logo

Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!

Ben sizin ne istediğini bilmeyen yanınızla savaşamam.

Sırat-ı Müstakîm | Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün

VEFASIZLIK, ACIMASIZLIKTAN BETERDİR!

Vefayı kısaca anlatmak, formüle etmek, zor. Sadakat, bağlılık, kadir kıymet bilmek, sözünde durmak, borcunu ödemek, karşılığını vermek, unutmamak gibi birbirleriyle yakından bağlantılı ama farklı anlamları var.

Vefanın her bir anlamında bulunan ortak bir özellik, devamlılık, kararlılık. Bir insan, hayatının her safhasında bu özellikleri gösterebilirse vefası bir erdem halini alabiliyor. Vefalı insan, bağlı insandır; kendini daha da insaniyetli kılan hatıralarına, düşüncelerine, dostlarına bağlılık gösteren kimsedir. Onları bir anda değiştiren, yokmuş, hiç olmamış gibi davranan vefasızdır.

İnsan unutur. İyi ki de unuturuz, yoksa neyi hatırlamak durumunda olduğumuzun bir önemi kalmazdı. Belleğimizin kapasitesi sonsuz değildir. Geleceğin belleği kaygı ise, bellek “geçmişin şimdiki zamanıdır.” Hatırladıklarımız sayesinde varız, hatırladıklarımız kadar sadığız. Bu yüzden unutulanlardan olmak istemeyiz. Bizim için bir ilişkinin taşıdığı değere karşımızdaki de sahip çıksın, arada bir bizi ansın isteriz, yaşanılana sadakat bekleriz. Elbette insan, kötüye, kötülüğe de sadakat gösterebilir ama kendi adıma sadakat kavramını yalnızca iyiye, iyiliğe, insan ilişkisindeki sevgiye, dostluğa, hakikate bağlılık manasında kullanıyorum. “Sadakat” ve “sadık” gibi güzel kelimeleri kötülükle yan yana koymaya kıyamıyorum.

Sadakat, insanın unutmaya direncidir, unutmanın faydalarından menfaat ummayı reddedip bağlılıkta karar kılabilmesidir. Sadakat, çıkarcılığa, günü birlik-belleksiz yaşamaya, kendini unutuşa bırakmaya karşı, insandan, insan ilişkisinden, hatırlamadan ve dostluktan yana olabilmektir. Yaşadıklarına, emek ve değer verdiklerine saygılı bir duruşu her zaman gösterebilmektir.

Unutulmasın: Vefa ve sadakat, aynı zamanda ahlaktır. Ahlak gelecekte değil, geçmişte kökleşir, ahlaki devamlılığı içinde doğduğumuz gelenekten devralır, sürdürür ve becerebilirsek geliştiririz.

Bunca sözden sonra, artık bana “acımasız”dan daha olumsuz bir kötü insan özelliği diye sorulduğunda, yanlış anlaşılmaktan korkmadan, “vefasız” diye cevap veririm diyebilirim sanırım.

Prof. Dr. Erol GÖKA

Ramazan İnsanlığa Açılmış İlahi Bir Kredidir

Siz Ramazan”dan ne beklerseniz, onu elde edersiniz. Ramazan”a “beslenme ayı” gözüyle bakanlar beslenirler. Ramazan”ın onlara getireceği sıcak pidedir, güllaçtır, ekmektir, ettir. Böyle bakanlar, Ramazan”dan kilo almış olarak çıkarlar. Ramazan”a “diyet ayı” gözüyle bakanlar diyet yaparlar. Ramazan”ın onlara getireceği daha hafif bir vücut, daha küçülmüş bir bedendir.

Ramazan”a festival gözüyle bakanlar, direkler arası eğlence fasıllarında olduğu gibi Ramazan”dan haz devşirirler. Vur patlasın, çal oynasın havalarında karşıladıkları Ramazan”dan geriye, haz ve neşeleri kalır.

Ramazan”a Kur”an vahyini bize armağan eden ilahi bir kredi olarak bakanlar ise, Ramazan”ı “derin insan”ın oluşturulmasında bulunmaz bir fırsat bilirler. Derin insan; yani yemekhane, yatakhane, abdesthane ve iş hane arasında hortum olmaya razı olmayan insan. Fiyatı değil değeri olan insan…

Yüreklerinin yıkılan yerlerini yapmak, akıllarının tahrip olan yerlerini tamir etmek, iç dünyalarının su alan yerlerini tıkamak, bilinçlerinin bozulan yerlerini onarmak, iradelerinin kaybolan kısmını kazanmak, şahsiyetlerinin eksilen yerlerini tamamlamak için bir fırsat..tır Ramazan.

İnsan bu. Yani “nisyan”, yani “unutkan varlık”. Kendini unutur, sorumluluğunu unutur, konumunu unutur, değerini ve haddini unutur.

İslenir, paslanır, kirlenir, aşınır. Dolayısıyla insanın da yıllık bir bakıma ihtiyacı vardır. Dahası, acıkan ruhlar doyurulmazsa, manevi ölümler başlar. İnsana midesinin açlığını haber veren enzimlerdir. Mide boş kaldığını bu enzimler aracılığıyla beyne iletir. İnsan aç olduğunu fark ederek yiyecek arayışına girer.

Fakat insan, ruhun açlığından, midenin açlığı kadar kolay haberdar olmaz. Çünkü ruhun enzimleri yoktur. Birçokları ruhlarının açlığından, manevi bir ölümle burun buruna geldikleri halde dahi haberdar değildirler.

Kur”an”ın bir tabiri vardır: “Giydirilmiş kalaslar”. Nifak vs. gibi sebeplerle içi boşalmış, dışı içinden daha değerli hale gelmiş, ağaçlar gibi içinden çürümüş insan tipleri için kullanır Kur”an bu tabiri. Elbisesi kendisinden pahalı tipler, içini satıp dışına yedirmiş sözde insanlar onlar.

İşte Ramazan, insanın içinin boşalmasına karşı alınmış ilahi tedbirlerden sadece biridir. İnsanlara dış dünyalarını bir süreliğine iç dünyalarının arkasına atmalarını telkin eder. Ruh bakımını, beden bakımından öne almalarını telkin eder.

Sosyal olarak Ramazan, insanın sahip olduklarının Allah tarafından ona sınav için emanet edilmiş değerler olduğunu hatırlatır. Paylaşabilenler, bu sınavı verecek olanlardır. Gönlünü Ramazan”a açanlar, elini ve kapısını da yoksula açar.

İşte Ramazan, bütün bu boyutlarıyla, insanlığa açılmış ilahi bir kredidir.

Bu krediyi kimileri har vurup harman savururcasına hovardaca harcayıp tüketir. Kimileri de alır ve onu katlayarak artan manevi bir sermaye haline getirir. Yoksullaşan iç dünyasını onunla zenginleştirir.

Kimlik ve kişiliğini geliştirir. Duruşunu kavileştirir. Duygu ve düşünce katsayısını yükseltir. Müslümanlar, her Ramazan”ı toplumlarının yaralarını sarmak için bir seferberlik zamanı bilmelidirler. Sadece aç ve açıkların yardımına değil, aynı zamanda din ve iman bakımından da fakirleşmiş insanlarının yardımına koşmalıdırlar.

İnanç yoksullaşması, maddi yoksulluktan çok daha vahim sonuçlar üretir.

Uluslararası kuruluşlardan karşılıksız yardım alabilirsiniz. Fakat din ve iman fukaralığına duçar olmuşsanız, hangi uluslararası kurumun kapısını vuracaksınız?

İnanç yoksulluğunu ancak, iman, ahlâk ve erdem zenginliğiyle yenebilirsiniz. İşte Ramazan, o zenginliğin kaynaklarından biridir.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Akılsızlık Haramdır

İbadetler kendilerinin amacı değil, bilakis daha yüksek bir amaca hizmet eden araçlardır. Bu, şunu gösterir: İbadetleri tek başına kendilerinin amacı ilan ettiğimizde, onları öldürürüz. Mesela Kur’an’a göre namazın amacı, insanı kötülükten alıkoymasıdır. Orucun amacı ise insanı “takva”ya, yani “sorumluluk bilincine” ulaştırmasıdır. Dolayısıyla eğer ibadetler bizi daha merhametli, daha akıllı, daha iradeli, daha şefkatli, daha iyi, daha insan, daha kaliteli yapmıyorsa, o ibadet ibadet olmaktan çıkmıştır. Ya ne olmuştur? Adet olmuştur, ayin olmuştur, ritüel olmuştur. Dahası anlamını ve amacını kaybederek zayi olmuş, kanserli bir hücre gibi sahibine hayat yerine ölüm getiren bir uyuşturucuya dönmüştür.

Müşrikler ibadet ediyorlardı… Maun suresi baştan sona buna delildir. Kur’an’da “Namaz kılın” diye bir emir yer almaz. Yatan, devrilen namazı “ikame edin”, ayağa kaldırın, doğrultun, düzeltin diye bir emir yer alır, hem de onlarca kez… “Namazı ikame edin.” Dolayısıyla bugün oruç konusunda yapılacak istatistik, oruç tutan sayısını öğrenmek değildir. Bugün oruç konusunda bizi sevindirecek istatistik, orucun sorumluluk bilincini artırdığı kişi sayısını öğrenmektir. Oruç kaç kişide sorumluluk bilincini artırıyor. Eğer bunu yapmıyorsa, korkarım ki toplumumuz oruç tuta tuta orucun amaçlarına karşı, orucun maksadına karşı savaş açabilir. Toplumumuz namaz kıla kıla namazın hedefine karşı savaş açabilir. Toplumumuz hacca gide gide haccın hedefine, tavafın hedefine, Arafat’ın hedefine, Müzdelife’nin hedefine karşı savaş açabilir. Nitekim müşriklerin ibadet hayatı buna tanıktır.

Değerli dostlar! İbadetler amacını gerçekleştirmediği zaman olağanüstü bir uyuşturucuya dönüşürler. “İbadetten uyuşturucu olur mu?” demeyin. Kadir Canatan Bey biraz önce bazı filozofların “Din bir yabancılaşmadır” kanaatinde olduğunu söyledi. Aynı kanaatteyim, tek farkla… Eğer o din Allah’ın dini değilse… İnsanın ürettiği din yabancılaşmadır zira insan din üretmemelidir. Din üretmeye kalkan insan kendisini Allah yerine, Tanrı yerine koymaktadır. İnsan kültür ve medeniyet üretmelidir. Bunları da yenilemelidir. Kültür din ile yarışmamalı, kendini dinin yerine koymamalıdır. Medeniyet kendisini cevherin yerine koymamalıdır. Medeniyet arazdır, medeniyetler değişir, bir medeniyet gider bir medeniyet gelir. Bunlar din ile yarışmaya başladığında işte o zaman bunları üretenler de Allah ile yarışmaya başlarlar. İşte budur yabancılaşma.

Bu anlamda tekrar edeyim, ibadetler amaçlarını gerçekleştirmedikleri zaman olağanüstü bir uyuşturucuya dönüşürler. Haşhaşı gördünüz mü bilmiyorum!? Yuvarlak, harika bir nimettir aslında, muhteşem bir nimet. Afyon’da çok ekilir, çok olur. Haşhaşı kanatırlar, yeşilken o kandan sakız akar. O sakızı imbikle damıtırlar ve eroin olur. Aklı örten şeyler neden haramdır biliyor musunuz! Haram olduğu için haram değildir, insanı geçici de olsa akılsız bıraktığı için haramdır. Eroin de bu nedenle insanı yani aklı uyuşturduğu için haramdır. O zaman bu haramların maksadı üzerinden tekrar okunması şu manaya gelir: Akılsızlık haramdır.

Söyler misiniz afyon içmeyen koca bir toplum nasıl bu kadar akılsız oldu. Yani afyon içerek akılsızlık haramdır da afyon içmeden akılsızlık helal midir? Neden amaçları ıskalıyoruz! Aristo’nun dediği gibi bilgi, sebepleri bilmektir. Sebepleri bilmiyorsak bilmiyoruzdur. Sonuçlardan hiçbir şey çıkaramayız.

Asıl mesele sebeplerdir. Değiştireceksek sebepleri değiştireceğiz çünkü sonuçlar ancak sebepleri değiştirdiğimizde değişir. O zaman sonuçlar sebebi ele veriyorsa, sebeplere götürüyorsa değerlidir. Bu anlamda ibadetlerden uyuşturucular imal ediyoruz ve bunun adına bendeniz bir şey uydurdum. Geçen de hutbemi bunun üzerine kurdum: “İbadetlerin mistifikasyonu”… Yani ibadetlerin mistik hale getirilmesi, mistifiye edilmesi… Ne demek bu!? Bakınız müşrikler ibadetleri mistifiye eden bir toplumdu. Yahudilerden öğrendiler bunu, zira Yahudiler de ibadetleri mistifiye ettiler. Hristiyanlar bunu bir gömlek daha ileri götürdü, mistifiye edilmiş, mistisizme kurban edilmiş ibadetlerden en sonunda kurtuldular. Onların yerine törenleri, ayinleri, ritüelleri, ritleri koydular. Rit olan ibadet ilerleyerek mit olur, mitoloji olur yani adım adım gider, sonunda mitolojiye girersiniz. Bu anlamda sonunda din adına elinizde bir tutam mitoloji, hurafe, uydurma, yalan ve batıl kalır.

Heykel haram değildir. Mübarek Kur’an, Süleyman peygamberin sarayındaki temâsilden bahseder ama putperestlik haramdır, şirk haramdır. Biz heykele haramlığı tahsis ederek şirkin üstünden haramlığı kaldırdık, farkında mısınız! O kadar ustayız ki, “şark kurnazlığı” diye boşuna dememişler. Gerçekte maksadı saklıyoruz, ıskalıyoruz, araçları ise amaçlaştırıyoruz. Bütün bu kurnazlıkları da amaçtan kurtulmak için yapıyoruz. Böylece ibadetler maksatlarını gerçekleştirmiyor.

Namaz aslında gündelik 5 vakit muhasebe yapmak içindi, fakat namaz günde 5 kez üçkâğıdın üstüne çekilen yorgana döndü. Haksız mıyım? Benim gördüğümü siz görmüyor musunuz? Onun için ibadetlerin mistifiye edilmesi üzerinde çok sıkı durmak lazım.

İbadetlerin mistifiye edilmesi ne demek? Bir ibadet mistifiye edilince amacını, ruhunu, anlamını kaybeder. Amacını, ruhunu ve anlamını kaybeden bir ibadet, amacının tam tersine hizmet eder. Mesela zekatın, infakın, hayır-hasenatın amacı yoksullullukla mücadeledir. Yoksullukla, yoksulluğu yok etmek için mücadele etmeniz gerekir. Ama amacı ıskaladığınızda, yoksullukla yoksulluğu yok etmek için değil kurumlaştırmak için mücadele etmeye başlarsınız. Nasıl? Yoksulluğu var edeceksiniz ki her verdiğinizi vicdanınıza rüşvet olarak veresiniz! Yoksa o görkemli, gösterişli dünyalığınızdan küçücük kırıntıları vererek nasıl tatmin olabilirsiniz! Ancak böyle yapabilirsiniz. Yoksulluğu yok edecek küresel projeler yerine yoksulluğu dünyada asla kökünü kazımayacak ama yoksulları da böyle küçük küçük yemleyerek kendimizi tatmin edecek ve onların sırtından cennet kazanacak bir kapıya dönüştürmek lazım, değil mi? Alın size harika bir uyanıklık türü daha. Dahası, maalesef mistisizme ve mistisizm tanrısına kurban edilmiş namazlar, oruçlar ve haclar görüyorum. Sevgili Rasul’ün ifadesiyle yapanın yanına yorgunluğun, açlığın ve gösterişin kaldığı ibadetler.

Onun için de dualar tutmuyor çünkü dua etmiyoruz. Bizim ettiğimiz dua değil, dua dillerinizle söylediğiniz değil, ellerinizle eylediğinizdir. İşte tam da bu yüzden ibadetler, bizi daha iyi, daha insan, daha merhametli, daha vicdanlı, daha şefkatli, daha adil, daha bilinçli, daha akıllı, daha ahlaklı kılmıyor. Farkında mısınız?  Eğer amaç gerçekleşmiş olsaydı, toplumun ibadet eden kesimi toplumun en kaliteli kesimi olurdu, ama öyle midir, söyler misiniz? Bir toplumun akıllıları ibadetten kaçıyorsa, bunun sebebi o toplumda ibadet edenlerin akılla arasındaki köprüleri yıkmasından dolayıdır.

Bir toplumun dürüst, sözüne güvenilir, kaliteli, ahlaklı, donanımlı, akıllı, bilgili, sorgulayan insanları dindarlar değil de onların dışındaki kesimler ise, dindarlar ibadet ile ahlak arasındaki kopmaz bağlantıları kopardığı içindir. Sabaha kadar konuşsam bu mevzuyu konuşurum. Sizi rahatsız etmeye geldiğimi anladınız değil mi? Yani halimiz bu! Size tatlı yalanlar söylemeyi onursuzluk ve size haksızlık olarak görürüm. Size acı gerçekleri söylemeyi kendime karşı vazifem, Allah’a karşı sorumluluğum, insanlara ve varlığa karşı ödevim olarak görürüm.

Ne olursunuz Müslümanların içinden her yerden az da olsa ibadetleri mistifiye etmeyen, ibadetleri mistik tanrılara kurban etmeyen, ibadetleri birer uyuşturucuya dönüştürmeyen, birer dinsel metafizik uyuşturucu imalathanesine dönüştürmeyen bilinçli insanlar çıksın. O zaman yeniden başlayabiliriz. O zaman bir mayamız olabilir, o zaman şu ayetin anlamı yerini bulabilir: İçinizden bir topluluk bulunsun! Hayra çağıran, hazza çağıran değil hatta çıkara çağıran da değil. Çünkü hayrın hazzı da vardır, çıkarı da vardır, ama hazzın tek başına hayrı yoktur. Ma’rufu önersin, yani ortak aklı. Milletin kafasına vura vura hayır olmaz, zorbalıkla hayır olmaz, ikisi bir araya gelmez! İnsanlığın ortak aklı tarafından kötü görülen şeylerden de sakındıran bir topluluk bulunsun. Özetle maya olacak bir toplum bulunsun. Malumunuz maya çaldığımız şeyler, -hanımlar daha iyi bilirler- mayaladığınız şeyin kalitesi, mayanın kalitesini aşamaz. Maya kaliteli olsun, yoksa maya çaldığımız şey de kalitesiz olacak.

Teşekkür ediyorum. İftar bedeninize, bu naçiz paylaşımım akleden kalbinize afiyet olsun.

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Gazze’de yaşanan ve insanlık vicdanını ayağa kaldıran soykırım, işgalci İsrail devletinin (!) İslam coğrafyasının kalbindeki hırsızlık ve talana dayalı mevcudiyetinin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor. İsrail’in bu coğrafyadaki mevcudiyeti, ilk bakışta Yahudilere bir yer arama çabasının sonucu olarak takdim edilse bile, Ortodoks Yahudilerin böylesi bir yer fikrine karşı çıktıkları göz önünde bulundurulduğunda, Yahudilere yer arayışının bizzat Yahudi teolojisiyle değil, seküler Siyonist ideolojiyle ilişkilendirilmesi gerektiği açıklık kazanıyor. Amerika Başkanı J. Biden’ın İsrail’i ziyareti esnasında “Siyonist olmak için Yahudi olmaya gerek yok” şeklindeki ifadesinin de gösterdiği gibi Siyonizm, işlevi ve değeriyle ilgili küresel batılı hegemonyanın üzerinde ittifak ettiği ve toplu bir şekilde desteklediği tastamam seküler bir ideoloji. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Bu ideoloji ve onun hizmet ettiği küresel batılı hegemonya, annelerinden özgür doğan çocukların bedenlerini, ruhlarını, iradelerini ve duygularını ele geçirmeyi amaçlıyor. Onları iliklerine kadar sömürüp kendi mülkü haline getirecek ve sonra onlara varlıklarını kendisinin armağan ettiğini söyleyecek bir güce ulaşana kadar da asla durmayacak. Varlığını bu hegemonyanın sağladığı araçlara değil, sadece Allah’a borçlu olduğunu ilan eden Gazzeli çocuklar, kadınlar ve erkeklerin mücadelesinde seyrettiğimiz şey insanlığın özgür geleceği, Batılı küresel hegemonyanın bir aygıtı olarak İsrail’in insan dışı saldırılarında seyrettiği miz şey ise insanlığın sömürülmüş, köleleştirilmiş geleceğidir. Bu yazıda Gazze aynasında seyrettiğimiz bu iki gelecek ufku üzerinde duracak ve insanlığın özgür geleceği için İslam ümmetinin nasıl bir mükellefiyet altında olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

Şöyle bir soruyla başlayalım: Siyonist ideolojiyi yaratan ve her şartta onun arkasında yer alan kapitalist emperyal hegemonyanın, onu İslam coğrafyasının kalbine yerleştirmekteki maksadı ne olabilir? Bu sorunun cevabı insanlığın geleceğine dair tehditlerin ne olduğuna ve Gazze’deki mücahitlerin giriştiği mücadelenin nasıl olup da bu tehdide karşı külli bir farkındalık ve mukabele imkânı verdiğini bize öğretebilir.

Bu soruya cevap vermek için öncelikle birkaç çelişkiyi ve ona bağlı birkaç aldatmayı fark etmemiz gerekiyor. Çelişki şudur: Mevcut küresel dünya düzeni politik yasanın teşekkülünden ve kamusal alanın işleyişinden, dinsel inanca ait her türlü etkiyi dışlama fikri üzerine kuruludur. Bununla birlikte İsrail doğrudan doğruya teo-politik bir ideolojiye dayanan ve hem kamusal alanın işleyişi hem de politik yasanın teşekkülünde dinsel inançların yoğun şekilde etkili olduğu bir yapıdır. Revize edilmiş tüm unsurlarına rağmen hâlâ bir Westfalya sistemi olarak görülebilecek küresel dünya düzeni açısından bu durum ilk bakışta bir çelişki olarak görülebilir. Şöyle ki on yedinci yüzyılda teşekkül eden Westfalya sistemi, Avrupa’da politik mücadelenin din kisvesi altında yürütüldüğü ve sekiz milyona yakın insanın öldüğü otuz yıl savaşlarından (1618-1648) çıkarılan bir derse dayanıyordu: “Din, çatışma, düzensizlik ve güvensizlik kaynağıdır. Şu halde hem devletler arasında hem de bir devlet içinde barış, düzen ve güvenin tesisi için dinî inançların politik alandan dışlanması gerekir.” Westfalya barışının bir gereği olarak, her devlet kendi içinde egemen kabul edilse ve diğer devletlerin bu egemenlik alanına müdahalesi yasaklansa bile, zımni olarak bunun bir istisnası öngörülmüştü: Komşu devletlerden birinde dinsel inançlar politik alan üzerinde etki yaratma teşebbüsünde bulunursa, diğer devletlerin toplu bir şekilde buraya müdahale etme hakkı öngörülüyordu. Laiklik ilkesine kaynaklık eden ve bu ilkeyi küresel sistemin esasına yerleştiren bu seküler eğilim, Avrupa tarihinin on yedinci yüzyılı takip eden her aşamasında daha da güçlenerek korundu ve küresel sistemin taviz verilemez esaslarından biri olarak varlığını sürdürdü. Hal böyleyse küresel sistemin muhafızlığını yapan unsurlar nasıl olup da İsrail gibi kendisini teo-politik yollarla meşrulaştıran ve politik alanı binlerce yıllık dinsel ideallerin tahakkümü altına sokan bir yapıyı destekliyor? Buradaki çelişki nasıl anlaşılmalı?

Bu çelişkinin üstesinden gelmenin yolu, aslında onun sadece görünüşte çelişki olduğunu fark etmektir. Çünkü ne İsrail hakiki mânâsıyla Yahudiliğe dayalı dinsel inançların politik alana tahakküm ettiği bir yapıdır ne de bugün kavuştuğu yeni form itibarıyla ileri derecede kapitalistleşmiş liberal yeni-emperyalist hegemonya dinsel herhangi bir inanca bağlılıktan tümüyle soyutlanmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İsrail’in kuruluşunu temin eden Siyonizm, asıl itibarıyla dinsel değil tümüyle dünyevi bir ideolojidir. Bu ideolojiye hizmet edenlerin bir çoğu Tanrı’ya inanmayan ve hiçbir kurumsal dine mensubiyeti olmayan seküler insanlardır. Dinî inançlar Siyonizm için yalnızca araçsal bir değere sahipti ve hâlâ da öyledir. Kapitalist liberal hegemonyanın dinî inançlarla ilişkisine gelince; bu hegemonik yapı tarihsel süreç içerisinde elde ettiği olağanüstü esnek karakteri itibarıyla, kategorik olarak din karşıtı değildir. İlk olarak, onun mevcut durumda karşı olduğu şey insan iradesinin teslim olacağı en yüksek otorite olarak yalnız Hakk’ı tanıyan ve iradelerini O’ndan başkasına teslim etmeyeceğini beyan edenlerdir. “Katı olan her şeyi buharlaştıran” ve onları asıllarından koparıp kendi şekline sokan büyük bir sindirim aygıtı olarak kapitalizm; dinsel inanç, tutum ve pratikleri ruhlarından soyup sırf cesede dönüştürdüğü ve onlara “kendi ruhundan üflediği” sürece hiçbir dinsel inanç, tutum ve pratik onun için tehdit olamaz; bunlar görünüşleri itibarıyla İslamî bir karakterde olsalar bile. Yahudilik, Siyonist ideoloji tarafından tarihsel süreç boyunca ona içkin dünyevî karakterin öne çıkartılması suretiyle uhrevî tüm içeriğinden arındırılan bir cesede dönüştürülmüş ve kapitalist ruh için adanmış bir beden halini almıştır.

Kapitalist tahakküm araçları aynı şeyi Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm veya bir başka dinî gelenek üzerinde başarabildiği sürece, onlar sırf “dinsel görünüşleri” bakımından bir tehdit teşkil etmez; elverişli araçlar olarak, bu ruha boyun eğmiş hizmetkârlara dönüşebilir. İkinci olarak, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonya, iddia edildiği haliyle nötr değildir, tümüyle ona özgü seküler bir tedeyyün tarzına ve dinî inanış, tutum ve ferdî-kurumsal pratikler olarak tasavvur edilebilecek örüntülerin arkasında bulunan içkin bir dinsel ruha sahiptir. Bu dinsel ruhun özü, tek kelimeyle “bu-dünyacılık”tır. Bu-dünyacılık, bu dünyayı öte dünyaya nispetle hiçbir değeri bulunmayan, imar ve inşa için emek sarf etmeye değmeyecek bayağı bir şey olarak gören ruhbanî öte-dünyacı tutumun karşı kutbuna yerleşir. Bu haliyle öte dünyayı yok sayıp hayatı bu dünyadan ibaret görür ve insanın bu hayattaki nihai gayesinin dünyevî refah, üstünlük ve güçten başka bir şey olmadığını kabul eder. Bu-dünyacılık on sekizinci yüzyıldaki Aydınlanma çağıyla birlikte Avrupalı zihnin kalbine yerleşmiş ve her aşamada yeni formlar kazanarak varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. 

Bu-dünyacı inanç, Fransız ihtilalinin öncü ismi Robespierre’in Paris’e dikerek (1794) çevresinde dinî festivaller tertip ettiği, dünyevî aklı yüceltmek için tasarlanan “Yüce Varlık Kültü”nde olduğu gibi açık veya Masonluk ile dönemin İlluminati gruplarında olduğu gibi gizli paganik ritüellerle kendini âşikâr ettiği gibi, bu-dünyacı ruhun her türlü tezahüründe saklı, öte fikrinden mahrum dünyevî egemenlik maksadında da gözlemlenebilir. Burjuva sınıfına özgü, sermaye biriktirme ve onu kârlı yeni faaliyetler için kullanarak artırma maksadına dayalı dünyevî egemenlik ideali, Avrupa tarihinin kendi iç gelişimiyle irtibatlı bir şekilde, on sekizinci yüzyılda tarihin merkezine yerleşir ve daha fazla sermaye, daha fazla kâr, daha fazla zenginlik elde etmek üzere dünyayı egemenlik altına almak isterken önüne çıkacak başka her türden egemen unsuru tasfiye etmeyi amaçlar. West-falya sistemi, dünya hayatını tanzim iddiasına sahip dinî inançları tasfiye etmiş ve dünyevî egemenliği tek başına krala, yani politik iktidara vermişti.

On yedinci yüzyıl mutlak hükümranlık sahibi kralın dünyaya nizam verirken din ve sermaye dahil olmak üzere başka hiçbir yasa ve güç tanımadığı bir dönem olsa da, on sekizinci yüzyılda sermaye sahipleri kralı ve onun mutlak politik egemenliğini kendileri için tehdit görerek bilim insanlarını, filozofları ve “aydın” rahipleri de yanına almak suretiyle mason localarında toplanmaya ve yüksek kâr ideallerine tehdit teşkil eden her türlü egemenlik kaynaklarını bertaraf etmek üzere çalışmaya başladılar. Bu yüzyılda mason locaları ve onların Almanya şartlarında biçimlenen bir tür uzantısı olarak İlluminati grubu içerisinde gizli bir şekilde yürütülen bu çalışmalar, teori ve pratiği dünya sahnesiyle sınırlandırılmış aydınlanmacı seküler zihniyetle birleşerek dünya egemenliği hedefine tehdit oluşturan unsurlara karşı gizli ve özel tekniklerle savaş açtı. Savaşın muhatabı olan unsurlar, kendileri de dünya hayatını tanzim etme iddiasına sahip şeylerdi: Dinler, devletler, devletler üzerinde hükümranlık iddiasında bulunan yöneticiler ve onların iktidar kaynakları, dinle değilse de aile değerleriyle yakından ilişkili ahlâkî idealler, hakikatle irtibatını koparmamış, bu nedenle de hakiki bir eleştiri imkânına sahip sahih fikir ve nihayet dinî inançlara, ahlâkî değerlere, sahih fikre dayalı insan iradesi. Bunlar bir kez hedef tahtasına konulduktan sonra, kurumsal dinî yapıların tasfiyesi ya da içinin boşaltılması, siyasetin kötürümleştirilmesi, ahlâkın izafileştirilmesi, fikrin gerçeklikle irtibatının kopartılarak ifsad edilmesi ve büyük kalabalığın iradesinin manipülasyonlar yoluyla kontrol altına alınması temel amaçlar olarak belirlendi.

Sermayesini mütemadiyen artırmak isteyen kapitalist bu amaçlara sahipti, çünkü onun için dünya sermayenin serbest dolaşımı için devasa bir pazardan başka bir şey değildi. Bu “pazarı” yönetmek ve kurallarını belirlemek isteyen başka rakipleri tasfiye etmek ve pazara hakim olmak zorunluydu. Bu mücadeleyi yürütürken takip edilecek strateji, locaların özünü ele verecek bir yapıya sahipti: Gizlilik. Kapitalist küresel hegemonyayı tesis çabası tümüyle gizli bir şekilde yürütülecek, bu hegemonyayı amaçlayanlar doğrudan doğruya maddî evrenin görünür yöneticileri olmayacak, bunun yerine görünür yöneticilerin arkasında bulunan ve onları karmaşık ilişkiler yoluyla yönlendiren aktörler olacaktı.

Görünenler alanını görünmeden yönetmenin elverişli bir tarafı da vardı: Aydınlanmacı özgürlük talebi, efendiliğin her türüne meydan okuyor ve insanları kendi vicdanları dışındaki otoritelerin tümüne karşı isyana teşvik ediyordu. İngiltere’deki Muhteşem Devrim ya da Fransız İhtilali böyle bir talebin geniş halk kitlelerini hareket geçirmesiyle mümkün hale gelmişti; insanlar bir kez kendi kaderlerini ellerine aldığına inan(dırıl) mıştı. Hal böyleyken, dünya pazarını ve hepsi de bu pazardaki müşteriler olarak görülen insanları kontrol etmeyi amaçlayan bir zümrenin, efendiliğini görünür bir şekilde yürütmesi mümkün değildi. Bu nedenle pazarın serbest olduğu ve müşterilerin tümüyle kendi özgür iradeleriyle hareket ettiği fikri yerleştirilerek bu husus tartışmaya kapalı bir kural haline getirilmeli, pazar ve müşteri bu sahte serbestî perdesinin arkasından idare edilmeliydi. Fakat bu tanrısal idare yöntemini dünya sahnesi üzerinde dünyevî aktörler aracılığıyla işletmek o kadar kolay bir şey değildir. Pazarın ve müşterilerin buranın idaresinde, gizlenmiş aktörler tarafından idare edilen görünür yöneticilere karşı minnet altında bırakılması ve bu idareciler olmaksızın dünya sahnesinin mütemadiyen bir kaos altında kalacağı fikrinin yerleştirilmesi gerekir. Bu, düzeni sağlayan bir otoritenin yokluğunda, insanların kendi başlarına bırakılmaları durumunda dünyanın sonu gelmez bir kaosa düçar olacağı şeklindeki eski bir siyasî fikrin devamı olarak görülebilir. Ama burada farklı olan şey, egemenin daima kendisini gizleyerek iktidarını yürütmesidir.

Peki gizlenerek hükmünü yürütme stratejisi nasıl icra edilebilir? Bunun yolu, pazarın düzenini ve müşterilerin güvenliğini tehlike altına sokacak sahte riskler imal etmek ve bu risklerin kaynağında kendi iradeleri bulunmadığı için bir türlü başa çıkamayan pazar ahalisini söz konusu riskleri çözmek üzere kendisine muhtaç etmektir. Böylece pazar ahalisi düzen ve güvenlik için daima küresel hegemonyanın görünen aktörlerine muhtaç olacaktır. Bu strateji on sekizinci yüzyıldan itibaren giderek karmaşıklaşan egemenlik teknikleriyle desteklenmiştir. Halihazırda İslam dünyasının kalbine yerleşerek bu coğrafyayı bitip tükenmek bilmez bir kaosla meşgul eden İsrail ve onun arkasındaki Siyonizm, esasen bu egemenlik ve kontrol stratejilerinin bir ürünüdür. Siyonizmin, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonyanın nasıl aracı olarak kullanıldığını aşağıdaki satırlarda açacağım. Bunun öncesinde, pazarı kontrol etmek isteyen zümreler için sermayenin değişen yapısı üzerinde durmak istiyorum. On sekizinci yüzyıldan itibaren sermayenin değişen yapısını ve zenginliğin değişen anlamlarını kavramak, onun değişen egemenlik strateji ve tekniklerini tespit edebilmeyi sağlar. Buna göre zenginlik iktisadî zihniyet ve pratiklerin dönüşüm sürecine bağlı olarak başlangıçta altına sahip olmak şeklinde anlaşılıyordu, daha sonra mala-ürüne sahip olmak zenginlik olarak anlaşıldı, sanayi devrimiyle birlikte malın üretimini temin eden üretim araçlarına sahip olmak zenginlik sayılırken, Marksist bakış açısından ise üretimi temin eden emeğin kendisi, değerin esası olarak görüldü. Modern döneme geldiğimizde zenginliğin artık altına, mala, üretim araçlarına ya da emeğe sahip olmak anlamına gelmediği yeni bir durum ortaya çıktı. Çünkü emeğe, onu işleteceğiniz üretim araçlarına ve neticede ortaya çıkan ürüne sahip olabilirsiniz, fakat insanlar bu ürünü almaya dönük bir hevese sahip değilse bunlar tek başına bir şey ifade etmez. Şu halde zenginlik aslında insanların duygularına sahip olmak, onların ürünlere dönük iradelerini ele geçirmektir.2 İnsanların duygularına kim sahipse, onları kim yönlendirebiliyorsa dünyevî iktidarın ve pazarın asıl sahibi odur. Gelinen nokta itibarıyla müşteri, mal haline gelmiş, ürünü alması beklenen müşterinin duygusu pazarlanan, kontrol edilmesi ve üzerinde egemenlik kurulması gereken asıl metaya dönüşmüştür.

Buraya kadar söylenenlerden, ileri derecede kapitalistleşmiş ulus-ötesi dünya sisteminin Siyonizm aracılığıylaİslam dünyasını, yeni-emperyalist hegemonya biçimleri aracılığıyla da insanlığı egemenlik altına alma hedefine karşı Müslümanların sahip olduğu derin imkânlarla ilgili birkaç netice çıkarabiliriz. İlk olarak, ileri derecede kapitalistleşmiş bu-dünyacı liberal hegemonyanın kendi dünya egemenliğini tesis yolunda tehdit olarak gördüğü ve gerçekten onlar için tehdit olabilecek bir zümre varsa, onların bu dünyayı, öte dünyayı hesaba katarak imar etme amacı güden Müslümanlardan başkası olmadığını açık bir şekilde kavramak durumundayız. Müslümanlar, bu dünyayı adil bir şekilde imara yönelirken fiillerinin nihai maksadını bu dünyayla sınırlamaz, aksine bu sınırı aşarak ötesine, yani ilâhî rıza maksadına yönelirler. Tüm eylemlerini yalnızca Allah rızasını kazanmak için yapan ve iradelerini Allah’tan başkasına teslim etmemeyi tevhidin gereği olarak gören Müslümanlar, onların iradelerini ve duygularını teslim almayı amaçlayan her türlü hegemonik aktöre direnme kabiliyetine sahiptir. İlâhî rızayı kazanma ve onun dışındaki maksatları amellerinden dışlama çabası olarak İslam, Müslümanların hayatını siyasetten iktisada tüm alanları kapsayacak bir şekilde tanzim etme amacı taşır. Bu amaç doğrultusunda Müslümanlar, sadece böyle yaşamakla kalmaz, ilâhî rıza dışındaki maksatları dünya üzerinde yayma ve onları insan eylemlerinin nihai maksadı haline getirerek dünyayı ifsad etme amacı güden yapılarla mücadele etmeyi de salık verir. İslamî yaşantının özünü ifade eden ve farklı formlarıyla en yüksek ifadesini cihad ibadetinde kendisini gösteren bu ruh, bu-dünyacı kapitalist liberal hegemonyaya tehdit olmakla kalmaz, Westfalya düzeninin hâlâ gerçek mânâda korunan nadir ilkelerinden biri olan “dinî inançlar toplumsal-politik alanın düzenlenmesinde hiçbir rol oyanayamaz” şeklindeki kuralı tehlikeye atma ve bu kural üzerine bina edilmiş dünya düzenini sarsma potansiyeli taşır. Buna göre, teslim oldukları iradeye binaen Müslümanlar;

i) tavizsiz bir şekilde ilâhî rıza maksadını hayatlarının merkezine yerleştirmelerinden ötürü, onların bedenlerini, ruhlarını ve duygularını egemenlik altına almak isteyen çağdaş kapitalist hegemonya biçimlerine karşı direnme imkânına sahiptir.

ii) öte-dünyayı dikkate alarak bu-dünyayı imar etme çabasından doğan âdil ve mutedil hayat talepleri nedeniyle, bu-dünyacı pratiklerin zulüm doğuran neticelerini değiştirme ve insanlığa bu dünyanın âdil imarını vadetme imkânına sahiptir.

iii) bu dünyayı mutlaklaştırmayan ve önünü-ardını göstermek suretiyle onun aslî yapısını öğreten hakikate, yani Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği “ed-Dîn”e uygun bir yaşantı idealinden hiç vazgeçmedikleri için, küresel dünya düzeninin sahte esaslarını bozma imkânına sahiptir.

Yukarıda zikredilenleri dikkate alarak şu sorunun cevabına yeniden bakalım: “Varlığını dinî inançların toplumsal-siyasî varlık alanını belirlemeyeceği şeklindeki ilkeye borçlu olan çağdaş küresel düzen, açık teo-politik kabullere bağlı bir şekilde tesis edilmişİsrail’i niçin destekliyor?” Bunun sebebi, halihazırda küresel dünya düzenine yönelik en hakiki tehdidin, yukarıdaki maddelerde sıralandığı haliyle, İslam dünyasından gelmesidir. Amerika–Avrupa Birliği aksına mukabil ne Çin ne de Rusya, mevcut dünya düzeni için bu temelde bir tehdit olarak değerlendirilemez. Gizlenmiş aktörlerin şimdi Amerika–Avrupa Birliği ve onların egemenliğine dayalı görünür aktörler üzerinden yürüttükleri egemenlik stratejilerini, pek zorlanmadan Çin ve Rusya üzerinden de yürütebilmeleri mümkündür. Buna mukabil İslam coğrafyası, başından beri, bu egemenlik stratejilerine meydan okuyacak canlı bir iddiaya sahip yegane güç alanını ifade etmektedir. Bu coğrafyanın sürekli bir kaos hali içerisinde düzensizlik ve güvensizliğe düçar edilmesi, buranın kontrolü için temel stratejiyi temsil eder. İsrail coğrafyanın kontrolü için, bizzat Müslümanların küresel ölçekteki iddialarının tarih boyunca temsilî bir merkezi olan Kudüs eksenli bir şekilde kurulmuş ve coğrafyaya sürekli bir şekilde kaos, tehdit ve güvensizlik yaymıştır. Ancak bunu yaparken küresel aktörler, İsrail’i mahallede kaos yaratan söz dinlemez bir figüran, kendilerini ise bu söz dinlemez figüranın çıkardığı kaosu her seferinde çözmek için rol üstlenen hakemler olarak vaz etmiştir.

Bu konumlandırmaya göre, İsrail’in sorun çıkardığı her seferinde Amerika, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin farklı organları İsrail’i uslandıracak yapmacık tedbirler ve Müslümanları bu tedbirlere ikna edecek bir dil üzerinden kendi otorite konumlarını pekiştirmiş; yeni krizlere gebe çözüm(süzlük)ler üzerinden müdahale imkânlarını sürekli hale getirmiştir. Bu, onların sunî riskler imal edip sonra bu riskleri çözmek üzere insiyatif alarak risklere maruz kalanlar nezdinde muhtaçlık ve minnet yaratma stratejisinin bir parçasıdır. Dolayısıyla şunun açıklıkla fark edilmesi gerekir: İslam coğrafyası için kaosun, güvensizliğin ve parçalanmışlığın asıl sebebi İsrail’in varlığı değil, onu (ve gücünü halkından ve hafızasından değil, bağlı olduğu küresel iktidar konumlarından alan, bölgedeki kukla rejimleri) bu coğrafyayı kontrol etmek üzere konumlandıran kapitalist hegemonyanın gizlenmiş aktörleridir. Dolayısıyla açık ya da gizli bir şekilde bu aktörlerin maşası konumundaki her siyasî, iktisadî, toplumsal teşekkül, İsrail’le benzer bir ölçekte bu coğrafya için kaosun, düzensizliğin ve parçalanmışlığın sebebidir. Bu minvalde Müslümanların aslî düşmanlarını açık bir şekilde keşfetmeleri ve bu düşmanla nasıl mücadele edeceklerine ilişkin derin bir farkındalığa sahip olmaları gerekir. Aşağıda bu tür bir mücadeleyle ilgili bazı önerilerimi ve bu aktörlerle mücadele noktasında İslam Ümmeti’nin mükellefiyetlerine ilişkin değerlendirmelerimi paylaşacağım.

Aksa Tufanı harekatı, İsrail üzerinden kendi imal ettikleri riskleri kendileri çözme ve bu yolla otorite konumlarını sürdürme hususunda maharet kesbetmiş, yani gizlenerek iktidarlarını tesis becerilerini hiç kaybetmeyeceklerini düşünen Batılı aktörleri bu kez açığa çıkardı. Bu kez Gazze’deki olaylar karşısında Batılı siyasî kurumların şimdiye kadar alışkanlık haline getirdiği iki yüzlülüğü terk ederek cüretkâr bir şekilde bebek ölümleri, toplu katliamlar, açlığa Gazze hadisesi Batılı kurumların yüzündeki maskeyi kaldırmıştır. Şimdi sıra Müslümanların ve insanlığın gözlerine inmiş perdeyi kaldırmaya gelmiştir. Sayı:14 · 57 mahkum etme, bir milletin varoluş hakkını inkâr ve soykırım gibi suçları amasız fakatsız bir şekilde savunduklarını görüyoruz. Onların gizlendikleri konumu terk ederek, küstahça İsrail’in arkasında durmaları İslam ümmetini bir farkındalıkla yüz yüze getirmelidir. Gazze hadisesi Batılı kurumların yüzündeki maskeyi kaldırmıştır. Şimdi sıra Müslümanların ve insanlığın gözlerine inmiş perdeyi kaldırmaya gelmiştir. Müslümanların ve insanlığın gözlerine, yukarıda tasvir ettiğimiz haliyle, bizzat kapitalist hegemonyanın özünü oluşturan “giz”e bağlı bir oyun perdesi çekilmiştir. Bu oyun küresel çıkar odaklarının sürekli minnet ve borç yaratarak insanlığı kendisine mahkum etme stratejisidir. Buna göre İslam ülkeleri ve genel olarak Batı dışı toplumlar; BM, UNESCO, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin hakemlik ve himayesi altında olmaksızın kendi sorunlarını çözebileceklerine ilişkin bir umuda sahip değildir. Bunun sebebi bu kurumları yönlendiren küresel güç odaklarının, mevcut potansiyeller üzerinden kaşıyarak imal ettikleri sunî krizler üzerinden bu toplumları kontrol etmeleri ve krizin başa çıkılamaz hale geldiği noktalarda yine kendi müdahaleleriyle bu krizi hafifleterek insanları kendilerine borçlu hale getirmeleridir. Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden bu oyun, Müslümanları kendi iradeleriyle kendi meselelerini çözemeyecekleri yönünde bir çaresizlik psikolojisi içine sokmuştur. Mücahitlerin Gazze’de gerçekleştirdikleri hareket, Müslümanlar için sürekli sunî krizler imal ederek iktidarını devam ettiren Batılı hegemonyayı uzunca bir süre sonra ilk defa hakiki bir krizle yüz yüze getirmiştir. Bu meydan okuma, bir yandan Batılı hegemonyanın yüzündeki peçeyi indirmiş; diğer yandan Müslümanların kendi iradeleriyle elde ettikleri oyun bozucu etki sayesinde bizzat oyunun bozulmasını, gözlerimize çekilmiş büyülü perdenin kalkmasını temin etmiştir. Daha önemlisi bu perde sadece Müslümanların gözünden kalkmamıştır.

Aksa Tufanı, Batılı siyasî-iktisadî hegemonyanın kurbanları olan Batılı halkların gözünden de bu peçenin kalkmasına katkıda bulunmuştur. Batı dünyasındaki geniş bir kesim,İsrail’e ve onun arkasında duran hegemonyaya karşı sesini yükseltmiştir. Bu durum, Müslümanların oyun bozucu iradesinin, oyun kurucu bir teklife dönüştüğü zaman ulaşacağı kitleler açısından ümit vericidir. Batılı hegemonyanın maskesinin düşmesi, Müslümanların ve bu hegemonyanın kurbanı olan kesimlerin gözündeki perdenin kalkması; Müslümanlar açısından tarihsel noktada eşsiz imkânlar ve buna bağlı olarak sorumluluklar ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki, karamsarlık, ümitsizlik ve çaresizlik içerisindeki Müslüman toplulukları, iradelerinin dönüştürücü gücüne yeniden inandırma imkânı önümüzde durmaktadır. Her bir Müslümanın tek tek başarabileceği şeyler olduğu gibi, iradelerini ortak bir hedefe yönelttiklerinde başarabileceği şeyler de vardır. Müslümanlar Gazzeli mücahitlerin ispat ettiği gibi sadece Allah’a güvenerek ve ondan yardım dileyerek yola çıktığımızda Allah’ın bizim gören gözümüz, tutan elimiz, yürüyen ayağımız olacağına dönük itikadı yeniden tahsil etmelidir. Küllî iradeye teslim olmuş bu iradenin, enerji tüketen ve sonuçta hayal kırıklıkları yaratan bir atılım olmaması için; şahsî ve kurumsal bencillikleri dışta tutacak şekilde ihlaslı; sünnete uygun bir şekilde hikmete ve bilgiye dayalı; uygulanabilir bir şekilde kademeli ve planlı ve nihayet hedeflenen sonuçlara ulaşmayı mümkün kılacak şekilde sabırlı ve azimli olması gerekir.

Böylesi bir iradeyi hayata geçirme yolunda Müslümanların atacağı adımlar, sadece onlar için değil insanlığın geri kalanı için de umut kaynağı olacaktır. Bununla birlikte şunu ifade etmek gerekir ki Müslümanların, halihazırda onların mağduriyetlerinin kaynağında bulunan ve ana maksadı Müslümanlara mahsus potansiyelleri yok etmek olan ileri derecede kapitalistleşmiş liberal yaşam tarzının, farkında olarak ya da olmayarak, bir parçası oldukları zeminde bu iradenin hayata geçmesi mümkün olmayacaktır. Zihniyet, irade ve eylemleriyle sorunun bir parçası haline gelmiş zümreler, sorunu çözme iddiasına sahip olamaz. Dolayısıyla Müslümanların kendi imkânlarını keşfetmeleri, onların varlığına kasteden düşmanlarını teşhis etmeleri, imkânlarını harekete geçirmelerine mani olan şeyleri Mücahitlerin Gazze’de gerçekleştirdikleri hareket, Müslümanlar için sürekli sunî krizler imal ederek iktidarını devam ettiren Batılı hegemonyayı uzunca bir süre sonra ilk defa hakiki bir krizle yüz yüze getirmiştir. Sayı:14 · 59 belirlemeleri, mevcut durumlarını bu minvalde muhasebe etmeleri, nihayet bu muhasebe ve bilgiye dayalı olarak hayatın her alanını kuşatacak adımlarla harekete geçmeleri gerekir. Müslümanların sahip olduğu imkânlardan yukarıda kısaca bahsetmiştik. Halihazırda bu imkânları hayata geçirme iradesinin önünde çok çeşitli engellerin bulunduğunda kuşku yoktur.

Her şeyden önce Müslümanların hayatlarını içinde idame ettirdikleri siyasî, hukukî, toplumsal yapılar, Müslümanlara mahsus imkânları oldurmak ve geliştirmek değil, zayıflatıp anlamsızlaştırmak üzere tasarlanmıştır. İslam coğrafyasında, bu yapıların idaresini üstlenen politik rejimler onları Müslümanlara mahsus imkânları oldurup geliştirecek bir istikamette dönüştürme yönünde bir iradeye sahip değildir, çünkü birçoğu kendi varlığını zaten İsrail’in varlığını mümkün kılan iradeye borçludur. Böyle olmayan hükümetlerin eylemleri ise içinde bulundukları yerel ve uluslararası siyasî-iktisadî koşullar tarafından belirlenmekte ve sınırlanmaktadır. Bu şartlar altında Müslüman toplulukları yönlendirme gücüne sahip sivil kurumların, bilginlerin, iş insanlarının, sanatçıların, medya mensuplarının, farklı sektörlerdeki Müslümanların ve sokaktaki Müslüman’ın da başarabileceği şeyler vardır. Bunlardan ilki, olayların başından beri oldukça anlamlı bir şekilde hayata geçirildiği haliyle boykottur. Boykot, sadece boykot edilen şeyle ilgili değildir. Boykot edilen şeye bir zarar verir, ama asıl faydası bizedir: Bizi bilinçlendirir, kim olduğumuzu, kimden yana ve kime karşı olduğumuzu gösterir. Bizzat tevhidin öğretmek istediği haliyle neyi reddettiğimizi ve neyi kabul ettiğimizi durmaksızın, hayatın her alanında hatırlatır. Boykotu sadece pazardaki ticarî mallarla ilgili değil; genel olarak ekonomimize, zihniyetimize, ahlâkımıza, siyasetimize, diyanetimize sızmış her türden bâtıl, kirli ve çarpık unsurlara karşı yürütmek ve asıl bu yolla, gizlenerek iktidarını yürüten kapitalist hegemonyaya meydan okuyabileceğimizi fark etmemiz gerekir.

Boykot, asıl anlamıyla ancak o zaman başarıya ulaşabilir. Buna dönük bir iradeyi canlı tuttuğumuzda; boykot edilen filanca fikir, teori, eylem ve tutumun yerine Müslümanca hangi fikri, eylemi ve tutumu koymamız gerektiğini konuşmaya başlarız. Böylece boykotla ilgili bu geniş bakış açısı; sokaktan eve, iş yerinden okula Müslümanca bir yaşamı yeniden ve daha derinden talep etmeyi mümkün kılmaya başlar. Boykotu bu derin anlamıyla kavradığımızda, boykot edilmesi gereken zihniyetin, yukarıdaki satırlarda etraflıca tasvir ettiğimiz haliyle “bu-dünyacılık” olduğunu görürüz. Siyonist rejimin arkasında bulunan ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonyanın, kendilerini gizleyen aktörler tarafından yürütüldüğünü söylemiştik. Bu gizlenmiş aktörleri açığa çıkarmanın yolu, komplo teorileriyle mütemadiyen onlar hakkında konuşmak değildir. Onları açığa çıkarmanın bir yolu, Gazzeli Müslümanların da bize öğrettiği haliyle; eylemlerimizin nihai maksadını bu-dünyaya ait maksatlar ve menfaatlerle sınırlayarak onları ebter hale getirmemek, bunun yerine eylemlerimizi bu-dünyaya ait maksatlar ve menfaatlerin ötesine geçecek şekilde ilâhî rıza gayesine yöneltmektir. Müslümanlar en sıradan, en dünyevi görünen eylemlerini bile Allah rızası için yaparlar. Günlük dilimize yer ettiği haliyle bir Müslümanın diğer bir Müslümana yapacağı en büyük dua “Allah razı olsun!”dur. Çünkü Müslüman bilir ki, bir Müslüman ne yaparsa yapsın onu sadece Allah rızası için yapar ve O’nun rızasını umar. Bu bakış açısı amellerimizi bu-dünyanın ötesine taşır, onlara ilâhî rıza katına yükselecekleri bir ruh armağan eder. İbn Atâullah el-İskenderî’nin deyişiyle “Ameller dikili heykeller gibidir, bu heykellere ruh veren şey ilâhî rıza maksadının, yani ihlasın onlardaki varlığıdır ”

Kendinde ruhsuz bir cesetten ibaret olan eylemlerimize ihlas ve ilâhî rıza maksadı değil, bu-dünyacılığın özünü teşkil edecek şekilde yalnızca sermaye artışı ve daha fazla kâr hevesi eşlik ediyorsa, biz de sorunun artık bir parçası haline gelmiş oluruz. Sermaye artışı ve daha fazla kâr hevesinden başka maksat gözetmeyen eylemler, yalnızca tüccarlar ve zenginlere havale ederek kurtulabileceğimiz bir günah değildir. Sermaye ya da kâr yalnızca para veya mal gibi maddî şeylerden ibaret sayılmaz; kâr hanesine görünürlük ve bilinirliği, beğenilmeyi, elde edilecek herhangi bir makamı, güç ve iktidarı vb. de koyabiliriz. Aynı şekilde sermaye hanesine de tüm eylemlerimiz ve ilişkilerimizi dahil edebiliriz; sermaye, çalıştırıp kâr etmeyi amaçladığımız her şeydir. En somut haliyle ifade edecek olursak; bir Müslüman aldığı arsayı, oturduğu makamı, kurduğu ilişkiyi, göründüğü sahneyi yalnızca daha kârlı bir arsa, daha üst bir makam, daha itibarlı ilişkiler ve daha büyük bir sahne için sermaye gibi görüyorsa, onun eylemlerini Hakk’a kanatlandırarak canlandıran ilâhî rıza kaybolmuş, onun yokluğunda bir cesede ve heykele dönen eylemlerinin içine kapitalist hegemonya kendi ruhunu üflemiştir. O ruh, eylemi Hakk’a değil yalnızca bu-dünyaya mahsus kâra taşır ve kendi egemenliği için hizmetkâr haline getirir. Allah Resûlü[s.a.v.] yaptığı tüm eylemlerini sadece Allah rızasını kazanma kaygısıyla yapan; dünyayı dünya için değil, ahiret için sermaye gören kişileri şöyle müjdeliyor: “Kim bütün kaygılarını tek bir kaygıda, öte dünyaya Allah’ın rızasını kazanmış bir şekilde gitme kaygısında toplarsa, Allah onun bu dünyadaki tüm kaygılarını giderir.” Diğer tara#an maksatlarını bu dünyayla sınırlamış ve eylemlerini bu dünyaya özgü maksatları elde etmek üzere parçalayarak şu işinde daha fazla mal ve para, şu işinde daha fazla şöhret, şu işinde daha üst makamı amaçlayan, ama namazında veya orucunda da ilâhî rızayı uman kişileri ise şöyle uyarıyor: “Kim de kaygılarını parçalar ve dünya hallerine dağıtırsa, Allah onun hangi vadilerde helak olduğuna aldırmaz”.

Yalnızca Allah’a dayanan, ondan başka kuvvete boyun eğmeyen, maksatlarını onun rızasından başka şeyle dağıtmayan Gazzeli Müslümanlar, tüm insanlığa korkuyu yenmenin ne mânâya geldiğini gösterirken bu müjdeye, Allah’ın sadece onun rızasını amaçlayan kişiden dünyadaki her türlü korkuyu kaldıracağı müjdesine mazhariyeti ispat ediyor. Eylemlerini ilâhî rıza dışındaki maksatlarla dağıtan ve uzaktan Gazze’yi izleyen Müslümanlar ise sayısız korku ve endişe ile kendi vadilerinde helak olmayı bekliyor. Kimisinin korku ve tedirginlik, kimisinin lakaytlık, ki misinin uyuşturulmuş bir şuurla orada öylece durduğu bu bekleyiş tarzından sıyrılıp, düşmanı saklandığı yerden çıkarmak, rahatsız etmek, üzerimize saldığı korkuyu yenmek ve gerçekten geriletmek istiyorsak, yediden yetmişe hepimizin yapabileceği bir şey var: tek tek tüm eylemlerimizi muhasebe ederek, her birini bu dünyayı aşan bir maksatta birleştirmek. Bu-dünyayı herkesin nihai maksadı haline getirmek isteyen ve bu maksatlar üzerinden bizi egemenlik altına almak isteyen bu ruha karşı en büyük mücadele, onu eylemlerimizden tümüyle kovmaktır. Kitlesel gösteriler, ürün boykotları, ince düşünülmüş eylemler, bunların hepsi değerlidir, fakat daha değerli olan bir şey; gösteriden, eylemden ve boykottan sonraki ilk dakikadır. Gösteri bittiğinde, eylem sona erdiğinde, boykot ettiğimiz ürünü rafa koyduğumuzda atacağımız sonraki ilk adım, o eylemde sergilediğimiz ruhla yaşama yönündeki taze irade.. Bizden korkuyu alıp, düşmanın kalbine yerleştirecek şey, işte kendi adımıza yaşama iradesi olacaktır. Eylemlerimize sızarak onları ebter hale getiren bu habis ruhu tasfiye etme çabası, Müslüman için imanın gereği olduğu kadar, bu dünyayı tüm insanlara şahitlik edecek, örnek olacak bir şekilde güzelleştirme, âdil bir şekilde imar etme ve her ferde kendi hürriyetini hakiki bir şekilde kazanma imkânı verecek bir hayat tesis etme çabası da imanın gereğidir.

Bakara suresi 143. âyet, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi’nin meâliyle, Müslümanlar üzerinden bu mükellefiyeti açık bir şekilde ortaya koyar: “Ve ey ümmet-i Muhammed! İşte böyle bir sırat-ı müstakime hidayet etmek suretiyle biz sizi vasat, merkez ve her tarafı denk, mu’tedil, hayırlı bir ümmet yaptık ki siz diğer insanlar üzerine kavlen veya fi’len veya hâlen şâhid-i adil ve nümune-i imtisal olasınız.” Müslümanlar bu ayette bildirildiği haliyle, bu dünyayı hakikatle ilişkisi içinde imar ederek güzelleştirme ve insanlığın geri kalanına insanca, hakiki mânâda hür bir hayatın nasıl olacağını gösterme mükellefiyetine sahiptir. Yer üzerinde hareket eden canlılar, gökte uçan kuşlar (En‘âm: 38) ve dünyadaki diğer topluluklar da birer ümmettir (Ankebut: 18). İslam ümmetini onlardan ayıran şey, Müslümanların sözleriyle, eylemleriyle ve halleriyle doğruya, iyiye ve güzele örneklik teşkil etmeleri; bu-dünyayı öte-dünyaya nispetle imara yöneldiklerinde ortaya çıkacak küllî iyilik alanlarını yapısal formlara kavuşturarak tüm insanlık için örnek alınabilecek bir yaşam dünyası oluşturmalarıdır. İslam ümmetinin dünya tarihi sahnesine çıkarılmasının maksadı da, insanlığın geri kalanına bu hususta şahitlik edecek, örnek olacak bir topluluğun var edilmesidir. Gazzeli Müslümanların iradesi, hep hakikati gösteren bir ayna gibi, insanlığın geleceğini tehdit altına sokan sahte hakikatin yüzündeki maskeyi indirdi ve bu maskenin ardındaki karanlığı ortaya çıkardı. Fakat başardığı yalnızca bu değildi, aynanın saf yüzünde bu dünyayı ötelere bakarak yaşamanın güzelliği de göründü tüm insanlığa. İslam ümmetinin ve ümmete mensup olma arzusundaki her bir ferdin mükellefiyeti, ötelerden iz taşıyan sözün, eylemin ve hâlin siyasetten diyanete, ticaretten hukuka, sokaktan eve nasıl bir hayata dönüştüğünü görmek ve göstermektir.

Teklif Dergisi,sayı:14(Gazze Özel Sayısı),syf:47-64

“Şükürsüz” sıfatı ağır bir itham, insan olana. Şükürsüzlük ciddi bir yara. Tazelenme adına… Niyet ettim şükür gözlüğü ile dünyaya bakmaya.

Şükür’ün çok sade bir anlamı var: iyilik bilme, nimete karşı memnunluk gösterme. Bu kadar sade bir tanım, kolay bir davranışmış gibi görünüyor. Fakat Kur’anî ifadelerden de anladığımız üzere, insan maalesef çok şükreden bir varlık değil. Maalesef dememizin asıl nedeni, şükürsüzlüğün sadece insanın kendi bünyesinde değil, toplum hayatında da ciddi bir yaraya dönüşebilir olması. Şükür, sadece Yaradan’ına karşı bir bilinç yapısı değil. Peygamberimiz’den öğrendiğimiz o ki, insanlara teşekkür etmeyi bilmeyenlerin hakkıyla Hakk’a şükretmeleri de zor. Allah ile arası çok iyi olup da, yarattıkları ile arası kötü olan var mıdır? İçinde şükür fidanı yeşermemişse insanın, ne kulları ile ne de Allah ile iyi bir bağlantı kuramıyor demektir.

Nimet karşısında, nimeti takdir etmenin, nimete ulaşmamıza vesile olanlara teşekkür etmenin, kişide inşa ettiği bir şeyler var. Tevazudan başlatabiliriz bu inşayı, haddini bilmekle, merhametle devam ettirebiliriz. Şükürsüz insan ise hiçbir zaman memnun olmadığı için etrafındakilere -tabiri caizse- ‘ızdırap oluyor’. Şükürsüzlüğün bir göstergesi de eldeki ile memnun olmamakla birlikte sürekli daha’sını istemek.

Ev hali, kişinin huyunu suyunu belli etmede çok verimli bir alandır. Bu yüzdendir ki peygamberliğine en büyük delillerden biri de o Üsve-i Hasene’nin, hanımının şahitliğidir derler. Kaçımızın babası/kocası/hanımı, “bana bu gece evliyalık payesi verildi” dese gözümüzü kırpmadan onaylayabiliriz? Yahu daha geçen gün ben çağırmasam sabah namazın kaçıyordu, daha bir hafta öncesinde sünneti kılmadın ya, böyle evliya mı olur? Sen değil misin dünya nimetlerinden hissene düşene şükretmeyen, razı olmayan? Senden evliya oluyorsa…

Elindekinin kıymetini bilmeyen, elinde ne olduğunu da bilmeyendir. O halde ‘daha’sını istemek sana çare olmayacağı gibi, boynundaki zincirlere bir yenisini eklemekten başka bir şey olmaz. Her ‘daha’da biraz daha daralan, zor nefes alan, gözleri kızaran, yere göğe sığamayan birine dönüyor insan. Önce elini aç bak, orada ne var. Önce elini gör, ardından içindekileri. Daha’sını isterken bir yandan avucunun içinde harap ettiklerini gör. Görmedikçe, elimizin içindekilerden yıkılmaya başlayan bir dünya için didinip duracağız demektir. Altında kim kala, kim öle.

“Şükürsüz” sıfatı ağır bir itham, insan olana. Şükürsüzlük ciddi bir yara. Tazelenme adına… Niyet ettim şükür gözlüğü ile dünyaya bakmaya.

Rabia Gülcan Kardaş / Genç Dergi

NANKÖRLÜK

Farsça’da “ekmek” anlamındaki nân ile “görmeyen, kör” mânasındaki kûr kelimelerinden oluşan ve “yediği ekmeğin, gördüğü iyiliğin kıymetini bilmeyen, nimeti inkâr eden” (kâfir-i ni‘met) anlamına gelen nânkûrden türetilmiştir. “Bir şeyi örtmek, nimeti inkâr etmek” mânasındaki Arapça küfrân ile ni‘metten meydana gelen küfrân-ı ni‘met (küfrânü’n-ni‘me) terkibi de “nankörlük” anlamında ve şükür teriminin karşıtı olarak kullanılmaktadır. Râgıb el-İsfahânî, Kur’ân-ı Kerîm’de küfrân kelimesinin çoğunlukla “nimeti inkâr etme” mânasında küfrün din ile ilgili, küfûrun ise her iki bağlamda geçtiğini belirtir. Nankörlükte aşırı gidenler için kefûr tabiri kullanılmıştır (el-Müfredât, “kfr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “kfr” md.). Buhârî şârihi Kirmânî’nin, kocalarına karşı nankörlük edip onlardan gördükleri iyilikleri inkâr eden kadınlarla ilgili hadis dolayısıyla (Müsned, I, 298, 359; Buhârî, “Nikâḥ”, 88) yaptığı açıklamaya göre, “küfr” kökü biri imanın karşıtı olan küfür (Hakkı inkâr), diğeri şükrün karşıtı olan küfrân (nankörlük) olmak üzere iki farklı anlam içerir (el-Kevâkibü’d-derârî, I, 134).

Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette küfür kökünden fiil ve isimler -yer yer karşıtı olan şükür kavramıyla birlikte- Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlüğü ifade etmek üzere yer almakta (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “kfr”, “şkr” md.leri), tabiatındaki nankörlük dolayısıyla insan “kefûr” diye nitelenmektedir (meselâ bk. Hûd 11/9; el-İsrâ 17/67; ez-Zuhruf 43/15). Aynı niteleme şeytan için de geçmektedir (el-İsrâ 17/27). Hz. Süleyman, Sebe melikesinin tahtını mûcizevî bir şekilde yanında bulunca bunun şükür mü yoksa nankörlük mü edeceği hususunda kendisi için bir imtihan olduğunu belirtmiş, “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince o bilsin ki rabbim ganîdir, kerîmdir” demiştir (en-Neml 27/40). Benzer bir ifade, Lokmân’a hikmet verildiğini ve kendisine “Allah’a şükret” diye buyurulduğunu bildiren âyetin devamında yer alır (Lokmân 31/12). İsrâiloğulları’na lutfedilen başlıca ilâhî nimetler Hz. Mûsâ’nın dilinden hatırlatıldıktan sonra insanların şükretmesi halinde Allah’ın onlara nimetlerini arttıracağı, nankörlük etmeleri durumunda ise azabının çok şiddetli olacağı bildirilir (İbrâhîm 14/5-8). Kur’an’da ayrıca ilâhî nimetler karşısında nankörce davranmanın açlık ve güven ortamının bozulması gibi dünyevî sıkıntılara sebep olacağı belirtilmektedir (en-Nahl 16/112; Sebe’ 34/17).

Hadislerde nankörlük konusu daha çok insanların yaptığı iyiliklere teşekkür etmenin önemi bağlamında ele alınmaktadır. Bu hadislerden birinin meâli şöyledir: “Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez; insanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez. Allah’ın nimetini her zaman anmak şükür, bunu terketmek ise nankörlüktür; toplulukta rahmet, tefrikada âfet vardır” (Müsned, IV, 278, 375; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 11; Tirmizî, “Birr”, 35). İbnü’l-Esîr’e göre bu hadisin, “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez” anlamındaki bölümü, “Kişi insanların iyiliğine teşekkür etmek yerine nankörce davranırsa Allah da onun şükrünü kabul etmez” demektir. Aynı hadis, insanların yaptığı iyiliklere karşı teşekkür etmemeyi alışkanlık haline getirenlerin Allah’ın nimetlerine karşı da nankörce davranıp şükür borçlarını terkedecekleri veya insanlara teşekkür etmeyenlerin Allah’a şükretmemiş sayılacağı şeklinde de açıklanmıştır (en-Nihâye, II, 493-494).

Ahlâk kitaplarında şükürle ilgili bölümlerde nankörlük konusu üzerinde de durulur. Mâverdî, kendisine iyilik yapılan bir kimsenin ahlâkî olarak borçlu durumuna düşmüş sayılacağını belirterek onun mümkünse buna iyilikle karşılık vermesinin, değilse iyilik sahibine teşekkür edip iyilik severliğini çevreye yaymasının gerekli olduğunu ifade eder (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 205, 207). Konuyu yine şükür bahsinde ve felsefî-tasavvufî boyutuyla Allah-kul ilişkisi açısından ele alan Gazzâlî’ye göre şükür Allah’ın verdiği nimeti O’nun hoşnut olacağı şekilde, nankörlük ise razı olmadığı yollarda harcamaktır. Gazzâlî, bir nimeti yaratılış gayesinin dışında ve ilâhî iradeye aykırı olarak kullanan kimsenin Allah’ın nimetine karşı nankörlük etmiş sayılacağını belirtir. Buna göre bir ağacın dalını gereksiz yere kesen kimse dahi bir canlıya kıydığı ve insanların faydalanması için yaratılan nesneye zarar verdiği için nimete nankörlük etmiş sayılır (İḥyâʾ, IV, 94). Gazzâlî, “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem verici bir azapla müjdele!” meâlindeki âyete (et-Tevbe 9/34) dayanarak Allah’ın, tedavülde tutulmak suretiyle insanların ihtiyaçlarını karşılamakta kullanılması için yarattığı parayı, altın ve gümüşü ilâhî hükümlere aykırı şekilde kullanmanın veya kulların ona ihtiyacı varken tedavülden çekip saklamanın nimete ve sahibine karşı nankörlük olduğunu ifade etmekte ve bu davranışı hâkimi bir yere hapsederek adaleti engellemeye benzetmektedir (a.g.e., IV, 90-92, 95;).

İslam ve Çevre

Yapılan araştırmalara göre küresel ısınmanın tetiklediği çevre problemlerinin ( ya da çevre problemlerinin tetiklediği küresel ısınmanın),şimdiye kadar görülen tahribat ve maliyeti, dünyanın başına gelmiş en büyük felaketin habercisi…Önde gelen kozmolojistlere göre yaklaşık 4,6 milyar yaşındaki dünyamızın başına gelmiş büyük felaketler denince akla savaşlar ve doğal afetler gelmektedir. Ne var ki gerek ülkeler arası savaşların, gerekse – büyüklüğü / çapı ne kadar ürkütücü olursa olsun- doğal afetlerin etkisi bir taraftan süreli olurken, diğer taraftan da etkileri lokal olmuş, sadece belli bir coğrafyayı etkilemiştir. Çevre problemlerinden kaynaklanan tahribatın, ise yeryüzünün her bir kilometrekaresini etkisi altına alacağı aşikardır. Diğer taraftan bu sorunların etkilerinin çok daha uzun süreli olacağı da bir gerçektir.

Bütün inanç sistemleri insanı ve insana yönelik hakikat ve kurtuluş telakkilerini öğretilerinin merkezine alırlar. Bu bağlamda dinin bütün kural ve öğretileri insana yönelik bir eğitim ve öğretimi amaçlar. İnsan kendisini kuşatan maddî ve manevî âleme ilişkin bilgilendirilir ve gerek metafizik gerekse maddî âleme yönelik tutum ve davranışları belirlenip tanımlanmaya çalışılır. Bu çerçevede dinler insanın doğal çevreye bakışını yönlendirmeye ve çevresiyle ilişkisini düzenlemeye de ayrı bir önem verirler.

Bu noktada ilahi dinlerin, özellikle de son kutsal din olan islamın ve onun yüce kitabının konuyla ilgili yaklaşımlarını bilmek önem arzetmektedir.

İSLAMİYET VE ÇEVRE

Çevre problemleri konusunda, Kur’an ve Hadis literatürüne yönelen ilk Müslüman araştırmacılardan olduğu bilinen Hindistan’lı Sünni alim Abdulhafız el-Masri’nin; “ Kur’an’da çevreyle ilgili meselelerde yol gösteren ve çevreye nasıl muamele edeceğimizi öğreten yaklaşık 500 ayet vardır..” yönündeki tespiti bize İslamiyetin çevreye verdiği önem konusunda önemli ipuçları vermektedir. K.Kerim ve hadislerin ışığında islam bilginlerinin ortaya koyduğu çevreyle ilgili bazı prensipleri sıralayalım.

Yaşadığımız Çevrenin Yegane Sahibi Allah(cc)’tır:

İslam çevre ahlakının belki en temel yapı taşı olan bu ilkeye K.Kerim’de sıklıkta vurgu yapılmış “yeryüzü ve gökyüzüyle ikisinin arasındaki her şeyin Allah (cc)’a ait olduğu ısrarla ve sıklıkla vurgulanmıştır. Çevre  aynı zamanda  Allah’ın eseridir,ayetleridir. Onu  korumak, Allah’ın bir âyeti olarak, onun    değerini muhafaza  etmektir. Çevrenin insanlığa olan faydalarının onu korumak için yegane sebep olduğunu sanmak çevreyi yanlış kullanmaya veya tahribe götürebilir.

Hz. Muhammed (s.a.v), evren ve onun içindeki mahlukatın –hayvanlar, bitkiler, su ve toprak- insanoğlu için yaratılmadığını beyan buyurmuştur. İnsanın kaynakları kullanmasına izin verilmiştir, fakat onlar bu kaynakların sahibi değildirler.

Yaşadığımız Çevre Bizlere Emanettir:

Bakara Suresi’nin 29. Ayet-i Kerimesinde Cenab-ı Hakk öncelikle “O ki,yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratı…” buyururken,hemen ardından gelen 30.Ayet-i Kerime’de ise insanoğluna halifelik misyonu yüklemektedir.İnsanoğlu halife olarak seçilmiştir ve bu, onun üzerine Allah’ın dünya üzerindeki mahlukatıyla ilgilenme sorumluluğunu yüklemektedir. Allah’a karşı sorumluluğu içeren bu görev ve imtiyaz tek tek her bireye verilir.

Hz. Muhammed (s.a.v),de dünyayı insana itaatkar görmüş ancak onun da üzerindeki ağaçlar ve üzerindeki yabani hayat gibi kendi hakları olduğunu ve aşırı kullanılmaması veya suiistimal edilmemesi gerektiğini kabul etmiştir.Çevreyi hoyratça,sınırsızca kullanım hakkımız yoktur.Bizler çevrenin,belli ölçülerde kullanım hakkına sahip kiracıları durumundayız,sahipleri değil emanetçileriyiz.”

Çevre Temizliğinin Önemi

Müslümanlar arasında beden, elbise, mekan ve gıda temizliğine çok önem verilmiştir. Zira bu prensiplere riayet etmeyenlerin ibadetlerinin boşa gideceği bizzat Hz.Peygamber tarafından belirtilmiştir.   Ayrıca temizlik, Allah sevgisinin ölçüsü olduğu gibi, ibadetlerin de şartıdır. Böylece İslâm dinin kişinin hem maddi ve hem de manevi temizliğini hedeflediği görülmektedir.  Bu nedenle, bir Müslüman’ın temizliği ihmal etmesini anlamak mümkün değildir. Kur’an, İslâm’ın bu anlayışını yaşayışlarıyla gösteren, maddi-manevi temizliğe önem veren Kuba Müslümanlarını şöyle övmüştür: “ Orada (günahlardan ve pisliklerden) temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.”

Hz. Peygamber’in temizlikle ilgili diğer tavsiyelerini ve bize ışık tutan davranışlarını şöyle özetlemek mümkündür: “Kim Müslümanların gelip geçtiği yerden onları rahatsız eden bir şeyi kaldırıp atarsa Allah ona sevap yazar. Allah kime sevap yazarsa o sayede onu cennete koyar.”  “Avlularınızı ve meydanlarınızı temiz tutun.”  Hz. Peygamber “Laneti gerektiren iki hareketten sakının.” buyurmuşlardır. “O iki şey nedir.” diye sorulduğunda ise: “İnsanların gelip geçtiği yollara ve gölgelendikleri yerlere abdest bozmaktır.” diye cevap vermişlerdir. Yine Hz. Peygamber, halkın kullandığı genel yerlere çöp döktürmemiştir. Cuma namazından sonra tırnaklarını kesince Enes (ra)’den içine tırnaklarını gömmek için bir parça çamur istemiş, çamur parçasını yola atmayıp bir duvar kovuğuna koymasını emretmiştir. Yine bu konuyla ilgili  olarak şöyle buyurmuşlardır: “ Allah pak ve temizdir, paklık ve temizliği sever; kerim ve cömerttir, kerem ve cömertliği sever. Öyle ise, avlularınızı ve boş  sahalarınızı temiz tutun. Yahudilere de benzemeyin. Onlar çöplerini evlerde toplarlar.” Müslümanların temizliğe verdiği bu önem batılı araştırıcıların dikkatinden kaçmamıştır.

Havanın Temizliği

Kur’an-ı Kerim, rüzgârların, yer ile gök arasında ilahi emre hazır bekleyen bulutların evrilip çevrilmesinde, bir taraftan diğer bir tarafa esmesi ve bir halden diğer bir hale değiştirilip döndürülmesinde düşünen bir topluluk için Allah’ın varlığına ve birliğine deliller olduğuna işaret etmekle, gezegenimiz olan dünyada sağlıklı yaşamamızı sağlayan etkenlerden birinin de rüzgar olduğunu açıkça bildirilmektedir. Bunun gibi konuya dikkatimizi çeken daha birçok ayetler vardır.   Ayrıca bazı ayetlerde hava, gaz ve zehirli dumanlar ile rüzgara dikkatimiz çekilmiş ve bunlardan ibret ve dersler çıkarmamız istenmiştir. Ayrıca rüzgar ve rüzgarın getirdiği bulutlardan gönderilen yağmurun çeşitli hikmetlerine İslâm alimleri eserlerinde temas etmişlerdir. K.Kerim’e baktığımızda  havanın, rüzgarın bazen rahmet ve bereket ve bazen de felaket taşıyabilmekte olduğunu görmekteyiz.Rüzgar,bazen kurak beldelere bulutları sürükleyip oraların yağmur almasını sağlayabilmekte iken;bazen de tsunami olup felaket sebebi olabilmektedir.Sanayi bölgelerinde oluşan kirli havayı diğer bölgelere taşıyabilmekte iken,aynı şekilde orman ve oksijen bölgelerinden yerleşim bölgelerine temiz hava transferiyle vazifeli olabilmektedir.Konuyla ilgili olarak K.Kerim’de geçen ve aşağıda verilen ayet-i Celileler bizlere rüzgarların hem rahmet,hem de felaket vesilesi olabileceği konusunda apaçık ve net bilgiler içermektedir.

“Böylece Biz de onlara dünya hayatında aşağılanma azabını tattırmak için, o uğursuz (felaketler yüklü) günlerde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga’ gönderdik. Ahiret azabı ise daha (büyük) bir aşağılanmadır. Ve onlara yardım edilmeyecektir.”  (Fussilet:16)

“Ad (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler.” (Hakka:6)

“Biz, o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga’ gönderdik.” ( Kamer 19 )

“Size Kendi rahmetinden tattırması, emriyle gemileri yürütmesi ve O’nun fazlından (rızkınızı) aramanız ile umulur ki şükretmeniz için, rüzgarları müjde vericiler olarak göndermesi, O’nun ayetlerindendir.Andolsun, Biz senden önce kendi kavimlerine elçiler gönderdik de onlara apaçık belgeler getirdiler; böylece Biz de suçlu günahkarlardan intikam aldık. İman edenlere yardım etmek ise, Bizim üzerimizde bir haktır.Allah, rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda Kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler.” (Rum:46-48)

“Ve Kendi rahmetinin önünde rüzgarları müjdeciler olarak gönderen O’dur. Biz, gökten tertemiz su indirdik;Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için.” (Furkan :48-49)

“Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O’dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız. İşte Biz, ölüleri de böyle diriltip-çıkarırız. Ki ibret alasınız.” (A’raf:57)

Suların Temizliği ve Korunması:

Hz. Muhammed (s.a.v) için suyu tasarruflu kullanma ve temizliğini koruma iki önemli konuydu: Suyun sürdürülebilir kullanımına ilişkin olarak su kaynaklarının etrafındaki haram bölgelerin oluşturulmasına teşvik etmiştir. Hadislerde akarsuların, denizlerin kirletilmemesi ve temiz tutulması konusunda da pek çok uyarılar vardır: Su yollarına, meyveli ağaç altlarına, gelip geçilen yollara ve insanların gölgelendikleri yerlere abdest bozulmaması, hayvan ağıllarının kuyulardan belli bir mesafede uzak tutulması istenmektedir. Hatta bu tür yerlere abdest bozmanın haram olduğu ifade edilmektedir. Mescitlerin temiz tutulması, su kaynaklarına, nehir kenarlarına ve durgun sulara tuvalet ihtiyacının giderilmemesi konusunda ciddi ikazlar vardır. “Sizden biriniz durgun suya bevletmesin,  sonra ondan abdest alabilir.” (Buhârî, “Vudû” B.68; Müslim, “Tahâret” ) hadisi buna örnektir.

Allah’ın kullarına bahşettiği nimetlerin başında gelen suyun israfına sebep olan her türlü davranıştan kaçınmak her Müslüman’ın en önemli görevlerinden birisidir. Zira Cenab-ı Hak, yukarıda zikredilen ayet-i kerimede “canlı olan her şeyi sudan yarattık, meydana çıkardık” derken, çok ilginç ve anlamlı bir şekilde suyun hayat için, yaşama için  temel şart olduğunu belirtmiştir. Bununla ilgili olarak Kur’an’da başka ayetler de bulunmaktadır. Hz. Peygamber (SAV) de suya çok önem vermiş, abdest alırken bile gerekenden fazla su kullanılmasını mekruh sayarak yasaklamıştır. Böylece,  abdest gibi Allah’ın dergahına ve huzuruna çıkmak gibi bir işte bile fazla su kullanmaktan insanları men etmiştir. Konuyla ilgili olarak nakledilen bir hadis şöyledir: “Sa’d abdest alırken Hz. Peygamber(SAV) çıka  geldi. Onun çok su kullanarak abdest aldığını görünce:   ‘Bu israf da ne?’ diye müdahale etti.   Sa’d’ın: ‘Abdestte israf olur mu?’ diye sorması üzerine Resulullah (SAV) şu açıklamayı yaptı:   “Evet, akmakta olan bir nehir kenarında olsanız da.”

Ağaç ve Orman Sevgisi :

Bu konunun önemi İslâm’ın daha ilk günlerinde anlaşılmış ve büyük önem verilmiştir. Gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerinde ve uygulamalarında konuya büyük önem verildiğini görmekteyiz. Bu, sadece çevre ve ormanın korunması değil, belki bir bütün olarak bütün alemin Allah’ın mahluku olması dolayısıyla korunması gerektiğiyle ilgilidir. Bu açıdan bakınca, tabiattaki her şey çok önemli olmaktadır. Küçük-büyük, önemli-önemsiz farkı ortadan kalkmakta, insanın keyfi ve rasgele davranışları da böylece sınırlanmaktadır.

Hz. Muhammed (s.a.v), arazileri, ormanları ve yabani hayatı korumak için kaynakları dokunulmadan bırakılan hima (himaye kelimesinin kökü çev.) ve haram olarak bilinen dokunulmaz bölgeler oluşturmuştur. Her ikisi de bugün hâlâ kullanılmaktadır: haram bölgeler aşırı kullanımlarından dolayı yer altı suyu seviyesinin düşmesini engellemek için, kuyular ve su kaynaklarının çevresinde uygulanmaktadır. Hima özellikle yabani yaşam ve ormanlık bölgelere uygulanır ve genellikle otlatma ve ağaç kesiminin kısıtlandığı veya belirli hayvan türlerinin korunduğu arazi bölgelerini gösterir.Hz. Peygamber, Medine yakınlarındaki “Zureybu’t-Tâvil” ismiyle bilinen alanın ormanlaştırılması için çaba göstermiş ve bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kim buradan bir ağaç keserse onun karşılığı olarak bir ağaç diksin.” buyurarak en azından kesilen ağacın yerine yenisini dikme şartını getirmiştir. Böylece burası zaman içerisinde orman haline gelmiştir. Hz. Peygamber, Medine’nin merkezinden itibaren her tarafa doğru 12 mil mesafelik bir sahayı “haram” ilân ederek ağaçlarının kesilmesini, yapraklarının ve otlarının koparılmasını, hayvanlarının öldürülmesini yasaklamıştır.

Çevrenin yeşillendirilmesi ve ağaçlandırılmasını teşvik eden pek çok hadis Hz. Peygamber’in çevrecilik anlayışını büyük ölçüde yansıtmaktadır.

“Bir müslüman, bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir kuş, insan veya herhangi bir hayvan yerse, bu onun için sadaka sayılır. ” (Buhârî, “el-Hars ve’l-müzâra”, Müslim, “Müsâkaât”, H.No:  12)

“Kıyamet koparken elinde hurma fidanı bulunanız, -onu dikmeye gücü yetiyorsa-hemen dikiversin.”(Buhârî, Edebü’l-müfred, (thk., Halid Abdurrahman), s. 138, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1966). Burada esas olan, ağaç dikmenin önemini kavratmak ve buna alıştırmaktır.Burada ayrıca Nebevi bir hikmet de yatmaktadır : Kıyamet kopmak üzereyken tıpkı yemek yemek,su içmek,uyumak,alışveriş halinde olmak gibi olası işlerden  birisinin de fidan dikmek olacağı gibi bir işaret sezilmektedir.Rasulullahın (sav) kıyamet öncesi,yani bilinmeyen bir zaman diliminde fidan dikme işinin yaygınlaşacağını ya haber vermekte ya da arzu etmekte olduğunu ifade etmek mümkün görünmektedir.

“Kim ağaç dikiminde bulunursa, onun için ağaçtan hâsıl olan ürün miktarınca Allah sevap yazar. ” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 415).

“Kim bir ağaç diker ve meyve verinceye kadar muhafaza ve büyümesi için ilgisini devam ettirirse, meyvesinden elde edilen her istifade bir sadakadır ve dikenin hesabına yazılır. ” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 61, 374).

Hayvanlara Karşı İyi Muamele :

Hz. Peygamber, hayvanlara kaba kuvvet uygulanmasını yasaklamış, hayvanların hedef yapılarak atış yapılmasını, dövüşmeleri için kızıştırılmalarını, zevk için avcılık yapılmasını, avcılıkta hayvana eziyet verdiği için sapanın kullanılmasını men etmiştir. Hadislerde hayvanlara karşı yapılan kötü muameleden dolayı insanın hayvanlara hesap vereceği ifade edilir. Hz. Peygamber “Haksız olarak bir serçeyi öldürenden Cenâb-ı Hak kıyamet gününde hesap soracaktır.” (Müslim, “Sayd” H.No: 57) buyurarak canlılara eziyet edilmemesini ve işkence yapılmamasını istemektedir. Hayvanlara dağlama yapmayı, lanet etmeyi yasaklamış, kuş yuvalarının bozulmasını ve yavrularının alınmasını men etmiş, evcil hayvanların beden ve ağıllarının temizliği ve onların yavrularına hassas davranılmasını istemiştir. Hz. Peygamber, her can taşıyan hayvana yapılan iyiliğin sevabı olduğunu belirtmiştir

İsraf ve Savurganlık Yerine Tasarrufu Esas Alma

Yukarıda belirtildiği gibi çevremizde, yerin altında ve yerin üstünde gördüğümüz-kullandığımız kaynaklar sınırsız değildir. Hz.Peygamber (as)’in nehirde akan suda abdest alırken dahi tasarrufu esas alan talimatlarından hareketle, tüm kaynakların kullanımı sırasında tasarrufun elden bırakılmaması zarureti ortadadır. Sınırlı ve çok kere yenilenemez olan ekolojik kaynaklarını, başkalarını ve gelecek nesilleri düşünmeden sırf zevk ve gösteriş gibi nefsani duyguları tatmin için kullanmak çevre probleminin başta gelen amillerindendir. İsraf ekonomisinin ortaya koyduğu bu tüketim hırsı, korkunç bir yangın gibi her şeyi yiyip bitirmekte, geriye dağlar gibi atık ve enkaz bırakmaktadır .Daha fazla kar için daha fazla üretim, daha fazla tüketim anlayışı; bir taraftan sınırlı hammadde kaynaklarını eritirken, diğer taraftan, bunların işlenmesi, ham ve mamul olarak taşınması için de büyük çapta enerji tüketilmektedir. Kutsal kültürden bütünüyle arındırılan, ekonomik hayatın odak noktasına, her gün israfa yeni boyutlar kazandıran, tüketim çılgınlığı yerleştirilmiştir. Bir bulaşıcı hastalık gibi, bütün dünyaya yayılan tüketim çılgınlığıyla, dünyanın doğal kaynaklarıyla birlikte insan kaynaklar da sorumsuzca tüketilmektedir. İsraf toplumu, üretmeden tüketmeye büyük bir hız kazandırarak, insanlar arasındaki tüketim eşitsizliğini büyütmektedir. Tasarruf toplumunda ise, herkes ürettiği kadar tüketmeye özendirilerek, tüketimde eşitlik büyük ölçüde sağlanmaktadır. Birinde, insanlar birbirleriyle elleriyle üretmediklerini tüketmek, diğerinde de, alın terleriyle kazanmadıklarını tüketmemek için yarışırlar.

Yapılan araştırmalara göre küresel ısınmanın tetiklediği çevre problemlerinin ( ya da çevre problemlerinin tetiklediği küresel ısınmanın),şimdiye kadar görülen tahribat ve maliyeti, dünyanın başına gelmiş en büyük felaketin habercisi…Önde gelen kozmolojistlere göre yaklaşık 4,6 milyar yaşındaki dünyamızın başına gelmiş büyük felaketler denince akla savaşlar ve doğal afetler gelmektedir. Ne var ki gerek ülkeler arası savaşların, gerekse – büyüklüğü / çapı ne kadar ürkütücü olursa olsun doğal afetlerin etkisi bir taraftan süreli olurken, diğer taraftan da etkileri lokal olmuş, sadece belli bir coğrafyayı etkilemiştir .Çevre problemlerinden kaynaklanan tahribatın, ise yeryüzünün her bir kilometrekaresini etkisi altına alacağı aşikardır. Diğer taraftan bu sorunların etkilerinin çok daha uzun süreli olacağı da bir gerçektir. Çevre sorunları ülkemizde 70 milyon, dünyamızda 6,5 milyar insanı birinci etkileyen birinci derece tehdit unsuru olmaya namzet sorunlar olarak göze çarpmaktadır.

Bütün inanç sistemleri insanı ve insana yönelik hakikat ve kurtuluş telakkilerini öğretilerinin merkezine alırlar. Bu bağlamda dinin bütün kural ve öğretileri insana yönelik bir eğitim ve öğretimi amaçlar. İnsan kendisini kuşatan maddî ve manevî âleme ilişkin bilgilendirilir ve gerek metafizik gerekse maddî âleme yönelik tutum ve davranışları belirlenip tanımlanmaya çalışılır. Bu çerçevede dinler insanın doğal çevreye bakışını yönlendirmeye ve çevresiyle ilişkisini düzenlemeye de ayrı bir önem verirler.

Bu noktada ilahi dinlerin, özellikle de son kutsal din olan islamın ve onun yüce kitabının konuyla ilgili yaklaşımlarını bilmek önem arzetmektedir.

ÇEVRE ANSİKLOPEDİSİ

İmtihandayız

Yaratılış gayemizi Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde haber veriyor. “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. “ (Mülk, 67/2)

Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım. “ (Zâriyât, 51/56)

Kişi âkil-bâliğ olduğu andan itibaren söz ve davranışlarının sorumluluğunu taşır. Yani hesabı vardır.

Dünyanın albenisi hepimizi bir yerinden yakalar ve yakalıyor.

Hâlbuki mülk sahibi, makam sahibi, ilim sahibi ve her neye sahip isek bunun hesabı var: “Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksiniz. “ (Tekâsür, 102/8)

Esasında karşımıza çıkan her nimet, her olay, her haber ve her ne varsa hepsi bizim imtihanımızdır. Bazen bir nimet, bazen makam, bazen de evlatlarımız imtihanımızdır. Bu itibarla istikamet sahibi olmak önemlidir. Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol! “ (Hûd, 11/112) ayeti hakkında Efendimizin beni ihtiyarlattı (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 56.) buyurması ne kadar manidardır. İstikamet sahibi olmak ne büyük bir imtihan!

Sözümüzden İmtihandayız

Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız hakkında bile olsa, adaletli olun.“ (En’am, 6/152)

Sözümüzden imtihandayız. Rabbimiz uyarıyor. Yakınlarımızın aleyhinde bile olsa doğru sözlülükten vazgeçemeyiz, imtihandayız. Her türlü insani ilişkilerimizi sözle yürütüyoruz. Veya sözümüzü yazıya dökeriz. Günümüzde özellikle sosyal medya çoğumuzun hayatında büyük yer tutuyor. Sözle veya yazı ile isterse bir nokta bile olsa yapılan yalan veya iftara içeren ifadelerin iz düşümü yani hesabı olacak. Yani sözümüzle ve onun kâğıda dökümü olan yazımız ile imtihandayız.

Malımızdan İmtihandayız

Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.“ (Bakara, 2/188)

Kazandığımızdan, ürettiğimizden ve bize gelen her türlü dünyalıktan imtihandayız. Dünya malı tatlıdır. Hepimiz kendimiz ve çocuklarımız için biriktirmeyi severiz. Buraya kadar normaldir. Ama bir şartla: helal ve haram dengesine dikkat etmek şartıyla. Unutmayalım ki, kıyamet günü malımızın az veya çok olmasından değil, helal ve meşru olmasından imtihan olacağız. Bu sebeple hem kendi malımız hem de başkalarının malı için dikkatli olmalıyız. Mesela dilimizdeki “tüyü bitmemiş yetim malı / hakkı ” kavramı ne kadar da mana yüklü değil mi? Kamuya ait olan bir malın veya değerin haksız yere elde edilmesi anlamında kullanılan bu cümle her daim bize imtihanı hatırlatmaktadır.

Evlatlarımızdan İmtihandayız

Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.“ (Tahrim, 66/6)

Çocuklarımızla her daim imtihandayız. Her anne-baba çocuklarının iyi bir geleceği olması için çalışır. Bu gayet normaldir. Adımızı ve mirasımızı bırakacağımız çocuklarımızın gönülleri, düşünceleri ve hayatları nasıl olacak. Sadece dünyalıklarını çoğaltacağız? Onlara iman ve imana bağlı değerleri öğretmede ne kadar başarılıyız? Yani imtihandayız. Günümüzde çocuklarımızı ve bizi bekleyen ve olumsuz yönlere gönderecek yollar çoğalmıştır. Aman dikkat edelim, imtihanımız zora girmesin. 

Sevdiğimiz İnsanlardan İmtihandayız

Aile bireylerine karşı sevgi fıtridir. Ayrıca herhangi bir insana karşı da sevgi besleriz. Ama sınırları vardır. Hiçbir insana olan sevgimiz bunun neticesi olan bağlılık Allah ve Resulüne karşı olan sevgimize geçemeyeceğini bizzat Efendimiz haber veriyor değil mi? O (s.a) şöyle buyurdular: “Sizden biriniz, beni anne-babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 8) Allah ve resulüne düşmanlık besleyenlere karşı bir muhabbet / sevgi besleyemeyiz. Velev ki en yakınlarımız bile olsalar. (Bakara, 2/165)

Ömrümüzden İmtihandayız

“İnsanoğlu kıyamet günü beş şeyden hesaba çekilmedikçe yerinden kımıldayamayacaktır: Ömrünü nasıl tükettiğinden, gençliğini nasıl yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve öğrendiği bilgilerle nasıl amel ettiğinden.”(Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme,1.)

Ömrün hesabı var, gençliğin hesabı var, makamların hesabı var, ilmin hesabı var. Kısacası her türlü dünyalığın hesabı var. Ve herkes hesabını kendisi verecek. İşin bu tarafı çok önemlidir. İnsanoğlu belki etrafından yardım bekleyecek ama nafile! Şöyle buyrulmaktadır: “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yapmış olduklarını elleri bize anlatır, ayakları da tanıklık eder.“ (Yâsin,36/65)

Ve Gazze’den İmtihandayız

Size ne oldu da Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa,4/75)

Gazze’de yaşananlar yüreğimizi yakmaya devam ediyor. Hepimiz imkânımız ölçüsünde imtihandayız. Gücümüzün yetmediğinden sorumlu değiliz (Bakara, 2/286).

Burası tamam da ya gücümüzün yettiklerinden nasıl hesap vereceğiz?

Bu günler mutlaka geçecek. Nefes alıp-veren her Müslümanın ortaya koyduğu mazeret hesap günü ne kadar geçerli olacak?

Dünya hayatı da sona erecek. Hesap günü herkes kendi hesabını verecek. Gazze özelinde her türlü işimizde imtihanda olduğumuzu unutmadan ve hesabımızı yaparken ahiret yurdunu unutmadan yapmaktan başka çaremiz yoktur. Değişik dengelerden bahsederiz. Dünya-ahiret dengesi her Müslüman için vazgeçemeyeceği bir değerdir. O zor günde Rabbim yardımcımız olsun, alıp-verdiğimiz her nefeste imtihanı ve hesabı düşünerek yaşamayı nasip eylesin.  

Şükrü Kabukçu / Manisa il Müftüsü

ŞİFA AYI RAMAZAN

Ramazan; nuru ile Hira’yı, rahmeti ile âlemi, şifası ile gönülleri, ayetleri ile zihinleri aydınlatan ve varoluşunun anlamını unutan insanlığı, bilgi, hikmet ve iffete davet eden yüce kitabımızın nazil olduğu müstesna bir aydır. Peygamberimizin mübarek ve bereketli bir ay olarak tavsif ettiği Ramazan, çoraklaşmış yüreklere ab-ı hayattır. Bu ayda “Cennet kapılarının açıldığını, cehennem kapılarının kapatıldığını ve şeytanların zincire vurulduğunu” (Nesai, Sıyam,5.) bildiren Peygamber Efendimiz; “Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, İman,28.) buyurmak suretiyle ramazanın ve orucun manen dirilten, arındıran ve dönüştüren gücüne vurgu yapmıştır.

Sahuru ile seherlerimizi ihya ettiğimiz, orucu ile ruhlarımızı olgunlaştırdığımız ve teravihi ile gönüllerimizi dinlendirdiğimiz ramazan, iftarlarımızla fıtratımıza, sadakalarımızla kardeşlerimize, mukabelelerimizle kitabımıza, itikâfımızla kendimize yaklaştığımız bir vahdet ayıdır. Ramazan, bireysel anlamda arınma ve yenilenme bilincimizi, sosyal boyutta ise yardımlaşma ve dayanışma duyarlılığımızı gözden geçirdiğimiz bir muhasebe mevsimidir. Nitekim Rabbimiz, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183.) buyurarak orucun, bizlere sorumluluklarımızı hatırlatan ve bizi takvaya eriştiren bir ibadet olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Bu bağlamda yüce bir ahlakı ifade eden takva, müminler için “salih amel bilincine” ve “hesap verme şuuruna” sahip olmayı ifade etmektedir. Kuran’ın ifadesiyle takva, dünyadan ahirete uzanan yolculukta “akıl sahiplerinin en hayırlı azığıdır.” (Bakara, 2/197.) Oruç ibadetinin özünden bir parça olan takva, her boyutuyla dünyevi ve uhrevi hayatı kuşatan bir hak bilinci ve bu bilincin davranışa dönüşmüş hâlidir. Zira dünyada kâmil insan olmanın ve erdemli bir toplum inşa etmenin, ukbada ise cehennemden kurtulmanın ve ebedi huzura ulaşmanın ön şartı bu bilinci kuşanmaktır.

Ramazan, tevhidin kadim ibadetlerinden biri olan oruç ibadetiyle arzu ve ihtiraslarımızı teskin ve ruhumuzu terbiye ettiğimiz, bereketli bir şifa mevsimidir. Oruç, bir şifa vasıtasıdır. Nitekim “Oruç tutun, sıhhat bulun.” buyurularak orucun bu yönüne işaret edilmiştir. Ayrıca Peygamber Efendimiz, bir taraftan “Oruç, sabrın yarısıdır.” ( Tirmizi, Deavat, 86.) hadis-i şerifiyle orucun arzularımıza karşı bir irade eğitimi olduğuna ve nefsimizin dünyevi isteklerine karşı koyma hususunda mukavemet sağladığına işaret etmiştir. Diğer taraftan “Her şeyin bir zekâtı vardır; bedenin zekâtı da oruçtur.” (Ebu Davut, Zekât, 32.) hadisi şerifiyle de orucun bedenimiz için bir arınma vesilesi olduğunu belirtmiştir. Zira nasıl ki zekât, malın temizlenmesini, bereketlenmesini ve korunmasını sağlıyorsa aynı şekilde oruç da bedenin hastalıklardan arınmasına, sıhhate ve selamete erişmesine bir vesiledir. Bugün, orucun sindirim sistemi üzerindeki olumlu ve hatta iyileştirici etkisiyle beden ve ruh sağlığı bakımından insana sağladığı faydalar, hekimlerimizce müsellem bir hakikattir. 

Esasen oruç, sadece midemiz ve yeme içme arzularımız üzerinde bir kontrol sağlamayı değil bütün azalarımıza sahip olmayı öğretir. Peygamber Efendimiz, orucu, olumsuzluklardan ve kötülüklerden koruyan bir kalkana benzetir. Bu yönüyle oruç yalan, gıybet, kötü söz ve kavga gibi fıtratı tahrip eden şeylere karşı insanın imanını ve istikametini muhafaza eder. Nitekim Allah Resulü (s.a.s.), oruçluyu bu tür kötülüklere karşı uyanık olmaya davet eder. Hatta kendisine çirkin bir söz söylenmesi ya da sataşılması durumunda “Ben oruçluyum.” diyerek cevap vermesini emreder. Bu hassasiyeti taşımayanlar için de Allah Resulü (s.a.s.) şu uyarıyı yapar: “Nice oruç tutanlar vardır ki orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz. Geceleri nice namaz kılanlar vardır ki namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn Mace, Sıyam, 21.)

Maddi yönümüz kadar mana dünyamız için de şifa kaynağı olan ramazan ayı, hayatı anlam ve amacından uzaklaştıran anlayışlara karşı güçlü bir varoluş bilinci inşa eder. Müminin anlam dünyasını adalet, merhamet, muhabbet, tefekkür, ihsan, ikram, sabır, metanet, şükür ve tövbe gibi ulvi değerlerle donatır. Ruhsal iyilik ve esenliğin, en az bedensel sağlık kadar önemli olduğunu hatırlatır. Oruçla birlikte inananların gönül dünyasında kibir, enaniyet, hırs gibi menfi duyguların yerini tevazu, samimiyet ve kanaat gibi erdemler alır. İyi olmayı ve iyilik yapmayı müminin karakterine nakşeder. Müminin hayır ve hasenatla mahzun ve mahrum gönüllere yaklaşma çabası, hakikatte onu kalbindeki güzelliklere ve rabbine yaklaştırır.

Hayatımıza ve hanelerimize insani değer, erdem ve güzelliklerle gelen ramazan, tam anlamıyla bir irfan okuludur. İmsak ile sabretmeyi, iftar ile şükretmeyi öğreniriz. Bizlere sabır ve şükür bilinci ihsan ettiği için de her daim rabbimize hamdederiz. Bununla birlikte ramazan, dünyevi meşgaleler sebebiyle çoğu kez unuttuğumuz veya ihmal ettiğimiz değerlerimizi yeniden hatırlatır. Ailemiz, akrabalarımız, dostlarımız ve komşularımızla aynı sofra etrafında birlik, beraberlik ve kardeşlik duyguları içerisinde ibadet bilinciyle buluşturur bizleri. Hüzünleri dindiren ve sevinçleri çoğaltan paylaşmanın ve dayanışmanın lezzet ve sevabını ibadet sofrasında tattırır inananlara. Rahmet ve mağfiretiyle gönül dünyamızı imar eden ramazan, bereketiyle de toplumun huzur, güven ve mutluluğunu tesis eder. Meydana getirdiği vahdet bilinciyle müminleri sevgi, kardeşlik, diğerkâmlık ve isar duygularıyla kuşatır. Hayırda ve takvada yarışma şuuru kazandırır.

Tüm bu yönleriyle müminler için rahmet, bereket, sıhhat ve şifa membaı olan ramazan, hayata istikamet kazandıran anlamı ve insanı Allah’ın rızasına ulaştıran ibadetleriyle bizler için eşsiz bir imkândır. İbadetlerle bugünün imarı ve takva ile istikbalin inşası için bahşedilmiş bir fırsattır. Özünde barındırdığı anlam, değer ve ibadetlerle bizleri maddi ve manevi hastalıklarımızdan arındırarak sıhhat ve istikamet üzere yaşamamızı ve rabbimizin rızasını kazanmamızı sağlayan bir bereketli bir zamandır. Şimdi ramazan ayının getirdiği bereket ve dirilişi yüreklerimizden başlamak üzere hayatın bütün alanlarına taşıma vaktidir.

Prof. Dr. Ali ERBAŞ Diyanet İşleri Başkanı

Oruç, kuru bir açlıktan ibaret değildir. Şayet bir kimse oruçluyken öfke patlamaları yaşıyor, sükûnet ve muvâzenesini kaybediyor, etrafındaki insanlara kaba davranıp kalp kırıyorsa; o kimse orucun ruh ve mânâsından uzak, kuru bir açlık asabiyeti yaşıyor demektir.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Ere mi âşık cemâlin nûruna,
Rahmetin, gufrânın ayıdır Senʼin.
Vara mı sâdık visâlin Tûrʼuna,
Lûtf ile ihsânın ayıdır Senʼin…

Ramazân-ı Şerîf, ilâhî af berâtının alındığı mübârek bir aydır. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyruluyor:

“Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ra­mazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6)

“Kim, inanarak ve sevâbını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse, geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Terâvîh, 46)

Fakat şunu da unutmamak îcâb eder ki, herkes Ramazan ayından, onun ihyâsı için gösterdiği gayret nisbetinde bir şehâdetnâme alacaktır.

Gufrân ayı olan Ramazân-ı Şerîfʼten affolunmuş hâlde çıkabilmek için, bu ayda ibadetlerimize ilâveten, bilhassa tevbe ve istiğfârı, samimî gözyaşlarıyla Rabbimizʼe ilticâ etmeyi artırmalıyız. Cenâb-ı Hakkʼın affını ve rahmetini celbedecek hâl ve davranışlar sergilemeye, daha fazla gayret göstermeliyiz. Ramazân-ı Şerîf nasıl ki ilâhî rahmet ve mağfiretin coşup taştığı bir ay ise, müʼmin de bu ayda Allâhʼın kullarına karşı daha müsâmahakâr, anlayışlı, müşfik, merhametli, nâzik ve affedici olmalıdır. Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışmalıdır.

ORUÇ KURU BİR AÇLIKTAN İBARET DEĞİLDİR

Öte yandan, kimileri, oruç tutmanın kişiyi daha asabî/sinirli yaptığını iddiâ ederler. Orucun hakîkatinden gâfil olanlar da nefislerine hoş gelen bu kanaate kapılarak âdeta oruçluyken öfkeli olmayı normal kabul ederler. Hâlbuki bu, son derece yanlış bir anlayıştır. Zira oruç, kuru bir açlıktan ibaret değildir. İbadet vecdiyle ve âdâbına riâyetle tutulan bir oruç, asabîlik sebebi olamaz. Bilâkis oruç, öfkeyi yenme, nefsi dizginleme, irâdeyi kuvvetlendirme tâlimidir.

Şayet bir kimse oruçluyken öfke patlamaları yaşıyor, sükûnet ve muvâzenesini kaybediyor, etrafındaki insanlara kaba davranıp kalp kırıyorsa; o kimse orucun ruh ve mânâsından uzak, kuru bir açlık asabiyeti yaşıyor demektir. Böyle kimseler;

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” hadîs-i şerîfinin muhtevasına girme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Hâlbuki ilâhî emirlere ve nebevî tavsiyelere uygun şekilde oruç tutan bir mü’min; güzel ahlâka, edep, sabır, hilim, affedicilik, nezâket ve zarâfete her zamankinden daha fazla ehemmiyet vermelidir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri ona söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” buyurmuştur. (Buhârî, Savm, 9)

Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

“Rahmân’ın (has) kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

İBRETLİK HADİSE

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakaret ederek onu üzdü. Fakat Ebû Bekir -radıyallâhu anh- cevap vermedi. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret etti. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hemen kalkıp yürüdü. Hazret-i Ebû Bekir de hemen ardından yetişerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

Mâlum olduğu üzere Ramazân-ı Şerîf’te şeytanlar bağlanır. Lâkin toplumda münâkaşalar, kavgalar, kalp kırmalar, cürümler, hattâ cinâyetler -azalsa da- bitmez. Zira ham ve gâfil nefisler yine iş başındadır.

Dolayısıyla mü’min, midesine oruç tutturduğu gibi, nefsinin serkeşliğine meydan vermeyip onun dizginlerini de sımsıkı tutmalıdır. Zira esas mesele, nefis şeytanını bağlayabilmektir. Ramazân-ı Şerîf ve oruç, ham nefisleri terbiye edip rûhun irâdesini kuvvetlendirerek, insanı her fırsatta kötülüğe sevk eden nefsi kontrol altına almak için, müstesnâ bir mânevî eğitim vesîlesidir.

Lâyıkıyla tutulan bir oruç, âdeta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ki hac ve umrede ihramlıyken, refes, fısk ve cidâl, yani şehevî arzular, edep ve ahlâk dışı konuşmalar, fısk u fücûr ve münâkaşa yasaksa, oruçta da aynı durum söz konusudur.

Dolayısıyla oruçlu bir mü’min, kimseyi incitmeyip kimseden de incinmemeli, şahsına yapılan kusurları Allah için affetmeli, her zamankinden daha müsamahakâr ve anlayışlı olmalı, âdeta “melek sıfatlı” bir kul olmaya gayret göstermelidir.

RAMAZAN ÖZEL

Günümüzün, psikolojik sorunlar, günübirlik ve anlık problemli durumlar, ekonomik sorunlar, ruh sağlığı ve iç dengelerimiz açısından “afet masasına” dönmüş hali hepimizin malumu. Bunların toplumsal yara haline gelmiş olanları, madde bağımlılığından, engelli sorunlarına, işsizlikten aile kavgalarına, kadının istismarı ve kadın cinayetlerinden kan davalarına, çocukların travmaya uğramasından kötü yetiştirilmelerine kadar pek çoğu bilinen ve kangrene dönmüş sorunların bir kısmı devlet eliyle, bir kısmı gönüllü kuruluş ve STK’larla iyileştirilmeye çalışılıyor. Toplumsal kodlarımız hayata tutunmakta ancak bir halının görünmeyen ilmikleri gibi halının bütünlüğünü gizlice ayakta tutmaya yararken, problemleri daha hayatta görünür kılınmadan halledecek mekanizmalar henüz fonksiyonlarını icra edemez haldeler. Hiç şüphesiz en çok kafa yormamız gereken alan budur diye düşünüyoruz. Mevcut durumu özetlemek gerekirse “ölmedik, yaşıyoruz…” Bu konularda toplumun fotoğrafını çeken pek çok açık ve gizli araştırmalar yapıldığı biliniyor. Sahanın fotoğrafına bakıldığında, insan şunları sormadan edemiyor:

Niçin trafikte incir çekirdeğini doldurmayacak işler ölümlü kavgalarla sonuçlanıyor? İnsanlar yemek yerken niçin ağzını şapırdatır? Niçin tuvalet temizliği gibi bir medenilik unsuru ihmal nedenidir? Bir evin önüne insanlar niçin sümkürür ya da tükürür? Konuşmalar niçin kalp kırmaya yöneliktir? Kabalık neden bu kadar yaygındır? Kendimize dair farkındalıklarımız niçin çok zayıf? Empati yeteneğimiz niçin bu denli zayıfladı? İnsanları büyük ya da küçük görmemizin nedenleri nedir? Niçin bu kadar öfkeliyiz? Ana baba ve çocuklar niçin ihmal ediliyor? Genç erişkinlerimiz popüler kültürün pençesinde niçin kıvranmaktalar? Neden genç erişkinlerimizi aile kültürü içinde hayata hazırlayamıyoruz?.. Evet, görünür nedenlerin sorgulanması ilk tespitte bize bu sorgulamaları yaptırıyor.

Ne üzücüdür ki, günümüz, özellikle erkeklerde narsisistik kişilik yapılarını, bayanlarda da borderline kişilik bozukluklarını yaygın hale getirmiş durumda. Şizoid yalnızlar ordusu da hakeza… Bütün bu yapılanmaların hayatın değişik karelerinde toplumsal alana nasıl yansıdığı ya da yansıyamadığı konusu, toplumun gerçek fotoğrafını çekme ve toplumu tanıma yolunda sağlam ipuçları verebilir. Başta çocuk, primer narsisttir. Çünkü bütün ihtiyaçları karşılanmıştır. Böyle bir canlının, annesiyle olan ilişkilerinde annesinden ya da anne yerine bakım veren “ötekiler” diye nitelendirilen bakıcılarından gördüğü ilgi ve sevgi, zamanında ve yeterince ve makul bir biçimde karşılanmazsa narsisistik ya da borderline yapılanmalar çocuğun kendi dünyasında “nesne ilişkileri” anlamında yapılanmaya başlıyor. Bir ömür boyu, kendisi için değil, başkaları için yaşayan kişilikler ortaya çıkıyor. Nöro-biyolojik olarak “ayna nöronlar” diye ifade edilen yapı her defasında çocuk denen canlıda böyle izler oluşmasının temel nedeni olarak yorumlanıyor. Burada ya başkalarına çok bağımlı insanlar oluşuyor, hep sevgi ve ilgi görmek isteyen ya da güvensizlik nedeniyle insanlarla sınırlı ilişkiler kuran şizoid tipler ortaya çıkıyor. 

Hatta sevince çok seven kızınca çok kızan ilginç davranışlar sergileyen borderline yapılar oluşuyor. Hepsi de hayatın içinde farklı davranışlar ortaya koyan ama bunu niçin yaptığını dahi bilemeyecek durumda, yardıma muhtaç insan görüntüleri… Nerdeyse her davranışı, bu yapılandırılmış psikolojik durumların gölgesinde bir hayat, o insanlarda sürüp gidiyor. Kusursuz olmak mümkün değil ama ne kadar değiştiğimizi ancak belli ortamlarda anlayabiliriz. İnsanların bu konularda çoğu zaman farkındalığı yoktur.

Vazgeçilmez olmadığımızı bilmemiz lazım. Narsist çekirdeğin, sevgisizliğe dayalı bir boyutu var, kibir daha farklı. Ama hastalıklar birbiriyle alakalı… Bir adam neden kibirlidir, neden hased eder, neden riya yapma ihtiyacı hisseder? Kendini kabullendirme ihtiyacı bu kadar derin mi? Sevgisizlik çok derinlerde mi? Neden hep ben der… İşte şartlı sunulan sevgi insanı narsist yapar. Çünkü “ötekiler” anlamındaki ebeveyn ve yetiştiricilere, kendini yarandırmak durumunda hisseder çocuk, psikolojik olarak… Herkes kabul görmek ister ya… O, karşıdaki ötekilerin ilgisinden de vazgeçemeyeceği için, kendisi için değil, başkası için yaşamaya başlar aslında. Olayın dış görünüşü ile içsel sebepleri bu nedenle bire bir çok uyuşmayabilir… Gayr-i ihtiyari, bu durum onu biraz riyakâr yapıyor. Nefis zaten potansiyel olarak var, kibir zaten var. Bu direkt narsistlikle alakalı değil ama psikolojik bir mekanizma varsa yetişme bozukluklarımızın olabileceğini, onların üzerimizdeki etkilerini gözden geçirmemiz gerektiğini de bilmeliyiz. Yoksa insan, nefis terbiyesinden tasavvufi terbiyeden geçtikten sonra sevgi dolu bir ortamı teneffüs edebilirse, psikiyatrik manada pek çok şeyi de kendi içinde bir nebze düzeltebilir.

Konuya nefis ilimleri babında bakmak her bakımdan daha iyi olabilir. Böylelikle kendini bilmemenin getirdiği farkındasızlığı, akletmek ve bilişsel anlamda yorumlamanın da önü açılmış olur. Yoksa insan, bir referans noktası bulmazsa kime kendini yorumlatacak ya da yorumlatabilir? O nedenle kendisine değer verdiğimiz sıkı eğitimciler ve irfan ehli insanlar, gerçekten de çok kıymetliler… İşin bir başka boyutunda ne var? Kalbe doğan bir ilhamla seni yönlendiriyorsa, Allah merkezli bir tedavinin de içine girmiş oluyorsun… Standardın çok üstünde pek çok insanın günümüz ortamında kendini kötü hissetmesinin aslında aşabileceği pek çok sebebi var ki, insan bu anlamda yönlendirilmeye muhtaç… Hepimizin sorunları olabilir ve bu konuda kendimize haksızlık yapmamayı da bilmek ya da öğrenmek gerekir. Yoksa bazı şeyleri, bir misyonumuz, bir amacımız olmadan yapıyorsak onun adına ancak sahipsizlik denir. İslam âlimleri de mizaç ve huy hakkında çok konuşmamışlardır. İnsanın yapısal özelliklerini bir kenara atamayız. NLP yapar gibi “şu adam çok ideal, onun gibi olalım” diyeceksen, çakma klişeler insanı asla kesmez, bizler her hâlükârda Hz. Peygamber’i (s.a.v.) örnek alırız. Tekrarlanan davranışlar insanda huy halini aldığına göre, onun huylarını alırsın… İçindeki neşe ya da neşesizlik, ne olursa olsun, iyi ve güzel olan şeyleri tekrar etmekle, ona uymakla, zaten olumsuz olan şeyi ketlemiş ve olumsuzluklardan uzaklaşmış oluyoruz. Bizler bu anlamda da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huylarını örnek alırız. 

Çünkü onun ahlakının mükemmel oluşu vahiyle desteklenmiştir. Psikoterapide de olsa, iradeni kullanıp, sonuçta bir psikoterapistin sende tespit ettiği şeyleri, “şunu yapmamak lazım”a getirdiğin için, farkındalığın artıyor, içgörün artıyor. Bugün çok az sayıda insan, bu içgörü eğitimini nefis ilimlerine vukûfiyeti oranında alabilmektedir. O alana yönelik tekrarlar, konsantrasyon ve farkındalıklar mutlaka insana yol aldırır. İnsanın içindeki duyguların değerlendirilmesi, geçmişte yaşananların günümüzle bağı, yani duygu ve davranışlarımızın temelinde neler yattığı hatta beslenme biçimlerimizin ve kronik hastalıklarımızın dahi psikolojimize etkisi, hep insan duygu ve davranışlarını etkileyen faktörlerdendir. Belli bir kafa yapısına sahip insan büyük oranda arınmışlıkla irtibatlandırılabilir, hele ki, kendini iyilik güzellik ve doğruluğa kodlamışsa, en azından bir değerlendirme bozukluğu yoktur ama bu içinden kötülük geçmemek gibi abartılı bir beklentinin cevabı asla olamaz. Nefsin ya da ruhun özellikleri konusunun, araştırma ile yol alan pek çok sistemi bir şekilde zorladığı da göz ardı edilmemelidir. Bu anlamda, çok iyi şartlarda yetişmiş insanlar için dahi bu söz konusu olamaz, her davranışına her hareketine kefil olunamaz. İmtihan dünyası, her zaman, insanın her türlü sınanmaya açık olması demektir ki, bunun da insana öğrettiği pek çok tecrübe vardır ve olmaya devam edecektir. 

Bazı kaliteli ruhlar, kadim kültürün öncelediği iyilik ve doğruluğa dair öğretilerle, aslında nefis ilimleri ile uğraşmakla, psikiyatrinin, psikolojinin “id” dediği alana çoktan girmişler… Bilinçdışı alanda oynayan ve maharet sergileyen nice babayiğidin nefis ilimleri ile ilgili giriş kapıları, “id” denilen alanla başlamaktadır. İyilik ve kötülüğe dair felsefi, ahlaki referansları olmayan bir psikoloji paradigmasının kadim kültürün yetiştirdiği insan unsuruna bu anlamda her daim saygı duyması kaçınılmaz görünmektedir. Bilinçdışı alanda pek çok irfan ehli ve âlimin rahatlıkla düşünce ortaya koyduğu görülmekte ve bilinmektedir. Günümüz psikiyatrisi de “id”in nasıl deşifre olacağını, ortaya çıkartılacağını çalışan çabalarıyla bu alanda bir nebze de olsa yol almış görünmektedir. Kadim kültürün yetiştirdiği güzel insan modelleri, “kritik zihniyet”le kararlarını verecek diyalektik bir zihne sahiptirler aynı zamanda. Çünkü nefis ilimleriyle pratik ve teorik manada uğraşmak, zikir talimiyle anlamlı hale gelir. Zikir talimi ise insanda zihin sıçraması yapar ve akledilebilir şeyleri akletmeye başlarlar.

İnsan psikoterapist bile olsa, hastası hakkında bir başkasından zaman zaman danışmanlık alıyor ve buna “süpervizörlük” deniyor. Yani psikoterapistin psikoterapiste yaptığı danışmanlığa süpervizörlük deniliyor. Bu, kadim kültürde murakıplık ya da mürşitlik olgusuyla açıklanıyor. Doğru ve ehil ellerde olmak önemli tabi. Bütün bunların hepsi, eksiğini görmek, talebeliği kabul etmek, ilim öğrenmek adına yola çıkılan şeyler… Ve süpervizörlüğün çok çok ötesinde bir olgu tabi bu. Birleşmiş Milletlerin günümüzde bazı yılları “Yunus Emre Yılı” olarak kutlamasının bir sebebi var tabi. Bu, insanlığın derdi ve çilesi, insan olmak hiç kolay değil… İnsanlığın içinde bulunduğu bir açmaz var, bir çıkmaz var… Yunusça düşünmek, psikolojik olarak onları rahatlatıyor. Yani herkesin ağzına bir terapi balı çalıyor aslında Yunus. Küreselleşmeye posta koyuyorsun, dünyevileşmeye posta koyuyorsun, popüler kültürün içi boş dayatmalarına posta koyuyorsun… Sekülerliğe posta koyuyorsun, bütün new age akımlara “güle güle, modern mağarana geri dön, bana hikâye okuma” diyorsun… Burada Yunus, asırlara mürşitlik yapan bir unsur haline geliyor.

“İnsan ve evren hakkında hâlâ çok az şey biliyoruz! Zaten bilim insanları da bu gerçeği her koşulda itiraf edip duruyorlar… Fakat tarih boyunca ve şimdi, gayretli çalışmaları ile insanlığı bugünlere taşıyan tüm gerçek bilim insanları, varoluşsal cevaplar peşinde ömür tüketen felsefe ve fikir adamları; insanlık için çalışmaları ölçüsünde saygı ve itibarı da, elbette sonuna kadar hak ediyorlar… Fakat insanın ve evrenin hakkıyla bilinemezliği boşluğunu kendi uyduruk, bilim dışı ve metafizik yalanları ile doldurmaya çalışan şarlatanlar ve yine, sadece rant ve şöhret peşinde koşan, bilim tüccarları, ayrıca, New age’ciler de denilen sahtekârlar, sahte diplomalı, üşütüklerle beraber, çok büyük ve ifsatçı, ahlaksız dev bir grup oluşturan, sözde bilim insanları cephesi; maalesef, ortalıkta cirit atıp insanlığın acımadan dibini oymaya devam ediyorlar… Yine, yaptıkları ile toplumları, kendilerince dizayn etme veya bir nevi tanrılık taslayarak, genetik müdahale gibi soytarılıklarla, iklimlerle oynama, beyni mıncıklama, uzaktan kontrol gibi asla hakkıyla ulaşamayacakları, daha bir sürü hayaller, fantezilerle uğraşıp, insanlık için bilim yapma yerine; tıpkı şeytan gibi, insanlığı, bilmeyerek değil, bilakis, bilerek ve isteyerek, ifsat ve yok etmek amaçlı bir şekilde çalışıp, gayret ediyorlar…

Şimdi, sözün özü ve söylemek istediğimiz şudur: Çok uzun zamandır pozitivizmin psikolojik etkisiyle yaşayıp, kafa ve kognitif yapıları, bilime ve bilim adamına çok değer veren ve ciddiye alan bir mantaliteye sahip tüm insanlık, maalesef işte bu, bilime ve bilim adamına güvenen psikolojisinin kurbanı olarak, bu zibidi ve ahlaksız şarlatanlara hala değer verip, onları her konuda hakem saymaya devam ederse; Allah korusun, sonumuz malum yok oluş veya köleleşip daha da beter olmamızdır… Ancak, aklımızı başımıza alıp, bir avuç gerçek bilim ve düşünce adamlarına sahip çıkıp, diğer şarlatan, ahlaksız ve küresel maşalara, epistemik, mantık ve gerçek bilim yapma kriterleri ile sırt dönmezsek, kesinlikle önce bilime ve akla, sonra da insanlık ve ahlaka, bizzat kendimiz ihanet etmiş, insanlığı Deccal’e ve şeytana satmış ve bırakmış olacağız, benden söylemesi…”

Çocuklarda Sağlıklı Benlik Gelişimi / İyilik Görerek Büyümek…

Benlik, insanın kendini ve içinde bulunduğu evreni anlamlandırma çabası sonucunda edinmiş olduğu zihinsel bir şablondur. Kim olduğumuz, ne olduğumuz, hangi değer yargılarına sahip olduğumuza dair kendimizle ilgili farkında olduğumuz tüm bilgi, duygu ve tutumların toplamına benlik denilebilir. Ancak benlik asla durağan ve sabit bir şey değildir. Hz. Ali’nin benzetmesiyle benlik, tıpkı bir koyun sürüsü gibi sürekli şekil değiştiren, dağılan, toplanan ve hareket halinde olan bir varlıktır. İnsanın kendisini algılaması, kendisi hakkında belli bir değerlendirmeye varması değişkendir. Bu değişkenlik özellikle küçük yaşlarda daha fazladır. Dolayısıyla aslında bir inşa süreci olan benlik gelişimini en fazla etkileyen unsur çocuğun yakın çevresinde bulunan insanlardır. Bu da elbette anne ve baba başta olmak üzere aile bireyleridir.
İnsan “öteki” ile ilişki kurarak kendisini tanıyan bir varlıktır. Bir bebek için ilk “öteki” annedir. Zira bebeklik döneminde hem fiziksel hem psikolojik olarak tamamen anneye bağlı olan çocuk konuşma yetisini kazanmaya başlayıp annesini “anne” babasını da “baba” olarak isimlendirmeye başladığı andan itibaren kendisinin de bunlardan ayrı, başka bir varlık olduğunu keşfetmeye başlar. Bir bakıma “ötekini” isimlendirmeye başlayınca “ben” dediğimiz şey de ortaya çıkmaya başlar. Yani “sen” varsa “ben” var olur. Böylece çocuk, tıpkı bir aynaya bakar gibi, annesiyle babasıyla ve yakın çevresiyle ilişki halinde kendini tanımaya başlar. Anne ve baba bu sebeple çok önemidir. Ayna karanlık veya çarpıksa çocuk kendini karanlık ve çarpık görecektir. Aydınlık ve düzgün ise çocuk da benliğini ona uygun geliştirecektir.
Aile en temelde beşeri, insan haline dönüştüren bir yapıdır.

Sevgi ve merhamet duygusu başta olmak üzere en temel duyguların edinildiği ve toplumsal kuralların içselleştirilmesi sebebiyle sosyalleşmenin gerçekleştirildiği bir müessesedir. Bu sebeple kişi aileye, insan olabilmek için ihtiyaç duyar. Elbette çocuğun içerisinde büyüdüğü ailenin niteliği burada çok önemlidir.

Yalnızca aile içi iletişimde değil, sosyal hayatın her alanında sağlıklı bir iletişim için en temel ilkenin kendini tanımak olduğunu söyleyebiliriz. Çocuğun benliğinin sağlıklı bir şekilde gelişmesi için en önemli husus anne ve babanın kendilerini tanımaları, kendi benliklerinin farkında olmaları, sahip oldukları bilgi, duygu ve tutumları hakkında bilinçli olmalarıdır. Zira bir ayna görevi görecek olan anne-babanın nasıl bir benliğe sahip olduğu çocuğun gelişimini doğrudan etkileyecektir. Bu sebeple çocuk yetiştirmek (daha doğru bir ifadeyle insan yetiştirmek) kendini düzeltmek, kendini yetiştirmek yani kendini tanımaktır. Bir diğer ilke olarak aile bireylerini tanımayı zikredebiliriz. Bu da aile içerisinde sürekli ve canlı bir iletişimi gerektirir. Zira başta da belirttiğimiz gibi bir koyun sürüsü gibi değişken olan benliğe ilişkin, özellikle gelişim sürecinde, devamlı bir iletişime ihtiyaç vardır. Anne ve babalar çocuklarıyla duygu ve düşüncelerini paylaşmalı, çocuğun da paylaşmasını teşvik etmelidir. Çocuk, duygu ve düşüncelerini paylaştığında onu dinlemek çok önemlidir. Üçüncü ilke olarak sayabileceğimiz etkili dinleme çocuğun kendisine olan güveninin artmasını, değer gördüğünü anlamasını ve benlik saygısını kazanmasını sağlar. Etkili dinleme aynı zamanda aile bireylerinin birbirini tanımalarını da kolaylaştırır. Etkili bir dinleme gerçekleştirilen ve birbirini tanımaya çalışan bireylerin olduğu bir ailede empati kurma yeteneği gelişir. Kendini diğerinin yerine koyabilme, diğerinin duygu ve düşüncelerini anlayabilme anlamına gelen empati, aile içindeki pek çok sorunun, daha en başında çözülmesini sağlayan bir mekanizmadır. Empati kurmayı öğrenmiş bir çocuğun benlik gelişimi sağlıklı olacaktır. Dördüncü ilke olan empati ile birlikte son bir ilke olarak biz bilinci oluşturmayı sağlamış oluruz.

Aslında az önce saydığımız temel ilkelerden uzaklaşmak bu engelleri ortaya çıkarır. Hızlıca saymak gerekirse önyargı, zihin okuma, suçlama, kişiselleştirme, savunmacı iletişim, imalı iletişim, dil ve ifade yetersizliği, yalvarıcı iletişim, hesapçı iletişim gibi engellerden bahsedebiliriz. Geriye de çocuğu, fıtratı bozucu etkilere karşı korumak kalıyor. Aksi halde çocuk eğitimindeki hatalar, onu bir ömür boyu etkileyen ve kişilik bozukluklarına yol açan “gelişimsel bir duraklama” ile yüzleşmek zorunda bırakabilir ve sonuçlarıyla aile ve toplum da yüzleşmek durumunda kalırlar.

“Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.” hadis-i şerifi bize çocuk eğitiminde bir engin sayfa açmaktadır. Ölçü bozukluğuyla malul toplumlarda sosyo-kültürel öğelerden kaynaklanan pek çok sapmalar vardır. “Çocuğu beşikte sevmek” gibi yanlış bir ölçü, bunlardan sadece biri… Çocukları büyüklerinin yanında sevmemek gibi durumlar hakeza. Sevgi özürlü bir toplum negatif manada herhalde ancak böyle inşa edilebilirdi. Dini anlamda da bunun sakıncaları çoktur. Sevgisiz büyüyen bir çocuktan binbir türlü duygu davranış bozukluğunu bekleyebilirsiniz. Bireysel irfan açısından da nefsinin farkında olmayan insan unsurlarının toplumda yaygınlaştığını gözlemleyebilirsiniz. Kibirli sevgisiz, hased sevgisiz, riyakâr sevgisiz ucube kişilikler hep buradan doğmaktadır.

Yine aynı konsepte göre çocuklar, aile içinde “Güven ortamı, Dayanışma ve Sorumluluk Duygusu, Zorlukların Üstesinden Gelme, Kendini Gerçekleştirme ve Manevi Yaşamın Temellerini Atmayı” öğrenirler. Bu vesileyle insanlığın en muhteşem siması Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözleri kulaklarımda çınladı:

Hz. Ali’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Çocuklarınızı şu üç haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehl-i Beyti’nin sevgisi ve Kur’ân okumak. Çünkü Kur’ân okuyanlar, Allah’ın Arşı’nın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, peygamberler ve asfiyalarla beraber Arş’ın gölgesinde bulunacaklardır.” (Camiü’s-sağir, 311)

Çok muhkem bir örnek olması bakımından Şenel İlhan Beyefendi’nin çocuklarla eğitim boyutundaki ilişkilerine bir nebze de olsa değinmek isterim. Kendisi sevgisizliğin sonradan bulaştığını söyler. Sevgisizliğin nelere yol açtığını, insanın hayatına ne gibi olumsuzluklar kattığını çok iyi bilen Seyyidimiz; daha çocukluğundan başlayarak insanı gözlemler, yönlendirir. Bir bakıma insanın sevgi geçmişinde sevgi geleceğini imar eder. Çocuğun zihinsel ve duygusal gelişimine en önemli katkı, duygusal yakınlığa olan ihtiyacına iyi cevap vermektir. Çünkü mutlu bir çocukluk mutlu bir hayat demektir… Sevgi; sermayesi merhamet olan, yüreğe yapılan en güçlü yatırım… Minik yürekler için bu merhamet Seyyidimizin şahsında daha da kabarır, o hassas ve narin canlıya yönelik ayrı bir ustalığın sergilendiği bir titizliğe döner. O nedenle kendisi sevgisizliği ve sevgi gösterme eksikliğini çok büyük bir özür olarak görür. Özellikle “koşullu sevgi” konusundan sakınılmasını söyler. Çünkü ona göre sevgi koşulsuzdur, şartsızdır. Sevgiye şart koşulursa o sevgi olmaktan çıkar. Özellikle çocukların sevgiye inandırılması için gerektiği kadar ve inandırıcılık boyutunda, sevgi yoluyla şımartılması gerektiğini söyler:

“Küçük çocuklar sevildiğini test etmek ister. Çocuğun yetişme biçimine göre, kimi çocuk bardak kırar, kimi çocuk gecenin on ikisinde bağırarak anne ve babasının arasına yatar, kimi başka türlü haydutluklar yapar ama çocuğun amacı çok masumdur. Çocuklar, sık sık sevildiğinden emin olmak isterler. Sevildiğinden emin olma ihtiyacı içinde olduklarından da çok sık yaramazlık yaparlar. Bazıları 3-5 gün, bazıları 3-5 ay sürer, yaramazlıkları sakinleşir ve çocuk sevildiğinden emin olduğunda kendini sakin bir hayata bırakır. Ama bazıları yaramazlıklarını uzun bir zaman sürdürebilir. Ne yapmak lazım burada, anne ve babanın bunu iyi anlaması lazım. Yani belli ölçülerde çocuğu şımartmak lazımdır, bu bir ‘ihtiyaç’tır. Aşırı olmamak koşuluyla… Çok aşırıya kaçılırsa, yani şımarması kalıcı olacak bir formatta ise onun şımarıklığı biraz aşağı çekilebilir ama temelden halletmek asla mümkün değildir, yapmamak gerekir. Ben, çocukları bilerek ve isteyerek, kasıtlı bir şeklide şımartırım. Önce şımartırım sonra aşağı çekerim. Şımartmamın sebebi, insanoğlunun buna ihtiyacı vardır.”

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir.” “Çocuklarınızı çok öpün.” tavsiyeleri Seyyidimizin hayatının sevgi dolu sünnetleridir. Yanlış geleneklerle bu tabloya gölge düşüyorsa bu yanlışlıkları düzeltmeyi en önemli görev addeder… Sevdiğine sevdiğini ifade etmeyi, büyük küçük fark etmez, insan ilişkilerinin temeli sayar. Ziyaretler, davetler ve hediyeleşmelerle bu durumun görünür hale gelmesini de ısrarla uygulamamızı ister.

Benlik ve Kendilik Adına / Dr. Alper Yücel Zorlu

Ey iman edenler! Eğer Allah’tan sakınırsanız, O, size iyiyi kötüden ayıracak bir kabiliyet verir;günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir. Enfal 29

ALLAH KÖTÜLÜKLERE NEDEN İZİN VERİYOR? KÖTÜLÜKLER OLMASAYDI?

Allah ‘ın yarattığı kötülükler dediğimiz şeyler nelerdir? Hakiki Manada Kötülükler var mıdır ?Neden kötülükler, zulümler bizim için problem  oluyor. Kötülükler Neden Var? Kötülükler Olmasaydı? Allahkötülüklere, zulümlere, şerlere neden izin veriyor ? gibi sorular birçok kez aklımıza gelmiştir.

Allah’ın yarattığı kötülükler dediğimiz şeyler nelerdir?

Konumuza girmeden evvel insanlık olarak kötülükler derken neyi kast ettiğimize bir açıklık getirelim . Bizlerin kötülükler diye isimlendirdiğimiz  olay ve varlıklar genel olarak bize zararı olanlardır. Bunları gruplandıracak olursak üç kategoriden oluşuyor .

  • Birincisi : İçten gelen zararlar; yani hastalıklardır.(kanser, felç gibi)
  • İkincisi : Dışarıdan gelen zararlar yani depremler, afetler musibetlerdir(insan kötülükleri de buraya girer )
  • Üçüncüsü: Dinin koyduğu yasaklardır.(haramlar)

Bu üç alandaki varlıkların Allah tarafından neden yaratıldığı hakkında insanda bazı sorular hâsıl olabilir . Bu soruların cevabı olayların gerçekten kötü olup olmadığını ; iç yüzünü ,  hikmetlerini ortaya koyarak verilir.

Allah kötülüklere, zulümlere, şerlere neden izin veriyor ?

Allah‘ın kötülükler  ve şerlerin yaratılmasına izin veriyor olması birçok hayırlı maksadlar, nedenleri vardır. Bu külli maksatlar Cenab-ı Hakk’ın külli isimlerinin ortaya çıkmasını sağlıyor.  Bizim çirkin, kötü, maksadsız, şer ve zulüm gibi gördüğümüz şeylerin mutlak şer olduğu söylenemez. Şimdi mahlukata bakan yönüyle değerlendirelim.

Mesela; insanların  terakkiyatı hayırlar ve şerlere bağlıdır.

İnsanlar arasında Ebu Cehiller olduğu gibi, Hz.Ebubekir (R.A) gibi kamil sahabeler de çıkıyor.

Çelik, ateşle çelik oluyor.

Bahar, kışla geliyor.

Atmaca, serçe kuşunun kabiliyetlerini geliştiriyor.

Küfür, inkar iman sahiplerinin imanlarını kuvvetlendiriyor.

Şimdi diyebilir miyiz ateş, kış, atmaca kuşu, kafir, kötülük neden var? Elbette diyemeyiz.

Diğer bir yönü de Allah‘ın isimlerine ayna olmak maksadıyla Cenab-ı Hak kötülüklere, şerlerin  vücuduna izin veriyor.

Gafur ismi günahların affını iktiza ettiğine göre;  günahlar olmasa af, mağfiret nasıl olacak?

Gafur ismini Allah bize nasıl bildirecek,  tanıtacak, sevdirecek..?

Tövbe kapısını nasıl arayıp bulmaya çalışırdık ?

Peygamberlere hayırlar, şerler olmasa ihtiyaç kalır mıydı?

Cennet ile Cehennem’ e gerek kalır mıydı?

Kiramen katibin melekleri neyi yazacaktı?

Kutsal kitaplar hayrı, şerri iyilik ve kötülükleri niçin anlatsın ki?  vb..

Görüldüğü gibi birçok iman hakikatleri kötülüklerin varlığıyla kolay anlaşılıyor. Allah‘ın sonsuz isimlerinin ortaya çıkmasında kötülük diye isimlendirdiğimiz şeyler vesile olmuştur. Biz sadece Gafur ismini konuştuk. Diğer isimleri siz tefekkür edebilirsiniz.

Şunu aklımızdan hiç çıkarmayalım. Allah‘ın bu kainatı yaratma gayelerinden binden birisi de kendini tanıttırmaktır. Burada bunu ifade ederken aklımıza “böyle bir şeye ihtiyacımı var ki?” diye gelmesin. Hikmeti öyle iktiza etmiştir. İktiza etmek ile ihtiyaç hissetmek farklı şeylerdir karıştırmayalım. Sözler kitabı 18. söz ikinci noktasında  bu mesele mükemmel tefsir edilmiştir. Biz ne biliyorsak oradan öğrendik. Siz de okuyarak daha külli istifade edebilirsiniz. Okumanız ümidiyle..

Hakiki Manada Kötülük var mıdır ?

Zararlı görünen her şeye kötülük diyemeyiz , temelinde yatan amacın gerçekten kötülük yapmak mı ? Yoksa büyük bir düzene ve amaca hizmet etmek mi? olduğuna bakmalıyız . Mesela bir adamı masaya yatırıp kesseler bu dışarıdan zarar gibi görünebilir lakin orda yatanın hasta kesenin de cerrah olduğunu öğrendiğimizde bu olayın kötülük değil iyilik olduğuna hükmederiz . Peki zahiren kötülükler olarak görünen bu olayların yaratılmasına Allah neden izin veriyor ? Bu sorunun cevabı aslında kainatın ve insanın neden yaratıldığını anlamaktan geçiyor . Kainatın yaratılmasından murad bizzat kötülük etmek değildir. Kötülüklere izin verilmesiyle hakiki güzelliklerin ortaya çıkması sağlanıyor. Siyah ve beyaz  renkler birbirine karışınca milyonlarca renk tonu ortaya çıkıyor.

Kötülük gibi görünen olaylar gerçekten kötülük müdür ?

Kainata bakıldığında hiçbir şeyin amaçsız olmadığı ortada iken bu olayların amaçsız olduğunu iddia etmek büyük bir safsatadır . Dediğimiz gibi kainatı yaratmakla Allah kendini tanıtmak istiyor ve isim , sıfatlarının ortaya çıkması için onların olmadığı yerleri görmek iktiza ediyor .(Zıttı ile ayna olmak)

Mesela; karanlık olmaksızın aydınlık , soğuk olmadan sıcak fark edilemez çünkü her şey bir referansa göre yorumlanır. Aynen öyle de mesela Şâfi ismini tanıttırmak için hastalıkları veriyor bununla insanlar şifa diye bir mefhumun varlığını öğreniyor , açlığı veriyor Rezzak ismi ile Dünya’yı bir sofra-i Rahmân’a çeviriyor bu yokluk ile onu tanıyoruz.

Dolayısıyla nasıl ki masum birinin öldürüldüğünü işitmek zahiren kötü görünüyor. “Allah neden o öldüren kişiye izin veriyor” diye aklımıza her zaman geliyordur.  Ama işin arkasına bakınca rahmet olduğu ve  bir hedefe , amaca hizmet ettiği ortaya çıkıyor. Aklımıza gelenleri yazalım. Siz de yorumlarda yazabilirsiniz.

  • Ölen masum kişi ahirette büyük mükafat kazanıyor. Belki de cehennemden  kurtuluyor.
  • İmtihan devam ettiği ortaya çıkıyor.
  • Azgın olan bir nefsin neler yapabileceği anlaşılıyor. Kişiler nefsine itimat etmemeyi öğreniyor.
  • İşleyen kişiler tövbe ediyor. Başkalarına da tövbeyi tavsiye edebiliyor.
  • Cinayete tanık olan, duyan insanlar, böyle bir günahtan Allah’a sığınıyor.
  • İnsan nasihat dinlemeyi öğreniyor.
  • Zulmü gören insanlar maneviyata, duaya  yöneliyor.
  • Zalim insanlar için Cehennem, Masumlar için ebedi Cennet arzu ediliyor. İnsanın ahiret alemine ilgi ve alakası artıyor. Bunlar gibi belki de binlerce ders çıkarılabilir.

Allah Kainat ve İnsanı Niçin Yarattı ?

Mesela insan güzel bir elbise giyse önce aynada bir kendine bakar peşinden birilerine göstermek ister veyahut çok cömert birisi cömertliğinin gereği olarak yardım edebileceği birilerini bulmak … Gibi her güzellik ve olgunluk ortaya çıkmak görülmek ve gösterilmek istenir , Kainata baktığımızda sonsuz hikmet , rahmet , cemal ve kemali görünen zât da elbette bu mutlak sıfat ve isimlerini görmek ve göstermek ister .

Nasıl ki her ilim sahibi bilgisini aktarmak için dersler verir, kitaplar yazar. Nasıl ki ressam , resim yapar ve resim kabiliyetini sergiler. Aynen öyle de Allah sonsuz ilminin muktezası olarak bu Kuran-ı kebir denilen kainatı var etmiştir . Bu kainat Allah‘ın sonsuz sıfat ve isimlerinin yazılarının olduğu bir kitap , bunların göründüğü bir ayine hükmüne gelmiştir .

Elhasıl, kainat Allah‘ın kendini tanıttığı büyük bir sergi haline gelmiştir , elbette okunmayacak kitap yazmak  hikmetsizdir , yenilmeyecek yemek israftır. Aynen öyle de sonsuz hikmet ve rahmet bu kainat kitabını okuyacak , bu sergiyi temaşa edip onu tanıyacak varlıklar olmasını iktiza eder .İnsanın vazifesi kainat kitabını okuyup Allah‘ı tanımaktır .

Kötülüklere Allah ‘ın  izin veriyor olması insanlığa ve medeniyete nasıl fayda sağlıyor?

Evet kainatın amacıyla uygunluğunu ispat ettiğimiz bu olaylar insan için zarar değil, yarardır . Evvelce bahsettiğimiz gibi insan buraya tanımaya , öğrenmeye ve keşfetmeye geldi . İnsanın zâtında gizli kalmış kabiliyet ve istidatların inkişafı , ortaya çıkması zıtlıklar ile olur.

Mesela hasta oluruz bunun doğurduğu netice ile vücudumuzu tanıyıp ona uygun devaları ararız. Bununla tıp , biyoloji , kimya vb. gibi gizli kalmış bilimleri keşfederiz . Acıkırız ekip biçmeyi , yemek yapmayı öğreniriz. Üşürüz elbise dikeriz, terziliği öğreniriz .  Hava buz tutar sığınak lazım olur, ev inşa eder ; mühendisliği , geometriyi öğreniriz … Ve en önemlisi bu öğrenme sürecinde başımıza yığınla olay gelir neticesinde bizzat kendimizi keşfederiz ruhumuzu , irademizi tekamül ettirip kendimizi geliştiririz . Nasıl ki bir insan kas geliştirmek istese saatlerce yoğun ve yorucu bir şekilde zorlana zorlana ağırlık kaldırır , şınav ve mekik çeker değişik zorluklara tahammül eder ve sonunda kaslar gelişir . Başımıza hayat boyunca zor , ağır ve yorucu olaylar , musibetler isabet eder bununla birlikte ise insanî olan özelliklerimiz gelişir , olgunlaşır ve gittikçe mükemmelleşir . Görülüyor ki, Allah ‘ın kötülüklere izin veriyor olmasında bir neden de:  insanlığımıza büyük faydalar sağlamak içinmiş.

Allah Neden kötülüklere izin vererek  bizi  imtihan ediyor ?

İmtihan bir çok seçenek içerisinde irade sahibinin hangisini seçeceği konusunda tecrübe edilmesidir . Öyleyse insanda irade varsa imtihan da mutlaka olacaktır. Çünkü biri diğerini iktiza ediyor . Nasıl ki göz varsa ışık olmasa bir manası kalmaz , tat alma kabiliyeti olsa tat verici hiçbir şey olmasa hikmetsiz olur. Öyle de irade verilip onu kullanabileceği, seçeneklerin olduğu bir alan verilmezse hikmetsizlik ve büyük bir israf yapılmış olur .

Allah her işinde en hikmetli en faydalıyı tercih etmesi hasebiyle insan için de iyi-kötü , hayır-şer arasında seçim yapıp iradesini kullanabileceği bir alan var etmiştir . İmtihan ise yanlış ve doğruların beraber bulunmasını gerektirir bu yanlışları belirleyen de imtihanı yapanın bizzat kendisidir . Bu nedenden dolayı bazı şeyler yasaklanmış bazıları ise helal kılınmıştır .

Haramlar Allah onları yasaklı kıldığı için kötüdür . İmtihan bittiğinde onların da yasağı kalkacağı için artık kötü olarak anılmayacaklar . Okulda yapılan bir sınavda nasıl ki kitap açmak yasaktır. Orada açarsan ceza alırsın. Sınav bitince açmaksa fazilettir çalışırsan sınavda ödülünü alırsın . Madem irade varsa imtihan da var öyleyse kötü-iyi beraber bulunacak ki seçimler meydanı var olsun .

Katil insan mı, Allah mı (haşa) ?

Görüyoruz ki bazı insanlar kötülük işlemeyi tercih ediyorlar ve burası iradenin özgürce kullanıldığı imtihan meydanı olması nedeniyle Allah tarafından engellenmiyorlar . Cezaları büyük mahkemeye erteleniyor ki adaletli bir imtihan olsun sonra neden bana karıştın ben böyle yapmayacaktım deme hakkı kalmasın . Peki bu kötülüklerin sahibi kimdir ?

Mesela birisi ateşi alsa insanları yaksa hiç kimse diyebilir mi ki bu ateş kötüdür ? Elbette diyemez çünkü kötü olan maddeler değil, onu nasıl kullanacağını tercih edendir. Öyleyse insan eliyle gelen kötülüklerde insan mes’uldür, sorumludur . Biz kötülüğü istedik Allah‘ta yarattı o halde mesuliyet bize aittir.

“Allah kötülüklere neden izin veriyor.” konusundan  şimdi bir ders çıkaralım..

Bütün bu delilleri göz önünde bulunduralım ve düşünelim . Kendi evimizde istediğimiz değişikliği yapmakta özgürüz . Kimsenin gelip de bizim evimiz üzerinde değişiklik yapmaya zorlamaya hakkı yok . Mülk kiminse kullanım da ona aittir . Madem ki hiçbir zerre bize ait değil ve kendi bedenimize sahip değiliz . Öyle ise mülkün sahibi olan Allah mülkünde dilediğince tasarruf edebilir. İtiraz etmeye hakkımız yoktur.  Yapacağımız itirazlar, isyan etmek hasebinden olur ki cezayı gerektirir . Öyleyse aklımızı başımıza alalım bu delilleri düşünelim ve kötülük denilen olayların ne büyük iyilik olduğunu tefekkür edelim , Dünya’ya geliş vazifemizi ifa edelim ; keşfedelim , araştıralım , öğrenmek için çaba sarf edelim . Allah’ı tanıma fırsatlarını görmeye çalışalım.

FİKİR HAYAT

Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan söylerler. Enam 116

Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayınız ve sınırı aşmayınız. Allah sınırı aşanları sevmez. Maide 87

Ey iman edenler! Allah’a, Resul’üne ve Resul’üne indirdiği Kitap’a ve daha önce indirilmiş kitaplara iman edin. Kim, Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve Ahiret Günü’nü küfrederse; o, çok derin bir sapkınlığa düşmüştür. Nisa 136

Allah’ın; bazınıza, bazınıza göre verdiği fazla şeyleri arzu etmeyin. Erkeklerin, kendi kazançlarından bir pay; kadınların da kendi kazançlarından bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Kuşkusuz, Allah, Her Şeyi Bilen’dir. Nisa 32

Aklı selim sahipleri ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu, boşuna yaratmadın; seni noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizi cehennem azabından koru!” Ali İmran 191

De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” Ali İmran 31

Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren; namazı dosdoğru kılıp zekâtı ödeyen; antlaşma yaptığında sözünde duran; sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır; gerçek takvâ sahipleri de yine bunlardır. Bakara 177

Orucun farz kılındığı ramazan ayı, insanlara hidâyet rehberi olup onlara doğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırıcı en açık delilleri ihtiva eden Kur’an’ın indirildiği aydır. İşte bu sebeple içinizden ramazan ayına erişen orucunu tutsun. Ancak hasta veya yolcu olup da oruç tutamayan kimse, tutamadığı oruçları başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez. Bütün bunlar sayıyı tamamlamanız, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ın yüceliğini tanımanız ve O’na şükretmeniz içindir. Bakara 185

Comments are closed.