logo

Oruç tut. Sıhhat bul

Allah’ım! Senden hidayettakva, (sorumluluk bilinci) iffet ve (gönülzenginliği isterim.

İÇİNDEKİLER

Oruç, insanlığı geliştirmelidir

İslamiyette Ahlaki Değerler

Bilinçli Tutulan Oruç Kalbi Koruyor

Kur’an’da Örnek İnsan ve Özellikleri

Ramazan; kavurucu, şiddetli, kızgın sıcak anlamına geldiği gibi, yeryüzünü tozdan temizleyen, güz mevsiminin önünde, yaz mevsiminin sonunda yağan yağmur anlamına da gelir.  Bu ay mü’minler için bir arınma mektebidir. İnsan ömrü bir ırmak gibi akıp gitmektedir. Bu akıp giden ömür ırmağının suyundan insan, acaba ne kadar istifade edebiliyor?

“İşte Ramazan ayı; hem kendi iç dünyamızı hem de etrafımızı temizlemeyi, arıtmayı, kendine gelmeyi, hayatı anlamlandırmayı sağlayan bir zaman dilimidir. Ramazan, her yıl insanın katıldığı bir ruh şölenidir. Ramazan, yaşama alanımıza şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri gün ışığına çıkarır. (Sezai Karakoç, Yazılar I, İstanbul 1967, s.42, 51.) 

Peygamber Efendimize ilk gelen ayet, “İkra” yani “Oku” diye başlar ama bu “anla” demektir aynı zamanda; ‘öğren’, ‘belle’,  hatta ‘başkalarına bunu aktar’, ‘başkalarını hakikate çağır’ demektir. Dolayısıyla sadece sevap maksadıyla hele hele sonuna geldiğimiz Ramazan günlerinde, bir an önce bitireyim ve hatim sevabı alayım diye Kur’an-ı Kerim’i gözle süzmek ya da dilimizle seslendirmek bu kelimelerin ifade ettiği manada ‘kıraat etmek’, ‘tilavet etmek’ veya ‘tertil üzere okumak’ değildir. Ha, bu faydasız mıdır? Haşa! Kur’an-ı Kerim’i anlamasak da Arapçasından, güzel hafızların sesinden, doğru ve tecvid kurallarına göre dinlemek ve okumak elbette güzeldir. En azından o esnada biz Rabbimizin kelamını okuduğumuzun farkında oluruz, onunla muhatap olduğumuzun farkında oluruz fakat anlamadığımız sürece bu sadece ilk adım, kapıyı açmak düzleminde kalır. Oysa kapıyı açtıysam içeri girmem ve orada neler var, onu öğrenmem lazım.

Tilavet kelimesi de bu manadadır. Tilavette, okuduğunu güzelce, tane tane okumak, anlaya anlaya yürekten okumak vardır; bir de anladığını uygulamak, yaşamak vardır. Tilavet fiili T-L-V kökünden türemiştir.  İlginçtir, kahvenin telvesi de bu kökten gelir. Bu aynı zamanda okuduğun şeyi takip etmek manasındadır. Ben okudum, anladım, onun peşine düşeceğim, onu uygulayacağım anlamındadır.

Tertilde ise daha çok sindire sindire, hiç acele etmeden, yavaş yavaş, tane tane okuma boyutu var. Hasılı, bütün bu okuma faaliyetlerinde mutlaka anlama söz konusudur. O yüzden “Okumak, anlamaktan; anlamak da yaşamaktan koparılamaz.” Bunlar bir bütündür. Eğer bir insan, ben sadece okurum, sonrası beni ilgilendirmez diyorsa, o kişi Kur’an okumuş olmaz. Çünkü anlaması lazım, ben iyi okudum, anladım, kavradım ama yaşamam diyorsa, yaşamaya yönelmiyorsa bunun da hiçbir manası yok. Kur’an-ı Kerim okunacak, anlaşılacak ve yaşanacak; zira bunun için gönderildi. Kur’an-ı Kerim’i okumanın fazileti, kıymeti de bu cümlelerin içinde saklı. Kur’an’ı hiç anlamadan günde birkaç cüz okuyarak ya da birkaç günde hatim indirerek okumak Efendimizin de tavsiye etmediği bir durumdur. Bununla ilgili Efendimiz şöyle buyurmuştur.  “Sizin anlayarak okuyacağınız Bakara Suresi, anlamadan okuyacağınız şu kadar hatimden daha sevaptır, daha faziletlidir.” Kısaca, Kur’an-ı Kerim’i böyle bir yaklaşımla okumamız lazım. 

Ramazan Kur’an ayıdır. Ramazan bize Kur’an’ı getirdiği için Ramazan’dır. Ramazanlarımız Kur’an’ı okuduğumuz, anladığımız, yaşadığımız ve yaşattığımız kadar mübarektir.

Elbet Kur’an’la ilişki Ramazan’a hasredilemez. Zaten Ramazan, vahyin Kur’an’ın “indiği” değil “inmeye başladığı” aydır. Kur’an bir Ramazan gecesi olan Kadir Gecesi inmeye başlamış ve bir neslin hayatını inşa edecek kadar uzun bir süre inişini sürdürmüştür. Vahyin etkisi indiği yıllarla sınırlandırılamaz. Her zaman ve zeminde indiği günkü gibi sayısız kadın ve erkeğin yüreğine hükmetmeye devam edecektir.

Vahiy ilahi bir inşa projesidir. Amacı, kendisiyle inşa olmuş insanlar aracılığıyla hayatı inşa etmektir. Ramazan’ın etkisi de tıpkı vahiy gibi sadece bir ayla sınırlandırılamaz. Ramazan getirdiği mana iklimini mü’min muhatabının tüm ömrüne yaymak ve onun ömrünü Ramazan kılmayı amaçlar. Unutulmaması gereken hakikat şudur: Ömrü Ramazan olanın âhireti bayram olur. O bayram cennetin ta kendisidir. Böyle birinde Ramazan şu sözü söyleme şuurunu inşa eder: Küfre, şirke ve zulme karşı orucumu bozarsam, keffaretim cehennem olsun! 

Ramazan, yine geldi. Önceki yıllarda da gelmişti. Fakat Kur’an’la mı geliyor, Kur’an’sız mı?

İşte işin can alıcı noktası. Hz. Peygamber, Hesap Günü’nde kendisine inananları Allah’a bir tek konuda şikâyet edecek. Onun hangi konu olduğunu biliyor musunuz?

“İşte (o Gün) Rasul: ‘Ey Rabbim!’ diyecek, ‘Şu benim topluluğum var ya; işte onlar bu Kur’an’ı terkedilmiş bir halde bıraktı!” (25/Furkan/30)

Tutun ki bir ölümcül hastalığınıza o hastalığı tedavi eden bir tabipten bir reçete aldınız. Bardağa koyup suyunu mu içersiniz? Yoksa onu ezberleyip sabah akşam tilavet mi edersiniz? Yoksa onu altın yaldızla yazdırıp duvara mı asarsınız? Ya yoksa onu besteler en güzel nağmelerle terennüm mü edersiniz? Bunları yapar da derdinize derman olmazsa, doktoru mu suçlarsınız? Yoksa reçeteyi mi suçlarsınız?

Tutun ki, bir savaştasınız ve başkomutan bir muharebe planı hazırladı. Bu muharebe planına yukarıdaki kişinin reçeteye yaptığı muameleyi yaparsanız savaşı kazanır mısınız? Savaşı kazanamazsanız sorumluluğu o planı hazırlayan başkomutana mı yıkarsınız? Böyle yaparsanız dürüst davranmış olur musunuz? Tutun ki delicesine sevdiğiniz birinden gurbette mektup aldınız. Bu mektubu açmadan, okumadan ne kadar zaman dayanabilirsiniz? Bir ömür? Yok, bir yıl? Yok, bir ay? Yok bir hafta? Yok yok, bir gün? O bile çok değil mi?

Sevdiğinizden aldığınız mektubu açıp okumak için bir gün bile sabredemezken Rabbiniz’den size gelen mesajın ağzını şunca zaman geçtiği halde hâlâ açmamışsanız, Mevla darılmaz mı? Her gün namazda onlarca kez tekrarladığınız Fatiha’nın ne dediğinden dahi habersizseniz, Kur’an kırılmaz mı? Rahmet kaynağı Rabbu’l-Âlemin’in sana ‘tenezzül’ buyurup da nüzul ettiği mesajı, sen Ademoğlu ‘tenezzül buyurup’ (!) da “Rabbim bana ne diyor, ne demek istiyor?” diye merak dahi etmezsen, bireysel, toplumsal, duygusal, düşünsel, siyasal, ekonomik, hülasa hayatın tüm alanlarıyla ilgili hastalıklarına nasıl ve nereden deva bulursun? Kur’an eczanesine sahip olup da, binbir hastalığın pençesindeki yatalak bir hastanın bitkisel hayatına mahkûm olmak, aslında neyin cezasıdır? 

İbadetler kulun Allah’a yolladığı mektuplara benzer. İbadetlerle yüzeysel ilişkiye giren, onların ruhuna nüfuz etmeyen ve ibadetin kendi ruhuna nüfuz etmesini sağlamayan, Allah’a içi boş zarf göndermiş gibidir. Elbet bu da bir şeydir ve hiç yoktan iyidir. Ama aynı zamanda bir ciddiyetsizlik göstergesidir. İyilik ettiğiniz birinden mektup aldığınızı düşünün; zarfın içi boş çıkınca ne düşünürdünüz? İbadetlerle yüzeyden değil özden ilişki kuran, zarfın içini boş bırakmamış demektir. Ramazan’la yüzeyden değil de özden ilişki kurmak, Ramazan’ın varlık sebebi olan vahiyle damardan ilişki kurmakla mümkündür. Çünkü Ramazan Kur’an’ın doğum ayı kutlamasıdır.

Kur’an’ın doğum ayının oruç biçiminde kutlanması tesadüf değil. Oruç, ruhun doyurulması için bedenin aç bırakılmasıdır. Bilinci akleden kalbin etkisine açmak için, şehevi içgüdülerin etki alanından kurtarmaktır. Manevi insanı öne çıkarmak için maddi insanı (beşer) arkaya atmaktır. Ramazan’ı Kur’an ayı olarak bilip tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve nihayet hayatı Kur’an’la yeniden inşa etmek, Ramazan’la yüzden değil özden ilişki kurmak demektir. Çünkü vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Benzetmemizden yola çıkarak söyleyecek olursak Kur’an Allah’tan insanlığa gönderilmiş bir mektuptur. Bu mektupta insanoğlunun iki cihan saadetinin formülleri kayıtlıdır.

Allah’tan kendisine gelen mektupla yüzeysel ilişkiye girenle damardan ilişkiye giren bir olur mu? Bir başka ifadeyle, Allah’ın insanlığa gönderdiği mektubu yüzden okuyanla özden okuyan bir olur mu? Veya vahyin sadece zarfıyla yetinip mazrufunu, yani içini merak etmeyen kimsenin vahye karşı ciddiyeti hangi kategoriye girer?

Netice şuraya geliyor: Eğer insan ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, ibadetlerle ilişkisi de yüzeysel kalmaya mahkûmdur. Yani Allah’tan gelen mektup hükmünde olan vahyin sadece zarfına bakan, Allah’a yollanmış mektup hükmünde olan ibadetlerin içini de boş bırakacaktır. Yapılacak şey belli: Ramazan’ı fırsat bilip onun varlık sebebi olan vahiyle candan yürekten bir ilişkiye girmek. Vahyin inşasına kendini açmak için, bedenin önceliğini akleden kalbe, iradeye ve ruha vermek. Orucun maksadının işte bunu gerçekleştirmek olduğunu unutmamak. Müslüman şahsiyetin ve İslam medeniyetinin kurucu unsurlarından biri olan Ramazan’ın bu fonksiyonu tekrar diriltmek, onun Kur’an ayı olduğunu unutmamaktan geçiyor. İmha edilmiş Müslümanca algı dünyamız inşa ve ihya edilmedikçe, imha edilmiş beşeri coğrafyamız inşa ve ihya edilemeyecektir. Kavramlar sıhhatine kavuşmadıkça, eylemler sıhhat bulmayacaktır. 

Ramazan, yıllık ruh bakımıdır. Oruç, insanda, yüreğe doğru bir yolculuk gerçekleştirmenin aracıdır. Yüreğe, yani insanın kendi özüne… Eğer, yolculuğunu sürdürmeyi göze alırsa, orada karşılaşacağı, yine kendisi; En doğal, en maskesiz, en yalın haliyle özbenliği olacaktır.

İnsan, bu yolculuğun sonunda, kendisiyle buluşacak, bilişecek, tanışacak ve barışacaktır; Yani ‘silm’e (barışa), teslimiyete ve selamete ulaşacaktır. Kendisiyle barışık olan, hiç kuşkunuz olmasın, Hakikat’le barışık olur. Kendisiyle kavgalı olan ise, başta Allah olmak üzere, hakikatle, doğayla, insanlıkla kavgalı olur. 

“Oruç”un Arapça’daki aslı “savm”. Bu sözcüğün karşısına lügatler “imsak” kelimesini yerleştirir. Yine “tutmak, zaptetmek, zaptı rapt altına almak” manalarına gelir.

Doğrusu şu soruya bir çırpıda cevap vermek zor: Oruç bizi mi tutar, biz orucu mu tutarız? Bizim orucu tuttuğumuzu iddia ediyoruz. Bir yere kadar doğru da… Ama doğrunun çok küçük bir parçası bu. Asıl doğru şu: Biz orucu, oruç bizi tutsun diye tutarız. Tutmakla ilgili dilimizde ne kadar çok ve geniş çağrışımlı ifadeler var:

Tuttum bu adamı…

Onu gözüm tutmadı…

Bu iş tutmadı…

Söylemez olaydım, dilimi tutamadım…

Kendimi tutamadım, yaptım bir delilik…

Gördüğümüz gibi hepsinde de tutmak olumlu bir içeriğe sahip. Benimsemek, sahiplenmek, sevmek, ünsiyet peyda etmek, sahip olmak, hakim olmak, özne olmak, kendinde olmak anlamlarına geliyor.

En çok da bu sonuncusu. Meğer ne zor şu “kendini tutma” meselesi. İnsanın başına ne geliyorsa “kendini tutamadığı” için geliyor. Günahlar hep kendini tutamamanın ürünü. Her caninin cinayeti kendini tutamadığı anına denk geliyor. İnsan dilini tutamadığı zaman kırıyor ve kırılıyor. Elini tutamadığı zaman kırıyor, döküyor. Kendini tutamadığı zaman, kendini yitiriyor, kendine yazık ediyor, kendinden geçiyor…

Yani kendini tutamayan özne olamıyor, nesneleşiyor. Hakim olamıyor, mahkum oluyor. Sahip olamıyor, sahip olunuyor. Etken olamıyor, edilgenleşiyor. Hayat atının sırtında duramıyor, aksine hayat atı onun sırtına biniyor. İçgüdülerini dizginleyemiyor, aksine içgüdülerinin esiri oluyor. Bilinçli davranamıyor, çünkü bilinci bilinçaltı tarafından denetleniyor. Oysa ki bilinç, bilinçaltını denetimi altında tutması lazım. Tersi olunca atla süvari konum değiştiriyor: Adam atın sırtında değil, at adamın sırtında oluyor.

Kendini tutmak adam işi, zor iş. Oruç bizi işte bu zor işe çağırıyor. Kendisini tuttuğumuzu sandığımız oruç, aslında bize kendimizi tutmayı öğretiyor. Yeme ve içme güdümüzü, şehvet güdümüzü denetim altına almamızı öğütlüyor.

Bu güdülerini denetleyemeyen insanların nasıl yoldan çıktığını, nasıl haram helal demeden yığdıkça yığdığını, nasıl çalıp, çırpıp, hortumlayıp götürdüğü görüyoruz. Yeme güdüsünü denetim altına alamayan kişinin açlık korkusuna tutulduğunu biliyoruz. Açları doyurmak kolay. Fakat açlık korkusu çekeni dünyayı yedirseniz doyuramazsınız. Bunu da biliyoruz.

Oruç tutmak, içgüdüleri tutmak. Onları kontrol altında tutmak. Bilinçaltının bilince egemen olmaması için, bilinçaltını daima gözaltında tutmak. Böylece bilincin, ayartıcı benliğin esiri olmasının önüne geçmek.

Güdüler tutulursa, onların bilinci tutsak almaları önlenirse, bu hem bilincin hem de iradenin güçlendirilmesi sonucunu getirecektir. Bilinç güçlenirse, şahsiyet güçlenir. Sorumluluk bilincini oluşturmanın ve artırmanın yolu da budur. İşte bu nedenle orucu farz kılan ayet şöyle biter: “Umulur ki bu sayede sorumluluk bilincine ulaşırsınız”. Ayetin bu kısmı, orucun amacını açıklar.

İnsanın bilinç, irade ve şahsiyetinin seviyesi, sahip olduğu sorumluluk bilinciyle ölçülür. Bu bilince dayalı olarak gerçekleşen her “iyi yapma”, erdemli davranış olarak nitelenir. Fazilet budur.

İşte bu yüzden oruç tutmak kendini tutmaktır. Kişi orucu ne kadar tutarsa, oruç da kişiyi o kadar tutar. Kim orucun başını dik tutarsa, oruç da onun başını dik tutar. Kula kul olmaktan koruyan bir kalkan, kulu kul etmekten koruyan bir akıl olur.

Oruca aşırı anlam yüklediğimizi düşünecekler varsa, onlar orucun muhteşem bütünün muhteşem bir parçası olduğunu hatırlamalılar. Bir parça kendi işlevini en güzel ait olduğu bütün içerisinde gerçekleştirir. İslam top yekun bir hayat tarzıdır. Oruç, namaz, zekat ve diğer tüm ibadetler, bu bütünün parçalarıdır. Tıpkı insan hücreleri gibi, dini oluşturan unsurlar da kendi aralarında çapraz ve paralel ilişkiye sahiptirler. Oruç işte bu yüzden ait olduğu bütün içinde değerlendirilmelidir. Kendi gerçek kıymet hükmünü de ancak bu sayede bulur. Kendinize iyi bakın; ama önce “kendinizi tutun”. Kendini tutamayan, kendine iyi bakamaz. 

Ramazan, ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakıldığı aydır. On bir ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası temizlemek için yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine tutunarak kendine doğru tırmanmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattır Ramazan. Umutların kuşlar gibi göç ettiği, geleceğin tüm baharlarının gıyabında ölüme mahkûm edildiği, gül yüzlü yârin güzel kokusuna kurşunlar sıkıldığı, ak saçlı sevdaların intihar eden yunuslar gibi kıyılara vurduğu, ihanet kasırgalarının mamur yürekleri harabeye çevirdiği, güneşe karşı uluyanların terör estirdiği bir zaman ve mekânda Ramazan sadece bir imkan değil bin imkandır.

Ramazan’ı ‘beslenme festivaline’ dönüştürmek, bu imkânı hovardaca israf etmekten başka bir şey değildir. Ramazan’ı festivale dönüştürenler orucu diyete, ibadeti âdete dönüştürürler. İbadeti adete dönüştürenlerin kaçınılmaz olarak yaptıkları ikinci yanlış ‘adeti ibadete’ dönüştürmektir.

Toplumsal çürüme ve sosyal çözülmeden rahatsız olanlar, sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmak istiyorlarsa, tıpkı Hz. Peygamber’in yaptığı gibi, önce kendileriyle tanış olacakları, biliş olacakları bir atmosfere ‘hicret’ etmek durumundadırlar. İşte Ramazan, böyle bir ‘hicret’ için bulunmaz bir ‘Hira’dır.

Orucun başı, yeryüzünün tüm açlarını, açıklarını, mazlumlarını, mağdurlarını yüreğinize alıp, onlara donattığınız gönül sofranızı iç geçirerek izlerken açlığınızı unuttuğunuz zaman dik tutulur. Siz orucun başını dik tutarsanız, elbet oruç da sizin başınızı dik tutacaktır.

İbadetler kendi başlarına amaç değildirler. Onlar, gerçekleştirecekleri daha üst amaçlar için araç kılınmışlardır. Her ibadetin amaç ve hikmeti vardır, fakat bu amaç ve hikmeti, bazen o ibadeti emreden ilahi mesajın içerisinde açıkça yazılı olarak bulursunuz; bazen de, derin düşünme ve tüme varım yöntemiyle vahyi okuma sonucunda bulursunuz.

Oruç ibadetinin amacı, birincisine girer. Bizzat orucu emreden ayet şöyle başlar: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı!” Bu ilahi talimatın hemen ardından, oruç ibadetinin insanda gerçekleştirmek istediği amaç açıkça yer alır:” Leallekum tettekûn: “ Umulur ki, takvaya ulaşırsınız.”

Evet, orucun amacı, insanda “sorumluluk şuuru” demeye gelen takvaya ulaştırmaktır. Kime karşı sorumluluk şuuru? Önce insanın kendi varoluşuna karşı sorumluluk şuuru. Çünkü insan yaratılmışların tacı, Allah’ın şaheseri olarak bir amaç uğruna yaratılmıştır. Dolayısıyla kendi varoluşunun amacını sormak, aramak ve bulmak zorundadır. İşte insanın kendisine karşı sorumluluğu budur. İnsan kendisine karşı sorumluluğunun bilincine varırsa, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincine de varacaktır. İşte “takva” budur.Bu bilinç kendisinde yer ettikten sonra insan, diğer insanlara, tabiata ve eşyaya karşı sorumluluğunu da idrak edecektir.Bu anlamda oruç tutmak, insanın kendi iç dünyasına karşı olan sorumluluğunu yerine getirmesi anlamını taşır. Zayıflayan ruhun beslenmesi için ruhun doyurulması. Çünkü on bir ay boyunca bedene yapılan yatırım ruhu, aklı, bilinci geri plana itmiş, onları zayıf bırakmıştır. Oysaki insanı insan eden eti kemiği değildir. O halde mesele insanı insan eden değerlerin takviye edilmesi, onların beslenmesi ve yüceltilmesidir.

İnsan, kendisini insan eden yerlerini beslediğinde karanlıkta kalan gönlü aydınlanacak, aklı aydınlanacak, bilinci aydınlanacak ve görmeyen gönül gözü görmeye, gönül kulağı işitmeye, gönül burnu koku almaya başlayacaktır. Bu manevi gelişme, insan bilincini yüceltecek ve insan ibadeti sayesinde Rabbiyle arasındaki ilişkiyi aktif hale getirecektir. Peygamberimiz’in orucun ikinci yönünü vurgulayan “Oruç bir kalkandır; sakın, oruçluyken câhillik edip de kem söz söylemeyin. Birisi size sataşacak veya dalaşacak olursa, ‘ben oruçluyum, ben oruçluyum’ deyin” [Buhârî, Savm: 9; Müslim, Sıyâm: 30.] sözü, izaha gerek bırakmayacak şekilde, “iyi geçim”i vurguluyor. Oruç, sadece iştah ve şehveti dizginlemek değildir, ayrıca ağzını ve dilini kötü ve çirkin söz söylemekten korumaktır. ‘Yalan, gıybet ve kötü sözleri bırakmayan kimsenin, oruçlu olarak su ve yemeği bırakmasına ihtiyaç yoktur.’ (Nesai) ‘Nice oruçlular vardır ki açlık ve susuzluktan başka bir şeyleri yoktur.’(Tirmizi)

İbâdetlerin sırlarını, gerçek mânâ ve önemini kavrayan kimi âlimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hâlâ çirkin işler yapan ve fenâlıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan üç kere yıkayan (yıkar gibi yapan) kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır. Peygamberimiz “Oruç tutan öyle insanlar vardır ki, kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir.” [İbn Mâce, Sıyâm: 21.] derken bu durumu kastetmiş olmalıdır.

Oruç, nefsin isteklerinden irâdî olarak uzak durma olması yönüyle bir irâde eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir. İnsanın hayatta başarılı olabilmesi için irâde hâkimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde de oruç etkili bir yoldur. Bu orucun değişik biçimlerde de olsa hemen bütün din ve kültürlerde riyâzet ve mücâhede yolu olarak mevcut olmasını da açıklar.

Toplumsal hayatta huzursuzluklara yol açan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddî zevklere düşkünlükten kaynaklanır. Maddî zevk deyince de akla, yeme içme ve cinsel ilişki gibi zevkler gelir. İşte oruç, insanı maddî zevk ve şehvetler peşinde koşturan, dolayısıyla da, Allah’ın haklarına riâyet edemediği için onlara zulmetmesine sebep olan nefs-i emmâreyi teskin etmenin de bir ilâcı, aşırılıkları törpülemenin de bir çaresidir.

Oruç, yoksulların durumunu daha iyi anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye de vesile olur. “Tok, açın halinden anlamaz” atasözü de bunu ifâde eder. Orucun, dinimizde önemli bir yeri olan sabır konusuyla irtibâtı da burada hatırlanmalıdır.

“Namaz ve sabırla yardım isteyin” (Bakara: 2/153) ve “Sabredenlere ecirleri hesapsız olarak tastamam verilir” (Zümer: 39/10) gibi âyetler, “Oruç sabrın yarısıdır” [Tirmizî, Deavât: 86] diyen ve orucun Allah için olup mükâfatını da Kendisinin hesapsız olarak vereceğini bildiren hadislerin ortak anlamı, orucun sabır boyutunu ve bunun fazîlet ve sevâbının yüksekliğini anlatır.

Bütün bunlara ilâveten orucun sağlık açısından pek çok yararları bulunduğu da uzman hekimler tarafından ifâde edilmektedir. Ramazan orucu zâhiren bakıldığında, bir yıl boyunca çalışan vücut makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç, özellikle mide ve sindirim organlarının dinlenmesi için iyi bir moladır. Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Allah Rasulü şöyle buyuruyor:

“Allahu Teala, ‘Ademoğlunun her işi kendisinindir, yalnız oruç müstesna. Çünkü o, Benimdir ve onun mükafatını verecek olan da Benim’ buyurmuştur.”

ÖMER KÖŞÜ /GENÇ BİRİKİM

Karakoç, insan olmayı bir imkân yelpazesi olarak kabul et­mektedir. İnsan, yelpazenin neresinde olacağına kendisi karar verebilen yaratıktır. Yaratılanların en şereflisi veya aşağıların en aşağısı olmak insanın kendi elindedir. Bu bakış açısıyla Ka­rakoç insanı şu şekilde gruplandırır:

a.Tabiata özdeşmiş gibi yapışık duran insan.

b.Sürekli tabiattan kaçış halinde olan insan. Bu kaçış, doğa­ya belli noktalarda bilinçli bir karşı koyma denebilecek bir tutum değildir. Öyle olsa anlamlı ve değerli olabilirdi.

c.Yeryüzü seviyesindeki insan. Hayvan ve bitkiye daha ya­kındır. Eşyanın dış yüzüyle diyalogda olmak onu mutlu etmeye yeterlidir, ötesiyle ilgilenmez.

d.Muallakta yaşayan insan. Sürekli hayaller, rüyalar için­de ve askıda olmayı sever. Esen rüzgarlar ona şekil verir, çünkü amorfdur ya da deformedir. Hiçbir zaman bir sa­bitliğe ulaşmaz.

e.Küçük zavallılıkların esiri insan. Bilgisi artarken, bilgisiz­liğini fark eder. Bu çelişkiyi fark eder ama yine de bilginin çekiminden kurtulamaz. Bazen aklı inkâr ederken bazen de akim tutsağı olan insan.

Karakoç, zikredilen grupların hiçbirini ideal insan olarak gör­mez. O, insanın bu dünyaya boşu boşuna gelmediği inancın­dadır. İnsanı “bir ömür ruhunu yontan hakikat artisti” şek­linde tarif eder İnsanın bu dünyadaki serüveni, bir kendini arama süreci olmak durumundadır. İnsan âdeta bu dünya­da kendi portresini çizmeye çalışır. Bazen bu portreyi bitirip gider, bazen de yarım bırakır. İnsan kendinden kabiliyeti­nin elverdiği ölçüde üstün insanı çıkarmadıkça, kendisi ola­maz, kendi kendisinin malzemesi olarak kalır. Çünkü Kara­koç, insanın yegâne ödevini, “ölü, statik malzemesinden, canlı ve diri, dinamik ve anlamlı ruhun varoluş heykelini çıkarmak ve onu ebedîliğin ahenginde kalıcı kılmak” olarak görmektedir  insan böylece en üstün varlık olduğunu belirtecek, varoluşunu anlamlı kılacaktır.

Karakoç, çağımızda insanın kendi anlamını yitirmiş olduğu kanaatindedir. Ne Doğuya ne Batı’ya ait, eski ve yeni dünyaya mal edilmesi imkânsız, ne için yaşadığının farkına varmak I için en ufak bir çaba göstermeyen, böyle bir kaygıyı taşımaktan uzak yeni bir insan türü üretilmiştir. Oysa yeryüzündeki varlığını anlamlandırmadan insanın mutlu olması düşünülemez.

Çağımız insanının kendini değiştirme vaktinin geldiğine inanan Karakoç, kendini değiştirmeyi, bakış açısının değişmesi olarak algılar. Bu bakış açısının üç boyutu söz konusudur: |

-İnsanın Allah’a bakışı

-İnsanın kendine bakışı

-İnsanın eşyaya bakışı

İnsanın bu üç boyuta dair farklı eğilimler taşıdığını belirten Kara- j koça göre insan, varlığını anlamlı hale getirmek istiyorsa sağlıklı bir bakış açısına kavuşturmak zorundadır. Çünkü insan, tanrı­tanımaz dahi olsa kendini Allah’a bakmaktan kurtaramaz. Aynı şekilde kendini ve eşyayı görmemesi, kendinden ve eşyadan tü­müyle arınması da mümkün değildir. Tanrıya bakışıyla eşyaya, tabiata bakışı arasında bir uyum kuramamış, denge sağlayama­mış insan ruhu sallantıda kalmaktan kurtulamayacaktır.

Karakoç’a göre çağımız insanının en büyük hastalığı, yaratı­cıyı unutmak, eşyaya ve kendine köle olmaktır. İnsan yaratı­cı, besleyici, yetiştirici ve eğitici olan Tanrıya teslim olarak, ruhunu eğitmeli, gerçek sağlık ve varlığına, asıl özgürlüğüne kavuşmalıdır.

Karakoç, çağımız insanının huzura kavuşmak istiyorsa bu ha­talarını görmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Önce pişmanlı­ğının sonucu olarak “itiraf’ etmelidir. Suçlu olduğunu, aşırıya gittiğini, Tanrı’yı unuttuğunu, kendini putlaştırmaya kalkıştı­ğını itiraf etmelidir. Bundan sonra da “tövbe”ye ihtiyacı var­dır. Tövbe yeterince gerçek olursa, arkasından “çile” dönemi gelecektir. İnsan bu süreci yaşadıktan sonra bütün bir tarihini aklayabilir. Ancak bu sürecin gerçekleşmesi için öncelikle insanın özünün bozulmamış olması veya özünden kıvılcımla­ra sahip olması gerekir.

İnsanı özel bir varlık olarak kabul eden Karakoç’a göre, “İn­san, üstüne göksel bir ışık tutulmuş, bir anlam ve amaç pod­yumunda rolünü acemice ya da ustaca, berbat bir şekilde ya da olağanüstü bir yetenekle oynayan, kulisten kulağına fısıl­dananı tam ya da yarı işiten, önceden ezberlemiş olduğu için mükemmel tekrar eden ya da kekeleyip duran, hattâ kimi zaman söylenecek sözleri içinde hazır bulan, sanki yaşantı­sı an an filme alman bir eser kahramanıdır. Kimi insan bu durumun farkında ve titizliğindedir. Kimiyse farkında olma­yarak bir raslantılar dizisi ve çatışmasını yaşadığını zannet­mektedir” ve “İnsan, yorumuyla doğanın anlamını kendi planına çekmek isteyen, deneyerek, sırlarını çözerek gücüyle ona boyun eğdirmek çabası içindeki varlıktır. İnsanın doğada özel bir yeri vardır. Makro âlemde ve mikro âlemde değişim ve hükmetme yetkisine sahip, davranışı ve iç yaşantısıyla tabi- atüstüne yükselme gibi saf anlamda kendine özgü iç uygarlık olgusunu gerçekleştirmiş tek varlıktır.”

Allah’ın Halifesi İnsan

“Biz kendimize Tanrının armağanıyız” diyerek insanı evrende bir kutlu yaratık olarak gördüğünü belirten Karakoç, Kur’ân’ın yaklaşımının izini sürerek insanı Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak görür. însan yer, içer, uyur, gezer, yapar, yıkar. Fakat bunların hiçbiri insanın spesifik yanını meydana getirmez. İnsan ancak irade ve sezişiyle Allah’a teslim olur ve ona tapınırsa Allah’ın halifesi olur. Allah’ın halifesi olmak emekledir. Melek, yerini fiilleriyle tayin etme imkânına sahiptir. İnsanın Allah’a yönelişi, inkâr edebilme konumuna da imkân verdiğinden farklı bir mahiyettedir. İnsan iradesini ve aklını kullanacak, gerek nefsine, gerek dış dünyaya galip gelecek ondan sonra Allah’ın halifesi olacaktır.

Karakoç, insanın evrenin bir örneği olarak, ömrü içinde hil-katten kıyamete kadar sürecek olanı yaşadığını düşünmek­tedir. İnsan dünya serüveninde mutlak olan gerçek, güzel ve iyiliği anlaması için nisbi olan gerçeklik, güzellik ve iyilik örnekleriyle karşılaşır. Nisbîden mutlaka gidişteki başarısı insanı insan yapacaktır. Yol boyunca insan iyiye, doğruya, güzele yandaş olmalıdır. Ruhça ve maddece ilerleme bu yan­daşlıkta gizlidir.

Karakoç’a göre insan, cennetten kovulan Âdem’den, yeryüzü­nün halifeliği ve tekrar büyük vuslat ve cennetle mükafatlan­dırma sürecinde pek çok engelle karşı karşıyadır. İnsanın bu çok engelli yolda iniş ve çıkışlar yaşaması doğaldır. Karakoç, iniş ve düşüşlerin insanı olgunlaştıracağım, böylece insanın hayatın iç sesini duymaya başlayacağını düşünmektedir. Dü­şüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat biyolojik bir devinimden ibarettir. Ancak dü­şüş, yeni bir kalkış ve dirilişi getirmelidir. Ki hayat fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olsun.’ İşte insan bu noktada, hakikati bulmuş ve ona teslim olmuş olmakla insanlık onuruna ulaşmış olacaktır.

İnsan-Eşya İlişkisi

Karakoç, çağımız insanının eşya ile sağlıklı bir ilişkiyi kaybet­miş ve ters ilişkiler kurmuş olduğunu düşünmektedir. Bugün eşya-insan ilişkisi, dengesini kaybetmiş disiplinsiz bir hâl al­mıştır. Karakoç, yaratılışta eşya ve insanın yan yana fakat birbirinden farklı olduğu kanatindedir. Bu iki kavram arasında doğal ve kaçınılmaz ancak korunması gereken bir mesafe vardır. Gü­nümüzde bu mesafe artık kaybolmuştur. Eşya artık insanın yerini almaya başlamıştır. Âdeta, eşya, Allah’ın halifesi olmak fırsatını kaçırmış insanın halifesi olma yolunda sağlam adım­larla ilerlemektedir.

Karakoç, bugün eşya ile aramızdaki en önemli sorunu, eşya­nın her geçen gün tabiatla aramıza girmesi olarak görmekte ve bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Realite ile tecritler dü­zeninin, konkre ile abstrenin kompleks ile basitin çatışması insanın modern hafakanı olmaktadır. Daha açık bir tabirle eşya ve insan ilişkisi, geometri ile tabiatın kavgası haline dö­nüşmektedir.” Hattâ bazı kimselerin, insanı kolayca eşyaya irca etmekte olduğunu belirten Karakoç, çağımızda insanla eşya arasında sebepsiz ve tehlikeli bir mistisizm oluşmakta olduğunu tespit etmektedir. Oysa yaratılışta eşya ile insan belki yan yana ancak kesinlikle birbirinden farklıdır. Bunları birbirine karıştırdıktan sonra, tarih boyunca oluşan fikir, inanç, i düşünce, absürdlerin olağanüstü ve akıl üstü çıkışların hiçbir realitesi yoktu da bunca filozof boşuna mı didinmiştir? soru­sunu sormaktadır. Karakoç insanı bu eşya ablukasından kur­tarmak, bâtıl bir itikat halini almış eşya sevgi ve korkusundan ayırmak, onu yeni bir eşya fikriyle donatmak, eşya üstü bir fik­rin fonksiyonuyla tazelemek, eşya ile insan arasındaki çizgiyi fark etmesini sağlamak gerektiğini vurgulamaktadır.

Çağımızdaki eşyanın âdeta insanın yerine geçmesi insan ruhunun ilerlemesinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Çünkü ruh eşyaya maddeye olan zıtlığından, çatışmasından dolayı gelişir ve ilerler. Fakat eşyaya takılır ve onu gözünde yüceltirse asıl hedefinden geri kalacaktır.

Karakoç bütün bu değerlendirmelerle eşyayı “kötü” olarak nitelemek amacında olmadığını, özellikle vurgulamaktadır. Ona göre eşya, yaratılış itibariyle nötrdür. İyi veya kötü ol­ması kendisine belli zaman, yer ve şartlarda atfedilen anlamla oluşur. İnsana düşen eşyaya teslim olmak değil onu iyi, güzel ve doğru idealarıyla mayalayarak yüce bir senteze ulaşmaktır ki bu, insanın varoluş hikmetine daha uygun bir tavırdır. Karakoç eşya-insan ilişkisinin felsefi boyutu hakkında bunları söyledikten sonra, gündelik hayatta da insanın eşyaya ezme­den ve putlaştırmadan bir tavırla kendi hayatını koruduğu gibi bütün tabiatı, bitki ve hayvanların hayatını koruması ve saygı duyması gerektiğine dikkat çekmektedir.

Karakoç un eşya konusunda özgün bir yorumu daha dikkati çeker. Karakoç eşyayı insanoğlunun yaptıklarını sürekli gö­zetleyen şahitler olarak algılamaktadır. İnsanın yaptığı her fiil mutlaka gidip eşyada bir noktayı veya bir yüzeyi değiştirmek­tedir. İnsan» savaşlar» ihtiraslar» teknoloji, kudret ve zaaflar, sevgi» yücelik, merhamet ve zulümleriyle yeryüzünün çehresi­ni değiştirmektedir. Eşyaya bırakılan her izle insan kendisine şahitler çoğaltmaktadır. Evrendeki her unsur mahşerde insa­nın tanıkları olacaktır.

Karakoç bu düşüncesinin, eşyayı tabu veya totemleştiren ani- mistik düşünceye benzetilmemesi gerektiğini işaret etmekte­dir. Ancak pozitivizmin eşyayı donuk ve pasif bir malzeme gibi gören yaklaşımından uzak olduğunu belirtmektedir. Ona göre eşyayı totem yapmakla onu sırf anlamsızlığa veya absürditeye indirgeyen görüşler, ifrat ve tefrit örneği yaklaşım­lardır. Onları sadece kendi öz yaşantıları dışında ve bir ölçü içinde kendi fiil ve davranışlarımızın şahitleri saymak müm­kündür. Karakoç, bugün çok sıradan bir olay haline gelmiş olan ses, görüntü ve hareketlerin dünyanın bir ucundan diğer ucuna ulaştırılmasının, mahiyetini henüz bilmediğimiz bir dünya için sezgi ipuçları verdiğini kabul etmektedir. İnsan, iyilik işlediği sürece bu şahitlere güvenir, kötülük ederse de onlardan korkmalıdır. Çünkü tüm şahitleriyle insan bir gün mutlak hesaplaşma vaktine erişecektir.

İnsan-Toplum ilişkisi

Karakoç insanın, toplumun bir bireyi olduğu bilincini taşıma­sı gerektiğine inanır. İnsan, toplumda diğer insanlarla “bir­likte” olmayı bir nimet gibi algılamalıdır. Çünkü insan tek başına yaşayabilen bir varlık değildir. Karakoç varlık hiyerarşisinde şuur arttıkça, idrak yükseldikçe görev ve hizmetin de arttığını düşünmektedir. Nimete karşı­lık olan bedel büyür. Bu bağlamda Karakoç, İslâm’da her kişinin âdeta bütün dünyadan sorumlu olduğu telakkisini hatırlatır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma özelliği ona gücünün yettiği her vazifenin sorumluluğunu omuzlamaya yöneltir. Bu yaklaşım ruhtaki ego taşlaşmasını eritir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, toplumu hiçe sayan bireycilik hoş görülmediği gibi, toplum kolektivizmi, anonimliği önün­de insanı silinmeye götüren kişiliksizlik de kabul edilemez, însan-toplum ilişkisi biri diğerine feda edilmeden sağlıklı bir yapıya kavuşturulmalıdır.

Karakoç Batı ve Doğunun, insanın toplumsal sorumluluğu konusunda da farklı anlayışlara sahip olduğu fikrindedir. So­rumluluk, Doğuda ve Batı’da birbirinden farklı, iki ayrı ve uç yaklaşımlarla ele alınır. Doğu düşüncesinde sorumluluk sınır­sızdır. İnsan âdeta kafasını ve ruhunu kımıldatamaz. İnsan, bunu doğal kabul eder. Ancak zamanla sorumluluk o kadar yaygın ve kolektif hale gelmiştir ki “haddini aşan zıddına dönü­şür” kuralınca insanı körü körüne itaate götüren bir platforma dönüşmüştür. İnsanın kendi sorumluluğunu oluşturmada en ufak bir katkısı yoktur. İnsan, sorumsuzluk benzeri bu sınırsız sorumluluğa ata saygısı yüzünden gönüllü olarak kendini ada­mıştır. Ama tarih içinde bu aşk ve sevgi sönmüş, insan bilincin­de olmadığı bir çöküş ve yıkılış eğrisini çizer olmuştur?

Batı’nın sorumluluk anlayışını sağlıksız bulan Karakoç’a göre, Batı’da insan temelde sorum tanımamakta, sadece kendine karşı sorumlu olduğunu düşünmektedir. Bu yaklaşım onu, gücünü bütünüyle kullanıp başkaları üzerinde hegemonya kurmaya götürmektedir. İnsan ancak daha üstün bir güçle karşılaştığında kendini sınırlamaktadır. Yani insanı sınırlayan güçsüzlüğüdür. Eşitlik ilkesi, adalet duygusundan değil, her­kesin sınırsız özgürlük ve hak isteğinden doğmuştur, haklar ancak zorla alınabilir. Çünkü Nietzsche’nin sözlerinde karşılık bulduğu gibi bir Batılı için “başkaları cehennemedir. Karakoç bu anlayışı soğuk bulmakta, Batı’nın sorumluluk düşüncesi­nin bir türlü kararlılık kazanamamasından dolayı, Marksizmin kolektif sorum kavramında çare aradığını belirtmektedir. Marksist toplumların bugüne kadar hep dikta rejimleri doğur­masını kişilerin sorumluluktan soyutlanmalarıyla açıklanabi­leceğini belirten Karakoç’a göre birey toplumla sağlıklı bir bağ kurmadığı için yönetim kesiminin yükü artmıştır.

Karakoç söz konusu iki yaklaşımı da aşın ve uç tutumlar ola­rak kabul etmektedir. Oysa olması gereken, kişi ve toplum so­rumluluklarını açık seçik belirlenmesi, birbirini kırıcı değil, destekleyici, verimlendirici sınırlamalar getirilmesidir. Kişi ve toplumun güçlerinin yettiği kadar, başkalarını da gözeten, bir sorumluluk duygu ve ahlâkı esas olmalıdır. Bu anlayış sonu­cunda insan kendini toplumun emrinde bir hizmet eri olarak görecektir. Bilinç toplumunu, böyle bir insan gerçekleştire­cektir. Sevgi ve saygıya layık insanların ancak insanlığa hiz­met için hayatını feda edenler olabileceğini söylemektedir.

Karakoç, toplum-insan ilişkilerinin sağlıklı bir temele oturma­sının ancak İslâm’daki “kardeş”lik anlayışıyla gerçekleşebilece­ğine inanmaktadır. Hatta ona göre bunu sadece aynı dine men­sup olmanın getirdiği kardeşlik anlayışından bir adım daha ilerde görmek gerekir. “Hemme âlem, âzâyı yekdigerend” ifadesinde sembolleştiği üzere tüm insanlar kardeştir. Bu ba­kış açısı asırlarca insanlığa yabancılaşmadan uzak bir yaşam sunmuştur Bugün ise, çağdaş insan yalnızdır, tüm insanlara yabancıdır, çünkü kardeş sizdir. Kardeşlikten mahrumdur.

Bu kardeşlik, özü bulunmayan, özünde insanları küçümseme, yadsıma ve ezme düşüncesi olan bir kardeşlik değildir.

Münire Kevser Baş’- Sezai Karakoç’un Kavram Haritası Diriliş’in Yapıtaşları,syf:335-345

İnancımız şudur: Din bir hâl meselesidir. Onunla hâllenmeden, onu üzerimizde taşımadan dine hakiki anlamda bir mensubiyetten ya da kâmil manada bir sadakatten söz edemeyiz. Evet; dinin felsefesi var, ilmi var, teorisi var, düşüncesi var ama nihai gaye onun bir hâle, bir hayat tarzı ve pratiğine dönüşmesidir. Hayata dokunmayan, yön vermeyen bir din algısı eksiktir. Kitapların sayfaları arasında kalan, amele dönüşmeyen bir düşüncenin, ne kadar parlak ve süslü cümlelerle ifade edilirse edilsin, hiç kimseye bir faydası yoktur.

H.İnanç: Sadece namaza devam edebiliyor olmak bile zamanımızda çok büyük bir mücadele, çok büyük bir olgunluk vesilesi ve alametidir. Bu konuda biraz daha fazla çalışmamız gerekecek. Böyle nasihat eder gibi değil tabii, kimsenin nasihat dinlemeye tahammülü yok. Pek yok yani, asrımız böyle bir asır. . . Ama koluna girip onunla beraber yaşamak lazım. Evladı ele alalım mesela, en önemlisi bu. İbadetin zevkini, dünyevi bir şey beklemeden huzur-ı ilahide bulunmanın neşvesini ona tattırmak ve tatmak önemli.

Bunu bir defa tadarsa insanoğlu -böyle de bir şey var, fazla iyimser gelecek belki- sonradan başına ne gelirse gelsin, hayatın labirentlerinde nasıl kaybolursa kaybolsun, an gelir ve o lezzet insanı bir yere çağırır, kişi nereye tutunacağını bilir. Babalara, annelere düşen en önemli görevlerden biri de bilhassa namaz, oruç ve zekâttaki, birine bir şey vermekteki o tadı evlatlarına çocukluktan itibaren tattırmak ve bunu birlikte yaşamaktır.

H.İnanç: Allah’tan bunu istemeli, böyle olmayı istemeli, güzel olmayı istemeli güzel kardeşim. Bazılarını görüyorum, adamın cennete gittiği yürüyüşünden belli. Belli ki cennetlik işte, başka bir yere yakışmıyor. E şimdi onun hâline baktığınız zaman çok derin bilgisi olması, ne bileyim her sualinize cevap veriyor olması, ansiklopedi gibi olması gerekmez, geçiniz onları. Adam Meydan Larousse’u ezbere biliyormuş, bana hava atıyor. İki buçuk liralık flash bellekle hallediyorum ben o işi. Ne yani! Ama hâl… Sen bana hâlden haber ver.

B.Develi: Edindiğin bilgiler sana nasıl bir hâl kazandırdı, bunları bilmek seni ne yaptı, oldun mu?

H.İnanç: Evet, evet! Hâl sâridir yani bulaşıcıdır. Elbette kötü hâl hızlı, iyi hâl yavaş bulaşır. İşin tabiatı bu. Doğru, kapılardan sığmaz; yalan, fare deliğinden girer. Model olmak için gayret etmeli. Bakın yaşım elli dokuz; benim böyle hocalık filan yapmam eskidir, on yedi yaşından beri etrafımdakilere, bazen benden yaşça büyük olanlara da hep bir şeyler aktarmak, tattığımı tattırmak isterim. Biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar. Ben Mektübât-ı Rabbânîyi okumuşum, kendimden geçmişim, komşum bu lezzetten neden mahrum olsun? Nokta-i nazar budur. Bana getirisi ne olacak? Bana ne getirisinden filan, mesele o değil, mesele paylaşmak..

B.Develi:.. Öyleyse şunu sorayım: Bizde hâl olmadığı için mi cümlelerimizi modifiye etmeye çalışıyoruz? Yani biraz da süslü cümlelerin arkasına bir şeyler mi gizliyoruz, ne dersiniz?

H.İnanc:Tabii, artistlik yapıyoruz. Aslında hiç hoş bir şey de değil, süslemeye hacet yok. Hani anlatırlar, Bişr-i Hâfî Bağdat Meydanı’nda kamçı yiyen, zina suçu işlediği için sırtına seksen kamçı vurulmasıyla cezalandırılan bir delikanlıyı seyreder. Delikanlı ahalinin içinde kamçıyı yiyor ama sanki helva yiyor, yüzünde hiçbir hoşnutsuzluk, olumsuzluk yok. Yaklaşıp soruyor Bişr-i Hafi: “Evladım, bu kamçıyı yiyen at bile bağırıyor, sana ne oldu ki, sen nasıl bir eğitimden geçtin ki gıkın bile çıkmıyor?” Sen Abdülhey misin yani? Delikanlı cevap veriyor: “Sevgilim şu kalabalığın içinde beni görüyorken ben eğer feryat edersem, senin yüzünden acı çekiyorum demiş olurum ve onu üzerim. Onu üzmektense ben burada ölürüm.”

“Evladım, aşkta böyle olur, tamam da… O kızın seni görmesi bu kadar mühimken, sen bunu bu kadar önemsiyorken, âlemlerin Rabbi seni gördüğü hâlde bu günahı nasıl işledin yavrum?” Çocuk bir iki saniye düşünüp “Allah” diyerek şehit oluyor, düşüyor yere. Şimdi Bişr-î Hâfî’nin sözünde süs yok, tasannu yok, süsleme yok, edebiyat yapmıyor -amiyane tabirle söylüyorum. Ama kalbinden vuruyor. Ne o? E kalpten çıkan kalbe gider, ağızdan çıkan kulaktan döner! Bilenler söylediler; insanlar cennette oturup konuşuyorlarmış -dünyadan ayrıntı, hatıra nakletmeyi, sohbet etmeyi severlermiş- fakat dünya hayatında yaşanıp da üzüntü bırakan her şey cennete girerken silindiği için -çünkü cennete üzüntülü girmek yasak- geriye hatırlayacak pek bir şey kalmıyor. Biri demiş ki, mesela Hayati Bekir’e, dünyada tatlı olan bir şey hatırlıyor musun? Yok abi yok, diyor, dünyada tatlı ne var, bir şey yok. Düşün düşün…

En son birisinin aklına geliyor: Uyku vardı ya uyku! Hah, diyon bak o tatlıydı! Tamam, gerçekten yahu, o tatlıydı. . . Şimdi gelin düşünelim: Seksen yıllık dünya hayatında uykudan başka cennette hatırlayabileceğin bir lezzet yoksa bu ne demektir? Uyku, ölüme benzediği için tatlıdır. Ruh bedenden biraz ayrılıyor ya, o bakımdan… Tamamen ayrılınca gör sen lezzeti… Lezzet, ruhun bedenden tamamen ayrılmasında.

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber; Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?

Lezzet orada. Ayrılıp kendi mahiyetine dönmesinde…

Ruhun gıdası namaz. Ruhun namaza o kadar ihtiyacı var ki. .. Bektaşi’ye demişler, “Kırk gün namaz kılsan artık vakit girdikçe için tır tır eder, duramazsın, vallahi hep kılarsın.” “Sen de kırk gün bir terk et bakalım bir daha yaklaşabiliyor musun. . .” demiş. O’nu hatırlamak; işte ilim burada lazım. Ruhun gıdası namaz; anmak, yâd etmek. İnsanın bir tabiatı var: Sevdiğini anar, andığım sever. Namaz da O’nu anmaktır; sistematize edilmiş, şartları belirlenmiş, şekli-zamanı-miktarı ayarlanmış biçimde anmaktır ve anmanın lezzeti hiçbir şeyde yoktur. Aşıklar bunu çok iyi bilirler; isterler ki hep yârdan bahsedilsin, hep 0 sevgili konuşulsun. Leyla sözünün olmadığı yerde Mecnun kısmı yani âşık sıkılır. O yüzden ister ki herkes Leyla’ya meftun olsun, böylece gittiği her yerde o anılsın…

B.Develi: Sizin bir bahsiniz vardı buna dair, üç şey olmazsa kendinden şüphelen; zillet, kıllet, illet… Onu hatırlamanın tam yeri sanki.

H.İnanç:Hastalık, fakirlik ve itibarsızlık. Kırk gün geçti üçü de uğramadı. Keyfîn yerinde, hasta değilsin, fakirlik yok, sana hep selam veriliyor, saygı duyuluyor ve kırk gün bu hâl devam etti. Sen o zaman kork.’ Çünkü gözden çıkarılana böyle yapılır. Allah göstermesin! Yani insanın eksiği olur. “Derd ü belâ kemend-i mahbûbdur,” der eskiler. Dert ve bela, sevilenleri çekmek için atılan kementtir. Gül habercisinin diken olduğunu unutmamak lazım. Cenâb-ı Hak gül bahşedeceği zaman diken şöyle bir yoklar. İmtihandır; o anda ne yapacaksın, nasıl davranacaksın.? Bir imtihandan geçersin. Şair Fuzülî şöyle der:

Belanın, sana gönderilen nimetin ambalajı olduğunu şuradan anlamalısın: Hiç de gözüne hoş gelmeyen, kesip yakmak lazım bunu diye ters ters baktığın çalı -kasım ayında öyle görürsün çünkü- sabredersen mayısta güller verir. Ve anlarsın ki gözüne batan o dikenler aslında gülün habercisiymiş. Bela böyle bir şeydir: Nimetin habercisidir. Sabret, belde, acele etme. Bu dünya iyilerle kötülerin, acılarla tatlıların karıştığı bir yer, varlık sebebi öyle. Yani onun için aceleci, peşinci olmamak lazım. Biraz sabırlı olmak lazım.

Belanın sayısız faydalarından biri bu ise biri de hak ettiğimiz ahiret cezasının dünyada hafîfletilmiş olarak infazıdır ki öyle kazançlı öyle büyük bir iştir.

H.İnanç:“Nefsin arzularına ‘aşk’ adını vermek, altın taç giydirilmiş kel, kör bir başa benzer,” denilmiş. Biz orada bir anlam kaymasına uğradık. Aşk deyince zihin dünyamıza hemen cinsel bir alaka, bir yakınlaşma filan geliyor; çok eksik, çok yanlış bir anlama biçimi. Bir üst değere, bir üst kıymete kendini ram etme, feda etme, vakfetme, hayatını adama hâlinin adıdır aşk. Sonsuza kanat açmaktır. Bir fotoğraf, bir anlık görüntü değil; bir filmdir. Bitmeyen, ebediyete doğru giden bir süreçtir; pişiren, olgunlaştıran, yetiştiren, insana insanlığını kazandıran, hayatını anlamlandıran bir disiplin, bir ateştir. İnsanoğlu soğana benzer; soğan nasıl ki acıyken ateşte tatlılaşır, insan da aşkla pişerse tatlanır. Yoksa acı, epey acı bir şeydir insan. Aşk, insanı pişiren bir hadise. Görünüşte zayıflatır, sarartır, inceltir, kaybettirir ama haddizatında insanın hayatı o kadar anlam bulmaktadır ki onsuz her şey boşluğa düşer, anlamsızlaşır; mahvolduğunu, kahrolduğunu hisseder insan. Aşkın muhatabı önemli yani.

Hayati İnanç & Bekir Develi – Fabrika Ayarı ”Alıntılar”

Sarardığında yaprak, çölleştiğinde toprak, karardığında gökler, azdığı vakit dalgalar korku ve kasvet kaplar, bitmez tükenmez hayalleri olan insanı.

“Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına.”
(Sezai KARAKOÇ)

Ramazan İklimi ve Kıyıları Yeniden Belirlemek

Aç kalmak mı ya da oruç tutmak mı? Nefes almak mı ya da yaşadığının farkında olmak mı? Görmek mi ya da ışığın gölgelediklerini resmedebilmek mi? Nedir bir parça cürmü ile işgal ettiği, içinde kaybolup gittiği bu devasa boşluğu anlamlı kılan insan için?

Uzayıp gider bu sorular böylece, varlığını konumlandırmak için et ve kemikle var olup kan ile canlanan ruh ile anlam kazanan insan için. Elbette ki rengine kandığı dünya hayatına balıklama dalmışken şüphesi de vardır ahiriyle ilgili, “Ben öldükten bir süre sonra sahiden yeniden hayata döndürülecek miyim?” diyerek dile getirdiği sorusuyla.

Ebedî Bir Menzil

İnsanoğlunun cehaletinin derinliği ile orantılı olarak gösterdiği bu pervasız cüretkârlığına, yaratılış mahiyet ve hikmetini unutayazanların bu hadsiz küstahlığına karşın kutlu elçinin Mekke’nin yalçın kayalıklarını bir yel misali yalayıp çağlar boyu yankılanan “…(Gaflete) dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır! Azan, haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kul ne bedbahttır!” ikazıyla ebedî bir menzilin varlığı kesin bir dille hatırlatılmaktadır.

Sarardığında yaprak, çölleştiğinde toprak, karardığında gökler, azdığı vakit dalgalar korku ve kasvet kaplar, bitmez tükenmez hayalleri olan insanı. Ürperir kalbi, titreyiverir ruhu, büzüşür bu sebeple o nazik teni, akını kaybettirir âdeta büyüyüp koskocaman olunca göz bebeği ve nihayet çehresi olmadık şekle girer ve bu hâli afallatır, onu yıllardır en mahrem hâliyle tanıyanı bile.

Bir Hayalin Peşinden Koşmak!

Hâlbuki gündelik yaşamında çok rahattır. Bitmez tükenmez hayalleri ve yapacakları vardır. Tozutur meskûn olduğu sokağı, ticaretini sürdürdüğü çarşıyı. Hesap etmeksizin ahirini ve dahi ahiretini. Umarsızca ve biteviye bir koşturmacayla, o kadar ki; pabucu bile hükmünü yitirmiş, neden sonra tabanının çıplaklığı toprakla temas edince ardına dönüp, kaldırdığı toza dumana bakma ihtiyacı duymuştur! Yazık ki kaybetmiştir o an peşinden sürüklenip koşuşturduklarını işte öylece.

Bir hayalin peşinden koştuğunu anlar, bir daha elini değemeyeceğini bile bile, hiçbir zaman sahibi olamayacağı, gem vurup birlikte dem vuramayacağı nice süslerin peşinde iken geldiği noktada apansızın “Kaçacak yer var mı?” diye sorarak nihayetinde bir çıkış kapısı arayışı içinde tutuşacaktır etekleri.

Hasatta Yüzü Gülebilmek

İşte tam da böyle bir anda “Reyyan” olup bir cümle kapısı gibi çıkış arayana istimdat eder oruç. Öyle bir oruç ki; “Biz, kimlerin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi oranın süsü yaptık.” beyan-ı ilahisi fehvasınca yeryüzünün süslerine tamah etmeden ruhları başta olmak üzere insanlık ederini süsleyecek erdemlere ve tefekküre ulaştıracak bir yöneliş. Komşusunun açlığını kendi tokluğunda hastalanıp yitmeden çare olmaya yol bulacak bir uruç.

Aradığı soruların cevabını bulmaya niyet ederek toprağın altına attığı tohumun çürüyüp yok olmasından endişesi olmayan mütevekkil bir çiftçi edasında ramazan ikliminde gayret gösterip hasatta yüzü gülebilmek ve yüz güldürmek çabasında bir yolculuk. İmsaktan iftara, teravihten teheccüde, mukabeleden itikâfa, sıladan sadakaya, duadan niyaza O’nun hesapsız lütuflarına mazhar olmak için kulluğunu ve ahdini tazelemek.  Yaşamın kıyısından ölümün kıyısına ve dahi ölümün kıyısından yaşamın kıyısına git geller, gel gitler yaşarken muhakkak ki şehr-i sıyam, insana kıyılarını gözden geçirme ve yeniden tahkim etme fırsatı verecektir.

Mushaf’la Musâfaha Etmek

Ramazan iklimi Kur’an ile hayat bulan Ömer (r.a) gibi kıyılarını yeniden belirleme ufku kazandıracaktır Mushaf’la musâfaha edene. İstiklal şairi Mehmet Akif’in nazma döktüğü o ufuk ve sorumluluk endişesini bir defa daha hatırlamalı:

“Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!”

Dün Dicle İslam coğrafyasının ücra bir kenarı iken, bugün artık ramazanın idrakine varan her Müslüman için; sokağının, caddesinin, mahallesinin, kutsal vatan hudutlarının hemen kıyısından başlayıp ezan sesinin yankılandığı, Müslüman nefesinin soluklandığı, mazlumun gözyaşı ve kanının düştüğü her toprak parçası şüphesiz ki kenar-ı Dicle’dir.

Mazluma Yurt Olmak

Artık başta kenar-ı Gazze olmak üzere kenar-ı Uygur, kenar-ı Urumçi, kenar-ı Dakka, kenar-ı Burma, kenar-ı Bangsamoro, kenar-ı Ulan Batur, kenar-ı Pattaya, kenar-ı Üsküp, kenar-ı Prizren, kenar-ı Türkistan, kenar-ı Mogadişu, kenar-ı Port-au-Prince, kenar-ı Cibuti, kenar-ı Abidjan, kenar-ı Harare, kenar-ı Çuvaş gibi nice kenarların avazını müdrik olmak, gözyaşı silmek, gönül almak ve sırtlanları aratacak vahşilikte bir muameleyle zulme uğrayan insanlara yurt olmak ramazan mektebine müdavim talebelerin başlıca dersi ve yegâne derdi olmalıdır.

Zeval Bir Adım Kadar Uzak

Evvelini ahirini, dününü yarınını, eksiğini fazlasını, sefasını cefasını, olurunu olmazını bulma ve anlamlandırma arayışındaki insanoğlu ömür sermayesini tartıp her defasında muhasebeleştirmeye mecburdur. Zira “Lezzetleri yok eden, ağızların tadını kaçıran!” zeval bir adım kadar uzak bir nefes kadar yanı başındadır.

Ne mutlu bir ömre bedel bu mevsimde nefsinin bencilliğinden korunarak, ahirini ve ahiretini ihmal etmeden ne sahibi olmaklığa ne de kiracısı kalmaklığa müsaade edilen bu âlemde ‘bir ömürlük misafir’ olarak Hakk’ın takdirine ve ikramına muhatap kılacak kulluk süsleri, tefekkür ufku ve vicdan aynası ile yol alanlara!

SUAT OKUYAN / DİB – Başkanlık Müşaviri

Oruç, insanlığı geliştirmelidir

Gösterişin bulaşmadığı tek ibadettir oruç. Namaz, zekat ve hac gibi  ibadetlerde gösteriş söz konusu olabilir, ancak orucunu tutan kişi yalnız Allah için tutmuştur, başka bir seçenek yoktur. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamberin bildirdiğine göre Allah (cc) şöyle buyurur;

“Oruçlu, yemesini, içmesini ve cinsel isteklerini benim için terk ediyor. Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben vereceğim.” (Buhârî, Savm, 2)

Yüce Allah’ın, Dünya ve dünyadaki her şeyi insan için yaratmış olması, insana çok değer verdiğini gösterir ki, insanlara da bu değeri korumak ve yaşatmak düşer. Bu da, başta canın ve alınteri kazancın dokunulmazlığını korumakla gerçekleşebilir. Ne yazık ki, bugün dünyada yaşananlara bakıldığında, çağımızın en büyük sorununun insana gereken değerin verilmediği gerçeğidir. Akıl almaz buluşlar keşfeden insan, insanlığını geliştirme noktasında bir adım ileriye gidemiyor, hep geriye gidiyor, kan ve göz yaşı eksik olmuyor. 

Kötülük ve düşmanlıkta yarışı bırakıp, iyilikte yarışma ve yardımlaşmaya geçilmeden insanlık gelişmeyecek. İnsanı yaratan Allah, yaşamı için gerekli her ihtiyacını düşünüp verdiği gibi, insanlığını geliştirecek yöntemleri de öğretmiştir; İman, adalet, merhamet, şefkat duygularıyla bedeni donatmak, şekilcilikten ziyade özü ve yaşantısı arasında uyumlu bir duruş sergilemektir. 

Allah (cc) şöyle buyurur;

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz erdemlilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekatı verendir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takva sahipleri bunlardır.(Bakara,177)

Ayetin verdiği mesajdan anlaşıldığına göre, Allah’a karşı ibadet vazifeleriyle birlikte insanlığa hizmet noktasında iyilikte yardımlaşmayan ve yarışmayan bedenlerde, insanlık yok olup gidiyor. Bu sorun genel olarak dünyanın sorunu olmakla birlikte, Müslümanlar arasındaki ilişkilerde de insani erdemlilik maalesef istenilen düzeyde değildir. Allah’a iman ve bunun gereği olarak O’na ibadet etmek çok kıymetlidir, ancak “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” bilinci olmadan erdemli mertebesine ulaşılmıyor.
Yıllarca Kaben’nin özlemini çeken Hz. Muhammed (sas), Kâbe’yi tavaf ederken onun ihtişam ve azameti karşısında;

“Ey Kâbe! Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! 
Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! 

Ancak, Allah’a yemin olsun ki, müminin Allah kadındaki saygınlığı senden daha büyüktür.”  buyurmuştu. (İbn Mâce, Fiten, 2.)

Hiç bir mümin Kabe’ye hakaret etmez, Kabe’ye zarar verici bir davranışa cesaret edemez, ona saygısızlık yapamaz. Bu hassasiyeti ve nezaketi Kabe’den üstün sayılan mümin kardeşine karşı da göstermelidir. Aksi halde, o evin sahibi Allah’ın hoşnutluğuna ulaşamayabilir.

Bu yüzden oruç, sadece mideyi tutmak değil, aynı zamanda elini, dilini, gözünü ve kötü duyguları da tutmaktır. Nitekim Hz. Muhammed buyurur ki; “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, kötü konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defa, “Ben oruçluyum.” desin.” (Buhârî,Savm,2)

“Yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına Allah”ın ihtiyacı yoktur.”(Buhârî, Savm,8)

Alınteri helal kazancını Allah’ın isteği üzerine yemeyen ve içmeyen kişi, Allah’ın şiddetle yasakladığı başkasının alınteri kazancını çalarak veya aldatarak zimmetine geçirmesi düşünülemez. 

Oruç, Allah’ın yarattığı temiz fıtratı hatırlatır ve on bir ay boyunca manen yıpranan bedenin özüne dönmesine yardımcı olur. Allah ile kurduğu bu bağ sayesinde ölmüş  insanlığın yeniden canlanmasına vesile olur. Diğer zamanlarda kaybettiğimiz merhameti ve yardımlaşmayı hatırlatır, sene boyu karnı aç olan yoksul ve muhtaçların durumu daha iyi anlaşılır.

Sonuç olarak; Allah’ı unutan, insanlığını unutur, kulluk ve sorumluluk bilincini kaybeder.

Kur’an der ki; “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten yoldan çıkmışlardır.” (Haşr,19)

Kur’an’ın kimliği ve mesajının içeriği

Kur’an esasında bir milletin inanç, irade ve düşünce özgürlü­ğü uğrunda vermiş olduğu mücadelenin destanıdır. Dolayı­sıyla onu ancak ayağa kalkanlar anlar. Kur’an pratikle tefsir edilir çünkü bir eylem kitabıdır. Masa başında ondan fayda­lanılmaz. Sözgelimi, dünyanın bir yerinde özgürlük, ahlak ve adalet için bir araya gelmiş ve bu değerler uğrunda hayatlarını vakfetmeye azmetmiş bir topluluğun dinî kaygıları ve amaç­lan olmasa bile Kur’an’dan faydaları, bir entelektüelin masa başında elde ettiği faydadan çok fazla olacaktır. Kur’an metni, bir senaryonun ancak çekildiğinde anlamını gerçekleştirebil­mesi gibi, hayata aktarıldıkça semeresini verecektir. Kur’an’ın bir eylem planı olduğunu gösteren en önemli delillerden biri, secde ayetleri okunduğunda, namazın içinde dahi okumayı yarıda kesip secde yapılmasıdır. Secde söz ve eylemin kesiştiği prizmadır.

Kur an olgunun önünde değil, arkasında yer almıştır daima. Önce bir hadise meydana gelmiş ve ardından Kur’an, müntesiplerinin o hadise karşısındaki duruşlarım belirlemiş, onlara rehberlik etmiştir. Anlıyoruz ki nüzul dönemi, ayetlerin belirli sorulara uygun cevapların verilmesi sürecidir. Sorulan olmayan cevaplar ne kadar anlamsız durursa, Kur’an’ın indiği dönemin şartlarını; inişine direkt ya da dolaylı sebep olmuş olayları bilme­den Kur’an’ı anlamaya çalışmak da o kadar imkânsız olacaktır. Bu açıdan indiği devrin şartlarım göz önünde bulundurarak Kur’an okumayı sadece o döneme hasretmek, sınırsız anlam dünyasını kelimelere mahkûm etmek ve en önemlisi modern dönem İslam dünyası mağlubiyetinin bir sonucu olarak ka­bul etmek konformist bir yaklaşımdır. Tefsir tarihi boyun­ca ayetlerin indiği şartları ve sebepleri göz önünde tutarak Kur’an’daki birçok ayetin nüzul dönemine münhasır olduğu­nu açık yüreklilikle söyleyen onlarca tefsir âlimine rağmen, bugün böyle bir okumaya karşı çıkmak, en hafif tabirle mo­dern dönem kompleksinin bir gereği olsa gerektir.

Bu durum elbette Kur’an’ın zaman ve mekân üstü evrensel mesajlar içermesine mâni değildir. Kur “ani hitabın tarihselliği, hitap sahibi Allah’ın değil, muhatap olan insanın tarihselli­ğinden kaynaklanır. Hiçbir tarihsel varlık/muhatap tarih üstü bir sözü anlayamaz. Kur’an birçok yerde kendisinin o günkü Arapların lisanıyla indirildiğini vurgular. Kaldı ki lisan sade­ce sözlükteki kelimelerden ibaret değildir. O daha genelde bir toplumun zihin arşividir, kültürüdür. Bu, Kur’an’ın belli bir toplumun zihin ve kültür realitesini muhatap aldığım hatta onu bir yere kadar referans kabul ettiğini gösterir. En açık ör­neği “Allah arşa istiva etti,” gibi teşbih ve tecsim yanılgısına düşürebilecek edebî metafor mesafesindeki naslardır.

Meselenin temeline inerseniz, evrensellik ve tarihsellik ol­gusunu zamansal ve mekânsal anlamda düşünmenin yeterli olmadığını fark edersiniz. Aynı zamanda, aynı şartlar altında yaşayan insanların eğitim, kültür, meslek, yaş vb. farklılıkları bile, aynı sözün muhatabı olmalarına rağmen tamamen başka anlayışlara sahip olmalarında etkilidir.

İlkesel olarak belirtelim ki Kur’an’m dili yerel, mesajı tarihüs- tüdür. Dili tarihsel olmak zorundadır çünkü dil bir toplumun kültür mahsulüdür. Bir toplumun dilini o toplumun tari­hinden, kültürel yapısından hatta gündelik yaşam tarzından bağımsız düşünemeyiz. Toplumun yaşam tarzı dilini, dil de toplumun bilincini oluştur. Şu halde, Kur’an’ın dilsel/sözlü ve dahi yazılı bir metin olduğunu hesaba katarsak, onun ancak bir dilde vücut bulabileceğini söylemekten başka çaremiz kalmaz.

Kur’an’ı anlamlandırmanın anlamı

Kritik soru şudur: Günümüzde Kur’an’ın anlaşılması prob­leminden söz edebilir miyiz? Yoksa Kur’an doğru anlaşıldığı halde sorun başka yerde midir? Öncelikle bir anlama proble­minin olduğu kesin fakat bu günümüze mahsus bir sorun de­ğildir. Sahabeden yani Kur’an’ın ilk muhataplarından sonra Kur’an’ı anlama probleminin ortaya çıktığı, indiği dönemin şartlarından uzaklaştıkça bu sorunun kademe kademe arttığı ve bir yerden sonra İslam toplumunun en büyük problemine dönüştüğü bir gerçektir.

Evet, her gün afaki biraz daha kararan ümmet-i Muhammed’in bugün içinde bulunduğu durumun en önemli sebeplerinden bir tanesinin, Kur’an’ı anlama problemi olduğunu söyleyebili­riz. Âcizane bugün Müslümanların Kur’an’ın emir ve yasakları­na iman etme problemlerinin olduğunu düşünmüyorum. Ben Müslümanım diyen kişi, Kur’an’ın emir ve yasaklarına amade, onun getirdiği yasalar çerçevesinde yaşayacağına ahd ü peyman eylemiş demektir. Bu gerçeği az çok teslim ederiz.

Asıl inançsal keskinlik, nüzul döneminin bir realitesiydi. Bu­gün ise daha karmaşık bir inanç adresiyle karşı karşıyayız. Kur’anın ilk muhataplarının Kur’an’la ilişkisi sadece inanç üzerindendi. O gün Kur’an’a inanmak (iman) ya da inanma­mak (küfür) veya inanıyor gibi görünmek (nifak) geçerliydi.

Günümüze geldiğimize, Kur’an’a inanma ya da inanmama değil, ayrıca neye inanıp neyi inkâr edeceğini bilme gibi bir problem zuhur etti. Âdeta ilk neslin imanı ilme, küfrü ceha­lete; sonrakilerin imanı ise bilmezliğe dayanıyor. İlk dönem muhataplar, anlama değil, inanma ve hayat edinmeyle yüz yüzeydiler. Onların tefsire ihtiyaçları yoktu. Vahiy, içinde yaşadıkları çağın sorunlarını yine o çağ insanının gündelik dil, deyim ve söylemleriyle açık bir şekilde kendilerine izah ediyordu. Belirtilen tabii kültürel donanım dışında teknik bir malumat elzem değildi.

Bu mevzuda, zayıf da olsa Hz. Aişe’den [r.anhâ], “Hz. Pey­gamber Cebrail’in bildirdiği birkaç ayetin dışında Kur’an’dan hiçbir şeyi tefsir etmedi,” sözü Taberî tarafından nakledilir. Yine bu hususla alakalı İbn Mes’ûd’un talebelerinden Abide b. Kays, kendisine bir ayetle ilgili soru soran îbn Sîrîn’e ibret­lik bir cevap verir: “Sana Allah’tan sakınmayı (takva) ve dilini tutmayı tavsiye ederim. Zira Kur’an’ın indiği dönemin hadi­selerinin şahitleri bu dünyadan göçüp gittiler.”

Gözenin kaynağından uzaklaştıkça suyun berraklığı nasıl azalıyorsa, vahyin indiği ve yaşandığı çağdan uzaklaştıkça Kur’an’ın anlaşılması bir problem halini almaya başlamıştır. Vahiyle muhatap arasındaki zaman uzadıkça vahyi anlamak, cevabı olduğu soru ve sorunları anlamaya bağlı oldu. Böyle­likle ayetlerin inişine direkt ya da dolaylı yoldan sebep olmuş olaylara şahit olan sahabe ve özellikle îbn Abbas gibi Kur’an’la fazlaca meşgul olmuş bir sima tek otorite halini aldı. Ayetle­rin tefsirindeki kritik rollerinden dolayı, ilk dönemlerde hadis uydurma faaliyetlerinden de daha fazla biçimde, sahabelere bazı ayetlerin tefsiri sadedinde rivayetler nispet edilmeye baş­lanmıştı. imam Şafiî’nin “İbni Abbas’tan sadece yüz kadar ayet tefsiri nakledilmiştir,” sözünden de bu alandaki istisma­rın düzeyini anlayabiliyoruz.

Bütün bunları göz önünde bulundurunca, irtihal-i Nebi sonrası yaşanan kimi çekinceleri anlayabiliyoruz. Belki de Kuran’ın mushaflaşma sürecindeki tereddüt ve tepkilerin te­melinde böyle sezgisel bir bilinçaltı korku vardı: sözün bağ­lam içinde kazandığı varlığın/anlamın yazıya dökülmesiyle buharlaşacağı korkusu. Gerçekten söz yazıya döküldüğünde zamandan kopar. Bir nesnenin fotoğrafının çekilmesi gibi, o nesne zaman içinde varlığını sürdürürken, sanki siz o nes­nenin bir anını zamanın içinden o an çekip almış olursunuz. Böylelikle canlı olan nesne fotoğrafla cansızlaşır. Nihayetin­de zaman “şey”in ruhudur. Sözün yazıya dönüşmesi de âdeta kelimelerin ruhunu yok eden, onları matlaştıran bir şeydir. Dolayısıyla söz ile zamanın çok derin bir ilişkisi vardır. Ke­limelerin anlamları “şimdi” ile kaimdir çünkü anlam kelime bedenine sirayet eden ruh gibidir.

Metni anlamak için temel gereklilikler

Burada ilk önce, “metin” sözcüğünü “kitap” olarak külli bir manada anlamak gerekir. Bir kitabı anlamanın ilk şartı o ki­tabın dilini bilmektir. Lügavi açıdan ne dediğini anlamadığı­mız bir kitabı idrak edip hayata rehber edinmekten sorumlu olmamız düşünülemez. Bundan dolayı Kur’an, “Biz her pey­gamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.” buyurur.

Konuyla ilgili başka bir ayet şöyledir: “Eğer biz onu başka dilde bir Kur’an yapsaydık onlar mutlaka, ‘Onun ayetleri ge­nişçe açıklanmalı değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?’ derlerdi.” Burada da Kur’an, onun kavminin dilinden başka bir lisanla gönderilmiş olması ha­linde, kavminin onu anlamama gibi bir mazereti ileri sürebi­leceklerini söylüyor ve bu mazereti yadırgamıyor. Böylelikle dilini anlamadıkları bir kitaptan sorumlu olamayacaklarını zımnen ifade etmiş oluyor.

Söz konusu ayetlerden hareketle vahyin ilk muhataplarının Kur’an’ı dil/lügat düzeyinde anlama problemi yaşamadıkları­nı çok açık biçimde görebiliyoruz. Az önce bu hususa kısmen değinmiştik. Bundan dolayı onlar Kur’an’ı tedebbür, (bir şeyin arkasını bilmek), tefekkür (derinlemesine bilmek) ve tefakkuh (maksadını bilme) etmeye davet edilmişlerdir. Yoksa teallüm ve tefehhüm düzeyinde anlama sorunları yoktu. Üstelik bu sa­dece Kur’an’ın ilk muhataplarına mahsus bir durum değildir. Ayetin de mimlediği gibi vahye muhatap olmuş bütün toplu­luklar için geçerli sayılacak bir husustur. “Ey Şu’ayb! Dedikleri­nin çoğunu anlamıyoruz (fıkhedemiyoruz),” ayeti bu konuya güzel bir örnektir. Bu ayette kavini Şuayb’a, açıkça söyledikle­rinin ne anlama geldiğini dil/lügat açısından anladıklarını fakat neden bunları söylediğini idrak edemediklerini ifade eder.

Kur’an’ın dilsel yönüne dair haksız bir ithama belki burada temas etmek gerekir. Kur’an’da bazı cümle düşüklükleri, an­latım bozukluğu olduğu yönünde kötü niyetli ve oryantalizm kaynaklı iddialar, ona dilsel bir hitap değil de yazılı bir kitap olarak bakmanın getirdiği bir problemdir. Kur’an bilgi akta­rım amacıyla kaleme alınmış bir metin değildir. O muhatapla­rını bilgilendirmeyi değil, etkilemeyi ve yönlendirmeyi amaç­lar. Kur’an’ın masa başında yazılmış bir kitap olmayışı hatta öz itibarıyla bir kitap olmayışı sonraki nesiller tarafından göz ardı edilmiştir. Kur’an’ın kitaplaşması, sonraki nesiller tara­fından sıradan kitap olarak algılanmasına sebep olmuştur. Oysa o yirmi üç yıl gibi uzun bir zamanda ve peyderpey indi­rilmiş ve en önemlisi sonradan kitap halini almış bir metindir.

Ayetlerin bağlamını bilmek

Bir kitabı anlamanın ikinci şartı bağlama dair bilgidir. Dik­kat edin» İslam tarihinde ilk ciddi vahyi anlama problemi» Kur’an la arasına zamanın girmesiyle bağlamdan kopmuş olan yeni nesilde ortaya çıkmıştır. Bu yeni nesil, sahabe gibi Kuranın inişine sebep olan bir nesil olmadıklarından hatta sahabenin kendilerinin de bir parçası oldukları olay ve hadise­leri bilmediklerinden dolayı bazı ayetleri anlamakta zorluklar yaşamaya başladılar. Bakara suresinin 158. ayeti, sahabenin çocuklarının bağlamı bilmemekten kaynaklı anlama problemi yaşamaları açısından ilginç bir örnektir.

Ayetin meali şu şekildedir: “Şüphesiz, Safa ile Merve Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse bun­da bir günah yoktur.” Bir hac esnasında Hz. Esma’nın oğlu, teyzesi Hz. Aişe’ye [r.anhâ] gelerek bu ayeti soruyor. Safa ile Merve arasında sa’y yapmak haccın da umrenin de şartların­dan biridir. Şu halde “bir beis yoktur” tarzındaki anlatımın se­bebi nedir? Bu hadisede, Kur’an’ın anlaşılmasında bağlamın bilinmesinin ne denli önemli olduğu hatta anlamın tamamen bağlamla ilişkili olduğu çok net şekilde görülmektedir.

Gerçekte ayetin bağlamı şudur: Mekke fethedilmeden önce Kabe’de olduğu gibi hac menâsikinin icra edildiği bütün mekân­larda putlar vardı. Safa ve Merve de bunlardan biriydi. Kâbe ve Safı ile Merve’deki putlar yıkılınca sahabe bir an için tereddüt etti: “Acaba Safa ile Merve’yi putlardan dolayı mı tavaf etmiyo­ruz, yoksa bunlar şirk şiarı oluşturan şeyler midir?” O dönemin müminleri putlardan arınmış olsa da şirk dini için mukaddes sayılabilir düşüncesiyle Safa ve Merve noktasında bir tered­düt yaşadılar. Bunun üzerine inen ayet, Safa ve Merve’de sa’y yapmanın şirk uygulamalarıyla bir alakası olmadığını açıkladı. Şimdi ayetin söylemiş olduğu şeyi insan lügat açısından çok net anlamış olsa da bağlam bilinmeyince ayet anlamını yitiriyor. Aslında bugün Kur’anı anlamada en çok problem yaşadığımız yer, işte burasıdır. İndiği şartların bilinmemesi Kur’an metnini an­laşılmaz kıldığı gibi, yanlış anlaşılmasına dahi sebep olabiliyor.

İtiraf etmeliyiz ki, meselenin çok daha vahim tarihî tezahürle­ri var. Daha ilk neslin dünyayı terk etmesiyle Kur’an’ın tefsiri üzerinden baş gösteren ihtilaflar kan dökmeye varacak boyu­ta gelmişti. İlk dönemdeki mızrakların ucuna Kur’an takma hadisesi farklı format ve şekillerde her dönemde varlığını sürdürdü. Meşrepler mezhebe, mezhepler Arkaya, fırkalar hi­ziplere ve en nihayetinde birbirlerini heretik kabul eden ve birbirlerine düşman Kur’an cemaatlerine dönüştü.

Daha ilk devirlerde Mülk suresinin “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmaz­dık!” şeklindeki 10. ayetini, “Eğer ashab-ı hadis veya ashab-ı rey mezhebi üzere olsaydık, o çılgın ateşe girenler içerisinde olmazdık,” diye tefsir etmekten hiç çekinmemişlerdir. Nere­deyse her ayeti kendi mezheplerini bir şekilde destekleyecek, üzerinde oldukları yolu doğrulayacak şekilde yorumlama faa­liyeti öyle bir hal aldı ki, artık bu durum her hizipçe muteber kabul edilen bir usule dönüştü.

Şu noktaya da İlmî sadakat adına temas etmek gerekir: Kur’an’dan, Kur’an’ın indiği sosyolojiden bağımsız gelişmiş olan ve birço­ğunun temelinde siyasi çekişmelerin yattığı fıkhi ve kelami tar­tışmalarda maalesef ayetler nüzul ortamındaki karşılığı dikkate alınmaksızın tarafların anlamak istediklerine uygun bir vaziyette yorumlanmış, âdeta mezhebin inanç esasları Kur’an’a söylettirilmeye çalışılmıştır. Halbuki Kur’an bir kitap değil, hitaptır. Son­radan yazdı hale getirilmiş bir metindir. Diyalojik yapısı dikkate alınmadan elde edilen her anlam, anakronik bir okumayı netice verir ki bugünkü Kur’an’ı yorumlama problemlerinin temelinde yatan sorun kısmen buradan kaynaklanmaktadır.

Hatalı anlamaya çarpıcı bir örnek

Bizzat sahabenin yadırgadığını gördüğümüz bir rivayeti ele alalım dilerseniz. Tirmizî kaynaklı bir hadis-i şerif, Kur’an’ın bağlamından kopuk okunmasının -her defasında yanlış an­lamaya sebebiyet vermese de- sahabe tarafından mahzurlu görüldüğünü gösterir. Eşlem b. İmrân anlatıyor: Bizans ile savaş halindeyken Müslümanların saflarından biri tek başına düşman saflarına dalınca, bazı Müslümanlar “Kendi kendinizi tehlikeye atmayın,” ayetini okuyarak bu davranışı yadırgarlar. Orada bulunan Eyyûb el-Ensârî onları şu şekilde düzeltiyor: “Siz bu ayeti yanlış bağlamda okuyorsunuz. Bu ayet biz ensarın İslam güçlendikten son­ra, artık kendi dünyalık işlerimize bakabiliriz, minvalinde konuşmalar yaptığımızda nazil oldu. Ayet bizim için şöy­le demiş oluyordu: ‘Cihattan geri durarak kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ Oysa siz burada farklı bir bağ­lamda okuyarak ayeti tahrif ediyorsunuz.”

Elbette en çok rastlanan okuma hatalarından birisi -belki buna hata değil, Kur’an’a ihanet demek daha doğru olur- ayetlerin içinde bulundukları pasajlardan çıkarılarak okunmasıdır. Bu anlamı yok eden hatta direkt ayeti tahrif eden bir okuma biçi­midir. Örneğin, muarızları tarafından reddedilen birinin Şûra suresinin 19. ayetini okuyarak iman elçisi olan Hz. Musa’nın Firavun’u imana davet ederken bile tekfire maruz kalışını öne sürmesi. Halbuki ayet-i kerimeyi biraz gerisinden okuyan, he­men oradaki “Ente minelkâfirîn/sen kâfirlerdensin,” sözünün nankörlükle suçlama anlamına geldiğini anlayacaktır.

Diğer örnekte, Sâffât suresinin “Tomurcukları sanki şeytan­ların başları gibidir,” şeklindeki 65. ayeti için, cehennem- deki ağaçların şeytana benzetildiği zannedilerek uzun uzun yorumlar yapılmıştır. Halbuki vahyin indiği sosyal çevreyi ve o bölgenin coğrafik durumunu bilen bir kimse, burada zikredilen “şeytanların başları” ifadesiyle, Mekke civarında yetişen ve görüntüsü oldukça çirkin bir ağacın kastedildiğini anlayacaktır. Keza Haricilerin “Hüküm ancak Allah’a aittir,” ayetinden yola çıkarak bozgunculuk çıkarmaları, Kur’an’ı iç bütünlüğüne dikkat edilmeden, indiği dönemdeki metin dışı unsurlardan bağımsız olarak okumanın tarihteki en içler acısı örneğidir. Nitekim Hz. Ali bu hadise karşısında, “Hak sözle batıl anlam kastediliyor,” şeklinde mukabelede bulunmuştur.

Bir de son dönem tahrifine değinelim: Modern dönemde çok­ça rastlandığı şekliyle, bilimsel bir gerçeği ifade etmek ya da sosyolojik ve psikolojik bir esası zikretmek için, Kur’an’dan bu anlama yakın ya da bir şekilde lafız itibarıyla söz konu­su maksatla kesişecek ortak yönleri ihtiva eden ayetlerle söze başlamanın ne gibi bir anlamı olabilir?

Sözgelimi demokrasinin faziletlerinden bahsederken, istişare­yi emreden ayetlerle istişhat etmek veya astronomi ile ilgili bir hadiseyi uzun uzun dile getirmeden önce yerlerin ve göklerin yaratıcısının Allah olduğunu ifade eden ayetle söze başlamak ya da bu ayetlerdeki kelimelerin arasından söz hokkabazlığıy­la maksada uygun anlamlar devşirmek ve bunları da “Nitekim Kur’an böyle buyuruyor,” gibi cümlelerle ayetlere payanda muamelesi yapmanın, en sonunda birbirleriyle hiçbir alakası olmayan binlerce yaşam tarzının kendisini Kur’an’la referans etmeye sebep olmaktan başka neye faydası olmuştur?

Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali, syf:143-152

İslam toplumlarının temelini oluşturan ana değerler hangileridir?

Bütün toplumların kendilerine has değerleri vardır. Bu değerler toplumları millet yapan bir ve beraber yapan birbirine güvenilir yapan temel değerlerdir. Adalet, hikmet, iffet ve şecaat toplumları yaşanılır kılan büyük bir aile yapan temel değerlerimizdendir. Müslüman toplumlarda da bu dört temel değer Kur’an-ı Kerim ve hadislerle desteklenerek, onları örnek erdemli nesiller hâline getirmiştir. Adalet, doğruluk, dürüstlük; hikmet, bilgelik, isabet etmek; iffet, kötü söz ve işlerden kaçınmak; şecaat ise cesaret ve kahramanlık anlamlarına gelmektedir.

Adalet

Doğruluk, denklik, doğru yolu izleme, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, tarafsızlık ve aşırılıktan uzaklaşıp her şeye hakkını vermek gibi anlamlara gelir. Toplumu şekillendiren temel değerlerdendir. Yüce Rabbimiz: “…Allah, adaletli davrananları sever.” (Hucurât suresi, 9. ayet) ayeti ile adaletli olmayı teşvik ederken; “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır…” (Maide suresi, 8. ayet.) ayeti ile de adaletsiz davranmaktan bizleri sakındırmıştır. Adaletin tam tersi zulümdür. Adalet, hakkı teslim ederek, hak edene hakkını vermek iken, zulüm ise hak edene hakkını vermemek, hakkı gasp etmek demektir. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de: “Gerçek şu ki, inkâr edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir.” (Nisa suresi, 168. ayet.) buyurarak adaletin zıddı olan zulmü işleyenleri Allah’ı (c.c.) inkâr edenlerle bir tutmuş ve bağışlanmayacaklarını bildirmiştir. Anne ve babalar çocukları arasında adaletli davranmalı ve bu duyguyu onlara aşılamalıdırlar. Sahabeden Numan b. Beşir anlatıyor: Babam servetinin bir kısmını bana bağışladı. Bu olay üzerine annem, “Ben bu işe razı değilim, Allah’ın (c.c.) Resulü bunu onaylarsa başka.” diye itiraz etti. Peygamber Efendimizin onayını almak üzere yanına giden babama Peygamberimiz: “Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” diye sordu. Babam yapmadığını söyleyince, Peygamberimiz: “Allah’tan (c.c.) korkun, çocuklarınız arasında adaletli olun.” buyurdu. Bunun üzerine babam bağışladığı servetini geri aldı. (Müslüm, Hibe, 13.)

Peygamberimiz (s.a.v.) çocukları arasında ayrım yapmazdı, onlara adaletli davranırdı. Peygamberimizin bu özelliğini bilen herkes onun verdiği kararlara razı olurdu. Onun adaletli biri olduğunu bildikleri için insanlar anlaşmazlığa düştükleri konularda onu hakem tayin ederlerdi çünkü Peygamberimiz, doğruluktan hiçbir zaman ayrılmamış bir kişiydi ve insanlar arasında adaletle hükmederdi. Yüce Rabbimiz: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkı ile haberdardır.” (Nisa suresi, 135. ayet.) ayetinde adaletten hiçbir zaman ayrılmamamız gerektiğini, hatta o işin sonunda ana babamız zarar görecek olsa bile adaletten şaşmamamızı bizlere emretmektedir. Yine Yüce Rabbimiz; “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor …” (Nisa suresi, 58. ayet.) ayeti ile sadece Müslümanlar için değil tüm insanlar için adaletli olmamızı emretmiştir. Hiç kimse bir başkasının işlediği suç yüzünden sorumlu tutulamaz. Suçu asıl kim işlemişse cezasını o çekmelidir. Eş, dost ve akrabaları cezalandırılmamalıdır. Bu konu ile ilgili olarak Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de: “Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ suresi, 15. ayet.) buyurarak suçsuz bir insanın başka bir kimsenin işlediği hata sebebi ile cezalandırılamayacağını bildirmiştir. Adalet, toplumda kişilerin haklarının belirlenmesi ve hakkın hak sahibine teslim edilmesini sağlayan temel değerlerdendir. Adaletli bir kişi, karşıdaki zayıf, fakir veya yabancı da olsa hakkı yenen insana sahip çıkarak hakkını tamamen almasına yardımcı olur. Mazlumların yanında yer alır. Zulmeden, hak yiyen güçlü de olsa onun karşısında dimdik ayakta durur. Bir işi verirken ehline verir. Alırken ve satarken dosdoğru tartar ve ölçer. En yakın akrabalarının zararlı çıkacağını bilse bile doğruluktan ve doğru şahitlik yapıp doğru hüküm vermekten uzak durmaz. Hak ve hukuk neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Hikmet

Hikmet; insanı iyi olana yönlendiren, çirkin ve kötü olandan alıkoyan sözdür. Bilmek, anlamak, isabet etmek anlamlarına gelen hikmet temel değerlerden biridir. Kişinin Rabbini bilmesi ve cahilce davranışlardan menetmesi sebebi ile bilgelik anlamında da kullanılmıştır. Hikmet, Kur’an-ı Kerim’de: “Ona (Hz. Yahya) çocuk iken (ilim ve) hikmet verdik.” (Meryem suresi, 12. ayet.) ayetinde bilmek ve anlamak anlamlarında kullanılmıştır. Hikmet; ilim ve akılla gerçeği bulma, derin anlayış sahibi olma, dinin inceliklerini bilme, her şeyi yerli yerine koymak anlamlarında da kullanılır.

Hikmet; dengeli olma, orta yol üzerinde bulunma, adalet niteliği taşıma anlamlarında kullanıldığı gibi gerçeği ifade eden gereksiz lafızlardan arındırılmış akla uygun söz anlamlarına da gelir. Tasavvufi alanda da nefsin ve şeytanın afetlerini ve bunlardan koruyucu manevi terbiye yollarını bilmek anlamında kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de: “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir…” (Cuma suresi, 2. ayet.) buyrularak Peygamberlerin hikmeti öğretmekle de sorumlu tutuldukları bizlere anlatılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de gerçeği açığa çıkaran, şüpheyi ortadan kaldıran delil, sahih ve kuvvetli söz anlamında,: “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et.” (Nahl suresi, 125. ayet.) ayetinde tüm İslam davetçilerine, Yüce Rabbimiz hikmetle ve güzel öğütle Allah’ın dinine insanları çağırmaları hususunda emir veriyor. Bazı müfessirler buradaki hikmeti Kur’an-ı Kerim olarak da tefsir etmişlerdir. İlim ve akılla gerçeği bulma anlamında: “…Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir…” (Bakara suresi, 269. ayet.) ayetinde söz ve fiilde isabet anlamı kastedilerek hikmetten söz edilmektedir. Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde: “Hikmet, Mü’min’in yitiğidir. Onu bulduğu yerde alır.” (İbn Mace, Zühd, 15) buyurarak hikmetin Müslümanların işine yarayan her türlü faydalı bilgi ve söz anlamına geldiğini bildirmiştir.

İffet

İffet; insanın bedeni ve maddi zevklere aşırı düşkünlükten kendini korumasını sağlayan erdemdir. Kelime anlamı olarak haramdan, helal ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak anlamlarına gelir. İffet; nefsin isteklerinde ölçülü olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına sokmak sureti ile kazanılan erdemdir. İnsanın, dinî ve ahlaki kurallara bağlı kalarak namusunu, şerefini ve haysiyetini koruması iffetin bir gereğidir. “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar…Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar…” (Nur suresi, 30. ve 31. ayet.) ayetlerinde iffetli olmak yani haya ve namusunu korumak hem erkeklere hem de kadınlara emredilmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’de: “Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah lütfundan ihtiyaçlarını giderinceye kadar iffetlerini korusunlar…” (Nur suresi, 33. ayet.) buyrularak, iffet nikâh ve aile kavramları ile değerlendirilerek iffeti korumanın en önemli yollarından birinin evlilik olduğunun altı çizilmiştir. İffet, “(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (Bakara suresi, 273. ayet.) ayetinde gözü ve gönlü tok insanların erdemli bir davranışı olarak anlatılmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ayetleri tefsir ederken yardıma en layık kimselerin, iffetini korumaya çalışan yoksullar olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimiz de hadislerinde: “Allah’ım senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72.) diye dua ederek iffetin en önemli temel değerlerimizden biri olduğunu bizlere bildirmiştir.

Şecaat

Cesaret, yiğitlik ve kahramanlık anlamlarına gelen şecaat temel değerlerimizden biridir. İslam bizden; dinimizi, vatanımızı, namusumuzu, canlarımızı ve mallarımızı korurken cesur davranmamızı bu hususta gerekirse ölümü göze alarak her türlü sıkıntıya katlanmamızı emreder. Yüce Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’de, vatanımızı ve memleketimizi düşmana karşı savunurken, şecaatli olmamızı, “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler…” (Fetih suresi, 29. ayet.) ayeti ile bizlere emretmektedir. Rabbimiz: “Bir kısım insanlar, müminlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! dediler.” (Ali İmran suresi,173. ayet.) buyurarak Müslümanların şecaat ve cesaretlerini artırmış, Allah’ın (c.c.) yardımına da güvenerek, kafirler karşısında daha cesur olmalarını sağlamıştır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) her hususta olduğu gibi şecaat konusunda da bizlere en güzel örnek olmuştur. Bu hususta, Enes b. Malik (r.a.), Peygamberimiz insanların en iyi, en cesuru ve en cömerdi olduğunu söyleyerek, Uhud Savaşı’nda İslam ordusunun zor durumda kaldığı esnada Peygamberimizin ortaya koyduğu cesareti buna örnek göstermiştir. (Müslim, İmare, 150) Şecaat, bireyin korkmadan, cesurca millî ve manevi değerlerini, mukaddesatını savunmasını sağlar. Millet olarak da bu hususta şanlı tarihimizde olduğu gibi, 15 Temmuz hain darbe girişiminde de vatanımız ve milletimiz için şecaatin en güzel örneğini gösterdik. İmanlı cesur sinelerin topla ve tankla yenilemeyeceğini tüm dünyaya bir kez daha ispat ettik.

İslamiyette Ahlaki Değerler

İslamiyet, insanların temelde inançlı, iyi ve doğru olmalarını amaçlar. Dinin üç boyutu olan inanç, ibadet ve ahlak özde birdir ve aynı amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. İnsan, inanç ve ibadet sayesinde yaratıcısına bağlanır, ibadetlerin doğurduğu iyi sonuçlar ve tavsiye edilen güzel huylar sayesinde toplumda iyi insan olarak yaşar. Buna göre İslamiyet, yaratıcısına inanıp saygı duyan ve sosyal hayatta diğer insanlarla iyi ilişkiler kurarak yaşayan bir insan yetiştirmek ister. İslamî erdemler, bize dinimizin sahip olmayı zorunlu kıldığı erdemlerdir. Dinimizin bize kazandırdığı artıdır.

İnsanın Allah’la (c.c.) ilişkisi inanç ve ibadet; diğer insanlar ve yaratılmışlarla ilişkisi ahlak ve hukuk (muamelat) olarak tecelli eder. Ahlaki ve hukuki (muamelata dair) hükümler iç içe olsa da ikisi birbirinden ayrı alanlardır. Güzel huy ve davranışların içselleştirilmesi, kişisel mutluluğu sağladığı gibi toplumun huzur ve barışına da katkıda bulunur. Aslında bir toplumda ahlaki bilinç ve duyarlılık yüksek olduğunda hukuki problemlerin ortaya çıkması daha baştan büyük ölçüde önlenmiş olur. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim, sistemini büyük ölçüde inanç, ibadet ve muamelatı da gözeterek ahlaki duyarlılık üzerine inşa etmiştir. Hukuk, ahlaki alanda gösterilen ihmallerin yol açtığı anormal durumlara çözüm üreten ve sosyal hak ve görevleri belirleyen bir kurumdur.

İnsanın yöneldiği her türlü üstünlük ve mükemmellik iyi kavramıyla ifade edilir. İnsan bütün çabalarında iyiyi arar. İnsanın aradığı iyi; sanatta güzel, bilimde doğru, çalışmada başarı, ticarette kâr, sosyal hayatta yarar, sporda sağlık, dostlukta sevgi, ahlakta erdem ve mutluluktur. İyi, her konuda yöneldiğimiz genel bir amaç olsa da özellikle ahlaki bir değerdir. Bundan dolayı iyi ve kötü, ahlakın; güzel ve çirkin, sanatın; doğru ve yanlış, bilimin temel değerleridir. İslamiyet hem toplum hayatında hem de genel olarak tabiatta iyiliğin yaşamasını ister. Bu amaçla gerek Kur’an ayetleri gerek Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hadisleri aracılığıyla birtakım ilkeler ve değerler ortaya koymuştur.

21 -23 NİSAN 2023

Rahmet, bereket ve arınma mevsimi ramazan ayının ardından; barış, kardeşlik ve esenlik rüzgârlarının dalga dalga yayılarak bütün hayatı kuşatacağı Ramazan Bayramı’na giriyoruz.

Bayram; bir ay boyunca iyilik, ibadet ve tefekkürle kendini her yönüyle eğiten müminlere ramazan-ı şerif’in en güzel armağanıdır.

Bayram; kardeşine tebessüm etmeyi sadaka bilen peygamber ahlakının müntesiplerine, yeryüzündeki olanca kötülüğe karşılık, kardeşlik ve muhabbeti bütün âleme yaymak için büyük bir umut ve azimle çalışan iyilik erlerine, âlemlerin rabbinden bir hediye ve rahmet vesilesidir. 

Bayramları anlamlı kılan, can taşıyan her varlığın bu iyilik ve güzellik ikliminden en güzel şekilde istifade etmesidir. Dolayısıyla acı, hüzün ve gözyaşının kuşattığı dünyamızda, bütün müminler olarak aynı hissiyatı ve aynı sevinci yaşamak adına birlik-beraberliğimizi, kardeşlik duygularımızı, gönül köprülerimizi onarmak ve güçlendirmek bayramların bizlere yüklediği en önemli görev olmalıdır.

Bu vesileyle, öncelikle anne-babalarımızı, aile büyüklerimizi, akraba ve komşularımızı ziyaret ederek onların gönlünü alalım. Bilhassa bayram yapamayanların bayramı olmaya çalışalım. Sevgi ve merhamete muhtaç; yetim, öksüz, garip, hasta, yaşlı ve kimsesizlerin sevinci olalım. Kardeşlerimiz arasındaki kırgınlıkları ve küskünlükleri bertaraf edelim. Çocuklarımızı da bayramın coşkusuyla buluşturarak onların zihinlerinde güzel hatıralar oluşturalım. Ramazan’da elde ettiğimiz kazanımları ve güzellikleri bayram sonrasına da taşıyarak rahmet ve bereket iklimini yaşamaya devam edelim.

Bu duygu ve düşüncelerle, bayramların bayram gibi yaşandığı, barış, mutluluk ve huzurun yeryüzünün her yerine hâkim olduğu bir dünyanın inşasına vesile olması, sağlık ve afiyet içinde nice bayramlara erişmemiz temennisiyle; aziz milletimizin ve tüm İslam âleminin Ramazan Bayramını tebrik ediyorum.

Prof. Dr. Ali Erbaş

Ramazan orucu nedeniyle gün içinde uzun süreli açlık ve sonrasında bayram ile birlikte yeme alışkanlıklarının yeniden değişmesi sindirim sistemi ile ilgili bazı sorunlara yol açabiliyor. Özellikle bayram süresince kontrolsüzce tüketilen tatlı ve yemekler fazla kiloları da beraberinde getirebiliyor. Bayram boyunca özellikle kalp ve mide sorunları olanlar ile yüksek tansiyon ve diyabet hastalarının beslenmelerine özen göstermeleri gerekiyor. 

21-22-23 NİSAN 2023

1. Bayram kahvaltısında aşırıya kaçmayın

Ramazan’da değişen beslenme alışkanlığı, bayramın başlamasıyla sona erecek. Bunun için Ramazan öncesinde eski yeme alışkanlığına yavaş yavaş dönmek gerekir. Ramazan nedeniyle bir ay boyunca gündüzleri devam eden açlık hissinin ortadan kalkacağı düşüncesi genellikle aşırı yeme isteğine neden olmaktadır. Bayram sabahı erken saatte güne hafif bir bayram kahvaltısıyla başlanmalıdır. Kahvaltıda ağır kızartmalar yenilmemeli, tuz içeriği yüksek besinlerden uzak durulmalıdır. Poğaça, açma ve börek gibi hamur işleri ile sucuk, salam ve sosis gibi ısıl işlem görmüş besinler ilk gün yenmemelidir. Peynir, yumurta ve süt gibi protein kaynakları tercih edilmeli, zeytinin yanı sıra salatalık ve domates gibi mideyi yormayan sebzeler tercih edilmelidir.

2. Bayram ikramlarına dikkat edin

Ramazan bayramında kilo problemi olanların bayramın vazgeçilmezleri arasında olan şeker ve şerbetli tatlıları günde 1 porsiyon tüketmelerinde yarar vardır. Ancak tatlı tüketilecekse az şekerli sütlü tatlılar ve meyve tatlıları ile dondurma tercih edilmelidir. Genellikle insanların önemli bir kısmı Ramazan’da kaybettikleri kilonun bir bölümünü 3 günlük bayram süresince ve sonraki günlerde aldıkları bilinmektedir. Bayram ziyaretlerindeki ikramlarda aşırıya kaçmamak gerekir. Şerbetli ağır tatlılardan uzak durulmalıdır. Bayramda tatlı ikram edilecekse meyve tatlıları veya sütlü tatlıları tercih edilmelidir. Misafirlere fındık, ceviz ve fıstık gibi kuruyemişler ile kuru meyvelerden yapılan komposto ile ayran servis edilebilir.

3. Günde 8-10 bardak su için

Ramazan ayı boyunca vücuda yeterli miktarda sıvı alımı olmadığı için bayramda da genellikle su tüketimi unutulmaktadır. Sindirimi kolaylaştıran su, zararlı maddeleri vücuttan attığı için canlı yaşamında önemli bir yere sahiptir. Bunun için bayramda günde 8-10 bardak su içmeye özen gösterilmelidir. Özellikle bayram ziyaretlerinde ikram edilen kafeinli, gazlı ve şeker oranı yüksek içeceklerden uzak durulmalıdır. Günde 1-2 fincan kahveden fazlası içilmemelidir. Bu içeceklerin yerine ev sahiplerinin de su ve ayran ikram etmeleri daha sağlıklı olacaktır. 

4. Az yiyip çok hareket edin

Bayramda az miktarda ve sık yemeye özen gösterilmeli, sindirim sistemini yormayan sağlıklı besinler tüketilmelidir. Öğlen yemeğinde zeytinyağlı sebze yemekleri ile hafif ızgara et ve salatadan oluşan bir sofra tercih edilmelidir. Öte yandan, ara öğünde meyve ve yoğurt tercih edilmesi daha sağlıklı olacaktır. Akşam yemeği de hafif besinler tüketilmeli, öğün zamanı için gece geç saatler tercih edilmemelidir. Ramazan ayı nedeniyle yapılamayan yürüyüş ve spora geri dönülmelidir. Tempolu yürüyüşler ve spor metabolizma hızını artırmakta, vücudu zinde tutmaktadır. Özellikle bayram ziyaretlerinde besinler yoluyla fazladan alınan enerji bu sayede harcanacaktır. Öncelikle kısa, daha sonrada orta mesafeli yürüyüşlerle başlanmalı, başlangıç için vücudu yoracak ağır aktivitelerden kaçınılmalıdır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

Dyt. Betül Merd

MEMORIAL

VEDA 16.04.2023

Ramazan ayına girildiğinde kişi her açıdan oruca kendini hazırlamalıdır. Oruç tutmanın sadece aç kalmak olmadığı, duygu ve düşüncelerimizle, davranışlarımızla, konuşmalarımızla dolayısıyla her halimizle orucun manevi havasını yaşamamız gerektiğini bilmeliyiz. Hoşgörü sınırlarımızı ve tolerans düzeyimizi zorlayan olaylar karşısında oruçlu olduğumuzu hatırlamalı ve kendimizi kontrol altında tutma becerisini gösterebilmeliyiz.

Özellikle yazın uzun günlerinde oruç tutma esnasında, vücut sıvılarında yüzde 14 civarında bir azalma olmaktadır. Bu nedenle sahurda fazladan sıvı alımına dikkat edilmelidir. Bu konu bilhassa yaşlılarda sorun oluşturabilecek bir durumdur. Felç geçirmiş ya da felç geçirme riski bulunan kişilerin oruç tutması mahzurlu olabilir.

Oruç tutan bir kişinin normal şartlar altında aşırı asabiyet belirtileri göstermesi pek beklenmez. Ancak oruç esnasında sürekli aşırı sinirli ve agresif tavırlara giren kişilerde iki muhtemel olay olasıdır. Birincisi kişi hipoglisemiye girmektedir. Uzun yaz günlerinde açlık nedeniyle hipoglisemi gelişebilir. Hipoglisemi esnasında beyin hücrelerinin glikoz ihtiyacı yeterince karşılanamaz. Bu durum ise adrenerjik sistemin devreye geçmesine ve stres hormonlarının salgılanmasına neden olur. Bunun sonucu olarak, hassasiyet alınganlık, terleme, aşırı sinirlilik halleri ve çarpıntı görülebilir. Eğer kan şekeri 50 mg ın altına düşmüşse oruç derhal bozdurulmalıdır. Düzenli spor alışkanlığı olan kişiler, hipoglisemi riskinden dolayı spor aktivitelerini mümkün mertebe oruçlu iken değil, iftardan 2-3 saat sonra yapmalıdır. Oruç esnasında gelişen hipoglisemi, iftardan sonra geçen bir baş ağrısına da neden olabilir. Bunun bir metabolik adaptasyon sorunu olduğunu ve ramazanın ilk haftasından sonra geçeceği bilinmelidir.

Diğer bir sebep ise sigara, alkol ve kafein bağımlılığıdır. Gün içinde sürekli çay ve kahve için bir kişi oruç tuttuğunda, kafein yoksunluğuna bağlı olarak dikkat düşmesi, dalgınlık, uykuya meyil, tahammülsüzlük, huzursuzluk ve gerginlik halleri yaşayabilir. Dolayısıyla kişinin toleransı azalabilir. Normalde hoşgörü ile karşıyalabileceği bir çok şeye tepkisel bir davranışa girebilir. Ayrıca baş ağrıları ve hafif dengesizlik hisleri görülebilir. Normal zamanlarda yoğun kafein tüketen bir kişinin, bu tarz kafein yoksunluğu belirtileri yaşamaması için ramazan girmeden önceki günlerde alınan kafein miktarını makul ölçülere çekerek, vücudunu oruca hazırlamalıdır. Ayrıca özellikle araç sürücüleri, oruç esnasında düşük kafein seviyelerinin sebep olduğu dikkat eksikliği ve dalgınlık durumlarına karşı çok tedbirli olmalıdırlar. Oruçlu olmanın bilinci ile düşük hızda seyretmeli, ani manevralardan kaçınmalı, trafik kurallarına karşı her zamankinden daha duyarlı olunmalıdır.

Sigara bağımlısı bir kişide de tolerebilite düşebilir. Bu durum nikotinin sinir sistemi üzerindeki teskin edici etkisinin kalkmasından kaynaklanır. Kişiler normale göre daha sinirli, hiddetli ve toleransız olabilirler. Bu nedenle ramazan başlamadan önceki günlerde sigarayı azaltmak mümkünse hiç içmemek en doğru yol olsa gerektir.

Yılın onbir ayında süreki alkol kullanıpda ramazan ayında bir ay boyunca hiç alkol almayanlara sıkça rastlamaktayız. Alkolun sinir sistemi üzerine toksik etkiler gösterdiği malumdur. Sinir sistemi üzerine baskılayıcı ve engelleyici özellikleri nedeniyle kişinin tepkisel reflekslerini azaltan etkileri vardır. Özellikle psikopatik alt yapısı ya da eğilimi olan kişilerde hem aşırı alkol kullanımı hem de alkol yoksunluğu agresif ve aşırı sinirli davranışlara neden olabilir.

Bununla beraber,  oruç tutan bir kişinin, ‘’ne yapayım oruç tutuyorum bu nedenle çok sinirliyim’’ türden bahanelerinin hiçbir makul gerekçesi olamaz. Eğer oruç nedeniyle gerçekten çevresine ve kendisine zarar verici bir tutuma giriyorsa ve bunu kendi kişisel çabaları ile önleyemiyorsa, mutlaka profesyonel yardım almalıdır. Unutmamalıdır ki, oruç tutması nedeniyle aşırı sinirli olan birinin, bu davranışları oruç tutmadığı zamanlarda da göstermesi yüksek olasıdır. Bu nedenle profesyonel bir inceleme ile alttaki nedenler araştırılmalı ve tedavi edilmelidir.

Diğer taraftan sosyopatik ve psikopatik alt yapısı olanlarda oruç nedeniyle açlığın oluşturduğu ve hipoglisemiden kaynaklanan adrenerjik aktivite, bu kişilerdeki agresif dürtüleri açığa çıkarabilir. Bunun sonucunda da kontrolsüz ve adeta bilinçsizce agresif tavırlar ve şiddet uygulamaları görülebilir. Böyle kişilik bozukluğu alt yapısı olan kişilerin tedavi olmadıkları sürece  özellikle yazın uzun günlerinde oruç tutmamaları toplum sağlığı açısından daha doğru olsa gerektir. Böyle psikopatik kişilik bozukluğu olup, tedavinin fayda vermediği kişilere oruç tutmak, doktorlar tarafından yasaklanmalıdır.

Uzm. Dr. MEHMET YAVUZ

Ramazan ayında, oruç tutanların beslenme şekilleri ve öğün sayıları değişiklik gösterir. Bununla birlikte bireyler, “Ramazan’da nasıl beslenmeliyim?”, “Ramazan’da kilo alır mıyım?”, “Sahurda ne yemeliyim?”, “Kaç litre su tüketmeliyim?” soruları ile karşı karşıya kalırlar.

Yeterli ve Dengeli Beslenmeyi İhmal Etmeyin

Diğer aylarda olduğu gibi, Ramazan ayında da yeterli ve dengeli beslenmek oldukça önemlidir. Ramazanda vücut, yaklaşık 16 – 18 saatlik açlık süreci yaşar ve çoğu kişinin fiziksel aktivitesi azalır. Vücut bu duruma alışık değildir. Bunun için mutlaka sahura kalkılmalı, günün oruç tutulmayan bölümünde en az 2 öğün tüketilmeli ve iftarda ipin ucu kaçırılmamalıdır. Çünkü sahuru atlamak aynı zamanda ana öğünlerden birini atlamak anlamına gelir. Sahurda ve iftarda tüketilecek besinler ve içecekler ile günlük enerji ve besin ögesi ihtiyaçları karşılanmalıdır. İftardan sonra sahura kadar geçen sürede ise, ara öğün tüketerek besin çeşitliliği sağlanmalıdır.

Mutlaka Sahura Kalkın

Sahur, iftara kadar vücudun ihtiyacı olan enerji ve sıvıyı büyük ölçüde karşılamalıdır. Çünkü uzun süre açlıkta, kan şekerinde düşüş, halsizlik ve baş ağrısı görülebilir. Sahurda hacmi küçük, iftara kadar tok tutabilecek, çok fazla susuzluk hissettirmeyecek besinler tercih edilmelidir. Örneğin; süt, yumurta, az tuzlu peynirler, tam buğday ekmeği ve yulaf, protein içeriği sayesinde uzun süre tokluk hissine yardımcı olacak besinlerdir. Fındık, ceviz, badem gibi yağlı tohumlar ise çiğ olarak tüketilmelidir. Bu besinler, protein ve yağ içeriği açısından zengindir. Besleyici olmalarının yanında, uzun süre tok kalmaya da yardımcıdırlar. Midede küçük alan kapladığı, sindirimi kolay olduğu için de sahur için ideal olan besinler arasındadır. Oruç tutulan süre boyunca, gerekli enerjiyi sağlayabilmek ve kan şekerini dengelemek için lif açısından zengin olan tam tahıllara mutlaka yer verilmeli ve su tüketimi da ihmal edilmemelidir. Sahurda hacmi çok büyük yiyecek ve içecekler tüketildiğinde, midede yanma, ekşime gibi sorunların görülmesi kaçınılmazdır.

İftarda Porsiyon Ölçülerine Dikkat Edin

İftarda tüketilecek besinlerin porsiyonlarına dikkat edilmesi kadar, birden yemeğe başlamamak ve besinleri yavaş çiğnemek de bir o kadar önemlidir. Çünkü birden fazla yemeği çiğnemeden yemek, kan şekerinde ani artışa ve midede hazımsızlığa yol açabilir.

Orucu, hurma gibi lif içeriği yüksek bir besinle ve suyla açmak kan şekerini dengelemeye yardımcı olur. Ya da çok tuzlu olmayan bir zeytinle de oruç açılabilir. Oruç açıldıktan sonra 20 dakika beklenmeli, su ve lif içeriği yüksek bir çorba ile yemeğe devam edilmelidir. İftarda salata, yoğurt, ayran ya da cacık olmalıdır. Kabızlık riskini en aza indirmek ve kan şekerinin aniden yükselmesi önlemek adına, tam tahıllı ekmekler ve bulgur gibi lif içeriği yüksek besinler de sofrada yer almalıdır. Kızartma ve hamur tatlıları yerine, sütlü tatlıları ve meyve tatlıları tercih edilmelidir. Pişirme yöntemi olarak da kızartma veya kavurma yerine, haşlama, buğulama veya ızgara yöntemleri uygulanarak besinler pişirilmelidir.

İftar ve Sahur Arasında Mutlaka Ara Öğün Yenmeli

İftardan 1-2 saat sonra bir ara öğüne yer verilmelidir. Bu ara öğünde taze meyveler tüketilebilir. Çünkü meyveler; lif, su, mineral ve vitamin açısından oldukça zengindir. Kan şekerinin dengelenmesi açısından, meyvenin yanında, protein kaynağı olan süt tüketilebilir. Ya da önceden dondurulmuş taze meyveler ile ev yapımı dondurma hazırlanabilir. Hem hoş bir serinlik hem de ilave şeker içermediği için sağlıklı bir tercih yapılmış olur.

Tek Seferde Çok Fazla Su Tüketilmemeli

Tüm gün su içilmediği için iftarda birden, çok fazla miktarda su içmek doğru bir tercih değildir. Ana yemekle birlikte 2 su bardağı su yeterli olacaktır. Ara öğünlerde de su içilebileceği unutulmamalı ve su tüketimi de iftar – sahur arasında dengeli bir şekilde bölünmelidir. Her gün en az 2,5 litre su içilerek metabolizmaya katkı sağlanmalıdır. Çay veya kahve de tüketimi vücutta vücuttan su atımına neden oldukları için daha fazla su içerek bu açığı kapatmanızı öneririz.

Bağırsak Dostu Bakterileri İçeren Besinler Tüketin

Ramazanda kabızlık problemi oldukça sık görülür. Vücut için son derece kıymetli olan bağırsaklar yeterince iyi çalışmadığında; bağırsak florası olumsuz etkilenir ve vücut metabolizması yavaşlar. Bağırsaklarındaki dost bakteriler, hem metabolizmanın çalışmasında hem de sağlığının korunmasında çok önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple ramazan ayı boyunca, bağırsak dostu bakterilerin besinlerini yeteri kadar tüketmeye özen gösterilmelidir.

Fiziksel Aktiviteyi İhmal Etmeyin

Fiziksel aktiviteyi ramazan ayında da devam ettirebilmek oldukça önemlidir. Bunun için de doğru egzersiz ve aktiviteleri seçmek gerekir. Örneğin su ihtiyacını ve terlemeyi arttıracak ağır aktiviteler yapmak doğru olmayabilir. Yine günün sıcak bir saatinde yapılacak açık hava egzersizleri de terleme ile sıvı kayıplarını attırabilir ve halsizliğe neden olabilir. Oruç tutan çalışanlar, masa başı egzersizleri yaparak kaslarını çalıştırabilirler. Evde olanlar ise esneme, gerilme, yoga ve minder egzersizleri yapabilirler. Oruç süresince yavaşlayan metabolizmayı canlandırabilmek için ise iftardan sonra ekran başında vakit geçirmek yerine, hafif tempolu yürüyüşler yapılabilir.

Mutlaka Uygulayın

  • Oruç tutarken yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenmeye özen gösterin.
  • Hacmi büyük besinler yerine küçük hacimli besinler tüketin ve porsiyon kontrolü yaparak beslenin.
  • Yemekleri yavaş yavaş ve iyice çiğneyerek tüketin.
  • Sahur öğününü atlamayın.
  • Kavrulmuş, kızartılmış ve tütsülenmiş yemeklerden uzak durulması önemlidir.
  • İftarda aşırı şerbetli, yağlı tatlılar yerine; sütlü tatlılar (sütlaç, güllaç, muhallebi) veya meyve tatlılarını tercih edin.
  • Susama hissi duymasanız bile iftar ve sahur arasında sık sık su için. Suya ek olarak kafein içeren içecekler yerine de süt, ayran, sade soda, taze sıkılmış meyve sebze suları, ıhlamur ve kuşburnu gibi bitki çayları tercih edebilirsiniz.
  • İftarda suyu birden içmek yerine, iftar ile sahur arasına yayarak tüketmeye özen gösterin.
  • Fiziksel aktivite yapmayı ihmal etmeyin. (İftar sonrasında hafif tempolu yürüyüş tercih edilebilir.)

Ferahlatan Limonata

5 adet limon, 3 yemek kaşığı ham bal, 1 parça taze zencefil, 1 litre su. Limon kabuklarını rendeleyin. Sonra limonların suyunu sıkın, daha sonra ham bal ve zencefili de içerisine ekleyerek buzdolabına koyun. Bu karışımı 20 dakika buzdolabında bekletin. Daha sonra 1 litre su ile yeniden robottan geçirin ve süzün. Taze nane yaprakları ile servis edebilirsiniz.

Fit Puding Malzemeler:15 adet hurma, 1 olgun muz, 2 tatlı kaşığı kakao, 5-6 adet çilek.
Yapılışı: Hurmaları sıcak suda bekletin ve çekirdeklerini çıkartın. Daha sonra hurma, muz ve kakaoyu blenderden geçirin. Kaplara bölerek buzdolabında 30 dakika bekletin. Daha sonra üzerine çilek dilimlerini de ekleyip, servis edin.

Meyve Kompostosu
Malzemeler:
5 taze kayısı, 1 elma, 3-4 karanfil, 1 tatlı kaşığı ham bal, 1 adet kabuklu, tarçın.
Yapılışı:
Meyveleri kabukları ile birlikte parçalara ayırın. 1,5 litre su ile kaynatın. Soğuduktan sonra tülbent yardımı ile süzerek içine taze nane ve buz ilave edip servis edin.

Uzm. Dyt. Güzin ÇALTI YENER

1- YAĞ YAKIMINI HIZLANDIRIR

“Oruç sürecinde vücut gerekli enerjiyi sağlamak için önce glikoz depolarını harcamakta, sonra da yağları yakmaktadır. Orucun vücudumuz için gereksiz hatta zehirli sayabileceğimiz toksinlerden kurtulmak manasına gelen bu detoks etkisi aynı zamanda kilo vermemize de yardımcı olur. Yapılan çalışmalarda oruç tutanlarda vücudun yüksek oranda yağ yaktığı ama vücut için zararlı olan katabolik (protein-kas yıkımı) etki göstermediğini ortaya koymuştur.”

2- TİP 2 DİYABET RİSKİNİ DÜŞÜRÜR, İNSÜLİN DİRENCİNİ AZALTIR

“Sağlıksız beslenme ve hareket azlığındaki artış neticesinde kan şekeri seviyeleri artmakta ve bu artış da insülin direncinin artmasına sebep olmaktadır. Bunun sonucu olarak da Tip 2 Diyabet son yıllarda önemli derecede yaygın hale gelmiştir. Sağlıklı beslenme kuralları ile tutulan oruç, kan şekeri seviyelerinde önemli derecede azalma sağlar ve dolayısıyla insülin direncinde de azalmaya neden olur.”

3- KALP SAĞLIĞINI KORUR

“Sağlıksız beslenme, hareket azlığı gibi çeşitli faktörler Tip 2 diyabet gibi günümüzün en yaygın hastalıklardan biri olan kalp hastalığı riskinin de artmasına sebep olur. Oruç, kalp sağlığını destekleyen faktörlerden iyi kolesterol olarak bilinen HDL kolesterolü artırırken, kötü kolesterol olan LDL ve trigliserit oranlarında düşüşe yardımcı olmaktadır. Yapılan bir araştırmada orucun yağ ve şeker metabolizmasında rol alan ve kalp hastalıklarına karşı koruyan bir hormon olan Adiponektin’in seviyesini arttırdığı saptanmıştır.”

4- KAN BASINCINI AYARLAR

“Kan basıncının düşürülmesi, orucun fizyolojik etkilerindendir. Şeker ve kolesterolün yanı sıra hipertansiyonun da kontrol altında tutulmasına yardımcı olur. The New England Journal of Medicine adlı tıp dergisinde çıkan bir makalede, günün 6-8 saatinde gıda tüketip geri kalan 16-18 saatinde yemekten uzak durmanın, birçok hastalığı engellemenin yanı sıra kan basıncını düşürdüğü ve ömrü uzattığı tespit edilmiştir. Oruç tutmanın obezite, diyabet ve kalp rahatsızlıklarının tedavisinde bir metot olarak önerilebileceği vurgulanmıştır.”

5- SİNDİRİM SİSTEMİNİ DÜZENLER

“11 ay boyunca hiç durmadan çalışan mide, bağırsak ve karaciğerimiz, oruç tuttuğumuz zaman uzun saatler boyu dinlenme ve kendini onarma imkânı bulur. Bunun dışında sindirim sistemimiz de zararlı bakterilerden temizlenir. Bu sayede çok daha sağlıklı çalışan bir sindirim sistemine sahip oluruz. Bunun sonucunda ise kalori yakımı daha sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde işler. Ayrıca birkaç gün oruç tuttuktan sonra mide normal boyutuna gelecek şekilde küçülür ve açlık hissi zamanla azalır. Normal yeme düzenine döndüğümüzde ise aşırı bir açlık hissetmeyiz ve aşırı şekilde yemek yemeyiz.”

6- BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ GÜÇLENDİRİR

“Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi, 2016 yılında hücrelerin yenilenmesi için yaşlı hücrelerin parçacıklarının imha edilmesinin gerektiğini, bunun da uzun süre aç kalarak mümkün olduğunu belirttiği teziyle Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülü’nü aldı. Vücut aç kaldığı zaman kendi savunma mekanizmasını ve sistemini kurmak için eski ve yaşlanmış hücrelerin tüketilmesi ve yenilmesi neticesinde ortaya yeni hücrelerin çıkmasını sağlamaktadır. Uzun süre aç kalınca hücreler çözülür, aynı anda büyüme hormonu salgılanarak yeni hücrelerin yapımı harekete geçer. Otofaji dediğimiz bu olayı, yani vücudumuzun kendi kendini yemesini kuvvetlendirmek için üç yol ifade edilmektedir. Bunlardan ilki egzersiz yapmak, ikincisi belirli aralıklarla aç kalmak ve üçüncüsü de karbonhidrat alımını azaltmaktır. Prof. Yoshinori Ohsumi’nin bu teziyle orucun insan sağlığına etkisini bilimsel olarak ispat ettiği söylenebilir.”

7- KANSERLİ HÜCRELERİ ÖLDÜRÜR

“Yapılan bilimsel çalışmalar, 3 gün süreyle oruç tutmanın vücudun bağışıklık sistemini tamamen yenilediğini göstermiştir. Kanserli hastalarda yapılan deneyler orucun tümör büyümesini yavaşlattığını, kanserli hücreleri öldürdüğünü, kemoterapi ve radyoterapi tedavilerinin etkisini arttırdığını ispatlamıştır. Aynı zamanda, kanser tedavisi için uygulanan kemoterapi sırasında ortaya çıkan çeşitli yan etkileri azaltması da orucun faydaları arasında yer alır. Son yıllarda kansere yakalananların sayısında ciddi artış, bağışıklık sistemimizin eskisine oranla daha zayıflaması, kilo probleminden kaynaklanan ciddi sağlık sorunlarının getirdiği sıkıntılar bizlere vücudun kendi kendisini yenilemesi için belli aralıklarla aç kalmayı/oruç tutmayı telkin etmektedir. Oruç tutmak, bağışıklık sisteminin en önemli unsuru olan akyuvar hücrelerinin üretimine de olumlu katkı sağlar. Bu sayede bağışıklık sistemimiz her zamankinden daha güçlü hal alır.”

8- OKSİDATİF STRES DİRENCİNİ ARTIRABİLİR

Vücudumuzda besinlerin oksijen kullanılarak enerjiye çevrilmesi sırasında oluşan metabolik yan ürünlerin oluşturduğu oksidatif stres, yaşlanmanın yanında daha pek çok kronik hastalığa (diyabet, obezite, kanser vb.) neden olan durumlardan biridir. Yapılan araştırmalar oruç tutmanın vücudun oksidatif strese karşı direncini artırdığını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca, uzun süreli açlığın inflamatuvar belirteçleri azaltarak birçok yaygın hastalığın ana nedeni olan iltihaplara karşı korunmayı sağladığını göstermiştir.”

9- BEYİN VE ZİHİNSEL FONKSİYONLARI GÜÇLENDİRİR

“Oruç tutmanın beyinde otofajiyi desteklediğine odaklanan çok sayıda araştırma bulunmaktadır. Bunun dışında, yetersizliği halinde depresyon ve farklı beyin problemlerine yol açabilen nörotrofik faktör denilen beyin hormonu seviyelerinin artmasına da yardımcı olmaktadır. Bu sayede Alzheimer ve Parkinson gibi nörodejeneratif hastalıklara yakalanma riskini büyük ölçüde azaltabilir. Yine bazı çalışmalar belli aralıklarla oruç tutmanın bilişsel fonksiyonları, beyin yapılarını ve nöroplastisiteyi geliştirdiğini ortaya çıkarmıştır. Bu da beynin daha kolay öğrenebileceği anlamına gelmektedir.”

10- CİLT GÜZELLİĞİNE FAYDA SAĞLAYABİLİR

“Yapılan tüm bakımlardan öte, güzel bir cilt için içten gelen sağlık şarttır. Oruç, etkili bir zehir atma terapisidir. İnsanlara tütün, uyuşturucu, alkol, çay, kahve ve diğer bağımlılık yapan zararlı madde alışkanlıklarını bırakmaları açısından yardımcı olarak vücudumuzun biriken bu zehirli maddeleri atmasını kolaylaştırır. Böylelikle oruç, daha canlı ve parlak bir cilde sahip olmamızı sağlar.”

11- YAŞAM SÜRESİNİ UZATIR

“Orucun belki de en önemli faydası, yaşam süresini uzatmasıdır. Bu da yukarıda sayılan tüm faydaların birleşimi ile gerçekleşmektedir. Bunlar daha verimli protein kullanımı, daha güçlü bir bağışıklık sistemi ve daha fazla bir nevi anti-aging hormonu olan büyüme hormonu salgılanmasıdır. Büyüme hormonu, gençlik iksiri olarak da adlandırılan son yıllarda popüler olan bir hormondur. En çok bebeklikte salgılanan bu hormon yaş ilerledikçe azalmakta ve 30’lu yaşlardan sonra çok az üretilmektedir. Ayrıca 1930’lu yıllarda yapılan bir bilimsel çalışma memelilerde ömrü uzatmanın tek yolunun az beslenmek olduğunu ortaya koymuştur.”

Uzm. Dr. Abdullah İnan

SAHURA KALKMADAN ORUÇ TUTMAK KİLO ALDIRIYOR

Oruç tutmak bağışıklık sistemini yeniliyor

Ramazan ayının manevi yönünün yanında fizyolojik olarak da birçok faydası bulunmaktadır. Herhangi bir sağlık problemi olmayanlar için oruç, vücudu yenilemek için bir fırsat olabilmektedir. Sindirim vücudun en çok enerji harcadığı sistemlerden biridir. Tüketilen her besin için, bu 1 lokma dahi olsa, sindirim sistemi çalışmaya başlar. Sindirim sistemi bu enerjiyi harcarken; beyne, bağışıklık sistemine, kaslara yani diğer önemli organ ve yapıların enerji ihtiyacına rakip olarak bu fonksiyonu gerçekleştirmektedir. Besinleri sindirmek için çok efor sarf eden vücut bir süre diğer organların çalışmasını yavaşlatır. Oruçtaki açlık süresi boyunca, sindirim sistemini dinlenerek diğer organların yeterli enerjiyi almasını sağlar. Bu sayede bütün sistemler yenilenme fırsatı bularak, toparlanır ve daha aktif çalışır. Bu mekanizma çok önemlidir çünkü bu sistemler arasında bağışıklık sistemimiz de bulunmaktadır.

Sıvı açığını kahve ve çayla gidermeyin

Uzun süreli susuzluk, vücudu kontrollü bir strese sokarak uyarmaktadır. Bu tarz kontrollü stresler (eğer kişinin bir sağlık problemi yoksa) hayatta kalma mekanizmasını ateşleyerek sistemlerin yine daha iyi çalışması için bir uyarı vermektedir Orucu sağlıklı geçirmek için alınması gereken sıvı miktarına mutlaka dikkat edilmelidir. Bu sıvı açığı çay, kahve gibi vücuttan su atılımını artıran içeceklerle kapatmamalıdır. Su açığını iftardan 2 saat sonrasından sahura kadar geçen zaman aralığında su, soda, bitki çayları gibi sağlıklı sıvı tercihleri ile kapatmaya çalışmak çok önemlidir.

Sahura kalkmamak metabolizmayı yavaşlatıyor

Bu dönemde kilo problemi olan bazı bireyler Ramazan ayını zayıflamak için fırsat olarak görerek sahura kalkmadan yalnızca iftarda yiyecek tüketmektedir. Bu tarz bir beslenme şekli, metabolizmayı yavaşlatarak sonrasında kilo alımına sebep olabilmektedir. Kilo almamak için sahura mutlaka kalkmak ancak sindirimi kolay, hafif gıdaları tercih etmek uygun olacaktır.

Doğru besinleri dengeli bir şekilde tüketin

Ramazan ayında oruç tutan bireyler, diğer zamanlarda olduğu gibi sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenmeye özen göstermelidir. Bu dönemde özellikle geç ve kısıtlı zamanda tüketilen besinlerin doğru tercih edilmesi önemlidir.

  • Yemeğe ılık hafif bir çorbayla başlanabilir. Bağırsak problemi olanlar, çorbalarını özellikle sebze ağırlıklı olarak tercih etmelidir.
  • Sahura kalkılmadan oruç tutulursa aç kalma süresi artacağından metabolik hız düşer ve halsizlik, baş ağrısı ve kan şekeri düşmesi görülür. Sahurda hafif bir öğün yapmak çok önemlidir.
  • Gün boyu susuzluk yaşamamak için tuzlu besinler mümkün olduğunca az tüketilmemelidir. Özellikle şarküteri ürünleri, tatlı, bal, reçel gibi yüksek glisemik indeksli besinler özellikle sahurda tercih edilememelidir.
  • Sadece su içerek oruç tutmak sakıncalıdır. Bu durumda yorgunluk ve konsantrasyon eksikliği meydana gelebilir. 
  • Tüketilen gıdalar iyi çiğnenmeli ve özellikle öğün aralarında bol sıvı tüketilmelidir.
  • Vücudun şeker ihtiyacı, taze veya kuru meyveler ile bol sebze tüketilerek karşılanmalıdır. Tatlı ihtiyacı için bazen dondurma, sütlü tatlılar ya da meyve kompostoları tercih edilebilir.
  • Yumurta, kaliteli bir protein kaynağıdır ve kolay sindirilir. Özellikle sahurda tercih edilebilir.
  • Bağırsak sağlığını destekleyen ve rahatlatan sebzeler tercih edilmelidir. Soğan, sarımsak, pancar, kuşkonmaz, enginar bol bol tüketilmelidir.
  • Gaz problemi yaşayanlar yemeklerde kimyon tüketebilir hatta çaya da kimyon ekleyebilirler.

MEMORIAL WELLNES

Bilinçli Tutulan Oruç Kalbi Koruyor

Sağlıklı bireylerde uygun şekilde tutulan orucun kalp sağlığı için faydalı olduğu yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. Ancak kalp hastalarında özellikle iftardan sonra abartılı boyutlarda yeme halinde bu durum tam tersine dönebiliyor.

Doğru şekilde tutulan oruç, koroner kalp hastalığından koruyor

Sağlıklı kişilerde yapılan çalışmalar, doğru şekilde tutulan orucun yararlı olabileceğini gösteriyor.  Amerikan Kardiyoloji Cemiyeti’nin araştırma sonuçlarına göre, oruç tutanlarda damar sertliğinin daha az olduğunu, insülin duyarlılığının arttığını, oruç sayesinde kalp damar sistemindeki pıhtılaşma mekanizmaları, kolesterol ve koroner kalp hastalığı için bir risk faktörü olan homosistein gibi maddeler üzerinde olumlu yönde değişimler olduğu ve strese dayanmanın kolaylaştığı belirtilmiştir.  Bu sonuçlarla, bazı şartlara riayet edildiğinde orucun koroner kalp hastalığından koruduğu, koroner kalp hastalarında ise hastalığın ilerlemesini önlediği veya azalttığı görülmüştür.

İftarda aşırı yeme ve yanlış beslenme kalp krizi ve felç riskini arttırıyor

Oruç sırasında hiçbir sıkıntı yaşamayan, ancak iftarda yemeklere aşırı yüklenmelerinden dolayı acil ünitelerine kalp krizi, felç, tansiyon veya şeker koması belirtileriyle başvuran hastalar olmaktadır.  Yeterli ve dengeli beslenmeyi sağlamak için daha çok sebze, tahıl ve bakliyat grupları, yoğurt ve fazla olmamak üzere et ürünleri tercih edilmelidir.  Hava sıcaklığı nedeniyle kaybolan su ve mineral kaybını telafi için, iftardan itibaren sahur sonuna kadar bol su içmeye özen gösterilmelidir.  Az ve hafif yemeye özen göstermek gerekmekte, unlu, şekerli gıda ve içeceklerden, meşrubat ve meyve sularından olabildiğinde uzak durulması önerilmektedir.  Meyvenin kendisi de şeker kaynağıdır, az tüketilmelidir.  Ağır yemeklerle, fazla yağlı, unlu, şekerli gıda ve içeceklerle mideyi şişirmeye dayalı bir iftar, artık sağlığa faydalı değil zararlı olmaktadır.

Kalp hastalarında oruç tutmak, hastalığın türüne ve kişinin durumuna göre değişir

Oruç tutarken kalp hastalıklarını belirli kategorilere ayırarak incelemek gerekir.  Kalp hastalarının oruç tutması hastalığın türüne, derecesine, kişinin durumuna, kişinin oruçtan ve iftardan ne anladığına göre değişir. Odasındaki klimanın altında masa başında görev yapan ve hiçbir sıkıntısı olmayan bir kalp hastasının orucu ile, işi gereği güneşin altında çalışmak zorunda olan ama oturduğu yerde bile nefesi tıkanan, tansiyonu ikide bir yükselen/düşen bir kalp hastasınun orucu çok farklı konumdadır.  Ramazanda oruç tutabilecek kalp hastaları olduğu gibi, kesinlikle tutmaması gerekenler hastalar da vardır.

Ramazanda oruç tutması sakıncalı olan kalp hastaları

  • Durduğu yerde veya günlük sıradan işlerde bile göğüs ağrısı, nefes daralması, çarpıntı, baş dönmesi-göz kararması yaşayan, tansiyonda aşırı düşme veya yükselmelerin sık yaşandığı ve bundan dolayı gün içinde çok sayıda ilaç kullanması gereken hastalar.
  • Son birkaç ay içinde kalp sorunu nedeniyle acil ünitesine başvurmuş veya hastaneye yatırılarak tedavi görmüş olanlar.
  • Son 3 ay içinde kalp ameliyatı geçirmiş olanlar.
  • Yakın zamanda iki veya daha fazla bayılma atağı veya buna yakın tablo yaşamış olan hastalar.
  • Tansiyon düşürücü ve idrar söktürücü çok sayıda ilaç kullanmak zorunda olan, düzenli tedaviye rağmen hastalık belirtilerinin sık nüksettiği, tansiyondaki aşırı düşme veya yükselmelerin henüz kontrol altına alınamamış olduğu hastalar.
  • Kalp hastalığına ciddi böbrek yetersizliği veya insülin gerektiren şeker hastalığının eşlik ettiği hastalar.

 Bu durumlar söz konusu değilse, hastayı takip eden doktorun da onay vermesi kaydıyla kalp hastaları oruç tutabilir.  Oruç tutmasına müsaade edilen kalp hastalarının dikkat etmesi gereken koşullar vardır, bunlar sağlıklı kişiler için de geçerli olan durumlardır.

Kalp hastalarının oruç tutarken dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

  • İftarda tokluk oluşana kadar yemek önemli hatalardan biridir.  Doymaya meydan vermeden, yavaş yiyerek ve sadece açlığı yatıştırıp sofradan kalkılmalıdır.  İstenen şeyler daha sonra mideyi doldurmadan aralıklarla yenebilir.
  • İftardan sonra en azından her saat başı bir bardak su içilmelidir.
  • Sahura kalkmadan oruç tutmak önemli bir hatadır.  Uyku bölünse bile sahura kesinlikle kalkılmalı ve az da olsa bir şeyler yenilmelidir.
  • Hiç acıkmadan ve zorlanmadan oruç tutmak isteyenler sahurda meyve de dahil şekerli gıda ve içeceklere, pirinç pilavı, beyaz ekmek ve hamur işlerine hiç yanaşmamalı, kepekli veya tam buğdaydan dahi olsa ekmeği olabildiğince az tüketmelidir.  Bunlar hızla doyuran ama peşinden hızla acıktıran gıda türleridir.  Bunlar yerine sebze ve protein içeriği güçlü gıdalar önerilir.
  • Öğlen saatlerindeki uyku, son derece dinlendiricidir ve vücuttaki bütün stresi alır.  Öğle uykusu uyuyanların, uyumayanlara göre kalp krizi geçirme riski önemli ölçüde düşmektedir.
  • Gündüz içilemeyen sigaraların iftar sonrası ardı ardına içilmesi diğer büyük yanlışlardan biridir.  Sigara içmemek en iyisi olmakla beraber, içilecekse de sigara adedini mümkün olduğunca az tutmak gerekmektedir.

CENTRAL HOSPITAL

Kur’an’da Örnek İnsan ve Özellikleri

Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın insanları iyiye ve güzele yönlendirmek amacıyla gönderdiği son ilahî kitaptır. Kur’an’ın temel amacı; Yaradan’a ve yaratılmışlara karşı sorumluluklarını yerine getiren, iyi davranışları benimseyen, kötülüklerden kaçınan, ahlaklı, erdemli bireylerden meydana gelen bir toplum oluşturmaktır. Bu amaca bağlı olarak kutsal kitabımızda, ahlaklı ve erdemli davranışlara sahip örnek bir insanda bulunması gereken nitelikleri konu alan çok sayıda ayet yer alır.

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir.” Tevbe suresi, 71. ayet.

“Onlar (iman edenler) büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. Yine onlar Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” Şûrâ suresi, 37-38. ayetler.

Kur’an-ı Kerim’de yer alan ayetlere göre örnek insan her şeyden önce inançlı olmalıdır. Allah’ın varlığına, birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmelidir. Ayrıca ibadetlerini yerine getirme konusunda duyarlı davranmalıdır. Muhtaçlara yardım etmeli, komşu ve akrabalarının haklarını gözetmeli; sabırlı, cömert, alçak gönüllü, dürüst olmalıdır. Bu konuyla ilgili bir ayette şöyle buyrulur: “…İyilik o kimsenin yaptığıdır ki Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır, (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder.

İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır.”(Bakara suresi, 177. ayet.) Aynı konuyla ilgili Furkân suresinde ise “Rahman’ın (has) kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘Selam!’ derler. Geceleri Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.”(Furkân suresi, 63-64. ayetler.) buyrulur. Müslüman, Kur’an’da yer alan bu gibi ayetleri dikkate almalı, erdemli bir insan olmak için çaba harcamalıdır.

Yüce Allah, insanı en güzel bir şekilde ve üstün özelliklere sahip bir varlık olarak yaratmıştır. Ona akıl ve irade; el, ayak, göz, kulak gibi değeri maddiyatla ölçülemeyecek organlar vermiştir.

Allah, yeryüzünde insanın hayatını rahat bir şekilde sürdürebilmesi için pek çok nimet de var etmiştir. Havayı, suyu, çeşit çeşit sebze ve meyveleri insan için yaratmıştır. Bütün bu nimetlere karşılık insan Yüce Allah’a gönülden inanmalı, ona severek ve isteyerek ibadet etmelidir. İbadet ederken Allah ile iletişim kurduğunu bilmeli, tüm benliğiyle ve gönülden Yüce Yaradan’a yönelmelidir.

Samimiyet ve istekle ibadet etmenin ibadetlerle ilgili temel ilkelerden biri olduğunu bilmelidir. İslam’a göre kişiler ibadetleri hür iradeleriyle yerine getirmelidir. Kur’an-ı Kerim’de hiç kimseye inanç ve ibadet konusunda baskı yapılamayacağı belirtilir. Örneğin bir ayette, “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır…”(Bakara suresi, 256. ayet.) buyrulur.

İbadetlerde önemli ilkelerden biri de samimiyettir. İslam dini ibadetlerin samimi bir şekilde yerine getirilmesini istemiştir. Bu konuyla ilgili bir ayette, Peygamberimize ve onun şahsında tüm Müslümanlara hitaben şöyle buyrulmuştur: “(Resulüm!) Şüphesiz ki kitabı sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlas ile) kulluk et.”(Zümer suresi, 2. ayet.) Hz. Muhammed (s.a.v.) de ibadetlerin samimi bir şekilde yapılmasının önemini hadislerinde ifade etmiştir. Örneğin bir hadisinde, “Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”(Ahmed b.Hanbel, Müsned, C 2, s.285.) demiştir. Hz. Peygamber başka bir hadisinde de “Kim Allah için verir, Allah için severse… imanını kemale erdirmiştir.”(Tirmizi, Kıyamet, 60.) buyurarak imanla samimiyet arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. Öyleyse Müslüman ibadetlerini severek, isteyerek ve samimi bir şekilde yapmalıdır. İbadete layık tek varlığın Allah olduğunu bilmeli, kulluk görevini yerine getirirken onun rızasını kazanmayı amaç edinmelidir.

İbadet, kul ile Yüce Yaradan arasındaki çok özel bir iletişimdir. İbadet etmek Allah’ın emridir ve insanın yaratılış gayesidir. Bu nedenle de yerine getirilmesi gereken bir kulluk görevidir. İbadete layık tek varlık Allah’tır ve bu nedenle ibadet sadece Allah için yapılmalıdır. İnsan kulluk görevini yerine getirirken sadece Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmayı amaçlamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de “…Ey iman edenler! Amellerinizi sırf Allah rızası için yapınız. Çünkü Allah sırf kendisi için yapılan ameli (ibadeti) kabul eder.”(Abdülazim Münziri, Terğîb ve Terhîb, C1, s. 55.) buyurarak bizleri uyarmıştır.

İnsanlara gösteriş yapmak, dindar görünmek ya da herhangi bir menfaat sağlamak için ibadet etmek yanlıştır ve ibadetin ruhuyla bağdaşmaz. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde gösteriş için ibadet edenler kınanmış ve uyarılmıştır. Örneğin Mâûn suresinde şöyle buyrulmuştur: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır, hayra da mâni olurlar.”(Mâûn suresi, 4-7. ayetler.) Başka bir ayette ise “Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları hâlde mallarını insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahirette azaba düçar olurlar)…”(Nisâ suresi, 38. ayet.) Yüce Allah, kendi rızası için değil de gösteriş amacıyla ibadet edenlerin, ibadetlerinin fayda sağlamayacağını açıkça belirtmiştir.

İslam’da İbadetlerin Faydaları Nelerdir

Yüce Allah’ın, bizim yaptığımız ibadetlere ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla Allah, ibadetlere kendisinin ihtiyacı olduğu için değil bize faydası olduğu için emretmiştir. Dinimizde emredilen ibadetlerin hem bireye hem de topluma birçok yararı vardır.

İbadetlerin Bireysel Faydaları

İbadet, insanın Yüce Yaradan’a karşı yerine getirmesi gereken en önemli görevlerden biridir. Kişi, ibadet ederek Allah’ın emrini yerine getirmenin, görevini yapmanın huzur ve mutluluğunu yaşar. Allah’ın, ibadetlerini yapanları sevdiğini, onlardan razı olduğunu bilir. Bunu bilen insanın içi huzur dolar. Kişi, zaman zaman günlük hayatın sorunlarından, sıkıntılarından bunalır. İbadet, insanı bu sıkıntılarından uzaklaştırır. Örneğin namaz kılan insan tüm benliğiyle Yüce Allah’a yönelir, günlük yaşamdaki sıkıntılarından, problemlerinden bir süreliğine de olsa uzaklaşır. Rabb’i ile baş başa kalmanın, ona sığınmanın huzurunu, mutluluğunu yaşar. Kur’an’da da, ibadetlerin insana iç huzuru sağladığını belirten ayetler vardır. Örneğin bir ayette, “Onlar inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”(Ra’d suresi, 28. ayet.) buyrulur.

İnsan, üstün özelliklerine rağmen yine de âciz bir varlıktır. O; hastalık, ölüm, afet gibi durumlar karşısında âcizliğini daha fazla hisseder. İnsan, geleceğe yönelik bazı endişeler de taşır. Bütün bu durumlar nedeniyle de kendisini güvende hissetmez. İbadet eden insan; Allah’ın her an kendisinin yanında olduğunu, kullarını görüp gözettiğini bilir. Samimi olarak kendisine yönelen kullarını yalnız bırakmayacağına, onlara yardım edeceğine inanır. Bu inanç kişiye güç ve güven verir, ona yalnız olmadığını hissettirir. Kur’an’da da bu durumu belirten ayetler vardır. Örneğin Şuarâ suresinde, “Sen o mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan. O ki (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor). Çünkü her şeyi işiten, her şeyi bilen odur.”(Şuarâ suresi, 217-220. ayetler.) buyrulur.

İbadet insanda sorumluluk, sabır gibi güzel duyguların ve temizlik alışkanlığının gelişmesine katkıda bulunur. Örneğin namaz, oruç gibi ibadetlerini yapıp Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getiren insanda sorumluluk duygusu gelişir. Böylece insan annesine, babasına, akrabalarına, komşularına, kısaca diğer insanlara karşı da sorumluluklarını yerine getirir. Oruç ibadeti insana sabırlı olmayı, zorluklara dayanmayı öğretir. Namaz için abdestin ve namaz kılınacak yer ile giysilerin temizliğinin zorunlu olması kişiye temizlik alışkanlığı kazandırır.

İbadetlerin Toplumsal Faydaları

İbadet eden insan, davranışlarına dikkat eder. Çünkü Allah’ın kendisini her an görüp gözettiğini, iyi davranışlarda bulunanları mükâfatlandıracağını, kötülük yapanları ise cezalandıracağını bilir. Davranışlarına da bu bilinçle yön verir. İyi davranışlarda bulunmaya, kötülüklerden uzak durmaya çalışır. Böylece güzel ahlaklı bir insan olur.

İbadetler insanı kötülüklerden alıkoyar. Örneğin günde beş kez namaz kılan insan, kötülüklerden kaçınmaya önem verir. Çünkü ibadet eden insana kötü davranışların yakışmayacağını bilir. Allah’ın her an kendisini gördüğü bilinciyle onun yasakladığı kötülüklerden uzak durmaya gayret eder. Kur’an’da ibadetlerin insanı kötülüklerden uzaklaştıracağına ilişkin şöyle buyrulur: “(Resulüm!) Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”(Ankebût suresi, 45. ayet.) Hz. Peygamber de “Oruç bir kalkandır (perdedir). Biriniz bir gün oruç tutacak olursa kötü söz sarf etmesin, bağırıp çağırmasın…”(Buhari, Savm, 9.) buyurarak ibadetlerin insanı kötülüklerden uzaklaştırması gerektiğini belirtir.

İslam dininde beş vakit namazın cemaatle camide kılınması tavsiye edilir. Ayrıca dinimize göre cuma ve bayram namazlarının cemaatle kılınması zorunludur. Gerek beş vakit namaz için gerekse cuma ve bayram namazı için camilerde bir araya gelen Müslümanlar tanışır ve kaynaşırlar. Birbirlerinin sorun ve sıkıntılarını öğrenir, bunların çözümü için dayanışma içine girerler. Ramazan ayında iftar ve teravihlerde Müslümanların bir araya gelmesi de toplumsal kaynaşmayı artırır. Dünyanın her tarafından hac amacıyla kutsal topraklara gelen Müslümanlar arasında da tanışma, kaynaşma ve dayanışma olur, dostluklar kurulur.

Zekât, sadaka, fitre, kurban gibi ibadetler toplumsal dayanışmaya katkı sağlar. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermesine yardımcı olur. Zenginlerle fakirler arasında sevgi ve saygı bağlarının gelişmesinde önemli rol oynar.

İbadethan Ramazanoğlu

Herkes O’na Muhtaç

İhlâs suresinin başında mealen; “De ki: O Allah tektir.” ayetiyle, Allah Tealâ’nın zatında hiçbir şekilde bölünme, çoğalma gibi beşerî hallerin bulunmadığı, O’nun varlığı kendinden olan tek ve biricik ilah olduğu beyan edilmişti. Zatında ve sahip olduğu özelliklerde kimsenin O’na denk olması mümkün değildir. “Allah Samed’dir.” (İhlâs 2) ayet-i kerimesiyle de hiçbir varlığa ihtiyaç duymadığı; tam tersine bütün varlıkların meydana gelme, varlığını devam ettirme ve diğer bütün hallerinde sürekli O’na muhtaç olduğu ortaya konulmaktadır. Böylece ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk’ın “Samed” ismine bağlı olarak sahip olduğu özelliklere işaret buyrulmuştur.

AllahTealâ Samed’dir; bütün mevcudatın tamamının kendisine yöneldiği ve sığındığı tek zattır. Bütün yaratılmışlar, ihtiyaçlarından dolayı o kerim Yaratıcı’dan dua ve niyazda bulunur. Samed, arzu edilen işler ve neticeler hususunda kendisine yönelinen zat olmakla beraber, musibetlerde de kendisinden yardım istenilendir. Samed, aynı zamanda dilediğini yapan, istediği hükmü veren, verdiği hüküm konusunda kendisine hesap soracak hiç kimse ve hükmünü reddedecek hiçbir kuvvet bulunmayandır. O’nun üstünde bir zat yoktur. Tüm varlıklar O’na muhtaç iken O hiç kimseye veya herhangi bir şeye muhtaç değildir. Allah Tealâ’nın zatında ve sıfatlarında kendisine hiçbir ihtiyaç ârız olmaz. O öyle bir Zât-ı Latîf’tir ki bütün her şeyi bilir. Bütün yarattıkların varlığının devamı için ihtiyacını gidermek ilim ve kudret gerektirdiğinden, Samed ismi Allah Tealâ’nın Âlim ve Kâdir olduğunun da delilidir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün ihtiyaçların karşılanması için başvurulan merci ve melce olması ancak bu özelliklerle tam olur. “Bir şeye yönelmek” anlamındaki “samd” kökünden gelen “samed”, “ihtiyaçların giderilmesi için kendisine başvurulan kimse” demektir.

Mesela bir topluluğun ulusuna, yani yönetim ve ihtiyaçlarda kendisine başvurulan ve daha üstünü bulunmayan en büyüğüne “kavmin samedi” adı verilir. Ayrıca, içi boş olmayan kütle halindeki şeyler için de “samed” ifadesi kullanılır. Yani eksiği gediği bulunmayan, nüfuz edilemeyen şeye denir. Buna dilimizde “som” adı verilir. Nitekim dilimizde, “som, yekpare, tam, bütün, içi dolu” anlamına som altın, som gümüş gibi tabirler kullanılır ki, karışık olmayan, saf ve halis anlamları ifade edilmek istenir. Bu iki manadan birincisi Allah Tealâ’ya nisbet edildiğinde “ihtiyaçlarını gidermesi için herkesin başvurduğu, yaratılmışlara mahsus acizlik ve muhtaçlıktan münezzeh, ebedî ve bâki yüce varlık” manasına gelir. İkinci manada Allah Tealâ’nın Samed oluşu ise, O’nun tam ve eksiksiz olarak bütün kemal sıfatlara sahip bulunduğu ve yaratılmışlardaki acizlik ve eksiklik içeren niteliklerden münezzeh olduğu manasına gelir.

İmam Mâtürîdî rh.a. yaratılmışların Allah Tealâ’ya olan ihtiyaçlarını; • varlık âlemine gelme, • varlığını esenlik içinde sürdürebilme, • öldükten sonra ikinci ve ebedî hayata dönüş yapma olarak özetlemiştir. Buradan hareketle, bütün ihtiyaçlar için kendisine yönelinen zatın sığınılabilir ve güvenilir olması ve sonrasında da sonsuz hazinelere sahip bulunması gerekir. Nitekim Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de mealen; “Hazineleri yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur…” buyurmaktadır. (Hicr 21). O, hem her şeyin tek sahibi hem de sahip olduğu her şeyin sonsuz hazinelerinin sahibidir. Bazen insanlar dünya hayatında bir yönüyle de olsa kısmî bir “samediyyet”e mazhar olur. Kulun, Samed ism-i şerifinden alabileceği nasipler vardır. Bu nasip, Cenâb-ı Hakk’ın onu din ve dünya işlerinde başvurulan bir konuma getirmesidir. Allah Tealâ kullarının çeşitli sorunlarının çözümünü kimin eline bağlı kılmışsa, onu Samed isminden mecazen de olsa nasiplendirmiş demektir. Fakat bu insanlar diğer insanların bütün ihtiyaçlarını değil, sınırlı ihtiyaçları sınırlı bir şekilde karşılayabilirler.

Allah Tealâ’nın Samediyet vasfı ise, O’nun yalnızca bazı ihtiyaçlarda maksat ve hedef olması demek değildir. Bütün ihtiyaçlarda hedef ve nihaî merci olmaktır. Bu bakımdan, meselâ “ilim sıfatı” gibi diğer isim ve sıfatlarda olduğu gibi Samediyet, Cenâb-ı Hak için tam, eksiksiz, mutlak, kendi zatından ve kesintisizdir. Kul için ise bunun zıddıdır, yani mecazîdir. Bu önemli noktayı biraz daha açalım: Yukarıda belirtildiği şekliyle insanlar, dünya hayatında zâhiren başkalarının ihtiyaçlarını giderebilirler. Bu durum hakikatte Allah Tealâ’nın Samed isminin tezahüründen başka bir şey değildir. O’nun Samed ismi ihtiyacı gideren o kimsede tecelli etmiştir, ihtiyacı gideren kişi bir vesiledir. Hakikatte insan, bırakın bir güce ya da imkâna sahip olmayı, kendisinin dahi sahibi değildir. Sahiplik, söyleyiş kolaylığı bakımından ve mecazî bir ifadedir. Zengin birinin, ihtiyacı olan insanlara bazı aracılarla para veya mal gönderdiğini düşünelim. Nimetlerin ulaştığı kimselerin bu nimetleri aracılardan bilmesi, ihtiyaçlarını onların giderdiğini sanmaları ne akılla ne hakikatle bağdaşır. Aynı şekilde bütün maddi manevi nimetlerin sahibinin ve gönderenin Allah Tealâ olduğunun bilinmesi gerekir. O, hikmeti gereği kullarına nimetlerini genellikle melekler, hüner sahibi insanlar gibi vasıtalarla gönderir. Nimetleri ulaştıran vesilelere teşekkür etmek şükrün gereklerinden iken, nimeti gönderen ve asıl sahibi olan Âlemlerin Rabbi asla unutulmamalıdır.

Ayrıca bir nimet gönderene nasıl minnet duyuluyor ve koyduğu kurallara riayet ediliyorsa, o gönderenin ve bütün mahlukatın asıl sahibi Mâlikü’l-Mülk olan Allah’ın emir ve yasaklarına uymak şükrün gereğidir. O’na şükretmek ise ayrıca nimeti artırır, O’nun rahmetini celbeder. Bütün âlemlerin sahibi ve bütün ihtiyaçların biricik gidericisi Allah Tealâ’dır. Yerin ve göğün bütün hazineleri O’nundur. O’nun vermesiyle bu hazinelerden hiçbir şey eksilmez. Kulların vazifesi, O’na sağlam bir imanla inanıp, emir ve yasaklarına uyma hususunda tam bir bağlılık ile arz-ı şükran etmeleridir. Her an O’nun gözetiminde ve denetiminde olmanın şuuru ile niyetleri ve işleri sürekli düzeltmeli; nimetlere şükür ile kulluk vazifesini ifa etmeye gayret etmelidir.

Nimeti vereni göz ardı edip, nimetleri aradaki vesilelerden bilmek nimete küfürdür. Ticaret erbabı kazancını ticaretinden, meslek sahibi de geçimini mesleğinden sağladığı gelirden bilmemeli; sebeplere takılıp kalarak asıl nimet vereni ve sebeplerin yaratıcısını unutmamalıdır. Bir ihtiyaç varsa, bir istekte bulunulacaksa, bunu karşılayacak olanın sadece ve sadece Samed olan Allah Tealâ olduğu tam bir iman ile kabullenilmelidir. Allah Tealâ’dan bir şey istemede vesilelere, bir takım sebeplere başvururken kalp daima O’na yönelmeli, verenin O olduğu bilinmelidir. Doktor ya da ilaç bir vesiledir, şifa ise Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıdır. O tek sığınak ve dönülecek nihaî menzildir. O’nun sadece bu ism-i şerifinden zâhir olan ihsan ve ikramlarla bütün sıkıntılar ve acılardan kurtulmak, bütün ihtiyaçları temin etmek mümkündür. “es-Samed” ile bitmez tükenmez hazinelerin kapıları açılır; bütün mahlûkata ihtiyacına göre dağıtılır. Fakat insan peşinci ve acelecidir.

Dünyada dertlerimize derman, ihtiyaçlarımıza karşılık için Allah Tealâ’nın hizmet gören kulları vardır. Herkesin ihtiyacı farklı olduğundan, karşılama kaynakları da farklıdır. Bir kişi ilim irfan talep ediyorsa irfan ehli bir âlim arar. Paraya ihtiyacı varsa zengin birine gider, hastaysa doktora… Fakat bu ilim irfan sahibinin talebi karşılayıp karşılayamayacağı, zenginin para verip vermeyeceği ya da doktorun şifaya kavuşturup kavuşturamayacağı kesin değildir. Bu insanlara müracaat edilir, zaman ve imkân ayırmaları beklenir. Bütün bunlar “es-Samed” isminin alametleri ve tezahürüdür. Bütün bu ihtiyaçlar insanın kendisini ve Yaratıcısı’nı tanıması için birer fırsat ve imkândır. İnsan eğer kendisine bahşedilen donanımı fark eder, kullanırsa bir ihtiyacın ya da ihtiyaç gidericinin nesnesi olmaz; Samed olana bağlılığı ile hakiki hürriyeti elde eder. Bu bilinç hâli ile ihtiyacını giderme ne güzel haldir! Sadece ihtiyaçların tatmini ile yetinmek, ihtiyaç sahibine ne dünyada ne ahirette mutluluk verir. Elde edilen fayda dalga üzerindeki köpük gibidir; biri gider diğeri gelir. Cenâb-ı Hak, hakikati idrak eden kullarını gafillerden; şükreden ve nimetin kadr ü kıymetini bilen kullarını da nankörlerden elbette çok sever.

Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Övgüye layık olandır. Fâtır Suresi 15

Hakiki fakirliği ve zenginliği parayla, mal mülkle anlamak büyük bir yanlıştır. Zenginlik ve fakirlik parayla değil, ihtiyaç sahibi olup olmamakla ölçülür. Bir kimse, ne kadar malı mülkü olursa olsun nefes almaya, nefes vermeye, yemeye, yediğini hazmetmeye, pek çok hususta başka bir insana muhtaç. İnsan fakirdir; çünkü ihtiyaç sahibidir. Oysa zamandan ve mekandan münezzeh, Samed olan Âlemlerin Rabbi herkesin ve her şeyin ihtiyacını giderendir. Bütün mahlukat var olurken, varlığını devam ettirirken O’na muhtaçtır. Ama O hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Hakiki zenginlik budur. Özünde fakir olanın kendisini zengin zannetmesi, gurura kibre kapılması, başkalarına üstünlük taslaması bu açıdan ilahî gazabı celbeder.

Çünkü kişi böylece kendisinde bir bakıma -hâşâ- ilahlığa benzer bir büyüklük görmektedir. Özetleyecek olursak: Allah Tealâ hakkındaki bilgilerimiz, ancak O’nun bize kendisini tanıttığı ölçüdedir. İhlâs suresinde O kendisini “ehad” olarak tanıttıktan hemen sonra “samed” olarak vasfetmiştir. Ulûhiyet söz konusu olduğunda Allah Tealâ’dan başkasının taşıyamayacağı vasıf olan Samediyet, O’nun zâtî sıfatlarındandır. İhlâs suresinin bütünlüğünü göz önüne bulundurduğumuzda Samed isminin birlik ve teklik kavramları ile çok yakın irtibatının olduğunu, hatta bu kavramların başka bir ifadesi olduğunu söyleyebiliriz. Surenin, özellikle “Doğmamış ve doğurmamıştır.” mealindeki üçüncü ayeti, Samed kelimesinin Allah’ın bir ve tek oluşuyla irtibatını daha da kuvvetlendirmektedir. Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.

SEMERKAND DERGİSİ

Oruç Adamı Tutunca

Hayatın dağdağasında kaçımız dağılmaktan korunabiliyoruz ki?
Aklımız dağılıyor. Düşüncemiz dağılıyor. Duygularımız dağılıyor. En beteri hayatımız dağılıyor. İç bütünlüğümüzü kaybediyoruz. Yani, kendimizi kaybediyoruz. Kendimizi kaybedince, insanı da, hayatı da, eşyayı da kendi bütünlüğü içinde göremiyor, okuyamıyor, algılayamıyor ve anlayamıyoruz.
Parçanın parça olduğunu gözden kaçırıyor, parçayı bütün sanıyoruz. Parçayı bütün sanmak, hem parçaya hem bütüne haksızlık oluyor. Zira parçadan bütünün rolünü üstlenmesini bekliyoruz.

Parça bu ağır yükü kaldıramıyor. Sonuçta, parça ile bütün arasındaki kopmaz ilişkiyi gözden kaçırıyoruz. Varolan irtibatı dağılan ve dağıtan tasavvurumuzla biz koparıyoruz. Parçayı parça olarak görseydik parçanın altında ezilmeyecek, parçadaki olumsuzluğa takılıp bütündeki güzelliği fark edecektik. Parçada “şer” gibi görünenin bütünde “hayır” olduğunu anlayacaktık. Parçada zeval suretinde tecelli edenin bütünün kemalinden kaynaklandığını fehmedecektik. Bu yüzden gündelik yaşıyoruz. Günü yaşamakla gündelik yaşamak arasında sera ile süreyya arasındaki fark kadar fark var. Gündelik yaşamak, “mutlak zamanı” (dehr) gözden kaçırmak demek. Gündelik yaşamak, zamanı aşan bir zamanın olduğunu fark etmemek demek. Gündelik yaşamak, organizmaya teslim olup ruhu teslim almaya kalkışmak demek.

Arif “vaktin çocuğu”dur, “günün çocuğu” değil. Gündelik yaşayanlar, hayatı kendi bütünlüğü içinde göremezler. Hayatı kendi bütünlüğü içinde göremeyen, hayatın çok mertebeli bir hakikât olduğunu, kendi yaşadıkları hayat basamağının, birçok mertebeden sadece biri olduğunu fark edemezler. Yaşadıkları mertebeyi hayatın bütünü sanırlar. Parçayı bütün sanan herkes gibi cezalandırılırlar. Cezaları, bir ömrü bir gün kadar bereketsiz yaşamaktır. Gündelik yaşayanlar, zamanın esiri, hatta oyuncağı olurlar. Esirin ruhu var, oyuncağın ruhu yoktur. Günün getirdiklerine maruz kalırlar. Git gide günlükten anlık yaşa maya geçerler. Kendilerine bakteri muamelesi yaparlar.
Tepkileri, sevgileri, aşkları, nefretleri, ilgileri, dikkatleri, rikkatleri, iradeleri, sevinçleri ve hüzünleri anlık veya günlüktür. İşte bir ömrü bir gün kadar bereketsiz etmenin formülü budur.

Kur’an, bu tiplerin âhiretinden bir pencere açarak şu diyalogu nakleder:

  1. Dünyada ne kadar kalmıştınız?
  2. Bir gün ya da bir günün yarısı kadar?

İşte bereketsizlik dediğim şey de bu. Bir ömür yaşayacaksınız, ama bir gün kadar bereketsiz geçecek. Peki, bunun tersi de mümkün mü?Elbette, bir günü-geceyi bir ömür kadar bereketli yapmak mümkündür. İşte Ramazan, bize bir geceyi bir ömür kadar bereketli yapmanın formülünü sunan ilâhi bir imkândır. Ramazan bize dağılmışımızı toplamak için gelir. Başta kendimizi toplamayı öğretir. Aklımızı, duygu ve düşünce dünyamızı, ruh ve hatta bedenimizi toplamayı öğretir. Ramazan bize parçamızı bütünlemek için gelir. Parçaladığımız hakikâtin hakikât olmaktan çıktığını öğretir. Mukayyet zamanı mutlak zamana dikmemiz için elimize bir gök iğnesi tutuşturur. Nasıl ki namaz dünya astarını ahiret atlasına günün beş yerinden dikme talimiyse, oruç da bunun yıllık talimidir.

Ramazan bize unuttuklarımızı hatırlatmak için gelir. Başta kendimizi unuturuz. Ramazanın en çok hatırlattığı da kendimizdir. En büyük amacı ise “şahit olan ben” idraki inşa etmektir. Şahit olan ben, şehadet kelimesini sadece diliyle okumaz, varlığıyla okur. Sadece okumakla kalmaz, kelime-i şehadet onun varlığında okunur. O artık hem okuyan, hem okunandır. Hem şahit olan, hem şahit olunandır. Kendisi bu mübarek kelimenin yazılı olduğu fiili ve aktif bir levha olur. İşte o zaman her bir hücresi şu gerçeği haykırır: Biz bu cihana sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik.

Ramazan bize kaybettiklerimizi buldurmak için gelir. En çok kaybettiğimiz de kendi benliğimizdir. Sahi, kendini kaybeden neyi kazanır ki? “Ben” demeyi hak edecek bir ben idrakine ulaşmayanın “benim” demesi ne kadar da gülünçtür. Böyle birinin “benim” dediği hiçbir şey gerçekte kendinin değildir. O yoktur ki, onun olsun. İşte onun için hakikât şudur: Oruç bizi tutar. Oysa biz, orucu tuttuğumuzu sanırız. Bir yere kadar doğrudur. Zira orucu gerçekten tutanları oruç da tutar. Dik tutar, diri tutar, kendinde ve agâh tutar. Ve işte tam bu nedenle: Oruç tutmak kendini tutmaktır.

Mustafa İslamoğlu

İslâm’da Oruç. İslâmiyet’te başka oruç çeşitleri de bulunmakla birlikte (aş.bk.) belirli şartlar çerçevesinde her müslüman için zorunlu bir ibadet niteliğinde olanı hicretin 2. yılı Şâban ayında (Şubat 624) farz kılınan ramazan orucudur (İslâm öncesi Hicaz-Arap toplumunda görülen oruç uygulamalarının ve Müslümanlık’taki oruç ibadetinin başka dinlerle ve özellikle Yahudilik’le ilgisi hakkında ileri sürülen bazı iddialar için bk. Vajda, s. 367-385; Ateş, XXVIII/3 [1992], s. 95-118). Ramazan orucunun farz ibadetlerden olduğu kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de orucun farz kılındığını bildiren âyetlerin meâli şöyledir: “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sakınasınız diye size de sayılı günlerde oruç farz kılındı. İçinizden hasta veya yolcu olan başka günlerde sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlara (zorlukla güç yetirebilenlere veya güç yetiremeyenlere) bir yoksulun -günlük- yiyeceği kadar fidye gerekir. Kim gönüllü bir iyilik yaparsa bu kendisi için bir iyiliktir. Eğer bilirseniz orucu tutmanız sizin için daha hayırlıdır. -O sayılı günler- doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır.  Artık içinizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa başka günlerde sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşılık Allah’ı tâzim etmeniz için ve umulur ki şükredersiniz diye -oruçla yükümlü tutup hükümlerini açıklıyor-” (el-Bakara 2/183-185). Ayrıca ramazan orucu Hz. Peygamber’in imanın ve İslâm’ın temellerini açıklayan meşhur hadislerinde (Buhârî, “Îmân”, 2, 34, 37, 40; Müslim, “Îmân”, 1, 19-22; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16) İslâm’ın beş şartı (rükün), Vedâ hutbesinde cenneti hak etmek için gerekli temel görevler (Müsned, V, 251; Tirmizî, “Cumʿa”, 80) veya dört temel ibadet (Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, II, 401-402) arasında sayılmış, başlangıçtan itibaren İslâm ümmeti bu ibadetin farz olduğu hususunda ittifak etmiştir.

Orucun Önemi. Kur’ân-ı Kerîm’de önceki toplumlara da orucun farz kılındığına dikkat çekilmiş, orucun amaç ve hükümleri açıklanırken “ittikā” fiili kullanılmış, oruç yasaklarına uymanın Allah tarafından çizilen sınırlara riayet anlamına geldiği ifade edilmiştir (el-Bakara 2/183, 187). Bütün bunlar ve anılan fiilin Kur’an’daki kullanımları göz önüne alındığında orucun Allah’a kul olma bilincine varılabilmesi, mümine yaraşmayacak hal ve davranışlardan sakınılması ve kulluğun belirli bir disipline bağlanması açısından vazgeçilmez bir öneme sahip olduğu anlaşılır.

Âyette bir yandan belirli durumlarda orucun ertelenebileceği veya fidye ile telâfi edilebileceği bildirilirken öte yandan, “Eğer bilirseniz orucu tutmanız sizin için daha hayırlıdır” açıklamasıyla zarara yol açmayacağı anlaşılan hallerde orucun büyük bir fırsat olduğu ve bunu kaçırmamak için ortaya konan iradenin büyük bir değer taşıdığı belirtilmektedir. Daha sonraki âyette de Allah’ın insanlar için zorluk değil kolaylık murat ettiği, oruçla ilgili hükümlere riayetin, doğru şekilde kulluk edebilmenin yollarını göstermesine karşılık Allah’ı tâzim ve O’na olan şükran borcunu ödeme gayreti içinde olma anlamı taşıdığı ifade edilmiştir. Kâsânî nimete şükrün şer‘an ve aklen gerekli olduğunu belirtip orucun Allah’a şükür vesilesi olma yönüne değinirken oruçluya yasaklanan fiillerin insanın yararlandığı nimetleri en üst düzeyde temsil ettiğine ve sayısı bilinemeyecek kadar çok olan nimetlerin kadrinin ancak yeterli bir süre, alışılmışın dışında ve nefse zor gelecek biçimde bunlardan uzak durulmasıyla bilinebileceğine dikkat çeker.

Orucun yararları hakkında yapılacak değerlendirmelerde öncelikle bütün ilâhî emir ve yasakların, Allah’ın iradesine mutlak biçimde ve yürekten teslim olanları diğerlerinden ayırt eden bir sınav oluşturma ve kullara kalıcı mutluluğun yollarını açan dünyevî ve uhrevî yararlar sağlama gayesinde birleştiğini dikkate almak gerekir. Yine ibadetlerin anlam ve amacı üzerinde düşünürken yüce yaratıcının hoşnutluğunu kazanmanın kul için vazgeçilmez asıl hedef olması gerektiği göz önünde tutulmalı, dinin emir ve yasaklarının insana sağladığı, akılla idrak edilebilen belirli dünyevî yararlara indirgenmemelidir.

Müslüman âlimler ve düşünürler de bu temel yaklaşımları göz ardı etmeksizin ve nasların delâletlerini göz önüne alarak akıl, gözlem ve tecrübe yoluyla orucun sağladığı yararlar ve savdığı zararlar hakkında bazı tesbitler yapmaya çalışmışlardır. Bunlardan bir kısmını şöylece özetlemek mümkündür: Her şeyden önce oruç insana kendisinin varlıklar âlemindeki yeri ve beşer özelliği hakkında gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı verir; ona ancak Allah’ın mutlak hükümranlığına gösterdiği teslimiyetle değerli bir varlık sayılabileceği bilincini kazandırır. Diğer taraftan kişinin sahip olduğu ruhî ve bedenî donanımları insana yaraşır bir biçimde dengeli ve verimli kullanabilmesi için aklın ve ruhun bedene ait süflî arzuların güdümünden kurtarılması hayatî bir önem taşır.

Zira insanın karşılaştığı maddî ve mânevî sıkıntıların çoğu mideye bağlı isteklerin ve cinsel arzuların aşırılığını önleyememekten kaynaklanır. Bu isteklerin dengede tutulabilmesi ve taşkınlık eğilimi gösterdiğinde frenlenebilmesi için bilinçaltının sürekli biçimde denetlenmesi gerekir. Bu ise ancak ciddi bir irade eğitimiyle mümkün olur. Oruç bu eğitimin sıkı bir disiplin içinde yürütülebilmesi için çok uygun bir psikolojik ortam meydana getirir; yanlış istekleri kırar, insanı sahip olduğu bedenî ve ruhî potansiyeli kendisine ve başkalarına yararlı işlerde değerlendirmeye yönlendirir. İnsanın esasen helâl olan fiilleri bile kendi iradesiyle işlemekten vazgeçebildiği bu ortamda zina, hırsızlık, yalan söyleme, gıybet etme gibi haram, kötü, kendisine ve başkalarına zarar veren eylemlerden, kısaca gerek Allah gerekse kul haklarını ihlâl eden davranışlardan geri durması öncelikle gereklidir.

Nitekim Resûl-i Ekrem, hakkı verilerek tutulmaya çalışılan orucun mutlaka kişinin davranışlarına olumlu yansımaları olacağına dikkat çekmiştir (Müsned, V, 363; Buhârî, “Ṣavm”, 2, 10). Hayatın belirli bir döneminde bir defa böyle bir sabır sınavından geçip iradeyi eğitmenin bu sonucu sağlayamayacağı açıktır. Dolayısıyla oruçta insan ömrünün en büyük zaman birimi olan yıl esas alınmış ve yılın belirli bir bölümünün oruçla geçirilmesi istenmiştir. İslâmiyet’te sene içinde oruç deneyiminin zaman zaman yenilenmesi de tavsiye edilmekle birlikte yılın en büyük birimi süresince (bir ay) oruç tutulması zorunlu kılınmış, bunun da insanlık için hidayet rehberi Kur’an’ın nüzûl ayı olan ramazan olması uygun görülmüştür. Bilinenleri pekiştirmek ve yeni tecrübe ve bilgiler edinmek için feyizli bir mektep vazifesi gören ve nefis terbiyesi için özel bir iklim oluşturan oruç sayesinde insan ruhen yücelir, yüksek ahlâkî erdemlerle bezenir, yıllık bir muhasebeyle kendisine verilen ömrü nasıl geçirdiği hakkında dürüst bir değerlendirme yapma fırsatı bulur, bir yandan sahip olduğu nimetlerin büyüklüğünü daha iyi idrak ederken öte yandan mahrumiyet içinde olanların halini düşünüp onları anlama fırsatı bulur ve toplum içinde kendisine düşen görevlerin farkına varır. Bütün bir günü aç ve susuz geçiren kişi iftar vakti yaklaşırken fakir bile olsa sahip olduğu nimetleri daha iyi farkeder, zengin ise kullanılamayan imkânların gerçekte bir güç ve övünç kaynağı olmadığını ve neticede kendisinin de her an elindeki imkânlardan mahrum kalabilecek âciz bir varlık olduğunu daha iyi anlar. Oruç kuvvetli bir sorumluluk bilinci kazandırdığından insanın Allah’a, kendisine, ailesine, içinde yaşadığı topluma, başka insanlara, çevreye, evrendeki bütün canlı ve cansızlara karşı sorumlu bir varlık olduğunu kavramasına yardımcı olur. Böylece bireysel gibi görünen bu ibadetin sosyal yönü ve etkileri doğal bir süreç içinde ve güçlü biçimde kendini gösterir. Diğer taraftan orucun ruh ve beden sağlığı üzerinde pek çok olumlu etkiye sahip olduğu bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur.

Ramazan Orucunu Ertelemek veya Bozmak İçin Geçerli Mazeretler. Allah’ın kimseye gücünün üzerinde bir mükellefiyet yüklemediği ve sıkıntı hallerinde kolaylaştırma ilkesinin işletileceği birçok âyet ve hadiste vurgulandığı gibi ilgili âyetlerde (el-Bakara 2/184, 185) hastalık ve yolculuk hallerinin orucu ertelemeyi meşrû kılan gerekçeler olduğu belirtilmiştir. Başka deliller ve genel ilkeler ışığında bunların açılımı niteliğindeki bazı durumlar da ramazan orucunun ertelenmesi veya başlanmışsa bozulması için geçerli birer mazeret sayılmıştır. Bu durumlarda kişi tutamadığı oruçları daha sonra kazâ eder. Dil özellikleri ve kıraat şekilleri dikkate alınarak Bakara sûresinin 184. âyetindeki “‘alellezîne yutîkūnehû” ifadesi farklı şekillerde anlaşılmış olsa da genel kabule göre burada süreklilik taşıyan oruca güç yetirememe veya ancak büyük zorluklarla güç yetirebilme hali söz konusudur ve bu durumdaki kişilerin fidye ödemeleri gerekir.

1. Hastalık. Oruç tutması veya oruca devam etmesi halinde hastalığının ağırlaşmasından ya da uzamasından endişe eden kişi orucunu erteleyebilir ve bozabilir. Oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı kuvvetle muhtemel bulunanlar da genellikle hasta kapsamında kabul edilmiştir; Şâfiîler ise sağlıklı kimsenin hasta hükmünde sayılması yaklaşımını benimsemez. Hanbelî mezhebinde gerek birinci gerekse ikinci gruptakilerin oruç tutması mekruh sayılmıştır. Can veya organ kaybına yol açma endişesinin varlığı halinde oruç tutulması ve oruca devam edilmesi haramdır. Bu hususlarda kişi tecrübeye veya belirtilere dayanabilir; fakat mümkünse ehil bir doktorun görüşüne başvurmalıdır.

2. Yolculuk. Dinen yolcu hükmünde olan kişinin ramazan orucunu erteleyebileceği hususunda âlimler fikir birliği içindedir. Hatta bazı fakih sahâbîlerden yolcunun oruç tutmayıp kazâ etmesi gerektiği rivayet edilmiştir; İbn Hazm da bu kanaattedir. Seferî kimsenin oruç tutabileceği görüşünde olan cumhur, orucun yolcuya zarar vermesi veya hayatî tehlike meydana getirmesi hallerinde oruç tutmamanın daha üstün olduğu hususunda birleşmekle birlikte bunun dışındaki durumlarda tutmanın mı ertelemenin mi daha faziletli olduğu tartışılmıştır. 

3. Gebelik ve emzirme. Orucun farziyetiyle ilgili âyetin delâleti yanında bazı hadislere binaen (İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 12; Tirmizî, “Ṣavm”, 21; Nesâî, “Ṣıyâm”, 51, 62) oruç tutması kendisine veya karnındaki yahut emzirdiği bebeğe zarar vereceğinden endişe eden kadının orucunu erteleyebileceğine ve başladığı orucu bozabileceğine hükmedilmiştir. Hanefîler’e göre gebe ve emzikli kadın orucunu tehir ederse sadece kazâ etmekle yükümlü olur, fidye vermesi gerekmez.

 4. Yaşlılık. İleri yaşta olan kişi o esnada oruca güç yetirememekle birlikte daha sonra tutabilecek durumda ise yaşlılık bir erteleme sebebidir; tutamadığı oruçları gücü yettiğinde kazâ eder. Bunları kazâ etme ümidi bulunmayan yaşlı ve hastalar ise tutamadıkları orucun her günü için bir fidye verirler.

5. Hayatî tehlikeye yol açacak ölçüde açlık ve susuzluk. Oruca devam etmesinin hayatî tehlike doğuracağına dair ciddi endişe taşıyan kişi orucunu bozabilir; ölüm tehlikesinin kesinlik taşıması halinde oruca devam etmek haram sayılmıştır.

6. Tehdit edilme. Özellikle cana ve can bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehdide mâruz kalan kimse fakihlerin çoğunluğuna göre orucunu açabilir, hatta hayatî tehlikenin kuvvetle muhtemel olması durumunda orucunu bozması gerekir. Bu yaklaşıma göre oruca devamda direnen kişi günahkâr olur; bazı âlimler ise sırf dinine bağlılığı sebebiyle direnen kişinin sevap kazanacağı kanaatindedir.

 7. Hayız ve nifas. Âdet gören ve lohusa olan kadın ramazan orucunu zamanında tutmakla yükümlü olmadığı gibi oruç tutması geçerli de sayılmamıştır. 

Zor ve ağır işlerde çalışan kimselerin durumu da bu bağlamda özel öneme sahip bir meseledir. İslâm âlimleri, ramazan orucu İslâm’ın beş temel şartından olduğu için öncelikle gerek çalışan gerekse işveren bakımından bu ayda çalışma şartlarının olabildiğince buna uygun biçimde düzenlenmesine gayret edilmesini ve herkese bu ibadetin hazzını tadabilme fırsatı tanımaya çalışılmasını tavsiye etmişlerdir. Fakat fakihlerin çoğunluğu orucun sabır imtihanı ve irade eğitimi özelliğini, dolayısıyla belirli bir meşakkate katlanmanın bu ibadetin doğası gereği olduğunu dikkate alarak katlanılabilir zorluk hallerinde de kişiyi hemen bu vecîbeyi erteleme veya bozmaya yahut fidye ödeyerek telâfi etmeye yöneltebilecek sübjektif değerlendirmelere açık bir ölçü vermekten kaçınmışlar, meşakkat halini orucu ertelemek veya bozmak için müstakil bir mazeret saymamışlardır. 

Bununla birlikte ibadetlerdeki zorlukların sınırsız ve ölçüsüz olmadığı esasından hareketle diğer özürler ve genel ilkeler ışığında bir değerlendirme yaparak zor ve ağır işlerde çalışan kişinin oruca güç yetirememesi, tuttuğu veya devam ettiği takdirde hayatî tehlikeyle karşılaşacağının bilinmesi hallerinde orucu erteleyebileceği ve başlanmış orucu bozabileceği, fakat daha sonra bunu kazâ etmesi gerektiği sonucuna ulaşmışlardır. Diğer bir ifadeyle âlimlerin çoğunluğunca işin niteliği, mükellefin ruhî ve bedenî özellikleri ve malî durumu gibi çok farklı ayrıntılar taşıyan olayların genel bir hükme bağlanması yerine ilkenin somut duruma uyarlanmasını kişinin dindarlığına ve vicdanî kararına bırakan bir yaklaşım benimsenmiştir. Buna karşılık bazı âlimler, Bakara sûresinin 184. âyetindeki ifadeye dayanarak zor ve ağır işlerde çalışanların bundan zarar görmeleri durumunda tutamadıkları her gün için bir fidye vermelerinin yeterli olacağını ileri sürmüşlerdir.

Başlanmış farz veya vâcip bir orucu dinen geçerli bir mazeret olmaksızın bozmak da günah olup ramazan orucunun edasında duruma göre kazâ veya kazâ ile birlikte kefâret gerekir. Ramazan orucunun edası dışındaki farz veya vacip bir oruç mazerete binaen veya mazeretsiz bozulursa zimmetteki borç düşmediğinden başka bir zamanda tutulması yine farz veya vâciptir.

Meşrû bir gerekçeye dayanarak ramazan gününde oruç tutmayan kişinin kendisini oruçlu gibi göstermesi gerekli olmamakla beraber özellikle ramazan ayına ve oruçlulara saygı bakımından açıktan yiyip içmemesi İslâmî âdâba uygun görülmüştür.

Orucun Sünnetleri ve Âdâbı. Oruçlu için zorunlu olmamakla birlikte dinen tavsiye edilen başlıca hususlar şunlardır: İmsak vakti öncesinde bir miktar yiyip içmek, iftarı gecikmeden yapmak, iftar duası okumak, hurma gibi tatlı bir şeyle veya su ile iftar etmek, gusül abdesti alması gerekiyorsa imsak vaktinden önce almak, yakınlara ve ihtiyaç sahiplerine yardım ve ikramları arttırmak, namaz, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, dua, salavat getirme gibi taat türünden meşguliyetlere ağırlık vermek, ramazanın son on gününde ibadet maksadıyla ve usulüne uygun olarak inzivâ hayatı yaşamak (i‘tikâf).

İBRAHİM KÂFİ DÖNMEZ

Oruç kelimesi, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelen Arapça savmın (sıyâm) Farsça karşılığı olan rûze kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Savm ve sıyâm ile türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde, hadislerde ise çok sayıda geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣvm” md.; Wensinck, el-Muʿcem, “ṣvm” md.). Terim olarak oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer‘an belirlenmiş ibadeti yerine getirmek niyetiyle yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade eder. Serahsî’nin “belirli kimselerin belirli zamanda belirli fiillerden belirli bir amaçla uzak durması” şeklindeki tanımı bu ibadetin kimler açısından sahih sayıldığını belirtmeyi hedeflemektedir (el-Mebsûṭ, III, 54). Süresi içinde kişinin kendini oruç yasaklarına karşı tutmasına imsâk denir, bu kelime “oruca başlama, orucun başlangıç anı” mânasında da kullanılır. Vakti gelince orucu usulüne göre açmaya, yani orucu sonlandırmaya iftâr adı verilir.

İslâm’dan Önceki Dinlerde Oruç. Belirli bir süre yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durma, perhiz yapma ya da belirli yiyecekleri yememe, sükût etme, ağzı ve kulağı yalandan ve kötü sözden koruma vb. şekillerde yerine getirilen oruç ibadetine hemen bütün dinlerde rastlanır. Oruç tövbe, kefâret, matem ve bir ritüele hazırlık gibi amaçların dışında sihir ve zühd gerekçesiyle de tutulmuştur.

Yahudilik. Yahudilik’te öncelikle nefsi alçaltma vasıtası kabul edilen ve “tzom” veya “innah nefeş” kalıbıyla Eski Ahid’de kullanılan oruç ibadeti, “Canlarınıza cefa edeceksiniz” emrinin bir gereği (Levililer, 16/29) ya da Kral Dâvud’un yaptığı gibi (II. Samuel, 12/16-18) Tanrı’ya dua öncesi yapılması gereken bir hazırlık ritüeli olarak algılanmıştır. İşaya’da (58/3-8) gerçek orucun kötülüklerden uzak durmak, mütevazi olmak, mazlumlara ve düşkünlere yardım etmek gibi iyi fiillerle desteklenmesi gerektiği bildirilmiştir. Yahudi kutsal metinlerindeki ifadelerden orucun, insanların bilinçli veya bilinçsizce yaptıkları kötü fiillere kefâret ve böyle bir durumdan ötürü duyulan pişmanlığın dışa vurulması için tutulduğu anlaşılır.

Kefâreti gerektiren fiil kişinin bizzat kendisinin işlediği bir eylem olabileceği gibi ailesinin veya aynı soydan hatta milletten birinin gayri ahlâkî bir eylemi veya kusuru da olabilir (I. Krallar, 21/1-10; I. Samuel, 14/17-29; Yeremya, 36/3-10). Yahudilik’teki en önemli oruç, kefâret günü (Yom Kipur) orucudur. O gün yahudiler bir yıl içerisinde işledikleri hatalardan ötürü duydukları pişmanlığı dile getirerek Tanrı’dan af dilerler. Tevrat’ın Levililer bölümünde (16/29-31; 23/27-32) yahudilerin bugünde yaptıkları dinî törenler ayrıntılı biçimde anlatılır. Hasta ve düşkün olmayan, şeriat önünde sorumlu tutulma çağına gelmiş bütün yahudilere farz olan bu oruç yahudi ay takviminin birinci ayı olan tişrinin onuncu günü tutulur. Oruç arefe günü güneş batımından yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. gün) gün batımından yaklaşık 45 dakika sonraya kadar devam eder. Yirmi beş saati aşan bu süre içinde yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma, yıkanma ve her türlü temizlik yapma, yağlanma ve ayakkabı dahil, deriden yapılmış bir şey giyme haramdır (Mişna, 8/1).

Yahudilik’te birinci sürgün (m.ö. 586) sonrası dönemde ihdas edilmiş, fakat yine Eski Ahid kökenli olan diğer farz oruçlar şunlardır: 1. Dokuz av orucu (tişah beav). Eski Ahid’in Zekarya bölümünde zikredilen dört oruçtan ilki olup yahudi ay takvimine göre av (ağustos) ayının dokuzuncu günü tutulması gerekir. Gerçekte bir matem orucu olan bu oruç kutsal metinde “beşinci ay orucu” şeklinde zikredilir (Zekarya, 7/5; 8/19). Bunun sebebi, yahudi ay takviminde aslında tişri (eylül-ekim) ayının birinci günü olan yıl başının birinci sürgün sonrasında geçici şekilde 1 Nisan olarak değiştirilmesidir. Bu oruç, Kudüs’teki kutsal Süleyman Mâbedi’nin birincisi milâttan önce 586 ve ikincisi milâttan sonra 70 yıllarında olmak üzere iki defa yıkılmasını hatırlamak amacıyla tutulur ve önem itibariyle kefâret günü orucundan sonra gelir.

Yine kefâret günü orucu gibi yaklaşık yirmi beş saat süren bu oruç da yetişkin olmayan çocuklar, hasta ve düşkünler hariç herkesin ifa etmek zorunda olduğu dinî bir görev kabul edilir. Bu oruçla ilgili diğer bir âdet ise bu gün sadece Yeremya ve Eyub kitaplarından ağıtların ve mâbedin yıkılışını anlatan bölümlerin okunmasıdır. Yine bu gün yapılması gereken diğer önemli bir faaliyet mezarların ziyaret edilerek ölmüş yakınların hatırlanması ve onlar için Tanrı’dan mağfiret dilenmesidir (Moore, II, 65). 2. Dördüncü ay orucu (şivah asar be-tammuz). Yahudi ay takvimine göre 17 Temmuz’da ifa edilen bu oruç Kudüs’ün Bâbilliler’in eline geçişi münasebetiyle tutulur (Zekarya, 8/19). Bu güne ve ilgili orucun muhtevasına daha sonra Kudüs’ün Romalılar tarafından ele geçirilmesi ve diğer felâketler de eklenmiştir. Bu gün, aynı zamanda rabbânî otoriteye dayanan üç haftalık matem ve oruç döneminin başlangıcına işaret eder. Oruç süresinin kısalığı (gün doğumu ile gün batımı arası) ve oruç sırasında dünyevî iş yapılmasına izin verilmesi bakımından yukarıdaki iki oruçtan ayrılır.

3. Onuncu ay orucu (asarah be-tevet). Kudüs’ün Bâbil Kralı Buhtunnasr tarafından kuşatılmasını hatırlamak amacıyla tutulan bir diğer kısa oruçtur (Hezekiel, 24/1 ve devamı). 4. Yedinci ay orucu (tzom gedalya). Tişri ayının üçüncü günü, birinci sürgün sırasında Kudüs’te kalan yahudilerin lideri durumundaki Yahuda Valisi Gedalya’nın hâtırasını tâzim için tutulur. Dördüncü ve onuncu ay oruçlarında olduğu gibi sabahleyin şafağın sökmesiyle başlayıp güneşin batmasıyla sona erer ve dünyevî işlerde çalışmaya izin verilir (II. Krallar, 25/25). Herkesin yerine getirmekle yükümlü olduğu oruçlardan bir diğeri Ester orucudur (Taanith Ester). Yahudi takvimine göre 13 Adar (Mart) günü Kraliçe Ester’in kralın huzuruna çıkmadan önce tuttuğu üç günlük orucun anısına tutulur (Ester, 4/16).

Vezir Hâmân’ın sinsi imha planını önceden öğrenip vaktinde haber vererek Pers yahudilerini tamamen yok olmaktan kurtaran Ester’e bir şükran ifadesidir. Yahudilik’te bu oruçların yanı sıra özel oruçlar da vardır. Kişinin kötü bir rüya görmesi, bir yakınını kaybetmesi veya böyle bir olayın yıl dönümünde ya da karşılaştığı herhangi bir sıkıntı anında nezir yahut adak olarak tuttuğu bu tür oruçlarda süre gün doğumundan gün batımına kadardır. Bunlarda da yeme içme ve cinsel ilişkide bulunma dışındaki dünyevî eylemler orucu bozmaz.

Hıristiyanlık. Yahudi oruç geleneğine uygun olarak Yeni Ahid’de Hz. Îsâ ve havârilerin oruç tuttuklarından söz edilir (Matta, 6/16; Resullerin İşleri, 13/2; 14/23). Hz. Îsâ’nın ihdas ettiği özel bir oruç günü veya biçimi olmamakla birlikte hıristiyanlar ilk dönemlerde bilhassa her çarşamba ve cuma günü oruç tutmuş, yılın belirli dönemlerinde genelde et ve süt ürünlerine karşı perhiz uygulamışlardır. Çarşamba ve cuma günü oruç tutmanın sebebi, Hz. Îsâ’nın ölümü öncesinde ve ölümü esnasında çektiği acıların hatırlanması ve bunların içselleştirilmesidir. Batı kilisesinin etkili olduğu bölgelerde V. yüzyıl sonrasında çarşamba oruçlarının yerini cumartesi orucunun almaya başladığı dikkati çeker. Ayrıca Paskalya’da ve her mevsim başında tutulan üçer günlük oruçların da bunlara ilâve edildiği ve hıristiyan dünyasında yaygınlık kazandığı görülür. Oruç ve perhiz dönemlerine ait kurallarla bu günlerde yapılacak işler ve yenilecek besinler konusunda tarihsel süreçte önemli değişiklikler olmuş ve hıristiyan mezhepleri arasında farklılıklar ortaya çıkmıştır. Oruçla ilgili uygulamaların belirlenmesinde yerel kültürlerin etkili olduğunda şüphe yoktur.

Günümüz hıristiyan dünyasında başlıca iki çeşit oruç vardır. 1. Şükran orucu. Her hafta pazar günü icra edilen Evharistiya töreninden (ekmek-şarap âyini) önce alkollü içki içmemek şeklinde eda edilir. Katolikler’e ve Ortodokslar’a göre şükran orucu cumartesi akşamından veya akşam yemeğinden hemen sonra başladığı halde özellikle farklı Protestan mezheplerinde Evharistiya’dan üç saat önce başlar ve hepsine göre törenin tamamlanmasıyla sona erer. 2. Kiliseye mensubiyet oruçları. Anglikan kilisesi dışındaki bütün hıristiyan mezheplerince benimsenen, fakat farklı biçimlerde uygulanan bu oruçların en önemlisi ve uzun sürelisi Hz. Îsâ’nın çölde kırk gün boyunca tuttuğu orucun hâtırasını yaşatmak üzere IV. yüzyılda başlatılan ve Paskalya’dan önceki kırk güne denk gelen oruçtur (ERE, V, 765-770). “Lent” adıyla bilinen bu oruç hıristiyanlarca genelde Paskalya’ya hazırlık olarak yorumlanır.

Dua ve tövbelerle bezenmiş böyle bir oruç/perhiz sayesinde kişinin mânevî kirlerden temizlenmiş olarak Paskalya’ya erişeceğine inanılır. Paskalya, yahudi ay takvimine bağlı şekilde nisan ayının on beşinden sonraki ilk pazar olarak belirlendiğinden kırk günlük oruç/perhiz süresi de Katolikler’de şubat ayında “küllü çarşamba” denilen günde başlar. Bu isimlendirmenin sebebi, bu günde kiliselere tövbeye çağrılan hıristiyanların üzerine ölümü ve yeniden dirilişi, günahlardan affı sembolize eden kül serpilmesidir (Hıristiyan Dini, s. 137). Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük bu Paskalya’ya hazırlık orucu/perhizi dışında her hafta çarşamba, cuma ve cumartesi günleriyle önemli yortu günlerinden önce de oruç tutarlar. Hıristiyanlara göre oruç veya perhizin gayesi günahlara kefâret ve nefsânî arzuların köreltilmesidir. Bu sebeple hasta, düşkün, çocuk, asker ve ağır işlerde çalışan işçiler dışında her hıristiyan oruç tutmakla mükelleftir. Bu kimselerden yukarıda zikredilen günlerde oruç tutamayanlar diğer zamanlarda bunları kazâ edebilir. Oruç tutan kimse günde ancak bir öğün (öğle veya akşam) yemek yiyebilir. Bunun dışında günün her anında hafif bir şeyler yemesi mümkündür. Sigara gibi keyif verici maddeler kullanılmaz. Zaruret halinde ilâç alınabilir.

Monofizit hıristiyanlardan Süryânî kilisesinde yıllık oruçlar şöyle sıralanır: 1. Büyük oruç. Diğer kiliselerce de kabul edilen kırk günlük Paskalya öncesi oruca yedi günlük “elem haftası” orucunun da eklenmesiyle tutulur. 2. Ninevâ (Ninova) orucu. Şubat ayında tutulan üç günlük oruçtur. 3. Haziran başı perhizi. Üç gündür ve havârilerin orucu olarak kabul edilir. 4. Ağustos perhizi. Meryem ana orucu olarak bilinir. 5. Aralık perhizi. 5-25 Aralık arasında Noele hazırlık amacıyla tutulur. Katolik kilisesinde oruca başlama yaşı yirmi iken Ortodoks ve Süryânî kiliselerinde on dört-on beştir.

Hint Kökenli Dinlerde Oruç. Hint yarımadasında ortaya çıkan, taraftarları çoğunlukla burada veya Uzakdoğu Asya ülkelerinde yaşayan Hindu, Budist, Jain ve Sih dinlerinde oruç günümüzdeki uygulanış biçimiyle sadece din adamları sınıfını ilgilendiren bir ibadettir. Çünkü bu dinlerde dünyevî ve dinî görevler dindarlar arasında paylaşılmıştır. Bunun arkasındaki en önemli âmil, Hinduizm’deki kast uygulaması ve bu anlayışın bölgedeki diğer dinî sistemler üzerindeki etkisidir. Her ne kadar Budizm ve Jainizm gibi bölge dinleri bilhassa ortaya çıktıkları dönemlerde kast anlayışına karşı çıkmışlarsa da zamanla kasta benzer sınıflı toplum yapısı bu dinlerin mensupları arasında da benimsenmiştir. Bu dinlerde din adamları sınıfının dışındaki Kşatriya ve Vaisya gibi üst sınıflara mensup kimseler de istedikleri takdirde oruç tutabilirler.

a) Hinduizm. Hinduizm’de din adamları sınıfını oluşturan Brahminler yıl boyunca sık sık, çok defa da uzun süreli değişik oruçlar tutmakla yükümlüdür. Yirmi beş yaşına kadar dini öğrenmekle mükellef olan Brahmin, evlenip aile hayatı basamağına adım attıktan sonra ölünceye kadar kasta ait yükümlülükleri eksiksiz yapmaya mecburdur. Aile hayatı basamağındaki bir Brahmin, oruç günleri dışındaki normal günlük hayatında biri öğleden sonra yaklaşık saat üç civarında, diğeri akşam yatmadan az önce olmak üzere günde iki öğün yemek yiyebilir (Dubois, s. 304). Bunların dışında bugünkü şekliyle Hinduizm’de başlıca iki çeşit oruç uygulamasının bulunduğu görülür. 1. Adak orucu. Brahminler’in yanı sıra diğer kastlara mensup kişiler arasında da yoğun ilgi gören bir oruçtur. Arzu edilen bir şeyin gerçekleşmesi amacıyla tutulan adak orucu aralıksız olarak en az on beş gün tutulur. 2. Yıllık periyodik oruçlar.

Brahminler, ay takvimine bağlı olarak her ayın birinci ve on beşinci günleri oruç tutarlar. Bunun yanı sıra bir kısım Brahminler ise bu iki güne ilâveten ayın on, on bir ve on ikinci günlerini de oruçlu geçirerek her ay en az beş gün oruç tutarlar. On ve on ikinci günlerde günde bir defa yemek yedikleri halde on birinci günde gün boyunca hiç yemek yemezler. Özellikle on birinci gün orucunun dul kalmış kimseler ve kendini tamamen dine adamış “sannyasin”ler için ayrı bir önemi vardır. Bu gün tıpkı yahudilerin cumartesi (sebt) veya kefâret gününde olduğu gibi dünyevî nitelikte hiçbir iş yapılmaz, pirinç pişirilmez, akşam yemeğinde sadece kek ve meyve yenilir (a.g.e., s. 304-305). Bu aylık oruçların dışında bilhassa Tanrı Şiva’ya bağlı Brahminler’in tuttuğu, Maga (15 Şubat – 15 Mart) ayının on üçüncü günü sabahından başlayıp on dördüncü günü kuşluk vaktine kadar süren bir oruç daha vardır. Yaklaşık yirmi dört saatlik oruç süresince yeme içme ve cinsel ilişki yasaktır. 

Yine Sravana (15 Ağustos – 15 Eylül) ayının sekizinci günü Tanrı Vişnu’nun Krişna formunda tezahür edişinin yıl dönümü olduğundan başta Vişnu bağlıları olmak üzere bütün Brahminler bu günü perhiz yaparak geçirirler. Bunun yanı sıra o gün gece yarısında Vişnu ve aynı panteon içerisinde yer alan çeşitli ikincil tanrı ve tanrıçalara hint cevizi, bezelye, şeker ve süt gibi yiyecekler sunarlar. Ertesi gün ancak sabah duası yapıldıktan sonra normal hayata dönebilirler (a.g.e., s. 308). Hindu oruçlarını diğer dinî sistemlerin oruçlarından ayıran temel farklılıklar bazı oruç günlerinde pirinçten yapılan yiyeceklerin, kadınlara her türlü kokunun ve erkeklerin vücutlarını başta hint yağı olmak üzere herhangi bir yağla yağlamalarının yasaklanmasıdır. Özellikle “şivaratri”de uyumanın yasak oluşu da Hindu oruçlarının bir diğer özelliği olarak zikredilebilir.

b) Jainizm. Jainizm’de oruç uygulaması, bu dinin taraftarları arasındaki kast anlayışından kaynaklanan fiilî iş bölümü sebebiyle neredeyse sadece din adamlarını ilgilendiren bir ibadettir. Esasen normal hayatlarında bile sadece soğan ve sarımsak dışındaki bitkisel besinleri yiyebilen Jainist din adamları kuşlukla zeval vakti arasında olmak üzere günde sadece bir öğün yemek yiyebilirler. Hinduizm’de mânevî arınma aracı kabul edilen ve din adamlarına ısrarla öğütlenen dilencilikle yetinme uygulamasını (The Sacred Laws of Āryas [Vasistha], XIV, 46; The Laws of Manu, XXV, 64) günümüzde en sistemli ve disiplinli biçimde yaşatanlar “aşrama” adını verdikleri manastırlarda yaşayan Jainist rahip ve rahibeleridir. Bunlardan bazıları sadece iki üç veya dört günde bir yemek yer.

c) Budizm. Budizm, genel özellikleri itibariyle zühd ve riyâzet hayatına önem veren ve mevcut var oluşu kötü kabul eden bir dinî sistemdir. Bununla birlikte aşırıya kaçan her türlü zâhitlik uygulamasına karşıdır. Çünkü Budizm’e göre her nevi aşırılık kişinin mânevî bakımdan terakkisine engeldir. İster din adamı olsun ister olmasın herkes, her şeyden önce duyu organlarının düzenli ve sağlıklı biçimde fonksiyonlarını sürdürebilmesini temin edecek ölçüde beslenmek ve katı riyâzet kurallarına bağlı bir hayat sürmekten kaçınmak zorundadır. Buda’nın zühd hayatı konusundaki olumsuz tavrına rağmen günümüz Budistler’inin manastır hayatıyla ilgili kurallar ve uygulamalarda Hindu ve Jainist dinî geleneklerinden büyük oranda etkilendikleri göze çarpar. Nitekim tıpkı Jainist din adamları gibi normal günlük hayatlarında bile gün boyunca sadece zeval vaktinden önce yemek yiyebilirler. Zeval vaktinden ertesi gün güneş doğuncaya kadar ağızlarına hiçbir katı yiyecek koyamazlar.

Tibet Budizmi’ne bağlı Lamaistler her ay dört gün oruç tutar. Onların bir kısmı, akşamları sadece ekmek ve patates gibi nişastalı yiyeceklerle çay tüketmeyi de orucun bir parçası olarak görür. Daha zâhid olanlar ise ertesi gün güneş doğuncaya kadar hiçbir şey yiyip içmezler. Tibetli Budistler arasında yaygın olan bir başka oruç uygulaması “nungnas” diye bilinen oruçtur. Dört gün süren bu orucun ilk iki günü tamamen dua ve günah itirafı günleridir. İkinci gün gece yarısından dördüncü gün güneş doğuncaya kadar oruçlu kimsenin tükürüğünü bile yutmasına veya dilini oynatmasına izin verilmez. Dolayısıyla bu süre içinde dualar ve yakarışlar açıktan değil gizlice yapılır. Bütün Budist mezheplerince Buda’nın doğum günü kabul edilen Çin takvimine göre dördüncü ayın on beşinci gününden önceki son beş gün içerisinde sıkı bir vejetaryen diyet uygulanır ve her türlü hayvansal besinden uzak durulur (ERE, V, 764).

d) Sih Dini. XV. yüzyılda Kebîr ve Guru Nanak’ın faaliyetleri sonrasında Kuzey Hindistan’da ortaya çıkan, Hinduizm ve İslâm dinine ait çeşitli unsurları uzlaştırmaya çalışan Sihizm’in ilk bakışta her iki dinde mevcut olan oruç uygulamasına karşı olduğu söylenebilir. Guru Arjan’a atfedilen şu ifadeler bu durumu ortaya koymaktadır: “Ben ne Hindular gibi oruç tutarım ne de müslümanlar gibi ramazan ayını ihya ederim. O’na, sadece O’na hizmet ederim, O benim yegâne sığınağımdır” (Singh, Message of Sikhism, s. 106). Dinin öngördüğü nihaî kurtuluşun ancak Tanrı’nın adını dilden düşürmemekle ve O’nun üzerinde yoğunlaştırılmış sürekli bir zihinsel konsantrasyonla elde edileceğini savunan Sih dini bu yolda oruç, kefâret ve yoga temrinleri gibi vasıtaların hiçbir yararının olmayacağını iddia eder (Singh, The Sikh Way of Life, s. 26-27).

Zerdüştîlik. Zerdüştîlik de oruç uygulamasına karşıdır. Hatta Vendidad’ın bir ifadesinde, midesini etle dolduran kimsenin kendini iyi bir ruhla doldurmuş olacağı ve böyle kimselerin gün boyunca hiçbir şey veya sadece et yemeden duran kimselerden daha iyi oldukları vurgulanmaktadır (Vendidad [Zend-Avesta, I], IV, 46). Zerdüştler gerçek orucu yemekten içmekten kaçınmak değil fiil, düşünce ve konuşmalarda hataya düşmekten kaçınmak şeklinde tanımlar. Konfüçyüsçülük ve Taoizm gibi Çin dinlerinde de atalara tapınma seremonisi veya evlenme törenine hazırlık olarak ya da zihni belli bir konu üzerinde yoğunlaştırma arzusu gibi değişik amaçlarla oruç tutulur.

ALİ İHSAN YİTİK

“Kendini tanıyan Rabbini de tanır”, amenna, fakat kendine yabancılığı üzerinden atamayan, Rabbine karşı yabancılığı ne yapsın? İnsan dertlenip ani bir uyanışla kendini tanıma gayretine düştü mü zaten gerisi de gelir. Önce tefekkür ve peşi sıra da ibadet isteği aşikâr olur.

Bütün bunlar Ramazan ayında olur, Ramazan’ı en güzel şekilde değerlendirenler için. Bu ayda ilahi aşk sergerdan olur; duygu yüklü kalplerde, temiz fıtratlarda kendisi için bir yer aramaya koyulur. Sen derdin ne olduğunu anlayıp, sonrasında gözyaşıyla tövbe ederek yeniden rıza-i ilahiye ulaşmak istedin mi, bu sefer Rab elinden tutarak kendisine doğru çeker. Ramazanla kendini yetiştirmeye başlamışsındır. Dualar, ibadetler, tefekkürler ve dostla yapılan samimi münacatlar en hızlı şekilde seni Allah’a ulaştıracaktır. Böylece ruhun, kendisi için gerekli olan ekmeğini, suyunu, tekâmülü için gerekli olan her şeyi almıştır artık… sonrasında kalpte Allah’ın sevgisi oluşmaya başlar.

İşte Ramazan insanı böyle Allah’a âşık eder. İnsan Ramazanla Allah’ı sever, bu sevme abd ile mabut ilişkisini geçerek, âşık ile maşuk ilişkisine dönüşür. Ramazan’la gelen ve potansiyel olarak Ramazan’da bulunan fırsatları değerlendiren bir insan, Ramazan geçince hayıflanmaz. Çünkü o burnunun yere sürtülmesine maruz kalmayacak, kendisine “veyh” çekilmeyecek bir insan kıvamını kazanır. O, Ramazan ayını iyi değerlendirmiş ve Allah’ın mağfiretine mazhar olmuştur. Son söz: İlahi bir insan olmak için ne kadar çaba saffettik, hangi nahoşlukları bertaraf? Daha vakit varken bu dertle dertlenmeliyiz, yoksa Ramazan biter ve biz hala eski halimizde kalırız, zavallıca dünyevi lezzetlerin esiri olarak. İnsan olmak için Ramazan’da bir adım dahi atamayan, ilah-i aşka ulaşmak bir yana, ilahı bile tanıyamaz. Fırsatlar bulut misali hemen geçip gider, sonra yakalanamaz, ne kadar ahu figanlar edilse de nafile, geçen zaman asla geri gelmez. Ya bu Ramazan’dan en azami şekilde yararlanmalıyız ya da yine on bir ay beklemek zorunda kalacağız, her şeyden, bütün güzelliklerden habersiz olarak.

Bu ayda insan önce bir yakzeyle kendine gelir, hayatın anlamını düşünmeye, özüne inmeye başlar, kendisine kendisiyle ilgili sorular sorar, hafiften de olsa kendisini tanımaya çalışır. Eğer gerisi gelir ve kalbinin sesini dinlerse ancak o zaman ilerleye bilir, yok eğer bir uyanış ve bitiş olursa Ramazan’dan yararlanamaz dolayısıyla insan olmaktan da geri kalır.

Bu ayda her tarafı huzur kaplar, insan ne kadar da günahkâr olsa bile kalbinde Allah’a karşı bir sevgi besler, Ona ulaşma ve kendini yetiştirme gayreti belirir ve geçmişte yaptıklarından pişman olur. Bu Allah’ın rahmetinin en sağanak haliyle herkesin üzerine yağmasındandır. Herkes bu yağmurdan kalbince yararlanır. Bazıları taş kalplidir, yağmur sadece yüzeyi ıslatır ama derinlere inmez, bazılarıysa en verimli toprak misali her damlayı içine çeker.

Ramazan ayı geldiği zaman Neb-i Ekrem (s.a.a) hemen minbere çıkar ve müminleri bu ayı karşılamaya şöyle hazırlardı:

“Ey İnsanlar!  Şüphesiz Ramazan ayı, Allah katında en üstün aydır. Bu ayın günleri, geceleri ve saatleri en faziletlidir. Allah bu ayda sizi kendi ziyafetine davet ederek, sizlere değer vermiştir. Nefesleriniz zikir, uykularınız ibadet, amelleriniz makbul ve dualarınız kabul etmiştir. Öyleyse doğru niyet ve temiz bir kalple Allah’a dua edin ki; size bu ayın orucunu tutmaya, Kuran’ını okumaya muvaffak etsin şüphesiz halkın en kötüsü bu ayda bağışlanmayanlardır.”

Başka bir beyanındaysa şöyle buyurmuştur: “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır.”

Allah’ım! Bu günde bana zekâ ve uyanıklık (ibadet ve itaatten gafil olmama) hali ver; beni cahillik ve batıl işlerden uzaklaştır. Bu günde indirdiğin her hayırdan bana da bir nasip ayır; cömertliğin hakkına ey cömertlerin en cömerdi!

Oruç tutuyoruz. Tutuyor ve ondan aşk, feyiz, ilham, erdem, iyilik, aşkınlık alıyoruz. Oruçtan ışık, istikamet, güç, enerji alıyoruz. Bir başka açıdan da sanki biz değil de oruç bizi tutuyor. Tutuyor elimizden ve ayaklarımız sürçüp de düştüğümüz yerden kaldırıyor, tam kalbimizden tutarak bizi içine düştüğümüz çukurdan, karanlıktan, boşluktan, körlükten, duyarsızlıktan ayağa kaldırıyor.

Amele götüren ihlâslı niyetlerimizle kazanacağız rahmet, mağfiret ve beraat fermanlarını. Kıyam, rükû ve secdelerimizdeki samimiyet ve ne kadar zavallı, aciz ve fakir olduğumuzla. Bu ayda ne gereksiz ağırlıklar edindiğimizi hissederiz, sonra her iftar vaktinde hafiflediğimizi, Allah’a her yönelişte yüceldiğimizi, bizi kuşatan, kelepçeleyen gururun blok blok çöküşünü.

İnsan için her saniye, her salise sonsuzluğa açılan bir zaman parçası olmaya namzettir. Bu Ramazan, o sonsuz hayatımızın kader denk anını içinde saklıyor olabilir. Ebedî saadet veya ebedi şekavete açılan bir anı, bir yol ayrımını.

Gönlünü Allah’ın arşı yapmış insan, bu ayların ilk günüyle Ramazan’ın girdiğini hissetmeye başlar ve bu bereket ayını olabildiğince değerlendirebilmek için şimdiden, sergileyeceği kulluğu itibariyle bütün duygularını bir kere daha gözden geçirir…

Yüce Allah’ın sevgisine ulaşmak ve O’nun da sevgisini kazanmak, rıza-i ilahiye yakın şeytan-ı lainden uzak olmak için; belli bir mevsim yoktur, sadece ay vardır, sonbahar mevsiminden ve diğer dört mevsimden çok daha farklı bir ay…

Allah’ım! Bu günde beni kendi hoşnutluğuna yakınlaştırıp, gazap ve azabından uzaklaştır. Bu günde ayetlerini okumaya beni muvaffak kıl; rahmetin hakkına ey merhametlilerin en merhametlisi.

Ramadan: The Month of Hope – Khutbah by Nouman Ali Khan

“Hekimler, oruç tutulan dönemde kişinin açlık ve ilaç eksikliğinin sağlığa etkilerini değerlendirmektedir. Bu nedenle, sağlıklı bir kişinin oruç tutarken herhangi bir şey yememesi, içmemesi ya da ilacını almamasının zarar verip vermeyeceği sorularına bilimsel kanıtlara dayalı olarak cevap vermek durumundayız. Oruç tutmak, sağlıklı kişilerde bağışıklık sistemini güçlendirmektedir. Hatta yapılan bilimsel çalışmalar, üç günlük orucun yaşlı insanlarda bile bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve hastalıklara direnci artırdığını göstermiştir. Japon bilim insanı Yoshinori Ohsumi, ‘hücrelerin yenilenmesi için yaşlı hücrelerin parçacıklarının imha edilmesinin gerektiğini, bunun da uzun süre aç kalarak mümkün olduğunu’ belirttiği teziyle, 2016 yılında Nobel Tıp Ödülü’nü almıştır.”

“Hastalığı nedeniyle sık aralıklarla yemek yemek zorunda olan veya ilaç kullananların durumu elbette sağlıklı insanlar gibi değerlendirilmemeli. Bu tip hastalığı olan kişiler haricinde normal bireylerde orucun insan sağlığına zarar vermediği, bilakis hastalıklara karşı direncini artırdığı kabul edilmektedir. Dünya tıp otoriteleri ve bilimsel kaynaklar bu yönde görüş bildirmektedir, aksi yönde görüş bildiren bilimsel kaynak yok sayılır.”

“Özetle, tedavisi zor ya da ciddi bir hastalık sebebiyle ameliyat geçirenler, mutlaka sık aralıklarla beslenmesi gereken hastalar, kanser rahatsızlığı bulunanlar, organ veya kemik iliği nakli olanlar, sık aralıklarla ve devamlı ilaç kullanmayı gerektiren ağır kalp, böbrek, karaciğer hastaları, ağır diyabetliler, ağrılı hastalıklarına bağlı ilaç kullanması gerekenler, mevcut bir hastalığın oruç sebebiyle daha ağırlaşabileceği ya da sıhhatin bozulacağından endişe edilen tüberküloz ve diğer ateşli hastalıkları olanlar gibi kronik hastalıkları bulunanlar hekim tavsiyesiyle oruç tutmayabilir.”

Prof. Dr. Cevdet Erdöl

Ramazan ayımız sağlığa, berekete ve güzel günlere vesile olsun. Hayırlı Ramazanlar.

Allah’ım! Bu günde tuttuğum orucu gerçek oruç tutanların orucu gibi ve ibadetimi gerçek ibadet edenlerin ibadeti gibi kıl; bu günde beni gafillerin uykusundan uyandır; suçumu bu günde bağışla; ey âlemlerin ilâhı! Affet beni, ey suçları affeden. Rabbim!

Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. Bakara Suresi 183

Oruç, sayılı günlerdedir. İçinizden biri hastalanır, yahut yolda bulunursa orucunu yer, sonra başka günlerde, o yediği gün sayısınca oruç tutar. Kime oruç zor gelirse her gün için bir yoksulu doyurur. Hayır için verdiği şeyi çoğaltırsa bu da kendi hayrına. Fakat bilseniz oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır. Bakara Suresi 184

Ramazan ayı, bir aydır ki insanlara doğruyu bildiren, doğruluğa ait apaçık delillerden ibaret olan, hakla batılı ayırt eden Kur’an, bu ayda indirildi. Sizden kim, bu aya erişirse orucunu tutsun. Hasta olan ve yolcu bulunan, hastalığında, yolculuğunda orucunu yer, sonra yediği günler kadar tutar. Allah sizin için kolaylık diler, güçlük değil. Bu da sayıyı tamamlamanız, Allah’ın size doğru yolu göstermesine karşılık onu ululamanız içindir, böylece de ona şükretmiş olabilirsiniz. Bakara Suresi 185

İslam, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş en büyük nimettir. Çünkü onun adı barış, huzur, kurtuluş anlamına gelmektedir.

Barışın, huzurun ve kurtuluşun gerçekleşmesi insanoğlunun kendisinden istenen ahlaki ilkelere uyması, iyi olup iyiliği yaymaya, kötülükten uzak durup başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmasıyla mümkündür.

İslam, iyi olan ve iyiliğe götüren madde ve davranışlara helal; kötü olan ve kötülüğe götüren madde ve davranışlara da haram ismini vermiştir. Bir diğer ifadesiyle temiz ve faydalı olanlar helal, pis ve zararlı olanlar haram kılınmıştır.

Yüce Kur’an-ı Kerim’de bu husus A’raf suresinin 157. ayetinde şöyle ifade edilir: “Onlar ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder. Yine onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar”

İslam sağlığa zarar veren şeyleri de haram dairesi içerisinde değerlendirmiştir. Peygamber efendimiz de insanların çoğunun aldandığı iki şeyden birisinin sağlık olduğunu ve insanın sağlığını koruması gerektiğini belirtmiştir.

Buradan çok net bir şekilde ortaya çıkıyor ki, insanın hem kendi bedenine hem de başkasının bedenine zarar vermesi yasaklanmıştır. Peygamber efendimiz “la darara vela dırar” (zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur” sözünü küllî bir kaide olarak tüm insanlığın dikkatine sunmuştur.

“İslam neyi haram kıldıysa onda kötülük ve insana zarar”

Zira ırkı, dini, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun insanın koruma altında tutulması zaruri olan beş hakkı vardır: İlmihal kitaplarında buna zarûrât-i hamse denir: Canını korumak, aklını korumak, dinini korumak, malını korumak, neslini korumak.

İnsanın bu beş hakkını korumak farz, bunlara zarar veren her şey de haram kılınmıştır.

İslam neyi haram kıldıysa onda kötülük ve insana zarar, helal kıldığı şeylerde de temizlik ve insana fayda vardır.

Küreselleşen dünyada bu kötülükler ve zararlar nerede işleniyor olursa olsun çok kısa zaman içinde dünyanın her yerine yayılma riski taşımaktadır. Çünkü insanoğlu artık dünyanın bir ucundan diğer ucuna bir gün sürmeyecek kadar kısa bir vakit içerisinde ulaşma imkanına sahiptir. İnsanlık bu dönemini yaşamaktadır. Her kültürden, her ırktan, her inançtan, her medeniyetten insan aynı otelde tatil yapma, aynı salonda yemek yeme, birkaç metrekare alandan oluşan aynı ortamı paylaşma durumunu yaşamaktadır.

O zaman sadece size değil, aziz kardeşlerim, sadece yaşadığımız şehrin insanlarına değil, sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara seslenmek istiyorum:

Ey insanlar! Canımıza, aklımıza, inancımıza, malımıza ve neslimize zarar veren şeylerden uzak duralım.

Ey insanlar! Sağlığımıza zarar veren şeylerden uzak duralım. Çünkü bundan sadece bu kötülüğü işleyen ya da zararlı maddeyi kullanan kimse değil, sadece çevresindeki insanlar değil, binlerce km uzakta olanlar da zarar görüyor. İşte dünya tarihinin daha önce bu çapta şahit olmadığı bir hadiseyi 21. asrın insanı dünyanın her yerinde yaşıyor: Koronavirüs salgını. Bu asra kadar bölgesel, yöresel olmuş ama küresel olarak böyle bir durumu dünya ilk defa yaşıyor. Çünkü dünya küçüldü, globalleşti, bir köy haline geldi.  

“Her türlü kötülükle birlikte mücadele edelim”

Ey insanlar! Kur’an-ı Kerim insanın yeryüzünün toprağından yaratıldığını ve yeryüzünü imar etmekle görevlendirildiğini bildirmektedir. Ancak insan atıklarla, çöplerle, israfla, çevreyi kirleterek, hayvanlara eziyet ederek, ormanları yakarak yeryüzünü tahrip etmeyi sürdürüyor. Geliniz hep birlikte kendi ellerimizle yaptığımız fenalıklardan dolayı başımıza gelen musibetlerden ders alarak her türlü kötülükle birlikte mücadele edelim.

Ey insanlar! İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed (sav) “komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyuruyor. Bu yüzden insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilen Kur’an ve onun peygamberi Hz. Muhammed (sav) yeryüzünde iyilik egemen oluncaya kadar yardımlaşmayı, dayanışmayı, zekatı, infakı,  adaleti, ihsanı, yakınlara bakmayı emrediyor. Her türlü kötülükten, fenalıktan, zulümden, haksızlıktan men ediyor. Ancak yeryüzünde her üç dört saniyede bir insan açlıktan, yine her üç dört saniyede bir insan da tokluktan, fazla yemekten ölüyor. Sömürgecilik, faiz, içki, kumar, haksız kazanç, kul hakkına riayet etmeme, ırkçılık, terör örgütlerini silah fabrikalarıyla desteklemek, “kıyametin kopması ve Tanrı krallığının gerçekleşmesi için dünyayı kaosa sürükleyen küresel sapkın inanç merkezlerinin faaliyetleri” vb onlarca kötülük dünyanın dengesini bozuyor ve insanlığı akla hayale gelmedik musibetlerle karşı karşıya getiriyor.

“Dünyanın bozulan dengesini düzeltmek İslam ile mümkündür”

Geliniz, ibret alalım, ders alalım, ahlaka sarılalım, temizliğe sarılalım, adalete sarılalım, ilim ve irfanla, bilgi ve hikmetle, bilim adamlarının insanlığın faydasına yönelik ortaya koyduğu hakikatlerden istifade ederek barış ve kardeşlik içerisinde yaşamaya çalışalım. Bu mübarek Ramazan günlerinde oruçla sıhhat bulalım, namazla, zekatla, fitreyle, sadakayla, yardımlaşma ve dayanışmayla arınalım, huzura ulaşalım. Kur’an okuyarak ve emirlerine uyup, yasaklarından uzak durarak bedenen ve ruhen sağlıklı olmaya gayret edelim. Alacağımız tedbirlerle, ibadet, tevekkül ve dualarımızla kendimizi her türlü kötülükten koruyalım. Dünyanın bozulan dengesini düzeltmek İslam ile mümkündür.

“İslam’ı öyle diri, öyle canlı ve sahih yaşayalım ki, bizi öldürmeye gelen bizde dirilsin”

Ey Müslümanlar, hep birlikte Müslümanlığımızı yeniden gözden geçirelim. İbadetlerimiz bizleri kötülüklerden alıkoysun. Sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın iyiliğini amaçlayan İslam’ı öyle diri, öyle canlı ve sahih yaşayalım ki, bizi öldürmeye gelen bizde dirilsin. Zira İslam’ı doğru anlamaktan, doğru yaşamaktan ve doğru anlatmaktan başka çaremiz yok.

Ömür, yüce Rabbimizin ikram ve ihsan ettiği büyük bir nimet, kıymetli bir sermaye, aynı zamanda sorumluluğu ağır bir emanettir. Yılın hangi ayı, hangi günü, hangi saati olursa olsun, kulluk bilinciyle geçirdiğimiz her ânımız değerlidir. Ancak bazı vakitler vardır ki ilahi rahmete mazhar olmuş, duaların kabulüne ve günahların affına vesile kılınmıştır. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı da, Allah Teâlâ’nın kullarına sonsuz merhametinin tecellisi olan mübarek bir aydır. Ramazan-ı Şerif, gecesiyle gündüzüyle her ânı değerlendirilmeye layık eşsiz bir hazinedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s), bir defasında ashabına şöyle seslenmiştir: “Mübarek Ramazan ayına kavuştunuz. Yüce Allah bu ayda size oruç tutmayı farz kıldı. Bu ayda cennet kapıları açılır, cehennem kapıları ise kapanır ve şeytanların azgınları bağlanır.” Ramazan, oruç ayıdır. Orucun insana sabır ve merhameti, topluma metanet ve kardeşliği öğrettiği aydır. Akıllı, buluğ çağına ermiş ve dinen geçerli bir mazereti olmayan her Müslümanın Ramazan orucunu tutması farzdır. Zira oruç, İslam dininin üzerine bina edildiği beş temel esastan biridir. Yeme-içmeden ve nefsani isteklerden uzak kalmak orucun görünen yüzüdür. Halbuki oruç, çok daha derin bir anlam taşır ve elini, dilini, gözünü, kalbini, aklını, hasılı bütün bedenini günahtan uzak tutmaktır.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. Umulur ki takva sahibi olursunuz.” Ayet-i kerimede ifade edildiği üzere oruçlarımız, nefis terbiyesi, irade ve takva eğitimi için en ideal yoldur. Zira oruç, insana maddi arzuların esiri olmamayı, Allah’ın sınırlarına riayet etmeyi öğretir. Oruç sayesinde insan kendisine hâkim olmayı öğrenir, olgunlaşır ve Allah’ın rızasına mazhar olur. O’ndan hakkıyla sakınan değerli kulların yani muttakilerin arasında yerini alır. O yüzden Allah Rasülü Efendimiz, “Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz” buyurmaktadır.

Prof. Dr. Ali Erbaş

Comments are closed.