hazırdır. Bir düğmeye basmakla odasını aydınlatabilmektedir. Elini sürmeden evini, işyerini ısıtabilmektedir. Bulunduğu yerden uçup bir kaç saat içinde dünyanın öbür ucuna gitmesi işten değildir.

Eskiden yıllarca uğraşarak altından kalkamayacağı hesapları şimdi bilgisayar aracılığı ile birkaç dakikada sonuçlandırabilmektedir (insan gerçi eskiden bu tür hesapların altından kalkmak zorunda değildi, o da başka). Kan basınçları, kalb atışları, ciğerlerinin, kemiklerinin röntgeni basit işlemlerle anında ortaya çıkartılabilmekte; yatak odasında, istifini bozmadan dünyanın öbür ucundaki bir spor gösterisini anında izleyebilmektedir. Teleksler, radyolar, röntgen aygıtları, uçaklar, televizyonlar, kalorifer kazanları, motorlar, tezgahlar, silah fabrikaları, buğday siloları, ilaç imalathaneleri, seralar, müzikholler, projeksiyonlar, kuluçka makineleri, füzeler, uydular, haralar, denizler, karalar, havalar, her şey onun rahatı ve konforu için toptan yirmidört saat çalışmakta, çalışmakta, çalışmaktadır.

Görünüşe göre onun herhangi bir sıkıntısı olmaması gerek. Bütün kolaylıklar elinin altındadır. Çamaşırını elini sürmeden yıkayabilmekte, deterjanlar, durulama makineleri, sentetik sıvılar onun için hazırlanmaktadır. Ne ki, bütün bunlar onun rahatlamasına yetmiyor. Yıllarca reklamı işitilen bir deterjanın günün birinde şimdiye değin bilinmeyen bir hastalığa yol açtığım öğreniyor. Elektrikten tasarruf edeyim diye bürosunda kullandığı floresan lamba üzerine okuduğu bir haber, bu lambayı birden, cildinin baş düşmanı ilân ediyor. Teknik araçlar bir yandan kolaylık sağlarken bir yandan da sağlığı tehdit eden canavar haline gelebiliyor. Kiminin rızkına, kazancına vesile teşkil eden kurumlar, başka bir düzlemde başka birinin hayatım tehlikeye sokan tuzak halinde dönüşebiliyor

Günümüz insanı bu karmaşık yapı içinde öylesine şaşırtılmıştır ki, artık neyin kendisine yararlı, neyin sakıncalı ya da zararlı olduğunu kestirebilmesi güçleşmiştir.

Her yeni buluş, yeni bir icat ona yararlı diye benimsetilirken, çok geçmeden onun hayatımız için bir tehlike teşkil ettiği haberini alıyoruz.

Böylece şok üstüne şok geçiren insan, her şeyden ürker, çekinir olmuştur. Hastalık hastası haline gehniştir. Herkes kendini dinliyor. Acaba kalp atışlarının ritmi mi bozuldu? Yoksa aspirin bende kanser mi yapar? Gerçi aspirin alanlar kalp enfarktüsü olmazmış, ama mide kanaması için doktorlar güvence veremiyor. Şimdi ne yapmalıyım? Bir yolculuğa mı çıksam? Fakat ya tansiyonum? Uçmak hayatımı tehlikeye sokmayacak mı? Üstelik sağlığıma iyi gelecek iklimde savaş oluyor. Silah fabrikalarında binlerce işçi savaş alanına cephane yetiştirmek üzere gece-gündüz demeden çalışıyor. Tanımadığı birilerinin eline silah verip tanımadığı birilerini öldürmesi için.. Yaptığı bu işin karşılığı olarak da karnını doyuruyor

Çağımıza herkes kendi ilgi alanına göre bir ad veriyor. Kimine göre çağımız elektronik çağıdır, kimine göre kitle iletişim çağıdır, kimine göre hurafeler çağı (Martin Lings), kimine göre bir şok çağındayız; kimine göre uzay çağını yaşıyoruz; kimileri çevre kirlenmesi, kimileri tabiatın tahribi, kimileri akıl ve bilim çağı adım veriyor yaşadığımız günlere.

Yaşadığımız günlerden hoşnut olanlar olduğu gibi, onu yerden yere çalmak için fırsat kaçırmayanlar da var: bir yanda iyimserler, bir yanda kötümserler. Bugünün manzarasından esinlenip geleceğe güvenle bakanlar olduğu gibi, aynı manzaraya kuşkuyla bakıp gelecekten tümüyle umudunu kesmiş olanlar da var: Bunlar, insanoğlunun geleceğini uzay boşluğundaki yoğun karanlıklar halinde tanımlıyor.

İster o yanda yer almış olsun, ister bu yanda, hepsinin ortak paydası, içinde yaşadığımız günler. Içinde yaşadığımız günlerden hoşnut olan da, ona kaygıyla bakan da gelecekle ilgili hesaplar yapmaktan kendini alamıyor. Gerçi hepsinin ayağı günümüz zeminine basıyor, ama hesapları belki de hiç birinin yaşamayacağı kadar uzakta bulunan bir gelecekle ilgili. Mevhum bir geleceğe yüzünü döndürerek yaşadığı günden hesap soruyor ve ilerde yaşanacak günlerin hesabını istiyor. Durum ”müdebbir” insan için makul karşılanabilir. Çelişki şurada: O, kendi zamanı için yerine getirmediği sorumluluğun hesabını talep ediyor ve geleceğin hesabını çıkartmak istiyor. Tutumunun temelinde irrasyonel, hastalıklı bir kaygı yer alıyor.

Günümüz hayatım oluşturan ve bir anlamda ona maske olan şartlar temelde bazı telâkki tarzlarıyla, insanın mahiyetini, onun düşünsel yapısını ve düşünsel iınkânını algılama biçimiyle (felsefî görüş) ilgilidir. Bu günün dünyası, insanın, insanı ve evreni algılama biçimin ürünüdür. Bu algılama biçimini değiştirebilmenin imkânı bizim elimizdedir. Kendi düşüncemizin yarattığını put olarak kabul etmiyorsak elbet…

Kendi gündemini belirleyemeyen, akıl üstü olmayan, vahye dayanmayan bir hedef geleceğe de yürüyemez. Kültürler üstü olmayan bir gelecek günümüzde olduğu gibi iç çatışmalardan yakasını da kurtaramaz.

Kendi gündemini belirleyemeyen, akıl üstü olmayan, vahye dayanmayan bir hedef geleceğe de yürüyemez. Kültürler üstü olmayan bir gelecek günümüzde olduğu gibi iç çatışmalardan yakasını da kurtaramaz. Kültürler üstü olmayan her hesap, her kitap işi sığ kalacaktır. O halde zaman, zemin ve şahıslara bağlı ve sınırlı olmayan bir gelecek oluşturmak her Müslümanın birincil ve öncelikli görevidir.

Her insanın yüreğinde saklı olan bir gelecek kaygısı vardır. Bu kaygı bazen hüzünlü bazen de bayram havasında depreşir durur sinelerde. 

Burada iki çeşit kaygıdan bahsetmek istiyorum. Hem dünyayı imar eden ve yeniden şekillendiren bir kaygı hem de ahireti kurtaran ve cennete kavuşturan bir kaygı. Gelecekle (ahiretle) irtibatlandırılamayan her kaygı; beyhudedir, nafiledir, kadüktür. Ancak içinde yaşadığımız dünyayı imar etmek kaçınılmazdır. Peki dünyayı imar ederken hissettiğimiz kaygılarımızın temelinde yatan hakikat nedir?

Kaygı; insan olmamızın, düşüne bilmemizin, plan ve projeler üretebilmemizin, geleceğe ait bir isteğin içinde yer almamızın bir neticesidir. İyi bir insan geleceğini iyi bir düşünceyle şekillendirebileceği gibi kötü düşünceleri karıştırmakla da her şeyi alt-üst edebilir. İyi bir kaygının doğru bir inançla şekilleneceğini unutmamak gerekir. O halde doğru bir inanç, kaygının zirvesidir.

Birçok yüreğe sinmiş olan kaygı daha çok dünya yaşamıyla sınırlıdır. İlerleyemez. Çok azı vahiyle belirlenir ve ahirete yöneliktir. 

Günümüze kadar ayakta kalan eserlere baktığımız vakit evvela imanla yoğrulmuş olduklarına şahit oluruz. Daha sonra inşa edilen her eserin günün şartlarına göre değil, geleceğe ulaşma arzusuyla örüldüğünü görebiliriz. Hem dünya arenasında hem de ahirete intikal ettikten sonra nadide bir yaşamı arzulamak yürekte hissedilen kaygıların baş kahramanıdır. Bu kaygı doğru bir şekilde yönlendirilmezse başa bela olabilir. Ancak insanlarımız dünya kaygısından kendilerini kurtaramazlarsa ahirete yönelik bir kaygıyı da sinelerinde hissedemezler. Dünyaya ait kaygılar, ahirete yönelik her kaygıyı şekillendirmeyebilir ancak ahirete yönelik her kaygı dünyaya ait kaygıları her zaman zemin hazırlar. 

Egoist yaklaşımlar, bencil kaygılar, bireysel hedefler doğru bir sonuç vermez insana, doğruya sevk ve idare de edemez. Doğru, yerinde ve hedefe matuf olmayan her kaygı zamanla sahibini dinden ve imandan da uzaklaştırabilir.

Bireysel olarak insanoğlu, gelip geçici bir varlıktır. Ama toplumsal manada insanlık var olandır ve kıyamete kadar da var olacaktır. İnsana ait basit, sıradan ve süfli argümanlarla gelecek inşa edilemez. Geniş düşünmek, geleceğe nakış örmek ancak insanlar üstü bir şemsiyeye sahip olmakla mümkündür. O halde beşeri değişimlerden etkilenmeyecek, beşeri her değişimi değiştirecek bir argüman gerekli Müslümanlara. Her değişimin fevkinde yer alan değişmeyen şey vahiydir. Kim vahye uyarsa hem dünyasını onarmıştır, hem de geleceğe ait kaygılarını dindirmiştir. Ahiretini mamur edenler işte bunlardır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) cahiliye dönemini geleceğe taşımadı, bunun için çalışmadı da. İnsanlık üstü bir hedef tayin etti iman edenlere. Cahiliye toplumunda büyümüş ancak cahiliye gelenek ve göreneklerine ket vurmuş insanlara; “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz…” (Al-i İmran/110) diye hitap etti. Cahiliye dönemiyle ilgili var olan ne kadar bağ varsa hepsi bir bir kesildi keskin kılıçlarla. Bu vesileyle tüm Müslümanlarda bölgesel düşünmenin, tensel varlıklara değer atfetmenin yerini ilahi bir düşünce yeşeriverdi. Hz. Muhammed (s.a.v.), çevresindeki insanlara; tüm bir insanlığı vahyin şekillendirdiği yepyeni argümanlarla yola çıkmaya, hayata ve geleceğe ait her ne varsa vahye göre değerlendirmeye; her zaman, her mekanda ve her insana lazım olan unsurları Kur’an’a göre ileri sürmeye ikna etti. 

Gelecek günün şartlarıyla ve imkanlarıyla değil, vahye göre günün şartlarında meydana getirilecek yepyeni değişikliklerle şekillenebilir. Evet! Geleceği şekillendirmek bu olsa gerek. 

O halde geleceği inşa etmek için; insanlar üstü, akıllar üstü, kültürler üstü ve zamanlar üstü bir argüman lazım. Kişilere göre değişmeyen bir argüman. Bu argüman ayetlerden hali kılınamaz. 

Bazı insanları dışlayan bölgesel bir söylem, diğer ülkeleri diskalifiye eden ülkesel bir eylem, farklı renkleri yok sayan tensel bir plan yerel kalmaya mahkumdur. Kadüktür, geleceği yoktur bu gibi girişimlerin.

Kendi gündemini belirleyemeyen, akıl üstü olmayan, vahye dayanmayan bir hedef geleceğe de yürüyemez. Kültürler üstü olmayan bir gelecek günümüzde olduğu gibi iç çatışmalardan yakasını da kurtaramaz. Kültürler üstü olmayan her hesap, her kitap işi sığ kalacaktır. O halde zaman, zemin ve şahıslara bağlı ve sınırlı olmayan bir gelecek oluşturmak her Müslümanın birincil ve öncelikli görevidir. Tutunduğumuz dalın dini bir argümanı yoksa her an düşebiliriz. Rezil oluruz ahirette Rabbü-l Alemin’e. Tutunmaya çalıştığımız her dal, dinden uzaklaşmamıza sebeb verebileceği gibi ayaklarımızı daha sağlam basmamaya neden de olabilir. Yere basmayan, vahye dayanmayan her girişim mutlak manada başarısızdır. Dalın yerden yüksekliği tutunanlar için her an felakete sebep olabilir.

Nihat Güç

4 / TABİAT BOŞLUK KABUL ETMEZ

Batı’da -özellikle Aydınlanma ile beraber— hukuk ile ahlakın, buna paralel olarak fizik ile metafiziğin, din ile devletin, din ile bilimin, din ile her şeyin arası ayrılmıştır. Ba­tı zihni bu kavramsallaştırma ile dünyayı algılamış, diğer milletleri de bu kavramsallaştırmanın hegemonik gücü ile değerlendirmiştir. Olgulardan, devletten, ekonomiden, sanattan ve aslında insandan, Aydınlanma öncesi var olan “değer” ve “ahlak” soyutlanmış, çekip çı­karılarak alınmıştır. Tabii yerine Aydınlanmanın “değer” ve “ahlak”ı konmuştur. Zira tabiat boşluk kabul etmez.

Dinler, “değer” söz konusu olduğunda özellikle İslam dini hem ibadeti hem hukuku hem de kozmosu ahlaktan ayırmaz. Burada ahlak, sadece tabiat, seciye, karakter anlamında değil ve yine sadece “-meli, -malı” gibi önermeleri değil, en geniş anlamıyla onların da dâhil olduğu metafizik, aşkın, manevi ve kutsal bir durumu ifade etmektedir. Bu yönüyle İslam, sadece fizik, sadece içkin ve dünyevi olmadığı gibi pek tabii olarak seküler ve profan bir din de değildir. Doğa, hukuk, fizik; her şey manevi kavramlardır. Ahlakın bunun dı­şında olması düşünülemez. Öyle ki, doğanın, hukukun, fiziğin, ahla­kın Allah’tan bağımsız özerk bir alan oluşturması mümkün değildir. 

Doğanın, hukukun, fiziğin kendi içsel kanunları olsa da nihayet bun­lar Allah’a bağımlı, Allah’ın koyduğu yasalar çerçevesinde deveran etmektedir. Allah’tan bağımsız kendi kendine işleyen bir mekanizma bulunmamaktadır. Bu, varlığa bütünlükçü ve daha şümullü bir ba­kış demektir. Taşıyla, toprağıyla, yıldızıyla, gezegeniyle, hayvanıyla, insanıyla evren ve hayatı, canlı bir organizma gibi görmek demek­tir. Hallaq’ın ifadesiyle Kur’ani doğa yasaları, fizikî değil ahlakidir. Bunlar açıklanabilir sebeplere bağlı olarak gerçekleşirler, ancak bu sebepler son tahlilde ahlak yasalarında temellenirler.

Burada fizik­sel dünya soğuk ve kupkuru akli izahlara konu olan bilimsel bir sit alanı değil, maneviyat ve psikoloji ile yoğrulmuş doğal bir dünyadır. Tanrı’nın yarattığı insanların yaptığı ahlaki fiillere bütünüyle boyun eğen bir dünya… Bütün yaratma, yeniden yaratma ve ölüm işlemleri, sırf insanları doğruya yönlendirme amacıyla ilahi kerem ve kudret tarafindan hususi olarak düzenlenmiştir. Mülk suresinde belirtildiği gibi:

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölü­mü ve hayatı yaratandır.” [Hanginizin daha güzel davranacağınızı denemesi için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O güçlüdür, çok bağışlayandır. Mülk 2 / Mehmet Okuyan Meali] Başta Newton, hatta oldukça maneviyatçı olan Einstein bile Kur’an’ın fizikî doğa yasalarını ahlaka bağlayışı karşısında herhalde şaşkına dönerlerdi.

Bu çerçevede sadece kozmosun değil, ibadetin de hukukun da amacı ahlakidir, ibadetleri düşünelim; örneğin namaz. Namaz sa­dece şekilsel bir ibadet değil, arkasında ahlaki hedeflere ulaşmanın aracı olan çok önemli bir ameldir. Oruç da zekât da böyledir. Hu­kuki bir ifadenin arkasında da aynı ahlaki hedefler vardır. “Hırsızlık yapma!” denildiğinde sadece bir yasak kılma söz konusu değildir, bu emirde “başkasına zarar vermemek, onu zor durumda bırakmamak, haklarına saygı göstermek” gibi temel ahlaki amaçlar vardır. Zinanın yasaklanması da gayriahlaki davranışların kınanması anlamındadır. Akitlere riayet etmek “ahde vefa”nın bir gereğidir. Ölçü ve tartıda hile yapmamak temel bir ahlaki kuraldır. Bu da esasen ekonomik faaliyetlerin ahlaki bir temele yaslandığını gösterir. (İslam’da ahlak ve hukukun ayrılmazlığına dair mükemmel bir tahlil için bk. Wael b. Hallaq, Hukukun Ahlaki Boyutu, s. 65-111)

Hastalıklar

Hastalıklar, depremler, felaketler de ahlaki içeriklidir. Örneğin hastalık… Hastalık Allah’ın bir imtihanıdır, imtihan iradeyi gerek­tirir, irade hastalığa karşı tavrı belirler veya üst düzey bir bakışla has­talık Allah’ın bir lütfudur. Bu bir görme biçimidir ve din, inananına bu görme biçimini sağlamaktadır. Bilim içinse hastalık, makinadaki bir arıza demektir. Arızanın giderilmesi hastalığı da ortadan kaldıra­caktır. Bundan ibaret. Mucize de aslında bu tür bir görme biçimiyle alakalıdır. Mucize, Tanrının iradesinin yansımasıdır. Bu anlamıyla doğaya ahlaki içerikli bakmak demektir mucize. Ama bilim, evrende aşkın bir şeyin olamayacağını kabul ettiği için yine onu sebep-sonuç çerçevesinde izah etmeye çalışır. Farklı görmeyi reddeder ve görmeyi tek tipleştirir. 

Aslında bilim, kendi görme tarzını mutlaklaştırdığı için başka görme tarzlarını reddeden kısır, indirgemeci bir yaklaşımdır. Evreni düşünelim örneğin; Ay, Güneş ve gezegenler… İslam’da bunlar dahi “değer” yüklüdür. Elbette tekil olarak yıldız ve gezegenlerin, taş ve toprağın kendinde içkin bir “değer”i yoktur ve olamaz. Yine elbette evreni açıklama konusunda bunlarla ilgili or­taya konulabilecek yasalar da vardır. Peki bunların bizatihi kendileri değer mi üretiyor? Hayır, değer üretemedikleri gibi kendi başlarına bir “değer” de ifade etmezler. Ancak bir “değer”e işaret edebilirler. Allah gibi. Ayrıca kendi başlarına değerleri olmasa da insandaki “değer”in ortaya çıkmasına katkıda bulunurlar. Dedik ki, kendileri “değer” üretemez ama bir “değer”in varlığına işaret ederler.

Sanatın, sanatkâra; resmin ressama işaret ettiği gibi. Sanatın değerli oluşu veya resmin “değerli” oluşu sanatkâr ve ressamdan dolayıdır. Esere gürel ligi katan sanatkâr ve ressamın ruhudur. İşte kainatın değer­li” oluşu da “Yaratıcısına alâmet ve işaret oluşundandır. Arapçada “âlem” kelimesi alâmetle aynı kökten gelmektedir ve bu da âlemin işaret edici olduğunu gösterir. Kur’an’da sıkça kullanılan ayet kelime­si de böyledir. Ayetin işaret, delil, kanıt gibi manaları vardır. Âlemin, ayet olması Yaratıcı’ya delil olması cihetiyledir. Bu manasıyla tek tek madde dünyası belki değerden yoksundur -ki, kendi başlarına hiçbir şey ifade etmezler- ama Yaratıcısına nispetle değerle doludur. Tablo­da bir ağaç tek başına bir şey ifade etmeyebilir. Ama güneş, masmavi gökyüzü, dağlar, yeşil çimenler ve gürül gürül akan derelerin arasında bir ağaç güzelliğin sembolü olur. Tablo güzelleşir. Tablo değerlenir. O tabloya o güzelliği katan bir el olmalıdır, bir ruh olmalıdır. İşte şu koca kâinat da böyledir. Ona bu değeri veren Yaratıcıdır, Yaratıcının dokunuşudur, Yaratıcı’nın ruhudur.

İnsana ruh üflemesi gibi kâina­ta da ayrı bir nefes üflemiştir. Yol levhalarım hatırlayalım: Bir levha kendi başına anlamlı değildir ama işaret ettiği yer dikkate alınırsa levhanın kendisi değerli hâle gelir. Bu durumda, levhanın kendisi ol­masa bile işaret ettiği yerdir önemli olan. Levhanın eni, boyu, rengi, hacmi, kütlesine takılıp kalırsak işaret ettiği asıl yeri ihmal ederiz. Asıl, işaret edilen yerdir. Levha dendiğinde enini boyunu değil, bu bütünlüğü kavramaktır aslolan. O hâlde denilebilir ki, bilim ve din, ikisi de evreni kendilerine konu edinirler, ikisi de evrende bir düze­nin var olduğunu kabul eder. Ancak bilim, evreni açıklama nesnesi ve evrendeki düzeni de bilimsel etkinliğin bir ön koşulu olarak gö­rürken din, bunun da ötesinde düzenli evreni bir gücün / Yaratıcı’nın varlığına delil, işaret veya gösterge olarak kullanır. 

Evren elbette bir nesne olarak açıklanabilir ama salt açıklama nesnesi olarak görülüp başka bir hakikate işaret ettiği reddedilirse kısır bir döngüye girilmiş olur, insanın ufku daraltılmış, ruhu sıkıştırılmış olur. Bu kısır bakış açısının evreni yıkıma, yaşanmaz hâle getirebilecek bir sonucu da vardır. Onun için evren sadece zahiri ile değil bâtınıyla da, sadece akılla değil kalple de, sadece bedenle değil ruhla da, sadece mülk ile değil melekut ile de, sadece fizik ile değil metafizik ile de, sadece bilimle değil, din ve sanat ile de müşahede edilmelidir.

Bu durumda bir şey daha denmelidir ki, din bakış açısından “olan/olgu”dan “olması gereken’e ara bir formla geçiş sağlamak mümkündür. Bu, şöyle olmaktadır: Olan/olgunun kendisi değer yüklü değildir. Ancak akıl, ondan çıkarsama yoluyla kesin neticelere varabilir. Bir yerde ateş yanıyordur, duman çıkıyordun Uzaktan onu görenin orada ateşin varlığını çıkarması gayet tabiidir. Yazının bir yazara işaret etmesi aklen kesindir. Olan/olgu, yani doğal olaylar akli yöntemle incelenirse bir Yaratıcıya işaret etmekte olduğu hemen an­laşılır. “Gaye ve nizam delili” yahut diğer adıyla “inayet delili” bunu anlatır. Buna göre âlemde, varlıklarına şahit olduğumuz her şeyde bir düzen görmekteyiz. Varlıklarda görülen bu düzen, belli gayelere hizmet etmekte ve âlemde hayatın devamını sağlamaktadır. Ancak söz konusu düzen ve gayenin kendiliğinden ortaya çıkması müm­kün değildir. Bu durumda, âleme bu nizam ve gayeyi veren ilim, kudret, irade ve inayet sahibi bir varlığın bulunması gerekir, işte bu varlık Allah’tır.

Allah sadece ilim, irade, kudret ve hikmet sahibi değil, ayrıca kelam sahibidir de… Kelamı vahyidir. Yaratıcı orada “olması gere­ken’e dair buyruklar vermektedir. İnsan dâhil âlemin bu şekilde Ya­ratıcı ile bağlantısı kurulursa varlığın baştan aşağı aslında ahlaki bir mahiyet arz ettiğini söylemek ve neticede fizikten metafiziğe geçiş yapmak mümkündür. Burada metafizikle maksat, sırf sadece fiziğin nedenlerine ulaşmak değil, bir varlık olarak evrenin sebebine ulaş­maktır. Aslında her ne kadar akli süreçler işletilse bile nihai olarak bu da, yani evren denilen fiziksel kütlenin arkasında bir Yüce Tasarımcı’yı tasdik etmek de bir “iman” işidir.

Akıl, bizi “varlık”ı tefekkür ederek bir yere kadar götürür; oradan sonrası “iman”ın işidir. Kişi bilime inanarak evrenin sebebinin yine evren olduğunu söyleyebi­lir. Bu kişi evrenin sebebinin Tanrı olduğunu kabul etmez. Çünkü şöyle düşünür: Biri, evrenin sebebi yine evrendir, onun da sebebi yine evrendir dese bu sonsuza kadar böyle gider. Bu ise teiste göre makul değildir. Evren kendi kendinin sebebi olamaz. O hâlde onu var kılan sebep Tanrı’dır. Bilimci ateist ise şöyle düşünür: Tanrı’nın sebebi nedir? Aklen onun da bir sebebi olmalı. Niye sebep orada dursun ki! Sebep-sonuç ilişkisi zorunlu ise Tanrı denilen varlığın da bir sebebi olmalı! Yok, orada sebepler zinciri kesiliyorsa, yani Tan­rı kendi kendinin sebebi oluyorsa neden evren de kendi kendinin sebebi olmasın? Nedenselliği neden evrende bitirmeyelim? Evet, bu akıl kaba maddenin akıllı, iradeli, hikmetli tasarım yapacağını kabul etmektedir ki, bu sahih aklın kabul edebileceği bir şey değil­dir.

Fiziksel evrende her şey açıklanması için kendi dışında bir şeye dayanmak zorundadır. Bir olgu açıklandığında bu açıklama başka bir şey aracılığıyla yapılır. Tekil olayları bir başka şeyle açıklarız. Pe­ki bu şey evrenin bütün olarak kendisi ise onu neyle açıklayacağız? Bu şey, bu olgu, varlığın tümüyse, yani bütün bir fiziksel evrense, bu durumda açıktır ki evrenin dışında onu açıklayacak fiziksel bir şey yoktur. Dolayısıyla yapılacak herhangi bir açıklama fiziksel olmayan ve doğaüstü bir şey cinsinden olmak zorundadır. O şey de Tanrı’dır. Onun içindir ki, “beynin aklı” bir noktaya kadardır; ondan sonra insanı götürecek olan “kalbin aklı”dır.

Müslüman bilim adamı, doğadaki olguların Yaratan’ın varlığını gösteren ayet ve işaretler olduğunu düşünür. Çünkü bu olgular Onun sıfatlarının âlemdeki tecellisinin sonuçlarıdır. Durum böyle olunca her olgu anlaşılıp kavranması gereken ve kendileri sebebiyle ayet diye isim­lendirildiği bir değeri veya pek çok değeri içerir hâle gelir. Olgunun değer içermesi mantıksal kesin bir gerektirme ilişkisi değil, insanın be­nimseyip benimsememekte özgür kaldığı manevi hissetme ilişkisidir. Müslüman bilim adamı, bu ilişkiyi benimserse önündeki her yaratılan da kendisinin taşıdığı emanet gereğince kendisine yöneltilmiş ilahi bir emri hissedip sezmesi sebebiyledir. Müslüman bilim adamı aynı za­manda doğadaki bütün olguların kendinin hizmetine verildiğini bilir. Nesneleri tikel olarak incelemek gerektiğini de düşünür. Ama bu ol­guların veya ayetlerin dış yüzünün gerekleri ile iç yüzünün gereklerini karıştırmaz. Dolayısıyla olgu veya ayetin dış yüzünü, dış sebepleri be­nimsemenin gerektirdiği bir şekilde -tasvir, tümdengelim, tümevarım ve deney biçiminde- ele alır. Olgu veya ayetin iç yüzünü ise, anlamlan benimsemenin gerektirdiği biçimde -düşünme, hatırlama, ahlakileşme ve ibret alma şeklinde- talep eder.” Prof. Dr. Taha Abdurrahman

Bu çerçevede ifade edebiliriz ki, Kur’an, sıradan görünen tabiat olaylarını dahi kendi içinde dinî, ahlaki, manevi bir bağlama yerleşti­rip onlara aşkın (müteal) bir anlam yükler. Örneğin yağmur Kur’an’ın anlam ve kavram dünyasında suyun buharlaşarak hava tabakasına çarpması ve yeryüzüne geri dönmesinden ibaret sıradan fiziksel ve bilimsel bir olay değildir. Kur’an’a göre yağmur bir rahmettir ki bu esas itibariyle yağmurun Kur’an’ın anlam dünyasında sadece fizik bir olayı değil, aynı zamanda metafizik bir olgu olduğunu da göstermek­tedir. Kur’an, bu şekilde birçok bilgi vermektedir. Kur’an’ın verdiği bu bilgiler bilimsel tespitlerle de uyuşmaktadır. Ancak asıl soru şudur: Böyle bir hakikati bilimin dile getirmesiyle Kur’an’ın dile getirmesi arasındaki fark nedir? Farkı şu şekilde açıklamak mümkündür: Te­olojik olarak bakıldığında Allah sadece buralarda bilgi vermemekte, bu bilginin ateşleyeceği bir iman ve bu imanın doğuracağı ahlaki bir davranışı hedeflemektedir. Böylece Allah, astronomik bir evren değil, ahlaki bir evren kurmayı amaçlamaktadır. Bundan dolayı vahyin dili, salt enformatif, deskriptif değil, aynı zamanda performatiftir. Her söz bir eylemle sonuçlanabilecek bir kurgu içinde sunularak geleceğin ihbarıyla şimdinin evrenini inşa yolu açılmaktadır. (Bk. Fatih İşbil, Dinî ve Felsefî Açıdan Anlamın Doğası, s. 224,252)

Kur anda karşımıza çıkan düşünce çizgisi, ne çeşitli olgu ve olayların toplamından ne de emir ve yasakların dökümünden iba­rettir. Aksine bu, entelektüel, ahlaki ve ruhi bir yolculuğa çıkmak için bize yapılan bir davettir. Bu yolculuk tüm varlığımızı kapsar ve duyusal-rasyonel, maddi-manevi, bireysel-evrensel, doğal-kültürel gibi ikilikleri ortadan kaldırır. Kur’an’ın kendine özgü bir tarzda somutlaştırdığı bütüncül düşünce biçimi, gerçekliğin birbirine bağlı ve çok katmanlı doğasını yansıtır. Bizi, varlığın birbirine nasıl bağlı olduğunu ve büyük varlık dairesinde bir şeyin başka bir şeye nasıl bağlandığını görmeye çağırır. Dolayısıyla Kur’an esasen ve yalnızca betimleyici değil, aynı zamanda kural koyucudur. Kur’an, eşya ve hadiseleri olgu veya malumat olarak tanımlamaz; telkin edici kıs­saları çarpıcı benzetmeleri ve Allah’ın nasıl yarattığı ve tarihe nasıl müdahale ettiğiyle ilgili canlı tasvirleri, varlığı ve dünyadaki yeri­mizi görme biçimimizi değiştirmeyi amaçlar. Beşerî vicdanlarımızı, gerekçelendirilmiş bir iman ve erdeme dayalı bir hayat sürebilecek şekilde dönüştürmeye çalışır. 

Akıl ve rasyonellik, bütünsel düşünce ve ahlaki anlayışın bu geniş bağlamında ortaya çıkar. Akıl, kendi başına hakikatin bir ilkesi ve zemini olmaktan ziyade dünyadaki varlığımızın ve gerçekliğe verdiğimiz beşerî cevabın geniş bağlamı içinde işlev görür. Varlığını beşerî olandan daha büyük şeye borçlu olan akıl, Allah’ı “kuşatma” anlamında bilemez. Zira sınırlı bir varlık olarak sonsuzu ihata edemez. Allah, deneysel olarak bilinemez. Çün­kü deneysel bilgi, sınır, konum, ilişki, görelilik gibi Allah’a uygulana­mayan kavramlara bağlıdır. Allah, mutlak ve sonsuzun sezilebileceği, idrak edilebileceği ve formel önerme, kavram ve metaforlarla tem­sil edilebileceği ölçüde çıkarımsa! ve sezgisel akılla bilinir. Akıldan bundan fazlasını yapmasını beklemek kendi sınırlarını ihlal etmesini talep etmek demektir. (Bk. İbrahim Kalın, Perde ve Mânâ, s. 38-39)

Din, olguları Allah’a (vahye) bağlar. Olgular, Allah ile anlandı hâle gelir. Değer yüklenir, değer kazanır. Bunun karşısında ise Aydınlanmacı bir akıl vardır. Aydınlanman akıl sözde olgu ve değer ayırımı yapar. Bu anlamda sekülerdir. Peki olgulara “değer” yükleyen bu akıl nasıl bir akıldır? Hallaq’ın ifadesiyle Aydınlanma projesinin önemli bir köşe taşını temsil eden ve Kant’ın otonomi kavramında güçlü bir şekilde ifade edilen özgürlük, artık Tanrı’nın kadir-i mutlaklığı ve dilediğini seçebilme kudretinin yerine, insanın kendi doğal akıl yürütme güçlerini ifade eder hâle gelmiştir. İnsan aklı, hâlihazırda dünyanın nesneleştirilmesi ve öncelikle araçsal olan kendi isteklerine boyun eğdirilmesi projesinde yegâne hakem hâline gelir. Mutluluk, fayda ve hayatın ve özel mülkiyetin korunması gibi- bunlara hizmet eden her ne varsa bunların peşine düşmek, uzak görüşlü ve hesap edici akıl tarafından doğal düzenden çıkarılabilecek doğal haklar hâline gelir. Daha ön­ce vahyin gücü ile sınırlanmış olan akıl, bütün metinsel rakiplerinin otoritesini devralmaya girişmek üzere artık özgürdür. Şöyle de söy­lenebilir: Akıl, dogmaya ve kutsala (metafizik olana) karşı mücadele verdi ve özgürleşti. Şimdi kendisi dogma ve kutsala dönüştü. Ken­dini, tek hakikat yerine koyarak diğer özgürlükleri boğar hâle geldi. Özgürlüğün nişanesi, şimdi esaretin sembolü oldu.

Görüldüğü gibi modern bilimde tabiat kanunları, manevi ve metafizik önemini yitirmiştir. Aslında bugün, ilginçtir, tabiat kanun­ları birçok insan tarafından ilahi kanunlara zıt olarak görülür. Tabiat kanunları ile ilahi kanunlar arasındaki bu modern çatışmanın bilim ve manevi bilginin birliği açısından sonuçları vardır. Eğer modem dünyada bu birliği tekrar kurmak istiyorsak bunun yollarından birisi, tabiat kanunlarının metafizik ve manevi statüsünün tekrar iade edil­mesidir. Seyyid Hüseyin Nasr’ın modern bilimin metafizikle ilişkisi konusundaki şu sözünü hatırlatmak yerinde olacaktır: “Çağımızın fiziği var ama metafiziği yoktur.” Gerçekten de geçmişte fizik ve metafizik bu kadar birbirinden ayrı değildi. Bilakis fizik, metafiziğe işaret eden bir göstergeler düzeni olarak algılanıyordu. (Kadir Canatan, Sosyolojide Yasa Fikri, s. 24)

Aslını ararsanız modern bilimde tabiat kanunları manevi ve me­tafizik önemini kaybettiği gibi bunlara bağlı olarak ahlaki önemini de yitirmiştir. Modern bilim, ahlaktan bağımsız olarak hareket etmekte­dir. Modern zamanlarda bilgi-ahlak ilişkisi tam olarak kurulamamak­tadır. Bilgiye/bilime mutlak özgürlük tanınmıştır. Bilimin sonuçları insanın felaketine dahi olsa ondan taviz verilemeyeceği ısrarla vurgu­lanmıştır. Modern insan için bilim, bir varoluş tarzıdır. Batı’da mo­dern bilim tarzına şiddetli eleştiriler olsa da toplundan ve devletleri sürükleyen hâlihazırda hâkim bilim paradigmasıdır. Peygamberimiz faydasız ilim den Allah a sığınmıştı. Bilgi amele dönüşmeliydi. Amel ve ahlak ile iç içeydi. Ahlaki sonuç vermeyen bilgi de amel de neticede “faydasız’dı. Modern insan da faydasız ilimden Allah’a sığınmaktadır. Modern bilim, gözlem konusu olmayan şeyleri, metafiziğe dayalı hususları “spekülasyon” görerek âdeta onları faydasız kabul etmektedir. Ahlakın modern bir versiyonu da “faydacılık” değil midir? Modern bilimde de bilgi amele dönüşmeliydi, dönüştü de: Teknoloji. Peki, teknolojinin ahlakı olacak mıydı? Modern bir amel olan teknoloji, ahlaka mugayir sonuçlar verdiğinde ona “dur” denilebilecek miydi? Nasıl denilsin ki?

Peygamberimizin sığınışı ile modern insanın sı­ğınışı arasında ne kadar da büyük fark var: Peygamberimiz faydasız ilimle, sonsuz âlemde fayda vermeyecek şeyleri kastetmişti. Modern insan ise sonsuz âlemde fayda verecek şeyleri kastediyor. Zira sonsuz âlemle ilgili her şeye mistik, metafizik, spekülasyon, irrasyonel, deney dışı diyerek onları reddediyor. Gücünün yetmediği yerlerde ise onları bireyselleştirerek vicdana mahkûm ediyor, marjinalleştiriyor ama ne olursa olsun topluma yön verecek bir pozisyona onları asla çıkarmıyor.

Batı da da ifade eden entelektüellerden biri Fritjof Capra. Capra, Kartezyen mekanik bi­lim ve evren paradigmasına karşı sistemci ve bütünlükçü yeni para­digmaların ortaya çıktığını söylemiştir. Capra’ya göre bilimdeki bu paradigma değişikliği aynıyla hukuk alanında da gerçekleşmelidir. Bununla ilgili gelişmeler olsa da ona göre hukuk alanı hâlâ mekanik dünya görüşüne göre dizayn edilmiştir. Hukukla ilgili görüşlerini bir yana koyarsak iki paradigma arasındaki farklara yönelik tespitleri önem arz etmektedir. O, bunları şöyle belirlemiştir:

Mekanikçi paradigma/makine olarak dünya:

  1. Fiziksel gerçeklik birbirinden ayrı yapıtaşlarının (atomların) bir toplamıdır. Bu da önümüzdeki nesneyi analiz etmek için parça­lamayı, en küçük unsurlarına ayırmayı gerektirir.
  2. Bilimsel bilgi doğaya hâkim olmak kullanılır.
  3. Bilimsel betimlemeler nesnel, gözlemcisinden bağımsızdır.

Sistemci, ekolojik paradigma/bir “ağ” olarak dünya:

  1. Fiziksel gerçeklik birbirinden ayrılmaz ilişkilerden oluşan bir ağdır.
  2. Bilimsel bilgi doğadan öğrenmeyi ve onunla iş birliği yap­mayı amaçlar.
  3. Bilimsel bilgi kesin değil, her zaman yaklaşıktır.
  4. Bilimsel tanımlar, gözlemciye ve bilgi edinme sürecine da­yanır.

Bu yeni paradigmaya göre özne ile nesne arasında hiçbir me­kanikçi ayırıma gidilmemeli ve hem fiziksel hem de hukuksal dü­zenin yapıtaşları bağımsız atomlar değil, topluluklar ve ilişkiler ağı olmalıdır. Bu yeni paradigmada hukuk, siyaset, ekonomi, adalet, din ve toplumsal iyi davranış normları, birbirinden bağımsız bir alan oluşturmazlar. Bu kavrayış, hukuku, bir fenomenler (yani olgular), bir de değerler alanı olarak ayırmaz. Capra’ya göre bu iki paradigmayı birbirinden ayıran en önemli iki metafor makine ve ağ metaforudur. Makine, cansızdır ve parça­lanabilir, ayrıştırılabilir ve böylece analiz edilebilirken; ağlar, canlı­dır, bütünlükçüdür ve bağlantı veya ilişkilerle betimlenir. Onun için yeni paradigma bireyci değil, toplulukçudur. Birey topluluk içindeki ilişkiler ağındaki yeri ile anlam kazanır.

Meseleyi bireyci ve toplulukçu paradigma ile değil de insanın ontolojik bütünlüğü açısından değerlendiren İbrahim Kalın da esa­sen aynı şeyi söylemektedir. Ona göre varlığın manasını nesnelere ve olgulara indirgeyen düşünme biçiminin inşa ettiği varlık tasavvuru, görünenin ötesine uzanmak isteyen her tefekkür çabasını işlevsiz ve anlamsız görmeye mahkûmdur. Doğru bir varlık tasavvuru olmadan sahih bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Atomize edilmiş modern birey, parçalara ayrıldıktan sonra bir araya gelemeyen ve bu yüzden de sürekli arıza veren bir makine mesabesine indirgenmiştir. Psiko­loji, sosyoloji, ekonomi, istatistik gibi modern bilimler bu parçalar­dan birini esas alarak insanı tanımlamaya ve tedavi etmeye çalışıyor fakat ürettikleri parçacı yöntemler insanı giderek daha parampar­ça ve kırılgan hâle getiriyor. Evrenin fizikalize ve atomize edilme­si insanın evreni idrakini de fizikalize ve atomize ederek bütüncül kavrayış imkânını ortadan kaldırmıştır. Bu yaklaşım, Vermeer’in tablolarını santimetrekareye düşen renk ve boya miktarı üzerinden tahlil etmekten farksızdır. Şüphesiz bir tabloyu böyle incelemek de mümkündür. Bu bize ressamın tekniği hakkında bir bilgi de vere­bilir. Fakat Vermeer’in İnci Küpeli Kız tablosunun anlamını bu de­taylarda aramak saçma bir uğraş olur. O milimetrik parçaların bir araya gelmesinden doğan bütün, yeni bir anlam düzeyine çıkmış ve farklı bir ontolojik statüye kavuşmuştur. Atomistik düşünce tarzı­nın sorunu, parçada kalması ve bütünün varlık seviyesine bir türlü çıkamıyor olmasıdır. 

Şurası bir gerçek ki, elbette nesnelerin atomize edilerek anla­şılması faydalıdır ve gereklidir. Bütün mesele varlığın ve eşyanın atomize edilerek bütünlüğünden uzaklaştırılmasıdır. Farabi bunu çarpıcı bir örnekle açıklamıştır. Ona göre parça, bütünle ilişkisi nis­petinde anlamlı bir varlık hâline gelir. Parmağın manasım ancak elin manasım ve amacını bildiğimiz zaman kavrarız. Parmak ele, el kola, kol bedene, beden de nefs ve ruha göre anlam kazanır. İnsanın herhangi bir uzvunun anlamı ise ancak insanın yaratılış gayesi idrak edildiği zaman kavranabilir. Aynı kural şehirde çalışan terzi yahut ayakkabı ustası için de geçelidir. Bir ustanın işinin manası, şehrin kuruluş gayesiyle uyum için olmak durumundadır. Böylece parmak­tan bedene, ayakkabı ustasından şehre, devlet yapısından dünyanın varlık gayesine kadar her şey, bir bütünlük için ele alındığında gerçek anlamını bulur. Onun içindir ki İslam düşünce geleneğinde varlık tasavvuru, bölünmüş ve parçalanmış bir tablo arz etmez.

Var olmak ile bilmek, düşünmek ile erdemli olmak, varlıklar üzerinde tasarruf sahibi olmak ile sorumluluk üstlenmek, iç içe geçmiş süreçlerdir. Bu yüzden tabiatın incelenmesiyle ahlaki sorunların tahkiki, aynı felsefi çatı altında ele alınır. Kozmolojinin araştırma konusu olan dünya, fizikî/maddi özelliklerini ötesine geçer ve kavramsal soyutlamaya imkan tanıyan bir bütünlük hâline gelir. Kozmoloji, varlık âlemini, yerleri ve gökleri bu bütünün parçası olarak ele alır. Zira evren bir bütün olarak kavrandığı zaman “akledilebilir” bir varlık hâline gelir. Bu bütünlüğü sağlayan şey, varlık mertebeleri arasında irtibat ve dü­zeni sağlayan şey, varlıkta mündemiç olan akli ilkedir. Bu akıl, kemal ile noksanlık, vücut (varlık) ile adem (yokluk), sonsuzluk ile fânilik arasında uzanan varlık âleminin farklı özelliklerini birleştirir ve on­lar arasında kozmik bir ahenk ve düzen sağlar. / Yavuz Köktaş Bilim ve Ahlak &Olgu ve Değer,

“İnsanlık muafiyet değil mükellefiyet demektir” der Aliya İzzetbegoviç. İçinde yaşadığımız toplumda ve konjonktürde girift çağrışımları ve göndermeleri olan bir cümle kuşkusuz. Özellikle mükellefiyete atıfta bulunmamızın hiç şüphesiz içinde yaşadığımız hayatın ve dünyanın geldiği nokta ile doğrudan ilişkisi var. İnsani ilişkilerden tutun da, tabiatla irtibat ve dünyayı sağlıklı inşa bağlamında insanlığın ciddi bir krizle karşı karşıya olduğu aşikar. 

Kuşkusuz Aliya İzzetbegoviç, Kur’an-ı Kerim’in ve İslamın ruhundan damıtılmış bir önermeyi bizimle paylaşmaktadır. Nitekim insan, iki önemli niteliği ile hem diğer varlıklardan ayrılıyor hem de bir kültür ve dünya üretebiliyor. Bunlar irade (seçim ve özgürlük) ile iradenin getirdiği sorumluluk yani mükellefiyet. Tarih boyunca ve çağdaş dönemde insan ve dünya ile ilgili en yoğun tartışmalar özgürlük üzerine gerçekleşmektedir. Nitekim özellikle post/modern çağda tüketim, sanallık, yapay zeka gibi temalar üzerinden insan özgürlüğü yeniden sorunsallaşmıştır. Bugün genetiğine müdahale edilerek adeta yeniden yaratılmaya çalışılan insanın, o oranda iradesi ve sorumlulukları da yeniden tartışma konusu olmaktadır.

Fakat günümüzde tümel bir sorun daha var ki, bunu en iyi dile getirenlerden birisi Erich Fromm’dur. O, “Özgürlükten Kaçış” isimli kitabında insanların özgürlükten kaçarak sorumluluk almaktan uzaklaştığı tezini işlemektedir. Bunun sebeplerinden birisi de, insanların özgürlük (irade) ile güvenlik arasındaki ikilemde güvenliği tercih etmeleridir. Bir başka deyişle, iradesini kuşanarak ve yapıp ettiklerinin sorumluluklarını üstlenerek dünyayı inşa etmeye girişmek, hayatını yönetmek ve kendi elinde olduğu kadarıyla kaderini sahiplenmenin getireceği zorlukları göze almaması; bunun yerine iradesi ve sorumluluğunu başkasına devrederek hem vekaletine sığındığı kimsenin insafına kalması, hem de artık bir şey yapabilme yetisini kaybetmesidir.

İçinde yaşadığımız küresel sistem tam da böyle bir ikilemin, korku ve kaygıların arasındaki mesafede yaşamaya devam etmektedir. Farklı filmlerde izlemişsinizdir. Amerika’da kölelik kaldırıldıktan sonra, bir köleye artık serbest olduğu söyleniyor. Köle içinde bulunduğu şartlarda yaşamaya o kadar alışmış ki, dış dünyaya çıkıp bir müddet dolaştıktan sonra efendisine gelir ve “ben yine sana hizmet edeyim, sen de benim karnımı doyur” der. İşsizlik, silah, hastalıklar, ilaç vb. üzerinden global düzeydeki adaletsizlikler, insanları dünya ile ilgili derin bir kaygı ve korkuya sürüklemektedir. Öyle ki, büyük kitleler artık irade ve sorumluluktan vazgeçerek sadece ekmeklerinin peşine düşmektedirler. Bunun en önemli kanıtı dünyadaki gelir dengesi ve milyarlarca insanın çok küçük rakamlarla yaşamak zorunda kalmalarıdır. Küresel sistem Firavun’un “fakirleştir, köleleştir ve daha kolay yönet” (Bkz. 28/Kasas, 4) taktiğini uygulamaya devam ediyor.

Bugün insanlığın yaşadığı dramlara baktığımızda, temel sebebin insanın bizzat mükellefiyetleri doğrultusunda hareket etmemesi olduğunu görürüz. Mesela, dünyada akıl almaz ölçekte silahlanma yarışı devam etmektedir. Çatışma riski ve korkusu ile silahlanma giderek yoğunlaşıyor. Birbirini besleyen bu süreçte silahlanma arttıkça çatışma riski artıyor, çatışma riski arttıkça silahlanma artıyor. Mızraklar Mızraklar, Tüfekler Tüfekler isimli kitabında “silah sanayi niçin grev yapmaz” diye soruyordu Jose Saramago. Hiç de rasyonel olmayan ve insanın hırsı ve doymaz iştihasından beslenen bu tavrın mükellefiyetle uyuşan bir tarafı var mı? Büyüme ve tüketim adına tabiat ve çevrenin tahrip olmasına kulak tıkayan bir zihniyetin yarattığı şehirler insanın hangi sorumluluk duygusuyla izah edilebilir? Gıdalardaki bozulma, giderek artan global işsizlik ve fakirlik nasıl izah edilecektir?

Dünyadaki bu dengesizliği ve krizi yaratan şey ise insanların mükellefiyetleri kuşanmadığı gibi sürekli muafiyetler talep etmesidir. Bunun birinci boyutu, öncelikle dünya ölçeğinde insanı sömürgeleştirme faaliyetleri ile var olan küresel sermaye sahipleri ve güçlerdir. Onlar güçleri oranında kendilerine muafiyetler yaratarak dünyayı sorumsuzca tüketmektedirler. İkincisi ise, yine dünya ölçeğinde çok sayıda insanların özgürlükleriyle birlikte zihni, bedeni yetilerini kaybederek kitleselleşmesidir. Kur’an-ı Kerim’in “müstazaf” olarak isimlendirdiği bu kitle de, özgürlük ve sorumluluğu üstlenmeyerek bir başka açıdan muafiyet hali yaşamaktadır.

Bir problemi çözmek için gelinen yerden geriye doğru sağlama yapmak üzere en başa dönmek gerekir. Bu, aynı zamanda o probleme dair en sade ve basit olandan başlamak demeye gelmektedir. Burada en başa dönmenin ilk adımı; özgürlük ve sorumluluğu yeniden hatırlamaktır. İkincisi de, mükellefiyetlerimizi kuşanarak sorumlu bir varlık sıfatıyla dünya ile irtibatımızı bu mentalite üzerine inşa etmektir. ProfDrMustafa Tekin

Ateistler evrende kaos olduğunu iddia ederek esa­sen bu evrenin belli bir düzeninin olmadığını, buradaki olayların karmakarışık olduğunu söylemekte ve bu nokta üzerinden de böyle bir evrenin yaratılmış olamayacağı­nı ispatlamak istemektedirler. Sözgelimi, bu evrenin bir düzeni olduğunu ve burada her şeyin belli bir sistem içerisinde yürüdüğü kabul edildiğinde bu düzeni kimin yürüttüğü ve bu sistemi kimin kurduğu şeklinde ciddi so­rular gündeme gelmektedir. Bu sorulara sahici cevaplar veremedikleri için en kestirme yolun evrende kaos oldu­ğunu iddia etmekten geçtiğini düşünmektedirler.

Fakat bu iddialarını temellendirmeye çalışırken çoğu zaman şu hataya düşebilmektedirler: Evrende kaos oldu­ğunu ispat edebilmek için bu evrende depremlerin, sel­lerin, yırtıcı hayvanların avlanmasının, güçlünün zayıfı ezmesinin var olmasını, yıldızların patlamasını, göktaşla­rının kimi zaman birbirleriyle çarpışmasını bir argüman olarak kullanmak… Oysa bunların hepsi “kötülük prob­lemi” ile ilgili konular olup evrende düzen olmasıyla ilgili değildir. Dolayısıyla bu olayların bulunduğumuz evrende niçin var olduğu sorusunun cevabı “kötülük problemi” başlığı altında aranmalıdır. Şu da var ki, evrendeki dü­zeni biz Allah’ın varlığına bir delil olarak sunuyorken bu tarz olaylar Allah’ın varlığı değil de yarattıklarına merhameti bağlamında ele alınması gereken konulardır. İki meseleyi birbirine karıştırmamamız gerekir.

Şunu da düşünmeliyiz: Bir firmanın ürettiği mallar­dan bazılarının bozuk çıkması o firmada düzen olma­dığım gösterir mi bize? İmtihan için yaratıldığı her se­ferinde vurgulanan bu dünyada deprem ve hastalık gibi musibetlerin bulunması elbette Allah’ın belli hikmet­lerine mebnidir. Öyleyse bu olayları evrende düzenin ol­madığına dair delil getirmek doğru değildir.

Biz farkında olmasak bile hemen her şeyi evrendeki düzen sayesinde yapabiliyoruz. Mesela benim şu anda şu satırları önümde mevcut olan bilgisayar aracılığı ile yazabilmem evrendeki düzen sayesinde olabiliyor, öyle ya, evrende kaos olsaydı belki benim gözüm bir önceki yazıda görecek bu yazıda görmeyecek, kolum ve par­maklarım bir önceki yazıda hareket edebilecek bu yazı­da edemeyecek, beynim bir önceki yazıda işlev halinde olacak bu yazıda olmayacaktı. Aynı şekilde evrende kaos olsaydı benim bilgisayarım onu tasarlayıp üreten firma­nın kurguladığı şekilde çalışmayacaktı. Ne zaman çalışıp ne zaman çalışmayacağını da kestirebilmemiz mümkün olmayacaktı. Kaos budur. Yani düzenin tersidir. Kaosta bir adım ötesini tahmin edebilmeniz mümkün değildir. Ve maddenin gidişatını gözlemleyebilmek düşünülemez.

Dikkat ederseniz ateistler evrene kaosun hâkim ol­duğunu değil de kaosun var olduğunu söylemektedirler. Çünkü onlar da mevcut düzenin evreni bütünüyle kuşat­tığı ve kaos denen şeylerin bu düzene nispetle yok gibi bir şey olduğunu gayet iyi bilmektedirler. Oysa bu iddia bile evrende düzenin var olduğunu ispat etmek demektir. Bir şehir düşünelim: Binaları belediyenin müsaade ettiği yer­lerde belli bir ölçüye göre yapılmış, sokakları belediyenin kurduğu sisteme göre düzenli şekilde süpürülüyor, çöp­leri toplanıyor, trafik lambaları şehirdeki trafiğin düzenli şekilde akışım sağlıyor, sokak lambaları olmaları gereken yerlere asılmış ve gece olunca aydınlatıyor vs. Bu şehirde kaosun var olduğunu söyleyebilir miyiz? Ateistler ise bu şehre bakarak, yıkılma müsaadesi çıkmış birkaç binayı göstererek “bak binalar yıkılıyor” diyerek bu şehirde ka­osun olduğunu iddia ediyorlar. Oysa bu yıkım, yeni ya­pımlar için bir ilk adımdır. Yani bu yıkım da bu şehirdeki düzenin bir parçasıdır.

Evrende düzen olduğunun en büyük delillerinden biri de bilim yapılabilmesidir. Bildiğimiz üzere bilim, yaşa­dığımız tabiattaki eşya arasındaki belli dengeleri, sebep ve sonuç ilişkilerini defalarca deneyleyerek ortaya sonuç çıkartma işlemidir. Oysa bilim adamının üzerinde deney yaptığı her ne şeyse onun evrendeki bütün numunelerini incelemez. Böyle bir şeyin imkânı da yoktur zaten. Onun yaptığı şey, evrende milyarlarca ferdi bulunan o madde­nin birkaç örneği üzerinden deneyler yaparak ortaya ge­nel bir kural/netice koymaktır. Evrende kaos olsa bilim yapılabilmesi asla mümkün olmaz.

Bilim, yükleri aynı olan iki maddenin birbirini ittiği sonucunu, bu iki madde üzerinde defaatça deney yap­tıktan sonra ortaya koyar. Sonrasında aynı özelliklere sa­hip bütün maddelerin birbirlerini ittikleri sonucunu da bizlere verir, örneğin bilim, iki hidrojen atomuyla bir oksijen atomunun birleşerek bir su molekülünü oluştur­duklarını ve bunun olabilmesi için de belli kuralların, açı­ların olması gerektiğini bizlere sonuç olarak sunabilmek için bunlar üzerinde defalarca deneyler yapar. Ve sonuç olarak evrendeki tüm su moleküller için de bu kuralın ge­çerli olduğu şeklinde bir sabite ortaya koyar. Demek ki mikro seviyedeki atom, element ve moleküller ile makro düzeydeki galaksiler hep belli yasalara tabidirler. Bu yasalara bağlı oldukları bilindiği için bilimde belli maddeler üzerinde yapılan deneyler üzerinden diğer aynı maddeler hakkında genelleme yapılmaktadır. Evrende düzen olma­sa birbirinden tamamen bağımsız olan bu maddeler için nasıl böyle bir genelleme yapılabilir?

Fizik ilminin tamamı ve evrendeki hareketler hakkın­da yapılan tüm izahlar aslında evrende bir düzenin var olduğu ön kabulüne dayanmaktadır. Astronomi, Biyoloji ve kimya alanlarıyla ilgili yapılan izahlar da böyle değil midir? Günümüzde astronomların yarım asır önce hangi gün güneşin nereden doğduğunu hesaplayabilmeleri ve yıllar sonra ayın hangi günde tutulacağım hesaplayabil­meleri evredeki düzen sayesinde mümkün olmaktadır. Bir diğer misal olarak, yaşh bir yıldızın ne zaman patlaya­cağım ve bu patlamadan sonra yeni bir düzen olarak nasıl bir şeyin ortaya çıkacağını tahmin edebilmeleri de bu ka­bildendir. Aynı şekilde haftalar sonraki hava durumunu bile tahmin edebilmeleri evrendeki düzen sayesindedir.

Biyoloji baştan sona bir düzendir. Eğer insanlar olarak vücudumuz sürekli farklı reaksiyonlar gösterecek olsa doğup, büyüyüp gelişmemiz mümkün olabilir miydi? örneğin, üç milyar baz içeren DNA’nın hiç karışmaksı- zm kendini kopyalayabilmesi ve düzenli şekilde protein üretmesi kaosla yan yana getirilebilir mi? Dünyanın et­rafını dolaşabilecek kadar olan uzun olan bir ip düşünün: bu ipi sarıp çantanıza koydunuz. Bir gün sonra açıp bak­tığınızda ne halde olabileceğini tahmin ediyorsunuzdur umarım. Oysa bir hücredeki DNA çokça uzun olmasına rağmen adına histon denilen makaraya benzeyen sayı­sızca proteine sarılmakta ve kromozom içinde paketlenmektedir. Şayet bu olay olmasa dünyada canlılık denen bir şeyden bahsedilemeyecekti. Çantanıza serbest şekil­de bıraktığınız bir ip bile saatler sonra çözülemeyecek bir şekle giriyorken burada anlattığımız DNA olayı düzen değilse nedir?

Şunu da düşünelim: Dünyanın dönme yörüngesinden endişe duyuyor muyuz? Bir yerlere çarpacak olmasından duyduğumuz bir endişe var mı? Zaten bu seyrindeki dü­zenden dolayı her yıl baharı yaşayarak neşeleniyor, kışa erişerek farklı bir keyif almıyor muyuz? Yine her yıl ba­harda bitkilerin yeşermesine ve sonbaharda solup yok olmasına şâhid olmuyor muyuz? Sonbaharda bitkilerin solup yok olmasını bize bir kaos gibi gösterenler esasen bunun da mevcut düzenin bir parçası olduğunu niçin an­lamak istemezler?

Bilimin inceleme alanına giren hemen her şey mad­denin belli bir düzen içinde hareket ettiği ön kabulüne dayanmaktadır. Öyle ki bu ön kabul olmasa hiçbir bilim adamı bilim yapamaz. Kütle çekimi genellemesinden optik yasalar genellemesine varıncaya kadar hemen her mesele için durum böyledir. Evrendeki atomların sabitelerine duyduğumuz güven olmasa bu evrende bilim ya­pabilir miyiz? Bir yandan bilime sürekli atıfta bulunup diğer yanda evrende düzenin olmadığını iddia etmek hem komiktir hem de teknolojiye, fiziğe, kimyaya, astro­nomiye bir hakarettir. Evrendeki düzenin ayrıntı ve ku­rallarım çözmeye çalışarak bir taraftan bilim yapıp, öte yandan evrende hiçbir düzen yok demek nasıl anlamsız olmasın ki?

Evrendeki düzenden bahsederken elbette meseleyi sa­dece yukarıda saydığımız ilimlerle sınırlıyor değiliz. Ta­rihten psikolojiye, matematikten tıbba varıncaya kadar tüm ilimlerde bir düzen mevcuttur. Bugün bir diş dok­torunun kendisine gelen hastanın şikayetlerine ve dişin mevcut durumuna göre ne yapması gerektiğini kestire- bilmesi yahut bir dahiliye doktorunun belli semptomları saptayarak hastasına nasıl muamelede bulunması gerek­tiğini ve nasıl bir ilaç tedavisi uygulaması gerektiğini bi­lebilmesi evrendeki düzen sayesindedir.

Öyle ya, insan vücudu belli bir düzen içinde çalışmasa semptomlar her bir şahıstan diğer şahsa farklılık gösterir ve bugün biz hiçbir hastalığın semptomlarından bahse­diyor olamazdık. Bu durum hastalıkların tedavisindeki en önemli adım olan “teşhis” sürecini imkânsız hale ge­tirirdi. Dolayısıyla hastalıkların tedavisi de bir hayli zor olur hatta bazen mümkün bile olamazdı.

Evrime İnanıp Kaosu Savunma Paradoksu: Bu konu bağlamındaki en büyük çelişkilerden biri de evrimi savunanların evrende düzenin olmadığını sa­vunanlarla aynı kişiler olmalarıdır. Bu açık bir tenakuz- dur/çelişkidir. Evrime inanan bir kişi evrendeki düzene de inanıyor olmalıdır. Çünkü evrim denen şeyi bugün fosiller üzerinde yaptıkları araştırmalarla ispatlamaya çalışmaktadır. Bu alana yoğunlaşan paleontoloji uzman­ları, yaptıkları karbon testlerinde karbon atomunun bir zaman sonra azot atomuna dönüştüğünü ve beta ışıması yaptığım saptarlar. Ve bunun da tüm C14 karbonları için geçerli olduğu şeklinde bilimsel bir sonuç verirler. Evren­de düzen olmasaydı böylesi bir hesaplama yapmak müm­kün olabilir miydi?

Fizikteki Kaos Teorisi Nedir?

Evrende kaos olduğunu, düzen olmadığını ispat et­meye çalışan bazı ateistlerin şunu söylediğini görürsü­nüz kimi zaman: “Kaosun teorisi bile var, elbette evrende kaos vardır.” Oysa bu iddiadaki kaos teorisi ile bahsinde olduğumuz teori aynı şeyler değildir. Kimileri bunları karıştırmakta kimileri ise bilerek bu teoriyi manipüle et­mektedir. Şöyle ki, kaos teorisi bilimsel bir verinin ölçül­mesinin önünde engel olan farklı faktörlerin bulunması ve bizim bunları tespit etmeye gücümüzün olmamasıdır. Hemen aklımıza gelen bir misal olarak, bugün depremin zamanım kestiremeyişimizdir. Zira depremi oluşturan fay batlarındaki harekettir. Bu hareketi sağlayan farklı faktörler olduğu için bugünkü bilim bunları birleştirip çözümleyebilecek bir mekanizma oluşturamamıştır.

Dikkat edersek burada ölçümü engelleyen farklı fak­törleri bizim ölçebilme imkânına sahip olamamamızdan kaynaklanan bir “kaos” vardır. Haddi zatında evrende mevcut olan bir kaos değil. Çünkü depremin, vakti sa­ati geldiğinde meydana gelmesi de evrende mevcut olan ‘düzen’ sayesinde olmaktadır. Nitekim depremi oluşturan faktörler de mutlaka belli bir yasaya göre hareket etmek­tedirler. Şu kadarı var ki bizim ölçüm imkânlarımız he­nüz bunları tespit edebilecek düzeye çıkmadığı için or­tada ‘bize nispetle’ bir kaos vardır. İmkânlar gelişir ve bu ölçümleri yapabilmemizin önündeki engel olan faktörler de çözümlenebilirse artık ortada bir “kaos” kalmayacaktır, öyleyse “kaos teorisi” üzerinden bizim burada konu et­tiğimiz anlamda evrende kaosun olduğunu ispata kalkış­mak meseleleri karıştırmak olur. / Ömer Faruk Korkmaz

Hor MIZ Cazin – Munadžat

Toplumdaki çekişmelerin, huzursuzlukların sebebi manevî değer ölçülerinin ehemmiyetlerini kaybederek yerlerini maddî değer ölçülerine (para, kadın, içki, kumar, vs.) terk etmeleridir. Yine cami “Allah’a en yakın olanınız, kötülüklerden en fazla sakınanınız, fazilet, meziyet vs. ahlakça en üstün olanınız, başkalarına en büyüklerine, amirlerine en fazla itaat edeninizdir.” ifadeleriyle, toplumun her çeşit sınıflarına ait, fertlerin muayyen, belirli,, “manevî değer ölçüleri” etrafında toplanmalarını sağlar.

Tabiî aynı değer ölçüleri etrafında toplanan, onlara ulaşmayı kendilerine gaye (ideal) edinen kimselerin, başka bir deyişle, ayrı ayrı hedefler yerine tek bir hedefe yönelen kimselerin, her geçen gün zamanla doğru orantılı olarak birbirine daha yaklaşarak, kaynaşacakları bütün bir ömür boyunca yekvücut olarak yaşayacakları bir gerçektir. Artık o zaman para, mevki, şöhret, gaye (ideal) olmaktan çıkacak, “esas-gaye”ye ulaşmak için birer vasıta bir basamak olarak kullanılacaktır. Bunun neticesi olarak, fertler para kazanmak için para kazanmayacaklar, herkese böbürlenmek için mevki sahibi olmaya çalışmayacaklar, bilakis bunları esas- gayelerine ulaşmak için kullanacaklardır. Dolayısıyla paraları, mevkileri, şöhretleriyle, başka bir deyişle malik oldukları her şeyleriyle, millet, vatan, memleketlerine en hayırlı, en faydalı olmaya çalışacaklar, bu uğurda hiç bir fedakârlıktan çekinmeyeceklerdir.

Yine aynı değer ölçülerine sahip olmaları hadiseler, olaylar karşısında görüş, fikir, sonuç olarak karar ayrılığına düşerek gruplaşmalara, iç huzursuzluklara düşmek suretiyle çözülüp birbirlerinden kopmalarına engel olacaktır. Başka bir ifadeyle, muayyen etkilere (tesirlere) karşı aynı ölçü ve aynı yönde aynı tepkileri (reaksiyon) göstermelerini sağlayacaktır. Bu fikir ve karar birliği de onları birbirlerine daha yaklaştıracak, kaynaştıracak ve felaketlerin kolayca yerleşmemelerini temin edecek ve böylece yurdumuzun ve milletimizin devamını sağlayacaktır.

Camilerde sonsuz bir eşitliğin varlığından bahsedilmişti. Bu sonsuz eşitlik havası gençlerin eşit şartlar altında şahsiyetlerini bulmalarına yardımcı olacağı gibi, kendi bünyesinde toplumun çeşitli sınıflara mensup fertleri arasında “eşitlik fikrinin gelişmesine ve dolayısıyle mutlak bir eşitliğe yönelip, onu gerçekleştirmeye çalışmalarına sebep olacaktır. Bu çalışma ve gayret de, onların Cami dışı hayatlarına tesir edecektir, Böylece, adaletin karşısında veya herhangi bir yerde yahut bir mecliste fakır veya işçiyle eşit muamele gördükleri zaman, hem bunu gayet tabiî olarak kabul edip yadırgamayacaklar, hem de kendi maiyetlerine ellerinden geldiği kadar eşit muamele yaparak onlar arasında mutlak bir eşitliğin gerçekleşmesine çalışacaklardır. Bu da haksızlığın, iltimasın, adam kayırmaların mevzubahis olmaması yani yok olması, aksine insanların toplumdan istidat, kabiliyet, faziletlerine göre değer kazanmaları, başka bir deyişle “adama göre iş değil, işe göre adam” prensibinin gerçekleşmesi demektir.

Bir milletin geleceğinin, gençlerinin yetişiş tarzına, benimseyip kabul ettikleri veya kabul edecekleri değer ölçülerine bağlı olacağı gerçeği göz önüne alınacak olursa cami, memleketin geleceği demek olan gençlerin yukarıda zikredilen “manevî değer ölçülerini* benimseyip kabul etmelerini sağlamak suretiyle onları, kendilerini vatan ve milletlerine adamalarını, paranın, mevkinin, her şeyin vatan ve millet için olduğunu temin eder. Tabiî aynı değer ölçülerine sahip gençlerin büyüyünce birbirlerinden ayrılıp kopmaları düşünülemez. Böylece yurdumuzun kalkınması kısa zamanda tahakkuk eder. Zira bir mütefekkir (düşünür), “Bir millet, her şeyini kendisine feda eden fertlerinin oranı nispetinde kalkınır” demiştir.

Bunun tersini yani para, kadın, içki, kumar vs. gibi değerler sisteminde en alt yeri dahi alamayacak değer ölçülerine sahip gençlerin çoğunluğu teşkil ettiği toplumlardaki durumu düşünecek olursak bu, zıt-düşünüşle manevî değer ölçülerine sahip olmanın önemi daha açık olarak ortaya çıkar.

Cami, okumuş-aydınlarla halkın birbirlerinden kopmalarını önlemekle kalmayarak münevveri, halkı anlayıp severek ona inmenin ve ona hizmet etmenin lüzumuna inandırdığı gibi, halkın da okumuş-aydına (münevvere) olan itimadım kaybetmek şurda kalsın, bilakis ona olan itimat ve güvenini takviye edip kuvvetlendirerek bağlılığını artırır, kaynaşmasını sağlar. Böylece okumuş-aydının liderliğini seve seve kabul eder duruma gelir. Bu da okumuş-aydın ile halkın birbirinden koparak, ayrılmaların, gruplaşmaların yok olması demektir. Böylece teessüs edilen fikir birliği, münevver ile halkın memleket meselelerinde anlayış havası içinde yekvücut olarak çalışmalarını ve dolayısıyla yurdumuzun kısa zamanda kalkınmasını sağlar.

Yine cami, toplumda zengin-fakir, işveren-işçi gibi katı sınıflar şeklinde bilinmekle beraber, amir- memur şeklinde kendini gösteren benzer sınıflar arasında da, amirleri muayyen bir seviyede tutarak onlara adalet, itidal tavsiye ederken iş, vazife icabı zaman zaman bunalımlar geçiren memurlara da mutlak itaat telkin ederek manen amirleri seviyesine çıkarmakla, başka bir deyişle eşit duruma getirmekle ve bunu da iki tarafa hissettirmekle bu iki zümrenin karşılıklı sevgi, saygı ve anlayış havası içinde beraberce çalışmalarını ve dolayısıyla birlik ve dayanışmanın teessüsünü sağlar.

Toplumu bir organizmaya benzetirsek, okumuş aydınlar (münevverler bu organizmanın beyni durumundadır. Her zaman ve bilhassa bugün, toplumlar için en büyük tehlike, bu okumuş-aydınlar ile kalabalık halk kütlelerinin birbirlerinden kopmalarıdır. Başka bir ifadeyle, okumuş- aydınların halka tepeden bakmaları, halkın da okumuş-aydınlara itimatlarını, güvenlerini yitirmeleri ve kendilerine yabancı kalmalarıdır.

Yine camiler, her çeşit halk tabakalarına mensup kimselerin toplantı yerleri olduğu için, münevverlerin bu her çeşit halk tabakalarına ait kimseleri oralarda topluca bularak onları ayrı ayrı oldukları gibi daha iyi tanımalarına dolayısıyla milletin yapısını teşkil eden bu fertleri ayrıntılarıyla, teferruatıyla, kabiliyetleri, meziyetleri ve varsa eksiklikleriyle öğrenmelerine yol açar. Zira camiden başka hiçbir yerde bu kadar çeşitli yaşta ve toplumun bu kadar değişik sınıflarına mensup kimseleri bir arada bulmak, onları yakından, her türlü gösterişten uzak, oldukları gibi tanımak mümkün değildir.

Sonuç olarak, toplumun beyni durumunda olan okumuş-aydınlarla muhtelif yaştaki gençlerin bu şekilde devamlı ve sıkı münasebetleri, milletlerin, büyüklükleri, süreklilikleri ve diğer milletlere karşı üstünlükleri demek olan bu genç nesiller arasındaki büyük istidat, büyük kabiliyet, büyük dehaların biran önce teşhis edilerek hiç birisinin ziyan olmamalarını, başka bir ifadeyle hepsinin istisnasız değerlendirilmelerini sağlar.

Ayrıca genç, orta yaşlı, ihtiyar olmak yaşta ve toplumun her tabakasına ait toplantı yeri durumunda olan cami, bir milleti millet olarak var edip onun hususiyetlerini teşkil eden örf, adet ve geleneklerin kuşaktan kuşağa, nesilden nesile geçmesi suretiyle asırlar boyunca devam edip gitmesini ve dolayısıyla milletin var olmasını sağlar. Zira camiden başka hiçbir müessesede bu kadar çeşitli yaştaki kimselerin devamlı olarak, bir arada toplandığını görmek mümkün değildir. Aynı zamanda bu kadar çeşitli yaştaki kimseleri devamlı olarak bir araya getirmek suretiyle onlar arasında davranış birliğini de sağlayacaktır. Zira her müessesenin kendine mahsus istediği bir davranış şekli vardır. Tabiî bu davranışlar da yeni edinilecek alışkanlıkların bir merhalesidir. Bir diskotek ile bir caminin istediği davranışların aynı olmayacağı muhakkak ve gayet tabidir. Çünkü üzerine kuruldukları değer yargılan ve kuruluş gayeleri başkadır.

Toplum hayatındaki erkek-kadın münasebetlerinin çok mühim ve etkili olduğu bir gerçektir. Cami, İslâm’ın “sizin en hayırlınız aile, çoluk çocuklarına en hayırlı olanınızdır” gibi ve benzeri ifadeleriyle, erkekleri aileleri, çoluk çocuklarına doğru yöneltip onların gayet cömert, merhametli, şefkatli, iyi birer aile reisi olmalarını sağlarken, hanımlara da meşru hallerde seve seve kocalarına itaat telkin etmek suretiyle yuvanın iki rüknü, iki numası durumunda olan kadın ile erkek arasındaki münasebetleri tanzim ederek kuvvetlendirir. Bu da ÇOCUKLARIN, şahit olmalarının üzerlerinde fazla ve değişik tesirler göstereceği her türlü münakaşa ve kavgadan uzak olarak sağlam bir ruh sağlığıyla yetişip gelişmelerini sağlayacaktır.

Böylece aile, bütünüyle (baba, anne ve çocuklar) sağlam temeller üzerine kurulmuş olur. Milletin en küçük parçası durumunda olan ailelerin sağlamlığı ve güçlülüğü ailenin toplamı ve bütünü demek olan milletin de sağlamlığını ve güçlüğünü doğuracaktır. ¥ine cami, kadın-erkek arasındaki <gayr-ı meşru münasebetleri önlemek suretiyle toplumda felaket ve cinayetlerin ortadan kalkmasını temin edecektir. Zira yapılan istatistikler cinayetlerin çoğunun gayr-ı meşru kadın-erkek münasebetlerinden doğduğunu ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak cami, kendisine devam edenler arasında bir tanışıklığın doğmasına sebep olacaktır. Maddî tarafının ilerde ele alınacağı bu tanışıklık, tanışan kimseler arasında bir anlaşma zeminin doğmasına, bu da, arada sevgi ve muhabbetin gerçekleşmesine yol açacaktır. Zira dilimizde çok yaygın “hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşırlar” atasözü de bu gerçeğin bir ifadesidir.

Yine camilerde beraberce yapılanın, teker teker, ferdî olarak yerine getirilen aynı ibadetlerden, en az yirmi yedi defa değerli olarak kabul edilmesi, tek başımıza ferdî olarak yaptığımız aynı işlerin toplumla beraber yapıldığı takdirde daha fazla verim (randıman) sağlayarak, hem kendimiz, hem başkaları için daha faydalı olacağını bizlere bildirmek ve dolayısıyla bizleri toplumculuğa (kolektivizm), ortaklıklar kurmaya, başka bir ifadeyle koordineli bir iş~ taksimine yöneltmek içindir. Zira ferdî ibadetlerde elde edilecek sonuç, sadece ferde ait olacaktır, fakat topluca yapılan aynı ibadetlerde netice hem ferde hem de o ferdin beraberce ibadet ettiği, başka bir ifadeyle beraber çalıştığı topluma (cemaata) ait olacaktır. Diğerlerinin de ibadetlerinden, başka bir deyimle faaliyetlerinden doğacak faydalar gene topluma, yani diğer fertlere ait olunca, toplumda herbir ferdin ibadeti (sa’y-u gayreti) ve bundan doğacak faydalar, hem kendine, hem beraber ibadet ettiği (çalıştığı) toplumun* diğer fertlerine dağılacaktır.

Beraber kılman farz namazlarına karşılık, sünnetler ayrı ayrı kılınır. Allah Teala sünnetlerin de Farzlar gibi topluca beraber olarak kılınmasını emredebilirdi. Bu, müslümanların esas meselelerde birlik ve beraberlik içinde olmalarına karşılık, teferruatta robotlaşmayarak şahsî teşebbüs (insiyatif) sahibi olarak onları yapıcılığa teşvik, şahsî kabiliyet ve istidatlarını geliştirmeye yöneltmek içindir. Yine farz namazların, toplumun (cemaatin) içindeki en layık kimseye uyularak topluca kılınması, birleşilmesi gereken esas meselelerde konularına göre onları en iyi bilen, en selahiyetli kimseler etrafında seve seve sonsuz bir itaat hissiyle toplanmamızı bizlere telkin içindir.

Beden ile ruh arasında sıkı bir münasebetin mevcudiyeti ve yapılan müspet veya menfi hareketlerin ayniyle ruhta da müspet veya menfî (olumlu- olumsuz) tesirler icra edeceği İlmî gerçeği göz önüne alınacak olursa, gayet ölçülü, mevzun (ritmik) hareketlerden müteşekkil, ister farz ister sünnet olarak kılman bu namazların o namazları kılanların ruhunda müspet tesir icra ederek onların mutedil, ölçülü, her türlü aşırılıklardan sakınan birer olgun insan olarak yaşamalarına sebep olacağı sonucu ortaya çıkar.

Bu ferdiyetçilikten kaçış, mesaimizin sadece bize değil, toplumumuza da fayda temin etmesini, başka bir deyişle sadece kendimiz için çalışıp kendimizi gaye edinmekten vaz geçerek topluma ve toplum menfaatlerine yönelmemizi ve kendimizi buna adamamızı telkin edecektir. Bu tarzdaki fedakârlıklardan kimsenin zarar görmeyeceği, bilakis her fert için daha istifadeli olacağı da ortadadır. Zira şahsî yapılan işlere nispetle,/ topluca yapılan işlerden en az toplumu meydana getiren fertlerin karesi veya küpü oranında bir artış, bir fazlalık kaydedileceği bir gerçektir.

Yine birbirini düşünen fertlerden müteşekkil cemiyetlerde dayanışma, yardım ve dolayısıyla huzurun, herkesin kendini düşündüğü, kendine yöneldiği cemiyetlere nispetle çok daha fazla olacağı İlmî bir hakikattir. Tabiî herkesin böylesine yardımlaşdığı, birbirini düşündüğü, birbirini sevdiği toplumda gençlik bunalımları, grev-lokavt ve benzeri hareketlerin de olmayacağını kabul etmek gerekir. Sonuç olarak, “ferdî yapılan aynı hareketlerin beraber yapıldığı takdirde çok daha fazla değer taşıyacağı” esası; bizleri ayrı ayrı ferdiyetçilikten toplumculuğa yöneltecek, dolayısıyla bizde toplum şuurunun kuvvetlenmesine yol açacaktır.

Netice olarak, herkesi bîr çatı altında toplama imkânından’ mahrum olan camiler, kendi bünyelerinde toplananları aynı istikamete, başka bir tabiri aynı gaye ve hedefe yöneltmek suretiyle temsilî mahiyette de olsa kendinde toplananlar arasında gaye, hedef, fikir ve düşünce birliğinin teessüsünün gerçekleşmesini temin etmeye çalışmaktadırlar, Buraya kadar devamlı olarak  caminin toplum içindeki manevî tarafları ve sağladığı manevî eşitlikten bahsedildi. Evet, ele alınan bu manevi hususlar, toplum bünyesinde çok mühim olmakla beraber, kafi ve yeterli değildir, Zira toplum bir realitedir. Onun maddi birçok ihtiyaçlarının olacağı da bir hakikattir, Bu maddi eşitlik gerçekleşmedikçe, toplumun dert ve davalarının halledilemeyeceği de ortadır. Ali Murat Daryal 

dua
Mescitler şüphesiz Allah’ındır. Öyleyse oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.” (Cin 18)

Comments are closed.