İÇİNDEKİLER
KİTAP NEYİMİZ OLUR?
ABSÜRDİZM – AGNOSTİSİZM – ATEİZM – ALTRÜİZM
DETERMİNİZM – DOGMATİZM
EGOİZM – EMPRİZM
HEDONİZM
FEMİNİZM
MODERNİZM / MATERYALİZM
NİHİLİZM / NARSİZM
OPORTUNİZM
PRAGMATİZM / PAGANİZM / POLİTEİZM / PANTEİZM
ROMANTİZM / RASYONALİZM / REALİZM
SEKÜLERİZM – SATANİZM / ŞOVENİZM
TRANSHÜMANİZM / TOTALİTARİZM
İdealizm Özellikleri Hakkında Bilgi – Albert Camus – Ludwig Wittgenstein – Jean Paul Sartre – Søren Kierkegaard – Varoluşçuluk felsefesi
İnsanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur. Stefan Zweig
YAKIN DA
Altrüizm ya da özgecilik hiçbir çıkar düşüncesine dayanmayan duygulara değer veren anlayıştır. Altrüizm, bencilik’e karşıt olarak Fransız düşünürü Auguste Comte tarafından ileri sürülmüş bir yaklaşımdır. Gerçek özgecilik, toplumsal bir ilişkidir ve bireyle toplumun gerçek uyuşumuyla belirmektedir.
Bir diğer adıyla diğerkâmlık olarak da bilinen Altrüizm, “başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetmek” ya da “diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışmak” ve “bencillik karşıtı hareketlerde bulunmak” olarak da tanımlanabilmektedir.
Özgecilik, tanımlarından da anlaşılabileceği gibi, “kendi gelişim gereksinimlerini bir kenara itip yalnızca başkalarının çıkarlarını sağlamaya çalışma” anlamında değil, başkalarını da kendisi kadar düşünme, başkalarını da kendisi kadar sevme ya da başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme anlamında kullanılır.
Altrüizm, bir bakıma, kişinin bir parçası olduğu toplumda kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirmesidir. Bu şöyle açıklanır:
İnsanoğlunun bireysel (diğer insanlardan ayrı olarak) yaşaması doğal yapısına aykırıdır. İnsan toplu yaşama gereksinimi içinde olan bir varlıktır. Bakıma en fazla muhtaç olan yavrunun insan yavrusu olması bunun açık bir örneğidir.
Bireyin içinde bulunduğu toplum, çeşitli organlardan oluşan bir organizmaya benzetilecek olursa; diğerkâmlık ya da özgecilik, bireyin bir parçası veya bir organı olduğu organizmanın yararı uğruna, organizmada kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirmesidir.
Dolayısıyla, diğerkâmlık aslında kişinin menfaatlerinden vazgeçmesi değil, tam tersine yüksek menfaatlerini düşünmesidir. Çünkü organizmanın kusursuz işlemesindeki bir aksaklık kendisine de yansıyacak ve kendi çalışmasında da birtakım rahatsızlıklara yol açacaktır.
Ayrıca, bağlı bulunduğu organizmanın gelişmesi ve yükselmesi, kendisinin de gelişmesi ve yükselmesi demektir. Sonuç olarak özgecilik, toplu yaşamanın gereklerini yerine getirmek olarak da açıklanabilir
Sosyolog Ömer Yıldırım
1. EMPRİZM NEDİR?
Rasyonalizm karşıtı olarak emprizm, bilginin sadece duyumlardan geldiğini ve görgüsel deney dışında hiçbir yoldan bilgi edinilemeyeceğini savunur. Deneyden gelen bilgi, doğrudan ya da dolayla olarak elde edilebilir. Ne varki doğrudan ya da dolaylı elde edilmiş olsun, usun yani aklın bunda hiçbir rolü yoktur.
Bilginin tek kaynağının görgüsel deney olduğunu ileri süren bu öğreti, türkçede amprizm, görgücülük ve ya deneycilik olarak da geçmektedir. Emprizmin batı dillerindeki kökü, deney ve görgü anlamlarını dile getiren empeiria deyimidir. Bu yunanca deyim, bilimsel bilgi anlamındaki yu.episteme deyimle sezgisel ve tinsel bilgi anlamındaki yu. gnosis deyimine karşıt bir anlam taşır ve görgüsel bilgi (insanın doğrudan doğruya gördüklerinden çıkardığı bilgi) anlamını dile getirir.
Görgücülük, birçok yanılgılarına rağmen, felsefe alanında temel öğretilerden biridir. Bilginin görgülere dayandığı savı, ustan ve doğuştan olmadığı anlamını içerir. Bu bakımdan emprizm, rasyonalizme ve nativizme karşıt bir düşünce akımıdır. Bilginin görgüselliği duyulardan, algılardan, deneylerden geldiği savını kapsar.
Empirizmin ilk temsilcileri ilkçağ Yunanistan’ ındandır. İlk empiristler, duyularımızın bildirdiği duyumları esas alırlardı ve bunları “gerçek bilgiler“ olarak kabul ederlerdi. Duyumculuk denilen bu şekildeki empirizmin kurucuları antik çağ Yunan düşüncesinde Protagoras, Demokritos gibi düşünürler duyumculuğu savunmuşlardır. Bunlara göre bizim için var olan ancak duyduğumuz şeylerdir, duymadığımız şeyler bizim için yok demektir. Her kişinin bilebileceği kendi duyumu olduğuna göre ne kadar insan varsa o kadar da gerçek var demektir. Duyularımız dışında başka bilgi edinemeyeceğimiz için ilk nedenleri araştırmak boşunadır. İnsan kendisi için erişilebilecek tek şey olan kendisi ile yetinebilmelidir.
Bugünkü anlamda emprizm ise 17. yy da İngiltere’ de gelişmeye başlamıştır. İngiliz filozoflarından John LOCKE (1632-1704), George BERKELEY (1685-1753), David HUME (1711-1776), Stuart MILL (1806-1873) ve Herbert SPENCER (1820-1904) bu gelişmede başlıca rolü oynadılar. Fransa’da CONDILLAC (1715-1780) bu mesleği daha çok duyumculuk alanında geliştirdi.
Bu felsefenin en büyük özelliği, kurgulardan kaçınması, deney ortamında kalmak istemesidir. Empiristler, sezgiye dayanan bilgiyi reddetmiş, bilginin deney ve tecrübelere dayandığını savunmuşlardır. Fakat sezgisel bilgiyi red ediş, içgüdüsel fikirleri kesin olarak red etmez, çünkü içimizde doğuştan var olan duygu, düşünce ve bedenimizi yönlendiren birtakım eğilimler de vardır.
İngiliz empiristler, tümdengelim ispatlar yerine tümevarım metodları tercih etmişlerdir. Çünkü bu, deneyler için veriler elde etmeye yardımcı olur. Ayrıca emprik görüş açısından, nedensellik de önemlidir. “X, Y’ nin nedenidir.” dediğimiz bir ifadede gözlenen olgusal bir ilişki betimlenmektedir. Gözlemlerimiz şimşek çakmasını gök gürültüsünün, sürtünmeyi ısının, gündüzü gecenin izlediğini göstermektedir. Bütün bu hallerde gözleme konu olan, veri düzgün ve değişmez bir geçişin olduğudur. Ne zaman X ortaya çıksa Y de çıkmaktadır. Şüphesiz gözlem konusu ilişkiler içinde eğreti ya da geçici olanlar da vardır. Mesela ormana atılan bir sigara yangın çıkarır ama bu her zaman ormana bir sigara atıldığında yangın çıkar anlamına gelmez. Ayrıca yangın çıkması için gerekli başka faktörler de vardır. Ancak empristlere göre bunları gerçek ilişkilerden ayırmak için yine gözlem yeterlidir.
Bu bağlamda diyebiliriz ki, emprizm için apriori bilgi (önbilgi) yoktur. Emprizmde apriori bilgi yani, deneyimden bağımsız olarak, yanlızca aklın kendisi ile elde edilen bilgi, yerine a posteriori yani, deneyimle elde edilen bilgi, vardır. Çünkü apriori olarak kabul edilen bilgi de denemeyle, çağrışımla ve doğada hüküm süren düzene uygunlukla elde edilmektedir. Temelde gerekli olan genel-zorunlu bilgi, realite alanında değil, cebir, geometri, aritmetik gibi alanlar ile ilgili bir bilgidir ve dar bir alandır. Bilginin geniş bir alanı olan matter of facts (gerçeklerin sebebi) alanının bilgisi ise, genel-zorunlu olan bir bilgi değildir. Çünkü bu tür bilgiler deneyime, alışkanlığa ve benzetmelere dayanır.
2. BAŞLICA EMPRİSTLER
2.1. JOHN LOCKE (1632-1704)
Bir Emprist dünya hakkındaki tüm bilgisini duyuları ile kazanır. Emprist bir tutumun klasik tanımlaması da Aristoteles’ e kadar dayanır. O, “zihinde bulunan hiçbir şey yoktur ki daha önce duyularla bulunmuş olmasın.” demiştir. Bu görüş, “insanlar idea’ lar dünyasında edindikleri fikirleriyle doğarlar” diyen Platon’ un eleştirisidir. Locke da Aristoteles’ in bu sözlerini tekrarlar. O’ nun amacı ise Descartes’ i eleştirmektir.
Bilgi konusundaki görüşlerini ortaya koyduğu yapıtı “An Essay Concerning Human Understanding” (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) insan bilgisinin alanını, ulaşabileceği yerleri ve dolayısıyla bilinemeyecek konuları araştırmaya yöneliktir. Böylece bilginin kaynaklarını, kesinlik temellerini ve yayılımını ortaya koymayı, insanların bir bilgiyi doğru saymalarındaki inanç ve kanıları ele alarak, yanlış ve yanılgıya yol açan nedenleri bulmayı amaçlar.
Locke’ a göre insanın anlama yeteneğinin önceden verilmiş hiçbir içeriği yoktur. Ruhun içinde bulunanların hepsinin, bütün tasarımlar, düşünceler, vs. in bütün kaynağı deneyimlerdir. Locke “zihinde bulunan hiçbir şey yoktur ki duyularda bulunmasın” demiştir. Buna göre yeni doğmuş bir çocuğun zihni boş beyaz bir kağıt (tabula rasa) gibidir. Bu boş kağıt yaşadıkça, deneyler ve gözlemler ile doldurulur. Yeni doğmuş bir çocuk herşeyi duyuları ile algılayarak öğrenir. Locke’a göre düşüncelerimiz iki kaynaktan türemiştir:
- Duyum Fikirleri: görme, işitme gibi duyularla gelenler tekil ve somut idea’ lardır.(sarı, sıcak, sert, yuvarlak, gibi)
- Düşünce Fikirleri: düşünme, inanma, kuşkulanma gibi zihnin değişik işlevleri ile gelişen idea’ lardır.
İlk fikirler, önce duyum sonra düşünce fikirleri olmak üzere basit fikirlerdir. Bu dönemde insan zihni asıl olarak edilgendir. Zihin daha sonra etkin olarak basit fikirleri birleştirerek, yanyana getirerek ya da bunlardan soyutlamalar yaparak karmaşık fikirler oluşturur. Buna göre örneğin, tek boynuzlu at, altın dağ ve ya uçan halı gibi hayal ürünü fikirler bile aslında duyu deneyimlerinden gelen basit fikirlerden oluşan karmaşık fikirlerdir. Locke’ a göre bu karmaşık fikirlere dayalı önermeler ve yargılar da insanın gerçeklik konusundaki bilgileridir. Asıl bilgi de yargıda bulunma sonucu oluşan önermelere dayanır. Bir yargı içinde bir araya getirilen idea’ lar arasında kurulan bağlantılar, o idea’ ların temsil ettiği cisimler arasındaki bağlantılara uygun ise, oluşturulan önerme doğrudur. Bu bağlamda tek tek idea’ lar ne doğrudur ne de yanlıştır, çünkü bilginin doğruluğu ya da yanlışlığı bütünü ile yargılama içinde ortaya çıkar.
Metafizik düşünce, insanın doğaya açılan bütün pencerelerini kapamış ve onu herşeyi kendi içinde bulunan bir yaratık saymıştı. Böylelikle deney ve gözleme sırtını çeviren insan, felsefesini de deneye başvurmaksızın yapıyor ve zorunlu olarak yanlışlıklar içinde bocalıyordu. Locke’ un bu çıkışı, felsefe tarihinde çok önemli bir başkaldırmadır ve büyük aydınlama döneminin temelini hazırlamıştır.
Locke, idea’ lar hakkındaki görüşünü, kişide bilgi içeriklerine yol açan nesneler kavramına dayandırır. Öznede oluşan bilgi içeriğine idea, onun oluşmasına yol açan nesnedeki içeriğe de nitelik adını verir. Bu nitelikleri iki gruba ayırır.
Birinci tür nitelikler, bedenden ayrılamayan nitelikler olarak tanımlanır ve sertlik, figür, sayı, şekil gibi özelliklerdir. Bunlar birfiil cisimde bulunurlar ve dolaysız olarak bilgiye çevrilebilirler. İkinci tür nitelikler ise, renk, ses, koku gibi yanlızca algılanan özelliklerdir. Mesela göz olmasa renkler, kulak olmasa sesler olmayacaktı. Dolayısı ile bu tür özelliklerin idea’ ları da neslelerin kendilerinde bulunan özelliklerin aynen yansıması değildir. Bunlar uyandırdıkları duyum yolu ile cisimdeki özelliği aynen yansıtmazlar, ama insanın bir ya da birkaç duyusu ile edindiği idea’ ları sağlarlar.
Locke daima duyarlıdır ve paradoksa düşmektense mantığı feda etmek ister. Okuyucunun kolayca fark edebileceği gibi tuhaf sonuçlara götürmeye yetenekli genel ilkeler ileri sürer. Bu durum bir mantıkçı için rahatsız edici, pratik bir insan içinse sağlam bir yargının kanıtıdır.
Locke’a göre akıl iki bölümden oluşur:
- Hangi tür şeyleri kesinlikle bildiğimiz konusunda bir araştırma,
- Uygulamada belkili (muhtemel) de olsa, kabul etmenin bilgelik sayılacağı önermelerin bulup çıkarılması. “Belkilik temelleri” ikidir:
- Kendi deneyimimizle uyuţumluk,
- Başkasının deneyiminin tanıklığı.
Locke, çok kez kesinlik yerine güçsüz belkiliklere (ihtimallere) göre hareket etme zorunluluğuna da işaret ettikten sonra, bu düşüncenin doğru kullanımının “karşılıklı sevgi, yardımseverlik ve kendini frenleme” olduğunu belirtir.
Locke’ un bilgi kuramı sonraki birçok filozofu etkilemiştir. Ayrıca kapsam ve amaç açısından, bilgi felsefesinin bugünkü işleniş biçiminin de öncülerinden biridir.
2.2. GEORGE BERKELEY (1685-1753)
Berkeley, Locke’ un “insan ancak bilincinin içinde olup biteni bilir” düşüncesini çıkış noktası olarak almış ve kendi başına varolan bir dış dünya olamayacağı sonucuna varmıştır. Ona göre, nesne bakımından “olmak” algılanmak demekti. Özne bakımından ise “olmak” algılamak anlamına geliyordu. Buradaki algılama anındaki durum bir bütün olarak ele alınmaktadır. Ona göre ağaçlar ya da kitaplar “onları algılayacak hiç kimse olmaksızın” imgelenirse, durum bütünü ile değerlendirilmemiş olurdu. Nesneler ancak algılanabilir olma durumu ile imgelenebileceğine göre, algılayan “yok sayılmış” demektir. Berkeley için dış dünya ruhun algıların oluştuğundan kavramların bu algılar dışında ayrı bir gerçeklikleri yoktur. Bu durumda algılayan ve algılanan olmak üzere iki terimli bir ilişki söz konusuydu ve üçüncü bir terim yani, nesnenin algılayan ve algılanan arasına giren bir idea’ sı yoktu.
Buna göre biz algıladıklarımızı ancak somut olarak tasarlıyabiliriz. Locke’ un belirlediği birinci nitelikler yoktur; esas olan ikinci niteliklerdir. Mesela kirazın kokusunu ve rengini kaldırırsak geriye bir “hiç” kalır. “Töz” (değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik) de başlı başına birşey değildir, sadece duyumlarımızın bir bağlantısıdır. Ancak Berkeley’ e göre, asıl gerçekler olan bilinç olaylarını taşıyan bir temel de olacaktır, bu da ruhsal niteliklerdir yani ruhsal tözdür. Ama Berkeley, dış dünyayı bir kuruntu saymıyor; çünkü bu dünya ile ilgili tasarımlarımızın temeli ve düzeni Tanrı’ dadır. Doğadaki düzen Tanrısal tasarımlar düzeninin bir yansısıdır.
Berkeley, hem gerçek algının, hem de olanaklı algının varlığını kabul ediyordu; yani kişinin gerçekten algılamadığı ama doğru yolu izlerse algılayabileceği şeyler de vardı. Fakat Berkeley’ in maddenin varlığını yadsıması, kendisinin de belirttiği gibi “büyük yanlış anlamalara” açıktı; doğru anlaşıldığında ise sağduyunun gereğiydi. Çoğu kimse gibi o da birbirinden tümüyle ayrı ve farklı nitelikte iki ilke kabul ediyordu:
- Algılayan, düşünen ve arzulayan etken zihin,
- Duyumlanabilen idea’ lar, yani zihnin edilgen nesneleri.
Berkeley’e göre bilgimizin kaynağı doğrudan duyulur algıdır. Nesnelerin ortak yönü diye bir soyut tasarım olması mümkün değildir; yalnız işaretler, sözcükler vardır ve sözcükler de somut tasarımların temsilcileridir.
2.3. DAVID HUME (1711-1776)
İngiliz empristlerin en ünlüsü ve en etkilisidir. Bunun iki nedeni vardır. Hem emprizmi geliştirerek mantıksal sonuçlarına ulaştırmış, hem de böyle yapmakla onu neredeyse yerle bir etmiştir. İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme adlı eserinde anlayışımızın hedeflerinin neler olduğunu ve nelerle uğraşmasının uygun olmadığını ortaya koymuştur.
Hume’ un bilgi felsefesine yaklaşımı deneyci ve şüpheci olarak nitelenir. Berkeley ve Locke’ dan da etkilenen Hume’ a göre bilginin malzemesi ikiye ayrılır. Ruhun içindeki izlenimler ile idea’ lardır. İzlenim, belli bir nesnenin duyulara verilme anındaki algı içeriğidir. İdea’ lar ise izlenimlerin anımsanması ile sonradan çıkarılırlar. İzlenimler özgün, idea’ lar ise bunların az ya da çok soluklaşmış kopyalarıdır. Bütün idea’ ların yani düşüncelerin gereçleri izlenimlerdir. Anlık birtakım edimler ile düşünceleri oluşturur.
İzlenimler ve idea’ lar yalın ya da karmaşık olabilir. Duyulara verilen izlenimler her zaman karmaşık olduğuna göre, insanın bilme yetileri, özellikle de düş gücü önce bu karmaşık izlenimleri yalın öğelerine ayırır, sonra da bu yalın izlenimlerin kopyaları olan yalın idea’ ları çeşitli şekillerde birleştirerek istediği gibi karışık düşünceler, kavramlar kurabilir. İşte bu ayırma, birleşme, kurma işlemleri, en temel bilgisel süreçlerdir.
David Hume’ a göre “doğruluk” yani bilginin gerçeği karşılaması, tasarımlar ile dış nesneler arasında değil, ancak tasarımların kendi aralarındaki uygunlukta aranabilir. Onun için, dış dünyanın varolduğuna ancak inanabiliriz. Onun varlığını akıl ile kanıtlayamayız.
Hume ‘un belkilik (muhtemel) düşüncesi bir taraftan doğrudan gözlemi, diğer taraftan mantık ve matematik dışında her şeyi kapsar. Ona göre yedi tür felsefi ilişki vardır:
- Benzerlik,
- Özdeţlik,
- Zaman-uzay iliţkisi,
- Nicelik ya da sayı oranı,
- Nitelik derecesi,
- Karşıtlık,
- Nedensellik’tir.
Bunlar ikiye ayrılabilir:
- Sadece düţüncelere dayananlar; bunlar sadece kesin bilgi verir:
- Benzerlik
- Karşıtlık
- Nitelik dereceleri
- Nicelik ya da sayı oranları
- Düşüncelerde herhangi bir değişikliğe gerek kalmaksızın değişebilenler; bunlar ile ilgili bilgimiz sadece muhtemeldir:
- Uzay –zaman iliţkileri
- Nedensel iliţkiler
17. yy akılcılık felsefesinin iki ana kavramı olan “töz” ve “nedensellik” kavramlarını Hume bu anlayış ile ele alıp eleştirmiştir. Ona göre “töz” için ayrı bir izlenimimiz yoktur. Duyumlarımızı hep aynı biçimde birbirine bağlamamızdan, buna da alışmamızdan “töz” ün olduğuna inanıyoruz. “Nedensellik” de böyle; o da alışkanlıktan, inanıştan doğma bir kavramdır. İki olayın sayısız kez birbiri ardına geldiğini görünce, bu bağlantıya alışıyor ve bunun zorunlu bir bağlılık olduğuna inanıyoruz. “Alışma” ve “inanma” da öznel şeylerdir. Bunların nesne ile bir ilgisi olamaz. Dolayısı ile “töz” de, “nedensellik” de nesnel anlamda ayrıca yoktur.
Hume’ a göre ilişkiler bilgisi kesinlikle apriori bilgiler ile elde edilemez; sadece sürekli birlikte meydana gelen nesneleri düşüncemizde birleştirmemizden meydana gelir. Mesela çok akıllı ve yetenekli bir insanın önüne ona çok yabancı bir nesne koyarsak, bütün yeteneklerine rağmen o nesne ile ilgili sebep sonuç ilişkisini ortaya çıkartamaz.
Hume, tekil bir nedensel ilişkinin bir rastlantısal ardışıktan farklı birşey olmasına karşılık, bu farklılığın tek tek olayların gözleminde saptanabilecek bir niteliğe, bir bilgi bilimsel veriye dayanmadığını vurgulamıştı. Bu bağlamda Hume, tartışmaları içinde, deneydeki düzenlilikleri, deney ötesi varlıklar olarak, nesnelerin ve olayların birliktelik koşullarından ayrı olarak düşünüyor. Ona göre deneydeki birliktelikler gibi nesnel birliktelikler de var, ve de ayrıca bu sonrakilerin varlığı, neden kavramımız için bir zorunlu koşuldur. Fakat Hume hiçbir yerde neden kavramımızın deneydeki değişmez birlikteliklere dayandığı savını, nesnel anlamdaki nedenselliğin de nesnel birlikteliklere dayandığı biçimindeki ikinci bir sav olarak, dış dünyaya yaymıyor.
Neden-etki ilişkisinin aslında bilinmediği, insanların edindikleri alışkanlıklar ve doğal olayların yinelenmesi yüzünden nedenlerin ve etkilerin bilgisine ulaştıklarını sandıkları, ama bunun bir yanılsama olduğu sonucunu çıkardı. Bu sonuç ile bilgisel şüphecilik denen görüşü geliştiren Hume, doğada belli bir nedenin belli bir etkiyi ortaya çıkartmasının hiçbir ussal temeli olmadığını ileri sürdü. Bu bilgi eleştirisini de mucize olaylarına uygulayan Hume’ a göre, mucize hiçbir zaman bilgi konusu değil, yalnızca inanç konusudur. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; Hume’ a göre melek bileşik bir kavramdır. Gerçekte değil, insanın hayalgücünde bir araya gelmiş iki farklı izlenimden oluşmaktadır. Bir başka deyişle derhal bırakılması gereken yanlış bir inanıştır.
Direkt deneyimlerimizle elde edemediğimiz, ama deney bilgimiz çerçevesinde bizim için önem arz eden tanrı, sonsuzluk gibi soyut kavramları açıklamak, empristler için her zaman sorun olmuştur. Hume’ a göre bu tür soyut kavramlara yine deneyler ile varırız. Burada da göreceğimiz, iki olayın sürekli birlikte ve tekrarlayarak meydana gelmesinden başka bir şey değildir. (ör. Ne zaman beyaz bilardo topu siyaha çarpsa, siyah hareket eder)
Hume’ nin bu anlayışı, olaylar alanında kalmak isteyen bir olguculuk, kesin bilgiye varabileceğine inanmayan, “olasılık” ile yetinen bir kuşkuculuktur. Onun vardığı bu sonuç, 18. yy. İngiliz deneyciliğinin son sözü olmuştur.
3. EMPRİZM VE BİLGİ
“Bilginin kaynağı ve sınırları nelerdir?” sorusu felsefenin temel sorularından biridir ve felsefi düşüncenin başından beri üstünde düşünülmüştür. Antikçağ Yunan felsefesinde Demokritos’ un açtığı duyumculuk yolunda ve Platon’ un açtığı düşünceci yolda geliştirilen bu sorun, bilimsel olarak ancak yansı kuramı (evrensel gelişmenin genel yasalarını ve inceleme yöntemlerini kapsayan bilimsel-felsefesel dünya görüşü) ile açıklanabilmiştir.
Demokritos, özdeksel (duyular ile algılanabilen) cisimlerin görünmez atomlar biçiminde imgeler yaydıklarını ve bu imgelerin duyu organlarını etkileyerek bilgi sağladığını ileri sürmüştü. Platon ise bilginin, ruh bedene girmeden önce varoluşunda tanıdığı ruhsal idea’ ların bedenli ruhun anımsaması ile oluştuğunu ileri sürmüştü.
J . Locke’ dan bu yana felsefede bilgi teorisi genel olarak başlı başına bir konudur ve görece sınırlı bir disiplindir. Bu bağlamda emprizm, bilgimizin kaynağı sorusuna cevap veren etkili bir görüştür. Bunun yanında, emprizm bir bilim modelini göz önünde bulundurur. Eski emprikler, mesleklerinin uygulamasında rastlantıya, tabiatı gözlemlemeye ve örneklemeye dayanır, hiç bir yorumlayıcı öğretiyi kabul etmezlerdi. Bunların ilkeleri pozitif bilginin tek temeli olarak kaldı.
Zamanla tıbbın ilerlemesini engelleyen metafizikten, olguların gözlemi ve karşılaştırılması sayesinde yavaş yavaş sıyrıldı. Gerçek anlamıyla emprizm, bugün bile, tıp alanında yapılacak hemen hemen bütün buluşların unsurlarını verir. Gerçi bu buluşlarda rastlantının her zaman bir dereceye kadar rolü vardır; fakat, günümüzde elde edilen en büyük kazanç, emprizmin gözlemek ve kaydetmekle yetinerek mekanizmalarını ve bağlantılarını açıklamaya çalışmadığı olguları pozitif yollarla kontrol etmek ve deneyleme ile meydana getirebilme imkanıdır.
ÖZ YAZILIM
Realizm ya da gerçekçilik, felsefede insan zihninden bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu savunan felsefi öğretidir. Başka bir deyişle realizm, varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolmakta bulunduğunu ileri sürenlerin anlayışıdır. Realist görüş “Varlık var mıdır?” sorusunu “vardır” diye cevaplar.
FELSEFİ REALİZMİN TÜRLERİ
Batı felsefesinin tarihi, realizmin farklı türlerini savunanlar ve onlara karşı çıkanlar arasındaki anlaşmazlıklarla doludur. Genellikle realist olarak tanımlanan bütün düşünceleri birbirine bağlayan önemli benzerlikler ve detaylar olsa da bu akımlar arasında realizmin doğrudan genel karakterizasyonunu etkileyen önemli farklılıklar da vardır.
Realizm ikiçeşittir: ontolojik realizm ve epistemolojik realizm.
Ontolojik realizme göre gerçekte var olan tümeller ve genel kavramlardır. Örneğin, güzel insan, güzel resim diye nitelenen tüm şeyler, sürekli değiştikleri ve gün gelip yok olacakları için gerçekte var değillerdir. Oysa bir güzellik ideası vardır, bu güzellik ideası her zaman güzeldir. Platon’un ortaya koyduğu bir görüştür.
Epistemolojik realizm ise dış dünyadaki varlıkların insan zihninden bağımsız olarak var olduklarını savunur. Bu öğreti, nesnelerin yada varlıkların yalnızca insan zihninde var olduğunu, nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak var olamayacaklarını savuna idealizme karşı gelen bir öğretidir.
VARLIK FELSEFESİNDE REALİZM
Felsefe tarihinin en karmaşık akımı olan realizm, genellikle bilincimiz dışında bir gerçeklik olduğunu ve doğal olarak da varlığı kabul eder. Bu varlık, genellikle madde ve doğa olarak anlaşılır. Ancak evrenin asıl gerçeğinin madde dünyası değil, idealar dünyası olduğunu söyleyen Platon da realisttir. Hatta Orta Çağ’da, bireysel varlıkların ve olayların değil, türlerin ve genel hükümlerin gerçek olduğunu savunan “kavram realizmi” diye adlandırılan akım da ortaya çıkmıştır.
Platonculuk’un bir yorumu olan kavram realizmine göre üçgen, baba, ağaç, insan gibi genel kavramlar gerçektir. Adcıların (nominalistler) dediği gibi “şu üçgen, Ali Baba, kayısı ağacı, bu insan” gerçek değildir. Adcı olmayanlar da tek tek varlıkları gerçek kabul edip onlara verilen genel kavramları gerçek olarak kabul etmiyorlardı. Daha sonraki felsefi gelişmeler içinde, gerçeklik anlayışı değişti. Ama gene de Descartes’ta, düşünce ürünü genel fikirler gerçek olarak kabul ediliyordu. Immanuel Kant, düşünen zihin dışında bir maddi gerçekliğin olduğunu kabul ediyordu. Ancak bizim için gerçek dünya, birtakım fenomenlerden ibaretti. Fichte’de de gerçek ile düşünce arasındaki gidip gelmeler, onu hem realist hem de idealist yapıyordu.
20. yüzyılda yeni realistler (Morgan, Whitehead, Munn, Russel, Alexander, Broad, Price, Ayer v.s.) genellikle mantık ve matematik yardımıyla bilimsel metot ve kavramları incelediler. Onlara göre en yüksek değer bilimdi. Burada, idealizmin ve maddeciliğin kısır döngülerine düşmeden dil ile gerçeklik bağlantısını doğru olarak kurmak istediler.
Sosyolog Ömer YILDIRIM
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki rasyonalizm (akılcılık, usçuluk) kavramı hem günlük dilde hem de felsefi içeriklerde sıkça karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla rasyonalizm kavramının günlük dildeki anlamı ile felsefedeki anlamını birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Burada bizi ilgilendiren, felsefedeki rasyonalizm akımıdır. Felsefi rasyonalizm bilgi felsefesi zeminli bir düşünce akımıdır ve bilginin doğruluğunun duyum ve deneyimde değil, düşüncede ve zihinde temellendirilebileceğini öne süren; doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu savunan görüştür. Günlük dilde ise rasyonalizm; akıl ve mantık süzgecinden geçmemiş görüşleri kabul etmemek, ön yargılardan ve duygusal saplantılardan arınmış olmak anlamına gelir.
Rasyonalizm; bilginin doğuştan gelen akıl ve onun bir görevi olan düşünme gücü ile meydana geldiğini benimseyen ve doğru bilginin kaynağını da duyularda değil, akılda gören öğretidir. Rasyonalizme göre aklımız doğuştan birtakım ilkeler ve yetilerle donatılmıştır. Evreni oluşturan tüm nesneler hakkında kesin bilgi edinmemiz için yalnızca bu ilkelere uygun biçimde mantığımızı kullanmamız yeterlidir. Rasyonalistlere göre matematik ve mantık bilgileri akılsal (ussal) olduğu için, değişmeyen, herkes için doğru bilgilerdir. Filozoflar da aynı yöntemle evrenle ilgili tüm gerçekleri bilebilir. Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Rasyonalizm, dünya hakkındaki mühim olan bilginin sadece deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur.
Rasyonalizm, nedeni olmaksızın hiçbir şeyin var olamayacağını ve bundan ötürü, her şeyin kavranmasının olanaklı olduğunu ileri süren görüştür. Sözcüğün metafizikteki bu anlamı akılcılığın, bilgi kuramında empirizme karşı çıkan bir görüşü savunmasına yol açar.
Bütün kesin bilgilerin, apaçık ve zorunlu deneyim öncesi ilkelerden geldiğini ve bu tür bir bilgiyi ancak akıldaki bu ilkeler sayesinde elde edebileceğimizi; çünkü, duyularımızın geçici ve bulanık bilgiler verdiğini ileri süren görüş olarak karşımıza çıkar. Bilgilerimizin yalnızca duyular, algılar ve deneyimlerden geldiğini ileri süren empiristlere karşı çıkan bugörüş, Descartes, Spinoza, Hegel gibi filozoflar tarafından benimsenmiştir. Akılcılar aklın, sağlam bilgiler elde etmemizi sağlayan güvenilir ve etkin bir araç olduğunu da güçlü biçimde savunmuşlardır. Bu da mistisizm, gaybi ilimler, duyu felsefesi gibi akla güvenmeyen yani irrasyonel felsefelere karşıt bir akılcılıktır. Ardından bilginin edinilmesinde. deneyimin büyük önem taşıdığını ileri sürerek empiristlerin görüşündeki doğru yanı benimseyen ama akla da güvendikleri için bu anlamda akılcılığı benimseyen düşünürler ve akımlar da vardır.
Örneğin Marksçılık, bilginin edinilmesini, insanın somut etkinliği, yani praksisi açısından ele alarak empirizmin ileri sürdüğü deneyimin önemini kabul ettiği gibi öznenin etkinliğini ileri süren klasik akılcılığın akla tanıdığı haklı payı da benimser ve bu iki görüşü daha yüksek bir bütün içinde kaynaştırıp aşarak kendi bilgi kuramını oluşturur.
AVRUPA’DA RASYONALİZM: KITA FELSEFESİ
Akılcılık, bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Batı’da akılcı ya da rasyonalist gelenek, Elealılar, Pitagorasçılar ve Platon ile (aklın kendine yeterliliği teorisi Yeni-platonculuğun ve idealizmin başat temasıdır) başlar (Runes, 263). Aydınlanma’dan beri akılcılık felsefenin hizmetine matematiğin yöntemlerini sunmaya çalışır. Descartes, Leibniz ve Spinoza buna örnek gösterilebilir (Bourke, 263).
Akılcılık Avrupa’da genellikle kıta felsefesi olarak bilinir, çünkü İngiltere’de deneycilik daha baskındır. Nitekim Leibniz ve Spinoza gibi filozofların düşünceleri, İngiliz deneyci filozoflarınkilerle sık sık karşılaştırılmıştır. Fakat bu akılcılık ve deneycilik akımları ile filozofların akılcı ve deneyci fikirleri detaylıca incelendiğinde pek doğru bir eylem veya bakış açısı değildir. Geniş bir bakış açısından bir filozof hem akılcı hem de deneyci olabilir (Lacey, 286–287).
Aşırı noktasında, deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi reddeder ve her türlü bilginin deneyim ile edinildiğini savunur. Akılcılık ise, aşırı noktada bilginin deneyim ve algı olmaksızın saf akıl ile tamamen ve en iyi şekilde edinilebileceğini savunur. Yani deneycilik ile akılcılık arasında en temel tartışma (insan) bilgi(si)nin kaynağıdır. Bununla birlikte, bu tüm rasyonalistlerin doğa bilimlerinin deneyimsel bilgi ve algıların yardımı olmadan tam anlamıyla bilinebileceğini öne sürdükleri anlamına gelmez. Aslında çoğu rasyonalist filozof deneyime de en azından belirli oranda önem vermiştir ve belirtilen derecede aşırı bir noktada bulunan herhangi bir rasyonalist okul ortaya çıkmamıştır (Hatfield).
RASYONALİZME KARŞI GETİRİLEN ELEŞTİRİLER
Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bununla birlikte bu dönemde de sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur. Örneğin Alman Crusius ve yine Alman Moses Mendelssohn.
18. yüzyılda akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temellendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır. Felsefe tarihinde İlk Çağ’dan bu yana bilgi konusunda, temelde rasyonalist görüşü savunan ancak farklı yaklaşımları olan birçok filozof vardır.
SOSYOLOG ÖMER YILDIRIM
Bir tür ulusçuluk akımı olarak ortaya çıkmasına rağmen zaman içinde kendi grubunu seven ve diğer gruplardan nefret eden bir inanç sistemi haline gelen şovenizm oldukça yaygındır. Herkesin inandığı bazı değer yargıları ve inanç sistemleri vardır. Herkes kendi değer yargısına ve inanç sistemine sahip olabilir. Ancak bu sistemler bir tarafı yüceltirken bir tarafı aşağılıyorsa bu göz yumulacak bir durum değildir. Şovenizm de bunlardan biri. Şovenizm ortaya çıktığı ilk yıllarda bir ulusçuluk akımı olarak görülüyordu ancak günümüzde çok daha radikal bir anlama ve tanıma sahiptir.Temel olarak şovenizm başkalarından nefret etme ve kendi grubunu övme inancıdır. Bu inanca sahip kişiye de şovenist denmektedir. Bu inanç sistemi çok daha dar ve geniş alanlarda uygulanabilir. Erkek şovenizmi de bu inancın cinsiyetler özelinde uygulanmasıdır. Yani olay biraz karışık.
Şovenizm en temel tanımıyla radikal milliyetçiliktir. Kendi ulusunu diğer tüm uluslardan üstün görme ve abartılı bir şekilde savunmaktır. Bu inanç çoğu zaman ırkçılığa kadar varabilir. Çünkü şovenizm inancı, başka uluslarından kendi ulusundan daha kötü olduğu düşüncesine dayanır. Şovenizmin radikal milliyetçilik tanımı 1970’li yıllardan sonra genişletildi ve erkek şovenizmi, bölge şovenizmi, mezhep şovenizmi, spor takımı şovenizmi gibi farklı biçimler eklendi. Bu bağlamda yeni bir tanım yapmak gerekirse şovenizm; kendi grubunu diğer gruplardan üstün görme ve diğer grupları aşağılama hatta nefret etme temelli bir inanç sistemidir.
Şovenist kime denir?
Şovenizm inanç sistemini benimseyen kişiye şovenist denmektedir. Örnek vermek gerekirse; X takımı taraftarı Y takımının tüm başarılarını şansa bağlıyor ve her şeye rağmen ısrarla kendi takımının çok daha iyi olduğunu savunuyorsa bu kişi bir spor takımı şovenistidir. Benzer bir örneği mutfak kültüründen de vermek mümkün. A ülkesinin vatandaşı kendi mutfağının dünyanın en iyi mutfağı olduğunu ve dünyadaki diğer tüm ülke mutfaklarının kendi yemeklerini çaldığını düşünüyorsa bu kişi bir mutfak şovenistidir. Bu türdeki örnekleri çoğaltmak mümkün.
Erkek şovenizmi nedir? Cinsiyetçilikten farkı nedir?
Özellikle son yıllarda en sık duyduğumuz tanımlardan biri erkek şovenizmidir. Aslında erkek şovenizmi diye özel bir inanç yoktur. 1970’li yıllarda cinsiyetçiliğin ve kadın düşmanlığının artması ile bu düşünce sistemi erkek şovenizmi olarak adlandırılmıştır. Yani erkek şovenizmi kadın düşmanlığı anlamına gelmektedir. Konu ile ilgili bazı örnekler var. Bir toplantıda erkeklere kadınlardan daha fazla söz hakkı veriliyorsa cinsiyetçilik, kadınların fikirleri aşağılanıyorsa erkek şovenizmidir. Yine benzer bir ortamda erkeklerin fikirleri saygıyla dinlenirken kadınların söyledikleriyle alay ediliyorsa bu da erkek şovenizmidir.
Şovenizm nasıl ortaya çıktı?
Şovenizmin isim babası Nicolas Chauvin isimli bir Fransızdır. Kendisi 19. yüzyılda yaşamış Napolyon askerlerinden biridir. Onlarca kez yaralanmış olmasına rağmen ülkesi adına savaşmaya devam etmiştir. Kendisi hem davranışları hem de söylemleriyle o kadar absürt bir tavır çizmiştir ki ortaya şovenizm kavramı çıkmıştır. Nicolas Chauvin tarafından sunulan bu milliyetçi tavır değil, kendisinin saplantılı bir şekilde sunduğu bağlılık şovenizmi doğurmuştur. Herkes milliyetçi ya da vatansever olabilir. Ancak kişi, kendi bağlı olduğu gruptan başka bir şeyi gözü görmez hale geliyorsa bu durum şovenizmi doğurur.
Tüm radikal inançlara şovenizm demek mümkün mü?
Bir kişi ülkesini, milletini, ırkını, kültürünü, takımını, cinsiyetini, ailesini ya da bu tür bir değerini çok sevebilir ve buna bağlı olabilir. Ancak kendi grubuna bağlı olan herkes için şovenist demek doğru olmaz. Şovenizm gerçekten abartılı bir inançtır ve herkes kolay kolay bir şovenist olamaz. İnsanın karakterini şekillendiren onlarca farklı değer vardır. Tüm bu değerleri yok sayarak yalnızca tek bir değere abartılı bir bağlılık beslemek şovenizmi doğurur. Bu bağlılık arttıkça kendi gibi olmayan karşı gruba nefret doğmaya başlar. Tarihin tozlu sayfaları da gösteriyor ki bu nefretin sonuçları asla iyi olmaz.
UMUT YAKAR
Şovenizm kavramı Nicolas Chauvin’in Napolyon’a olan bağlılığı üzerinden Chaüvinism’den türetilmiştir. Nicolas Chauvin Napolyon ordusunda savaşırken 17 kere yara aldı ve buna rağmen savaşmaya devam etti. Ülkesi uğruna kendisini feda etmekten geri kalmayan bu askeri temel alan saldırgan milliyetçilik için şovenizm kavramı türetildi. Bu akım 19. ve 20. yüzyıllarda çok fazla yayılım göstermiştir. Bu dönemde Fransız ve Alman savaşları şovenizmin yayılmasına sebep olmuştur. 1. Dünya Savaşı esnasında bu ülkelerin özgüven yitirmesine bağlı olarak aşağılık hislere kapılan insanlar bu akımın yayılmasında etken olmuştur. Siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduran milletler, bu düşünce akımını kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp propaganda unsuru haline getirmişlerdir. Bu propagandalar diğer milletlere karşı duyulan kin ve nefret olarak kendini göstermiştir. Şovenist düşünce yapısında bireyin kişisel isteklerin her zaman toplumun talep ve isteklerinden sonra gelir. Önemli olan sadece milletlerin ya da toplulukların istekleridir.
Şovenizm kelimesi tarih boyunca farklı kullanım alanlarında kendini göstermiştir. 1970’li yıllarda erkek şovenizmi adı ile yeni bir kavram gündelik hayata girmiştir. Bu akımın temel mantığı erkeklerin cinsiyetlerinden ötürü kadınlara karşı üstünlük duygusu beslemeleridir. Buradaki kullanım temelde yerme kelimesi olarak da kullanılabilmektedir. Erkeklerin kadınlardan nefret etmesi şeklinde de lense edilmiştir. Kadın şovenizmi terimi ise feminizmin bazı türlerini eleştirmek için kullanılmıştır. Diğer bir şovenizm formu ise dini şovenizmdir. Belirli bir din mensupları kendi dinlerine karşı fanatik bir bağlılık ya da diğer dinlere karşı yürüttükleri nefret duyguları bu akım ile belirtilmektedir. Şovenizm düşünce akımı temelde burjuvazinin yürüttüğü bir politika olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrı düşünce yapısından olan insanların nefret ya da bağlılıkları kullanılarak bir çatışma ortamı yaratmaya çalışmaktır. Toplumlarda ki siyasi iktidarı yıkmak için kullanılır. Doğrudan ulusal misyon’ fikrine dayandırılır ise ulusal konseptin bir ürünü olarak ortaya çıkar.
Taner Tunç
Panteizm, Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kılan ve kabul eden anlayıştır. Panteizm ayrıca tüm tanrıcılık ve kamu tanrıcılık adlarıyla da bilinmektedir. Panteizm, doğayla tanrıyı özdeş kılmaktadır. Bu bağlamda doğa ile tanrıyı bir tutan felsefi yaklaşıma bir isim vermek isteyen İngiliz düşünür John Toland, 1705 yılında ‘panteizm’ terimini önermiştir ve bu terim Türkçemize kamu tanrıcılık ya da doğa tanrıcılık, hep tanrıcılık ve tüm tanrıcılık sözcükleriyle çevrilmiştir.
Panteist anlayışa göre, Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Aksine Tanrı doğada, nesnelerde ve her şeyde vardır. Her şey Tanrı’dır. Tanrı da evrenin kendisidir. Evrende var olan her şey aslında bir bütün olarak Tanrı’yı oluşturmaktadır. Yani Tanrı, evrendeki bütün varlıkların toplamıdır.
PANTEİZM NEDİR?
Tanrı’nın evrenin tek yaratıcısı olduğunu kabul etmekle birlikte, Tanrı ile evreni bir gören; var olan her şeyin Tanrı olduğunu, Tanrı’nın da var olan her şey olduğunu dile getiren yaklaşıma panteizm denir. Panteizm genel anlamıyla “aşkın” bir Tanrı’nın varlığını yadsıyarak dünyanın üstünde ya da dışında bir Tanrı olmadığını savunan; var olan her şeyin tanrısal doğadan pay aldığını, bütün her şeyin Tanrı’nın bir parçası olduğunu ileri süren; dünyanın ya da doğanın bir bütün olarak Tanrı ile özdeş olduğunu savunan görüştür.
Panteizmin düşünsel kökleri Antik Çağ Yunan Stoacılığına kadar dayanmaktadır. Bu anlayışta olan çeşitli öğretilerin ortak yanı, doğayla Tanrı’yı bir ve aynı şey saymalarıdır. Felsefe tarihinde farklı bakış açılarına sahip filozoflar, bu bir ve aynılığa çeşitli yollardan varmaktalardır.
Örneğin panteizmi maddeci bir bakışla açıklayan öğretiler vardır. Doğalcı panteizm ya da maddeci panteizm adı altında toplanan bu öğretilere göre gerçek olan, evrendir; Tanrı ise evrendeki bütün varlıkların toplamıdır. Böyle olunca da Tanrı, maddesel bir tözden meydana gelmiş demektir.
Kimi incelemeciler panteizmin kökenini Ksenophanes ve Parmenides’e kadar uzatırlar. Bu bağlamda panteizmi, evrensel bir bircilik anlamında ele alırsak bunun kökleri çok daha eskilere (örneğin Hint mitolojisine) kadar uzatılabilir. Bu anlamda evrenin logos tarafından yönetildiğini ileri süren Herakleitos’tan İslam tasavvufuna kadar çok geniş bir alan panteist kabul edilir. Özellikle İslam tasavvufunun vahdeti vücut (varlık birliği) anlayışı katıksız bir panteizm fikri sunmaktadır.
Kökü Platon’da bulunan İskenderiye panteizmine ise göre gerçek olan Tanrı’dır ve her şey ondan türemiştir. Böyle olunca da maddesel evren tinsel bir tözden meydana gelmiş demektir. Bu anlayış da iki biçimdir: Evren Tanrısal belirmedir savını ileri süren görüşe türümcülük, evren Tanrı’da içkindir savını ileri süren görüşe içkinci panteizm denir. Evrensel bir ruhun doğalaşarak oluşmakta bulunduğunu ileri süren Hegelcilik de bu kampta yer alır ve bu açıdan oluşçu panteizm adını alır.
Panteizm dogmalara bağlı Hristiyan ilahiyatçılar tarafından yaratıcı ile yaratılan arasındaki ayrımı yok ettiği, Tanrıyı belirsizleştirdiği, aşkın yerine bütünüyle içkin bir tanrı kavramı öne sürdüğü, insanın ve tanrının özgürlüğü düşüncesini dışladığı gerekçeleriyle reddedilmiştir.
Not: Panteizm ile panenteizm anlayışını birbirine karıştırmamak gerekir. Panenteizmden farklı olarak panteizm fikrinde, Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur.
Sosyolog Ömer YILDIRIM
Politeizm, birden çok Tanrı’nın var olduğunu savunan düşünsel görüştür. Birçok Tanrı’nın varlığı düşüncesini benimseyen inanca, politeizm denilmektedir. Politeizm sözlük anlamıyla “birden çok tanrıya inanmak, tapınmak” anlamına gelmektedir. Sözcük etimolojik açıdan, Yunanca poly (çok) ve theoi (tanrı) sözcüklerinden türemiştir.
Birçok tanrının varlığını kabul eden politeizm, üç bin yıl önce insanların yaklaşık toplam otuz beş bin Tanrı’ya inandıkları tahminiyle açıkça belirlidir. Örneğin eski Mısır’da her kentin ayrı bir Tanrı’sı vardır. Bu tanrılar ilkel totem düşüncesinin kalıntılarıdır. Putataparlık Çağı da Yunan ve Latin mitolojilerinde görüldüğü gibi, insana benzeyen pek çok tanrının varlığını kabul etmiştir. Tarlaların korunması için başka, doğumun kolaylıkla gerçekleşmesi için başka, deniz yolculuğuna çıkılırken başka Tanrı’ya tapınılmıştır.
Eski toplumlarda tanrıların çokluğu, totemlerin ve fetişlerin çokluğuna uygun düşüyordu. Çünkü tanrılaştırılan bu totemler ve fetişlerin kendileriydi.
İlkel komünal toplumun çöküş çağında ortaya çıkan politeizm, köleci toplumun yerleşmesi üzerine monoteizme dönüşmüştür. Çünkü köle-efendi ilişkisine benzer bir kul-tanrı ilişkisi kurulması gerekiyordu. Tek tanrı köleci düzenin monarşik başkanıydı. Birçok antik din, geleneksel tanrıların toplandığı panteonlarla, politeistik bir yapıya sahipti. Bu panteonlar ve farklı tanrılar uzun bir zaman dilimi içerisinde kültürel değiş tokuş ve deneyimle yoğrularak gelişmiştir.
Eski toplumların birçoğu politeistti. Politeizmdeki önemli bir nokta, birçok tanrıya tapınmanın her şeyi bilen ve her şeyden güçlü bir ilahi varlığa inancı da içerebilecek olmasıdır. Nitekim çoğu politeistik dinde, panteonun başında, her şeyden ve diğer tanrılar da dahil herkesten güçlü ve bilge bir baş tanrı figürü bulunur.
Politeistik inanç sistemlerinde, tanrılar bireysel yetenek, ihtiyaç, hikâye, arzu ve özelliklere sahip karmaşık kişilikler olarak ortaya çıkar. Çoğu zaman bu tanrılar sınırsız güç ve bilgiye sahip değildir, bunun yerine, insan benzeri kişisel özelliklere sahip, ek olarak bazı bireysel (doğaüstü) güç, yetenek ve bilgiye sahip olarak tasvir edilirler. Politeistik bir panteonda, tanrıların birden çok ismi olabilir ve her isim tanrının belirli bir rolüne veya hikâyesine gönderme yapıyor olabilir. Politeizm’in genel prensipleri arasında tanrılarının sayısının belirsiz olması ve her tanrının kendine özgü görevlerinin bulunması vardır.
Eski Anadolu uygarlıklarından olan Hitit ve Friglerin dinleri, Antik Yunan ve Roma dinleri, İslamiyet öncesi Arap toplumunun dini olan putperestlik ve günümüze ulaşmış olan dinlerden Hinduizm çoktanrılı dinlere örnektir. Politeizme göre birden çok tanrı vardır ve tanrıların sayısı belirsizdir. Ayrıca çok tanrıcılık inancında tanrıların farklı görevleri bulunur ve her tanrının belirli bir görevi vardır. Bu inancı benimseyenler Allah’ın yaratıcı ve güçlü olduğunu kabul ederler. Ancak bunun yanında Allah’tan başkalarına olağanüstü güçler atfederek, onlardan yardım beklerler. Doğa güçlerini, ölüleri, bir takım hayvanları, ay, güneş, yıldız gibi gök cisimlerini tanrılaştırırlar. Eski Yunan mitolojilerinde oldukça yaygın olan inanç biçimidir. İnsanlar başlangıçta yüce bir yaratıcıya inanırken, zamanla değişik sosyal ve kültürel şartların etkisiyle tek tanrı inancından uzaklaşmışlardır. Bu durum onların başka bazı varlıklara yüce yaratıcıya ortak koşmalarına neden olmuş, böylece çok tanrıcılık veya putperestlik ortaya çıkmıştır.
Çok tanrıcılık, eski Yunan, Mısır, Roma ve İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nda çok yangındı. Günümüz dünya dinlerinden olan, Şintoizm ve Hinduizmde çok tanrıcılık inancı vardır.
Sosyolog Ömer YILDIRIM
Totalitarizm, baskıcı bir ideoloji ve yönetim şeklidir. ”Diktatörlük” olarak da tanımlanan bu yönetim şekli, 20. yüzyılın başında ortaya çıkmıştır. Totalitarizm nedir, felsefede totalitarizm akımının özellikleri nelerdir?
İtalyan faşizminin kurucusu olan Benito Mussolini 31 Ekim 1922 tarihinde iktidara geçti. 25 Nisan 1945 tarihine kadar ülkeyi totaliter bir rejimle yönetti. Adolf Hitler’in lideri olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ise 1934 yılında düzenlenen seçimleri kazandı. Demokrasi ile başa gelen Hitler, muhalif partilerinin faaliyetlerini engelledi. Tarihte birçok isim daha ülkelerinde totaliter politikalar uygulamıştır.
Totalitarizm Nedir?
Anti-demokratik bir yönetim şekli olan totalitarizmde yasama, yürütme ve yargı organları, iktidardaki tek bir kişinin ya da küçük bir zümrenin elinde bulunur. Ülke genelinde alınacak kararlar için halka başvurulmaz. Basın tek taraflı haber yapar ve medya propaganda aracı olarak kullanılır. Örneğin Adolf Hitler’in iktidar olduğu dönem boyunca tüm radyo yayınları, Nazilerin resmi yayın organıydı. Hitler ve hükümeti eleştiren yazarlar ya hapse atıldı ya da sürgüne gönderildi. Binler kitap Berlin Meydanında yakıldı.
Felsefede Totalitarizm Akımının Özellikleri
Totalitarizm en temel özelliklerin biri merkezi bir otoriteye sahip olmasıdır. Bu rejimin başındaki kişilere ”diktatör” adı verilir. Diktatörlerin başında olduğu devlet, militer bir yapıya sahiptir. Nazi Almanya’sında SS subayları ve Mussolini yönetimindeki İtalya ordusu militer yapılanmaya örnek gösterilebilir. Totalitarizmde yurttaşlara demokratik haklar verilmez. Halkın oy kullanmak hakkı olmadığı gibi, iktidarın faaliyetlerini eleştirmek de yasaktır. Başta Mussolini olmak üzere birçok diktatör, iktidarı ele geçirir geçirmez muhalif partileri ve gazeteleri kapatmıştır.
Sözlük anlamı ”mutlakiyetçilik” olan totalitarizmde yargı organları da bağımsız değildir. Mahkemeler halka açık yapılmaz ve ülke liderinin isteği doğrultusunda keyfi kararlar alınabilir.
Totalitarizm Akımının Kurucusu ve Temsilcileri
Niccolo Machivelli ”Prens” adlı kitabında totalitarizmin temel ilkelerini kaleme almıştır. İtalyan düşünür devletin baskıcı ve otoriter bir yapıda olması gerektiğini savunmuştur. Ülkelerini totaliter politikalarla yöneten liderlerden bazıları şunlardır:
1- Adolf Hitler:
20 Nisan 1889 tarihinde Almanya’nın Braunau Inn şehrinde doğdu. Nasyonal Sosyalizmin öncüsü sayılan Adol Hitler, totaliter ve baskıcı bir rejimle 11 yıl boyunca iktidarda kaldı. Aryan ırkın üstünlüğünü savunan faşist lider, yaklaşık 3 milyon Yahudi’nin ölümünden sorumludur. Başta Auswitch olmak üzere, Almanya, Polonya ve Çek Cumhuriyetinde yüzlerce toplama kampı açtı. Bu kamplarda binlerce insan ağır şartlar altında çalıştırıldı ve tıbbi deneylerde kobay olarak kullanıldı.
2- Benito Mussolini:
Totalitarizmin ve faşizmin kurucusu sayılan Benito Mussolini, 29 Temmuz 1883 yılında doğdu. İktidar olduğu dönemde tüm kararları tek başına aldı ve uyguladı.
PAGANİZM
Paganizm, tek Tanrılı dinlerden önce ortaya çıkan ve günümüzde etkinliğini sürdüren çok tanrılı dindir. Bu dinde, dünya ve evrende var olan her cismin ruhu olduğuna inanılır. Şamanizmle birçok ortak noktası bulunan paganizmin tarihi antik çağlara kadar uzanıyor. Günümüzde Neopaganizm adını alan dinin en önemli sembollerinden biri ağaçtır. Ağaç, yeniden doğumu, tabiatı, insanın özgürlüğünü ve ruhu simgeler. Diğer her şey gibi ağaçların da canlı olduğuna inanan paganlar genelde şehirden uzakta, ormanlarda ve kırsal alanlarda yaşar.
Paganizm Nedir ve Neye İnanır?
Paganizmde tek Tanrı inancı yoktur. Evrendeki her canlı ve her cisim Tanrının bir yansımasıdır. Dünyanın ve evrenin sonsuz olduğuna inanan paganların çoğu reeenkarnasyona inanır. İnsan tekrar tekrar ve her defasında başka bir canlı ya da cisim olarak dünyaya gelir. Bir başka inanışa göre, önceki hayatında kötülük yapanlar, böcek ya da bir taş parçası olarak dünyaya gelir.
Paganizm, aynı zamanda bir inançlar bütünüdür ve birden fazla dini kapsar. Bazı kaynaklara göre Şamanizm ve Animizm gibi doğayı merkezine alan dinler de pagan inancının bir parçasıdır. Ağaç dışında en önemli simgelerinden bir diğeri beş köşeli yıldızdır. Her bir köşe yıldızı, suyu, ateşi, toprağı ve havayı simgeler. Cennetin de cehennemin de dünyada olduğuna inanan paganlar, kötü ruhları defetmek için çeşitli ayinler ve ritüeller düzenler. Liderleri transa geçerek kötü ruhlarla iletişime geçer ve onları kabilesinden uzaklaştırmaya çalışır. Yüz yıllar boyunca Şamanizm, Animizim ve Panteizm gibi inançlar Paganizmin temelini oluşturmuştur.
Pagan Ne Demek?
Paganizm dinine mensup olan kişilere pagan denir. Paganlar, üç ayrı grupta toplanır.
1- Neo-pagan: Modern paganları tanımlamak için kullanılır. Dünya genelinde milyonlarca insan paganizm inancını benimsemiştir. Düsturları arasında hiçbir canlıya zarar vermemek, doğanın içinde yaşamak, az tüketmek ve yardımlaşma yer alır.
2- Mezo-pagan: Mezo-paganlara göre evrendeki her şey kusursuz bir uyum içerisindedir. Bu uyumun bozulmaması için insan çevresiyle ve diğer canlılarla barışık bir yaşam sürmelidir. Diğer paganların aksine ayin düzenlemezler ve bireycidirler. Bazı Aborjinler ve Kızılderili kabileleri mezo-pagan olarak nitelendirilir.
3- Paleo-pagan: Diğer kültürlerden ve dinlerden en az etkilenen paganizm türüdür. Paleo-paganlara göre dün ve yarın yoktur. Sadece bu an vardır. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan Hippi topluluğunun sloganlarından biri olan Carpe Diem (Anı Yaşa), paleo paganlzm inancının temelini oluşturur. Liderlerinin hayvanlarla ve ağaçlarla konuşabildiğini inanırlar.
Romantizm, klasizme tepki olarak doğan bir akımdır. 18. yüzyılın ortasında ortaya çıkan bu akım hayal ve duyguyu ön plana çıkarmayı sağlayan bir yapıya sahiptir. Romantizm nedir? Romantizm akımı nedir?Romantizm, Fransız devriminden sonra klasizme tepki olarak ortaya çıkan en önemli akımlar arasında yer alır. Klasizmin getirdiği katı kurallara karşılık bir isyan olarak ortaya çıktı. Bu konuda pek çok felsefeci bu akımın liderliğini üstlenmiş ve önemli katkılar vermiştir.
Romantizm Nedir? Romantizm, 19.yüzyılın başlarından itibaren ortalarına kadar devam eden Avrupa’da egemen olmuş bir sanat akımıdır. Romantizm akımı, Fransız İhtilali, eşitlik ve özgürlük ilkelerinden beslenir. Aynı zamanda bu akım duygu ve düşünceleri ön planda tutar. Fransız İhtilali ve bu dönem yaşanan olaylar romantizme zemin hazırlamıştır. Romantizm Akımı, 18. yüzyılda klasisizm akımının katı kurallarına bir tepki olarak ortaya çıkan ama en temel ilkeleri 19. Yüzyılın başında Victor Hugo aracılığı ile “Cromwell” ismi verilen oyunun ön sözü ile ortaya konmuştur. Fransız İhtilali, krallık rejimini nasıl sonlandırdıysa romantizm akımı da katı kurallar çerçevesinde oluşturularak klasisizme son vermiştir. Sanatçının özgürlüğünü ve kişiliği her şeyin üzerinde tutan romantik yazarlar, pek çok farklı duygu ve düşünceyi yansıtır.
Romantizm Akımı Nedir?
Klasizm kendi çapında çok önemli başarılar gösteren bir akımdır. Özellikle de sağduyu ve akıl ilkesi sanatsal gelişimi ve akıl ilkesi önemli ölçüde akımı önemli bir seviyeye çekti. Ama pek çok felsefeci katı kurallara sahip olan klasizme karşı olarak duygu ve düşünceyi ön planda tutan romantizm akımını savunmuştur. Fransız devriminden sonra romantizm, dönemin en önemli akımı olarak ortaya çıkmıştır. Romantizm akımı, özellikle de adalet, özgürlük ve insan hakları gibi konular, önemli felsefeciler tarafından gündeme getirildi. Zaman içinde iyice gelişen bu düşünceler kısa zaman içinde meyvesini vererek 1789 yılında Fransız devriminin gerçekleşmesinde önemli bir rol oynadı.
Romantizm Akımın Özellikleri: Romantizm, klasisizmin aklı tek ölçüt olarak kabul etmesine karşıdır. Romantizm savunucuları, insanı akıl ve duygusu ile bir bütün olarak kabul eder. Toplumun her kesiminden insana eserlerde yer verilir.
Romantizm, sanatçıya ve kişilere geniş çaplı bir özgürlük verir. Sanatçı kendi duygularını rahatlıkla eserlerinde açığa çıkarabilir. Romantizm, kişilerin değil, toplumun düzeltilmesi amaçlar. Bu nedenle de romantizm savunucuları, “toplum için sanat” ilkesini benimser. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” ilkesinden farklı olarak “Düşünüyorum ve hissediyorum, öyleyse varım.” düşüncesini benimserler. Klasisizm akımında insan doğası ön plana çıkarılırken romantizmde ise, gerçek doğa ve dış dünya öne çıkar. Bu akımda, doğanın betimlenmesine önem verilir. Fransız İhtilali ile birlikte insanların inandığı pek çok şey yıkılınca bu durum da beraberinde edebiyatta kötümserliği ve hüznü ortaya çıkarır. Sanatçı kendini ve dış dünyayı izlerken melankolik davranır.
Romantiklerin dili, konuşulan dilden oldukça uzak, sanatlı ve yapaydır. Klasisizm’de insan doğası ön plana çıkarken romantizmde ise, gerçek doğa ve dış dünya ön plana çıkar. Romantizm sanatçıları, doğanın betimlenmesine büyük önem verir. Romantizmde karşıtlıklara (iyi ve kötü, güzel ve çirkin) çok sık yer verilir. Aynı zamanda sanatçılar da genelde güzelden ve iyiden yana olmuşlardır. Romantik sanatçılar, eserlerine genellikle kişiliklerini yansıtır. Yaşanan olaylarla ilgili görüşlerini açık bir şekilde ortaya koyarlar. Romantizmde konu olarak daha çok toplumsal sorunlar, ulusal tarihi, Hristiyanlık hikayeleri gibi çeşitli konular işlenir. Tip yerine daha çok karakter üzerinde durulur. Tiyatroda ise, üç birlik kuralı terk edildi. Romantizm de hikaye ve roman, gezi, dram, anı, eleştiri, lirik şiir, deneme, makale gibi türler önem kazanır ve sıkça kullanılır.
İnsanın Yaşama Amacının ‘Haz Almak’ Olduğunu Savunan Hedonizm Nedir, Hedonist Kime Denir?
İnsan için en iyi şeyin haz almak olduğunu savunan ve her eylemimizi haz almaya yönelik olarak yapmamız gerektiğini söyleyen felsefi bir görüş olan hedonizm, Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır ve etkileri bugün bile sürmektedir. Gelin hedonizm nedir, hedonist kime denir gibi merak edilen soruları tüm detaylarıyla inceleyelim. İnsan var olduğu günden beri varlığı, yokluğu, iyiyi ve kötüyü sorgulayarak yaşadığı hayata bir anlam yüklemeye çalışır. Zaten felsefenin de kuruluş amacı budur. Antik Yunan döneminde bazı filozoflar, insan için en iyi olanın haz almak olduğunu savunarak hedonizm felsefi görüşünü ortaya attılar. Bu bağlamda hedonistler, insan davranışlarının tamamen haz almaya yönelik uygulanması gerektiğini de söylemişlerdir.
Hedonizm kulağa bencilce bir felsefi görüş olarak gelse de aradan geçen yüzlerce yılda pek çok filozof da konuya dahil olmuş ve temeli haz almaya dayalı olan bu görüşü farklı düşüncelerle zenginleştirmişlerdir. Bu nedenledir ki hedonist düşüncenin pek çok farklı yapıya sahip farklı türleri vardır. Gelin işleri biraz karıştıralım ve hedonizm nedir, hedonist nedir sorularının yanıtlarını arayalım.
Öncelikle temel bir tanım yapalım; Hedonizm nedir?
Yunanca zevk anlamına gelen hedone sözcüğünden türetilen hedonizm, Antik Yunan filozoflarından Kirene Okulu’nun kurucusu Aristippos tarafından ortaya atılan felsefi bir görüştür. Hazcılık olarak da bilinen hedonizm en temel tanımıyla, insan için iyi olanın haz olduğunu savunmaktadır. Sokrates’in öğrencisi Aristippos tarafından kurulmuş olan hedonizm, Epikuros tarafından sürdürülmüş ve etkileri günümüze kadar gelmiştir. Hedonistlere göre insan genel olarak eylem planlaması yaparken her zaman kendi hazzını ön planda tutmalı ve eylemlerini buna göre uygulamalıdır. Elbette uzun yıllardır hayatımızda olan hedonizme pek çok farklı yorum da katılmış ve yeni türleri ortaya çıkmıştır.
Türlere geçmeden önce kurucularına göre hedonizm ne demek iyice anlayalım:
Aristippos temel bir tanım yapar ve insanın her davranışının mutlu olma isteği nedeniyle yapıldığını söyler. Mutluluk ise hazda saklıdır. Yani insanı insan yapan duygu hazdır. İyiye ulaşmak isteyen insan acıdan kaçmalı ve hazza yönelmelidir. Aristippos, bedensel hazların tinsel hazlardan daha önemli olduğunu, niteliğin önemsiz olduğunu ve hazzın şimdide aranması gerektiğini savunur.
Hazcılığın diğer bir önemli ismi Epikuros ise bedensel hazların değil, tinsel hazların daha önemli olduğunu savunur. Hatta hazzı bir ruh dinginliği olarak tanımlar. Bedensel zevklerin peşinden koşmak yerine bilgeliğe değer vermek en büyük hazdır. Epikuros, hazzın niteliğine de önem verir. Anlık hazların peşinde koşmanın gelecekteki hazları yok edeceğini söyler. Epikuros’un görüşü şu tür hikayelerle anlatılmaktadır;
Zengin bir iş adamı içinde yüklü miktarda paranın olduğu bir çanta ile tam arabasına binecekken bir kadın yanına gelir ve bebeğinin ölmek üzere olduğunu söyleyerek para ister. Adam hemen kadına çantayı verir. Akşam bu olayı görenler adama o kadının aslında bir dolandırıcı olduğunu söylerler. Adam sevinçle ‘Demek ölmek üzere olan bir bebek yok öyle mi? İşte bu duyduğum en güzel haber.’ der.
Kısaca hedonizm türlerinden bazıları:
- Nicel hedonizm, hazzın kalitesiyle değil miktarıyla ilgilenir.
- Nitel hedonizm, hazzın miktarıyla değil kalitesiyle ilgilenir.
- Normatif hedonizm, insanın ana motivasyon kaynağının haz olduğunu savunur.
- Motivasyonel hedonizm, zevk ve acının birlikte motivasyon kaynağı olduğunu savunur.
- Egoistik hedonizm, insan eylemlerinin tamamen kendi hazzına göre şekillenmesi gerektiğini savunur.
- Altruistik hedonizm, bir eylemin ahlaklı olmasının tek yolunun insana haz vermesi olduğunu savunur.
Peki hedonist kime denir?
Karşımıza çıkan her bencil pisliğe hedonist demek doğru olmaz çünkü türlerine ve işin derinine baktığımız zaman tüm hedonistler mutlaka çılgın seks partilerine katılmaz, uyuşturucu bağımlısı olmaz ya da önüne gelen her şeyi yemez. Hedonist kişi temelde acıdan uzaklaşmayı ve ona acı yerine daha çok zevk veren hazlara yönelmeyi bir yaşam tarzı haline getirir.
Hazlar kişiye özeldir. Bu nedenle dış dünyadan kopup kendini ibadete vermiş bir kişiye de hedonist diyebiliriz çünkü hazzı tinsel zevklerde bulmuştur. Aynı şekilde her gün farklı partnerle cinsel ilişkiye giren bir kişiye de hedonist diyebiliriz çünkü hazzı bedensel zevklerde bulmuştur.
Bir kişiye hedonist demek için eylemlerinin tümü ve yaşam tarzı incelenmelidir. Ben yalnızca x marka kahve içerim diyen de hedonist olabilir, bana kahve olsun yeter diyen de. Konu tamamen o kişinin zevki nicel mi nitel mi değerlendirdiğine göre değişir. Yani işin temelinde acıdan kaçmak ve zevke yönelmek var. Dışarıdan her eylemi doğru görünen kişi eğer tüm bu eylemlerden zevk almıyorsa o bir hedonist değildir.
Hedonistleri görür görmez tanıyabileceğiniz bazı temel özellikleri:
- Yeni zevkleri tatmaya gönüllüdürler.
- Hazzın önündeki her engeli düşman olarak görürler.
- Kutsal değerleri hiçe sayabilirler.
- Kendilerini en değerli varlık görme eğiliminde olabilirler.
- Kendi zevkleri uğruna diğer her şeyi görmezden gelebilirler.
- Çalışmayı hiç sevmezler ya da çok severler.
- Bedensel hazzın peşinde olanlar tembel görünebilir.
- Kuralları ve yasakları yok sayma ya da hoşnut olmama eğilimi gösterirler.
- Ölümden korkarlar.
- Cinselliğe aşırı düşkün olabilirler.
- Aile sorumluluğu almaktan kaçınabilirler.
- Sapkın zevkleri olabilir.
Dikkat ettiyseniz hedonistlerin özellikleri için kesin yargılara varmak pek kolay değildir. Çünkü anlattığımız gibi zevk tamamen kişiye özel bir durumdur ve kişinin hangi eylemden ne türde bir haz almak istediğine göre değişir. Örneğin biri için aile sahibi olmak en büyük hazdır, biri için ise bekarlık en büyük hazdır.
Ne yapalım, işi gücü bırakıp hedonist mi olalım?
Eğer yapabiliyorsanız olun tabii ki. Eğer işinizi bırakıp daha iyi bir iş bulabilecekseniz hiç durmayın, boşanıp çok daha iyi bir eş bulabileceksiniz ayrılın gitsin, spor yapmak acı veriyorsa öylece yatın, daha iyi bir araba alabileceksiniz sizinkini satın gitsin, ben bıktım bu dünyadan diyorsanız kapanın bir odaya ve meditasyon yapmaya başlayın. Önemli olan şu, acıdan kaçıp zevklere yönelmek. Hedonizm çoğu zaman bencil ve sapkın bir felsefi görüş olarak değerlendirilir, doğru çünkü rahatsız edici pek çok örneği de vardır. Fakat bu rahatsız edici örnekler genelde mantıkla çelişir. Çok fazla seks partneriniz olursa asla duygusal tatmin yaşayamazsınız, madde bağımlısı olursanız asla sağlıklı olamazsınız, çalışmayayım öylece yatayım derseniz asla hayalinizdeki başarıya kavuşamazsınız. Yani genç öleyim cesedim yakışıklı olsun mu diyorsunuz yoksa bir kere yaşadığım şu hayatın tadını çıkarayım mı diyorsunuz? Tercih sizin ama ikinci seçenek daha iyi gibi.
Umut Yakar / webtekno
NARSİZMİ BESLEYEN YAŞAM KOŞULLARIMIZ MI?
Yaşam koşulları insanları değiştiriyor. Kötü yaşam koşulları insanın içindeki kötüyü tetikliyor, insanın içindeki kötü yaşam koşullarını daha da kötüleştiriyor. Bu kısır döngü ne yazık ki, birçok insan için yaşamı giderek çekilmez yapıyor. Bu yaşam sıkışıklığında “benmerkezcilik” kaçınılmaz olarak çok yaygın bir hale geliyor. Benmerkezciliğin hastalık boyutuna uzanan bir yanı da var. Bu hastalık haline ise “Narsizm” deniyor. Benmerkezcilik her haliyle “empatinin tam karşıtı bir sözcük. Kendinden başkasını düşünmeyenlerin farklı bakış açılarına, düşüncelere ve duygulara kayıtsız kalması hali olarak da tanımlanıyor. Bunun abartılı hali olan Narsizm içinde bir çok duygusal ve bilişsel bozukluklar barındırıyor. Narsistik kişilik bozukluğu; kendini mükemmel görmek, başkalarını düşünmemek, başkaları tarafından yargılanmaya aşırı bir hassasiyet durumu olarak tanımlanıyor.
Aslında ergenlik sürecinde narsizm benlik hissinin gelişmesi için gerekli ancak bu süreç uzar ve yetişkin dönemine ulaşırsa onu bir davranış bozukluğu olarak kabul etmek gerekiyor. Sadece kendini düşünmek ve davranışlarının başkalarına olan etkilerini umursamamak bu kişilik bozukluğunun en temel özelliklerinden biri. Narsistik kişilik bozukluğunun temelinde kişinin sahip olduğu değer ve gücünü abartılmış biçimde ve gerçek dışı algılaması yatıyor. Bu kişiler, kendi hayal dünyalarında kendilerini en başarılı, en değerli, en yetenekli olarak algılıyor, bu nedenle de olayları ve insanları sürekli biçimde kontrol etmeyi kendilerinde hak görüyorlar. Narsistik kişiler kibirli ve bencil oluyor, her zaman ve her durumda dünyanın merkezi olma isteği taşıyor. Özellikle kibir ve gösteriş merakı kişiliklerinin en belirleyici özelliklerinden. Çatışma anlarında veya dikkatlerin üzerinde olmasını istedikleri durumlarda tiyatromsu krizler geçirebiliyor, sahnedeymişcesine “oynuyor” olabiliyorlar.
Temel özelliklerinden bir diğeri de aşırı ilgi beklentileri. Onlar ne olursa ve her ne pahasına olursa olsun ilginin odağı olma gayretiyle yaşıyorlar. Narsistik kişilerin bir diğer özelliği biraz çelişik görünecek ancak özgüven sorunu. Narsistik kişilik bozukluklarında sanılanın aksine ciddi bir özgüven eksikliği görülüyor. Bu kişiler beğenilmeye büyük ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle her türlü eleştiriye anlaşılamaz ve hesaplanamaz bir biçimde büyük tepkiler gösterebiliyor veya ortadan kaybolup kaçabiliyorlar. Çatışma durumlarında büyük bir öfkeyle saldırıya geçebiliyorlar. Çatışmada yenilir veya başarısız olurlarsa bu durumla baş edemiyorlar. Bu nedenle çatışırken “kazanmak” dışında başka hiçbir şeyi dikkate almıyorlar, ahlaki ve etik değerleri umursamıyorlar. Kıskançlık ve sadece kendi iyiliği için çalışmak diğer özellikleri.
Sadece kendilerine yararlı olacağını düşündüğü insanlara ilgi duyuyorlar. Başkalarının gereksinimlerine çoğunlukla duyarsız kalıyor ve anlamıyorlar. Yani empati kuramıyorlar. Sabırsızlık en temel özelliklerinden biri, kendi gibi düşünmeyen insanlara karşı son derece tahammülsüz oluyor ve çoğunlukla onları dinlemiyor, hatta kimi durumlarda kasıtlı bir biçimde tam tersini yapabiliyorlar. Liderlik etme hevesleri de ayrı bir durum. Bu kişiler herkesin ve her şeyin kendisine kayıtsız ve şartsız bağlı olmasını istiyorlar. Tüm ilişkilerinde son derece dikkatsizler, daha da kötüsü herkesi ve her söyleneni dilediği ve işlerine geldiği gibi anlayabiliyorlar. En büyük korkuları başkalarının onayını kaybetmeleri. Çünkü bu onay ve ilgi kesilirse kendilerini aşağı, çirkin ve beceriksiz hissetmeye başlıyorlar ve kendilerine olan tüm güvenleri kayboluyor. Kıskançlık duyguları tavan yapıyor. Bu tür kişiler ile karşılaşan veya yaşayan insanların işleri gerçekten zor. Bu kişiler birer takım oyuncusu olamayacağı gibi benmerkezci yaşamları ile başkalarının yaşamını da zehredebiliyorlar.
PROF. DR. MUSTAFA ÇETİNER
Feminizm nedir? – Martin Slattery
FEMİNİZM:
- Feminizm terimi Latince kadın anlamına gelen femina’dan türetilmiş olup ve köken olarak kadınsı özelliklere sahip olmak anlamına gelir.
- Bu terim Kadın Hareketinin, kadınların eşit haklar mücadelesinin genel adı olarak, 20.yy’da cinsiyet eşitliği teorisi olarak benimsenmiştir.1890lardaki ‘kadıncılık’ teriminin yerini almıştır.
- Feminizm, bütün insan ilişkilerinde cinsiyet eşitliği temelinde dünyayı yeniden düzenlemeyi hedefleyen bir hareket olarak; insanlar arasında cinsiyet temelli her tür ayrımcılığa karşı çıkan, cinsel ayrıcalıklar ve problemleri ortadan kaldırarak, hukuk ve geleneğin temel taşı olarak kadın ve erkeğin ortak insanlığının kabulü için çalışacak bir hareket olarak tanımlanabilir.
Politik açıdan, feministlerin eşit işe eşit ücret, eşit fırsatlar ve boşanmada eşit haklar gibi önemli konulardaki birçok yasal ve sosyal reformda hatırı sayılır başarılar elde ettikleri görülmektedir.
Özellikle Amerika’da daha fazla sayıda kadın temel kurumlarda üst mevkilerde yer almaktadır ve Britinya ilk bayan başbakanına sahiptir.
Feminizmin yaptığı şey, kadınları ikincil konumları hakkında, hakları ve geniş anlamda cinsiyet eşitliği için evde, işte ve toplumda her zaman için mücadele etmeleri gerektiği konusunda bilinçlendirmektir.
- FİKİR
Ataerkiliğin tam karşılığı babanın veya aile reisinin yönetimi olsa da, feministler tarafından erkeklerin kadınlar üzerindeki her tür fiziksel, politik ve ideolojik hakimiyetini anlatmak için kullanılmıştır. Özelde ise bu kavram, erkek egemen toplumlarda kadınları baskı altında tutan ve güçsüz kılan sosyal ve politik yapılar, kültürel kurumlar ve güçleri ifade etmektedir.
Ataerklilik İncil’e, ‘Tanrı erkektir’ kabulüne ve Yaratılış Kitabındaki Cennet Bahçesinde Havva’nın yasak meyveyi yemesinden sonra Tanrı’nın onu ve bütün kadınlığı erkeğe tabi olmaya mahkum ettiği ‘onlar çocukları dünyaya getirirken acı çekecekler, erkeğe ihtiyaç duyacaklar ve erkekler onlara hükmedecektir.’ sözüne kadar götürülebilir.
Feminist yazarlar ataerkilliğin kaçınılmaz veya doğal bir şey olduğu fikrini kesinlikle reddeder. Ataerkillik kavramı feminizme cinsel eşitsizlik ve baskıyı tanımlamak, açıklamak ve değiştirmek için ve kadınları kelimenin tam ve en özgür anlamında kadın olmaya teşvik etmek için önemli bir kavramsal silah sağlamıştır.
- GELENEKSEL VE LİBERAL FEMİNİZM
Geleneksel feminizm, erkek egemenliğin ve kadınların bastırılmasının temel kaynağı olarak aileye dikkat çeker.
Geçmişte babanın aileyi ve özellikle kadınları yöneltme hakkı kutsaldı ve örfler, adetler ve geleneklerde ve çoğu kez hukukta cisimleşmişti. Erkek, kadından tam itaat talep edebilir, otoritesini, cezalandırmasını uygulayabilirdi. Pekçok ilkel ve geleneksel toplumlarda kadınlar değiş-tokuş dahi ediliyordu. Evlilikleri önceden belirlenen kadınların konuşma ve boşanma hakları yoktu.
Feministler ev içi şiddetin ve hatta kadının evde katlanmak zorunda kaldığı tacizin yaygınlığına, kız çocuklarının pasif ve kadınsı niteliklerle yetiştirilerek erkek egemenliğinin idealleştirilme ve pekiştirilme biçimlerine dikkat çekmişlerdir.
Geleneksel feministler erkek egemenliği ve ev dışındaki kadın ayrımcılığı konusunda pek çok örneğe dikkat çekmişlerdir;
- Çalışan kadınların çoğu sadece kadın işleri yapmakta ve hemen her zaman erkeğe göre daha alt kademelerde yer almaktadırlar. Örneğin; sekreterlik.
- İş hayatının hemen her alanında erkekler en üst görevlerde yer alırlar. Her alanda hiyerarşi yükseldikçe bulunan kadın sayısı azalmaktadır.
- Tıpkı evde olduğu gibi, erkekler yönetimde de parlementoda da en önemli görevlerde ve kararlarda egemen konumdadır.
Bunun gibi tespitler daha da artırılabilir.
Ataerkillik, gerek erkek egemenliğinin gerekse kadının ikincil konumunun doğal ve normal olduğunu, kadın için egemen ve saldırgan olmanın sapkınlık anlamına geldiğini ifade eden ideolojik güçtür.
Liberal feminizmin itici gücünü fırsat eşitliği, kadın hakları mücadelesi ve erkeklerle aynı fırsatların sağlanması talepleri oluşturur. Fırsat eşitliği artık önde gelen Batılı toplumların hukuk sistemlerine girmiştir ve toplumu her tür eşitsizlik, ayrımcılık ve baskıdan kurtaracak ve bu konularda iyileşmeler sağlayacak temel bir kavram olarak kabul edilmektedir.
- MARKSİST FEMİNİZM
Marksist feministler daha geniş, daha teorik bir bakışa sahiplerdir. Onlar ataerkilliği basitçe kapitalist üretim tarzının ortaya çıkardığı sömürü ve baskının daha ileri bir evresi ve şekli olarak görmektedirler.
Engels’e göre, sosyal sınıf gibi ataerkilliğin temelinde de özel mülkiyet yatar, tek eşli evlilik erkek ve kadını evlilik saadetinde birleştirmek için değil, özel mülkiyeti korumak amacıyla geliştirilmiştir. Ona göre, tek eşli evlilik büyük bir servetin tek bir kişinin yani erkeğin elinde toplanması ve bu serveti sadece kendi çocuklarına bırakma arzusundan doğmuştur.
Bu yüzden erkekler kadınları kontrol altında tutabilmek için evliliği kullanma gereği duymuşlardır. Engels’e göre erkek egemenliği, bu yüzden ekonomik egemenliğe dayanır. Onun ortadan kaldırılması ile ataerkillikte ortadan kalkacaktır. Marx ve Engels sadece mülkiyetin ortak olduğu sosyalist toplumlarda gerçek anlamda cinsiyet eşitliğinin mümkün olacağını savunur. Yine onlar kadın iş gücüne olan talebin kadınları evin dışına taşıyacağını onlara bir takım ekonomik bağımsızlıklar sağlayacağını ve kadınları sosyalist olarak sömürü ve eşitsizlik bilinci taşıyan erkek işçilerle bir araya getireceğini savunur.
- RADİKAL ve DEVRİMCİ FEMİNİZM
Bu yaklaşımın kaynağında Marksist-Feminist analizden duyulan memnuniyetsizlik özellikle bu analizin ‘ataerkilliğin temelinde ekonomik güç yatar ve böylece oda sınıflar gibi sosyalizmle ortadan kalkacaktır’ iddiasından duyulan rahatsızlık yatar.
Onların düşüncesine göre ataerkillik, tarihi kapitalizmle bütün diğer sosyal tabakalaşma biçimlerinden çok daha öncelere uzanan farklı bir baskı biçimidir. Onun bir çok farklı kökeni vardır. Ekonomik, politik, cinsel, kültürel…
Bir sınıf olarak erkekler başka bir sınıf olan kadınlar üzerinde güce sahiplerdir. Erkekler toplumu kontrol eder, önemli mevkilerde yer alır, bütün önemli kararları verirler. Kadınlar hala ev kadınlığı rolünü temel görevleri olarak görürler. Onlar hem ikincil konumda tutulurlar, hem de erkek egemenliğini benimseyen kadının yerini evi olarak gören bireyler olarak yetiştirilirler.
Bazı radikal feministler daha ileri gider ve ataerkilliğin kökenini biyolojiye dayandırırlar. Kadınlar çocuk doğurduğu için erkeklere fiziksel ve ekonomik açıdan bağımlıdırlar. Erkekler kadınlar üzerinde güce sahiplerdir ve böylece tahakkümlerini toplumsal yapının her yerinde sağlamlaştırırlar. Ona göre, bu cinsiyete dayalı sınıf sistemi aslında kadınlar en temel biyolojik rollerinden yani çocuk sahibi olmaktan kurtarıldıklarında ortadan kalkabilir ve doğum kontrol teknikleri bu yönde bir adım olsa bile gerçek bağımsızlık bebekler yapay üremeyle rahim dışında doğduklarında mümkün olabilir.
- SİYAH FEMİNİZM
Siyah feminizmin kaynağı, orta sınıf beyaz aydınların dünyanın her yerindeki ve bütün tarihsel dönemlerdeki kadınların durumlarını açıklamakta kullandıkları önceki feminizm anlayışlarından duyulan hoşnutsuzluktur. Siyah feministler “feminist teoride ırkçı bir temayül” belirlemişlerdir ve onlar için beyaz yönetimden kurtulmak kapitalizmin ataerkilliğinden kurtulmak kadar önemlidir.
- POST-MODERN FEMİNİZM
Post-modern feminizmde, kadınların konumunu bütün yönleriyle açıkladığını iddia eden toplum teorileri reddedilir. Hatta burada özel bir kadın fikrine karşı çıkılır. Gerçekte, her kadın diğerlerinden farklıdır. Onlar çok farklı hayatlar sürdürürler ve bu yüzden tek bir kalıp yargının veya özel bir teorik çerçevenin sınırlarını aşarlar. Geçmişte erkeksi dil ve algılar sorgulanmaz ve normal olarak algılanırken, post-modern feministler bu dünya görüşünü dönüştürmeye ve feminist perspektifleri tepeye oturtmaya çalışırlar. Post modern feministler erkek temelli algılara karşı çıkarlar ve kadınları kendileri olmaya, erkeklerle çatışma içinde olsa bile kendi güzellik anlayışlarını belirlemeye ve desteklemeye örneğin medya ve erkeğin ideal beden ölçüsü olan 38 beden karşılık 44 beden olma hakkı ve bunun çekiciliği için mücadele etmeye devam ederler.
- KAVRAMSAL GELİŞİM
Ataerkillik kavramı feminist anlayış ve analizlerin merkezini oluşmuştur. Bu kavram ev içinde olduğu kadar toplumun genelinde de erkeklerin egemenliklerine ve gücüne açıkça ışık tutar. Ancak bu kavram aynı zamanda birçok farklı tanım ve teoriye ilham kaynağı olmuştur. Ataerkillik terimi erkeğin egemen konumunun evrensel ve tek nedeni olduğunu ifade ettiği için günümüzde ve eski toplumlarda yürürlükte olan kadına yönelik birçok baskı biçiminin görülmesini engellemiştir. Ataerkillik ortadan kaldırmak için önerilen pek çok çözümde bu kavramın gücü ve etkisi gözardı edilmekte bazı aşırı feministler sadece biyolojiyi değil erkekleri de ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Hazırlayan: Sema Çınar
Feminizm, toplumca kanıksanan erkek düşmanlığı düşüncesinin aksine, cinsiyet eşitsizliğini gündeme getirmek için ön planda tutulan bir akımdır. Sadece kadınları değil, erkekleri de yakından ilgilendiren feminizm tanımı, gerçek eşitliği ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Feminizm, kökeni Latinceden gelen femina kelimesinden türemiştir. Femina, Latince’de “kadın” demektir. Bu kelimeden türeyen feminizm kavramı, eşitliği ve toplumsal gruplar arasındaki farklılıkların yok edilmesini savunur. Dünyadaki kadın-erkek eşitsizliğinin bulunmasıyla birlikte, feminizm düşüncesi de kadının toplum içindeki yerini iyileştirmek olarak ortaya çıkmıştır.
Feminizmin temeli, “kadın özgürlüğü”ne dayanır. Feminizm, cinsiyetle ilişkisi olan unsurları araştırır ve analiz eder. Amacı ise cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak, genel kadın sorunlarını araştırmak ve çözmektir. Feminizm kavramı, ilk olarak sosyal filozof Charles Fourier tarafından kullanılmıştır. Charles Fourier (1772–1837), sosyal olarak gelişmenin tek yolunun, kadınlara daha fazla özgürlük verilmesi olduğunu savunmuştur.
Feminizmin tarihi, Aydınlanma Çağı’na kadar uzanır. Aydınlanma Çağı’nın önemli düşünürleri olan Lady Marry Montagu ve Marquis de Condorcet, kadınların eğitim hakkını savunarak feminizm düşüncesinin temellerini atmışlardır. Bu düşünce, daha sonra bir felsefe haline gelmiş ve bugünkü anlamına ulaşmıştır.
Feminizm deyince ilk akla gelen kadınlar olsa da, feminizmi savunan erkekler de vardır. Feminizm kadın- erkek eşitliğini savunur, dolayısıyla da bunu savunmanın kadın olmak gibi bir zorunluluğu olamaz. Erkekler de, tıpkı kadınlar gibi bu düşünceyi savunabilir, destekleyebilir ve sorunların çözülmesi için çaba gösterebilir.
Feminizmin derdi, erkekler değil; ataerkil yapılar ve söylemlerdir. Feminizm, ezme ve ezilme ilişkisi olan ataerkil düzene karşı mücadele eder. Dolayısıyla da bu düzene dahil olan her şeye karşıdır. Feminist olmanın yalnız yaşamak, erkeklerden nefret etmek gibi koşulları yoktur. Çünkü feminizm, yalnızca bir adalet arayışıdır. Feminizmin ortaya çıkışı kadın haklarıyla ilgili olsa da, sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Feminizm akımı, eşit bir dünyayı savunur. İlk ortaya çıktığı yıllardan itibaren de kölelik, eşit vatandaşlık hakları gibi konuların tamamında feministler bulunmuştur. Ayrıca sınıf mücadelesi, ırkçılığa karşı mücadele gibi önemli “insan hakları” konularının da gelişmesine katkı sağlamışlardır.
Hürriyet
90’lı yıllarda çok konuşulan satanizm, günümüzde de zaman zaman çeşitli sebeplerle gündeme geliyor. Satanistlerin kurumsallaşması yirminci yüzyılın ortalarında Amerikalı Anton Szandor LaVey tarafından kurulan The Church of Satan ile gerçekleşmiştir. Satanizm, teistik satanizm ve ateistik satanizm olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Peki, satanizm tam olarak nedir?
Satanizm, Şeytan’ı veya şeytan simgesini yücelten, ve bazı mezheplerinde şeytana tapmayı emreden öğretidir. Satanizm kökleri antik Mısır, İran, Yunan, Babil mitlerine hatta ilk insana kadar uzanan Şeytan algısının sistematik hale dönüştürülmüş şeklidir. Satanizm, teistik satanizm ve ateistik satanizm (Laveyan satanizm) olmak üzere ikiye ayrılır. “Teistik satanizm” Şeytan’ın ruhani varlığına tapınılan, orta çağ kökenli satanizm türüyken; “ateistik satanizm” Şeytan’ın sembol veya felsefi bir simge olarak kabul edildiği, ve bu simgenin dini inançlar başta olmak üzere; ortak değerlere karşı yüceltildiği satanizm türüdür.
Teistik Satanizm: Teistik satanizm, Şeytan’ın ruhani varlığına ve gücüne tapınılan satanizm türüdür. Teizm’den yola çıkılarak, kutsal kitaplarda anlatılan veya ruhani boyuttaki bir Şeytan’a inanılır. Teistik satanizm, ruhani bir boyutta yaşadığına inanılan şeytan ile iletişim kurma, ondan yardım isteme veya şeytana tapınma gibi eylemleri de barındırır.
Ateistik Satanizm:Ateistik satanizm kavramı ilk olarak 1966 yılında Anton Szandor LaVey ile ortaya çıkmıştır. Ateistik satanizm, Şeytan’ın yüceltildiği, ancak Şeytan’ın sembol veya bir öğreti olarak kabul edildiği satanizm türüdür. Şeytan’ın ruhani varlığına inanılmaz.
Hürriyet
Ateizm nedir sorusuna şöyle cevap vermek mümkündür: Ateizm, tüm Tanrılara ve ruhsal varlıklara karşı geliştirilmiş metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği inanç yoluyla açıklamayı kabul etmeyen bir felsefi düşünce akımıdır. Ateizm, Tanrı’nın varlığını yadsıyan görüştür. Dolayısıyla bir ateist için, Tanrı’nın var olmadığı kesin bir doğrudur.
Ateist anlayış ruh gibi, ölümden sonra yaşam gibi her türlü metafizik inancı yadsımaktadır. Bu bağlamda ateizm, ne Tanrı’yı ne de tinsel varlıkları kabul eden teist yaklaşımın karşıtıdır. Ateizmin felsefi temellerini de maddecilik ve şüphecilik akımlarında bulmak mümkündür.
ATEİZM SADECE TANRI’YI KABUL ETMEMEK MİDİR?
Ateistler bazen “tanrıtanımaz” kelimesiyle anılsalar da bu isimlendirme var olan bir Tanrı’yı reddetme fikrine atıfta bulunduğu için kabul görmez. Bu bağlamda ateizm inanç koşullanmalarını, hayali yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısından, Tanrı’nın yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhani varlıklar da reddedilir.
Dinlerin varlığı, dinlerin tanımının ne olduğu, dinlerin iyi mi yoksa kötü mü olduğu gibi konular ateizmin konusu ve tartışma alanı dışındadır. Ateizm, her tür metafiziği reddettiği için, kendini metafizik ögeler üzerinden temellendiren dinlerin metafizik boyutlarını da doğal olarak reddeder. Yani ateist tutum, özellikle dinlere karşı sergilenen bir duruş değil, genel olarak tüm metafizik inanışlara karşı bir duruştur.
Ateizm sıklıkla “dinsizlik” ile özdeşleştirilse de Budizm gibi bazı Uzak Doğu dinlerinde “yaratıcı” anlamında bir Tanrı’nın varlığına rastlanmaz. Bu yönüyle de ateizm ile dinsizlik birebir örtüşmez. Keza deist akımlara bakıldığında da Tanrı’ya inancın olduğu ancak dinlerin kabul edilmediği görülür.
ATEİZMİN DİĞER GÖRÜŞLERDEN FARKI NEDİR?
Ateizm; yaratıcı ve müdahaleci bir tanrıyı kabul eden teizm’den, yaratıcı ancak müdahaleci olmayan bir tanrıyı kabul eden deizm’den, her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı veya evrenin ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğunu savunan panteizm’den ve Tanrı’nın hem evrenin kendisi hem de evrenin ötesinde (aşkın) olduğunu savunan panenteizm’den; ayrıca, Tanrı’nın varlığı ve yokluğu konusundaki soruları “cevaplandırılamaz” diyerek cevapsız bırakan agnostizm’den; tanrıyı, “kesin olarak reddetmesiyle” ayrılır.
ATEİST KİMDİR?
Ateist, insanların tarih boyunca var olduğunu iddia ve kabul ettiği tanrıların tamamını hayal ürünü olarak kabul eden kişidir.
Ateizm bir inanç sistemi değildir; dolayısıyla ateist de bir inancın temsilcisi değildir. Çoğu zaman yanlış ifade edildiği şekli ile ateist, Tanrı’yı inkâr eden kişi de değildir; çünkü “inkâr etmek” varolan bir şeyin reddedilmesi anlamını taşımaktadır. Oysaki ateistlere göre herhangi bir tanrı var olmadığı için onun “inkâr edilmesi” de mümkün olmayacaktır.
Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Materyalizm yalnızca maddenin gerçek olduğunu, madde ve maddenin değişimleri dışında hiçbir şeyin varolmadığını, varlığın madde cinsinden olduğunu öne süren görüş.
Bir felsefe akımı olarak doğan materyalizm, zamanla bir ideolojiye dönüşmüştür. ”Tarihsel materyalizm” ve ”Diyalektik Materyalizm”, iktisadi teorilerle desteklenmiş ideolojilerin başında gelir. Bunun dışında ”Bilimsel” ve ”Klasik” olarak tanımlanan materyalizm ekolleri de mevcuttur.
Materyalizm Nedir?
Materyalizm kelimesi Latince ”madde” anlamına gelen ”materia” kelimesinden türetilmiştir. ”Maddecilik” ve ”Dehriyye” isimleriyle de bilinir. Tarih boyunca Determinizm ve Pozitivizm gibi temel felsefi akımların ortaya çıkmasında etkili olmuştur.
Materyalist Ne Demek
Materyalizm felsefesinin ilkelerini benimsemiş olan kişilere materyalist denir. Yeni Platanculuk, Alman İdealizmi ve Spiritüalizmin temel ilkelerini reddeden materyalistler Düalizmin ”İkilik Kuramını” da kabul etmez. Onlara göre varlık ”madde” ve ”tin” olarak ikiye ayrılmaz. Kainatın ve varlığın özü maddeden ibarettir.
Felsefede Materyalizm (Maddecilik) Akımı Özellikleri
Genel felsefe tarihi ”İdealizm” ve ”Materyalizm” olarak ikiye ayrılır. Platon, Aristoteles, Farabi, İbn-i Sina ve Sokrates’in yer aldığı idealizm akımına göre, ruh da madde gibi gerçektir. İnsanın ve kainatın belli bir amaç için, düzen içerisinde yaratıldığına inanan idealistler Varlığı da ”İdea” olarak tanımlar. Bu görüşe göre insan algısı ”İdealar Dünyası” ve ”Nesneler Dünyası” olarak ikiye ayrılır. Duyularla algılanabilen maddi dünya sınırlıdır. İdealar dünyası ise bu dünyada yansımaları bulunan her maddenin asıl kaynağıdır. Farabi ve İbn-i Rüşd gibi Yeni Platoncular evrenin yaratıcısını ”İlk Düşünce” ve ”İlk Neden” olarak tanımlamıştır.
Materyalistlere göre ise Tanrı, cennet ve melek gibi kavramlar, herhangi bir gerçekliğe sahip değildir. Bir fikir değil zan olduğu için reddedilmesi gereken terimlerin başında metafizik gelir. Platon ise materyalizmi ve atom felsefesinin dünyayı açıklamakta son derece yetersiz olduğunu ileri sürmüştür. Yunan düşünüre göre evren sadece maddeden ibaret olsaydı ”Sevgi, ahlak, vicdan” gibi tamamen içsel olan duygular var olmazdı.
Immanuel Kant da materyalist felsefenin ”özdekçilik” kavramına karşı çıkan filozoflar arasında yer almıştır. Materyalizm felsefesi varlıkları ”fenomen” yani ”duyularla algılanabilir” olarak tanımlarken Kant, varlıkların ”fenomen” ve ”nomen” olmak üzere ikiye ayrıldığını iddia etmiştir.
Materyalizmin Kurucusu ve Temsilcileri
Materyalizmin tarihi Antik Yunan’a uzanmaktadır. Kurucuları arasında Demokritos, Empedokles ve Leukippos gösterilir. Bu düşünürlerin kurduğu ”Atom Felsefesi” materyalizmin de temel ilkelerini oluşturur. Atom felsefesine göre ”ruh” da maddeden oluşmaktadır ve diğer tüm maddeler gibi sonludur. Evren, üstün bir güç tarafından değil madde bileşenlerinden oluşur. Temel fizik yasasına göre başlangıcı olmayan, yani ”ezeli” olarak tanımlanan her şey gibi evren de sonsuza kadar var olacaktır.
17.yüzyılda ortaya çıkan Materyalizmde ise ”ruh” kavramı da reddedilir. İnsan zihinden ve maddeden oluşan biyolojik bir varlıktır. Zihni de bir madde olarak kabul eden materyalizmin en önemli temsilcileri arasında Karl Marx, Frederich Engels, Karl Eugen Dührich ve Gilles Deleuze yer alır.
Hürriyet
Oportünizm kelimesi, kendi dilimize Fransızcadan gelmiştir. Oportünist ile fırsatçılık eş anlamlıdır.
Oportünizm Nedir?
Olaylardan bencil bir şekilde avantaj elde etmeye çalışarak bilinçli bir şekilde uygulanan politikalardır. Oportünizm terimini benimsemiş bireyler olayların sonucunda başka bireylerin karşılaşacakları sorunlara oldukça az önem verirler. Kelime karşılığı tam olarak fırsatçılıktır. Özetle oportünizm, kişilerin menfaatleri için en uygun yolu seçmeleridir. Tarihsel sürece bakıldığı zaman ise işçi hareketleri içerisinde oportünist tutumların her zaman oldukça önemli zaaflara yol açtığı ve bazı durumlarda devrimci mücadele açısından oldukça derece yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Bu açıdan çeşitli örnekler sıralamak mümkündür. Bu çarpıcı örneklere Bernstein ve Kautsky gibi isimler verilebilir. Bu isimler, Marx’ın ölümü sonrasında onun çalışmalarını toparlayarak yayına hazırlamak için çalışan Engels’in yardımcılarıydılar. İşçi sınıfı için mücadele eden devrimci Engels’ten tamamen farklı hareket ederek Bernstein ve Kautsky oportünizmin batağına dümen kırmışlardır.
Oportünist Kime Denir?
Ele geçmiş olan fırsatları iyi değerlendirme politikasına oportünizm, bunu uygulayan kişilere ise oportünist adı verilir. Oportünist kişiler özellikle güç durumlarda, davranışlarını ahlak kuralları çerçevesinde ya da düzenli bir düşüncelerden daha çok, çıkarlarına uygun bir biçimde hareket etmeyi amaçlarlar. Kapitalist sistemde dünyanın kesinlikle olmazsa olmazlarından olan bu kavram genellikle çok fazla eleştirilir. Neden eleştirildiği tam olarak anlaşılmamakla beraber yüksek ihtimalle pragmatizm ile karıştırılmasına yatmaktadır.
İdealizm, Realizm, Pragmatist ve Oportünizm Arasındaki Farklar Nelerdir?
Dördü de tipik olarak insanları tanımlayan sıfatlardır. İdealist, sosyal normlardan koparak kavramlarla ya da fikirlerle ilgili düşünen kişilere verilen isimdir. İdealist kişiler bir şeyi bütün olarak görerek bunun için bir gelecek öngörmektedirler. Realizm ilkesini benimseyen kişiler ise, gerçek değeri için önlerinde olan şeyleri ararlar. Gerçekçi olan insanlar, olaylara olabildiğince nesnel bir şekilde yaklaşarak bakma eğilimindelerdir.
Doğruluk ve gerçeklik kavramlarını tek yanlı olarak, sadece eylemlerin sonuçları ile birlikte değerlendiren ve onların yalnızca sağlamış olduğu faydalar açısından bakan akıma felsefe alanında pragmatizm adı verilmektedir. Pragmatistler ise pratik yaklaşımları denerler. Pragmatik insanlar soruları cevaplayarak mantıklı bir şekilde davranırlar. Tipik olarak pragmatik kişiler, evrenin mantıksızlığı ile ilgili sorunlara sahip olurlar.
Dogmatizm, iki farklı anlamda ve alanda ele alınabilecek bir terimdir: İlk anlamda dogmatizm; din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin bilgi sayan anlayıştır. İkinci anlamda ise bilginin imkânı söz konusu olduğunda bilginin kesinlikle mümkün olduğunu, insanın sağlam ve kesin bilgiye ulaşabileceğini öne süren bir felsefi görüştür. Temelde skolastik bir anlayış olan dogmatizm, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir.
Felsefi çevrede septik düşünürler, kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen filozoflara “dogmatik” adını vermişlerdir. Buradan hareketle, kuşkuculuğun karşısında bulunan yaklaşıma, yani bilginin mümkün olduğunu ileri süren görüşe de dogmatizm adı verilmiştir diyebiliriz.
Bahsettiğimiz üzere dogmatizm genel olarak, kimi öğretilere en küçük bir eleştiriye yer vermeden, kişisel eğilimlere dayanarak körü körüne inanma; onları sorgusuz sualsiz bir biçimde benimseme anlamında kullanılsa da epistemolojide, yani bilgi felsefesinde, insan zihninin varlığın kendisinin ve varlığın ilk nedenlerinin nesnel bilgisine sahip olabileceği iddiasını savunan felsefe akımına verilen addır.
Körü körüne inanmak anlamında kullanıldığında dogmatizmin zorunlu sonucu olarak zorbalık ortaya çıkar. Örneğin Orta Çağ’da deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Öyle ki inakçılık suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. Bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır.
DOGMATİK NEDİR? KİME DOGMATİK DENİR?
Deney alanının dışında kalan bütün savlar dogmatik olmak zorundadır. Bu zorunluluk Tanrı sözünden başlayıp Aristoteles’in sözüne kadar genelleşmiştir. Felsefede, bilginin mümkün olduğunu savunanlara da dogmatik denir. “Dogmatik” kelimesi gündelik dilde ondan anlaşılan “bir inancı körü körüne savunan, ön yargılı olan” bir insanın zihinsel tavrı olarak düşünülmenin dışında felsefi anlamda, insan zihninin varlık hakkında doğru ve kesin bilgi edinebileceğini öne süren felsefi anlayıştır da.
Felsefi anlamda dogmatikler, insanın kendisinden bağımsız olarak var olan gerçekliğin bilgisini bilebileceğini öne sürerler. Dogmatikler ayrıca bilginin nereden geldiği konusunda dogmatizm kaynaklı olarak (akıl, deney, hem akıl hem deney, sezgi, olgu, yarar vb.) farklı görüşlere sahiptirler.
Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Agnostik son zamanlarda sıklıkla duymakta olduğumuz bir düşünme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum kişiler tarafından Agnostik ne demek ve kime denir soruları sorulmaktadır. Bu bakımdan pek çok kimse açısından hakkında bilgi edinilmek istenen bir konu başlığı olma özelliği taşımaktadır.
Agnostik Ne Demek?
Agnostik ne demek sorusunun yanıtı şu şekilde verilebilir: Agnostik Türkçede bilinmezcilik demektir.
Agnostik Kime Denir?
Agnostik kime denir şeklindeki soruya verilebilecek en doğru yanıt ise şu şekilde olabilmektedir: Kendisini hiç bir dinin mensubu olarak hissetmeyen ve her şeyin bilinmez olduğuna inanan bireylere agnostik denir.
Agnostisizm Nedir?
Agnostisizm: Tanrı’nın var olduğunun bilinmesinin yahut kanıtlanmasının olanaksız bir şey olduğu görüşüdür. “Agnostik” sözcüğü, özde “bilgisi olmayan” anlamını taşıyan bir sözcük olma niteliği barındırmaktadır.
Agnostisizm Neye İnanır?
Agnostisizm, Tanrı’nın var olduğunun yahut da yok olduğunun kanıtlanamayacağına, Tanrı’nın var olup olmadığını bilmenin olanaksız bir durum olduğuna inanır. Agnostisizm bu yönden önemli bir doğruluk payı taşımaktadır. Tanrı’nın var olduğu ya da yok olduğu deneysel olarak kanıtlanabilir bir durum olma özelliği taşımamaktadır.
Agnostisizm Akımının Kurucusu Kimdir?
Agnostik kavramını ilk defa kullanan kişi olarak tarihe geçen isim bir İngiliz olan Thomas Henry Huxley olmuştur.
Agnostisizmin Tanımı
Agnostisizm, ateizm ile aynı düşünce biçimi değildir. Ateizm, tanrının var olmadığını ya da var olamayacağını savunan bir düşünce akımıdır. Ancak agnostisizm, tanrının var olup olmadığı konusunun bir bilinmezlik olduğunu ya da asla bilinemeyeceğini savunan bir düşüncedir.
CNN TÜRK
İnanç konusunda nötr bir tavır sergilemeye çalışan agnostisizm, “Tanrı var da olabilir, yok da olabilir. Bu konuda kesin bir bilgi sahibi olmak mümkün değildir” görüşünü savunmaktadır. Agnostiklere göre ateizm gibi Allah’ın varlığını tamamen reddetmek doğru olmadığı gibi, Allah’ın var olduğunu söylemek de mümkün değildir. Zira iki veriyi doğrulamak için elimizde somut bir delil bulunmamaktadır.
Agnostisizm her ne kadar ateizmin tanrı hakkında kesin reddedici tutumuna karşı anlamlı bir tavır gösterse de, bir yaratıcının varlığı konusunda şüpheli bir tavır takınma hatası içine düşmüştür. Zira tanrının “bilimsel olarak ispatlanamayacağı” zaten teistlerin de kabul ettiği bir gerçektir. Zira Yaratıcı, beş duyu organının alamayacağı derecede yüce bir varlıktır. Fakat O’nun beş duyu organı ile idrak edilememesi, akıl ile bulunabileceği gerçeğini değiştirmez. Ateizm başlığında belirttiğimiz gibi, böyle bir evrenin yaratıcısının olması aklen zorunlu olup aksi tutarlı değildir.
Agnostikler işte tam bu noktada yanılgıya düşmüş ve “yaratıcının var olduğu bilinemez” iddiasını ortaya koyarlarken, “deney ve gözlemle bilinemez” ilkesine takılı kalmışlardır. Oysa dediğimiz gibi teistler de bu noktada aynı fikri taşımakta olup, yaratıcının “akıl ile bilineceğini” savunmaktadırlar. Bu anlamda agnostisizmin, ateizmi eleştirirken öbür yandan da “ateizmin şüphecilik velvelesine kapılmış” bir felsefi akım olduğunu ifade edebiliriz.
Bu noktada konuyu aydınlatıcı bir örnek vermek yerinde olacaktır:
Bir mağara duvarında, insan figüründe oyuklar olduğunu farz edelim. Bu insan figürlerini gördüğümüzde aklımıza gelen ilk şey, “bunun eski çağlardaki bir toplumdan kalan tarihsel bir buluntu” olarak değerlendirmek olacaktır. Eğer ateist bakış açısı ile bakarsak, bu mağara duvarlarındaki insan figürlerini yapan kişileri görmediğimiz için bunu inkâr etmemiz gerekir. Sonuçta evren kendi kendine olabiliyorsa, duvardaki bu düzgün insan figürlerinin de çağlardan bu yana kayaçların aşınması ile olması daha da mümkün olacaktır.
Burada esas soruyu soralım: Peki, tarihteki bu duvar oyuklarını oluşturan insanlar için “onları göremiyoruz, dolayısıyla bu duvar figürleri insan elinden çıkmış da olabilir, çıkmamış da olabilir. Bu konuda elimizde somut bir bilgi yoktur” demek ne kadar tutarlıdır? Elbette tutarlı değildir. Öyleyse evrenin de yaratıcısı olmadığını düşünerek yaratıcı hakkında sistematik bir şüphe tavrı takınmak anlamlı ve tutarlı değildir.
Zira bir bilgiden şüphe edilmesi için, o bilginin şüphe edilmeye değer olması gerekmektedir.
Nasıl mağara oyuklarının ve cansız insan figürlerinin tesadüf süreciyle değil insan tarafından yapıldığı hususunda bir şüphe etmiyorsak, evrenin ve içindeki varlıkların bir yaratıcı tarafından var edildiğine dair şüphe duymak da tutarlı olmayacaktır. Sonuç olarak ateizme yöneltilen eleştirilerin agnostisizm için de geçerli olduğunu, dolayısıyla yaratıcının var olduğu konusunda herhangi bir şüphe ortaya koymanın anlamlı olmadığını rahatlıkla ifade edebiliriz.
İslamda buluşalım
KİTAP NEYİMİZ OLUR?
Doğrudan soralım: Kitap en iyi dostumuz mudur?
Sözü hiç uzatmadan cevaplayalım: Hayır!
Kitabın dost olmadığı muhakkak. Dost değilse nasıl en iyisi olabilir ki zaten.
Peki dost değilse nedir?
Sadece, evet sadece, kitap.
Kitabın sadece kitap olarak algılamak, onu değersizleştirmek midir? Kesinlikle hayır. Aksine, bir şeye olduğundan daha fazla anlam yüklemek onu anlamsızlaştırmaktır. Zira mükemmelleştirmek de bir nevi değersizleştirmek değil midir? Hayatımızı anlamlandırırken pek çok varlıkla ve nesneyle ilişki kurarız. Varlıklarla ve nesnelerle kurduğumuz ilişki biçimimiz, onları algılayış tavrımızın sonucudur. Bu algılayışımız, sadece onları anlamlandırmamızı değil, kendimizi de anlamlandırmamızı mümkün kılar. Bu bağlamda önemli olanın bizim tavrımızdan başka bir şey olmadığı açıktır. Çünkü varlıklar ve nesneler, bizimle ilişkileri boyutunda varlık kazanırlar. Onlara gerçeklik kazandıran insandır yani. Aslında bu gerçeklik de; asıl gerçeklik değil, sanal gerçekliktir; sınırları bizimle bağımlı bir gerçeklik. Diğer yandan, bir varlığın ya da bir nesnenin insanla ilişkilenmemiş olması, onun asıl gerçekliğine halel getirmez. Çünkü bizim gerçekliğimiz, tüm alemin gerçekliği değildir.
İşte, kitap da bu gerçeklik dışında olamaz. Kitaba yüklediğimiz anlam, kendimizi tanıma ve tanımlama biçimimizi ele verir. Kendimizi tanımlama biçimimiz başka varlıklarla ve nesnelerle olan ilişkimizin boyutlarını belirler. Yani, varlıkları ya kendimize göre konumlandırır; yahut kendimizi onlara göre ayarlarız. Bu konumlandırma ve ayarlama sürecinde kitabın yeri konumlandırma kategorisi değildir. Konumlandırma, iki insan arasında mümkündür çünkü. Dostluk da iki insan arasındaki ontolojik bağ değil midir? Bir insanın, bir başka insanla kurması gereken ilişkiyi / bağı, bir nesneye indirgemesi en başta kendine haksızlıktır. Elbette kitaba da. Kaldı ki, kitabın insanlaştırılması, nesneleştirilmesi kadar gereksiz ve anlamsızdır. Birileri idealize ederken başka birileri de bayağılaştırmaz mı hep.
Evet, alelâde bir nesne de değildir kitap. Ayna neyse kitap da odur insan için: Kendisiyle yüzleştiği yegâne yüzü. Hem yazar için bir yüzleşmedir bu hem de okur için. Herkesin kendi payına düşenden fazlasını alamadığı bir yüzleşme… Dostumuz kim olduğumuzun işaretidir; ama bir başka ben’dir yine de; yani sen. Diğer bir deyişle öteki. Kitapsa öteki olamaz. Olsa olsa, ben ile sen arasındaki bağ olur. Bu bağın da göreceli ve değişken yapılı olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?
MEHMET SOLAK
Sekülerizm Fransa’nın Köktenci Dinidir
Nice’teki kalabalık sahilde dört polisin bir Müslüman kadını üzerindeki burkiniyi çıkartmaya zorlamasına dair o şoke edici görüntüler, birkaç gün içerisinde internette hızla yayıldı. Musab Yunis’in de yerinde bir ifadeyle tespit ettiği üzere, bu görüntüler Fransız devletinin sekülerizmi koruduğuna dair iddiasının ardında apaçık bir ırkçılığın yattığını gösteriyor. Dahası bu görüntüler, Fransız devletinin Müslüman kadınlara uyguladığı şiddetin düzeyini de ortaya koyuyor. Bir yandan da bu devlet, Müslüman kadınları kendi dinlerinin uyguladığı iddia edilen şiddetten kurtarmayı amaçladığını söylüyor. O sahilde kadının aşağılanmasına dair çok şey yazılıp çizildi. Kadın bedeninin metalaştırıldığı bir dünyada, yarı çıplak kadınların tümüyle giyinik kadınlardan daha özgür olduğu iddia edildi. Tüm bu söylemler, özünde Fransız devletinin Müslüman kadınların peçesini, çarşafını söküp atmaya dönük tarihte görülen girişimlerindeki sömürgeci dayanaklara sırtını yaslıyordu.
Burada Fransa’da laikliği çılgınca sahiplenen (özelde ülkedeki Müslüman kadınlara öfkelenen) herkesin artık tüm çıplaklığı ile ifşa ettiği bir olguya dair birkaç kelam edeceğim.
Fransız sekülerizmi, Fransa’nın köktenci [fundamentalist] dinidir.
Alman sosyolog Max Weber, dini bir tanrıyı ya da yüce bir kudreti içeren bir inanç sistemi olarak tarif ediyor. Bu sistem, örgütlenmenin ana ilkesi olarak görülüyor, dine mensup kişiler sisteme göre hareket ediyorlar ve bu sistemi hararetle destekliyorlar. Ayrıca Weber, “tarikat” ve “kilise” konusunda faydalı kimi tanımlar sunuyor. “Tarikat, dindar üstatların veya ehil dindar kişilerin özel birliğidir. Gerekli vasıfların oluşturulması ardından kişiler tarikata kabul edilmektedir. Tersten, kitlelerin selameti için evrenselci bir yapı olarak kilise, tıpkı devlet gibi, herkesin, en azından üyelerin her bir çocuğunun doğumdan itibaren yapıya ait olduğunu iddia ediyor.”
Eğer Weber’in din ve kilise tanımını Fransız sekülerizmine tatbik edecek olursak, bu sekülerizmin de Weber’in tanımına uyduğunu göreceğiz. Laiklik, bir inanç sistemin bulunmadığı bir düzen değildir, aksine bu düzende Tanrı yoktur ve diğer inanç sistemleri yasaklıdır veya inkâr edilmiştir. Laiklik, en kudretli hâline cumhuriyet bünyesinde kavuşur. Dinlerin üyelerine değerler kümesi ve eylem kuralları temin etmesi gibi, Fransız sekülerizmi de cumhuriyete bağlı yurttaşlarından kendi değerlerine ve kaidelerine bağlılık talep eder. Dahası, tıpkı kilise gibi, Fransız sekülerizmi ve Fransız devleti de bir Fransız yurttaşı anaya sahip ya da Fransız toprağında [jus soli] doğmuş olanların yurttaş olarak kabul edileceğine dair evrenselci ilkeye dayanır. Gene kilise gibi, Fransız sekülerizmi de heretiklere ve kurallara uymayanlara zulmeder ve onları dışarıda tutar. Dolayısıyla laiklik, Fransa’daki hâkim dinin adıdır. Dahası bu kesinlikle hoşgörüsüz bir dindir. Müslümanlar Fransız yurttaşı olmuşsa, bu hâkim dine uymak zorundadırlar. Başka dinî uygulamalara ve ibadetlere devam etmek suretiyle bu hâkim dine uyamayanlar disiplin cezalarına çarptırılırlar.
Bugün Fransa’da hâkim dinin (laikliğin) azınlık dinini (İslam’ı) yaftalamasına ve ona zulmetmesine tanık oluyoruz. Müslüman kadınlardan devlet okullarında başörtülerini, kamusal alanlarda burkalarını veya sahillerde burkinilerini çıkartmaları istenmektedir. Bu talebin, dinden arındırılmış bir alan isteniyor olunması ile alakası yoktur, söz konusu talep, hâkim dine ait değerlere uyma konusunda bir emir olarak dillendirilmektedir.
Bugün örtülü kadınların yarı çıplak yüzmeyi reddettikleri için cezaya çarptırıldıklarına tanık oluyoruz. Fransız devleti, bizim Müslümanlardaki dinî hoşgörüsüzlükle sekülerizm arasında bir çatışmaya tanık olduğumuza inanmamızı istiyor. Oysa bu tip olaylar, azınlık dinine mensup kadınlara karşı hâkim dinin yürüttüğü zalimane bir saldırıdan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Kentlerde gettolara hapsedilmiş, iş arama noktasında ayrımcılıkla yüzleşen, işsiz, dinî kıyafetlerini çıkartmaya zorlanan, medyada alay konusu edilen Fransa’daki Müslüman kadınlar, sekülerizm adına uygulanan dinî bir zulmün mağdurlarıdırlar.
Eğer her türden köktencilikten arındırılmış bir gelecek tahayyül ediyorsak, o vakit bize düşen, dinî bir o kadar da toplumsal bir çatışmanın içerisinde olduğumuzu, Fransız devletinin bu gerçeklik dâhilinde, kendine has köktenci eğilimlere sahip bulunan hâkim dinin (laikliğin) garantörü olarak hareket ettiğini idrak etmektir.
Sara R. Farris
Transhümanizm, insanın tanrıcılık oyunudur.
Transhümanizm günümüzde çok popüler bir kavram hâline gelmiştir. İlk defa Julian Huxley tarafından kullanılan transhümanizm kavramı, biyoteknolojik müdahalelerle beden ve zihnimizin yeniden şekillendirilmesi suretiyle fiziksel ve zihinsel iyilik hâlimizi maksimum düzeye çıkarmayı amaçlayan bir anlayışı ifade etmektedir. Transhümanizm hareketinin ve anlayışının, insanlığı daha iyi bir geleceğe mi yoksa uçuruma mı götüreceği sorusu, bütün dünyada gündemde ana tartışma konuları arasında yer almaktadır. Transhümanizm, insanlığa reddedilemeyecek çok çekici vaatlerde bulunmakta; vücudumuza yerleştirilen yapay organlarla daha uzun bir hayata sahip olma, genlerimizi değiştirmek suretiyle bilişsel kapasitelerimizi daha iyi hâle getirme şeklinde vaatler sunmaktadır. En iyi, en güçlü, en sağlıklı ve en yetenekli insan olma, transhümanizmin en temel vadidir. Transhümanizm, Tanrı’ya atfedilen sınırsız güce, zekâya, yaratıcılığa ve güzelliğe insanın sahip olabileceğini öngörmektedir. Genetik, sosyal ve kültürel geçmişimize mahkûm olmadığımızı söyleyen transhümanizm, geçmiş kültürümüze ve genetiğimize bir reddiye anlamı taşımaktadır. Biyolojik ve kültürel açılardan insanın kendini yeniden yaratmasının imkânlarının yaratılması vadinde bulunan transhümanizmin, insanı her açıdan kendi yaratıcısı veya tanrısı hâline getirmeyi amaçlayan modern bir putperestlik olduğu söylenebilir.
Transhümanizmden söz edildiği zaman bir tehlikeden veya korkudan bahseder gibi söz edilmektedir. İnsan beyninin bilgisayar ortamına aktarılması, insanın biyolojik organlarının modifiye edilmesi gibi fikirler, transhümanizmden “dünyadaki en tehlikeli fikir” olarak söz edilmesine neden olmaktadır. Transhümanizmin gelecek tasavvurunun insan türünü yok edecek sonuçlar doğurma ihtimalinin güçlü olması ve insani gelişme adına insanın biyolojik bütünlüğünün zayıflatılması çok ciddi kaygıya ve korkuya yol açmaktadır. Transhümanizmin bahsettiği gelecekteki makine yaratıkların icat edilmesi, umut dolu bir geleceğin habercisi olarak değil, çılgınlıklarla dolu bir geleceğe doğru gidiş olarak da anlaşılmaktadır. İnsanlığın geleceğinden kaygı duyan ve insanlığı önemseyen herkesin, transhümanizm tartışmasını ciddiyetle incelemesi ve ele alması gerekmektedir.
Teknoloji kullanılarak makine ve bilgisayar insanların oluşturulması, dinî açıdan transhümanizmin kaygıyla karşılanmasına neden olmuştur. Teolojinin en büyük sorusu, tanrı kimdir ve nedir sorusudur. “Tanrı kimdir?” sorusuna paralel olarak “insan kimdir?” sorusu da gelmektedir. Tek bir Allah inancını ortaya koyan İslam, Allah’a ibadeti, hayatın amacı olarak uygulama anlamında bir insan tanımı yapmaktadır. Allah’ın kim olduğu sorusuna “Âlemlerin Rabbi” olarak cevap verilmektedir. Allah’ın kullarından söz edildiği zaman bütün insanlığın bir bütün olarak Allah’a kul olmasından bahsedilmektedir. Allah’ın yaratıcılığından bir bütün olarak söz eden İslam, insanın bir bütün olarak bu ilahi yaratılış içindeki yerini belirlemektedir. İnsanların, Tanrı’nın yarattığı varlıklar olduğunu söyleyen İslam’a zıt olarak transhümanizm, Tanrı’nın yaratıcılık görevini insana vermektedir. Transhümanizm, Allah’tan söz etmediği gibi insanı da Allah’tan uzaklaştırmaktadır. Transhümanizm, biyolojik ve kognitif özellikleri değiştirilmiş insan ötesi varlıklardan söz ederek insan ve insanlığı da birbirinden ayırmaktadır. İnsanın Allah ile ilişkisini koparan transhümanizm, günümüzün en tehlikeli şirk ve putperestlik biçimi olabilir.
İnsanın tanrılaştırılmasının gerektiğini iddia eden transhümanizm, kendisini bir din ve inanç olarak sunmaktadır. Tanrı’yı inkâr eden transhümanizm, doğası itibarıyla ateistik bir yaklaşımdır. Transhümanist paganizm, hiçbir şekilde Tanrı’ya referansta bulunmamaktadır. Transhümanizmde tek referans teknolojidir. Transhümanizm, bilimsel değil, bilimperest bir yaklaşımdır. İslam’ın başı, ortası ve sonu Allah’tır. İslam’da her konu Tanrı’yı ve onun vahyi olan Kur’an’ı referans alarak temellendirilmektedir. İslam, Tanrı merkezli iken transhümanizm ateist bir öze sahiptir.
İnsan biyolojisinin aşılmasını hedefleyen transhümanizm, biyolojiyi sınırsız imkânlar ve fırsatlar alanı olarak düşünmektedir. Biyolojinin keskin bir şekilde insanı sınırladığını düşünen transhümanizm, biyolojik sınırlılıkların olabildiğince aşılmasını ve insanın biyolojik sınırlılıklardan özgürleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Transhümanizm, insanın en büyük düşmanının kendi günahları değil, kendi bedeni olduğunu iddia etmektedir. Biyolojinin hamallığından insanı kurtarma vadinde bulunan transhümanizm, insanın biyolojik sınırlılıklarından kurtulması şeklinde ateist ve materyalist bir vaatte bulunmaktadır.
Biyolojiyi insanın sırtında yük olarak gören transhümanizme karşı İslam, vücudu Allah’ın insana verdiği en büyük nimet olarak görmektedir. İnsanın biyolojiden kurtulması şeklinde bir yaklaşım, İslam’da bulunmamaktadır. İslami açıdan insan, sağlığı elverdiği sürece hayatını Allah’a kul olarak yaşamalıdır. Din, bireyin kendi bilişini ve bedenini istediği şekilde kullanma hakkına sahip bir varlık olmadığını, Tanrı’nın yaratılış sınırlarını ihlal etmemesi gerektiğini savunmaktadır. Din, hayatın her alanında olduğu gibi ilahi limitlere uyulmasını, teknoloji dâhil her alanda dengeli bir yolun tercih edilmesini istemektedir. Dinde limitler vardır ve limitlere uymak insan için gerekli görülmektedir. Din, insanın limitler çerçevesinde yaşamayı öğrenmesi gerektiğini öngörmektedir.
Transhümanizm, biyolojik sınırlılıkları, istenmeyen olumsuz bir durum olarak sunmaktadır. İslam, biyolojik sınırlılıkları, varoluşsal düzeyde bir olumsuzluk olarak görmemekte hatta biyolojik sınırlılıkları insani bir yaşam için gerekli görmektedir. İslam’a göre insanın biyolojik sınırlılıklarından kurtulma şeklinde bir ihtiyacı yoktur. İnsana, insani yaşamı sağlayan önemli imkânlardan biri de bu sınırlılıklarıdır. Cinsiyet, ölüm, hastalık, hayat dâhil hiçbir şeyi Allah’ın verdiği bir nimet olarak düşünmeyen ve insan hayatına dair hiçbir şeyi özel ve kutsal görmeyen transhümanizm, insanı arızalı bir biyolojik makineye indirgemekte, arızaları gidermek ve geliştirmeler yapmak suretiyle yeni biyomekanik hayatın yaratılacağını söylemektedir. Materyalist bir felsefeye dayanan transhümanizm, insanı bir çeşit makine olarak görmekte, yeni makine varlıkların geliştirilmesini savunmaktadır. Din, insana makine olarak değil, şerefli varlık (eşref-i mahlûkat) olarak bakmaktadır. Transhümanizme göre insanın, makine ile birleşmesi ve bütünleşmesi bir gerekliliktir. İnsan olmayı bir evrim kazası olarak gören transhümanizm, makine insan olmayı insanın kaçınılmaz kaderi olarak düşünmektedir.
Transhümanizm, insanı biyolojik ve bilişsel açılardan tamamlanmış bir varlık olarak görmemektedir. Transhümanist düşünceye göre insanın bilişi ve biyolojisi üzerinde daha yapılacak çok şey vardır. İslam ise insanı, biyolojik ve zihinsel açılardan mükemmel vasıflarla yaratılmış varlık olarak düşünmektedir. Transhümanizmin insan biyolojisini ve bilişini değiştirmeye kalkması, Tanrı’nın mükemmel yaratışına yapılan paganist bir müdahale ve ihlaldir. İslami açıdan transhümanizm, Allah’ın sınırlarını ihlal eden ve Allah’a isyan eden bir şirk hareketidir.
Din, insanı hidayet rehberine ihtiyaç duyan varlık olarak düşünmektedir. Kur’an, insanı yaratan Allah’ın insana yolladığı hidayet ve şifa kaynağıdır. Transhümanizm, insanın Tanrı veya vahiy gibi bir rehbere ihtiyaç duymadığını düşündüğü gibi insana rehber olacak bir alternatif sunma gereği de duymamaktadır. Transhümanizme göre insan günahkâr değildir ve kendisini hidayete ulaştıracak bir rehbere de ihtiyaç duymamaktadır.
Din, kâinatta Tanrı’nın hep aktif olduğunu ve sürekli yeni bir iş üzerinde çalıştığını söylemektedir. (Rahman, 55/29.) Tanrı’nın yaratması, insan dâhil bütün canlıları şekillendirmektedir. İnsanı insan yapan şey Allah’ın kendi özünden insan ruhuna üflemesidir. (Secde, 32/9.) Tanrı’nın insana yaşam bahşetmesi, insanı insan hâline getirmiştir. Transhümanizm, Tanrı’yı değil makineyi ve teknolojiyi daha aktif hâle getirmektedir. İnsana hayat veren güç artık Tanrı değildir. Transhümanizm, insana nefes veren, insanı aydınlatan ve yaşatan olarak teknolojiyi tanrılaştırmaktadır. Transhümanizm, insanın ürettiği bilim ve teknolojiyle insanın etkisizleştirilerek makineyle kuvvetlenen yapay varlıklar yaratma çabasıdır.
İnsanın, teknoloji tarafından yeniden dizayn edilmesi gerektiğini savunan transhümanizm, insanın insanlık ve Tanrı algısını birlikte değiştirmektedir. Teknolojik insanın, bir tanrı fikri veya inancı olmayacaktır. Teknolojiyi hayatın kaynağı ve merkezi hâline getiren transhümanizm, Tanrı’yı artık yaşamın yaratıcı kaynağı ve enerjisi olarak görmemektedir. Transhümanizm, Tanrı yerine teknolojiyi yaşamın kaynağı ve enerjisi hâline getirmekte, insanı hayatından ve geleceğinden sorumlu olmaktan çıkarmaktadır. Hâlbuki din, insanı Yaradan’a karşı sorumlu bir varlık olarak düşünmektedir. Transhümanizm ise insanın bu hayattaki sorumluluğunu tamamen ortadan kaldırmaktadır.
Transhümanizm, salt bir teknoloji sorunu değil bir insanlık sorunudur. İslam, insanlığın farklı farklı ırklardan, dillerden, kabilelerden ve cinsiyetlerden yaratıldığını, insani farklılıkların ilahi ayetler olduğunu ve bütün insani farklılıkların insanlık dediğimiz büyük aileyi oluşturduğunu söylemektedir. Hâlbuki din, insanlığın bir bütün olarak değerli olduğunu savunur ve bütün insanları Allah’ın yarattığı bir aile olarak görür. Transhümanizm, insanlık ailesinin değerinden ziyade teknolojinin değerine vurgu yapmaktadır. Teknolojinin değerini esas alan transhumanizm, Tanrı’ya ve insanlığa bir bütün olarak karşı çıkan cahilî bir şirk sistemidir.
Transhümanizm, sosyal olmayan ve makinelere bağımlı olan varlıklardan oluşan bir hayat ve dünya tasavvur etmektedir. İnsan, diğer insanlarla ilişki kurmaya ve etkileşim içinde olmaya ihtiyaç duyan bir varlıktır. Birbirlerine yardım eden, birbiriyle dayanışma içinde olan, birbirlerine şefkat, sempati, sevgi ve saygı duyan insanlar olarak bir arada yaşayan insan topluluğu olmak evrensel bir görevdir. İnsan toplumundaki ilişkiler iki özne arasındaki canlı ben-sen ilişkisidir. Transhümanizmin tasavvur ettiği gelecekte ise bu ilişkinin yerini iki nesne arasındaki şey-şey ilişkisi almaktadır. İnsan dâhil her şeyin mekanikleştiği transhümanist gelecek tasavvurunda toplum olmadığı gibi yapay varlıklar arasındaki duygusuz, duyarsız ve düşüncesiz “şeyler” arasındaki ilişkisizlik hâli olacaktır.
Tanrı’yı inkâr eden ve insan ile bilgisayarı birleştiren transhümanizmin başı, sonu ve ortası materyalizmdir. Tanrı ve ruhu öldüren transhümanizm, materyalizmin en kaba biçimi olarak insanı makineleştirmektedir. Bilgisayarla insanın birleştirilmesi, insanın tarihte gelebileceği en zirve Omega noktası olarak değerlendirilmekte ve tarihin sonu olarak ilan edilmektedir. Materyalizm ve tarihin sonu yaklaşımları, transhümanizm içinde yeniden üretilmektedir.
Din, Yaradan’ın yardımıyla insanların bu dünyadaki zorluklara dayanması gerektiği telkininde bulunurken onlara sınırsız mutlulukla dolu bir öte dünya vadetmektedir. Transhümanizm, bilim ve teknoloji yoluyla insanın bu dünyada kendini kurtarabileceğini ve yaşayabileceğini öngörmektedir. Dinî açıdan insanın tanrılığa oynamasına gerek yoktur. Onun, Tanrı’nın yarattığı şeref ve özgürlük sahibi varlık olarak ahlaklı insan olmaya ihtiyacı vardır. Din, mutlu bir geleceğin Tanrı’nın rehberliğinde inşa edilmesi gerektiğini söylerken transhümanizm Tanrı’nın ve insanın olmadığı bir gelecek tasavvurunu insana dayatmaktadır. Transhümanizmin tanrı olma oyunu, ancak Tanrı’nın çözeceği büyük problemlerin doğmasına yol açmaktadır. İnsanı tanrı yapma şeklinde tehlikeli bir oyunu uygulamaya koymaya çalışan transhümanizm, yeryüzünün ve insanlığın bozulmasının ve fesada doğru gitmesinin kapılarını sonuna kadar açmaktadır. İnsan biyolojisini değiştirmeye kalkan transhümanizm, insan genetiğinde, cinsiyetinde, toplumunda, haklarında ve ilişkilerinde geri dönülmez sorunların ve krizlerin doğmasına yol açmaktadır. İnsan olmanın ne anlama geldiği sorusunu anlamsızlaştıran transhümanizm, tanrısız, ruhsuz, anlamsız, insansız ve mekanik yaratıklarla dolu bir gelecek vadetmekle çok tehlikeli bir oyun oynamaktadır.
Transhümanizm, insanın tanrıcılık oyunudur. İnsanın yaratılış sürecinin ilahi bir kudret elinden olmadığını iddia eden transhümanizm, insanın gelişimini teknoloji sayesinde kendisinin yöneteceğini ve yönlendireceğini söylemektedir. Transhümanizme göre insanın evrimi sürecinde artık söz söyleyen ve karar veren yine insandır ve sonsuz bir bilgiye, tanrısal güce, kudrete, özgürlüğe ve ölümsüzlüğe sahip olabilir. İnsanın, yaratıcısına karşı çıkabilen tek varlık olduğunu iddia eden transhümanizm, insan dışı varlıklar yaratma amacı taşıyan bir isyan hareketidir.
Prof. Dr. Bilal SAMBUR
Egoizm, ben sevgisidir, bencilliğin öne çıkarılmasıdır. Egoizm genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. Egoizm felsefe tarihinde sıkça tartışılan konulardan birisidir. Çünkü etik konusu, etik sorunlarla ilgilenmek egoizm ile ilgilenmeyi de zorunlu kıldığından egoizm felsefenin en popüler konularından birisi olmuştur.
Schopenhauer’e göre insan sürekli olarak isteyen bir varlıktır. Bu istemeleri belirleyense, kişinin arzu ve eğilimleridir. Kişi daha çok, kendisi için ister. İnsan istemelerini ne kadar kırabilirse, arzu ve eğilimlerini ne kadar kenara bırakabilirse o kadar adil olabilir. Adil olmak ancak bir kişinin egoizmi yenmesiyle mümkün olacaktır. Demek ki egoizm, insanın her şeyi kendisi için istemesi durumudur.
Thomas Hobbes’a göre birey, “ben sevgisi”yle, yani daima ve öncelikle kendisini düşünerek hareket eder. Bunun için insan eylemlerinin amacı bireyin kendi hayatını koruması ve sürdürülebilmesidir. Ahlaklılık, kişinin kendini koruma güdüsünün dışa vurulmasının bir biçimidir. Bireyin eylemlerine, iyi ve kötü diyen yine bireyin kendisidir. Birey daima yararına, çıkarına uygun olanı yapar. Her insanın çıkarı bir olamaz, bu yüzden evren ahlak yasası olamaz.
Psikoanaliz teorisine göre “ben” veya Latince “ego”, zihnin dış dünya ile temasta bulunan kısmı. Her şeyi kendine mal eden, yalnız kendi çıkar ve menfaatini gözetip düşünen kimseler için kullanılır. Günümüzde buna, kendini düşünme olarak anlam verilmektedir. Genel olarak bencillik kötü bir sıfat olarak düşünülmekteyse de eski Yunan’dan başlayarak bunu müdafaa eden bir grup ve felsefi ekol daima mevcut olmuştur. Mesela, eski Yunan felsefecilerinin bazıları ve onların yolunda gidenler, herkesin kendi mutluluğunu aramasını öngörmüş ve bu suretle cemiyetin daha fazla refaha kavuşacağını iddia etmiştir. Egoizmi tamamen saf bir şekilde ancak ilkel kavimler ile çocuklarda görmek mümkündür. Diğer bütün hallerde bencillik toplumun veya kişinin başka düşünce, duygu ve isteklerinin etkisi altında ve bunlarla perdelenerek ortaya çıkar. Bu sebeple, bencilliğin bir çeşidi biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı yollar ve görüşlerle zuhur eder. Mesela, toplumda daha iyi bir mevki elde etmek isteğini tatmin etmek için takınılan tavır ve davranışlardan bazıları bu gruptandır. Sosyolog Ömer Yıldırım
Etiksel (ahlaki) egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarlarına uyan şeyi yapmalarının doğru olduğunu savunan doktrin,
Psikolojik egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarları için hareket ettiği savunan doktrin,
Rasyonel egoizm: İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin rasyonel olduğunu savunan doktrin.
Egoizm, bireyin kendilerinin ve yakınlarının özel çıkarını arttıracak davranış ve eylemlerde bulunmasını ifade eden bir kavramdır. “Hazcılık” (hedonizm) ve “faydacılık” (utilitarianism) özünde özel çıkarın önemine ve yararına değinen felsefelerdir. Egoizm, felsefi yazında çok önemli tartışmalara konu olan kavramdır. Filozofların, egoizm kavramına bakış açıları neticesinde literatürde “psikolojik egoizm”, “normatif egoizm”, “ahlaki egoizm”, “rasyonel egoizm” ve benzeri kavramlar ortaya çıkmıştır. Bu kavramları çok kısaca açıklamamızda yarar bulunmaktadır.
Psikolojik egoizm, insanların doğaları gereği “ego”larını ön plana aldıklarını varsayar. Bu felsefi yaklaşıma göre, “özel çıkar” insan davranışındaki genel normdur. Bu yaklaşımı belirgin biçimde savunan filozofların başında Thomas Hobbes gelmektedir. Özellikle Adam Smith’in felsefesinde egoizm, alturizme hizmet ve aracılık eden bir davranış ve eylemdir. Kendi özel çıkarının peşinde koşan birey, hiç farkında olmadan başka bireylerin de çıkarlarının artmasına yardımcı olur.
Rasyonel egoizm. Bu kavram bireylerin rasyonel bir varlık olduklarını ve bu nedenle her türlü karar ve tercihlerinde faydalarını maksimize, maliyetleri ise minimize etmeye yöneldiklerini savunmaktadır. Rasyonel egoizm, Ayn Rand’ın Bencilliğin Erdemi (The Virtue of Selfishness) adlı eserinde şu şekilde ifade edilmektedir: “İnsan, her zaman kendi eyleminden elde edilen kazançların sahibi olmalıdır ve insan, daima kendi rasyonel özel-çıkarı için eylemde bulunmalıdır.”
CAN AKTAN
“Her birey, sahip olduğu sermayeyi en yüksek üretim sağlayacağı sanayiye yönlendirir. Bunun bir sonucu olarak emek toplumun yıllık gelirlerinden alabileceği en yüksek payı alır. Birey, bunu yaparken, ne toplumun çıkarını artırmayı amaçlar, ne de bunu ne ölçüde yaptığını bilir. Birey, sadece kendi özel çıkarını gözetir ve bu amacını gerçekleştirirken görünmez bir el onun hiç düşünmediği başka amaçlara da hizmet etmesini sağlar. Birey kendi çıkarını gözeterek toplumun çıkarına hizmet etmiş olur ve bireyin bu hizmeti eğer topluma hizmet etmeyi amaçlamış olsaydı yapacağı hizmetten ve katkıdan daha fazla olurdu.”
Adam Smith
Eskiden yeniye geçişi ifade eden modernizm kavramı yaşam tarzlarının farklılaşmasını, bireyselleşmeyi, geleneksel yapıya bağlı olmayan bir toplumsal yapıyı içeren ve sosyal, iktisadi ve siyasi açıdan birey-toplum-devlet ilişkisini şekillendiren bir süreci ifade etmektedir. Modernizmin içine düştüğü çıkmaza çare olarak ortaya atılan postmodernizm kavramı ise küreselleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan değişim, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması gibi faktörlerin etkisiyle toplumsal değişim ve dönüşüme ilişkin pek çok alanda olduğu gibi üretim ve tüketim şekillerinde de köklü değişikliklerin yaşandığı bir dönemi yansıtmaktadır.
Modernleşme, üretim toplumundan tüketim toplumuna geçişi beraberinde getirmiştir. Üretim kapasitesinin artması ve üretim şekillerinin değişmesi, küreselleşme ile her anlamda sınırların kalkması tüketim şekillerinin değişmesini zorunlu kılmıştır. Postmodernizmle birlikte ise tüketim sadece yeme, içme, barınma gibi zorunlu ihtiyaçların ötesine geçerek hayat tarzı ve dinlenme faaliyetlerini de kapsayan son derece geniş bir alanı etkisi altına alarak tüketim kültürünün ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Toplumsal, siyasal ve ekonomik tezahürleriyle modernizm ve postmodernizm olguları günlük yaşamsal pratiklerini de içine alacak şekilde etki alanını genişletmiştir. Aydınlanma ile başlayan, Sanayi Devrimi ile devam eden dönüşüm içerisinde kapitalizmin sürekliliğini devam ettirmesi için tüketim olgusunun hayatın her alanına girmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede gelenekselden, modernizm ve postmodernizme geçen süreçleri tüketim toplumu ve kültürüne doğru evrilmeyi gerçekleştiren dönemler olarak irdelemek mümkündür. Modernizmin ortaya çıkışı geleneksel yaşam alanından çağdaşlaşma ve batılılık şeklinde tezahür eden yeni bir dönemsel pratik olarak değerlendirilmektedir. Gelenekselliğin, dini argümanların yaşam alanını düzenlediği ve bu haliyle toplumsal hayatın dizayn edildiği, insanüstü bir durum olarak tanımlandığı görülmektedir. Bu da geleneksel yaklaşımların din ve dine ait olan her şey ile örtüştüğünü de göstermektedir.
Aydınlanma ve aklın merkeze alındığı yeni pratik olarak modern pratiklerin, gelenekselci anlayışları sarstığı gerçeği ortaya çıkmakta ancak modern ile gelenek arasındaki rekabetin aslında var olma mücadelesine tekabül ettiği belirtilmektedir. Aynı argüman modernizmin, kendini konumlandırdığı ve rekabet düzlemini gelenekten yana değil postmodernizmden yana kullandığı bir ortama bırakmıştır. Postmodernizm tartışmalarının sonunda varılan nokta, üretim yöntemlerinin değişmesi, iletişim ağlarının farklılaşması ve tek tek bireylerin önemsendiği yeni bir dünya düzenine evrilme şeklinde gerçekleşmiştir. Bu süreç tüketim toplumu ve kültürü çerçevesinde gündelik pratiklerin değişimi, yaşam tarzlarının her an tüketilip kendi içinde yeniden üretildiği bir düzenekte ilerlemektedir.
Modern toplumları geleneksel toplumdan ayıran önemli farklardan biri olan hareketlilik ve dinamizm yerleşim, iş ve çalışma alanlarında yüksektir. Yerleşim alanlarında görülen hareketliliğe rağmen, taşınma, mesleğin değiştirilmesi mecburiyetini doğurmamaktadır. Taşınmadan vazgeçme sebebi çoğunlukla, yakın aile ilişkilerinin zarar görmesi ihtimali değil aksine yeni yerleşim alanında, yabancılarla kaynaşma sürecini, dil, yemek alışkanlıkları, kılık kıyafet ya da davranış kalıplarındaki farklılıklar engellememekte; geride bırakılanların yeri kolaylıkla dolmaktadır. Özetle belirtmek gerekirse, modern toplum kavramının içinin doldurduğu modern insan; yeniliklere açık, yenilikçi, yalnız kendi çevresindeki değil diğer ve geniş bir çerçevede sorun ve konularla ilgili, geçmişten çok geleceğe dönük, planlayan ve örgütleyen, dünyanın tahmin edilebilir olduğuna inanır. Modern toplum kavramı içinde yer alan insan tipi bireydir. Bu anlamda insanlar arası ilişkiler de bireylerarası ilişkiler olarak anlaşılmaktadır.
Modern toplum kavramının içinin hangi unsurlarla doldurulduğu, modernleşme kuramına doğru ve sağlıklı şekilde yaklaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Modern toplum kavramı, belirli bir insan tipini, insanla doğa ve insanla insan arasındaki ilişkilerin belirli bir kavranış biçimini, belirli bir ekonomik ilişkiler sisteminin ve sonunda bunların toplamının oluşturduğu toplumsal ve ekonomik temel üzerine bina edildiği düşünülen bir siyasal yapıyı içermektedir. Modern toplum yapısı incelendiğinde örgütlenme, akrabalık ilişkilerinin yerine uzmanlaşmayı gerekli kılarken ekonomik, siyasi, dini ve eğitimsel birleşmelere dayandığı, anonim, hareketli, rol ve statülerde uzmanlaşmanın görüldüğü, işbölümünün arttığı, geleneklerin gücünü kaybettiği, aile yapısında ve ilişkilerde bireyci anlayışın hâkim olduğu toplum tipidir. Bireyci yaklaşımların öncelediği bu yeni yaşam alanında çekirdek aile önemsenmiş ancak aileyi oluşturan her bir kişinin de kendi içinde kimlik dokunulmazlığı gibi katı kurallarla çevrelenmiştir.
Modernizm belirli aşamalardan geçerek doğmuştur. Geleneksel toplumsal yapının çözülüşü ve buna bağlı olarak karşıtlık içerisinde kendini üretmeyi başaran modernizmin ortaya çıkış nedenleri çeşitli alanlara tekabül etmektedir. Modernizmin oluşumunda ve sürecin devamında; fikri olarak Aydınlanma Çağı, politik olarak Fransız Devrimi ve ekonomik olarak da Bilimsel Devrim ışığında gerçekleşen Sanayi Devrimi belirleyici olmuştur. Modernizmin fikri altyapısını oluşturan Aydınlanma, 17. ve 18. yüzyıllarda var olan totaliterliğe, kastçı-feodal toplum yapısına, baskıcı dinsel dünya görüşüne karşı, yeni olgunlaşmakta olan burjuvazinin yönettiği bir özgürleşme hareketidir. Aydınlanma hareketinin temel dayanak noktası ise Rönesans ve Reform’dur.
İtalya’da başlayıp Avrupa’ya yayılan edebiyat, güzel sanatlar ve bilim alanındaki gelişmeler ve yenilikler olarak adlandırılan Rönesans sayesinde, düşüncede serbest bir ortam doğmuştur. Rönesans Ortaçağ düşüncesinin zıddı niteliklere sahip olarak ortaya çıkmaktadır. Din geri plana itilerek birey merkeze alınmaktadır. Rönesans’ta insanın tinsel bir birey olduğu ve bu bireycilikle birlikte Rönesans’ın modernite anlamına geldiği belirtilmektedir. Bireyciliğin ön plana çıkışı geleneksel yapıların terkedilmesini ortaya çıkarmış olsa bile kopuş tam olarak sağlanmamış aksine değişime ve dönüşüme doğru giden yolun kapısı aralanmıştır.
Aydınlanma ile bilginin kaynağı yalnızca akla dayandırılmış olup, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ulaşılabileceğini savunan akılcılık yaklaşımı Rönesans hareketi içinde önemli bir alana sahiptir. Aydınlanma felsefesini, kendisinin hemen öncesinde yer alan felsefeden ayıran, yalnızca birkaç kişinin alanı olan bir şeyi, yani akla uygun olarak yürütülen bir yaşamı herkese uygulama iddiasıdır. Aydınlanma ruhu, bireyin eğitimini, onu hem ailesinin hem de bizzat kendi tutkularının dayattığı, dar, akılcı olmayan görüşten kurtarıp, akılcı bilgiye ve aklın eylemini örgütleyen bir topluma katılmaya açılmasını sağlayan bir disiplindir.
Habermas’ın 18. yüzyılda ortaya çıkan modernizm projesi, Aydınlanma düşünürlerinin nesnel bilim, evrensel ahlâk ile hukuk ve sanat konusunda ürettikleri düşünceleri kapsar. Projenin ideali, özgür ve yaratıcı biçimde çalışan çok sayıda bireyin yarattığı bilgi birikimini, insanlığın özgürleşmesi ve günlük yaşamın zenginleşmesi yolunda kullanmaktır. Birey ve aklı her şeyin önünde tutan bu yeni anlayış insana kendi potansiyelini gösterme idealindedir. İnsanın kendi dışındaki otoritelerden bağımsız kalmasının da yolunu aramıştır. Modernizmle beraber insan, âdeta yeniden keşfedilmiştir. Modernizm, kilisenin baskıcı tutumuna karşı tam bir reddedişi yansıtan tepki olarak kabul edilir. Aydınlanma, kilisenin azalan otoritesini, bilimin artan otoritesinin yaşandığı önemli ayağı meydana getirmiştir.
Kilisenin azalan otoritesi Reform sürecinin de hızlı yaşanmasına neden olmuştur. Aklı, dinin doğrularına uyarladığını iddia eden kiliseye karşı, zamanla dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının özdeşleştirilemeyeceğine yönelik düşünceler gelişmiştir. Bu düşünceye sahip olan Martin Luther, Katolik yoruma, kiliseye ve din adamları sınıfına karşı çıkarak, mevcut din anlayışına müthiş bir darbe vurmuştur. 31 Ekim 1517’de Wittenburg kilisesinin kapısına astığı ünlü 95 teziyle yeni bir din anlayışı geliştirmiştir. Katolik kilisesinin, halktan günahlarını bağışlama ve cennet vaadiyle para talep etmesi, ayrıca kilise otoritesinin insanların hayatlarının tüm yönlerini etkileyebilecek bir seviyeye ulaşması ve insanın Tanrı’yla olan ilişkisine kilisenin aracılık etmesi Luther ve Calvin’i kiliseye karşı bir harekete itmiştir. Bu durum bireylerin tek tek aklı kullanarak Tanrı ile aralarına başka bir unsurun girmesinin gerek olmadığı düşüncesini oluşturmuştur. Aydınlanma, her türlü felsefi ve toplumsal projenin akla dayanması gerektiğini öngörmektedir. Bu sebeple, Aydınlanma aynı zamanda Akıl Çağı olarak da adlandırılmaktadır. Akıl; vahiy, gelenek ve otorite üçlemesinde temellenen her şeyi eleştirme ve sorgulama yetisini temsil etmektedir. Akla duyulan sonsuz güven neticesinde, insanın geliştireceği yasa ve kurallarla kendi mutluluğunu sağlayabileceğine inanılmaktadır. Bir insan için doğru olanın sadece o kişi tarafından belirlenebileceği savunularak, insanın kaderi ilahi olanın elinden alınmış ve insanın eline teslim edilmiştir.
Tarihsel süreçte Aydınlanma felsefesi yerini modernleşmenin politik ayağını oluşturan Fransız Devrimine bırakmıştır. Avrupa’nın tüm büyük kentlerinde zanaatkârların, kent yoksullarının yanı sıra, zengin bir ticari ve profesyonel sınıf vardı ve bir iki yerde de endüstriyel işgücünün başlangıcı görülüyordu. Ancak genel anlamda eski toplumsal sınıf kurumları değişmeden kalmıştır. Fakat bu durum giderek değişimin ayak seslerinin daha yakından gelmesi de demektir. Kabuk 1789’da Fransa’da olduğu gibi çatladığında, toplumsal patlama benzeri görülmemiş bir biçimde gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi, sınıflı feodal toplumu çökertmiş, isteyerek ve bilinçli bir şekilde yeni bir özgürlükçü toplum kurmuştur. Bu yeni toplum, ideali gerçek ile uzlaştırma amacı güderek, önceden tasarlanmış düşünceler dizisini ve belli bir ideolojiyi izlemiştir.
Diğer taraftan modernitenin taşıyıcısı ve hâkim öznesi ulus devlet Devrim’le birlikte ortaya çıkan yeni bir ideolojinin yaşanmasına neden olmuştur. Ulus devlet, 1789 Fransız Devriminin sonucunda ortaya çıkmışken modern devlet, ulus devlet ortaya çıkmadan önce de vardır. Ancak, her ikisinin kaynaşması Fransız Devriminin egemenliğin kaynağını halk olarak göstermesiyle olmuştur. Bu durum, milletlerin oluşmasında önemli bir etken olmuştur. Ayrıca, feodal düzenin burjuva tarafından sarsılması ve burjuvanın ticaretini özgürce yapmak için merkezi devleti ve krallıkları desteklemesi diğer önemli etkendir.
Fransız Devrimi yeni toplumsal ve politik ve siyasal alanı güncellerken bireycilik ve aklı da yeniden üreten bir süreci içinde barındırmıştır. Bireyler geleneksel toplum algılamalarından Aydınlanma denilen olgu ile sıyrılmaya çalışırken gelenekselin en önemli argümanı olan dini yaklaşımlar da yerle bir olmuştur ki bunun kanıtı Katolikliğin dışında yeni mezheplerin türemesidir. Gündelik yaşamın üzerinden din baskısının kalkması, kilisenin gücünün azalması, Tanrının hakkının Tanrıya, Sezar’ın hakkının Sezar’a verilmesi düşüncesinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Modernleşme sürecinin politik ayağı olan Fransız Devrimi’nin yarattığı yeni ulus devletler, burjuva sınıfının kazanımları, ticaret ve daha hızlı kazanma ideali sürecin son ayağı olan Sanayi Devrimine de zemin hazırlamıştır.
Modernleşme sürecinin devam eden uzantısı Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi ile eşzamanlı olarak başlayan, tarıma ve zanaatlara dayalı üretim ve ekonominin yerini sanayiye dayalı üretim ve ekonominin aldığı süreç uzun soluklu bir süreç olmuştur. Ancak süreci değerlendirmeden önce Bilimsel Devrime bakılması önem arz etmektedir. Bilimsel Devrimi Newton başlatmış ve Evrensel Yerçekimi Kanunu’nu keşfederek yeni bir dünya görüşünün temellerini atmıştır. Newton fiziği, tabiat olaylarını neden-sonuç ilişkisine oturtarak onları belirli kanunlara bağlamış ve tabiattaki değişimleri Tanrı’nın iradesine bağlayan Hristiyan teolojisini derinden sarsmıştır. Doğrudan Tanrı ve melekleri tarafından yönetilen ve Tanrı’nın iradesini ve ihtişamını yansıtan doğa anlayışından, kendi yasaları olan ve bu yasalar uyarınca kendi kendini işleten, düzenleyen bir gök mekaniğine geçilmiştir. Bilimsel Devrime ilişkin yaşanan süreç, laiklik denilen olguya doğru gidişatı da güçlendirmiştir. Devrimin önemli teorisyenlerinden biri olan Galileo’nun, Düşes Kristina’ya yazdığı mektupta “İncil, fizik kitabı değildir” diyerek ve dünyanın işleyişini anlamak için İncil’i okumak yerine, evreni anlamlandırmayı önerdiğini öğrenmekteyiz.
Bilimsel Devrim, varlığa ilişkin soruları bunlara ait cevapları oluştururken aklı merkeze alarak toplumsal gündelik yaşam alanının da şekillenmesinde önemli bir noktayı oluşturmuştur. Bilimsel Devrimin etkisiyle birlikte gelişen Sanayi Devriminde teknolojinin inceden inceye kullanıldığı ve yayıldığı görülmüştür. Sanayi Devrimi ilk kez dış ticaretin oldukça gelişip sermaye birikiminin hızlandığı, teknik icatların ve yeni ekonomik buluşların doğrultusunda üretime makineyi, motoru ve organizasyonu uygulayan İngiltere’de görülmüş, ardından Fransa ve Batı Avrupa’dan Amerika’ya yayılmıştır. Sanayi Devrimi, kapitalistleşme, özel mülkiyet alanlarındaki gelişmeler, serbest girişim, zaman ve mekânsal değişim, doğa ve insana dair değişim, madde ve paranın önem kazanması, rasyonalizm, bireycilik gibi toplumun her kesiminde farklı tezahürleri meydana getirmiştir.
Gerek modernizmin kavramsallaştırılması gerekse de eleştirisi yönündeki zihinsel dönüşümün akıl kavramı üzerinden hareket etmesi, akıl algısının dönüşümünün ise birey kavramı üzerinden gerçekleşmesi bu süreçte başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Bu kapsamda Touraine’nin nitelemesiyle modernizme ilk eleştiriyi yine bir modernist olan J. J. Rousseau dile getirmektedir. Rousseau’ya göre modernleşmeyle birlikte bilim ve sanatta yaşanan gelişmeler insanlar arasındaki eşitsizliği arttırmıştır. Rousseau burada eşitsizlikle mücadele etmeye yönelmektedir. Ahlak ve gelenek-göreneklerde yozlaşma başladığını belirten Rousseau, cemiyetin sürüleşmeye başladığını bu süreçte samimi dostluk ve güvenin yerini, şüphe, korku, soğukluk ve çekingenliğin aldığını söylemektedir. Dolayısıyla ilim ve sanat dalları insanların kötü tarafını doğurmuştur. Aynı süreçte insana verilen değer ve önem azalmış, sosyal ilişkiler ve hayat, insani özelliklerini yitirmiştir. İnsanların Tanrı’yı dünyevileştirdiğini onu kendi yerlerine koymaya başladıklarını bu nedenle de kutsal denilen şeyin yok edildiğini vurgulamaktadır.
Modernizmle birlikte insan eleştirel, sorgulayıcı bir özne olmaktan çok üst varlık konumunda kalmaktadır. Bu da modernizmin giderek dogmatik hale dönüşen, sert bir ideolojiye bürünmesine neden olmaktadır. Bu dönüşümün hissedildiği alanlar ise iktidar ve otorite üzerinden şekillenmektedir. Modern algının merkezinde yer alan ve Batı’nın medeniyetin tek temsilcisi olma iddiası modernizme yönelik eleştirilerden biridir. Modernizmin oluşturduğu biz ve ötekiler, doğu ve batı, geleneksel ile modern karşıtlığı Batı dışı kültürlerin yok sayılması ya da Batı kültürü içerisinde evrilmesi karşı çıkılan başka bir boyutu da ifade etmektedir.
Aydınlanma ve modernizme karşı en sistemli ve tutarlı eleştiriler Frankfurt Okulu filozoflarından gelmektedir. Özellikle M. Horkheimer ve T. W. Adorno Frankfurt Okulunun önde gelen düşünürlerindendir. Birlikte kaleme aldıkları Aydınlanma’nın Diyalektiği isimli kitap adeta modernizmin felsefi ve kültürel temellerine karşı yazılmış bir manifesto niteliğindendir.
Aydınlanma hiç durmadan kendi kendini tahrip etmeye devam etmektedir ve giderek totaliter bir görünüm arz etmeye başlamıştır. Aydınlanmanın temel amacı, dünyayı tüm gizlerinden kurtararak, mitleri çürüterek, akıl ve bilgi vasıtasıyla dünyayı algılamamızı sağlamaktır. Horkheimer Akıl Tutulması adlı kitabında Aydınlanma filozoflarının dine akıl adına saldırdıklarını, ancak sonuçta saldırdıkları olgunun, kendi çabalarının güç kaynağı olan metafizik ve nesnel akıl kavramının oluşmasına neden olduğunu belirtmektedir.
Modernizme yönelik eleştirilerin bir boyutunu ise postmodernistler oluşturmaktadır. Özellikle de postmodernistlerin eleştirilerinde başlangıç noktasını modernizmin yol açtığı tekillik oluşturmaktadır. Bu kapsamda tekilliğe karşı farklılıkların, çoğulluğun ve kimliklerin önemini öne alan François Baudrillard, Jacques Derrida, Jean-François Lyotard ve Zygmunt Bauman gibi araştırmacılara göre, “hakikatin, adaletin, demokrasinin tek bir versiyonu yoktur ve tabi ki, toplumlarda tek bir inanç sistemi olması için de herhangi bir istek yoktur”. Derrida’nın deyimiyle, postmodernistlerin asıl amacı modernizmle birlikte kurulan, işleyen kurumlar ve kavramları yapı bozumuna uğratmaktır. Postmodernizmin modernliği eleştirmek üzerinden oluşturduğu çerçeve bu yeni akımın da temel hareket alanını oluşturmaktadır. Modernleşme süreci tüm bu karşı çıkışlara ve eleştirilere rağmen yeni dönüşümlerle devam etmektedir. Toplumsal dinamikler, dünyada değişen koşullar, toplumların yaşam tarzlarıyla birlikte ekonomik ilişkilerinin, siyasal ve sosyal dönüşümlerinin aynı zaman diliminde ancak farklı hızlarda yaşandığını göstermektedir. Hali hazırda bazı toplumlar modernleşme sürecinin evrelerini tamamlamaya çalışırken başka toplumlar ise yeni bir sürecin içinde evrilmeye devam etmektedirler. Yaşanan evrilme süreci modernizmin kendi varlığını yeniden üretmeye çalıştığı postmodernizm sürecidir.
Harun Kırılmaz & Fatma Ayparçası
Nihilizmin riski, bizi iyi ya da doğru olan her şeye yabancılaştırmasıdır. Yine de hiçbir şeye inanmanın olumlu bir potansiyeli var. Nolen Gertz
Nihilizm sürekli bir tehdittir. 20. yüzyıl filozofu Hannah Arendt’in fark ettiği gibi, nihilizm bir takım “tehlikeli düşünceler” olarak değil, düşünme eyleminin doğasında var olan bir risk olarak anlaşılır. İlk başta ne kadar güçlü göründüğü ya da ne kadar yaygın olarak kabul gördüğü fark etmeksizin herhangi belirli bir fikir üzerinde yeterince uzun süre düşünürsek, onun doğruluğundan şüphe etmeye başlarız. Ayrıca, fikri kabul edenlerin, fikrin doğru olup olmadığını kesin olarak bilip bilmediğinden (ya da önemseyip önemsemediğinden) şüphe etmeye başlayabiliriz. Bu, pek çok konu hakkında neden çok az fikir birliği var olduğunu ve herkesin şu an size çok belirsiz görünen şeyler hakkında neden bu kadar emin göründüğünü düşünmekten bir adım uzaktadır. Bu noktada, nihilizmin eşiğinde, bir seçim vardır: ya düşünmeye devam etmek ve kendinizi toplumdan yabancılaştırma riskini almak; ya da düşünmeyi bırakmak ve kendinizi gerçeklikten yabancılaştırma riskini almak.
“Nihilizm hiçbir düzeni kabul etmemekte, aile, devlet ya da din gibi otoriteleri reddetmekte, toplumsal düzene baş kaldırmaktadır. Bu haliyle nihilizm gerçek bir bunalım felsefesidir.”
Latince ‘hiç’ anlamına gelen ‘nihil’ kelimesinden türetilmiş nihilizm, reel olanı bilemeyeceğimizi ileri süren, anlam ve değer yüklü herhangi bir şeyin var olmadığını ileri süren, bunalımlı, inkârcı bir görüştür. Türkçede ‘hiççilik’ olarak ifade edilmektedir.
Varlık felsefesi itibariyle nihilizm hiçbir şeyin, dolayısıyla Tanrının da var olmadığını savunur. Bu yönüyle nihilizm bir tür ateizmdir. Fakat nihilizm ateizmden daha radikal bir inkâr felsefesi olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü ateizm bütün varlığa egemen, kâdiri mutlak bir tanrı inancını reddeder. Nihilizm ise sadece tanrıyı değil, tüm boyutlarıyla varlığı da reddeder. Daha doğrusu varlık olarak hiçbir şeyi kabul etmez. Varoluş boşunadır, anlamsızdır ve hiçtir.
Nihilizmin bilgi felsefesi varlık görüşüne uyumludur. Bilginin imkanını reddeder. Buna göre her tür bilgi bir aldanmadan ibarettir. Hiçbir doğru, genel-geçer bir bilgi yoktur. Toplumsal bilimler ve klasik felsefi sistemler yok hükmündedir. Nihilizm açısından hiçbir şey var değildir, var olsa da bilinemez; bilinse de başkalarına aktarılamaz. Bu yönüyle nihilizm agnostisizme (bilinemezciliğe) yaklaşır.
Nihilizmde ahlakın bir yeri olmadığı kendiliğinden anlaşılır; ahlakı reddeder. İnsan eylemlerini belirleyen değerleri kabul etmez. İnsanın beden ve ruh diye iki yapısı yoktur. Hakikat, ideal, şuur, madde, ruh gibi kelimeler boştur. Metafizik onun literatürüne girmez. Mevcut olan değerlere ve kurulu toplumsal düzene baş kaldırır. Esasında nihilizm hiçbir düzeni kabul etmez. İlkesel olarak hiçbir iradeye boyun eğmemeyi savunur. Devlet, din ya da aile gibi otoriteleri reddeder. Bütün ahlaki ve toplumsal baskılara karşıdır. Devletin, insanın ahlakını bozduğunu ileri sürer, dolayısıyla devletin ortadan kaldırılması gerektiğini düşünür. Erdemlerin zayıf olanları güçlülere karşı korumak için uydurulmuş en büyük yalanlar olduğu görüşündedir. Denilebilir ki nihilizm en yüksek değerlerin değerini yitirmiş olmaları ve bunun bilincine varılmış olması halidir. Martin Heidegger (ö.1976) nihilizmi batı felsefesinin ana özelliği olup, onun tarihi seyrinin zorunlu aşamalarından biri olarak değerlendirir.
Nihilist felsefe Yunan filozofu Gorgias’a (m.ö.374) kadar götürülmekte, kendisi nihilizmin fikir babası sayılmaktadır. Nihilizm 19. yüzyılda önce Rusya’da genç entelektüeller arasında kabul görmüştür. İlk başta, yeni bir toplumsal düzen kurmak adına, yerleşik düzene bir başkaldırı; tanrısal, ahlaki ve kültürel değerlerin hiçbir kıymetinin olmadığı temel teziyle ortaya çıkmış, bilahare her türlü düzeni reddeden, hiçbir toplumsal kurumun birey üstünde baskı kurmasını onaylamayan köktenci bir felsefeye evrilmiştir. Nihilist akım Rus devletinin bazı tedbirleriyle karşılaşmışsa da bu durum, sürekli yeni taraftarlar bulmasına engel olmamıştır.
Nihilizm kelimesini ilk kullanan değilse de, kavramsal olarak ilk yaygınlaştıranın Alman filozofu Friedrich Heinrich Jacobi (ö.1819) olduğu ileri sürülmektedir. Nihilizme damga vuran filozoflardan bazıları şunlardır: Max Stirner (ö.1856), Arthur Schopenhauer (ö.1860), Henry Thomas Buckle (ö.1862), L. Andreas Feuerbach (ö.1872), Herbert Spencer (ö.1903), Albert Camus (ö.1960), Jean Paul Sartre (ö.1980). Nihilizme asıl felsefi karakterini kazandıran ise Alman filozofu Friedrich Nietzsche (ö.1900) olmuştur. O, nihilizmin en önde gelen temsilcisidir. Nietzsche’nin fikirlerini ise, hocası Schopenhauer’un ürünü olarak görmek mümkündür. Yine de Nietzsche’nin şu hakkını teslim etmek gerekir: O, nihilizmin yaşamı olumsuzlayan boyutunu kabul etmemiş, yaşamın olumlanmasından yana olmuştur. Nietzsche, değerlerin geleneksel dayanaklarının çöktüğünü, bütün değerlerin yeniden üretilmesi gerektiğini savunuyordu. İnsanın ‘üstün insan’ vasfını kazanabilmesi, yeniden değer üretmesine bağlıydı. Nietzsche’ye göre insanlar güçlüler ve zayıflar diye ikiye ayrılır. Mevcut ahlak düzeni köle ahlakıdır ve bunu zayıf insanlar üretmiştir. Kölelik tembellik, durağanlık ahlakıdır. Köleler (yani zayıf insan) gerçek hayattaki zayıflıklarını unutmak için tanrı adında kurmaca bir değer üretmişlerdir. Hristiyanlığı da köle ahlakı meydana getirmiştir. Üstün insan ise efendi ahlakını üretmiştir. Üstün insan çağının her türlü kokuşmuş değerini reddeder. Kendi değerini ve ahlakını kendisi oluşturur. Nietzsche nihilizmi sonuna kadar yaşamış ve kendi iddiasıyla onu aşmış bir insandır.
Nietzsche’ye göre her şey anlamsızdır. Dünya can sıkıcıdır. Yaşam her geçen gün daha da değerden yoksunlaşmakta, tür olarak insanın kemali (olgunlaşması) geriye ket vurmaktadır. Tanrı ölmüş, insanlar bireysel yalnızlıklar içine gömülmüştür. İnsan alışkanlıklarına hapsolmuştur. Alışkanlıkların alt-üst edilmesi insana hareketlilik kazandıracak, insanı bulunduğu yerden bir adım daha ileriye taşıyacaktır. Bu da yeni değerlerin üretilmesi demektir. İnsan bu rahatlık zindanından kurtulmalıdır.
Nietzsche’nin felsefesinde tanrı öldüğüne göre, her şey boştur. Bu ‘boş’luk Nietzsche’de, edilgin bir şekilde ölüp gitmek gerektiği fikrini doğurur. İnsan hiçbir şey irade etmemelidir. Tanrı ölünce, ondan doğan boşluğu insan almıştır; batmak isteyen insan… İnsan, pekâlâ tanrısız da yapabileceğini kanıtlama çabasındaydı. Yeni misyonunun icabı olarak insanı, eski değerlerin yerine yenilerini geçirmek gibi bir görev beklemekteydi. Tanrı ölünce din de ölmüştür çünkü din (Hristiyanlık) artık iş görmemekteydi. Tanrının ölümü sonrasında dinin yerine ahlak, tanrısal değerlerin yerine yararlılık ve ilerleme gibi ‘değerler’ getirildi. Nietzsche yine de nihilizmi insanın son durağı gibi kabul etmez; nihilizmi, aşılması gereken bir ara durum sayar.
Nietzsche nihilizmin Hristiyan ahlak yorumundan kaynaklanan en yüksek değer ve ideallerin mantıksal bir sonucu olduğu görüşünde ısrarcıdır. Ona göre Avrupa nihilizminin kökeninde, dünyanın Hristiyan ahlakı açısından yorumlanması bulunmaktadır. Hristiyanlık kurgusal bir dünya yaratmış, her şeyi bu kurguya bağlamıştır. Her şeyin kurgu olduğunun anlaşılmasıyla, insanlar daha önce hiç bilmedikleri bir hiçliğe batmışlardır. Artık iki bin yıldır Hristiyan olmanın bedelini ödeme zamanı gelmiştir.
Nietzsche nihilizmi etkin ve edilgin diye iki kısma ayırır. Etkin/mükemmel nihilist düşen şeylerin düşmesine (bir nevi tabii seleksiyon: doğal ayıklanma) izin verir. Düşenleri yaşatmaya, ölü olanı diriltmeye çalışmaz. Hatta, düşene bir tekme de biz vurmalıyız der. Tedavi etme ve edilme bir tür yozlaşmadır. Mevcut durumdan şikayetçiysek ve eğer ortadan kaldırılması gereken bir şeyler varsa, buna engel olmamalı, kalkmasına izin verilmelidir.
Nietzsche, sosyalist sistem kurucularını ahlaksızlığın, hastalığın, fahişeliğin, ıstırabın yok olma derecesine geldiği durumların var olabileceğini tasarlamaları nedeniyle eleştirir; bu tasarlamayı onların yüz karasıdır sayar. Hastalık nasıl yok edilemezse, ahlaksızlık da öyle, yok edilemez. Kimse çöküşün önüne geçip, durduramaz, çöküşle mücadele edemez. Psikolojik ve ahlaki tedavi girişimleri de çöküşü durduramaz. Çöküş (dekadans/inhitat) zorunludur. Her çağda, her toplum dekadansa maruz kalır.
Batı düşüncesini nihilizme sevk eden nedenler, nihilizmin ön biçimleri olan çilecilik (asceticism), hazcılık (hedonism), kötümserlik (pesimizm) ve çöküş (dekadans) gibi düşünce ve davranış biçimleridir. Çilecilik ve hazcılığın varıp karar kılacağı son nokta nihilizmden başkası zaten olamazdı. Zira biri hayatın değerini hazla, öteki ise acıyla ölçmektedir. Haz ve çilenin haricinde başka bir anlamın var olabileceği kabul edilmemiştir. Hazcı ve çileci bir insanın ortaya koyabileceği bir irade, öne sürebileceği bir amaç ve anlam söz konusu olamaz. Buna göre nihilizm, gelişi engellenemeyen bir yazgı, kaçışı ve çıkışı olmayan bir girdabı andırmaktadır.
Nietzsche içinde yaşadığı çağın (19. yüzyıl) büyük bir çöküntü (dekadans) ve çözülme çağı olduğu, bu çağın gençliğe acı çektirdiği görüşündeydi. Ona göre bu çağın en büyük özelliği dağılma ve belirsizlikti. Bu çağda hiçbir şey ayakları üstünde sağlam durmuyordu. Bu çağda yaşamak, kaygan ve her şeyin tehlikeli olduğu bir zeminde yürümekle eş anlamlıydı. Nietzsche diyordu ki, dünya hiçbir zaman 19. yüzyıldaki kadar maddi (dünyevî) olmamış, hiç bu kadar sevgi ve iyilikten yoksun kalmamıştı. Bilim-sanatın sadece, gelmekte olan barbarlığa hizmet etmekte olduğu kanısındaydı. Dünyada her şey parayı ellerinde tutan en kaba, en kötü ve zorba güçler (barbarlar) tarafından belirlenmekteydi.
Nietzsche çağını şöyle okumaktaydı: Çağın insanı olan-bitenin farkında dahi değildir. İnançsızlık gerçek olmuş, tanrı ölmüştür. Buna göre Nietzsche nihilizminin ana karakterinin bir tür ‘inanç krizi’ olduğu anlaşılmaktadır. Nietzsche, mahsulü topladık ama bütün meyvelerimiz çürüdü, bütün emeğimiz boşa gitti, bütün pınarlarımız kurudu diyor. Bu bunalımda Nietzsche, boğulacak bir denizin olup olmadığı derdindedir. İdeal olan her şey Zerdüşt’ün tavrıyla yok edilmelidir. Aksi takdirde her şeyin boş ve anlamsız olduğu; yapılacak en iyi şeyin yok olmak olduğu anlayışı varlığını sürdürecektir.
Anlaşılacağı üzere nihilizm bir tepki felsefesidir; Tanrıya, metafizik dünyaya, başka/hakiki bir dünya düşüncesine, dinin ölümden sonraki dünya tasavvuruna, yüksek değerlere, iyi ve hakiki olana tepki. Başka türlü söyleyecek olursak: Birer uydurma ve sayıklama oldukları gerekçesiyle, varlığı reddedilen ve gerçek sayılmayan şeylere bir tepkidir. Bir inkâr ve değerleri tersine çevirme arzusudur. Daha sonra bu karamsar ve yıkıcı anlayışı Sartre ve onun gibi bazı varoluşçu filozoflar geliştirerek ateist bir varoluşçuluk üretmişlerdir.
Dinî dünya görüşü ile beşerî düşüncenin ayrıştığı nokta işte burasıdır: Dini düşünce en temelde, eşsiz-benzersiz bir büyük yaratıcının bütün evreni hiç yoktan var ettiği temel inancına dayanır. Yaratıcılık düşüncesi, bütün sistemi baştan kurar: Allah hakikatin ta kendisidir. Bütün varlık, var olmasını sadece ve sadece Allah’a borçludur. Hayatın yegâne ulu gerçeği olan Allah’ın varlığı tartışmaya açılınca, artık yerinde kalacak hiçbir değer, tepetaklak olmayan hiçbir varoluş silsilesi, tahrif olmayan hiçbir hakikat kalmaz. Allah yoksa elbette makul, mantıkî ve hakiki hiçbir şey yoktur. Allah yoksa her şey mubahtır.
Allah’ın var olması değerleri var kılar. Hayata anlam veren, Allah’ın varlığıdır. Varlık kitabını okuyacak alfabeyi sadece insan sökebilmektedir. Varlığı okumasıyla insan değerlerin farkında olunmasını sağlar. İnsan varlığa anlam verecek, değerleri kavrayacak -bilinen- yegâne varlıktır. Yaratılıştan neş’et eden değerler insan sayesinde değerdir. Değerleri kavramak, erdeme inanmak için öncelikle yaratılışa iman etmek gerekir. Bunalımlı batı felsefesi, dogma olur korkusuyla iman kavramını insan zihninden kazıyınca, nihilizm gibi absürd düşünceler üremiştir.
Nihilizmin hiçbir şeyin bilinemeyeceğini iddia etmesi gülünç, acınası ve sefil bir tez olmasının yanında, kendini de tekzip etmektedir. Madem hiçbir şey bilenemez, bilinse de başkalarına anlatılamazsa, o halde bu tez nihilizm denilen düşünceyi de -örümceğin kurduğu tuzak misali- kendi ağı içine çekip, yutmaz mı? Nihilizm adında bir felsefe, bilinsin ve anlaşılsın istenmiyorsa, neden başkalarının idrakine sunulmaktadır?
Nihilizm hiçbir düzeni kabul etmemekte, aile, devlet ya da din gibi otoriteleri reddetmekte, toplumsal düzene baş kaldırmaktadır. Bu haliyle nihilizm gerçek bir bunalım felsefesidir. Zaten Nietzsche’nin yakınmalarından bu bunalım anlaşılmaktadır. Savaşlardan, acıdan şikâyet etmektedir. Bir düşünürün, hayattaki acılardan, toplumsal ve siyasi baskılardan, hatta işkenceden, Hitler’in fırınları veya temerküz kampları gibi insanı küle ya da yaşayan ölülere dönüştüren zulümlerden nihilizm gibi bir ‘hiççilik’ felsefesi üretmesi insanlığa atılacak en büyük kazıklardan biridir. Kötü örnekler hiçbir zaman örnek değildir. Tarihte bir milyon kere devlet kurulmuş olsa, bunun biri haricinde hepsinde insana kötülük yapılmış olsa, sırf o bir iyi örnek için devlet fikri savunmayı hak eder. Aynı benzetmeyi aile ve dinî kurumlara da teşmil edebiliriz. Ailenin otoritesine itirazı muhtemelen Nietzsche’nin yaşadığı sıkıntıların etkisiyledir, kişisel bir tecrübenin eseridir, dolayısıyla bir doktrin oluşturma bakımından bir ‘hiç’tir.
Nietzsche ne kadar ‘her şey boş, her şey anlamsız’ dese de, hiçbir şey boş, hiçbir şey anlamsız değildir. Her şey anlam yüklüdür. Nietzsche’nin ölümüne göklerin ve yerin ağlamamış olması, akıl tutulması kabilinden yargılarının anlamsızlığına verilmiş en ‘tabiî’ cevap sayılmalıdır. Bir düşünürün boş olmayan ve anlam yüklü bir tek şey olsun görmemesi için nasıl bir psişik yapıya sahip olması gerekir? Üç beş filozofun, kendi siyasal gelenekleri, toplumsal baskılar, kırılgan kişilikleri gibi faktörlerle ürettikleri bunalım felsefesi esas alınarak hayata ‘anlamsız’ ve ‘boş’ etiketi yapıştırılamaz. Hayat çok ama çok anlamlıdır. Hayata anlamsız ve saçma demek, balta girmemiş uçsuz-bucaksız bir ormanın kıyısında durup da, burada orman şöyle dursun, hiçbir şey yok demek gibidir. Hayattaki anlamı, güzelliği, değerler zincirini, ancak onun farkına varacak bir bilince sahip, uyanık zihinler kavrar. Bu bakımdan dinin sabır, hakkı tavsiye, diğerkamlık, sevgi, fedakarlık, bencil olmama, mal tutkusundan arınma, ıslah, takva, anne-babaya öf bile dememe gibi erdem tavsiyeleri anlamın; hiçliğin değil, ‘hep’liğin ta kendisidir.
Nietzsche’nin, “düşene bir tekme de biz vurmalıyız” önermesini, en koyu dindar toplumlarda bile onaylayacak, Nietzsche-meşrep yığınlarca insan bulunabilir. İnsan olarak bir an kendimizi ‘boş’ bırakınca, Nietzsche’nin önermesinin haklılığına bizi inandırmaya yönelik şeytanî dürtülerin zihnimize üşüştüğünü fark ederiz. Ama bu, hakikati tersine çevirmez. Tam da burada yani şeytanî dürtünün geldiği durumlarda “Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur” diyerek, şeytandan ve nefsimizin kışkırtmalarından Allah’a sığınmak ve hakkın, hakikatin arayıcısı olmak erdemin ta kendisidir. İnsan, yaralı bir köpeğe, çukura düşmüş yırtıcı bir hayvana, susuz kalmış bir kediye gösterdiği şefkat ve merhameti insana göstermez de, ona bir tekme de ben atmalıyım yarışına girerse, orada insandan değil, hasta bir kişilikten bahsedilebilir. Şayet Nietzsche hayattayken ‘düşmüş’ olsaydı, onun düştüğünü görüp de, bir tekme de ben vurayım ve bir an önce ölsün gitsin demeyecek yığınlarca insan bulunurdu. Nitekim Nietzsche’nin ölümünden on sene öncesinde, sahibi tarafından dövülen bir ata koşarak boynuna sarıldığı ve ağlayarak yere yığıldığı anlatılır. Rivayete göre Nietzsche o olaydan sonra iflah olmamış, on sene boyunca akıl hastalığı ve başka bedensel hastalıklar çekmiş, bu esnada annesi, kız kardeşi, doktorlar, hemşireler ve başka birçok insan tarafından ilgi görmüş, bakımı yapılmıştır. Nietzsche’nin ilkesiyle hareket etseydiler en başta annesi ve ablası olmak üzere, onu bir an önce ‘hiç’liğe mahkûm etmeleri gerekirdi. Doktorların tedavisi yerine, tekmesine maruz kalması icap ederdi.
Nietzsche Hristiyan kültürüne tepkilidir lakin bu kadar zeki bir insan ve derinlikli bir entelektüel olarak, Alman (ve batı) toplumunun yaşadığı dinin gerçek Hristiyanlık olmadığının, gerçek Hristiyanlığı bulup ortaya çıkarmanın bir entelektüel olarak kendisinin de görevi olduğunun acaba neden bilincinde değildir? Bazı kitaplarında İslam’la ilgili olumlayıcı sözleri nakledilmekteyse de, yine de İslam’la ciddi bir tanışma içerisine girmemiş olmasının ‘hiç’ bir mazereti olamaz. Bu, bütün batılı düşünürler için geçerlidir. Bugün de bütün batı entelijansiyası İslam’a, Kur’an’a, son peygamber Muhammed (sav)’e yapılan ve başka hiçbir insana reva görülmeyen hakaret ve saldırılara karşı tamamen sessiz ve duyarsızdırlar.
Reformasyonla başlayan bir müdahale sürecinde Hristiyanlıkla yollarını tamamen ayıran ve onu tamamen bir tapınak etkinliklerine, dua dinine dönüştüren putperest batı düşüncesi, içindeki fasit bulguları kimi zaman ‘nihilizm’ olarak kusmuş, kimi zaman varoluşçuluk (egzistansiyalizm), kimi zaman liberalizm, kimi zaman hümanizm v.b. olarak. Ama bilinmelidir ki bu batı kusmuklarından insanlığın derdine ‘hiç’ bir deva olmaz. ‘İzm’ uzantılı ideolojiler sadece insanı, Allah’ın Kur’an vasıtasıyla son kez kurtarmayı murad ettiği ateş çukurunun içine yuvarlayabilirler. İnsana armağan edecekleri bütün servetleri ateş çukurundan ibarettir.
Bugün bütün dünyanın olduğu gibi, kendi toplumumuzun da geldiği nihai noktanın deizm-ateizm-agnostisizm-nihilizm karışımı bir bunalım halîtası olduğunu ilmel, aynel, hakkal yakin olarak görüp, yaşamaktayız. İşin aslına bakılırsa, bugünkü toplumsal durumun bir nihilizm olduğunu söylemek de büyük bir iddia olur. Nedenine gelince: Nihilizm sonuçta bir düşüncedir ve bir teze dayanmaktadır. Bir şeyleri ispat etmeye, bir şeyleri (tüm şeyleri) çürütmeye odaklanması hasebiyle -yüzde yüz haksız bulsak da- bir iddiayı dile getirmektedir. Bugünkü toplumsal seviye ise nihilizmin bile oldukça gerisinde, nihilizmin dûnundadır. Çünkü nihilizmi (hiççiliği) bile bilmeyen ama yine de hiçbir derdi, tasası, kaygısı olmayan, hiçbir değer tanımayan, batan gemiden arta kalmış tahta parçası misali, şehevi duyguları kendisini nereye sürüklerse oraya doğru sürüklenen, evet sadece sürüklenen bir yeni insan türü, şehirlerimizi istila etmiş vaziyettedir.
Bununla beraber biz müminler her kötülüğe olduğu gibi, nihilizme karşı da umutsuz, karamsar, kötümser ve bitkin değiliz. Bilakis umut doluyuz. Çünkü muharref Hristiyanlığa ayar çekmiş, insanlığı nihilist/ateist gibi ejderhaların önüne atmış, hayatı bütünüyle beşerin bilimsel insafına(!) terk etmiş batı uygarlığı gibi şaşkın, köksüz ve pusulasız değiliz. Bizim pusulamız çok sağlam, bize yol göstermek isteyen rehberimiz çok güvenilir, bizim yolumuz tam doğru bir yoldur. Müslümanlar açısından felah ve selamet için asırlarca beklemeye bile gerek yoktur. Öyle eşi benzeri görülmemiş ‘cins’ felsefi düşüncelere, akla hayale gelmedik ideolojilere de gereksinimimiz yoktur. Bizim kurtuluş reçetemiz hiçbir bozulmaya uğramamış, tazeliğinden hiçbir şey yitirmemiş olarak bizi, kendisine iman edip, imanının gereğini hayata aktaracak izzetli öncüler olarak göreve davet etmektedir. Bu erlerden olarak bir tek kişinin bile doğru olan adımları atmasıyla hemen bugün o felah sürecinin başlaması mümkündür.
Son söz olarak diyebiliriz ki nihilistlere öfkelenmekten ziyade, bütün nebilerin gösterdiği sabır ve merhamet içerikli uyarı dilini kuşanarak, doğruları söylemeli, varlığı var eden Allah’ı dilimizin döndüğü, ilmimizin yettiği oranda anlatmalıyız. İnsanların kalpleri bizim değil, Allah’ın elindedir.
İKTİBAS
Sebep kavramının metafizik, kozmoloji, epistemoloji ve ahlâk bahislerini içine alacak şekilde bir zorunluluk fikri çerçevesinde yorumlanışından doğan determinizm fikri, felsefe tarihi boyunca canlılığını korumuş en belirgin tartışma konularından biri olup İslâm düşünce tarihinde genel olarak illiyyet, Batı felsefesinde de causalité terimiyle ifade edilen sebeplilik fikriyle yakından ilgilidir. Ancak determinizm, sebebin sonucu zorunlu olarak belirlediği veya gerektirdiği, yani sebep ile sonuç arasındaki bağın zorunlu olduğu düşüncesine dayanmakta ve bu düşünce her hadisenin bir sebebi olduğu şeklinde ifade edilen illiyyet fikrini bir ilke haline getirmektedir. Latince determinatio (tayin, belirleme) kelimesinden Batı dillerine geçen determinizmin klasik İslâm düşüncesinde teknik karşılığı olmamakla birlikte bu modern terimin muhtevası, İslâm düşünce geleneğinde sebep ve illet kavramları etrafında gelişen tartışmalarda ifadesini bulmuştur.
Metafizika adlı eserinin birinci kitabı boyunca kendisinden önceki filozofların sebeplilik fikriyle ilgili düşüncelerini özetlerken bunları belirsiz ve yetersiz olduğu gerekçesiyle eleştiren Aristo, özellikle fizik kâinatı “arkhe”ye yani tek sebebe indirgemeye çalışan Sokrat öncesi düşünceleri kabul etmemiş ve dört sebep teorisi olarak bilinen modeli ortaya koymuştur. Ayrıntılı şekilde Fizika adlı eserinin ikinci kitabının yedinci faslında ele aldığı bu teorisinde Aristo âlemdeki hadiselerin maddî, formel, etken ve gāî olmak üzere dört sebeple meydana geldiğini ileri sürmüştür. Bu teoriye göre meselâ mermer bir heykelin meydana getirilişinde mermer blok maddî sebep, heykelin biçimi formel sebep, heykeltıraş etken sebep, o heykelin ne maksatla yapıldığı ise gāî sebeptir. Bu düşünüşle maddî âlemdeki hadiseleri açıklamak için sebep fikrine müracaat zorunlu hale geldiği gibi Sokrat öncesi filozofların “arkhe” anlayışına bağlı olarak kâinatı yalnızca maddî veya formel sebeplerle açıklama girişiminin yetersizliği de vurgulanmış olmaktadır. Ayrıca Aristo, bir şeyin hakikatini bilmeyi o şeyin sebebini bilmekle aynı tutarak ilmin elde edilme imkânını sebeplerin bilgisine bağlamıştır (Kaya, s. 214-215). Tabiatıyla bu sebepler, kozmolojide yatay boyutu oluşturan fizik plandaki yakın sebeplerdir. Bu sebeplilik fikri dikey planda âlemdeki hareket ve nizamı ezelî, sabit ve metafizik bir muharrike bağlar ki o da Tanrı’dır.
Gök cisimlerine ait hareketin oluş ve bozuluşu belirlemesi konusunda Fârâbî de benzer fikirlere sahiptir. Fizik bir determinizm şeklinde tasvir edilen bu sistem basittir, zira o tabiattaki değişiklikleri temelde ısı değişikliklerine bağlar. Ancak cisimlerin etkilenme seviyeleri, zaman ve çevre faktörleri, cisimler arası etkileşim gibi faktörlerin de hesaba katılması gerekir. Fârâbî’ye göre gök cisimlerinin hız ve konumlarını, etki altındaki cisimlerin özelliklerini ve çevresinden aldığı öteki etkilerle birlikte etkilenme seviyelerini ve nihayet soğuk su ve buhar gibi tabiî ve hâricî engelleyicileri hesap etmek suretiyle gelecekteki değişiklikler hakkında ilmî tahminlerde bulunmak mümkündür. Bu araştırma, sonuçta kesinlik ihtimali yüksek bir bilgi sağlar. Gözlem ve deney birikimi arttıkça bu ihtimal de giderek yükselir. Kindî’nin daha önce astrolojik çerçevede değerlendirdiği bu geleceği öngörme çabası, Fârâbî’de bugünün bilim felsefesinde “prediksiyon” olarak anılan ilmî tahmin yönünde yeniden ele alınmış ve astrolojik karakterli bir determinizm anlayışı reddedilerek astronomi ilminin kavramlarıyla temellendirilmiş bir fizikî determinizm ortaya konmuştur (Fârâbî, en-Nüket, s. 80-83).
Allah ile âlem arasındaki bu sebeplilik ilişkisi, determinizm kavramının metafizik veçhesini teşkil etmektedir. İslâm felsefe tarihinde duyulur nesneler arasındaki sebeplilik ilişkisi de problemin tabiatla ilgili tarafı olarak tartışılmış, Kindî ile başlayan oluş ve bozuluşun izahı geleneği İbn Sînâ’nın kaleminde olgun bir tabiat felsefesine ulaşmıştır. Aristo’nun dört sebep teorisi, İbn Sînâ’nın sisteminde mahiyet-vücûd ayırımının çerçevesine oturtulmuş, madde ve sûret ma‘lûlün mahiyet ve hakikatine ilişkin dâhilî sebepler, fâil ve gaye de ma‘lûlün var oluşuna ilişkin hâricî sebepler olarak tasnif edilmiştir. Madde ve sûretin dâhilî sebepler oluşu, onların tabii cisimleri meydana getiren iki prensip oluşuyla ilgilidir. Dolayısıyla mahiyete ilişkin olarak bir nesnenin kuvve halinde var olmasını sağlayan maddî illetlerle fiil halinde var olmasını sağlayan sûrî illetler hakkındaki bilgiler tabiat ilmini oluşturmaktadır. Ancak İbn Sînâ’nın düşüncesine göre yalnızca maddî sebebin bilinmesiyle eşyanın hakikatine ulaşıldığı görüşü onların türlerinin bilinmesini engeller ve kişiyi haddizatında fiilen mevcut olmayan bir varlık alanına yöneltir; böylece zihinde bilgiyi oluşturan sûret ve arazlardan yüz çevirilmiş olur. Bu düşünce açıkça materyalist epistemolojinin reddidir. Buna karşılık maddeyi göz ardı edip onun fiil halinde varlık sahasında görünmesini sağlayan sûretlerin bilgisiyle yetinmek de araştırmacıyı tabiat ilimlerinden uzaklaştırmış, mantık ve matematiğin soyut formlarına hapsetmiş olur. Bu iki sebebin birlikte ele alınışı hem cismanî âlem hakkında mükemmel bilgi sağlar, hem de metafiziğe köprü atma imkânı verir. Bunun yanı sıra hâricî yani fâil ve gāî illetlere teveccüh edildiğinde metafizik alana doğrudan girilmiş olur. İbn Sînâ, bu illetleri Aristo’da rastlanmayan bir yoğunluk ve derinlikte ele almakta ve metafizik bir temele oturtmaktadır. Filozofa göre fâil illet var oluşun illeti, gāî illet ise var oluşun illetinin illeti, daha doğrusu var oluşun kendisi yüzünden gerçekleştiği illettir. Bu düşünüşte fâil sebebin metafizik yönü, onun yalnızca bir hareket ilkesi olarak değil bir varlık ilkesi olarak ele alınmasında açığa çıkmaktadır.
İLHAN KUTLUER
Pragmatizm, felsefede; uygulayıcılık, uygulamacılık, pragmacılık, fiîliyye, faydacılık, yararcılık gerçeğe ve eyleme yönelik olan, pratik sonuçlara yönelik düşünme temelleri üzerine kurulmuş olan felsefi akım. William James (1842-1910) tarafından popüler hale getirilmiştir. Onun felsefe ekolünden olanı yapmak, başarmak anlamına da gelir. Hem iyinin teorisi hem de doğrunun teorisidir. İyinin teorisi olarak faydacılık refahcıdır (welfarist). İyi en fazla faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel değerler listesine göre tanımlanır. Bir doğru teorisi olarak ise faydacılık neticecidir (consequentialist). Doğru hareket bir şeyin uygulanabildiği ölçüde gerçek olduğu savına dayandırılmıştır. Eğer bir bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa o bilgi doğrudur. Yaramıyorsa yanlıştır. Ampirizm ile yakın alakası olan bu felsefi akımı teorik düşüncenin tam tersi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.
Kelimenin dayandığı felsefi terim prágma, Eski Yunanca olup iş, eylem demektir. Pragmatik ise kelime anlamı olarak işe yönelik anlamına gelir. “Faydacılık” bu terime karşılık kullanılan sözcüktür. “Faydacılık ilk olarak 18. yüzyıl İngiltere’sinde Jeremy Bentham ve diğerleri tarafından öne sürülmüştür. Fakat Epikür (Aipikuros) gibi antik Yunan filozoflarına kadar geri gidilebilir. İlk kez ortaya atıldığında iyi en fazla insana en fazla mutluluğu getiren şey olarak tanımlanmıştı. Ancak daha sonra Bentham iki farklı ve birbiri ile çelişme potansiyeli olan kavram içerdiğinden birinci kısmı atıp sadece “en büyük mutluluk prensibi” demiştir.
Hem Bentham’ın hem de Epikür’ün formulasyonu hedonistik nedenselliğin farklı tipleri olarak düşünülebilir çünkü hareketlerin doğruluğunu sebep oldukları mutluluğa göre ölçüyorlardı ve mutluluğu zevkle tanımlıyorlardı. Ancak Bentham’ın formulasyonu ferdi olmayan bir hedonizmdi. Epikür’ün kişiyi en mutlu eden şeyi yapmasını tavsiye etmesine karşılık Bentham herkesi en mutlu yapacak şeyi yapmayı uygun görüyordu.
John Stuart Mill “Utilitarianism” isminde ünlü (ve kısa) bir kitap yazmıştır. Mill bir faydacı olmasına rağmen bütün zevklerin aynı değerde olmadığını ileri sürmüştür. “Mutsuz bir Sokrat (Sokrates) olmak mutlu bir domuz olmaktan yeğdir” sözü bu görüşünü anlatır.
Faydacılığı eleştirenler bu görüşün birkaç problemi olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan biri değişik insanların faydalarının karşılaştırılmasının zorluğudur. İlk faydacıların çoğu mutluluğun felisifik hesap (felisific calculus) ile sayısal olarak ölçülebilip karşılaştırılabileceğine inanıyorlardı ama pratikte bu hiçbir zaman yapılamadı. Değişik insanların mutluluğunun kıyaslanmasının sadece pratikte değil prensipte de mümkün olmayacağı ileri sürülmüştür. Faydacılığın savunucuları bu problemin iki kötü seçenek arasında karar vermek zorunda kalan herkesin karşılaşabileceği bir problem olduğunu söyleyerek karşılık vermişlerdir. Bir milyar insanın ölmesiyle bir kişinin ölmesinin aynı derecede kötü olduğunu söyleyemiyorsanız bu problemi utilitaryanizmi reddetmek için kullanamazsınız demişlerdir.
Faydacılık sağduyu ile çeliştiği için de eleştirilmiştir. Örneğin kişi kendi çocuğunun hayatı ile iki yabancının hayatını kurtarmak arasında seçim yapmak zorunda kaldığında kendi çocuğunu kurtarmayı seçecektir. Ama faydacılar iki yabancıyı kurtarmanın gelecekte daha fazla potansiyel mutluluğa sebebiyet vereceğinden tersini tercih etmeyi destekleyeceklerdir.
Bu akımın -bir şey uygulanabildiği ölçüde doğrudur- şeklindeki savı ise hiçbir teorik mekanizmanın tartışılmasına izin verilmeden bir şey özden yoksun olduğu halde başarılı bile olsa kabul gördüğünden eleştirilmiştir. Sözgelimi birbirinden farklı seçeneklere sahip bir soru hiçbir bilgi sahibi olmayan kimse tarafından rastgele ama doğru yanıtlandığında faydacılığa göre o şey artık mutlaklık kazanmıştır. Bu kişinin bilgili eğitimli ya da zeki olması pek de önemli unsurlar değildir. Tersi durumda da çok iyi eğitimli ve yetenek sahibi kişiler toplumda iyi statülere erişemediğinde onların gerizekalı ya da cahil olarak damgalanmaları bu akım yüzündendir. Kısacası faydacılıkta önemli olan öz değil biçimdir, olayların teorik akışı önemsizdir mutlak olan daima pratik başarı olarak kabul edilir. Her teori doğru değil, ama her pratik doğrudur bu görüşe göre.
Daniel Dennett kararlarımızı yönlendirmek için faydacılığın kullanmasının sınırlarını belirlemek için Three Mile adası kazasını örnek olarak kullanır. Bu nükleer santraldeki kaza iyi mi yoksa kötü bir şey miydi? Bu kaza birçok kişi tarafından nükleer enerji politikasına yaptığı etkiler yüzünden yararlı olarak görülmekteydi. (neticede Çernobil kadar kötü bir kaza değildi). Dennett faydacılık açısından tüm kanıtları tartıp bir karara varmak için hâlâ daha erken (aradan geçen 20 yıla rağmen) olduğunu söylemektedir.
Burada söz edilen sıkıntılardan kurtulmak için faydacılığın değişik çeşitleri ortaya atılmıştır. Faydacılığın geleneksel şekli en fazla fayda getiren hareket en iyi harekettir diyen hareket faydacılığıdır. Buna alternatif ise en iyi hareket en fazla faydayı sağlayacak kuralın emrettiği harekettir diyen kural faydacılığıdır. Örneğin bir kişi yalan söylerse en fazla faydayı elde edeceği bir durumda olsun. Hareket faydacılığına göre en doğru hareket yalan söylemektir. Ama genel kural olarak doğruyu söylemek o kişiye daha fazla fayda sağlayacağını kabul edersek kural faydacılığı açısından doğruyu söylemek gerekmektedir.
SÜLEYMAN ÜSTÜN
Saçmacılık ya da Absürdizm, Fransız varoluşçu filozof Camus’un insan ve dünya çelişkisi varsayımıdır. Kimi yazarlarca saçmacılık deyimiyle adlandırılan Camus öğretisi Absürdizm, uyumsuzluk felsefesi ve varlığın saçmalığı öğretisi adlarıyla da anılır. Fransız düşünürü Albert Camus’ye göre insan için evren usa aykırıdır, uyumsuzdur, saçmadır. Bu saçmalığı görmek için de gözlerinizi açmanız ve usunuzu kullanmanız yeter. Bilim yoluyla olguları kavrayıp sayabilirsiniz; ama evreni kavrayamazsınız.
İşte ağaç, sertliğini duyuyorsunuz; işte su, tadını alıyorsunuz; işte yel, sizi serinletiyor. Bu kadarla yetinmek zorundasınız. Bilim, giderek, size, elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz edecektir. Bu, bir varsayımdır. O zaman dönüp dolaşıp sona geldiğinizi ve hiçbir şeyi bilemeyeceğinizi anlayacaksınız. Öyleyse nedendi bu kadar çaba? Bir gece yarısı, yüreğinizin sorunsuz olduğu bir sırada, otların ve yıldızların kokusu bu bilimin pek daha çoğunu öğretmemiş miydi size?
ABSÜRDİZMİN SAYILTILARI
Evren rastgeledir, boşunadır, hiçbir sağlamlığa dayanmamaktadır ve sizin için ölümle bitmektedir. Bu aydınlığa varan kişi iki yol tutabilirdi: Kendini öldürmek ya da evrenin ötesini umut etmek. Bu iki yoldan birini ya da ötekini tutanlar olmuştur. Oysa bu iki yol da uyumsuzdur, saçmadır, akla aykırıdır.
Asla bilinemeyecek olanın umuduyla bilinenin kendini yadsıması uyumsuzluğun ta kendisidir. Bu gerçeği daha iyi anlayabilmek için uyumsuzu tanımlamak gerekiyor: Uyumsuz, bir kıyaslamadır. Bir başka deyişle uyumsuz, kıyaslananların ne birinde ne de ötekindedir, her ikisinin karşılaşmasındadır.
İnsan kendi çerçevesi içinde uyumludur. Dünya kendi çerçevesi içinde uyumludur. Uyumsuzluk, bu iki uyumlunun kıyaslanmasından doğar. İnsan açıklık isteğindedir, karşısındakiyse bu açıklık isteğine karşılık vermez. İşte uyumsuzluk buradadır. Her şeyi bilmek isteyişimizin karşısında aklımız güçsüzdür. Aklın beceremediğini becermeye kalkan ruh da çelişmelerle saçmalamalar bulur sonunda.
Uyumsuzluk
Karşımızda anlamını kavrayamadığımız bir evren var. Gerçek şu ki biz bu evreni tanımıyoruz. Kesin bilgilerimiz bizi çevreleyen duvarlarla sınırlıdır. Bu duvarların dışında kocaman bir boşluk, bir akla aykırılık düzeni uzanmaktadır. Ölmek zorunluluğu metafizik bir rezalettir. Deneyötesini gerçekleştirmekte güçsüz, deneyin derinliklerine inmekte yetersiz, başarısızlıklarla altüst olmuş insan sonunda bu rezaletle rezil olmak zorundadır. Bir tokadın iz bırakmaz olduğu bu cansız bedenden ruh silinmiştir. İşte maceranın bu ilkel ve kesin yanı, uyumsuzluk duygusunun özünü meydana getirir. Bu kaderin ölümlü ışığı altında faydasızlık belirmiştir. Bu durumumuzu buyrukları altında tutan kanlı matematikler karşısında hiçbir töre, hiç bir çaba, deneye dayanmayan bir düşünceyle haklı çıkarılamaz.
Öteden beri bilinen bu gerçeğin sonucu ilgilendiriyor Camus’u. Karşılığını bulmaya çalıştığı soru şudur: “Öyleyse ne yapmalıyız? İsteyerek ölmeli miyiz, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeliyiz?”
Yukarıda da söylediğimiz gibi Camus, bu iki yolu da uyumsuz bulmaktadır. Ağaçlar içinde bir ağaç, kediler içinde bir kedi olsaydık sorun çözülmüş olurdu. Çünkü o zaman biz de susan evrenin susan bir parçası sayılırdık. Oysa bizim sesimiz var. Bilinçli aklımız bize bu oyunu oynayan, insanlığımız bizi evrenin karşısına çıkaran. Bu ayaklanışımız, boş bir gururun ürünü değildir. Bu baş döndürücü çizgide durmasını bilmek, işte dürüstlük budur, gerisi kaçamaktır. Dünyanın uyumsuzluğu ondan umut ya da kendini öldürmeyle sıyrılıvermeyi gerektirmez.
İnsanın gerçek çabası, onun üstünde mümkün olduğu kadar çok kalmaya, onun acayip bitkilerini incelemeye çalışmak olmalıdır. Dünyaya bakıyoruz. Onu, yüzyıllardan beri, kendi verdiğimiz biçimlerle, çizgilerle görmeye alışmışız. Bu yapmacıklığı sürdürmeye gücümüzün yetmediği ya da bu oyunun artık bize bıkkınlık verdiği bir anda bir ağacın, bir taşın bize ne kadar uzak, bizden ne kadar habersiz ve bizim için ne kadar kavranılmaz olduğunu sezinleriz. Uyumsuzluk macerası böylece başlar. Hele bu sezginin üstüne ölmek rezilliği de eklenince soru bütün gücüyle karşımıza dikilir: Öyleyse ne yapabiliriz?
Anlamak
Yapabileceğimiz tek şey var, diyor Camus: Yaşamak. Bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı var mıdır, bilmiyorum. Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmenin de benim için şimdilik imkansız olduğunu biliyorum. Durumumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne?..
Ben ancak insan terimleriyle anlayabilirim. Dokunduğum şey, bana karşı direnen şey, işte budur benim anladığım. Öyleyse anladığımı bırakmamalıyım. Bana alabildiğine açık görüneni, bana karşı bile olsa, tutmalıyım. Vaktiyle hayatın yaşanmaya değer bir anlamı olup olmadığı sorulurdu. Şimdiyse ne kadar anlamsız olursa o kadar daha iyi yaşanacağı biliniyor.
Uyumsuz
Yaşamak, uyumsuzu yaşatmaktır. Uyumsuzu yaşatmaksa her şeyden önce ona bakmaktır.
Eurydice’in tersine, uyumsuz ancak kendisine sırt çevrildiği zaman ölür. İnsanla kendi karanlığının bu sürekli karşılaşması, tutarlı olan pek ender felsefe durumlarından birini meydana getirmektedir. İnsanın bu şahlanışı ne ezici bir kaderin güvenliğidir, ne de bir boyun eğiş. Bu, uyumsuz bir özgürlük, gerçek bir özgürlüktür. Artık hiç bir amaç beni kösteklemeyecek, beni tutsak edemeyecektir. Biliyorum ki, yarın yoktur. Uyumsuz insanın bütün yapabileceği, her şeyi olduğu gibi, kendisini de tüketmektir.
Uyumsuzun ilk gerçeği meydan okumadır. Bu meydan okuma, bu şahlanış hayata gerçek değerini verir, bir hayatın uzunluğu üstüne yayılmış olarak büyüklüğünü yeniden yerine getirir. Gözleri bağlanmamış bir insan için kendisini aşan bir gerçekle çarpışan zekanın görünümü kadar güzel bir görünüm yoktur.
Uyumsuzun ikinci gerçeği hayattan başka her şeye karşı ilgisizliktir. Bir şafak vakti, erkenden önünde hapishanenin kapıları açılan bir ölüm cezalısının o tanrısal hazır duruşu, yaşamanın duru alevinden başka bütün şeyler karşısındaki o inanılmaz ilgisizlik. Bu ilgisizliktir ki aşıldığında yıkılışın ve hiçliğin başladığı o sınırlı ve saydam evrende yaşamayı kabul ettirir kişiye. Artık bir değerler sıralaması, bir seçme, bir yeğleme yoktur kişi için. Bu, bir erdemsizlik midir?..
Hayır, diyor Camus, ben burada insanın suçsuzluğu ilkesinden yola çıkıyorum. Uyumsuz insanın doğrulanabilecek hiç bir şeyi yoktur. Benimseyebileceği tek erdem, kendini zorunlu kılan erdemdir. Bütün töreler, bir davranışın kendini haklı ya da haksız kılan sonuçları bulunduğu düşüncesi üstüne kurulmuştur. Uyumsuza varmış bir insan bu sonuçların açıkyürekle ele alınması gerektiğini düşünür sadece. Ödemeye hazırdır. Onun için sorumlular bulunabilir ama suçlular yoktur. Geçmiş deneyden gelecek davranışını düzenler. Hem sınırlı, hem de ağzına kadar mümkün şeylerle dolu olan bu alanda hiç bir şey önceden kestirilemez.
Uyumsuz kişinin usavurma sonunda anlayabileceği şeyler töre kuralları değil, aydınlatmalardır. Bir kişinin koşulları değil, yenilgileri yargılar kendisini. Uyumsuz insan için iyilik yerini cömertliğe, birlik yerini cesarete, şefkat yerini erkekçil susuşa bırakmıştır. Bir töre sorunu çıkarmaz kendisine, bu konuda herkes gibi’dir. Onun töresi, bir nitelik töresi değil, bir nicelik töresidir. Öyle görünmekle öyle olmak birdir onun için. İnsan, kendi kendisiyle biter, ötesi yoktur, bir şey olmayan evrende, insanca olan ve yalnız bu olan her şeyin daha yakıcı bir anlam taşıdığını bilir. Gerilmiş yüzler, tehlikeye düşmüş kardeşlik, insanlar arasındaki güçlü ve utangaç dostluk geçici oldukları oranda gerçek zenginliklerdir. Tinsel varlık gücünü ve sınırlarını en iyi bunlar ortasında duyar.
Mutsuzluğu doğuran bilmemek ve umut etmektir. Onlar bilirler ve umut etmezler. Onların yaşamalarında, nicelik töresi elle tutulurcasına görülür. Ortak yanları sonu öne almalarında ve ömürleri boyunca pek çok sonlar yaşamalarındadır. Bir kadın: Sana aşkı verdim en sonunda, diye bağırır Donjuan’a. Donjuan gülümser: En sonunda mı? der. Hayır, fakat bir kere daha. Uyumsuz kişinin üç niteliği vardır: Kafa tutma, Özgürlük, çeşitlilik. İşte bu dört oyuncu, bu üç niteliği en iyi biçimde gerçekleştirmektedirler. İster aşk, ister oyun, ister fetih, ister yaratım olsun, bu birleşik kafalar giriştikleri işlerden de kurtulmasını bilirler. Eserlerinde var olmayacaklarını kabul edecek dereceye gelmişlerdir, böylece, bireysel hayatın derin faydasızlığını tüketmektedirler. Hayatın uyumsuzluğunu görmek onlara bütün aşırılıklara dalmak hakkını vermiştir. Kalan şey, biricik çıkış yolu, ölümcül olan bir kaderdir.
Ölümün bu tek kaçınılmazlığı dışında, sevinç ya da mutluluk, her şey özgürlüktür. Biricik efendisinin insan olduğu bu dünya devam eder. Düşüncenin kaderi kendi kendinden el çekmek değildir artık, imgeler halinde sıçramaktır. Eğlendiren ve körleştiren tanrısal masal değil, içlerinde güç bir bilgelik ve yarınsız bir tutkunun özetlendiği yeryüzünün malı olan eylem ve dramdır. Efendisiz olan bu evren onlara ne kısır görünür, ne de değersiz. Tanrılarca, bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmakla cezalandırılan Sisyphe’in sessiz, gösterişsiz sevincini duyar onlar. Kaderleri kendilerinindir. Geceyle dolu bu dağın her madensel parıltısı, tek başına, bir dünya meydana getirir.
Tepelerle çarpışma bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter çünkü. Sisyphe mutludur. Albert Catnus, 1945 yılında yayımladığı bir denemede düşüncesini şu sözlerle biraz daha açıklamaktadır: Üstünde durduğumuz sıkıntı, bütün bir çağın sıkıntısıdır. Biz, kendi hayatımızdan ayrılmak istemiyor, kendi tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz. Biz inanıyoruz ki, bu hayatın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erişilebilir. Çağımız Nihilisme’den çok çektiyse aradığımız töreye Nihilisme’i bir yana bırakmakla varılamaz. Hayır, her şey yadsımada ve uyumsuzda bitmiyor, biliyoruz bunu. Ama önce yadsımayı ve uyumsuzu ele almalı. Çünkü bizim kuşağımız ilkin onlara rastladı, şu halde ilkin onlarla kozunu paylaşmak zorundadır.
Şu var ki, en koyu umutsuzluğum içinde umutsuzluğu aşmanın yollarını aradım ben. Kara da olsa, eserimizin göbeğinde tükenmez bir güneş parlıyor ki, o da bugün ovada, tepelerde bağıran güneştir. Görüldüğü gibi Albert Camus’un şiirli bir dille anlattığı bu varsayımlar, bilimsel açıdan büyük yanılgılar ve bilimdışı pek çok yargılarla doludur. İlkin, evreni usaaykırı bulmakla usaaykırıcılığın tüm bilim dışılığını yüklenir. İkinci olarak, hiç bir şey bilmediğimizi ve asla bilemeyeceğimizi ileri sürmekle bilinemezciliğin bilime aykırılığıyla donanır. Üçüncü olarak, nesnel gerçekliği insansal varlığa ve insansal varlığı da bireysel varlığa indirgemekle öznel düşünceciliğin ve tekbenciliğin bilimsellikten yoksun tüm zırva sonuçlarının içine düşer.
Dördüncü olarak, tek felsefesel sorunun kendini öldürme (intihar) sorunu olduğunu savlamakla bilimsel felsefeyle hiç bir ilgisi bulunmadığını ve felsefeyi bir küçük sınıf öğrencisi kadar bile kavramamış olduğunu ortaya koyar. Beşinci olarak, bireyi toplumdan soyutlamak ve topluma karşı çıkarmakla bireyciliğin tüm güçsüzlüğünü taşır. Altıncı olarak, çağımızda burjuva ideolojisiyle özdeşleşmiş olan Schopenhauer ve Nietzsche kötümserliğini tüm bilim dışılığıyla sürdürür.
Sosyolog Ömer Yıldırım
Varoluşçuluk felsefesi 1900’lu yılların sonunda Fransa’da ortaya çıktı. Jean-paul Sartre ve Martin Heidegger’in öncüsü olduğu Egzistansiyalizmin en önemli kavramları özgürlük ve sorumluluktur. Bu felsefe disipline göre, insan yeryüzüne fırlatılmıştır. Tanrının var olup olmadığı bilinemez. Bu nedenle tüm insanlık birbirinden sorumludur.
Varoluşçuluk Nedir?
Varoluşçuluk felsefesi bireyi merkezine alıp diğer tüm tüm etkenleri ve bireyleri yabancı kabul eden bir disiplindir. Bu felsefi akımda her ne kadar bireysellik ön plana çıksa da, yardımlaşma, fedakarlık ve sorumluluk gibi kavramların üzerinde önemle durulmuştur.
Varoluşçuluk Özellikleri Nelerdir?
1- Egzistansiyalistlere göre varoluş özden önce gelir. Bu tanımlamada, varoluş yaradılışı ve ruhu simgeler. Ancak Jean Paul Sartre ve Frederich Nietzche gibi teizmin dışında kalan düşünürler, ruh yerine insan doğası ve benlik kavramlarını kullanmışlardır.
2- Varoluş felsefesindeki en önemli kavramlardan bir diğeri bulantıdır. İlk kez Sartre’nin kullandığı ve bir kitabına isim olarak verdiği bulantı, insanın dünyadaki yaşamını özetler niteliktedir.
3- Egzistansiyalizm, 20. yüzyılın başından itibaren, sinema, şiir ve tiyatro gibi farklı sanat dallarını da dolaylı olarak etkilemiştir.
Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) Temsilcileri Kimlerdir?
İlk dönem eserlerinde kadın – erkek ilişkilerini ve cinselliği irdeleyen Danimarkalı filozof, 1830’lu yılların başından itibaren Tanrı, insanın dünyadaki yeri ve ruh gibi metafizik kavramlar üzerine yoğunlaşmıştır. ”Absürt” ve ”ironi” Kiergaard’ın üzerinde önemle durduğu diğer kavramlardır. En önemli eserleri: Kahkaha Benden Yana, Korku ve Titreme, Evliliğin Estetik Geçerliliği, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Jean Paul Sartre: 20. yüzyılın en etkili ve üretken yazarlarından biri olmuştur. Fransa’nın Cezayir’e savaş açmasını protesto etmiş ve savaşı durdurmak için imza toplamıştır. Bulantı, Duvar, Akıl Çağı, Sözcükler, Varlık ve Hiçlik, en önemli kitapları arasında yer alır.
26 Nisan 1889 tarihinde Avusturya’nın başkenti Viyana’da doğan Ludwig Wittgenstein, varoluşçuluk ve dil felsefesini birleştirmeyi denemiştir. ”Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını belirler” sözü, Wittgenstein’in felsefesini özetler. Avusturyalı filozofa göre insan ancak dilin sınırları içinde düşünür ve sonuca ulaşır. Dünya genelinde en çok okunan kitapları: Felsefi Soruşturmalar, Kesinlik Üstüne, Kültür ve Değer
Albert Camus 7 Kasım 1913’te Fransa’da doğdu. Varoluş felsefesinin romancısı olarak tanımlanan Camus, mitolojik bir karakter Sisifos üzerinden, insan varoluşunu ve hayatın anlamını çözümlemeye çalışmıştır. 1960 yılında geçirdiği trafik kazası sonrası hayatını kaybeden Fransız filozofun Türkçeye basılan eserleri şunlardır: Düşüş, Yabancı, Veba, Mutlu Ölüm
Mekaոiѕt Maddecilik, bir maddeci akım olarak eѕkiçağda ortaya çıkmıştır. Bս çağıո, Tհaleѕ, Aոakѕimeոeѕ ve Aոakѕimaոdroѕ ցibi üոlü düşüոürleri, bütüո evreոi, maddi öz taşıyaո bir tek ilke ile açıklamaya çalıştılar. Bս tek ilke, Tհaleѕ’e ցöre ѕս, Aոakѕimeոeѕ’e ցöre հava, Aոakѕimaոdroѕ’a ցöre de, belirѕiz bir madde idi. հerakleitoѕ da, eşyadaki olսş ve değişmeոiո “ebediyeո caոlı olaո bir ateş” teո olսştսğսոս ileri ѕürdü ve yaratılaոları taոrılara bağlamayı reddetti.
Keոdiliğiոdeո maddeciliğe yakıո olaո bս aոlayıştaո, ցerçek mekaոiѕt maddeciliğe, Leսkippoѕ, Demokritoѕ, Epikսroѕ ve Lսcոetiսѕ ile ցeçildi. Bս düşüոürlere ցöre, bütüո doğa olayları ve çeşitli ciѕimler, ѕoոѕսz bir boşlսkta yer değiştireո maddi atomlarıոıո հareketleriոdeո ve bileşimleriոdeո olսşmսştս.
Bս mekaոiѕt maddecilik, daհa ѕoոraları, Bacoո, հobbeѕ ve Deѕarteѕ tarafıոdaո ele alıոdı. 18. yüzyılda La Mettrie, հolbacհ, հelvetiսѕ, Diderot ve Cabaոiѕ ցibi düşüոürler tarafıոdaո, ցeոiş kapѕamlı bir ѕiѕteme doğrս ցeliştirildi. Bս maddecilik özellikle, o çağıո eո ileri bilimi olaո mekaոiğe dayaոıyordս.
Düոya, maddi ciѕimleriո bağlamlı bir ѕiѕtemi olarak kabսl ediliyor, zamaո ve սzay içiոde mekaոiğiո yaѕalarıոa ցöre deviոdiği varѕayılıyor, varolսş ve հareketiոiո ոedeոiոi հiç bir, doğa ցücüոe borçlս olmadığı düşüոülüyordս. Bս düşüոürleriո ѕavları, 19. yüzyılda, Foսrier, Oweո, Cabet ցibi ѕoѕyal reformcսlar tarafıոdaո yeոideո ele alıոdı. Soոսոda հeցel’iո idealizmiոe tepki olarak Feսerbacհ, özellikle diոi eleştirmeѕi açıѕıոdaո maddeci olaո ve idealizmle birlikte, հeցel’iո diyalektiğiոi de iոkar etmeѕi ոedeոiyle mekaոiѕt ոitelik taşıyaո bir ѕiѕtem ortaya koydս. Bս ѕiѕtem, mekaոiѕt maddeciliğiո eո yükѕek aşamaѕı ѕayılır.
Diyalektik Maddecilik, maddeci düոya ցörüşüոüո eո ցelişmiş biçimidir. Bս ցörüşü ortaya ataոlar Marx ve Eոցelѕ’tir. Diyalektik maddecilik, iոѕaոoğlսոս doğadaո հareket ederek açıklayaո mekaոiѕt maddecilikteո farklıdır. Diyalektik özellik taşımaѕı, doğayı ve belleği temel bir bütüո olսştսracak biçimde birbirleriոi karşılıklı olarak açıklayaո ցerçekler olarak ցörmeѕiոdeո ileri ցelir.
Bս bütüոüո ѕomսt biçimleri, kiոeѕtezik dսyսm, reflekѕ ve հayvaո zekaѕıոdaո ցeçerek dսyսmѕal izleոimdeո biliոciո eո yükѕek dereceѕiոe kadar սlaşır. Bս açıdaո bakılıոca düşüոce mekaոiѕt maddecilikteki ցibi başka olցսlara beոzeyeո ոicelikѕel evrimiո ѕoոսcսոda bir ոitelikѕel ѕıçramaոıո ürüոü olaո yepyeոi bir olցս olarak ցörülür.
Leոiո, “kavramlar, beyոiո eո yükѕek ürüոleridir. beyոiո keոdiѕi de, maddeոiո eո yükѕek ürüոüdür” dediği zamaո, ѕiոir ѕiѕtemiոiո evrimiոi, ցitցide artaո karmaşıklığıոı baѕit ve şartlı reflekѕleriո ցittikçe artaո çeşitliliğiոi, ayrıca dսyսmlar, dսyսmlarla imցeler, dսyցսѕal işaretler ve dսyցսѕal işaretlerle ѕözcükler araѕıոdaki ցitցide karmaşıklaşaո çağrışımlar olսştսraո üѕtüո ѕiոir etkiոliğiոi ve ѕoոսոda iոѕaոlığa özցü zekaոıո ortaya çıkışıոı ve ѕoyսtlama yeteոeğiոi dolaylı olarak belirtmektedir. Bս ցörüşüո koոսѕս ve amacı, doğaոıո iոѕaո özոeѕi հaliոe ցelmeѕiոi ѕağlayaո ѕüreciո aոlatılmaѕıdır.
İdealizm genellikle varlığı düşünce ile tanımlayan öğretiler olarak bilinir. Buna göre düşünce varlığın birinci ögesi olarak savunulur. İdealizm dünya genelinde her şeyin temelinin düşünceden geçtiğini savunmaktadır. Varlığın temelinin düşünce olduğunu savunan öğretiye idealizm denilmektedir. İdealizm yaşamda var olan her şeyin temelinde düşünce olduğunu savunmaktadır. İnsan düşüncesini dünyanın temeline oturtan öğretiye idealizm denilmektedir. İdealizm öğretine göre evrende yer alan her şey salt zihinsel olarak bilinir. Bu öğretiye göre madde tek başına gerçek değildir. O nedenle idealizme göre düşünceler dışında olan bir gerçeklikten bahsetmek de söz konusu olamaz. İdealizme inanan kişiler soyut ilişkilerin nesne ve maddelerden çok daha gerçekçi olduğunu savunmaktadır. İdealizm öğretisine göre insanlar her şeyi düşünsel olarak savunabilirler.
İdealizm Kurucusu
Dünya genelinde pek çok kişi tarafından benimsenen idealizmin kökleri ünlü düşünür Platon’a kadar uzanır. Platon evrende şaşmayan bir düzen olduğunu söylerken bu düzenin de düşüncenin eseri olduğunu vurgulamıştır. Temeli oldukça eskiye dayanan idealizm modern materyalizmin karşıtı olarak da bilinir. Önemli bir öğreti olan idealizmin en önemli temsilcisi Berkeley olarak bilinmektedir. İdealizmin bilinen ilk kurucusu ise M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan Ksenophanes olarak bilinmektedir.
İdealizm Temsilcileri
Varlığı idea olarak kabul eden idealizm insan düşüncesini felsefenin temeline oturtmuştur. İnsan zihninin bağımsız olduğunu savunana idealizmin önemli temsilcileri bulunmaktadır. İdealizm öğretisinin en bilinen temsilcilerinden birisi Platon olarak bilinir. Ayrıca Aristoteles, Farabi ve Hegel de İdealizmin önemli temsilcilerindendir. Dünya genelinde önemli öğretilerden birisi olan idealizm Berkeley tarafından da benimsenerek tanıtılmıştır. Temeli çok daha geçmişlere dayanan İdealizm Ksenophanes tarafından da benimsenen bir öğretidir.
İdealizm Özellikleri Hakkında Bilgi
Temeline insan düşüncesini alan idealizmin belli başlı temelleri bulunmaktadır. Buna göre idealizm tümellerin varlığı olarak bilinir. Varlığı da tamamen maddeye indirgeyen materyalizm ve idealizm tam bir karşıtlık içerisinde yer almaktadır. İdealizm öğretisi zihnin de tinin maddeden önce olduğu varsayımını benimser.
İdealizmin temel öğretilerinden birisi de varlıkların arasında olan ilişkinin o varlığa dönüştürüleceğidir. İdealizm çelişkili bileşenlerin bütünleştirilen sistemler kurulmasına yönelik diyalektik yaklaşımları benimseyen bir öğretidir. Tarihin en eski öğretilerinden birisi olan idealizme göre evrendeki düzen asla şaşmaz. Bunun yanı sıra idealizme göre düzen düşüncenin bir eseri olarak savunulur.
İdealizm ve Materyalizm Karşıtlığı Düşüncesi
Materyalizm maddecilik olarak bilinirken idealizm ise düşüncenin üstünlüğünü savunmaktadır. İdealizmin karşıtlığı materyalizm olarak bilinir. Materyalizm maddenin tek gerçeklik olduğunu savunur. İdealizm ise bu öngörüye karşı çıkar. İdealizme göre her şeyin temelini düşünce oluşturmaktadır.
İdealizm savunucuları maddenin tek başına kazanmak için yeterli olmayacağını savunurlar. Ayrıca idealizme göre materyalizm aslında insan düşüncelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İdealizm önemli bir felsefe akımı olarak ön plana çıkmaktadır. Bunun yanı sıra pek çok alt disiplinin kaynağı olarak idealizm de ele alınabilir. İdealizmden kaynaklanan bazı felsefe akımları bulunur. Buna göre metafizik idealizm ve epistemolojik idealizm de önemli akımlar arasında yer alır.
İdealizmin türleri de gerçekliğin düşünce temelinde olduğunu savunur. Geçmişten günümüze en bilinen felsefe akımlarından birisi olan idealizm dünya genelinde pek çok kişi tarafından benimsenmiştir. Materyalizm karşıtlığı olarak bilinen idealizm felsefenin de temelini oluşturan bu düşünce akımları arasında yer almaktadır.