logo

Pes etmek üzereysen, neden başladığını düşün.

PANIKATTACKEN | ANGSTZUSTÄNDE | DEPRESSIONEN | BEFREIUNG VON ZWÄNGEN UND ÄNGSTEN

İçindekiler

İNTİHARIN NÖROBİYOLOJİSİ 

HİÇBİR ŞEY YAPMAK İSTEMİYORUM

DAVETSİZ DÜŞÜNCELER

ZORLUKLARLA YÜZLEŞMEK / KAYIPLA YÜZLEŞMEK

GÜVEN VE GÜVENSİZLİK

İKİ YÜZLÜ İNSANLAR

SABIRSIZMISINIZ?

ÇEKİNGEN KİŞİLİK / HİSTERİK KİŞİLİK

MELANLOİK DEPRESYON

İNTİHARIN NÖROBİYOLOJİSİ VE YAŞAMIN FELSEFESİ

Var olan bir şeyin yok olması, canlılığın ve devamlılığının sona erişi, sürekliliğin mezarı ve nefes alıp verişimizin baş düşmanı… Bu tanımlamalar bize neyi çağrıştırıyor? Mantığımızda neleri harekete geçiriyor?Düşünüyorum ve elbetteki intihar kavramı canlanıyor zihnimde. Bir nevi tehlikeli ve ölümcül bir özgürlük de denebilir kendisine.Neticede özgürce insanın kendi hayatını sonlandırma hakkı diğer bir tanımı. Duygusal bir sonlanış da olabilir bu bazen bedensel bir sonlanış da. Çevremizde somut olarak bedensel intiharlara şahit olsak da bir çok çeşidi mevcut farkettiğimiz gibi. Yeri geliyor insanlar duygularını da öldürüyor, zihnini de, geleceğini de…Ama ne yazık ki en korkunç ve belki de en geri dönüşsüz olanı bedensel olarak yapılan intihar. Düşünün size nefes aldıran bir hava makinesinin fişini çekiyorsunuz. Baktığımızda şaşırıyoruz ve anlam veremiyoruz. Böylesine cesur ,bir o kadar da korkak bir kararı nasıl bir beyin dalgalanmasının verdiğini bilemiyoruz ve aslında bizi hayatta tutan şeyin ne olduğunu da. İnsanlar olarak bir çoğumuz hayattaki amacımızın ne olduğu konusunda net cevaplar veremiyoruz ve diğer bir çoğumuz da belki bir amaçsızlık belki bir nedensellik doğrultusunda son veriyoruz yaşam serüvenimize. Tüm bunların oldukça karmaşık ve cevapsız göründüğü ortada. Ancak biraz derinlere iner ,karıştırırsak ve insanın nörofizyolojisine merdiven dayarsak boyumuzun erişemediği çıplak ,soğuk manzarayı görebilir hatta belki de elle tutulur cevaplar bulabiliriz. Kim bilir belki de elle tutulur yeni sorular….

Tarihçesi ilkel çağlara kadar uzanan intihar antropolojik bu zamanlarda zehirli olduğu için yenmesi yasak bir yiyeceğin bilerek yenmesi olarak uygulanmaktaymış. Birçok antropolojik araştırma da ilkel kabilelerde intihar olgusunun olduğunu doğrulamaktadır. Burada görülen intihar daha çok yenmesi tabu olan yiyeceklerden doğmaktadır . Tabuyu çiğnemesi halinde doğacak sonucu bildiği halde, birey bu tabuyu çiğnemekte; yani ölümü göze almaktadır. Fakat bazı eski çağ bilimcilerine göre ilkel topluluklar intiharı ve düşüncesini toplulukları içinde asla barındırmamaktaymış. Bu görüşün ortaya atılması ve savunulmasında 18. yüzyıl düşünür ve yazarlarının tanımlamaya çalıştıkları Happy Savage (Mutlu İlkel) imajı yattığını söyleyebiliriz sanırım . Yani dünya denen bu düzen karmaşıklaştıkça ,çoğaldıkça ve yoğunlaştıkça intihar daha fazla boy göstermiş . Bunu günümüz verileriyle de desteklemek mümkün Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre intihar oranları dünya genelinde son 45 yılda %60 artmış ve her 40 saniyede bir kişi intihar etmekteymiş
TÜİK verilerine göre ise 2018’de Türkiye’de 3.161 kişi kendi isteği ile yaşamına son vermiş.

Zamanlar ve mekanlar değiştikçe amaç ve yöntemini de değiştiren intiharın nedenlerine ve beyni ele geçirip karar mekanizmasını nasıl esir ettiğine inecek olursak durum oldukça gizemli ve karmaşık. Öncelikle belirtmeliyim ki intihar ne kadar istemli bir olay gibi gözükse de ne yazık ki şizofreni,alzheimer, bipolar vb .hastalıkların son safhasında gerçeklesmesi kuvvetle muhtemel olan istemsiz,bilinç dışı bir eylem. Ancak biliniyor ki istemli ve istemsiz şekilde yapılsa da bu yolculuk iki durumda da benzer adreslerden ve duraklardan oluşuyor.İntihar engellenme, irritabilite, korku ve öfke ile birlikte bu yolculuğa çıkıyor Bunun temelinde

1. Serotonerjik
2. Dopaminerjik
3. Noradrenerjik
4. GABAerjik nörotransmiter sistemleri bulunuyor.

Deneyler öncelikle fareler üzerinde yapılıyor ve bir takım bulgular ortaya çıkıyor. Farelerde beyin serotonin düzeyinde düşme ile birlikte agresyon, kavgacılık, diğer fareleri ve yavruları öldürme davranışında artma olduğu, Nöradrenalin aktivitesi artınca agresif davranışının arttığı saptanıyor. Daha sonrasında klinik çalışmalar insanlar üzerinden devam ediyor.Major depresyon olgularından intihar girişiminde bulunanların yaklaşık üçte ikisinde beyin omurilik sıvısında (BOS) serotonin metaboliti olan 5-hidroksiindol asetik asit (5-HIAA) düzeyi düşük bulunuyor. Bu düşüklüğün intihar davranışı ile depresyona göre daha fazla bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Bu azalmanın nedeni ; Transmitter salınımında, serotonin nöronlarında ,serotonin sentezinde ve hedef nöronların inervasyonunda azalma aynı zamanda otoinhibitör etkinin artması ile açıklanıyor. Bahsedilen salınımlar ya doğuştan düşük veya yüksek miktarlara yatkın oluyor ya da bu düzeyler kişinin yaşantısına bağlı olarak değişkenlik gösteriyor.

Araştırmacıların anlattıklarından ve bazı sosyolojik kaynaklardan anladığım kadarıyla genetik faktör bireyi intihara sürükleyen teşkilatın başını çekiyor.Affektif hastalık varlığı intihar davranışı için önemli ölçüde belirleyici. Aynı zamanda seratonin metaboliti olan HIAA düşüklüğü genetik olarak aktarılabiliyor. Kaynaklarda deneyselliğine değinen bir yazı bulamasamda monozigot ikizlerdeki intihar konkordansı dizigotlara göre yetiştikleri ortama bakmaksızın yüksek bulunduğu da bazı kaynaklarda yazılmış.

İkinci olarak cinsiyet faktörünü söyleyebiliriz.DSÖ kaynakları başarısızlıkla sonuçlanan intihar girişimlerinde kadınların, ancak ölümle sonuçlanan intiharlarda erkeklerin başı çektiğini söylüyo.r Elbette ki bu faktörü de kendi içinde sosyal,dini,ekonomik vb. bir çok nedensel başlığa ayırmak gerekiyor. Açıkçası benim çok tuhaf karşıladığım bir diğer teşkilat üyesiyse kişinin medeni durumu. Kaynaklar bunun üzerinde de fazlasıyla durmuş. Kimi kaynaklar da bu kategoriyi intiharın yayılımı ve epidemiyolojik dağılımı başlığı altında inceliyor ancak ben bu durumun yayılımdan çok içerisinde bir seçim barındırdığı için nedensellik taşıdığı görüşündeyim. Bu seçimin ve sebebin de sonucu olarak evliliğin ve çocuk sahibi olmanın intiharı önleyici etkisi oldukça büyükmüş ve hatta evlilere oranla bekarlarda 4 kat daha fazla görülüyormuş.

Bu araştırmalardan bir diğer çıkarımımsa bu nörobiyolojik mekanizmanın tetikleyicileri akut ve kronik olarak da ikiye ayrılıyor. Çünkü intiharların bir kısmı kişinin kendi için önemli birini kaybetmesi, ayrılık, sınav kaygısı gibi bir anda gelişen ,insan beynine ansızın siyah bir perde indiren olaylar nedeniyle yaşanıyor. Elbetteki karşılaştırılamaz fakat kronik olarak baktığımızda aslında durum bence daha üzücü. Çünkü eminim ki bilinci yerinde olan insanların intihara bu denli uzun süreçte karar vermesi aslında bir çok kez yaşama isteğiyle hayatta kalmayı tekrar tekrar denediğini ve başarısız olduğunu da gösteriyor. Bu çabanın var olduğunu bilmekse durumu daha dramatik kılıyor. Bu kronik sorunlar kendi içinde bir çok faktörü barındırıyor ve en kötüsü de bu etkenlerin bir çoğu bireyin kendisinden kaynaklı değil .Üzerinde en çok konuşmamız gerekense ailesel, sosyal, yaşam şartları gereği muhatap olunan çevresel yaşam ve dünya düzeninin getirdiği mecburi döngüler . Aslında bu başlık altında toplanılan bir çok mevzu var. Arkadaşlık ilişkileri, aile hayatı, okul, öğretmenler, iş arkadaşlıkları ,her türlü duygusal bağlar, taciz tecavüz ,eğitim ve eğitimsizlik. Buradan anlaşılıyor ki belkide farkında olmadan insanlar birbirini en korkunç uçurumlara itiyorlar .Bir şekilde herkes bu hayatı kendine yaşanılabilir kılıyor fakat etrafındakileri unutuyor anlaşılan. Bir şekilde herkes şakalar yapıyor ,eğleniyor fakat bilemiyor etrafındaki bir insanın belki de son damlasını dolduruyor. Bir şekilde kırıyor insanlar etrafındakileri içimde kalmasın diyerek fakat ne yazık ki bilemiyor belki de o insanın içinde kalan son pamuk ipliğini koparıyor. Maalesef bir şekilde mutlu olmanın yolunu buluyor insanlar ama etrafındakini mutlu etmeyi ve değer vermeyi gerekli görmüyor. Aslında sosyal çevreden doğan kronik intiharlar bu şekilde ilerliyor. Aynı sorunu yaşıyorlar ama aynı dili konuşmuyorlar. Bir amaç arıyor bu insanlar ama bulamıyorlar ve bu yüzden geri dönülmez sonuçlara sürükleniyorlar.

Özetle intihar ne kadar psikiyatrik ve genetik bazı rahatsızlıkları olan insanlar için kaçınılmaz bir son olsa da asla ama asla bir çözüm ,bir çıkış yolu değil. Nedeni ne olursa olsun her ne kadar intihara sürükleyici bir sebep gözükürse gözüksün insanlar mutlaka bir amaç uğruna hayatta olduğunu hatırlamalı. Destekler misiniz bilemiyorum ama kısa bir süre önce okuduğum bir kitaptan kendime kattığım bazı mottolar ve çıkardığım dersler var. O da şu ki: Evrende IKIGAI denen bir Japon dinamiği var ve bu dinamiğe göre her insanın dünyaya geliş amacı var.Bu amaç doğrultusunda çizilen her kare insanı varoluş sebebine ulaştırıyor(Mark Winn diagramı). Bana göre İnsan denen varlık altı delik dolu bir kumbaraya benzer .İçindekileri boşaltarak ve daima yenisini doldurarak ilerler. Her insan evrene bir amaç için yollanır ve evren ondan almak istediklerini aldığında onu geldiği yere geri gönderir ama insan görevinin bittiği yeri ve zamanı anlamaz. Bu amaç kimi zaman kötü olmaktan, mutsuz olmaktan, aşık olmaktan, sevmekten ve sevilmekten kimi zamansa güçlü olmaktan, yönetmekten ve yardım etmekten ibarettir. Bu felsefe kimilerince ne kadar sofistike bulunsa da bu hayatta gerçekten her insanın bir vazifesi olduğuna inanıyorum. Kimilerimiz bunun farkında ve yola çıkmış, kimilerimizse hala bulamamış olabilir. Fakat tek bir gerçek var ki ne kadar berbat ruh hallerinde olunursa olunsun ve de ne kadar çözümsüz, cevapsız, zor yollardan geçilirse geçilsin hayatı gerçekten herkese ve her şeye rağmen yaşanılabilir kılan bir amaç mutlaka vardır. Belki de en önemlisi bu amacı arayış içinde olmaktır.

Nur Banu Okur

2024

Gündeminiz çok yoğun ve kendinizi genellikle çok fazla şey yaparken buluyorsunuz ve bazen tökezliyorsunuz. Peki ama neden tökezliyorsunuz? Koordinasyonunuzu ve dengenizi en son kaybettiğiniz zamanı düşünün, ayaklarınız birbirine dolandı ve neredeyse düşüyordunuz. O zaman ne yapıyordunuz? Belki merdivenlerden inip çıkıyordunuz ya da caddede yürüyordunuz. Kesin olan şu ki, zihniniz şimdiye odaklanmamıştı. Aslında, neden bazen tökezlediğiniz sorusunun bariz yanıtı,  genellikle yeterince dikkat etmemenizdir.

Fiziksel bir tökezleme ile psikolojik bir tökezleme arasında bir paralellik çizmek kolaydır. Örneğin, bir rapor yazarken ve kelimeyi yanlış yazarken psikolojik bir tökezleme olabilir. Veya yemek pişirirken elinizi yaktığınızda. Ya da konuşurken takılıp kaldığınızda ve aklınızda olmayan bir kelime söylediğinde. Peki ama, bu neden oluyor? Her şeyden önce, bu konuda ne yapabilirsiniz?

Neden tökezliyorsunuz?

Şu anda normalden daha fazla hata yaptığınızı, işlerinizi bitirmenizin daha uzun sürdüğünü ve sonuçların olması gerektiği kadar iyi olmadığını düşünüyorsanız, bunun neden olduğunu bilmek isteyebilirsiniz. 

Acele etmek

Popüler atasözünün dediği gibi, ‘acele işe şeytan karışır’. Gerçekten de, hızlı yürürseniz tökezleme olasılığınız daha yüksektir. Ayrıca, bir şeyi mümkün olduğunca çabuk bitirmeye çalışırsanız, konsantrasyonunuzu kaybedersiniz ve sonuçlar o kadar iyi olmaz.Ancak, bu her zaman, zaman eksikliğinden kaynaklanmaz. Aslında bazılarımız, kişiliğimiz nedeniyle sürekli huzursuz, sabırsız ve aceleci hissetme eğilimindeyiz. Friedman ve Rosenman bunu A Tipi davranış olarak sınıflandırdı.

Bu bireylerin sürekli hareket halinde olmaları ve beklemekten nefret etmeleri gerekir. Aslında, mümkün olan en kısa sürede mümkün olduğu kadar çok aktiviteyi kapsamaya çalışırlar. Sonuç olarak, daha fazla hata yapabilirler.

Dikkat dağınıklığı

Öyle görünmese de, çoğu zaman neredeyse otomatik pilottaymış gibi davranıyorsunuz. Bu, o sırada ne yaptığınızın tam olarak farkında olmadığınız anlamına gelir. Örneğin, spor salonunda egzersiz yaparken dünkü randevunuzu düşünüyor olabilirsiniz. Ya da kahvaltıda bulaşık yıkarken bu akşam ne pişireceğinizi düşünüyorsunuz. Gerçekte, yaptığınız aktiviteye nadiren tüm dikkatinizi verirsiniz. Bir fikirden diğerine atlayan kaotik bir zihin durumunu sürdürerek geçmiş ve gelecek arasında gezinme eğiliminiz var. Bu, elbette, hassasiyetinizi ve etkinliğinizi azaltır.

Birden çok işi aynı anda yapmaya çalışmak

Çoklu görev, tökezlemenin başka bir nedenidir. Bu mutlaka aceleniz olduğu için değil, sürekli uyarılmaya ihtiyaç duyduğunuz için de değil. Örneğin, sessizlikten kaçınmak için diğer görevleri yaparken televizyonu veya müziği açarsınız. Veya bir arkadaşınızla konuşurken sosyal medyayı kontrol ediyorsunuz. Bu, herhangi bir faaliyetinizden gerçekten zevk almadığınız veya tam olarak katılmadığınız ve gerçekten dikkatinizi gerektiren faaliyeti ihmal etme eğiliminde olduğunuz anlamına gelir.

Bu engellerden nasıl kaçınılır?

Önceki senaryolardan herhangi birini tanıdınız mı? Öyleyse, bunları değiştirmek için atabileceğiniz bazı adımlar şunlardır.

Stresi azaltın

Stres bilişsel işlevler üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Gerçekten de, sürekli stresle karşılaştığınızda, hafızanız, dikkat süreniz, konsantrasyonunuz, problem çözme ve tüm yönetici işlevleriniz etkilenir. Bu nedenle, kaygı ve stres seviyenizi azaltmak için günlük rutininizde veya ona karşı tutumunuzda ayarlamalar yapmak önemlidir.

Dinlenmenizi iyileştirin

Bedeninizin ve duygularınızın düzgün çalışması için zihninizin kaliteli ve yeterli bir uykuya ihtiyacı vardır. Uykusuzluk ve diğer uyku bozukluklarının insidansları son yıllarda artmış ve insanların sinirli olmalarına, dikkatlerinin dağılmasına ve iş ve özel yaşamlarında yeterince performans göstermemelerine neden olmuştur. Sonuç olarak, dinlenmenize dikkat ederseniz, bu tökezlemelerin oluşumunu azaltmış olursunuz.

Farkındalık pratiği yapın

Farkındalık, şimdiki ana teslim olmayı içeren temel bir tutumdur. Bir minder üzerinde meditasyon yapmanız veya kendinizi dünyadan soyutlamanız gerekmez. Aslında, yapmanız gereken tek şey, her bir aktiviteye beş duyunuz ve tüm dikkatinizle katılmaktır. Örneğin, yemek pişirirken dünü veya yarını değil, tam o anda algıladığınız kokuları, renkleri ve duyumları düşünün. Çocuğunuzla oynarken tüm dikkatinizi ona verin ve cep telefonunuzu ve diğer dikkat dağıtıcı şeyleri unutun. Bu, hata yapmanızı engelleyecek ve hepsinden önemlisi, daha büyük barış ve tatmin durumlarına ulaşmanıza olanak sağlayacaktır.

Sonuç olarak, kendinizi günlük rutininizde sık sık tökezliyor buluyorsanız, bu yavaşlamanız gerektiğinin bir işareti olabilir. Daha fazla şey yapmanıza gerek yok, ancak her zaman yaptığınız şeye gerçekten dahil olmalısınız. Bununla birlikte, muhtemelen kolay olmayacak çünkü ne yazık ki, günümüz toplumunun yoğun temposu, günlük yaşamdan sağlıklı bir kopuşu teşvik etme eğiliminde değil.

Psikolog Elena Sanz

Herkes bir noktada kendini hiçbir şey yapmak istemiyormuş gibi hissederken bulur. Bu sık görülen bir şikayettir ve şüphesiz deneyimlemişsinizdir. Bu deneyimin tam olarak ne anlama geldiğini netleştireceğiz.

Moraliniz düşük olduğunda ve bedeniniz ile zihniniz uyum içinde olmadığında, canınız hiçbir şey yapmak istemeyebilir. Her şey size ağırlık verir, sizi yorar ve yapmanız gereken her iş bir dağa tırmanmak gibi gelir. Bu duyguların ara sıra ortaya çıkması yaygın olsa ve genellikle motivasyonunuzu geri kazansanız da, rahatsızlık duyguları devam ettiğinde bir sorun ortaya çıkar.

Stres gibi etkenler motivasyonunuzu minimuma indirebilir. Bununla birlikte, hiçbir şey yapmak istemiyormuş gibi hissetmenizin altında yatan başka fiziksel ve psikolojik koşullar da olabilir. Aslında depresyon ve iyileşmemiş travma bu tür davranışsal ve duygusal tablolara sıklıkla eşlik eder. Bu şekilde hissetmenize neyin sebep olduğunu anlamak, bu konuda ne yapacağınızı anlamanıza yardımcı olacaktır.

Duygusal tükenme genellikle fiziksel tükenmeden daha fazla engelleyicidir.

Hiçbir şey yapmak istemiyormuş gibi hissetmek

Herkes bir noktada kendini hiçbir şey yapmak istemiyormuş gibi hissederken bulur. Bu sık görülen bir şikayettir ve şüphesiz deneyimlemişsinizdir. Bu deneyimin tam olarak ne anlama geldiğini netleştireceğiz.

Hiçbir şey yapmamak, duygusal veya zihinsel tükenme ortaya çıktıkça bedensel tükenmenin ötesine geçen psikofiziksel bir durumu düşündürür. Kural olarak, bu durumlar birkaç gün sonra, ara verdikten veya sizi endişelendiren şeyi çözdükten sonra kendiliğinden düzelir. Ancak zamanla kronikleşebilirler.

Motivasyon eksikliği, yılgınlık ve bitkinlik duyguları iki haftadan uzun sürdüğünde, bunlar bir sağlık sorununun veya psikolojik bozukluğun belirtileri olabilir. Aşağıdakiler, genellikle bu duyumlara eşlik eden özelliklerdir:

  • Umutsuzluk duyguları.
  • Kas ağırlığı
  • Sinirlilik ve kötü ruh hali.
  • Yansıtma zorluğu.
  • Erteleme eğilimi,
  • Güne başlama hevessizliği.
  • Yorgunluk ve enerji eksikliği duyguları.
  • Girişim ve motivasyon eksikliği.
  • Karar vermede zorluk.
  • Gereğinden fazla uyuma ihtiyacı.
  • Boş zaman veya sosyal aktivitelere ilgi eksikliği.
  • İşte veya ders çalışırken sıfır performans.
  • Anhedonia veya zevk alamama.

Neden hiçbir şey yapmak istemiyormuş gibi hissediyorsunuz?

Pek çok sorumluluğunuz olduğunda ve durmayı göze alamadığınızda, hiçbir şey yapmak istemiyormuş gibi hissetmek bir sorun haline gelir. İş, ev işleri, aile ve hayatta ulaşmak istediğiniz hedefler hareket ve eylem gerektirir. Ancak bazen gücünüz ve cesaretiniz başarısız olur. Bu durumlarda, duygularınızın arkasında ne olduğunu bilmeniz gerekir.

Sağlık sorunları

Tiroid rahatsızlıklarından mustarip hastalarda cesaret kırılması, ilgisizlik ve yorgunluk duyguları yaygındır. Frontiers in Physiology dergisinde yayınlanan bir makalede, bazı kadınların olumsuz deneyimler sonucunda hipotalamik-hipofiz-tiroid ekseninde değişiklikler geliştirdiği belirtiliyor. Profesyoneller motivasyonsuz ve yorgun hastalarla karşı karşıya kaldıklarında, bu gibi sorunları göz ardı etmelidirler. Bununla birlikte, fizyolojik alanda dikkate alınması gereken başka faktörler de vardır. Örneğin:

  • Migren
  • Fibromiyalji.
  • Hormonal değişiklikler.
  • Kronik yorgunluk sendromu (ME)
  • Zayıflamış bir bağışıklık sistemi.
  • Uykusuzluk ve diğer uyku bozuklukları.
  • Kötü beslenme ve besin eksikliği.

Can sıkıntısı ve rutin

Belirli zamanlarda hepimiz umuttan, motivasyondan ve heyecan verici hedeflerden yoksun kalırız. Rutinler ve can sıkıntısı beyni aşındırır. İnsanoğlu olarak, günlük hayatımızda bize hareket etmeye, planlamaya ve hayallerimizi ve hedeflerimizi takip etmeye devam etme dürtülerini sağlamak için uyaranlara ihtiyacımız var. Bunlar başarısız olduğunda, rahatsızlık ve cesaretsizlik duyguları ortaya çıkar.

Kronik stres

Bazen, düzensiz ve bunaltıcı stresin fiziksel ve zihinsel sağlığınız üzerindeki etkisini gözden kaçırabilirsiniz. Future Science dergisinde yayınlanan bir araştırma, belirli nöroendokrin devrelerin aktivasyonunun, bağışıklık sistemini ve kardiyovasküler sağlığı vb. etkileyen çoklu süreçleri değiştirebileceğini belirtmektedir. Mümkün olduğunca, bu endişe, gerginlik ve ıstırap durumlarının yalnızca ara sıra ortaya çıktığını ve çok uzun sürmediğini kabul etmeye çalışmalısınız. Uygun başa çıkma stratejilerini deneyin ve kullanın.

Çözülmemiş sorunların ağırlığı

Çok fazla probleminiz olduğunda ve onlarla nasıl başa çıkacağınızı bilmediğinizde, hiçbir şey yapmak istemezsiniz. Örneğin, ilişkinizdeki anlaşmazlıklar iş yerinde motivasyon eksikliği veya kötü çalışma performansı ile birleşebilir. Bununla birlikte, gerçekleşmemiş hayallerinizden, kendinize ayıramayacağınız zamandan ve sürekli belirsizliğin gölgesinden kaynaklanan hayal kırıklığı gelir.

Aslında bazen hayat çok karmaşıktır ve zihniniz savunma mekanizmasını kullanarak sizden durmanızı ister. Bu nedenle, bu yorgunluk hissi, düşünmek ve bazı kararlar almak için zamana ihtiyacınız olduğuna dair bir uyarı işaretidir.

Yorgunluk, depresif bozuklukların bir işareti

Yorgunluk ve motivasyon eksikliği, depresif bozuklukların yinelenen iki özelliğidir. Frontiers in Immunology dergisinde yayınlanan araştırma, depresyonun merkezi sinir sistemini etkileyen bağışıklık sisteminin enflamatuar aktivasyonu ile ortaya çıkmasının yaygın olduğunu açıklıyor.

Bu, aralıksız on saat uyusanız bile geçmeyen ağırlık hissini, kas ağrılarını ve bitkinliği açıklar. Bir depresif bozuklukla karşı karşıya olup olmadığınızı size söyleyecek daha fazla kriter de vardır. Örneğin:

  • Umutsuzluk duyguları.
  • Kendine güvensizlik.
  • Uyku bozuklukları.
  • Olumsuz düşünceler.
  • İntihar veya otolitik düşünce.
  • Yeme kalıplarındaki değişiklikler.
  • Sorunları çözememe.
  • Anhedonia veya zevk alamama.

Canınız hiçbir şey yapmak istemediğinde, dinlenmek için kendinize birkaç gün ayırmak ve bağlantınızı koparmak yararlıdır. Resim yapmak veya yazmak gibi sanatsal teknikler katartiktir.

Çözülmemiş travma

Çoğumuz şu ya da bu zamanda travma yaşarız. Biraz adlandırmak gerekirse, bir kayıp, duygusal bir çöküntü, bir kaza, bir saldırı veya şiddet içeren bir olaya tanık olmak olabilir. Kural olarak, bu olayların üstesinden gelebilirsiniz. Onları unutmazsınız ama onlar size fazla yük bindirmeden, onların anılarıyla yaşamayı öğrenirsiniz. Ancak bazı insanlar, özellikle travmatik deneyim çocukluklarında yaşanmışsa, unutamazlar. Bunun nedeni, çocukların ellerinde daha az baş etme kaynağının bulunmasıdır. Travmanın nörobiyolojik mekaniğinin derin ve zarar verici olduğunu, hem zihnin hem de bedenin etkilenmesine neden olduğunu bilmek önemlidir. Archives of General Psychiatry’de yayınlanan bir çalışmada bir örnek vurgulanmıştır. Çocukluk travmalarının kronik yorgunluk sendromu gelişme riskini artırdığını iddia ediliyor.

Enerji ve motivasyon eksikliğinizi nasıl giderebilirsiniz?

Uzun süredir canınız hiçbir şey yapmak istemiyorsa, yapılacak en iyi şey bir sağlık kontrolünden başlamaktır. İlk adım, herhangi bir tıbbi sorunu ekarte etmektir. Tiroid bozukluğu gibi sağlıkla ilgili bir neden yoksa, enerjinizi ve sağlığınızı geri kazanmak için bazı değişiklikler uygulamanız gerekir.

Böyle bir değişikliği başlatmak için kendinize söz vermeye başlamalısınız. Genellikle başkalarına öncelik verme eğilimindesiniz, ancak şimdi kişisel bakım uygulama zamanı. Bunları uygulamayı deneyin:

  • Kendinize yeni hedefler ve amaçlar belirleyin.
  • Problem çözme tekniklerini öğrenin.
  • Gevşeme tekniklerini ve derin nefes almayı öğrenin.
  • Stresi yönetmek için kaynakları günlük rutininize entegre edin.
  • Zihinsel odağınızı geliştirin ve olumsuz düşüncelerinizi rasyonelleştirin.
  • Birkaç saatlik boş zamanınız olacak şekilde rutinlerinizi düzenleyin.
  • Hayatınızda küçük değişiklikler yapın. Örneğin, bir kursa kaydolun ve yeni insanlarla tanışın.
  • Sanat terapisinin tadını çıkarın. Resim yapmak ve yazmak harika katartik egzersizlerdir.
  • Size sağlıktan daha fazla stres getiren faaliyetlerin veya insanların farkında olun.
  • Kendinize biraz dinlenme ve bağlantınızı kesme zamanı verin. Hayatınızda ne istediğinizi bilmek için kendinizi dinlemenin zamanı geldi.
  • Davranışsal aktivasyon uygulayın. Zihniniz size hiçbir şey yapmak istemediğinizi söylese bile, hareket edin ve yürüyüşe çıkın. Çoğu zaman, vücudunuz harekete geçtiğinde, fikriniz değişir.

En iyi psikolojik terapiler

Cesaretsizlik ve enerji eksikliği duygularınız ortadan kalkmıyorsa mutlaka bir uzmandan yardım almalısınız. Aşağıdaki terapötik modeller yardımcı olabilir:

  • Çözüm odaklı stratejik kısa süreli terapi, size neler olduğunu belirlemenizi sağlayacaktır. Daha sonra güçlü yönlerinizi geliştirebilir ve yeni hedeflere ulaşabilirsiniz. Gerçekten etkili bir terapi.
  • Bilişsel davranışçı terapi. Bu, en çok kullanılan ve en fazla bilimsel kanıtla desteklenen yaklaşımdır. Olumsuz düşünceleriniz ve sınırlayıcı inançlarınız üzerinde çalışmanıza ve daha sağlıklı davranışları bütünleştirmenize yardımcı olacaktır.
  • Kabul ve kararlılık terapisi. Bu model, hayatın kolay olmadığını, zorlukların var olduğunu ve bunu kabul etmeniz gerektiğini anlamanıza yardımcı olur. Buna karşılık, değerlerinizi netleştirecek ve ilerlemenizi sağlayacak araçlar sağlar.

Son olarak, bu cesaret kırıcı ve boşluk hissi kim olduğunuzu bulanıklaştırmaya başladıysa, profesyonel destek istemekten çekinmeyin. Ne de olsa, hayattan zevk almayı ve hak ettiğiniz hayatta sahip olmak istediğiniz şeyler için savaşabilecek aktif bir insan olmayı hak ediyorsunuz.

Psikolog Valeria Sabater

Davetsiz Düşünceleri Kovmak İçin 5 Bilişsel Davranış Tekniği

Bilişsel davranış terapisi davetsiz düşünceleri aklımızdan çıkarmak için çok faydalı olabilir. Bunlar aklımızı bir anda istila edip ele geçiren düşüncelerdir. Endişemiz daha da artmadan önce aklımızı bu tür düşüncelerden koruyacak bazı yöntemler var. Bunları günlük olarak uygulayabiliriz.

Bilişsel davranış terapisinin ne demek olduğunu daha önce hiç duymamış olanlara ise bunun bir psikolog tarafından en sık başvurulan yöntemlerden biri olduğunu söylemekten mutluluk duyarız. Bu yöntemin önemli isimlerinden biri de Aeron Beck’tir. Psikanalizden sonra yeni bir şeye ihtiyaç duymasıyla ortaya çıkmıştır.

“Düşüncelerimiz açık ve net ise hedeflerimize ulaşmak için daha donanımlıyız demektir.”

– Aeron Beck

Depresyon, anksiyete, stres veya travmanın etkileri olan insanların çoğunluğu, kendi içinde ikinci bir benliğe sahiptir. Onlardan kurtulmak için sürekli olarak sabit bir diyaloga daldıran bir takıntılı, negatif, ezici “ben”.

Beck’in, bu zararlı dinamiği anlama ve çözme konusundaki ilgisi, terapötik taktiklerini daha yararlı olduğu düşünülen biri ile değiştirdi: bilişsel davranış terapisi. Bilişsel davranış terapisi tekniklerinin klinik uygulamada inanılmaz derecede etkili olduğu kanıtlanmıştır. Eğer düşünce kalıplarımızı yavaş yavaş değiştirirsek, o kavrama dayalı negatif duygusal yük zayıflar. Daha sonra, değişiklik yapabilir ve daha sağlıklı bir şekilde davranabiliriz.

Davetsiz düşünceler için bilişsel davranış tekniği

Saplantılı ve olumsuz düşünceler insana acı verir. Bu da kaygı içinde olmamıza neden olur. Kontrolümüzü elimizden alan düşünceler, endişe ve imgelerle sarılı olduğumuz için içinde bulunduğumuz bu kuyu daha da derinleşir. Böyle durumlarda ise “sakin ol, olmayan şeyler için endişelenmeyi bırak” gibi sözler duymanın hiç yararı yoktur. Beğensek de beğenmesek de beynimiz sonsuz bir fikir üreticisidir. Ama ne yazık ki beynimizin ürettiği her fikir her zaman daha iyi hissetmemizi sağlamıyor.

Herkesin zaman zaman saçma ve yararsız fikirleri olur ama bunlar yerine daha faydalı olanlara yönelmeye çalışırız. Özellikle de stresli dönemlerde bu davetsiz düşünceler daha da yoğunlaşır. Onlara hak ettiklerinden daha fazla önem vermiş oluruz. Böyle durumlarda hangi bilişsel davranış teknikerinin yararlı olacağına birlikte göz atalım.

1. Düşünce kayıtları

Düşünce kayıtları mantığımızı zihinsel süreçlere uygulamayı sağlar. İşini kaybetmekten korkan birinin düşünün. Bütün gece bu kişi yöneticiler tarafından beceriksiz olarak suçlandığını hayal ediyor. İşin sonunda bu kendini gerçekleştiren kehanete dönüşebilir. Yani her şeyin ters gittiğini düşünerek eninde sonunda yanlış yapacak. Daha iyi bir kontrol, denge ve tutarlılık hissine sahip olmak için, hiçbir şey, istila edici düşüncelerimizin kayıtlarını yapmaktan daha yararlı değildir. Tek yapmanız gereken, aklınızda görünen her olumsuz fikri yazmaktır. O zaman onun gerçekliğini öğrenirsiniz. “Sadece işimde yaptığım her şeyin yanlış olduğunu biliyorum.” Bunun doğru olduğunu kanıtlayan bir şey var mı? Amirimin dikkatini çektim mi? Bugün farklı olarak çok kötü olduğunu düşündüğüm ne yaptım? ”

2. Pozitif aktiviteleri programlamak

Kendinizi ödüllendirecek işler bulun. “kendim için kaliteli zaman” gibi basit bir şey olumlu sonuçlar getirir. Böylece aşırı düşünmekten kurtulursunuz. Bu aktiviteler arkadaşlarınızla kahve içmek ya da dışarı çıkmak gibi basit eylemler olabilir. Kendiniz için mola verin. Kitap alın, yemek yapın, müzik dinleyin.

3. Sorunlar hiyerarşisi

Davetsiz düşünceler bir bacadan gelen duman gibidir; İçimizde yanan bir şeyin sıcağı. Bu içsel ateş, zamanla daha da kötüye giden çözülmemiş sorunlarımızdan oluşur.

  • Düşüncelerimizin, duygularımızın ve ıstıraplarımızın odağını kontrol etmek için ilk adım, onları açıklığa kavuşturmaktır. Onları nasıl açıklarız? Bir problem hiyerarşisi yaparak. Düşükten yükseğe doğru kaygılar.
  • Sizi ilgilendiren her şeyi yazarak başlayın. Bir beyin fırtınası gibi, içteki tüm kaosu görselleştiriyorsunuz.
  • Ardından, küçük olduğunu düşündüğünüz sorunlardan başlayıp sizi felç eden büyüklere doğru bir hiyerarşi hazırlayın.
  • Görsel bir düzeniniz olduğunda, her bir noktayı düşünün. Mantıklı düşünmeye çalışın ve her birine çözümler getirin.

4. Duygusal akıl yürütme

Duygusal akıl yürütme çok yaygın bir çarpıtma türüdür. Örneğin kötü bir gün geçirip hayal kırıklığına uğrarsam kendimi karanlık bir tünelde görmeye başlarım. Başka bir yaygın düşünce ise biri beni hayal kırıklığına uğratıyorsa sebebi sevgiyi hak etmiyor oluşumdur. Bu da günlük olarak kullanmamız gereken başka bir bilişsel davranış tekniğini getiriyor. Duyguların her zaman sabit bir doğru olmadığını bilmeliyiz. Bunlar sadece anlık ruh halleridir ve bunları yönetmeyi öğrenip anlamalıyız.

“Düşüncelerimiz, çarpık sembolik anlamlar, mantıksız akıl yürütme ve yanlış yorumlamalarla baltalanırsa, aslında sağır ve kör oluruz.”

– Aaron Beck

5. Davetsiz düşüncelere engel olmak

İster istemez bizi böyle düşüncelere iten durumlar vardır. Bizi bu uçurumun kenarından alacak şey ise bir günlük tutmaktır. Yazmak gibi basit bir eylem sizi günden güne daha bilinçli yapabilir. Aklınıza ne gelirse yazın. Size belli şekilde hissettiren anları tanımlayın. Size kontrolü kaybettiriyormuş gibi hissettiren kişiler, durumlar ya da alışkanlıklar olabilir. Her gün düzenli yazarak bunların neler olduğunu daha rahat görebiliriz.

Sonuç olarak, endişe, stres ve depresyonu kontrol etmemiz gereken zamanlarda yararlı olacak çok sayıda bilişsel davranış terapisi tekniği var. Bu konuda yazılmış iyi kitaplar da mevcut. Aeron Beck’in Cognitive Therapy of Anxiety Disorders: Science and Practice isimli kitabı gibi.

Yaşamla yüzleşmek için kaynaklar yaratacak güce sahibiz. Hayat oldukça karmaşık ve bazen aklımızda neler olup bittiğini anlamak için yardıma ihtiyacımız olabilir.

PSİKOLOG VALERİA SABATER

“Hasta düşünceler bedenin etini humma ateşinden ya da veremden daha çok yer bitirir.” demiştir Guy de Maupassant. Zaman zaman herkes olumsuz fikirlere kapılır, fakat asıl sorun bu fikirler takıntı haline geldiğinde başlar. Peki, davetsiz düşünceleri nasıl durdurabiliriz? Saatlerce ve hatta günler boyunca tekrar eden olumsuz düşüncelere sahip olduğunuzda ne olur? Bu düşünceler tehlikeli takıntılar haline gelebilir ve hatta sağlığınızı etkileyebilir. İyi haber, tek yapmanız gereken, zihinsel alışkanlıklarınızı değiştirmek ve davetsiz düşünceleri durdurmak için belirli stratejiler kullanmaktır.

Henüz yataktan bile çıkmadan önce kafanızda endişe uyandıran bir düşünce ya da inançla uyanmayı hayal edin. Gün içinde, tekrar tekrar aklınıza gelen sinir bozucu bir düşünce.. Bu bir davetsiz düşünce örneğidir.

Davetsiz düşünce nedir?

Herkesin anlık olarak aklından geçen olumsuz düşünceleri vardır. Bu düşünceler, onlardan kurtulamadığınız zaman sorun haline gelirler. Sürekli olarak zihninizi işgal ederler ve köklü fikirlere dönüşürler. Bu noktada düşünceleriniz rahatsız edici ve hatta zararlı olabilir. Bu tür düşüncelere sahip olmak tabii ki de hiç kimseyi mutlu etmez. Maalesef ki, bu düşünceler her zaman fobiler, korkular, endişeler, travmalar veya derin kırgınlıklar ile bağlantılıdır. Ve başka şeylere odaklanmamıza izin vermezler.

Davetsiz düşünceler, başlangıçta yarattıkları duygusal acıya ek olarak, yorucu olabilirler. Sürekli tekrarlayan olumsuz düşünceler, hem acı çeken kişiyi hem de etrafında bulunan kişileri yorar. Bunun üzerine, davetsiz düşünceler, gerçekleri çarpıtarak kişiyi aslında gerçekle hiçbir ilgisi olmayan, üzücü durumları hayal etme noktasına çeker. Gerçeklerin çarpıtılarak başka anlam yüklenmesi duygusal sağlığınız için oldukça zararlıdır, çünkü endişelerinizi artırabilir ve ruh halinizi olumsuz yönde etkileyebilir. Sonuç olarak kendiniz ve yaşamınız hakkındaki olumsuz düşüncelere kapılırsınız, örneğin:

  • Hiçbir umut yok.
  • Bu bir felaket olacak.
  • Çok değersizim.
  • Kendimden nefret ediyorum.
  • Hiçbir işe yaramıyorum.
  • Başarısızım.

En kötü yanı ise, bu düşüncelere gerçekten inanıyor olmanızdır. Oysa ki, bu düşüncelerin kaynadığı endişelerinizdir. Eğer, bu rahatsız edici davetsiz düşünceleri durdurmak istiyorsanız, aşağıdaki tavsiyelere göz atabilirsiniz.

“Bir insanın ufku, çileden çıkmasına neden olan problemin büyüklüğü ile tanımlanır.”

– Sigmund Freud

Davetsiz düşünceleri durdurmak için 6 yol

Sürekli olarak tekrarlayan, olumsuz düşünceleri durdurmak için etkili önlemler almak gerekir. İşte birkaç basit ama etkili öneri:

Onları durdurmaya çalışmayın

Yapılan birçok bilimsel çalışmaya göre davetsiz duyguları durdurmaya çalışmak işe yaramadığı gibi beyninize bu düşünceleri tekrar hatırlatır ve her şeyi daha kötü hale getirir.

Kabullenin ve mantıklı düşünmeye çalışın

Anksiyetenin sizi yanılttığını ve bu tür düşüncelere neden olduğunu kabullenmek, rahatlamanızı ve bu düşüncelerin daha az sıklıkta aklınıza gelmesini sağlayacaktır.

Düşüncelerinizi yazın

Davetsiz düşüncelerinizi yazmak, onları açığa vurmak ve rahatlamak için harika bir yolmanın yanı sıra, beyninizin de bu düşünceleri yazdığınız gibi yorumlamasını sağlar. Bu da, bu düşüncelerin yok olmasına yardımcı olur. Ayrıca, yazdıklarınızı daha sonra okumak, bu düşüncelerin aslında ne kadar mantıksız olduklarını görmenize yardımcı olacaktır.

“Sadece algılanabilir niteliklere sahip olan, ancak aklın algılayamadığı mantık dışı düşünceler saplantı haline gelebilir.”

– Salvador Elizondo

Egzersiz ve meditasyon

Egzersiz yapmak, vücuttaki kortizol ve adrenalin seviyesini azaltırken ve dopamin, endomorfin ve seretonin seviyelerini artırır. Yani kaygı, stres ve üzüntü hissini huzur, mutluluk ve öz saygı ile değiştirir. Bu da davetsiz düşünceleri bir süreliğine rafa koymanıza yardımcı olacaktır. Öte yandan, meditasyon düşüncelerinizi kontrol etmek ve dikkatinizi şuana odaklamak için kendinizi eğitmenin harika bir yoludur. Ve aynı zamanda çok rahatlatıcıdır.

Düşüncelerin uzaklaşmasına izin verin

Davetsiz düşünceler ortaya çıktığında, onları takıntı haline dönüştürmeyin ya da durdurmaya çalışmayın. Sadece kabullenin. Rahatlamaya çalışın ve bunu yaparken, zihniniz odaklanmak için başka bir şey bulun, bu şekilde olumsuz düşünceler kendi kendine uzaklaşacaktır.

B vitamini alın

B vitamini eksikliği doğrudan sinir sisteminin işlevini engelleyebilir. Sebze, meyve, balık, et ve süt ürünlerini tüketerek B vitamini eksikliğinizi giderebilirsiniz. Tahmin edebileceğiniz gibi, davetsiz düşünceleri durdurmak için uygulayabileceğiniz birçok yol bulunuyor. Ve tüm bu yolların tek bir ortak yönü vardır: sadece azimli olursanız işe yararlar.

Psikolog Sergio De Dios González

Kafanızda Uçuşan Düşünceleri Durdurabilir Misiniz?

Düşüncelerinizi durdurmanın kolay bir yolu yoktur. Onun yerine, aklınıza düşen şeyleri yargılamayarak onların üzerinde kontrol sahibi hale gelebilirsiniz.

Düşünmeyi istemeyerek halihazırda düşünürsünüz. Sonra, durmak inanılmaz derecede zor hale gelir. İlaçlar size bu konuda yardımcı olabilir. Ancak, düşüncelerinizi tam olarak durduramayacağınıza göre (en azından, bunu yapmak kolay değildir), düşüncelerinizi gözlemleyerek onları kontrol altına almayı deneyebilirsiniz. Beyin uyanık olduğu sürece düşünceler ve duygular yaratır. Bunların %90’ından fazlası istemsizdir. Bazen düşünceler veya duygulara takılıp kaldığınızda, onları yanlışlıkla sizinmişler gibi bir hale getirirsiniz. Ancak, odağınızı başka bir şeye çevirdikten iki veya üç saniye sonra, genelde düşünce kaybolur.

Dikkatinizi zihinsel bir objeye odaklamak genel olarak ruminasyon ve huzursuzluğa sebep olur, ve doğrulama sapması gibi bilişsel önyargılar oluşturma ihtimalinizi arttırır. Doğrulama sapması varsayımları, ön yargıları veya hipotezleri doğrulayan bilgileri, bu bilgilerin doğru olup olmamasından bağımsız olarak özellikle seçmektir.

Ne kadar denerseniz deneyin, deneyimlediğiniz şeyleri değiştiremezsiniz. Ancak, bu şeylerle savaşmayı bırakabilirsiniz. Günümüzde insanlar hayatın bazı yönleriyle başa çıkmaya o kadar alışık durumdalar ki bunu neredeyse otomatik bir şekilde yapıyorlar. Düşüncelerin zihninizde nasıl ortaya çıktığını bilmek iç çatışmalarınızdan kurtulmanıza ve hayatınızdaki insanlarla ilişkilerinizi iyileştirmenize yardımcı olabilir.

“Hisler, rüzgarlı bir gökyüzündeki bulutlar gibi gelip gider. Benim desteğim bilinçli nefes almaktır.”

– Thich Nhat Hanh

Kafanızda Uçuşan Düşünceleri Durdurmak İçin Sushi Treni Metaforu

Siyah bir köpek hayal edin. Aslında, o sadece siyah bir köpektir. Ancak, düşüncelerinizde, bu köpeğe kendi unsurlarınızı eklersiniz. Belki de o köpeğin eski sevgilinizin köpeğine benzediğini düşünürsünüz. Sonuç olarak, eski sevgilinizle seyahat ettiğiniz zamanları özlemeye ve yine onunla beraber olmayı dilemeye başlarsınız.

Düşüncelerinizi durduramazsınız, ama onlara bir göz atabilirsiniz. Bu, düşüncelerinizi bırakıp gitmelerine izin vermek demektir. Temelde, düşüncelerinizin gelmesini ve gitmesini görmeyi hedeflemelisiniz, onları kovalamamalı veya sahip olduklarından daha fazla güç vermemelisiniz. Aşağıda kendinizi yararsız ve tekrarlayan düşüncelerin “oltasından kurtulmanıza” yardım edebilecek bir strateji olan sushi treni metaforunu açıklayan bir video bulabilirsiniz. Dahası, daha şefkatli olmak da olumsuz olayların etkisini azaltmaya yardımcı olur. Önemli olan zor bir anda yaşadığınız olumsuz duyguları silmek değildir. Asıl olan bu duyguların yoğunluğunu azaltmaktır.

“Mutsuzluğun ana sebebi asla durum değildir, durum hakkındaki düşüncelerdir.”

Eckhart Tolle

Düşünceler Sadece Düşüncelerden Başka Bir Şey Değildir

Düşünceleriniz dünyayı algılayışınızı halihazırda etkiler. Eğer düşüncelerinizi yargılamamaya çalışırsanız, şüphesiz ki daha merhametli bir dünya görüşünüz olur, ki bu da size hayattaki yolunuzu seçerken daha fazla güven verebilir.

Bir anlığına şunu düşünün. Tatsız bir durum ile ilgili düşünmeye devam ettiğinizde beyninize nasıl bir bilgi yolluyorsunuz? Eğer bu bilgiyi duygusal açıdan işlerseniz, kendinizi düşüncelerinizin çarpık hale geldiği hassas bir durumda bulursunuz.

Ve, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, otomatik olan olumsuz düşüncelerinizi durduramazsınız çünkü bu düşünceler çoğunlukla çarpık bilişsel süreçlerin sonucudur. Ancak bu düşüncelerin ortaya çıkış sıklığını azaltmak adına düşüncelerinizi tanımlayabilir ve nasıl çalıştıklarını anlayabilirsiniz.

“İnsan acısının büyük bir kısmı gereksizdir. Hayatınızı beyninizi gözlemlemeden devam ettirdiğiniz sürece bu acıları kendi kendinize yaratmaya devam edersiniz.”

– Eckhart Tolle

Bütün problemleriniz zihinsel illüzyonlardır. Aslında, problem diye bir şey hepten yoktur, sadece yüzleşmeniz gereken, ya da değişene veya siz onlarla başa çıkabilene kadar kabul etmeniz gereken durumlar vardır. Düşüncelerinizi durduramazsınız, ancak onlara hak ettikleri önemi verebilirsiniz.

Hayatınızda başınıza gelen durumlar zihninizin evrim geçirmesine neden olur. Kendinize, “Hangi deneyimin beni büyüteceğinin nasıl bilebilirim?” diye soruyor olabilirsiniz. Cevap basittir: her bir deneyim sizi büyütecektir.

“Benim deneyimim şu ki, çoğu şey benim olacağını düşündüğüm kadar kötü değil.”

– Mary Doria Russell

Psikolog Fátima Servián Franco

Üniversite Hayatı Göründüğü Gibi Değildir

Üniversitede eğitim alma ve genel olarak üniversite yaşamı etrafında dönen pek çok beklenti vardır. Onları analiz etmek ve gerçekte olanlar ile karşılaştırmak iyi bir fikirdir. Bazı popüler fikirleri daima üniversiteler dünyasıyla ilişkilendirdik. Üniversite hayatı birçok farklı şekilde algılanabildiği için bu şaşırtıcı değildir. Aslında, üniversiteye gitmeye dair kişisel deneyimler arasında birbirine benzeyen iki deneyim yoktur.

Üniversiteye bir diploma almak için gitmek, çoğu insanın genellikle erken yaşta göz önünde bulundurduğu bir seçenektir. Bu nedenle, bugünün toplumunda hala geçerli olup olmadıklarını görmek için genellikle hangi beklentilerin mevcut olduğunu analiz etmek iyi bir fikirdir.

Üniversite Hayatına İlişkin Beklentiler

Zamanlar değişiyor, ancak üniversiteye gitme fikri hala tüm çocukluğumuz boyunca binlerce mini pazarlama kampanyasına ilham veriyor. Bunlar bize öğretmenlerimiz, akrabalarımız ve hayatımızdaki diğer etkili insanlar aracılığıyla gelir. Üniversiteye bir diploma almak için gitmenin gelecekte güvenlik ve istikrar sağlamak için yapabileceğimiz en iyi şey olduğunu söylüyorlar. Ancak, üniversitede okumak hakkında fikirler artık aynı değil. Bu, özellikle iş piyasasında, yıllar içinde yaşanan birçok sosyal değişimden kaynaklanmaktadır. Ancak, buna rağmen bir diploma almak için okumakla ilgili beklentiler hala vardır:

İşe alınabilirlik

Bir diplomaya sahip olmanın, bizi lise derecesine sahip veya eşdeğer düzeyde uzmanlaşmış diğer insanlardan daha fazla işe alınabilir hale getireceğine inanmak çok yaygındır. Açıkçası, her diplomanın insanlara iş piyasasında belirli bir avantaj sağlayacak olan farklı fırsatları vardır. Ancak, bir lisans diplomasına sahip olmanın (hangisi olabilirse) sadece yüksek bir nitelik olarak kabul ettiğimiz için bize bir avantaj sağlayacağı inancı, akademik ve iş gerçekliğine dönüşmeyen bir inançtır.

Parti Hayatı

Üniversiteler ve partiler çoğu insanın düşüncesine göre oldukça yakın olan iki alandır. Amerikan üniversite öğrencilerinin yaşamları üzerindeki etkileri bu beklentiyi çok etkiliyor. Birçok Amerikan sineması ve dizilerinde, üniversite hayatının sayısız kural, ritüel ve gelenekle bir felsefe haline gelişini görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri, üniversite yaşam felsefesinde eşsizdir ve Avrupa’daki üniversiteler bu anlamda eşleşme eğiliminde değildir. Bununla birlikte, Erasmus bursları gibi bir istisna vardır.

Entelektüel Gelişim

Eğer üniversiteye giderseniz, otomatik olarak gerçekten zeki bir insana dönüşeceğinize dair bir beklenti de oluşmaktadır. Ne yazık ki, zihninizi ve zekanızı geliştirmek, bir diplomanın genellikle sunduğu entelektüel teşvikten ziyade kişisel tutumunuzla daha fazla ilgilidir.

Bağımsızlık

Genellikle üniversite yaşamını, size getirdiği inanılmaz özgürlük ve bağımsızlıkla ilişkilendiririz. İnsanlar bunu yapmak için şehirlerinden ayrıldıklarında ortaya çıkan özgürlük daha da artar. Bu özel beklenti, en azından günlük faaliyetlerle ilgili olarak genellikle doğrudur. Ancak, dersler ile ilgili aynı miktarda “özgürlük” yoktur. Profesör “göz ardı etmeye” karar vermedikçe, okula devam zorunludur.

Üniversite Hayatından Ne Alırız?

Beklentileriniz ne olursa olsun, üniversite hayatı yaşamınızın küçük ama önemli bir aşamasıdır. Bu yolu seçmeye karar verirseniz, çok şey öğreneceksiniz. Ancak, en önemli dersleri sınıf dışında öğreneceksiniz.

Üniversite hayatıyla ilgili en güzel şeylerden biri, hiç zamanınızı paylaşmayı ve yakın temas içinde olmayı ummadığınız insanlarla tanışmaktır. Birçoğu size yaşam hakkında çok şey öğretecek. Fikirlerini duyacak, onlarla tartışacak ve derinlemesine, ancak samimi konuşmalar yapacaksınız. Bu insanlar üniversite biterken yanınıza alacağınız şeylerdir. Elbette bu insanların bazıları, sadık arkadaşlar olacaklar, fakat diğerleri, hayatta ilerleyişlerini görmekten keyif alacağınız insanlar olacak. Ayrıca birkaç kelimeden daha fazla konuşmadığınız kişiler de olacak.

İster inanın ister inanmayın, hepsini hatırlayacaksınız, en sonda bahsettiklerimizi bile. Siz, her zaman bir gülümsemeyle karşılayan çekingen adamı ya da arkanızda oturan fakat asla tanıma fırsatı bulamadığınız genç kadını hatırlayacaksınız. Üniversite hayatı arkadaşlıklardan da daha fazlasını size sunacaktır. O da güzel bir nostalji hissidir! Üniversite, hayatınızın sonsuza dek değer saklayacağınız unutulmaz bir parçası olabilir.

Psikolog Alberto Álamo

Üniversitede Yalnızlığı Yönetmek İçin Sekiz İpucu

Üniversitede yalnız hissetmek düşündüğünüzden daha yaygındır. Öğrencilerin yönetmesi için bazı ipuçları sunuyoruz.

Üniversitede yalnız hissetmek, birçok öğrencinin karşılaştığı bir zorluktur. Hatta bu geçiş bazen evdeki rahatlık ve samimiyeti geride bırakmayı, bazen de arkadaşlardan ayrılmayı içerir. Bazen öğrencinin duygusal sağlığı üzerinde etkisi olan yeni deneyimler ve sorumluluklarla dolu bir dönemdir.Akademik baskı ve üniversitenin talepleri genellikle yeni sosyal bağlantılar kurmayı zorlaştırır. Aslında üniversitede yalnız hissetmek sandığınızdan daha yaygın bir sorundur.

Inclusions Magazine’de yayınlanan bir araştırma bu gerçeği bildiriyor. Bu araştırmaya göre, ankete katılan üniversite öğrencilerinin yüzde 60,4’ü düzenli olarak, yüzde 26,4’ü ise yüksek sıklıkta yalnızlık duygusu sergiliyor. Bu durum hakkında daha fazla bilgi edelim.

Öğrenciler ve yalnızlık

Üniversitede yalnızlık ve bazı öğrencilerin yaşadığı yalnızlık duygusu birçok yönden kaynaklanabilir. Her şeyden önce, aşama değişikliğinin ima ettiği hareketin bir sonucu olarak ailelerinden ve arkadaşlarından ayrılırlar ve destek ağlarından uzaklaşırlar. Sonuç olarak, en azından ilk başta kendilerini yalnız hissetmeye başlarlar. Yalnızlığın bir başka nedeni de yeni arkadaşlar edinmenin zorluğudur. Yeni ve alışılmadık bir ortamda, güçlü sosyal bağlantılar geliştirmek zor olabilir.

Diğer nedenler, çok fazla zaman ve enerji tüketen çalışma programlarının taleplerinden kaynaklanan stres ve akademik yüktür. Bu, özellikle konuları ile mücadele ediyorlarsa öğrencileri izole edebilir. Ayrıca, bazı üniversite öğrencileri bir topluluk ve/veya aidiyet duygusu bulamıyorlar.

Kısacası yalnızlık, anlamlı sosyal ilişkilerin, yaşam değişikliklerinin ve bireysel farklılıkların eksikliğinden kaynaklanır. Sosyal medya da sorumlu olabilir. Örneğin, Información Psicológica’da yayınlanan bir araştırma, sosyal medyaya daha fazla bağımlı olan üniversite öğrencilerinin daha fazla yalnızlık gösterdiğini buldu.

Üniversite öğrencilerinde yalnızlığı yönetmek

Çoğu insan sosyal bağ ve anlamlı ilişkiler için can atsa da, bazı kişiler yalnızlıktan hoşlanır ve yalnız vakit geçirmekten tatmin olur. Düşünmek, yeniden şarj olmak, sevdikleri etkinliklere odaklanmak veya sadece kendi partnerlerinin tadını çıkarmak için bu anlardan yararlanırlar. Ayrıca güçlü sosyal ilişkileri vardır ve anlamlı bağlantıları sürdürürler. Bununla birlikte, yalnızlıktan zevk almak ile istenmeyen ve üzücü bir yalnızlık yaşamak arasında ayrım yapmak önemlidir. Olumlu olduğunda, yalnız kalmak kişisel bir seçimden ibarettir ve bireysel tatmine dayalıdır. Öte yandan, olumsuz yalnızlık, bireyin duygusal iyi oluşuna zarar verir.

Üniversitede yalnızlığı yönetmek bazen zor olsa da, bununla sağlıklı yollarla başa çıkmak için stratejiler vardır. Bu durumdaysanız işte bazı ipuçları.

1. Duygularınızı kabul edin

Yalnızlık yaşadığınızı kabul edin. Duygularınızı doğrulamak, onları daha etkili bir şekilde ele almanızı sağlar.

2. Başkalarıyla iletişim kurun

Diğer insanlarla konuşmak veya bağlantı kurmak için fırsatlar arayın. Örneğin, bir süredir görmediğiniz bir arkadaşınızı arayın veya yakınınızdaki birine mesaj gönderin. Yakınınızdaki insanlarla iletişimi sürdürmek, yalnızlık hissini hafifletir.

3. Aktiviteler yapın veya bir hobi bulun

İlginizi çeken gruplara, kulüplere veya etkinliklere katılın. Bu size benzer ilgi alanlarına sahip insanlarla tanışma ve yeni ilişkiler kurma fırsatı verir.

4. Sosyal medyayı sağlıklı kullanın

Sosyal medya başkalarıyla bağlantı kurmak için yararlıdır, ancak onu doğru ve bilinçli kullanmak önemlidir. Çevrimiçi olarak geçirdiğiniz süreyi sınırlayın ve karşılaştırmaya davet eden veya yüzeysel olan etkileşimler yerine anlamlı etkileşimlere odaklanın.

5. Profesyonel destek alın

Yalnızlık devam ediyorsa veya sağlığınızı etkiliyorsa, profesyonel yardım almayı düşünün. Bir psikolog, duygularınızı ele almak ve duygusal durumunuzu iyileştirmek için size özel araçlar ve stratejiler sağlayabilir.

6. Zevk aldığınız aktiviteler ve hobiler geliştirin

Kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak aktiviteler yaparak zaman geçirin. Bu, okumayı, egzersiz yapmayı, sanat yapmayı, müzik dinlemeyi veya sizi tatmin eden her şeyi içerebilir.

7. Gönüllü olun veya başkalarına yardım edin

Topluluğa geri vermek ve başkalarına yardım etmek, bir amaç ve sosyal bağlantı duygusu getirir. Gönüllülük fırsatları arayın veya başkalarına karşı nazik davranışlarda bulunun.

8. Kendinize iyi bakın

Fiziksel ve duygusal sağlığınıza öncelik verin. Sağlıklı bir uyku rutini, dengeli bir diyet ve düzenli egzersiz yapın. Stresi yönetmek ve zihinsel esenliğinizi geliştirmek için meditasyon veya derin nefes alma gibi gevşeme teknikleri uygulayın.

Yalnızlığa olumlu bir bakış

Yalnızlık genellikle izolasyon ve üzüntü gibi olumsuz duygularla ilişkilendirilse de, size kişisel gelişim ve iç gözlem için fırsatlar da sağlayabilir. İster üniversitede ister hayatın diğer alanlarında, yalnızken ilgi alanlarınızı keşfetme ve kısıtlama olmaksızın kendinizi ifade etme özgürlüğüne sahipsiniz.

Bununla birlikte, yalnızlık sürekli bir izolasyon ve üzüntü duygusuna dönüşürse, arkadaşlarınızdan, ailenizden ve/veya ruh sağlığı uzmanlarından yardım almaktan çekinmeyin. Magazine on Childhood and Adolescence dergisinde yayınlanan bir araştırma, bu hissi ve olumsuz etkilerini hafifletmek için temel araçlar olarak psikolojik güçlerin önemini vurgulamaktadır.

Son olarak, hepimizin anlamlı insan bağlantılarına ve başkalarının desteğine ihtiyacımız olduğunu unutmayın. Üniversitede yalnızlığı yönetmek kişiye özel ve zaman alabilen bir süreçtir. Bu durumdaysanız kendinize karşı nazik olun, sabırlı olun ve ihtiyacınız olduğunda destek alın.

Psikolog Isabel Ortega

Zorluklarla Yüzleşen Kişi, Güçlü Olmayı Hak Eder

Hayat, bir çok kez darbeler indirir hepimize ve bazı zamanlar, bu darbeler çok daha sert olur. Sizi derin ve sonsuz bir fırtınanın içine çekiverir. Tüm duygusal dengenizi bozar ve sınamaya kalkar. 

İlk başta kötü bir şey olacakmış hissine kapılırsınız, sanki gökler bulutlanmıştır. Sonra hissettiklerinizin doğru olduğunu görürsünüz. Bir rüzgar gelir üzerinize, sizi duvarlara çarpar ve endişeyle doldurur. Yağmur, hatta dolu başlar.

“Fırtınadan çıktığınızda, başka bir insan olmuşsunuzdur artık.”

– Murakami

Şu anı yaşadığınız sırada fırtına, sizi bir karar almaya zorlar. Bunu, fırtına dinene kadar zorluklarla yüzleşmek üzere bir fırsat olarak kabul edebilirsiniz. Ya da sonsuz yağmurun içine düşüp yenilgiyi kabul edersiniz. Zorluklara karşı içinizdeki kuvvetle mücadele etmeli ve ilerlemelisiniz.

Işık, çatlaklardan içeri girer

Bir fırtınaya kapıldığınızda aklınızdaki tek şeyin, bedeninizin duyduğu soğuk, karanlık ve ıslaklık olması çok normaldir. Ama unutmayın ki en karanlık gecelerin ardından bile güneş doğacaktır.

Ama gün ışığı çatlaklardan sızacaktır. Ve en fazla çatlak, kalbiniz en çok acı çektiğinde ortaya çıkar

“Zorluklar, erdemler için bir fırsattır.”

– Seneca

Bu nedenle, zorlukların içinizdeki benliğinize zarar verme fırsatı olduğunu söyleyenler vardır. Ayrıca bunu neden yaptığınızı anlamanıza da yardımcı olur. Bunun yanında zorluklar, kendiniz hakkında bilmediğiniz şeyleri öğrenmenizin bir yoludur.

Duygularınızı dışa vurmak

Birçok insan acılarını çoğaltan çok önemli bir şey yaşayabilir. Siz de bu insanlardan biri olabilirsiniz. Kendinizi en kötü hissettiğiniz bu anlarda paradoksal bir şekilde duygularınızı ifade edemezsiniz. Başkalarına da içinizi dökebilirsiniz. Bu bir problemdir çünkü duygularınızdan kendinizi kurtarmanın yolu, onları dışa vurmaktır. Başkalarının size yardım etmesine izin vermek de buna dâhildir.

Sevdiğiniz biri vefat ettiğinde, içinizde büyük bir boşluk ortaya çıkar. Partnerinizden ayrıldıysanız ya da hayatınızı şekillendiren bir hastalıktan muzdaripseniz… Sizi yaralayan zorluğun nedeni ne olursa olsun, bunu biriyle paylaşmanız faydalı olacaktır. Sizi dinlemeye ve yardım etmeye hevesli biriyle.

“Zorluklar, refah zamanlarında uykuya dalan yetenekleri uyandırma gücüne sahiptir.”

– Horacio

Tam tersine, bu sizin için çok güçse, duygularınızı bir aktiviteye yöneltebilirsiniz. Hislerinizi dışa vurmanızı sağlayacak bir aktivite seçebilirsiniz. Yazın, resim yapın, dans edin ya da zevk aldığınız ve sizi rahatlatan başka bir şey yapın. Unutmayın, dilinizin söyleyemediklerini bedeniniz, çeşitli sağlık sorunları şeklinde ortaya çıkarır.

Korkudan kurtulun

Genel bir ilke olarak fırtınalar içimizde korku yaratır ve bir sığınak aramamıza neden olur. Gerçek hayatta da aynı şeyi yaşarız. Bizi etkileyen en büyük zorluk ve yüzleşmemiz gereken uçurum ne kadar büyükse, kendimizi güvende hissedeceğimiz bir yer bulmamız o kadar kolaydır.

Hayatımızın en zor günlerinde sıcağa duyduğumuz bu özlem, korkuya cesurca bakmamızı sağlayan şeydir. İçinizdeki gücü tam anlamıyla fark etmenizin tek yolu budur. Yaşadığımız güçsüzlükleri aşabileceğimiz fikrine tutunmak, bize yaşamak için umut ve neden verir.

Korkularınızla beraber uçurumdan aşağı düşmemeniz için mücadele etmeniz, sizi felç eden kabuğu kırıp atmanız gereken bir zaman gelir. O zaman, zorluklarla yüzleşmiş ve gösterdiğiniz gücü hak etmiş olursunuz. Sahip olduğunuzu bilmediğiniz güçtür bu ama size aittir. Yalnız unutmayın: zorluklarla yüzleşen kişi, güçlü olmayı hak eder ve işte bu yüzden o güce sahiptir.

“Her şeyi kaybettiğimi hissetme ayrıcalığına sahiptim.
Tam o anda aslında neye ihtiyacım olduğunu fark edecek kadar şanslıydım.
Üzüntünün tadı bazen huzura benzer.”

– Sara Bueno

Hayat, tepeler ve vadilerden, mutlu anlarla normal bir hayat ve zor durumlardan oluşuyor. Bazen coşkulu bir mutluluk duyuyor, bazen ise sanki bütün dünya üzerinize yıkılıyor gibi hissediyorsunuz. Mutluluğu aramak doğal eğilimimiz olsa da aslında bizi sınayan ve büyümemizi sağlayan şey o zor zamanlardır.

Bu zor anlara verdiğiniz tepki, sizi kişi olarak belirler ve ayrıca yaşadığınız her şeyi daha derin bir şekilde değerlendirmenizi sağlar. Zor durumları yönetebildiğinizde sadece iç gelişme yaşamakla kalmaz, yeni bir bakış açısıyla mutluluğu değerlendirmeyi de öğrenirsiniz ve bu sayede güç ve bilgelik kazanırsınız.

“Hayat, olması gerektiği şey değildir. Hayat olduğu gibidir. Onunla başa çıkma şekliniz, fark yaratır.”

– Virginia Satir

En çaresiz durumlarda bile umut vardır. Bunu söylemek kolay, biliyoruz ama çukurdan çıkıp yaşadıklarınızı aşmak da mümkün. Birçok insan başardı bunu. Bu kolay değil, kimse de kolay olacağını söylemedi zaten. İşte bu yüzden sizi boğan ve ilk başta kaçması imkânsız gibi görünen durumları aşmanıza yardımcı olacak birkaç tavsiyeyi paylaşmak istiyoruz.

Bu da geçer

Kendi tecrübenizden biliyorsunuz ki her şey gelip geçer, hiç bir şey sonsuza dek sürmez. İşte şu an hissettiğiniz acı da ne kadar büyük ve yoğun olursa olsun geçip gidecektir. Bu yüzden onunla başa çıkmak isteğiyle acıya tutunmayın Akıp gitmesine izin verin, onu hissedin ama ona bağlanmayın.

Acı duyduğunuz için kendinizi suçlu hissetmeyin ve suçlayacak birini, ne kendinizde ne de bir başkasında aramayın.

“Zorluklar, kaçınılmazdır. Onlardan ders çıkarmak ise size kalmış.”

– John Maxwell

Olmak istediğiniz kadar güçlüsünüz

İstediğiniz kadar güç içinizde. Sadece onu toplamanız gerek. Ne kadar güçlü olduğunuzu bilmiyorsanız, bunun nedeni içinizde taşıdığınız gücü kullanma fırsatını henüz yakalamamış olmanız. Zor bir durumla karşılaştığınızda, bu iç gücü serbest bırakma şansına sahip olacaksınız. Gücünüzü hissedemiyor musunuz? Bunun nedeni korku, sizi felakete götüren felç edici bir korkudur Ama korktuğunuz her şey size bir yalan söylemektedir. Bu durumu aşabilirsiniz çünkü bunun için gerekli araçlar içinizde. Onları bulun, yakalayın ve kullanın.

İradeniz, zihninizin kontrolünü eline alsın ve bırakın, akıl kalbinizi kontrol etsin. Canınız yansa bile gücünüzü toplamanız gerektiği gerçeğini kabul edin. Cesur olun ve düşüncelerinizin kontrolünü ele alın.

“Hayatın %10’u başınıza gelenler, %90’u ise bunlara nasıl tepki verdiğinizdir.”

– Charles Swindoll

Kimsenin sizin gerçekliğinizi yönetmesine izin vermeyin

Acı ve kayıp hayatın bir parçasıdır. Hepimiz acılı tecrübeler yaşarız. Ama başka insanların acıyla yüzleşme şeklinin sizin kendi gerçekliğinizle yüzleşme şeklinizi tanımlamasına izin vermemelisiniz. Bu size ait bir gerçekliktir, başka kimseye değil.

Acıyı aşmanın doğru bir yolu yoktur. Bu konuda ”siyaseten doğru” davranmanıza gerek yoktur. Kendiniz için ne yapacağınıza karar verin. Acının akıp gitmesi için içinizde neye ihtiyaç duyduğunuzu keşfedin. İç gücünüzü bulun ve ona nasıl ulaşacağınıza karar verin.

Bir çok insan, acıyı yaşama şeklinizi anlamayacak ama bu sizin sorununuz değil. Kimsenin, kendi güç durumunuzla nasıl yüzleşeceğinize karar vermesine izin vermeyin.

Kontrol edemediğiniz şeye yoğunlaşmayın

Zor bir durumla karşılaştığınızda kontrol edemediğiniz pek çok şey olduğunu göreceksiniz. Ama insanlar, bir açıklama ve suçlayacak birini bulmayı denerken bu şeylere tutunurlar. Fakat bu kontrol çabasıyla, öfke ve acıya da tutunmuş olurlar.

Boş verin gitsin, kontrol edemeyeceğiniz şeylere odaklanmayın. Bırakın endişeleriniz gitsin, böylece kendinizi onlardan kurtarabilir ve sonra iç huzurunuzu bulmaya yoğunlaşabilirsiniz. Durumu ya da duygularınızı kontrol edemezsiniz, bu yüzden bunu denemeyin. Sadece bağlanmaksızın durumu kabul edin.

Her şeyin bir anlamı vardır; o anlamı bulun

Hayatta her şeyin bir anlamı, nedeni katkıda bulunduğu bir şey vardır. Sadece onu bulmanız gerek. Yaşadığınız her şeyden iyi bir ders alabileceğinizi unutmayın, en acılı durumlardan bile. Durumu anlamaya ya da manipüle etmeye çalışmayın. Sadece size faydalanabileceğiniz ve böylelikle daha çok şey öğrenip güçlü olabileceğiniz bir şey sunmasına izin verin. Roman yazarı Dean R. Koontz’ın dediği gibi dualar cevaplanır ama dikkatlice dinlemeniz ve cevaba inanmanız gerekir. Tanrı bağırmaz kulağınıza fısıldar ve onun fısıltıları size yolu gösterir. Bunu kendi inançlarınıza uyguladığınızda fikrin doğru olduğunu göreceksiniz.

Keder, her daim hayatımızda olan bir şeydir. İş arkadaşlarımızdan, akrabalarımızdan, yaşadığımız yerlerden, dostlarımızdan ya da sevgililerimizden ayrılmak zorunda kaldığımız zamanlar olur. İlişkiler paramparça olur, şehirler terk edilir, hayatımızın belli aşamaları tamamlanır. Keder başlar. Ancak hissettiğimiz bu keder iyileşmemize yardımcı olur. Bu deneyimlerden bazıları acı verici olabilir. Ancak şüphesiz en zor olan, sevdiğimiz birinin ölümüdür. Bunlar çok zor zamanlardır. O kadar zordur ki o acı sarmalından çıkmak için ne yapabileceğinizi bilmezsiniz. Kendinize yüklenmeyin, çözümler ve cevaplar bulmak için acele etmeyin. Güçlü bağlarla bağlı olduğunuz önemli birini kaybettiğinizde yapılabilecek en doğru şeyin ne olduğuyla ilgili yazılı kurallar yoktur. İnsanlar olarak duygusal açıdan kendimizi iyileştirmek için zamana ihtiyaç duyarız. Bu kesinlikle yas sürecinin ana fonksiyonlarından biridir.

“Eğer hayatla başa çıkabilmek istiyorsan, ölümü kabul etmeye istekli olmalısın.”

– Sigmud Freud

Acı varsa keder de vardır

Çevrenizdeki bazı kişiler size yardım etmeyi, ne yapmanız gerektiğini söylemeyi deneyecektir. Kendinize çok yüklenebilirsiniz ya da kafanız karışabilir. “Evine gitme”; “En iyisi oraya geri dönmemek”; “Onun eşyalarını vermelisin”; “Onun fotoğraflarına bakarak kendine işkence etme” gibi şeyler söyleyebilirler.

Ancak bunlara siz karar vermelisiniz. Yaşamanız gerektiğini hissettiğiniz durumlardan ya da anlardan kaçınmayın çünkü uzun süreçte, yüzleşmekten kaçtığınız şeyler, daha fazla acı çekmenize sebep olabilir. Yapmanız gerektiğini hissettiğiniz her şeyi yapın ve söylemeniz gerektiğini hissettiğiniz her şeyi söyleyin. Söylememeniz gereken bir şeyi söylemek, onu hiç söylememiş olmak kadar acı vermez. Acı çok yoğun bile olsa kendi kararlarınızı kendiniz verin.

Diğerlerinden daha büyük etki yaratan ölümler vardır. Örneğin, eğer ölümden kurtulunabileceğini, ölen kişinin çok acı çektiğini düşünüyorsanız, tüm detayları bilmiyorsanız ya da ölen kişi uzun süren bir hastalıktan sonra öldüyse. Bazen de ölüm haberini duyma biçiminiz nedeniyle yarattığı etki büyüyebilir. Pek çok kişi birkaç gün ve sonra da birkaç ay geçtikten sonra kendilerini daha iyi hissettiklerini söylerler. Bu sizi korumak için tasarlanmış tamamen normal bir reaksiyondur. Şokun ilk aşaması, bizi yoğun acıdan korumak için tasarlanan akli savunma aşamasıdır.

“Güneş banyosuna batırılmış bir hayatın etrafındaki deniz gibi, ölüm de gece gündüz hiç susmadan şarkısını söyler.”

– Rabindranath Tagore

Kayıpla yüzleşmek

Bazen yas aşamasındaki ilk şokun ardından korku, ızdırap, panik, çalkantı, öfke ve kafa karışıklığı gelir. Hayatınız kaotik bir hal alır, hiçbir şeye odaklanamazsınız, neler olduğunu henüz tam olarak idrak edememişsinizdir ve her şeyin kötü bir kabustan ibaret olduğunu hayal ettiğiniz bile olur. Beyniniz normal çalışmadığı doğrudur. Ancak yaşadığınız her şey tamamen normaldir. Bunlara, “gerçeklerden kopmak” (çevrenizdeki her şeyle bağlantınızın kopması) ve “benlik yitimi” (kendinize karşı duyarsızlaşmak) adlarını veriyoruz. Bu vücudun, acıyla idare edilebilir dozlarda baş etmek için sahip olduğu bir tür ilaçtır.

Bu sizin delirmiş ya da hasta olduğunuz anlamına gelmez. Kafa karışıklığı ve şaşkınlık kaybın size yaşattığı deneyimin bir parçasıdır. Yss tutmak, kederlenmek her ne kadar zararlı görünse de doğaldır. Sevdiğimiz biri artık bizimle değilse, buna karşı verilebilecek en insani reaksiyon acı çekmektir. Eğer sizin için önemli olan o kişi artık sizinle birlikte değilse, en son hissedeceğiniz şeyler neşe ve mutluluktur. Kendinizi bunları hissettmeye çalışmak için zorlamamalısınız. Kendinize zaman tanıyın ve üzüntüyü yaşamak için alan bırakın. Şimdi kendinizle iletişime geçme zamanı, duyarlı hissetmeli, ilgi ve saygı duymalısınız.

Peki, onlara ait olan eşyalar? Onları saklamak mı daha iyi yoksa atmak mı? Sorun onların saklanması ya da saklanmaması değildir, asıl soru şudur: onlarla ne yapmalısınız? Kişisel eşyalar sizin için çok önemli olan bir bağı canlı tutmaya yardımcı olma amacını taşır. Anılarınızla tekrar bağlantı kurmanızı sağlar ve böylece aranızda hala kopmayan bir ilişki olduğunu hissedersiniz.

Eğer eşyalar hislerinizi ifade etmenize yardımcı oluyorsa, o zaman yas sürecinde iyileşme yönünde ilerlemenize de yardımcı oluyor demektir. Ama onları saklamak olanları kabul etmemenize ve gerçeği reddetmenize sebep oluyorsa hiçbir zaman bu süreci atlatamazsınız. Önemli olan hepsinden hemen kurtulmak değildir. Acele etmeyin. Kendinize, onlarla ne yapmak istediğinize karar vermek için zaman tanıyın. Kimsenin bu işi sizin için yapmasına izin vermeyin. Size acı verecek bile olsa bunu kendiniz yapın, uzun dönemde bunun faydasını göreceksiniz.

“Ölüm sevdiklerimizi bizden çalmaz. Tam tersine, onları hafızamızda ölümsüzleştirir. Ancak hayat onları pek çok kez çalar ve bunu hep yapar.”

– François Mauriac

Ne kadar sürecek?

Şimdiye kadar çoktan iyi hissetmem gerekiyordu diye düşünerek kendinizi cezalandırmayın. Zamanınız yalnızca size ait ve kederin en kötü düşmanı kendinize duygularınızı ifade edecek kadar zaman tanımamanızdır. Her kaybımızda yaşadığımız acı, bize gerçekten önemli olanın ne olduğunu öğretir. Duygularımızı ve önceliklerimizi belirler, sonuç olarak da büyürüz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak olsa da zorluklarından üstesinden gelmek ve çatışmalarımızla yüzleşmek için yeni yollar geliştiririz.

Keder, bir ilişkinin yokluğunun sebep olduğu bir yaradır. Bu yokluk bizi, hayatın anlamı hakkında kendimizi sorgulamaya götürür. Bu yüzden, her kriz bizi pek çok soruyla yüz yüze getirir. İnsanlar olarak anlamın peşinde koşarız, biz onun peşinde koştukça, o bizden daha çok kaçacaktır.

Anlam hayat yolculuğundaki bir durak değildir, bu yolculuğu yapma biçimimizdir. Bu yüzden de kayıp ve keder gibi süreçlerde devam etme yöntemini buluruz. Acele etmeyin, ulaşmanız gereken tek yer kendi kaderinizdir.

“İnsanlar tarihe bir anlam veremeseler bile, en azından kendi hayatlarını anlamlandırmayı deneyebilirler”

– Albert Camus

Sevdiğimiz birini kaybetmek son derece acı veren bir deneyimdir. Bu olay, bir gün hepimizin başına gelecek olsa da, tüm insanlığın bu acı ile başa çıkacak gereksinimlere sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bazen bu süreç kronik ve ciddi bir sorun haline gelebilir. Araştırmacılar, bu tür kronik bir sorunun, bir kişinin yas dönemindeyken % 10 ila 20 oranında meydana geldiğini tahmin ediyor. Bu vakalar için, farklı araştırmalarla desteklenen ve bizlere acıdan kurtulmak için yardımcı olabilecek farklı teknikler de vardır. Bugün, teknikler arasından yönlendirilmiş keder hakkında konuşacağız. Bununla birlikte, konuya giriş yapmadan önce, normal üzüntüyü, patolojik kederden ayırmamız gerekir. Sorduğumuz soru şu: ne dereceye kadar acı çekmek normaldir?

Normal keder ve patolojik keder

Yas ya da keder, fiziksel, duygusal ve sosyal boyutta ortaya çıkan bir dizi tepkidir. Bunlar,  değer verilen ve önemli birini kaybı ile tetiklenir; bizim durumumuzda, sevilen birinin ölümü ile. Semptomlar, yoğunluk ve süre bazında değişiklik gösterir. Bazı durumlarda ömür boyu sürer. Her durumda, bunun, başlangıç için, ayarlanabilir (yani iyi) bir tepki olduğunu unutmayın. Keder, üzüntü ve kaygı en sık görülen duygulardır. Yalnız olma korkusu da yaygındır. Ayrıca, bireyin kendini suçlu hissetmesi ve çevreye karşı ilgisiz bir hale bürünmesi de olasıdır. Bu belirtiler normaldir, ancak altı aydan bir yıla kadar ortadan kaybolmaları gerekir.

Duygusal tepkiler, çok daha yoğun bir seviyeye çıkarsa, günlük yaşamı kalitesi düşmeye başlar. Ve bir yıldan uzun sürecek olursa, patolojik keder dediğimiz durumdan muzdarip olabilirsiniz. Burada, halüsinasyonlar veya intihar düşünceleri gibi, olağan dışı keder belirtileri ortaya çıkar. Patolojik keder, genellikle karmaşık bir yapı içerisinde hareket eder ve başka davranışlara da neden olabilir. Bunlara, bireyin kendini  sosyal çevresinden bilinçli olarak koparması, kendine bakmaması veya zararlı madde kullanımı dahildir. İşte o zaman, keder terapisi ve profesyonel yardım gibi seçenekleri düşünmeliyiz.

Keder tedavisi: iyileştirici stratejiler

Uzmanlar, patolojik kederin tedavisinde hem bireysel hem de grup terapisi uygular. Bazı durumlarda, her ikisini de kullanmak daha etkili sonuçlar verebilir. Tedavi, bireylere, çektikleri acı ile başa çıkacak yollar sunarken, aynı zamanda, sosyal açıdan yalnızlıklarını da sona erdirmek için destek olmaktadır.

Her iki durumda da, keder terapisinin asıl amacı, vefat eden kişiyi unutturmak değil, yas tutma sürecinin kimyasını değiştirerek; merhumun hatırasının bir engel yaratmamasını sağlamaktır. Bu nedenle, bu terapinin temel hedefleri şu şekilde sıralanabilir:

  • Merhum ile ilgili olarak duyguların ve anıların ifade edilmesini kolaylaştırın. Genellikle kişi ne hissettiğini veya ne düşündüğünü  kelimelere dökmeye çalışmaz. Bu durum da, kaybın üstesinden gelmeyi zorlaştırır.
  • Merhumun vefatına neden olan sebepleri konuşun. Meydana gelen ölümün nedenine göre (intihar, beklenmedik bir kaza, terör saldırısı vs.) hissedilen acı, daha da derinlere batabilir. Bu konuda konuşmak, bireyin kendini yalnızlaştırma çalışmalarını engelleyip, durumun gerçekliğinin kabulü kolaylaştıracaktır.
  • Günlük sorunları çözmek ve normal günlük yaşama uyum sağlamak için terapiyi, hastanın hayatının merkezine alın. Küçük, günlük adımlar büyük sonuçlara temel hazırlayabilir.
  • Hastayı geleceğe doğru yönlendirmeye çalışın, günlük yerine getirilmesi gereken işleri azar azar hayatına aktarmaya bakın. Bu durum, hastaya, her şeye rağmen bazı şeylerin hala iyi gittiğini hissettirir.

Yönlendirilmiş keder

Psikologlar, bu tür bir terapi yöntemini, bireyin kendisi ile ilgilenmediği, duygusal olarak sınırlar çektiği ve gece kabuslar ile uyandığı patolojik kederden muzdarip insanlarda kullanır. Bu gibi durumlarda, yönlendirilmiş keder yöntemi işe yarayabilir. Bu yaklaşım, hastayı, özellikle merhum kişi ile paylaşılan anılara maruz bırakmaktan ibarettir.

Örneğin, terapistler, hastalarına özellikle eski mektupları okutup, merhum ile çekilmiş fotoğraflara baktırır. Nasıl olursa olsun, buradaki amaç, yıkıcı duygusal engellemeyi ortadan kaldırmaktır. Bu tür bir terapinin işe yaramasını sağlayan temel mekanizma, tepkiyi üreten uyarıların tekrar tekrar ortaya çıkartılması ile koşullandırılmış duygusal tepkinin (yani kederin) zayıflatılmasıdır. Yani, hissedilen duygu azalana kadar, hastayı üzüntüye neden olana duyguya maruz bırakıyoruz.

Tekrarlanan maruz kalma, hastanın tercih ettiği şekilde yapılabilir, ancak merhumun anılarını geri getirdiği için hasta bazı durumlardan kaçınabilir.

Örneğin: sinemaya gitmek, seyahat etmek, akşam yemeğine çıkmak gibi eylemler. Bu gibi durumlarda, etkinliğin memnuniyeti de tedavinin başarısının belirleyen mekanizma olarak hizmet edecektir.

Patolojik kederden kurtulma göstergeleri

Keder tedavisinin işe yarayıp yaramayacağını nasıl bileceğiz? Patolojik kederden kurtulmayı bilenlerin davranışlar nelerdir? İşte bir dizi iyileştirici gösterge veya sinyaller:

  • Kişi, iştah ve uyku gibi normal biyolojik ihtiyaçlarını tekrar kazanmıştır.
  • Gülümsemeler veya sarılmalar gibi ifadeleri yeniden ortaya çıkar.
  • Birey, yeniden eğlenceli şeyler yapmaya başlar, sosyal hayatını düzene sokar ve başkalarına yardım etmek için gönüllü faaliyetlere dahi katılır.
  • Merhum kişinin anıları, kişisel hikayelerinin bir parçası olarak zaten hayatlarına giriş yapmıştır. Artık bu durum, aşırı olumsuz duyguları tetiklemez. Merhum ile paylaştığı mutlu mesut zamanları yad eder.
  • Günlük yaşamın keyfini çıkarır ve geleceğe yönelik hedefler koyar.

Kısacası, keder,, kişisel gelişim gerektiren, normal bir süreçtir ve her zaman kolaylıkla atlatılması mümkün değildir. Her koşulda, patolojik kederin ne olduğunu ve bunun nasıl tedavi edilebileceğini bilmek, acılara elveda dememize ve bütün bunlar ile yüzleşmemizi kolaylaştırabilir. Dahası, ihtiyaç duyduğumuzda profesyonel yardım aramamıza da yardımcı olabilir.

Psikolog Judith Francisco

ÇİFT TERAPİSİ NEDİR?

Çift terapisi, çiftlerin ilişki sorunlarına odaklanarak daha sağlıklı ilişki kurmalarını destekleyen ve yol gösteren bir terapi modelidir.

Çift terapisi, çeşitli müdahale yöntemleri kullanarak, çiftin sağlıklı iletişim kurabilmelerini ve duyarlı oldukları konuları birbirlerini anlayarak konuşabilmelerini sağlanmaktadır. Kendilerini iyi tanımalarına, yeni ilişki ve etkileşim biçimleri kazanmalarına ve sorunları konusunda bir iç görü kazanma yönünde onlara yardım eder.

ÇİFT TERAPİSİNDE ÇALIŞILAN KONULAR

  • Eşler arası iletişim promlemleri
  • Evlilikte kıskançlık
  • Ayrılık ve yas süreci
  • Ebeveynlik rolleri ve çocukların yetiştirilmesi
  • İlişki bağımlılığı
  • Ayrılık ve boşanma
  • Geçmişte yaşanmış ilişkisel travmalar
  • Aldatma ve güvensizlik
  • Fiziksel ve ilişkisel travmalar
  • Alkol kullanımının ilişkiye etkisi
  • Paranın kullanımı gibi finansal konular
  • Eşin ailesi ile ilgili yaşanan sorunlar
  • Evlilik öncesi danışmanlığı
  • Evlenme korkusu
  • Cinsel problemler
  • Karşılanmayan duygusal problemler
  • İlişkide yanlızlık
  • Lohusalık depresyonu

“Kalıcı sorunlarla baş etmek konusunda en başarılı çiftler, bu sorunlar hakkında konuşmayı öğrenmiş çiftlerdir.” John Gottman.

İlişki ve evlilik terapisinin ustaları olan, Prof. John Gottman ve eşi Juli Gottman tarafından geliştirilen Gottman Çift Terapisi merkezimizde uygulanmaktadır.

Gottman Çift Terapisi Nedir?

Gottman Çift Terapisi, çift terapisinde araştırmaya dayalı neredeyse tek yöntemdir. Çift terapisinde Gottman Yöntemi, John Gottman’ın 1970’de başlayan ve bugüne kadar devam eden bilimsel araştırmalarına dayanmaktadır. Dünyada çiftlerle yapılan ilk ve en kapsamlı araştırmalara dayalı olma özelliği taşıyan bu yöntem; 35 yıldır devam eden araştırmaların sonucudur. Çift terapisinin duayenleri John ve Julie Gottman tarafından geliştirilmiş olan Gottman Yöntemi, çiftler ve ilişkiler konusunda dünyada etkinliği ve geçerliliği kanıtlanmış en kapsamlı terapi yöntemidir.

Bu yöntem çiftlere ilişkideki arkadaşlığı ve yakınlığı derinleştirmede gerekli olan özgün becerileri öğretmeyi hedef almaktadır. Çatışmaların üretken biçimde yönetilmesini sağlamak için, “çözülebilir sorunları” ele almak ve “çıkmaza girmiş” (veya daimi) konular hakkında diyalog oluşturmak için yöntemler sunmaktadır.

Her çiftin ilişki dinamikleri, ilişki DNA’sı kendine özel ve birbirinden farklıdır. Terapi süreci planlaması seansa gelen çifte özel olarak belirlenir. Terapi hedefi, her çifte göre konu bazında değişse de, yaşanan kısır döngülerin belirlenmesi ve bu döngülerin kırılarak olumlu döngülerle değiştirilmesi temeline dayanır. Haklı ile haksızın kim olduğunun belirlendiği ve terapistin hakemlik yaptığı bir anlayışın aksine terapist partnerlerin ilişki içerisindeki ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların karşılanması adına belirginleşmiş kısır döngüleri belirlemede yardımcı olurken partnerlere eşit mesafede yaklaşır ve kişileri değil ilişkiyi tedavi etmeyi amaçlar.

Gottman Çift Terapisi ile;

  • Her bir partner ilişki geçmişlerini, ilişki felsefelerini ve terapi hedeflerini çift terapisti ile paylaşır.
  • İlişkinin değerlendirilmesi ile partnerlerin anlaşmazlık içinde olduğu konular belirlenir ve üzerinde çalışılır.
  • Çiftler, araştırma temelli bileşenlerle sağlıklı ilişkilerde bulunan becerileri edinir.
  • İlişkideki ilgi, beğeni ve saygı sistemini destekleyerek çiftleri bir arada tutmak önceliklidir.
  • İlişkide güveni geliştirmekten, duygusal kopukluğa, çatışmaları ve diğer pişmanlık yaratan durumları onarmaya kadar iyi bir ilişkinin bütün unsurlarını iyileştirmek ve bu alanda beceriler geliştirmek hedeflenir.
  • Çift terapistinin desteği ve koçluğu ile ilişkide olması gereken İletişim becerileri edinilir.
  • Çiftlerin, terapinin ardından ilişkileri için gerekli olan araçları ve yöntemleri öğrenmesi sağlanır.
  • Çift terapisi odaklandığı ilişki becerilerinin yanı sıra, partnerlerin birbiri ile derinden bir bağ kurmalarını sağlayacak olan ilişki dinamiklerini ortaya çıkarmalarını sağlar.
  •  

Gottman Çift Terapisinde Süreç Nasıl İşler?

Süreç çiftlerin etkinliği bilimsel olarak kanıtlanmış değerlendirme araçları, yapılandırılmış çift ve bireysel değerlendirme görüşmeleriyle başlar. Partnerlerin ilk randevuya beraber gelmeleri beklenmektedir. Akabinde bir sonraki seans için her bir danışana bireysel 1 veya 2 seans ayarlanmakta olup, kişilerin bireysel süreçlerinin değerlendirilmesi gerekir.

İlk seansta sizlerin ilişki dinamiklerinizi ve sorunlarınızı anlamayı hedeflerken, bireysel seanslarda kişilerin bireysel öyküleri, çocuklukları, eski ilişkileri ve cinsel yaşantıları (varsa), bireysel psikolojik zorlukları ve bu zorluklarının ilişkileri üzerinde etkileri araştırılmaktadır.

Değerlendirme sürecinin en son aşaması partnerlerin ilişki değerlendirme testlerinin yanıtlaması olacaktır. Ortalama 35 sayfalık detaylı bir değerlendirme testinden sonra elindeki verilerin değerlendirmesi sonucu sizi ilk geri bildirim ve tedavi planlama randevusuna davet ederek ilişki terapisi süreci başlamaktadır.

Terapi seanslarının sona ermesinin ardından çiftlere 6 ya da 12 ay gibi belirli aralıklarla ulaşılarak ilişkinin terapiden sonraki şekli ile ilgili takip görüşmeleri yapılır. İşte bu takip görüşmelerindeki amaç, çiftin terapi sonrasında ilişkileriyle ilgili bir zorluk yaşama oranını azaltmak ve gerekli müdahalelerin yapılmasını sağlamaktır.

PsikoEvim

Ergenler Ne Söyler, Ne Anlatmak İster?

Ergenlik döneminde ergenle ilişkide kalmak, krizi yok eder. Peki nasıl olacak bu ilişkide kalma hali?

Ergenlik Dönemi, ergen sağlam bir çocukluk geçirmiş dahi olsa yaşanan bedensel ve duygusal değişimler sebebi ile her iki taraf için de bir adaptasyon dönemidir. Aileler için ikinci doğum gibi hissedilen bu dönem, ergen için aileden ayrışma dönemidir diyebiliriz. Her iki tarafı da oldukça zorlar, genellikle ergen anlatmak istediğini anlatamaz, ebeveyn doğru yaklaşımı bulamaz. 

Bu dönemde, ergenin yaşadıklarını anlamlandırmak için yalnız kalmak istemeleri başlar. Boşlukta hissetmeleriyle birlikte yenilik arayışı ve risk alma eğilimleri fazlalaşır. Bunlar yaşanırken aile ile ilişki kuramayan ergen, bu boşluğu alkol, teknoloji gibi bağımlılıklarla doldurmaya yönelir.

Yaşanılan zorluk, kurulan iletişim dilindeki farklılıklardan gelir. Müdahaleci olmak, ihmal etmek, işine karışmak, iyi bir dinleyici olamamak sağlıklı iletişimi bozarken, çocuğun bedensel ve ruhsal olarak ayrı bir birey olduğunu kabul etmek sağlıklı iletişimin temelini atar.

İlişki kurmanın ilk adımı nezaket ve saygıdır. Bu noktada, ebeveyn olarak durmak ve kendimize şu soruları sormak çok kıymetli olacaktır.

“Çocuğumla nasıl bir ilişkilenme içindeyim? İletişim dilimiz çatışma üzerinden mi? Bağ kuruyor muyum? Duyuyor muyum onu? Hissediyor muyum gerçekten duygulanımlarını? Yoksa kontrol etmeye, yönetmeye mi çalışıyorum, kendi değerlerimi mi empoze ediyorum, eleştiriyor muyum sürekli? Çocuğumdan beklentilerim neler benim?”

Ergenlerin; Söyledikleri VS Söylemek İstedikleri

“Beni yalnız bırakın” derken aslında “Bana alan açın ki kendi benliğimi bulabileyim” demek ister. Bu noktada, sağlıklı sınırlar çizmek, ergene hareket alanı sağlamak sağlıklı bir ilişkiye adım olacak, ergeni de güvende hissettirecektir.

“Beni anlayan hiç kimse yok” derken aslında “Bedenim büyüyor ama içim hala çocuk yargılamadan bana destek olmanıza ihtiyacım var” demek istiyordur. Bu noktada, ergenin ihtiyacı nasihatleriniz değil, onu sadece dinlemeniz, duyduğunuzu hissettirmenizdir. Ebeveynin iyi bir dinleyici olup “Ben nasıl tepki verirdim duymak ister misin?” şeklinde sorularla iletişime geçmesi sağlıklı olacaktır.

“Herkesten nefret ediyorum, öfkeliyim” derken aslında “Ne hissettiğimi anlayamıyorum aslında kendime öfkeliyim, şefkatine ihtiyacım var” demek istiyordur. Bu noktada, ebeveynin sakin kalıp ergen duygularını düzenledikten sonra iletişime geçmesi daha sağlıklı olacaktır. Ebeveynin, “Çocuğum bu davranışı kimden öğrendi? Ben öfkemi nasıl kontrol altında tutuyorum?” gibi soruları kendine sorması doğru iletişim yolunu bulmasına yardımcı olacaktır.

“Hiçbir istediğim olmuyor, hiçbir şeye izin vermiyorsun” derken artık “Yeni deneyimler edinmek, kendim seçimlerimle yapmak istiyorum, hayatımdaki bazı şeyleri kontrol edebilmeme izin ver” demek ister. Bu noktada, onun ihtiyacı ne? Neden bunu istiyor? Ve ebeveyn olarak hayır dememdeki sebepler ne?’yi düşünmek doğru cevabı bulmanıza yön verecektir.

“Neden benim boyum kısa?, Kimsenin benim kadar sivilcesi yok?” derken aslında şunu ifade etmek isterler, “Bedenimdeki değişim kontrolüm dışında gelişiyor ve bir yandan bunun yasını tutuyorum”.  Bu sebeplerle başkası ile kendini kıyaslamaya giderler. Değişime uyum sağlamaya çalışırlar. Bu noktada, ebeveynin ergenin davranışlarının altında yatan bu sebepleri bilerek anlayışla karşılaması ve yaklaşması ergenle kuracağı iletişimi daha verimli kılacaktır.

Uzm. Psk. Burçe Nurveren

Kardeşler: yaşamımızdaki en uzun ilişkilerimiz

Yukarı daki tanım benim çok sevdiğim ve kardeşlik üzerine kıymetli bulduğum bir kitabın kapak yazısı. Evet, kardeşler bizim yaşam yolundaki en temel ilişkilerimizi oluşturan, aynı şartlar ve koşullar altına birlikte büyüdüğümüz önemli kişiler. Peki bu ilişki bu kadar kıymetli ve önemliyken bir çocuğun kardeşi olacağına kim karar verir? Yada doğru soru belki de şudur: evdeki çocuğumuz kardeş istiyor diye dünyaya yeni bir çocuk getirmeli miyiz? 

Bu soru çok masum ve sevimli görünür ancak içinde barındırdığı yük o kadar ağırıdır ki. Özellikle 0-6 yaş döneminde çocuklar çevrelerinden çok fazla etkilenirler. Etraflarında gördüğü şeyleri onlarda yapmak, onlarda sahip olmak isterler. Ancak bu bilinçli bir seçim değildir. Sadece çevrenin geniş etkisi ile bu olur. Örneğin; çocuğunuzun gittiği anaokulunda kardeşi olan bir çocuk varsa izin evinizin yeni gündemi muhtemelen bu olacaktır. İşte sadece bu anlık ve geçici bir istekle kardeş istiyor diye düşünmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü yine yanı dönem çocukları (0-6 yaş) durumların kalıcı yada geçici olduğu bilgisine sahip değildir. Yani bir gün oğlunuz kız olmak isteyebilir, ertesi gün göz rengini değiştirmek istiyor olabilir yada bir kedi sahibi olmak istiyor olabilir. Bu dönem çocukları işte bu şekilde kardeşi olmasını istediğinde istemediğimde olmaz yada annem onu evden gönderir algısına sahiptir. Tüm bu bilgiler ışığında sadece çocuğum kardeş istiyor diye ona bir kardeş dünyaya getirmek ona çok büyük bir yük vermek değil midir?

Kimi zamanlarda ise dünyaya yeni bir kardeş gelir ve bunu ebeveyn istemiştir. Ancak şimdi ki durum ise acaba çocuğum yeni kardeşe hazır mı olur? Burada genel geçer bir kural ne yazık ki yoktur. Hazır olma hali her zaman değişkendir ancak biz uzmanların öneridi şu noktada olabilir. Eğer çocuğunuzun önemli yaşam olayları varsa kardeşin gelişi bunları gölge düşürebilir ve istemeyeceğimiz tablolar orada çıkabilir. Örneğin; evdeki çocuğunuzun bu yıl ilkokula başlayacak olması doğal olarak ilgi ve alaka gerektirir. Bu durumda evde yeni birey belki de doğru bir zamanlama olmaz. 

Çocuğum kardeşini kıskanır mı bir diğer endişe. Bu endişe aslında herkesin yaşadığı bir durum. Kıskanmak aslında doğal bir his, özellikle anne ve babamız söz konusuysa. Ancak bu duygu sonucunda nasıl davrandığımız önemli olan. Çocuğunuz yeni kardeşini kıskanabilir burada sizi tavanız önemlidir. Elbette kimi zaman bu kıskanma durumu artar ve ilişkilere zarar verirse bir uzman yardımı almak gerekebilir. 

Bebeğinizi Büyütürken Yapılan Yanlışlar

Hamile kaldığımızı öğrendiğimiz an hayaller kurmaya başlarız. Bebeğimle bunu yapacağım, ona böyle davranacağım gibi. Ancak düşünmek her zaman davranmak için yeterli olmaz ve biz yaşam yolunda otomatik davranışlar ile davranırız. Yanlış bile olsa bu durumdan kurtulmak zaman alır. Sizlere bu yazımda bebeklerimizi büyütürken yaptığımız yanlışlardan bahsetmek istiyorum.

1.Bebeği kendimize ait  görmek. Bu en sık yapılan hatalardan biri. Bebeğimiz bize ait değil. Evet, dünyaya gelmesine sebep biz olmuş olabiliriz ancak onun kendine ait özellikleri var. Örneğin doğuştan getirdiği mizacını asla inkar edemeyiz. Sadece biz öyle istiyoruz diye onun mizacını yok saymak kişilik gelişimini ve tüm yaşamını olumsuz etkiler. 

2.Bebeğimizle ilişki kurarken kitabi davranmak. Hamilelikte kitaplar okur ve notlar alırız. Bebeğimiz doğduğu anda ise ona okuduklarımız ile davranmaya çabalarız. Şu kitapta gece her saat başı emzir diyor diye acıkmadığı halde bebeği zorla uyandırmak ve emzirmek anne bebek arasında ki güven ilişkisini bozar. Bunun yanında bebeğe kendi ihtiyaçlarını duyumsama imkanı da vermemiş oluruz. Bebek benim duyumsadığım ihtiyaçlarım gerçek değil, gerçek ihtiyaçlarımız ancak başkası bilebilir gibi yanlış bir algı oluşmasına sebep olur. Bebeğimizi büyütürken mutlaka kitaplar bize ışık tutan ancak bunların yanında kendi içgüdülerimizi dinlememiz, bebeğimizin mizacını ihtiyaç ve arzularını göz önünde bulundurmamız çok kıymetli ve değerlidir.

  1. Bebeğin bizden ayrışmasına izin vermemek. Yaşadığımız toplumda benim dikkatimi çeken ciddi bir sorun var. Bizler bebeklerimize öyle bağlanırlarız ki, zamanı geldiğinde bizden ayrışmalarına ve kendi kişiliklerini bulmalarına izin vermeyiz aksine bunu bize yapılmış bir haksızlık ve hatta kötü niyet addederiz. Ancak bu ciddi bir yanlıştır. Bizlerin ebeveynler olarak en temel görevimiz ihtiyaç anlarında orada var olduğumuzu hissettirmek ve dünyayı keşfetmeleri için ortam oluşturmaktır.

4.Bebeğimizin gelişimini diğer bebeklerin gelişimi ile karşılaştırmak. Özellikle bebeklerin ilk üç yılında ciddi davranış gelişimleri olur. Bu sürede yürürler, konuşmayı öğrenirler, oyunlarının içeriği zenginleşir… işte bu görünen davranış değişiklikleri etraftaki diğer bebeklere dikkat kesilmemize sebep olur. İstemesek de bu karşılaştırmayı yapar ve hatta bebeğimizin “onun” gibi gelişmesi için zorlamalarda bulunuruz. Ancak burada unutmamız gereken bir durum var. Her çocuk ve birey parmak izi kadar özeldir ve gelişim evrensel olsa da kendi içerisinde bir takım öznel dönüm noktaları taşır.  Gelişim ile ilgili kararı verebilecek en yetkili kişi bebeğinizi takip eden ve onu yakından tanıyan sağlık çalışanıdır. 

PsikoEvim

Hamilelikte Yaşanan Psikolojik Değişiklikler”

Hamilelikte hormonal, fiziksel ve kimyasal değişiklikler yanında psikolojik değişiklikler de görülür. Hormonal değişiklikler, bebek bekleyen anne adaylarını psikolojik açıdan oldukça etkileyebilir. Ani gelen ağlama isteği, normalden çok daha duygusal hissetme, dürtü kontrolünde sorunlar (örneğin:ani öfkeler) gibi duygu dalgalanmaları bu sürecin bir getirisidir. Özellikle ilk kez hamilelik yaşayan kişiler için bilinmezliğin getirdiği endişeler de duygusal açıdan sizleri zorlayabilir.

Doğum nasıl olacak, bebeğim sağlıklı şekilde dünyaya gelecek mi, bebeğimi nasıl büyüteceğim, iyi bir anne olabilecek miyim soruları pek çok anne adayının kafasını kurcalar. Bu noktada kaygılar, bilinmezlikten kaynaklandığı için konular hakkında okumalar yaparak sizleri neyin beklediğini öğrenmek rahatlamanızı sağlayacaktır.

Bu dönemde yaşanan tüm duygusal dalgalanmalar anne adayları için normal olsa da bazı kişiler için sorunlarla başa çıkmak zorlayıcı olabilir. Anne ile bebek arasındaki bağ çok kuvvetli olduğu için bu dönemde yaşanan pek çok olay bebeğinizin hissetmesine neden olur. Zorlandığınız noktada, sağlıklı bir hamilelik dönemi ve doğum geçirmek, doğum sonrası için de yaşadığınız kaygılarınızı en aza indirmek için profesyonel bir destek almak oldukça güvenli bir seçenektir. Böylece sadece annenin sağlığı değil bebeğin sağlığı da güvence altına alınır.

Psikolog Belce Başcı

Başarı Yolculuğu ve Mücadele Gücü

İş yaşamında başarı, belirli bir noktadan başlayıp çoğu kez öngöremediğimiz bir noktada biten bir yolculuktur. Bazı insanların yolculuğu uzun, bazılarının ise oldukça kısa solukludur. Kimi insan rahat ve keyifli bir yolculuk yapar, kimilerinin yolculuğu da çok zorlu ve sıkıntılı geçer. Yollar her zaman düz değildir. Engeller, uçurumlar, zor yürünen engebeli araziler, dar patikalar vardır. Bazıları için iş yaşamı düz bir ovada yürümek kadar kolay, çiçekli parklarda ve bahçelerde dolaşmak kadar keyifli olabilir. Ancak çoğumuz ,belki de ekonomik ve toplumsal yapının bir sonucu olarak sürekli iniş ve çıkışlarla dolu bir hayat yaşarız.

Yönetici, başarı yolculuğunda bazen bir tepeye çıkıp geniş bir ufka bakar. Tepede mutlu ve güvenlidir. Bazen bir uçurumun dibine düşer ya da bir bataklığa saplanır. Yol boyunca fırtınaya, kasırgaya yakalanır, tipiye, doluya tutulur. Şüphesiz, onun arzusu güneşli güzel günlerde, kuş sesleri dinleyerek, çiçekleri seyrederek yürümektir. Yolculuğunun bir yerinde böyle yerlere geleceğini umarak yola devam eder.

Yolda, dağda, bir patikada yürürken önüne bir kayanın düştüğünü ve yolu kapattığını gören bir insanın iki seçeneği vardır. Kayayı bahane edip geri dönebilir ya da bir yol yöntem bulup kayanın üzerinden aşabilir. Kayayı aşıp, yeniden yola koyulduğunda moralinin yükseldiğini, ufkunun genişlediğini ve cesaretinin pekiştiğini görecektir. Artık bu tür engeller onun için bir engel değildir. Yaşam yolculuğunda başarılı olmak için güçlü bir mücadele ruhu gerekir.

Mücadele ruhu, düştükten sonra kalkıp yola devam etmesini bilmek ve engellerle karşılaşıldığında da bir bahane bulup geri dönmemektir. Bu ruh, başkalarının yardımıyla, uyarılarıyla, telkinleri ve teşvikleriyle kazanılabilecek ya da artırılabilecek bir özellik değildir. İnsanın kendisinde olan, ancak kendisi isterse ortaya çıkan ve geliştirilebilen içsel bir güçtür. Bu nedenle, mücadele ruhunu beslemeyi ve geliştirmeyi bir başkasından beklemeyelim. Başkaları belki bize örnek oluşturabilirler ya da kendi yol ve yöntemlerini bize anlatabilirler. Ancak, gerçekten tutkuyla istemiyorsak ve çaba göstermiyorsak onların bizi değiştirmesi olasılığı oldukça düşüktür.

Bir işe giriştiğinizde çoğu kez olabilecek bütün aksilikler sizi bulur. Sınırlı olan zamanınız, kıt olan kaynaklarınız iyice tükenir. Önemli bir görüşme için bir yere yetişecekseniz aracınızda bir sorun yaşarsınız ve başka araç da bulamazsınız. Bir proje, teklif, rapor ya da sunum yetiştirmeniz gereken bir günde bilgisayarınızda, yazıcınızda veya internet bağlantısında sorunlar vardır. Yardım edeceğini umduğunuz çalışma arkadaşınızın önemli bir işi çıkar. Evinizde eşiniz ya da çocuklarınızla ilgilenmeniz gereken bir durum vardır ve bu dikkatinizi dağıtır. Bütçenizi planladığınızı düşünürken umulmadık bir harcama, yeni bir ödeme çıkar ve canınız sıkılır. Son derece önemli bir ihtiyacınızı karşılayacak araç, gereç, bazen basit bir kırtasiye malzemesi o sırada elinizin altında yoktur.

Mücadele gücü, bu ve benzer durumlarda soğukkanlılığı elden bırakmadan, sabırla ve dikkatle, umudu yitirmeden başlanan işi bitirmek, sonuna kadar gitmektir. Güçlüklere, engellere karşın yola devam etmek çevredeki diğer insanları etkileyecek, onların da cesaretini artıracaktır. Mücadele gücü, insanın kendini geliştirmesi, liderlik ruhunu kazanması, kendini yönetmesi ve başkalarını etkilemesi açısından son derece önemli bir güçtür. Bu gücün farkında olan, onu ortaya çıkaran, kullanan ve geliştiren insanlar yaşam yolculuklarında başarıya ulaşacaklardır.

Güven, insanın dürüstlüğüne, bütünlüğüne ve haklılığına inanmak, ondan emin olmaktır. Güvenin dereceleri veya türleri vardır. Sorgusuz, koşulsuz inanmaktan ve iman etmekten başlayıp bilinçli olarak güçlü nedenlere dayalı bir biçimde güven duymaya ve kayıt ve kontrollerle güvencenin sağlanmasına kadar değişen durumlar vardır. Bunlar birbirlerinden farklı değillerdir, bir sürecin aşamalarıdır ve daha önemlisi durumsallık gösterirler. Bir kişiye, kendisinin dürüst, yetenekli ve güvenilir bir kişi olduğunu söylediği için güvenmek bazen aşırı iyimserlik hatta saflık olabilir ve hiç arzulanmayan sonuçlar verebilir. Güven, aynı zamanda öngörülebilirliğin de kazanılmasıdır.

Güven bir sistemin en uygun biçimde işleyebilmesi için zorunludur. Güven olmaksızın insanlar, ekipler, bölümler, birimler arasında işbirliği olamaz. Karşılıklı güven olmadığında her birey ya da birim kendi kısa dönemli çıkarlarının peşine düşecek, kurumsal amaçları düşünmeyecek ve kararlarını sistemi düşünerek vermeyecektir. Bu nedenlerle, yönetim anlayışında bir dönüşüm kaçınılmazdır. Dönüşüm, yeni ilkelerin benimsenmesi ve sistemi oluşturan bütün parçaların bütünleştirilmesi anlamına gelmektedir. Dönüşüm bireyle başlar. Bir liderin görevi dönüşümü kolaylaştıracak güven ortamını yaratmaktır. Herkesin kendisini korkusuzca değerlendirebileceği ve gelişme alanlarıyla yüzleşebileceği ortamları yaratmak değişim liderlerinin görevidir.

Güven, günümüzün organizasyonlarında vazgeçilmez önemi olan bir unsurdur ve adeta her şeyi bir arada tutan, birleştiren tutkaldır. Güvenin sağlanması, çalışanları organizasyonun geleceğinin ortakları konumuna getirmektedir. Performansı yalnızca iyileştirmek için değil, zor ve bunalımlı dönemlerde de varlığı sürdürebilmek için vazgeçilmez unsur güvendir. Organizasyonun bunalımlı dönemleri aşabilmesi için ihtiyaç duyacağı nefes odası, bir güven rezervinin olmasıdır. Küçülme ve yeniden yapılanma gibi sıkıntılı dönemlerde yapıcı enerjiyi sağlayacak olan organizasyondaki güven rezervidir.

İnsanlar geçmişte iyi çalıştıklarında, bağlılık gösterdiklerinde ve yeterli sonuçlar ürettiklerinde istedikleri kadar işlerinde kalabileceklerini düşünmüşler ve liderlerine güvenmişlerdir. O dönemlerde bu düşüncelerinin doğruluğunu test etmek akıllarından geçmemiştir. Ancak iş dünyasında bunun böyle olmadığını yaşayarak öğrenmişlerdir. Günümüzdeki hızlı değişim ve yaşanan ekonomik ve sosyal istikrarsızlık insanlardaki güvensizlik duygusunu artırmıştır. Çoğu organizasyonda çalışanlar, yönetime güven duymamakta, verilen sözlerin tutulacağına inanmamaktadır.

Günümüzde karşılıklı güvensizliğe dayalı bir yönetim anlayışı vardır ve bunun maliyeti çok yüksektir. Güven eksikliği iş dünyasını hemen her yönden olumsuz etkilemektedir. Yönetimin derin, geniş ve güçlü bir güven kültürü bakış açısına; işbirliği ruhuna, ortak sahiplenme anlayışına ve kazan-kazan yaklaşımına dayalı olması gerekir. Güvensizlik, iş dünyasında basit ya da karmaşık her işlemin, sürecin ya da iş anlaşmasının çok ayrıntılı ve çok uzun bir biçimde yazılı hale getirilmesine, hukukçular tarafından dikkatle incelenmesine, onaylatılmasına, karşılıklı imzalanmasına ve sonuçta ciddi zaman ve para kayıplarına neden olmaktadır. Bu gerçekte önemli bir maliyettir.

Güven, yönetimin davranışlarıyla artırılabilir ya da azaltılabilir. Eğer bir organizasyon, çalışanlarına karşı açık ve dürüst değilse, verilen sözler tutulmuyorsa, iletişim kanalları bir yerlerde kapatılıyorsa, işler saklı ve gizli yürütülüyorsa, çalışanlar sürekli ve sistemli olarak karar alma sürecinin dışında bırakılıyorsa orada güvenin kaybolması kaçınılmaz olacaktır.

Organizasyonlarda en çok ihtiyaç duyulan duygu, emek harcanarak kazanılmış ve zenginleştirilmiş olan güvendir. Organizasyonlarda kayıpları azaltmak, kaynakları daha etkin kullanmak ve bürokratik bataklıklara saplanmış olanların yaratıcı enerjilerini özgür bırakmak için gerekli olan duygu budur.

Güven, dostluk, kardeşlik, paylaşma, dayanışma ve adalet duygularını akla getirebilir. Ancak iş dünyasındaki güven, dostluk-arkadaşlık duygusundan çok yetkinliğe ve güvenilirliğe gösterilen saygıdan kaynaklanır. Dostluk, adalet, haklara saygı güven için gerekli ancak yetersiz koşullardır. İçsel bağlantılılık, yetkinlik ve güvenilirlik de büyük önem taşır. Dürüstlük, güven için şüphesiz her durumda bir ön koşuldur. Etik standartların yüksek olduğu toplumlarda yalan söylemek, aldatmak, çalmak ve diğer toplumsal kuralları bozucu davranışlarda bulunmak ciddiyetle ele alınır. Çünkü güven ortamının korunması her şeyden önemlidir.

İkiyüzlü bir insanın var olduğu bir iş ortamında kendisini kötü hissedenler, zor durumda kalanlar bu durumun farkında olup, bunun sonuçlarını görerek önlem almaya çalışanlar elbette olmaktadır. Ancak, açık ve dürüst olmayı özendirenler, içi dışı bir olanlar ikiyüzlü insanların doğrudan hedefi olurlar. İkiyüzlüler, bu tür insanları kendisi için tehlike olarak görürler, öncelikle onlarla uğraşır ve onlara saldırırlar.

İkiyüzlü insanlar tarafından aldatılanlar, büyük olasılıkla gerçeği hissetmekte, durumu fark etmektedirler. Ancak, hoşlarına giden sözleri duymaktan, yapmacık da olsa gururlarını okşayan davranışlar görmekten mutlu olan insanlar da vardır. Onlar, bu durumdan pek şikâyetçi değillerdir. Tam tersine kendilerine dürüst davrananları, gerçekleri anlatanları çok fazla dikkate almazlar. Hatta bu gerçek dostlarının kıskançlık, çekememezlik gibi duygularla hareket ettiklerini bile düşünebilirler.

İkiyüzlüler genelde çok rahat insanlardır. İkiyüzlülükleri ortaya çıktığında, farklı kişilere farklı konuştukları anlaşıldığında bundan hiç rahatsız olmazlar. Utanmazlar, sıkılmazlar, özür dilemezler. Kendilerini haklı gösterecek nedenleri mutlaka vardır. Çoğu kez hiçbir tereddüt göstermeden inkâr ederler. Gerçeği ortaya koyan insanları yalancılıkla, dedikodu yapmakla, kıskançlıkla suçlarlar. Bunlar, ikiyüzlü olmaktan da öte yüzsüz insanlardır.

Yüzsüz insanlar ahlak, iş disiplini, insana saygı, sorumluluk gibi kavramlarla hiç tanışmamışlardır. Onlar için amaçlarına ve çıkarlarına uygun olan her davranış ve düşünce doğrudur ve o şekilde düşünmeye ve davranmaya sonuna kadar hakları vardır. Kendilerince her zaman haklıdırlar. Kendileri dışında herkes haksızdır, küçüktür, aşağılanmaya layıktır.

İş ortamlarında ikiyüzlü ya da yüzsüz insanlarla ilgilenmenin iki yolu olabilir. Birincisi, onları yok saymak, önemsememek, görmemezlikten gelmek ve olabildiğince yalnız bırakmaktır. Bu durum o kişileri daha saldırgan yapabilir. Ancak saldırganlıkları da kendilerini ele vermelerine neden olabilir. Böylece bu insanları fark etmek ve onlardan uzaklaşmak daha kolay olabilir.

İkinci yol ise bu insanları kazanmak için zaman ve emek harcayarak tutumlarını değiştirmelerini sağlamaktır. Bu yol, o insanın ikiyüzlülüğünün ya da yüzsüzlüğünün karakter sorunu değil, bir davranış sorunu olması durumunda işe yarayabilir. Ancak, her iki yolun da zor olduğunu baştan kabul etmek gerekir. Belki de en iyisi, insanın dostlarını ve iş arkadaşlarını seçerken çok dikkatli olması ve sorunlu ilişkileri baştan engellemesidir.

Bazı insanlar ilişkilerinin anlamını ve önemini iyi bilirler, onları korumak ve geliştirmek için özel dikkat gösterir, ciddi çabalar harcarlar. Bazı insanlar ise ilişkilerini ciddiye almazlar. Kolay ve yüzeysel ilişkiler kurarlar ve değer vermedikleri ya da değerini bilmedikleri için çok kolay da harcarlar. Onlar için bir ilişkinin sürekli ve sağlıklı olması gerekmez. Onlar, kendilerini herkesten önemli ve üstün gören bencil insanlardır.

Genellikle, kendi ilişkilerinde başarılı olmayanların geliştirdikleri bir yetenek başkalarının ilişkilerine taraf olmak ve o ilişkileri (kendilerince) düzenlemeye çalışmaktır. Bu insanların bazıları adeta işlerini güçlerini bırakmış, çevrelerindeki ilişkileri izlemekte, ilk fırsat çıktığında ilişkiye taraf olmakta ve o ilişkiyi de bozmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Kendilerine sorarsanız, hep iyi niyetlidirler, yapıcı ve yardımcı olmaya çalışmaktadırlar. Kendilerini çevrelerindeki insanların ilişkilerini kurtarmakla, geliştirmekle sorumlu görürler. Adeta kendilerini bu işe memur etmişlerdir. Özellikle zorlanan ilişkilerde iki taraf arasında arabulucu rolünü oynamaya bayılırlar. Çatışmacı durumlarda, haklıyı haksızı ayırt edebileceklerini, ilişki sorunlarını çözebileceklerini ve ilişkilerin sürmesini sağlayabileceklerini düşünürler.

Ancak, gerçek yaşamda durum böyle değildir ve ilişki geliştirme memurunun (!) gerçek niyeti de bu değildir. Bu insanlar, sorunlu ilişkilerle ilgilenmekten çok, ilişkilerde sorun yaratmayı daha iyi başarmaktadırlar. Olağan iş yaşamlarını sürdüren, ilişkilerinde bir sorun yaşamayan arkadaşlarına iyi giden ilişkilerinin bir gün mutlaka bozulacağını anlatırlar. Bunda da oldukça inandırıcı olurlar. Çevrelerindeki insanların birbirleriyle iyi ilişkiler içinde olmasından rahatsızlık duyarlar. Onlara göre, bir şeylerin mutlaka ters gitmesi gerekir, her şeyin iyi olması, aslında bir şeylerin ters gittiğini göstermektedir. Yakın çevrelerindeki insanların ilişkilerinin iyi olması onları rahatsız eder. Kendileri iyi ilişkiler kuramadıkları için başkalarının iyi giden ilişkilerini akılları almaz, kabul edemezler.

İlişki memurları, başkalarının ilişkilerine yardımcı olmak adına taraflar arasındaki saygı ve güveni ortadan kaldıracak her fırsatı değerlendirirler. Bazen de daha ileri giderek, bunun için oyun planları yaparlar ve uygularlar. İlişkilerini bozdukları insanlara daha sonra yaklaşıp “ben zaten biliyordum, söylemiştim” demek onlara adeta keyif verir. Bu insanlar, daha sonra da ilişkilerini bozdukları insanlara yakın olup, yeni girişimlerde bulunmalarını desteklemekte, fakat her defasında başarısız olmaları için açık ya da gizli çaba harcamaktadırlar.

Bu insanlar; özel yaşamda aile üyeleri, akrabalar, yakın komşular ya da aile üyelerinin birinin ya da birkaçının sıkça temas ettiği diğer bazı insanlar olabilir. İş yaşamında ise ilişki memurları bazen üst yöneticiler, çalışma arkadaşları, büyük müşteriler ya da bazı kıdemli elemanlar olabilmektedir. Bunların ortak özellikleri, kendilerine güven yaratabilecek ikna yeteneğine sahip olmalarıdır. Kendilerine akıl danışılan, yaşına ve deneyimine saygı duyulan bazı insanlar ne yazık ki bu avantajlarını kötü niyetle kullanmaktadırlar.

İlişkilerinize değer veriyor ve onları korumak istiyorsanız çevrenizdeki ilişki geliştirme memurlarına dikkat etmelisiniz. Kendi ilişkilerinizi başkalarının görüş ve önerilerine göre yönlendirmeyin. Onların kehanetlerine itibar etmeyin. İlişkileriniz konusunda size akıl verenlerin kendi ilişkilerini nasıl yürüttüklerine bakın. Size söyledikleriyle yaptıkları arasında tutarlılık arayın. Şüphesiz, her konuda olduğu gibi ilişkileriniz konusunda da başkalarından fikir, görüş ve öneriler almalısınız. Ancak, her şeyden önce o insanların iyi niyetinden, samimiyetinden, açık ve dürüst olduklarından emin olmalısınız.

İsmetBarutcugil

Sabırsız Mısınız? Gündelik hayatta insanların sabrını zorlayan, sinirlenmesine neden olan pek çok durum ya da olay yaşanabilmektedir. Trafikte, iş yerinde, aile içerisinde ve bu gibi çeşitli yerlerde yaşanan olaylar ya da bazı etkenler insanlarda öfke nöbetleri meydana getirebilmektedir. Genel olarak bakıldığında sabır, insanları ve durumları olduğu gibi kabul etme yeteneği ya da davranışı olarak ifade edilmektedir. İnsanların birçoğu sabrın ne kadar önemli olduğunun farkında olurken, daha sakin ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmek adına sabırsızlığı yenmek için uğraş vermektedir.

Sabırsızlık insanın psikolojisini olumsuz yönde etkileyen bir özelliktir. Sabırlı olmak ise ulu bir erdem olarak kabul edilmektedir. Hayatta değeri olan her şey zaman içerisinde gerçekleşmektedir. Sıkı çalışmanın, başarılı olmanın, istenilen ya da hedeflenen şeyleri elde etmenin, iyileşmenin, daha iyi yerlere gelmenin ve bunun gibi pek çok kıymetli şeyin gerçekleşmesi için belirli ya da belirsiz bir zaman ihtiyaç duyulmaktadır. Zaman ise sabır gerektirir.

Sabırsız Mısınız? Sabırsızlığın Genel Nedenleri

Sabırsızlık nedenleri, genellikle insanın yapısı ve yaşadıkları ile alakalıdır. Bunun yanı sıra son zamanlarda yapılan araştırmalar teknolojinin de sabırsızlık nedenleri arasında yer aldığını göstermektedir. Cep telefonları, fotoğraf makineleri, iPod, e-posta ve bunun gibi pek çok dijital teknoloji ürünü sayesinde anında istediklerine ulaşabilme imkanı sağlarken, bu durum insanlara yaşamın diğer alanlarında da aynı performansı görme isteği kazandırmaktadır. Bu nedenle de sabırsızlık psikolojisi ortaya çıkmakta ve bununla beraber çeşitli sorunlar da meydana gelmektedir.

Sabırlı Olmak için Neler Yapmalısınız?

Sabırsızlığı yenmek için uygulanabilecek pek çok yöntem bulunmaktadır. Örneğin; asla yargılamamak, çatışmadan uzak durmak, başkalarının kendisine neler verebileceğinin farkına varmak, nefes almak, yavaşlamayı denemek, zamana bırakmak, sabır taşı taşımak, meditasyon yapmak, farklı uğraşlar edinmek, sabırsızlık nedenlerini anlamak, kullanılan ilaçlara dikkat etmek, sabırsızlığı yenmek için dikkat edilmesi gereken konulardandır. Tüm bunların yanı sıra kişinin uzman bir psikologdan destek alması da bu konuda faydalı olmaktadır. Genellikle danışanlarına çeşitli terapi yöntemleri uygulayan uzmanlar, insanların daha sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesine yardımcı olmaktadır.

Uygulanan psikoterapi yöntemleri genellikle insanlara farkındalık kazandırmaktadır. Bu sayede beklentileri kapasiteye göre belirlemek, öfke kontrolü sağlamak ve arzuları yerine getirmek için yeterli zamanı sağlamak mümkün hale gelmektedir.

Psikolog Mehmet Cem Yiğit

Günümüz yaşamının yoğun koşturmacası, sürekli bir yerlere yetişmek durumunda olmamız sabırsız olmamızın başlıca nedeni olarak gösterilebilir. Yavaş ilerleyen iş ve işlemler sabırsızlanmamıza neden olur. Çünkü bunların bir sonraki işleri engelleyeceğini, acele edilmesi gerektiğini, zamanımızın değerli olduğunu biliriz. Ancak sabırsız olmamızdan dolayı yaşam zor bir hal almaya başlamışsa o zaman ortada psikoloji ile ilgili bir sorun var demektir.

Genellikle bir kişilik özelliği olarak bilinen sabırsızlık bazı kişilerde psikolojik rahatsızlık olarak ortaya çıkar. Sabırsızlık; tez canlı olmak, bir şeyin gerçekleşmesini beklerken tahammülü olmamak, her şeyin bir an önce olmasını istemektir. Bu durum kimilerinde normal boyutlarda seyrederken, bazı kişilerde bir hastalık haline gelir. Sabırsızlık psikolojisi içinde olanlar sürekli huzursuzdurlar. Bununla da kalmayıp çevrelerindeki herkesi de huzursuz ederler. Yaşam döngüsü içinde her şey için bir sürecin işlediğini kesinlikle kabul etmezler. Günümüzde çocukların ve gençlerin daha çok sabırsız olduğu görülür. Yaş ilerledikçe ve yaşama dair deneyim kazanıldıkça kişilerin sabırsızlık hali de törpülenir.

Sabırsızlık nedenleri aslında biraz da içinde bulunduğumuz şartlara ve etkileşim içinde olduğumuz insanlara da bağlıdır. Sabırsızlık aslında sonradan edinilen bir davranış şeklidir.  Uzmanlar sabırsızlığı öfke kontrolü ile bağdaştırıp ele alıyorlar. Sabırsızlık nedenleri arasında toplum baskısı, bir yerlere yetişememe kaygısı, işlerin yetişmeyeceği endişesi, zamanı sürekli kaçırıyor gibi hissetme duygusu, hedeflere bir an önce ulaşma isteği de sıralanıyor.

Sabırsızlığın sonradan edinilen bir davranış şekli olması bu durumdan kurtulmanın kolay olmasını sağlıyor. Eğer sabırsız olduğunuzun farkındaysanız, bunu yenmek için çaba harcayıp başaramadıysanız veya çevrenizdekiler sizin sabırsız olmanızdan şikayetçiyse bu durumu uzman psikolog yardımıyla çözüme kavuşturabileceğinizi bilmelisiniz. Psikoloğa başvurmanız halinde katılacağınız terapi seanslarında sabırlı olmayı öğrenebilir, yaşamınızı belki de çok daha kolay hale getirebilirsiniz.

Sabırsızlığı yenmek için atılacak adımlar aslında daha düzgün bir psikolojiye sahip olmak için de atılmış sayılır. Çünkü sürekli sabırsız olan bir kişi gerginleşir. Gecikmeler karşısında öfkelenir. Bir an önce sonuca ulaşmak istediklerinden özel, sosyal ve iş yaşamında ilişki içinde oldukları kişilerle iletişim sorunları yaşamaya başlarlar.

 Uzm. Psk. Sefa Mutlu Özdemir

Bir gün, hayatınızdaki her şey yolunda gidiyor. İşe gidiyorsunuz, arkadaşlarınızla görüşüyorsunuz, her gününüz olması gerektiği gibi. Bir anda, hiçbir uyarı olmadan, dünyanız karanlığa gömülüyor.

Bir anda  dün güvendiğiniz her şeye karşı korunma ihtiyacı hissediyorsunuz. Daha önce size kendinizi mutlu hissettiren ilişkilerinize karşı öfke, acı ve reddedilme hisleri duymaya başlıyorsunuz. Aniden kendinizi kaybolmuş, yalnız ve terkedilmiş halde buluyorsunuz.

Bir anda ne değişti? Bu sadece bir ruh hali dalgalanması mı? Depresyon belirtileri mi? Büyük ihtimalle değil. Muhtemel sebep, beklemediğiniz sürpriz bir tetikleyiciyle karşılaşmanızdı.

Bir durum ya da bir kişi, terk edilme psikolojinizi tetikledi. Ve bir anda kendinizle, hayatınızla ve sevdiğiniz kişilerle ilgili duygularınız size tamamen farklı bir şekilde görünmeye başladı.

Terk edilme psikolojisi bu kadar güçlüdür.

Terk edilme psikolojisi, sizin için önemli bir insanın beklemediğiniz bir anda sizi terk etmesi sonrası yaşadığınız yaralanmadan kaynaklanır. Örneğin, çocukluk çağındayken ebeveynlerinizden birinin sizinle eskisi kadar ilgilenmemesi (ya da evi terk etmesi veya vefat etmesi) ya da yetişkinlik döneminizde eşinizin beklenmedik bir anda sizi bırakması. Böyle bir terk edilme durumu, ruhunuzda bir terk edilme yarası bırakır.

Terk edilme yarasının farkında olmak gereklidir, aksi takdirde yüzeyin altında durur ve bir tetikleyiciyi bekler. Yıllar sonra, sevdiğiniz biri size eskisi kadar önemsenmediğinizi hissettiren bir davranışta bulunduğunda -sadece beraber yenecek bir öğle yemeğini iptal etmek bile olabilir- bu durum tüm dünyanızın karanlığa gömülmesine neden olabilir.

Sizi Terk Edilme Psikolojisine Karşı Korunmasız Yapan Nedir? Elbette Bunun Farkında Olmamak.

Hayatının bir döneminde terk edilmiş olan herkes, terk edilme tetikleyicilerine karşı bu denli hassas olmaz. Bazı insanlar, diğerlerine nazaran daha korunmasızdır. Sizi daha hassas yapan ise terk edilme yaranızın farkında olmamanızdır.

Genel olarak kendi duygularınıza çok fazla önem vermeyen biriyseniz, terk edilmek gibi acı verici olayların duygusal etkilerini hafife almaya eğilimli olabilirsiniz. Yaşadığınız olayın gerçek etkisinin farkında olmamak, bu duyguların hayatınızın ilerleyen dönemlerinde tüm gücüyle karşınıza çıkmasına neden olabilir.

Derinlere gömdüğünüz, farkında olmadığınız yara yüzeyin tam altında bekler. Bu volkanın altında beklemekte olan lavlara benzer. Yaranız küçücük bir olayın tetiklenmesi ile su yüzüne çıkar.

Nedeni Çocukluğunuzda Gizli Olabilir mi? Kesinlikle Evet.

Siz çocukken aileniz tüm duygularınıza karşılık verdi mi? Duygularınız dile döküldü mü? Kendinizi üzgün ya da sinirli hissettiğinizde onlardan destek gördünüz mü?

Bunlardan birine bile hayır cevabı verdiyseniz, çocukluğunuzda yeterince duygusal destek görememişsiniz demektir. Bu durum, çocuklukta ihmal yaşadığınız anlamına gelir.

Ebeveynleriniz duygularınıza yeterince karşılık vermediğinde, bilinçaltınıza farkında olmaksızın güçlü bir mesaj gönderirler: “Duyguların önemli değil.”

Yetişkinlik hayatına adım atmaya başladığınızda, kendi duygularınızı gözden kaçırmaya başlarsınız. Duygusal yaralarınıza yeterince dikkat edemeyecek şekilde ayarlanırsınız.

Duygularımız, çok eski olanlar bile, tarafımızdan kabul görünceye kadar kaybolmazlar, yüzeyin altında bir tetikleyici bekleyerek durmaya devam ederler.

Terk Edilme Psikolojisini İyileştirmenin 4 Adımı

  1. İlerlemek için geriye gitmek zorundasınız. Sizi yaralayan o ilk terk edilme anını tespit edin. Size şu an önemli gibi gelmese de, o an sizin için önemli olduğunu ve onu görmezden geldiğinizi kabul edin.
  2. Güvendiğiniz bir kişiye, terk edilme yaranızı anlatın. Bir dost ya da bir terapist iyi bir seçim olacaktır. O an nasıl hissettiğinizi hatırlamaya çalışın. Yaşadığınız o anı, yetişkin zihninizin bilgeliğiyle yeniden anlamaya çalışın.
  3. Çocukluk döneminde yaşadığınız ihmalin üzerinde çalışmaya başlayın. Duygularınıza daha fazla dikkat edin. Neler hissettiğinizi fark edin ve kelimelere dökün.
  4. Terk edilme yaranızı sahiplenin. O duygu sizin tarafınızdan kabul edilmeyi bekliyor. Onu sadece kabul etmek bile sizi eskisine göre çok daha güçlü kılacak.

Acınızı kabul ettiğinizde ve ona gereken önemi verdiğinizde, inanılmaz bir şey başarmış olursunuz. Terk edilme yaranızı iyileştirmeye başlarsınız ve tetikleyicilere karşı daha az korunmasız hale gelirsiniz. Aynı zamanda benliğinizin en derin taraflarıyla yüzleşir ve kendinize gereken önemi vermiş olursunuz.

Duygusal farkındalığa ulaştıkça, çocuklukta ihmali iyileştirmeye başlarsınız. Gücünüzü geri alır ve ilerlersiniz. Terk edilme psikolojisini geride bırakabilmeyi başarırsınız.

Çocuklukta ihmal, görünmez olabilir. İhmal edilip edilmediğinizi fark edemeyebilirsiniz. Çocuklukta ihmal ile ilgili daha fazla bilgi almak ve nasıl iyileşebileceğinizi öğrenmek için Çocuklukta İhmalin İzi: Boşluk Hissi kitabından yardım alabilirsiniz.

Dr. Jonice Webb, Psikoterapist / Çeviren: Pınar Göker

İrade ve sabır, zayıflama sürecinde sizin için hayati önem taşımaktadır. İradeniz, sizi yarı yolda bırakmak için elinden geleni yapacaktır. Eğer siz bunlarla savaşmayı öğrenirseniz tamamen siz kazanırsınız. Fakat, bunlara sık sık yenilmeye başlarsanız o zaman büyük bir sorunumuz var demektir. Bu süreçte, savaşabilmek ve savaştan galip ayrılmak için de, zayıflama sürecine başlamadan önce kendinizi psikolojik olarak hazırlamalısınız.

Eğer siz aniden karar verip, bu konuda hiç düşünmeden ertesi gün bir diyetisyene giderseniz iradenize kısa zamanda yenilmeniz olasıdır. Mutlaka bu konuda düşünün, kendinizi bunu başarabileceğinize ikna edin, mutlaka pozitif düşünün. Sizden neler isteneceğini bilin ve bunlara kendinizi hazırlayın. Kendinizi hazırladıktan sonra bir diyetisyene gelirseniz o zaman her şey çok daha rahat, basit ve kolay olur.

Herkes sık sık diyete başlar. Genelde bu diyetlere hep pazartesi günü başlanır. O gün günlerden pazartesi değilse pazartesi beklenir. Ya da, nasıl olsa önümde daha 4-5 gün var az yer kilo veririm, diye düşünerek önündeki 2-3 gün canı ne istiyorsa onu yer ve yapar. Bu, zayıflama sürecine başlayacak kişinin ilk hatasıdır. Kişi henüz kendisini psikolojik olarak zayıflamaya hazırlamamış demektir ve başlayacağı bu süreçten büyük bir ihtimalle fazla yarar sağlayamayacaktır. Kararlı olan kişi bu sürece vakit geçirmeden hemen başlar.

Sağlıklı beslenmek için kişiyle görüştüğümüzde hemen pazarlık süreci başlar. Genelde bu pazarlıklar şu şekildedir;

  • Ben asla çikolata yemeden duramam, her gün mutlaka çikolata yemeliyim.
  • Yürüyüş yapacak vaktim hiç yok. Egzersiz yapamam.
  • Sabahları kahvaltı yapacak vaktim olmuyor. Hemen evden çıkmam gerekiyor.
  • Sabahları kalktığımda canım bir şey yemek istemiyor. Alışkın değilim.
  • Ben alkol tüketiyorum ve bunu azaltamam. Her gün mutlaka alkol tüketirim.
  • Ben günde 2-3 bardaktan fazla su içmiyorum, aklıma gelmiyor, bu yüzden içtiğim su miktarını artıramayabilirim.
  • Bunlar sadece bazıları, çok farklı şeyler ile de karşılaşabiliyoruz. Eğer zayıflama sürecine başlamak istiyorsanız, hayatınızda bazı yanlışları düzeltmek istiyorsunuz demektir. Bunları sıkı bir pazarlığa girişerek düzeltemezsiniz. Kararlı olan kişi mazeret üretmemeli, elinden geleni yapmalıdır.

Kilonuzu takıntı haline getirmeyin. Eğer kilonuz sizin için takıntı haline gelmeye başlarsa bilin ki ondan kurtulmanız daha zor olur. Bu takıntı sizin üzerinizde baskı ve stres oluşturur. Stres ise kilo vermenin en büyük düşmanlarından birisidir. Mutlaka kilo vereceğinize inanın, bunu sürekli düşünmekten, sürekli aynanın önüne geçip fazlalıklarınıza bakmaktan ve her gün tartılmaktan vazgeçin.

Son olarak, başkasının kararıyla, zorlamasıyla ya da söylemesiyle kesinlikle bu sürece başlamayın. Bu sürece başlamakta, bu süreçte ilerlemekte tamamen kendi karar ve iradenizle olmalıdır.

Unutmayın ki her şey sadece SİZ istediğiniz sürece mümkündür.

İstanbul Psikiyatri Enstitüsü

“Soma” sözcüğü eski Yunancada “beden” anlamına gelmektedir. Yüzyıllar boyunca felsefi akımlar ve uzantısında ruhbilim, ruh ve beden arasındaki ilişkiyi kavramaya çalışmıştır. Halen günümüzde bu ilişkiye yönelik çalışmalar sürdürülmektedir. “Somatizasyon” terimi, en basit ifadeyle ruhsal sıkıntı ve gerilimlerin bedene yansıması olarak açıklanabilir. Bir nevi sözel yoldan ifade bulamayan, konuşulamayan sıkıntı beden üzerinden kendini fark ettirir. “Somatoform bozukluk” tanısı güncel psikiyatride sık başvurulan bir kavramdır. Bu kapsamda değerlendirilen durumlar şu şekilde tanımlanır:

Bedende yapısal değişikliğe varan bedensel yakınmalar ya da işlev bozukluklarına rastlanılmasına rağmen çoğu zaman organik bir kökeni bulunamayan, bunun yanında çeşitli psikolojik ve sosyal etkenlerin rol oynadığı durumlardır.

Bu psikiyatrik tanı içerisinde, ağrı bozukluğu, vücut dismorfik bozukluğu, hipokondria gibi çeşitli sınıflandırmalar bulunmaktadır. Kişinin sosyokültürel ortamı, bu ortamda yaşadığı ifade güçlükleri, psikolojik travmalar bu tip şikâyetlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Kişi, kendisi ve/veya çevresi tarafından kabul görmeyecek duygu ve düşüncelerle başa çıkma durumunda kalabilir. Bu tip ruhsal ikilemlerin yoğunlaşması durumunda artan sıkıntı ve gerginlik, eğer ifade yolu bulamıyorsa beden yoluyla kendini belli eder: ağrılar (migren gibi), sindirim güçlükleri, titreme veya bayılmalar, bazı deri hastalıkları (egzema gibi), geçici kasılma ve uyuşmalar bu durumlara verilecek bazı örneklerdir. Bazen, ruhsal zemin kişinin yaşadığı güçlükleri, sıkıntıları konuşabilmesi ya da bunları fark edebilmesi için yeterli olmayabilir. Bu gibi durumlarda, bedensel yakınmaların psikolojik faktörlerini anlamak son derece rahatlatıcı olacaktır. Bu bir anlamda kişinin kendisiyle, bedeniyle tekrar ilişki kurmasını sağlar.

Somatizasyon durumlarında sorun fiziksel olarak yaşandığı için yapılan psikiyatrik başvuru genellikle ikincildir. Tıbbi bir müdahale gerekmedikçe de sorun psikolojik boyutuyla ele alınmalıdır. Bazı durumlarda ise, diğer disiplinlerle (dâhiliye, cerrahi, nöroloji, vs.) paralel gidecek bir tedavi daha uygun olabilir. Bu bedensel yakınmanın boyutu, ciddiyeti ve yarattığı fiziksel hasara göre değerlendirilir. Her koşulda psikolojik bir değerlendirme ve sorunun psikolojik yapısını ele alma gerekli görülmelidir. Ortaya çıkan yakınmanın yatışması birinci aşamayken, çözülmesi ve ortadan kalkması, arka planındaki psikolojik yapısı anlaşıldığı zaman mümkün olacaktır.

Psikosomatik yakınmalar, bu bağlamda, herhangi bir ruhsal sıkıntıya oranla kişinin somut olarak baş etmesini daha da zorlaştıran ve hatta bazen kişiyi yetersiz, çaresiz bırakan durumlardır. Danışanın gündelik yaşantısına ve bazen düzenine fazlasıyla yansır. Bu çerçevede alınan destek ve tedavi hem kişinin kaygı ve sıkıntılarını hafifletecek hem de gündelik yaşantısını daha kolay ve yaşanılır kılacaktır.

Yaşanılan bedensel sıkıntının ne ölçüde psikolojik olduğunu veya psikolojik kökenini danışan ancak bir uzman yardımıyla anlayabilir. Bu noktada, yapılan başvurularda hekimlerin konuya olan duyarlılığı ve bilgisi, hastanın uygun tedaviye ulaşmasını daha da kolaylaştıracaktır. Bazı durumlarda, kişi şikâyetinin fiziksel bir rahatsızlıktan kaynaklandığı düşüncesiyle tıbbi bir tedaviye fazlasıyla yatırım yapabilir. Ancak endişenin psikolojik kökeni değişmediği ve anlaşılmadığı için bu tedavi girişimleri tekrarlanır ve sıklaşır. Bu durum hem kişi için zaman kaybına hem de enerji kaybına dönüşür. Danışanın hissettiği çaresizlik duygusunu da gittikçe besleyebilir.

Bazı durumlarda ise, durumun psikolojik alt yapısı olabileceğini kabullenmek güç olur. Belki daha somut ve anlaşılır olan, kişinin yerini belirleyebildiği bir sıkıntının adını koymak kişiye, daha soyut gelebilecek psikolojik bir etmenle mücadele etmekten daha kolay gelebilir. Fakat şu unutulmamalıdır ki, somatizasyon durumlarında iki yönlü tedavi girişimleri ve durumun psikolojik değerlendirilmesi kaçınılmazıdır. Bu duyarlılığı kişiye kazandırabilmek, tedavi amaçlarından biri olmalıdır.

Uzm. Klinik Psk. Ceylin Özcan

Verimli bir hayal gücü, her türlü yaratıcı düşüncenin kaynağıdır ki bu, bilgiden daha önemlidir. Çoğu kişinin başarısızlığının temel nedenidir- yaratıcı potansiyellerini kullanmayı öğrenememişlerdir.

Çocuklarda hayal gücü
Hepimiz çok aktif bir hayal gücüyle dünyaya geliyoruz. Çocuklar olarak, bir kaç seneliğine bir hayal dünyasında yaşarız. Bu, gelişim süreci açısından normaldir ama yüksek muhakeme gücü hıza olgunlaşmaya başladığında çocukbir gerçekçilik dünyasına doğru ilerler. Birçok genç, hayatlarının bu döneminde hayal güçlerini kullanmayı neredeyse tamamen bırakır. Diğerleri ise bunu yapıcı bir şekilde kullanır. İşte burada anne babalar çok önemli bir rol oynar çünkü çocuklarına hayal gücü için yaratıcı bir çıkış noktası sağlayabilir ya da çocuğun hayal gücünü bastırıp engelleyebilirler. Gerçekte her insan hayal etme becerisine sahiptir. Bu kapasite bastırılabilir, bozulabilir ya da etkisizleştirilebilir ama oradadır ve iradeden daha güçlüdür. Hayal gücü ve irade arasında çatışma olduğunda, hayal gücü daima kazanır. 

Geleceğinizi hayal etmek

Zihnin, hayal gücünü gerçekliğe dönüştürme becerisi çok güçlüdür. Yaratıcı bir zihne sahip olmak istiyorsanız, yalnızca şu adımları izleyin yeter:

  • Arzu edilen imajınızı tasvir edin ya da çizin, kendinizi istediğiniz başarıyı elde etmiş şekilde görün.
  • Derin nefes alın ve rahatlayın. Böylece daha duyarlı olur ve daha ayrıntılı bir resim yaratabilirsiniz çünkü hayal ettiğiniz şey gerçek deneyime mümkün olduğunca yakın olacaktır. Görüntü, ses,tat koku ve hayalinizdeki sahnenin diğer detaylarına özellikle dikkat edin.
  • Arzu ettiğiniz sonuçları hayal edin. Gerçekten olduğunu hayal edin ve “Umarım” ya da “Deneyeceğim” gibi sözleri unutarak “Buradayım” deyin.
  • Sevinç, mutluluk ve rahatlama gibi pozitif duygular yaratın ve durumun sahnesi ya da duygusuna bunları yansıtıp hayal ettiğiniz esnada gülümseyin.
  • Gerçekleştirmek istediğiniz resmi zihninizde beş dakika canlandırın. Bunu haftada en az iki kez yapın. Sabah yataktan kalkar kalkmaz ilk iş bunu yapın ve yine yatmadan önce tekrar edin. Kendinizi gerginlikten kurtarın ve sakin, rahat bir yerde hayal edin.
Uyumsuz hayal kurma alışılmadık bir sendromu tanımlar. Bu durumdan muzdarip olan kişi, çoğu zaman hayallere dalmış ve tamamen gerçeklikten kopmuş halde karşımıza çıkar. Her ne kadar hepimiz hayal kuruyor olsak da, bu konuda aşırıya kaçanlar da vardır. Öyle ki bu aşırılık bireyin izole olmasına ve beslenmeyi, sorumluluklarını ve ilişkilerini ihmal etmesine neden olur. Söz konusu sendromlara bakınca, normal davranışlarda patolojik belirtiler aramaya başladığımızı düşünerek alarma geçebilirsiniz. İlk olarak, kişinin normal hayatına müdahale etmeye başladığı anda, tüm davranışların klinik açıdan analiz edilebilinir olduğunu açıklığa kavuşturalım.

Bir kişi fantezi ve hayalleri, kendini saatlerce gerçeklikten izole etmek ya da duygusal çatışma ve travmadan kaçmak amacıyla kendini ihmal etme noktasına gelene kadar kullandığı zaman, bu durum psikopatolojik davranışlarla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir.

Bu nedenle, tam olarak işlevsel bir gün geçirdiğimiz sürece, hayal kurmak bir sorun değildir. Nüfusun %95’i bu kategoriye girer. Üstelik herkes hayal kurar ve bu şekilde beyninde sonsuz sayıda alanı harekete geçirerek zihninin kıvraklığını artırır. Alın korteksi, limbik sistem ve duyumsal bilgilerle ilgili çeşitli kortikal alanlar, hayatımızın belirli alanları üzerine derinlemesine düşünmemize, yeni projeler beslememize ve ruh halimizi geliştirmemize yardımcı olur.

Genellikle, hayaller, zihinsel “yeniden başlatma” etkisinde bulunan, gün içerisindeki ufak anlardır. Onları, refahımıza yardımcı olan anlık sığınaklar olarak da kabul edebiliriz. Bununla birlikte, bu özel anları gerçek hayata tercih ettiğimiz noktada bir sorun ortaya çıkar. Aslında, aşırı hayal kurma davranışının altında genellikle başka nedenler vardır. Bunlara, çeşitli travmalar, saplantılı zorlanımlı bozukluklar, bastırılmış çatışmalar örnek verilebilir.

Semptomlar arasında şunları bulabilirsiniz:

  • Bu hastalar birer hayalperest; onlar kendi karakterlerini oluşturabilir ve kendilerini karmaşık, ayrıntılı ve çok canlı hikayelere kaptırabilir.
  • Bu fanteziler gerçek hayata müdahale eder. Günlük herhangi bir uyarıcı, yeni bir hikaye oluşturmak için bir tetikleyici olabilir ve birey o anda ne yaptığını dikkate almaksızın yeni bir içsel öykünün içine girebilir.
  • Beslenme ve hijyen alışkanlıkları da dahil olmak üzere, temel sorumluluklarını ihmal eder.
  • Geceleri uyumakta zorluk çekebilir.
  • Uyanık olduklarında, genellikle, yüz ifadeleri de dahil olmak üzere, kendini tekrarlayan ya da kalıplaşmış hareketler yapar.
  • Genellikle kendi derin düşüncelerinde sahne alırken, bu fanteziler sırasında düşük bir sesle konuşur ya da mırıldanır.
  • Bu fanteziler saatlerce sürebilir. Onları durdurmak ve gerçeğe geri dönmelerini sağlamak, herhangi bir bağımlılığa benzer şekilde, yüksek seviyede anksiyete uyandırır.

Uyumsuz hayal kurmanın arkasında ne yatar?

Bu bozukluk gitgide sınırlandırılıyor ve mesleki uygulamalar da sahip olduğumuz bilgileri doğrulamaktadır. Uyumsuz hayal kurma bozukluğu asla bir başına ortaya çıkmaz. Bu duruma genelde başka hastalıklar veya altta yatan birtakım sorunlar eşlik eder:

  • İstismara uğramış ya da hayatlarının bir bölümünde başka travmatik deneyimler yaşamış insanlar.
  • Depresyon hastaları, aşırı hayal kurma bozukluğu da gösterebilir.
  • Obsesif kompulsif bozukluğu olan bireyler.
  • Sınırda kişilik bozukluğu ya da bağlantılı bozukluklar.
  • Ayrıca, Otizm spektrumunda olan insanların bu tür bir bozukluğa yatkınlık gösterdiği de gözlenmiştir.

“Zihin, bazen, öyle bir darbeyi işler ki onu kendi izolasyonunda gizler. Bazen, gerçeklik sadece acıdır ve bu acıdan kaçmak için, zihin, gerçekliği terk etmek zorunda kalır.” Patrick Rothfuss

Aynı şekilde, bilişsel-davranışsal psikoloji de etkili bir tedavi yöntemidir. Bu terapinin hedefleri şunlardır:

  • Bireyin gerçekle bağlantısını kurmak.
  • Düzenlenmiş faaliyetleri ve zaman kontrolünü teşvik etmek.
  • Hayal kurmayı tetikleyen uyaranları tanımlamak.
  • Dikkati geliştirmek.
  • Sağlıklı yaşam alışkanlıklarını geliştirmek.
  • Hastayı günlük dinamiklere entegre eden uğraşları teşvik etmek.

Sonuç olarak, bazı davranışların bizi sorumluluklarımızdan ve dolu dolu, mutlu ve sorumlu bir hayatın tadını çıkarma fırsatından ne zaman uzaklaştıracağını bilmek önemlidir. Aşırı hayal kurma, bazen, kendimizi bize zarar veren ya da anlam bulamadığımız bir gerçeklikten izole etmesi için kullandığımız bir “çare” olabilir.

Psikolog Valeria Sabater

Eğer hayal kurmanın sizi yapmanız gereken işlerden uzaklaştıran bir zaman kaybı olduğunu düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz!

Hayal kurarak geçirdiğiniz her anın çok değerli olduğunun farkında mısınız? Birçoğumuz hayal kurmayı ‘aklı bir karış havada olmak’ gibi görüyor ve daldığımız bu düşleri kovup kendimizi gerçek hayata döndürmeye çalışıyoruz. Oysa hayal dünyamız, hissetmek ve arzulamak istediğimiz her şeyi, hissedebildiğimiz ve arzulayabildiğimiz, gerçekten özgür olabildiğimiz tek yer.

Bunun ötesinde hayallere dalmanın gerçek dünyaya da etkisi var. Psikoterapi doktorası sahibi Jennifer Freed, kurduğumuz hayallerin vücut kimyamızı etkilediğini söylüyor. Kendimizi yepyeni bir şey yaparken hayal etmek, beynimizi bu dileği gerçeğe dönüştürmesi için hazırlamak anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, Freed’e göre düş kurmak, beynimizin yeteneklerini zenginleştirip güçlendiriyor. Olumlu bir hayal kurarak, yani kendimizi yaratıcı, sanatsal, profesyonel veya hayatın başka bir alanında istediğimiz bir işi başarırken düşleyerek, vücudumuzdaki doğal yatkınlıkları ve kimyasalları tetiklemiş oluyoruz.

Olumsuz düşünmek ise, aksine, beynimizi adeta psikolojik olarak zehirleyen bir alışkanlık.

Freud’e göre hayallerimizin akışını durdurur veya içimizden geldiği gibi düş kurmak yerine onlara otosansür uygularsak, bir bakıma kendimizi hayatın üretkenliğinden uzaklaştırmış oluyoruz. Düşlerimizi, yazı yazmak, resim yapmak, dans etmek gibi yaratıcı bir dışavurumla kanalize etmek ise, günlük hayatın dikkatimizi ve odağımızı bizden sürekli çalmasını engelleyerek içimizdeki ilham perilerinin hiç susmamasını sağlayacak!

brandlife

Çok hayal kurar mısınız? Bir çok kişi hayal kurduğunuz için sizi komik de görebilir. Fakat yapılan bilimsel çalışmalara katılan Nörologlar boş hayallerin bile yararlı olabileceğini söylüyor.

Şimdiye kadar çalışan beynin rahatlaması için neler neler yapıldı. Bunlardan biri siyah ekran üzerine kocaman bir x harfi çizip öylece bakıp, hiçbir şey düşünmeyen beynin o an kendini sıfırlayıp, rahatlayacağı söyleniyordu. Fakat durumun böyle olmadığını ilk defa 1997 yılında Wisconsin’de bir doktora öğrencisi Gordon Schulman fark etti. Aslında insanlar sabit bir noktaya bakıp hiç birşey düşünmese bile, beyindeki fonksiyonlar devam ediyor.Beynin çalışmayan bölümleri bu durumda yedek ünite gibi ayağa kalkıp işlem yapmaya başlıyor.

Beyin tarama cihazları ile test yapan Gordon Schulman aslında beynin hiçbir işlem yapmadan durduğu an çalışan bölgelerdeki hareketliliği ölçmeyi beklerken, beynin hiç aktive olmayan bölgesinin harekete geçtiğini gördü. Durum şaşırtıcıydı ve 1997 yılına kadar beyni sıfırlamanın yollarını araştıran Nörologların dikkatini bu ayrıntı çekmemişti. Nörologlar yıllarca ihtiyaç olmadığında beyindeki devrelerin durduğunu sanıyordu.

“Hayal Kurmak” Beynin ufkunu nasıl açıyor?

Dikkat ettiyseniz kafanızı sakinleştirmek için bir kaç dakika rahatlatmaya çalıştığınızda, geçmiş değil gelecek ile ilgili hesaplar başlar. Beyin eğer kendi haline bırakılıp, işlem yapmadığında, gelecek ile ilgili planlama programlanmış gibi. Hiç boş zamanı olmayan beyin, devamlı kendini canlı tutup, alt tarafta veri tabanını işliyor. Hafızanın kalıcılığını sağlayıp, veri tabanını sıkıştırıp, yeni alanlar açıyor. Gece rüyalarımız hafıza düzenlenmesi için gereklidir.

Dünyanın saygın tıp okullarından biri olan Harvard Tıp Fakültesi Nörologlardan Moshe Bar, hayal kurmanın beynin hafıza oluşumu sağladığını düşünüyor.Aslında Moshe Bar’ın anlatmak istediği “Hayal Kurmak” bir Ön deneyimdir. Mesela gemi yolculuğundan korkan bir kişi, daha önce bunu hayal edip ne yapacağını kurguluyor. Korkan kişi, gemi kazası geçirdiği an daha önce düşündüğü şeyleri yapmaya çalışıyor. Hayal Kurmak aslında bazı durumlarda hazırlıklı olmayı, acil kararlarda yardımcı olmamızı sağlıyor. İnsanları hayal kurarak beyin tarama cihazında kontrol edilemiyor. Çünkü hayal kurmak düşünmek ile karıştırılabilir.Cihaz taramasına yatan kişi o anda etrafı yada cihazı düşünebilir.

Kayıp enerjiyi Hayal Kurmak mı harcıyor?

2016 Eylül’de Oxforf Üniversite yaklaşık 460 kişi üzerinde bir beyin taraması yapıldı. Beynin sürekli aktif olduğu ve bazı bölgelerin de kullanılmak için hazırda bekletildiği görüldü. Beynin harcadığı enerji ise yüzde 20’lere denk geliyor. Fakat beynin yüzde 5 enerji harcaması gerekirken kayıp yüzde 15’in beynin dinlenirken daha çok enerji harcadığının göstergesi olabilir. Beynin hayal ve rüya gibi özellikleriyle daha çok enerji harcadığı ispatlanmaya çalışılıyor.

BEYİN VE SİNİR SİSTEMİ İNSAN

Hayatın hızlı akışı ve teknolojinin takip edilemez ilerleyişi insanlarda odaklanma sorunlarını meydana getirmeye başladı. Konsantrasyon yani odaklanma sorunu kimi zaman üstünde durulmasa da kişinin verimliliğini azaltması bakımından dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Konsantrasyon, kişinin içten ve dıştan gelebilecek uyaranlardan etkilenmeksizin dikkatini bir işe yoğunlaştırabilmesi ve bunu sürdürülebilir bir hale getirmesi sürecidir. Günümüz koşullarında belli bir seviyesi çok normal karşılanan bu durum için çeşitli önlemler almak mümkündür.

Bilişim çağının bir gereği olarak sosyalleşme, çalışma koşulları, meslekler vs. değişime uğramıştır. Bu değişim beraberinde birbirine pek çok yönden bağımlı toplumsal bir yapı oluşturmuştur. Bu iç içe girişik yapı, baş döndürücü bir şekilde ilerlemekte ve bireyler bu ortamda hayatlarına devam etmektedir. Yaşanan tüm bu hızlı değişim ve gelişimler beraberinde bazı yan etkiler doğurmaya başladı. Bu yan etkilerden biri de konsatrasyon problemidir.

Teknolojinin küçülerek hayatımıza, işimize ve cebimize girmesi ile sürekli uyarıcılara maruz kalıyoruz. Mesajlar, aramalar, mailler vs. Bu da yapacağımız iş üzerinde odaklanma sorunu ortaya çıkarıyor. Odaklanma sorunu ise yapılan işe yansıyor. Bu sorunu belli bir yaşa indirgemek yanlış olacaktır. Çocukluk çağından itibaren başlayan odaklanma sorunları, önüne geçilmediği takdirde daha büyük problemlere yol açacaktır.

Eğer siz de bir işe başladığınızda dalıp başka şeyler düşünüyorsanız, bir işe başlamayı sürekli erteleyip bir türlü başlayamıyorsanız, motivasyonunuz düşükse, bir işi yaparken dikkatiniz devamlı farklı şeylere yöneliyorsa, metin bağlamında anlama problemleriniz varsa, başladığınız bir işi bitiremiyorsanız, dağınık ve sabırsız çalışıyorsanız odaklanma sorununuz olabilir.

Konsantrasyonu Ne Etkiler?

Odaklanma kişisel bir durumdur. Herkeste farklı şekillerde görülebilir. Siz de çevrenizdeki bazı insanların müzik dinleyerek ders çalıştıklarını; bazılarının da “tık” sesi dahi olsa derse odaklanamadıklarını görmüşsünüzdür. Ama biz genele bakacak olursak konsantrasyonu etkileyen faktörleri şöyle sıralayabiliriz:

– İçinde bulunulan ortamın koşulları (sıcak, soğuk, kötü koku, yüksek ses vs.)

– Sağlıklı ve düzenli beslenmeme

– Uyku bozuklukları

 – Kronik bazı hastalıklar

– Sosyal sorunlar

– Kullanılan ilaçların yan etkileri

– Stres altında olma

– Kaygı düzeyinin fazlalığı

Konsantrasyon Problemini Çözme Ya da Azaltma Yöntemleri

Sadeleşin: Odaklanma problemlerinde uyarıcının fazla olması büyük sorundur. Bu yüzden ilk yapmanız gereken şey sadeleşmektir. Çalıştığınız alandaki dikkat dağıtıcı tüm unsurları kaldırın ve sadece işinize odaklanın.

Düzene girin: Yapacağınız görev listeleri ile kendinize hedefler koyun ve bu hedeflere ulaşmak için gayret edin. Görev listeleri ile düzene girecek ve hedeflerinize daha kolay ulaşabileceksiniz. Ayrıca görevleri önceliğine göre yerine getireceğiniz için aynı anda birden fazla işe de odaklanmamış olacaksınız.

Beslenmenize dikkat edin: Aç ya da fazla dolu mide ile bir işe odaklanmanız zor olacaktır. Bu yüzden beslenme rutininize dikkat edin. Kafeinli içecekleri ve yağlı yemekleri yerken dikkat edin.

Zekâ oyunlarına yönelin: Beyninizi diri tutmak ve geliştirmek için su doku, satranç gibi stratejik oyunlar oynayabilirsiniz. Bu tip oyunları oynamak konsantrasyonu yükseltici etkiye sahiptir.

Spor yapın: Spor yapmanın odaklanmaya olumlu etkisi olduğu ifade ediliyor. Siz de kendinize uygun bir spor seçip yapabilirsiniz. Bu, basit egzersiz hareketleri olabileceği gibi yürüyüş, koşu gibi sporlar da olabilir.

Kendinizi telkin edin: Beyninize “Ben odaklanamıyor” gibi olumsuz mesajlar değil bu işi başarabileceğiniz ile alakalı olumlu mesajlar gönderin.

Psikoloğa görünün: Odaklanma probleminizin dozu yüksekse bir uzmana danışmanızda fayda olacaktır. Konsantrasyon probleminiz çok fazla ise bunun kendiliğinden düzeleceğini düşünmeyin ve bir an önce alanında uzman bir kişiye görünün.

Konsantrasyonu sorunu kişinin verimli çalışmasındaki en büyük problemdir. Ayrıca uzun vadede artma eğilimi göstererek kişiyi yıpratabilir. Bu yüzden çok vakit kaybetmeden bahsettiğimiz yöntemleri uygulamanız ya da bir uzmana görünmeniz yerinde bir karar olacaktır.

Hareketsiz Bir Hayat Tarzı

İnsan vücudu hareket etmek üzerine programlı. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana binlerce yıl, insanlar tüm ihtiyaçlarını gidermek için hareket etmek zorundaydı. Sanayi devrimiyle başlayan sürecin 20. yüzyılın ortalarında hız kazanmasıyla hayata adapte olan hızlı teknolojilerden sonra fiziksel aktivite ciddi oranda azalmaya başladı. Bu noktada sedanter yaşam terimi ortaya çıktı. Sedanter yaşam, günün en az 6 saatini hareketsiz ve oturarak geçirmek anlamına gelir. Ofiste, okulda, evde masa başında çalışmak, ulaşım için kısa mesafelerde bile araç kullanmak, uzun saatler televizyon izlemek modern zamanın en önemli sağlık tehditlerinden birisidir. Hem mental hem de fiziksel sağlığı son derece olumsuz etkiler. Daha aktif bir hayatı benimsemenin ve sedanter yaşam tarzından kurtulmanın aslında çok kolay olduğunu biliyor musunuz?

Sedanter, oturma eylemini ve çoğu zaman hareketsiz olma eğilimini ifade eder. Kanepede oturmak, uzanmak, televizyon izlemek, bilgisayar başında çalışmak da dahil olmak üzere oturarak yapılan tüm aktiviteler, sedanter davranışı içerir. Fiziksel olarak aktif olmak, bir spor salonunda antrenman yapmak ve aktif bir sporcu olmak anlamına gelmez. Aktif yaşam ev işlerini ve kısa yürüyüşleri de kapsar.

Bir kişinin uyku dışında oturduğu veya uzandığında yaptığı tüm hareketsiz eylemlere sedanter davranış denir. Bu davranışlar sırasında vücut çok düşük bir enerji harcar. Televizyon izlemek ve bilgisayarda çalışmanın yanı sıra araba kullanmak da sedanter davranış kapsamına girer. Sedanter davranışların ağırlıkta olduğu bir yaşam tarzının sinyalleri şöyledir:
Uykusuzluk: Gün içinde fazla hareket etmiyorsanız, vücudunuz geceleri dinlenmeye ihtiyaç duymaz. Bu durum da uyku sorunlarına yol alabilir. Eğer sabahları enerjik uyanmıyorsanız ve uykusuzluk çekiyorsanız bunun sebebi gün içindeki sedanter davranışlar olabilir.
  • Yorgunluk: Geceleri uyuyamıyorsanız, bu yorgunluğun en temel sebeplerinden birisi olabilir. Ancak hareketsiz olmak da vücuda kendini yorgun hissettirir. Aktif olduğunuzda vücudunuz, endorfin salgılar. Ancak hareket etmediğinizde vücudunuzdaki endorfin oranı düşer. Bu durum da enerjinin azalmasına sebep olabilir.
  • Konsantre Olma Zorluğu: Günlük işlere eskisi kadar konsantre olamıyorsanız sebebi sedanter davranışlar olabilir. Yeterli fiziksel aktivitenin olmadığı bir yaşam tarzı, dikkati ve motivasyonu büyük ölçüde azaltır.
  • Ağrı: Çalışma masanızda oturmak eskisinden daha fazla boyun ve sırt ağrısına neden oluyorsa bu durum, daha fazla hareket etmeniz gerektiği anlamına gelebilir.
  • Kilo Almak: Son zamanlarda hızla kilo almaya başladıysanız yeteri kadar hareket etmiyor olabilirsiniz. Besinlerden aldığımız kalorinin daha fazlasını yakmadığınız sürece vücudunuz enerjiyi depolar. Bu durum da kilo almanıza sebep olabilir.

Daha az enerji harcayarak günü tamamlamaya ve vaktin en az 6 saatini oturarak geçirmeye sedanter yaşam tarzı denir. Örneğin ofiste geçirdiğiniz iş gününün tamamında bilgisayar başında oturuyorsanız ve uyumadan önce televizyon seyrediyor ya da telefonda vakit geçiriyorsanız sedanter bir yaşam tarzınız olabilir. Sedanter bir yaşam tarzınız varsa kalbin de bir kas olduğunu ve tüm kaslar gibi, çalışmak için fiziksel aktiviteye ihtiyaç duyduğunu unutmayın. Aktif olduğunuzda vücudunuz oksijen taşıma konusunda çok iyi bir iş çıkarır. Düzenli fiziksel aktiviteyi tercih ederek sedanter bir yaşamı reddettiğinizde aşağıdaki etkileri görürsünüz.

  • Daha fazla ayakta durmak, enerjinizi ve üretkenlik seviyenizi artırabilir. Stresinizi azaltabilirken, ruh halinizi iyileştirebilir.
  • Aktif bir yaşamla metabolizmanız hızlanabilir. Aynı zamanda kas güçsüzlüğünden kaynaklanan ağrılar azalabilir.
  • Kaslar gibi kemikleri de korumak için düzenli hareket gerekir. Düşük seviyeli aktiviteler bile kemik sağlığınızın iyileşmesine destek verebilir.
  • Sedanter davranışların azaltılması, kardiyovasküler hastalık riskinin azalmasına yardımcı olabilir.
  • Kan dolaşımı sağlık için çok önemlidir. Ancak sürekli sedanter davranışta bulunmak, vücudun her sistemini etkileyerek kan akışını engelleyebilir

En önemlisi de ayakta durmak, uyanıklığı artırmak ve doğal bir enerji artışı yaşamak için basit ama hafife alınan bir çaredir.

Hareketsiz yaşam tarzı, fiziksel ve zihinsel refahınız üzerinde uzun vadeli büyük etkileri olacak ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Sedanter bireyler aşağıdaki sorunlara karşı risk altında olabilir:

  • Yeterince hareket edilmediğin kan daha yavaş akar. Bu durum da varisli damarlara ve dolaşım sorunlarına sebep olabilir.
  • Yeterli fiziksel aktivitede bulunmak kardiyovasküler sağlığı bozabilir.
  • Daha az kalori açığı olacağı için obeziteye karşı risk altında olunabilir.
  • Kaslar yeterince kullanılmadığı için kas gücü ve dayanıklılığı kaybedilebilir.
  • Metabolizmanız etkilenebilir. Bu durumda vücudunuz yağ ve şekeri parçalamakta daha fazla sorun yaşayabilir.
  • Bağışıklık sistemi zayıflayabilir.
  • Hormonal dengesizlik olabilir.
  • Fiziksel olarak aktifken beyinde ruh halini iyileştiren serotonin serbest kalır. Fiziksel aktivite olmadığında daha az serotonin salınımı gerçekleşir. Bu nedenle hareketsiz yaşam strese anksiyeteye ve depresyona sebep olabilir.
  • İnsülün kan şekeri seviyelerini ve metabolizmayı düzenleyerek vücudun ihtiyaç duyduğu şekeri enerji için kullanmasına yardımcı olur. Sedanter davranış, vücutta değişikliklere neden olabilir. Bu da insülin direncine sebep olabilir.
  • Çocuklarda fazla kilo, uykusuzluk, kardiyometabolik zayıflık, davranışsal bozukluğa yol açabilir.

Dünya sağlık örgütü fiziksel aktiviteyi, enerji harcanması gerektiren, kaslar tarafından üretilen vücut hareketi olarak tanımlar. Çalışmalar, herhangi bir fiziksel aktivite olmaksızın günde 8 saatten fazla oturmanın obezite ve tütün ürünleriyle benzer riskler taşıdığını ortaya koyar. Aynı zamanda küresel olarak, dört yetişkinden biri ve gençlerin yüzde 80’inden fazlası yerleşik yaşam tarzlarında önerilen fiziksel aktivite düzeyini karşılayamadığını gösterir.

Hareketsiz Yaşamdan Nasıl Kurtulabiliriz?

Bütün gün bilgisayar başında oturmanız gerekse bile zamanı bölerek sedanter yaşamdan kurtulabilirsiniz. Gün içinde bilgisayar başında oturmak veya televizyon izlemek zihninizi yormuş olsa da kalan zaman için kendinize bir antrenman takvimi oluşturabilirsiniz. Spor, fiziksel olarak sizi yoracak gibi hissetseniz de yaşadığınız mental yorgunluğun azalmasına katkı sağlayabilir. Bu sebeple gün içinde bir zamanınızı mutlaka spor yapmaya ayırın. Hiç vaktiniz yoksa sadece 4 dakika süren Tabata egzersizlerini bile yaşamınıza dahil edebilirsiniz. Amerikan Kalp Derneği’nin aktif yaşam önerilerinin karşılanması sedanter yaşam tarzına yönelik bir önlem olabilir.

Yetişkinler için Öneriler

  • Haftada en az 150 dakika orta yoğunluktaki aerobik aktivite veya haftada 75 dakika yüksek yoğunluklu antrenman yapmak.
  • Haftada en az 2 gün yüksek yoğunluklu direnç egzersizleri yapmak ve kasları güçlendirmek.
  • Haftanın en az 300 dakikasını fiziksel olarak aktif geçirmek

Çocuklar İçin Öneriler

  • 2 ile 5 yaşın arasında çocuklar, fiziksel olarak aktif olmalı ve gün boyunca hareket etme fırsatına sahip olmalıdır.
  • 6 – 17 yaş arasındaki çocuklar, çoğunlukla aerobik olmak üzere günde en az 60 dakika orta veya şiddetli yoğunlukta fiziksel aktivite yapmalıdır.

Önerilen egzersiz miktarlarına tek seferde ulaşmanız gerekmez. Örneğin 60 dakikalık bir fiziksel aktiviteyi 30’ar dakikalık seanslara bölelebilirsiniz. Seanslar arasında mola vererek vücudunuzu dinlendirebilirsiniz. Vücudunuzu dinleyerek, ihtiyacı olan egzersiz düzeyini anlayabilir ve buna yönelik bir plan uygulayabilirsiniz. Bunlarla birlikte yaşam tarzınızda yapabileceğiniz ufak değişiklikler daha aktif bir yaşam tarzına geçmenize destek verebilir. Bu değişiklik şöyledir:

  • Toplu taşımada oturmak yerine ayakta durabilirsiniz.
  • İşe bisikletle veya yürüyerek gidebilirsiniz.
  • Öğle yemeği molalarında yürüyüş yapabilirsiniz.
  • Masa başında çalışırken her 30 dakikada bir sizi ayağa kaldıracak hatırlatıcılar planlayabilirsiniz.
  • Kahve veya çay molaları sırasında yürüyüşe çıkabilirsiniz.
  • Ev işleri yapmayı ihmal etmemeli özellikle boş günlerinizde “kendin yap” projelerine zaman ayırabilirsiniz.
  • Telefon görüşmelerinizi yaparken yürüyebilirsiniz.
  • Televizyon izlerken reklam aralarında kalkıp kısa süre dolaşabilirsiniz.
  • Televizyon izlerken ayakta durabilir ve çamaşırlarınızı katlayabilirsiniz.
  • Eğer bir evcil hayvanınız varsa onunla daha fazla oyun oynayabilirsiniz.
  • Asansör yerine merdivenleri tercih edebilirsiniz.
Psikanalitik psikoterapide yine zihinsel süreçler araştırılır ama yalnızca nevrotik hastalıklar değil, nevrotiklerden daha geri düzeyde olan, narsisistler, borderlinelar ve borderline kişilik örgütlenmesi olan, ilkel savunmalar kullanan, nesne ilişkilerinde sorunlar olan diğer hastalar da  ele alınır. Aynı biçimde bu yolla elde edilen veriler, psikanalitik kuramda kullanılagelmiş ve bazı durumların daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Psikanaliz dinamiktir. Freud, bu yönüyle, yaşamı boyunca kuramını geliştirmesi, farklı açılardan ele alması ile örnek bir bilimsel tavır sergilemiş, verileri kuramla bütünleştirmiştir. Akranları ve ardından gelenler bu mirası devralmış ve psikanalizi hem kuramsal hem klinik uygulama açısından geliştirmeyi sürdürmüşlerdir.

Psikanalitik psikoterapi, bir bakıma, psikanalizin çerçevesiyle oynanmış, çerçevesi değiştirilmiş halidir. Seans sayısı farklı olabilir, görüşme divan kullanılarak değil, yüz yüze oturularak yapılır. Psikanalizi psikanaliz yapan, özel kılan öğelerden birisi çerçevesi olduğu için, çerçevenin değişmesi yöntemin adının ve dinamiklerinin de değişmesine neden olmuştur. Bir tarafta psikanalitik psikoterapi; psikanalizden geçebileceği düşünülen ama çerçeveye uyamayan, sık gelemeyenler gibi, hastalarla yapılan, psikanalitik tutumun temel alındığı terapilerdir. Diğer taraftan kişilik özellikleri nedeniyle psikanaliz yapılamayacağına karar verilen, daha geri düzeydeki hastalara uygulanan, yine analitik tutumun sergilendiği terapiler de psikanalitik psikoterapidir. Bunlarda çerçeve, hastanın durumu, gerileme yeteneği, aktarım biçimi gibi ögeler göz önüne alınarak çerçeve değiştirilmiştir.

Böylelikle psikanalitik psikoterapi, psikanalitik bir yaklaşımın uygulanabileceği popülasyonu genişletir. Bu bir avantajdır, çünkü analitik bir tutumun içselleştirilmesi kişisel gelişim için çok müthiş bir olanaktır. Sıklık ve maliyet gibi bazı açılardan kullanım ve uygulama kolaylığı getirir ama hangisinin daha kolay olduğu tartışmalıdır. Yine de psikanalitik psikoterapi, çerçevenin sınırları daha sık zorlanır, dış gerçekliğe klay kayılır. Psikanalitik psikoterapide sıklık azaltıldığında hastanın tedaviye yaptığı yatırım azalır. Yatırımın azalması, bağlantının yeterince oluşmamasına, aktarımın istenen düzeyde ele alınamamasına neden olur, dirençleri güçlendirebilir. Böylelikle terapist daha güçlü dirençleri daha çok yorumlamak, ele almak zorunda kalacaktır.

Divana uzanamayanlar; simgeleştirmede, hayal etmede, bütünsel kendilik ve nesne tasarımlarına sahip olmada, kaygıya tahammülde, bastırmayı kullanabilmede zorluklar yaşayanlar, psikosomatik rahatsızlıkları olanlar psikanalitik psikoterapi ile sağaltılabilirler. Ama yine de hastanın seçilmesi gerekliliği burada da sürmektedir. Psikanalitik psikoterapide ilaç kullanım imkanı vardır. Psikanaliz ancak, analizanın ilaç kullanımını gerektirecek düzeyde kötüleşmediği durumlarda sürdürülebilir. Psikiyatrik ilaç kullanımının gerektiği durumlarda psikanalitik psikoterapiye geçmek ya da en baştan psikanalitik psikoterapi ile başlamak gerekir ki bu durumda bile terapiyi sürdüren kişi ile ilaçları düzenleyen kişinin farklı olması önerilir. Müdahaleler psikanalitik psikoterapide daha serbesttir, daha seslidir. Terapsitin etkinlik düzeyi daha fazla olabilir. Şimdi ve burada ile çalışmak her zaman önemli olacaktır. Her iki çalışmada da hasta hem yaşamında hem de kendinde değişiklikler yapma ve yaşamını ve kendisini araştırma isteği taşımalıdır. Bu istek beraberinde; zaman, para, enerji yatırımını, samimi bir biçimde kendini ortaya koymayı getirmelidir. Çerçevenin içini ancak bu arzu, istek, motivasyon ve libido yatırımı doldurabilir.

Psikanaliz iyileştirme amacını açıkça belirtmez ve ön plana çıkartmaz. Analiz etme, aktarımı derinleştirme ve yorumlama, ardından sonlanma ve ayrılma psikanalizin asıl konularıdır. Burada görece daha gelişmiş bir yapılanma olduğundan hastaların yorumlama ve sentez kapasitesi de genelde daha gelişmiştir. Değişme ve iyileşme arzusu daha yoğun olarak analizandan gelir. Psikanalitik psikoterapi, adında “terapi” kelimesini taşımasından da anlaşılacağı gibi iyileştirme ve bütünleştirme amacını daha çok üstlenmiştir. Analizin, taşıyıcılığın, sentezin ağırlık noktası terapiste doğru kaymıştır. Psikanalitik psikoterapiler başlığında; dinamik, dışavurumcu ve destekleyici gibi farklı yaklaşımlar da vardır. Kernberg bunları; Kullanılan ana teknik araçlara (açıklığa kavuşturmaya ve yorumlamaya karşın önerilerde bulunma ve çevresel müdahale), Aktarımların ne düzeyde yorumlandığına ve Teknik yansızlığın ulaştığı düzeye göre tanımlar.

Hem psikanaliz hem psikanalitik psikoterapi için hasta seçimin iyi yapılması çok önemlidir, çünkü pahalı ve uzun süreli bir tedavinin en yararlı bir biçimde kullanılması iyi olur. Psikanaliz için; en azından olağan bir zekâ düzeyi, görece ılımlı olan bir nesne ilişkileri patolojisi, yalnızca hafif düzeydeki antisosyal özelikler, tedavi için yeterli düzeyde güdülenme ve bir içgözlem ile içgörü yetisi olmalıdır. Psikanaliz; nevrotik kişilik örgütlenmesinde, histerik kişiliklerde, takıntılı-zorlantılı kişiliklerde ve depresif-mazoşistik kişiliklerde bir tedavi seçimi olabilir. Altta yatan sınır kişilik örgütlenmesine rağmen, dürtü denetimi, kaygıya dayanma ve yüceltme kanalları varsa, saldırganlık yıkıcı değilse, antisosyal eğilimler yoksa, nesne ilişkileri iyiyse narsistik kişilikler de analiz edilebilir. Eyleme vurma olasılığının ve gözlemleyici benliğin düzeyi, sınırda hastanın analizden geçip geçemeyeceğiyle ilgili önde gelen ölçütlerdir. Nesne ilişkilerinin gelişmişlik düzeyine, en azından bazı gelişmiş veya nevrotik aktarımların var olup olmadığına bakılmalıdır.

Antisosyal eğilimler, bilinçli bir çarpıtma ile yalancılığın varlığı, klasik psikanalizin ve psikoterapinin uygulanmasını ve olanaksızlaştırır. Hastanın diğer insanlarla derinleşmiş ilişkilerini bir miktar ayrımlaştırma yetisi olduğunda, ilkel aktarımların analitik ortam üzerindeki yıkıcı etkilerinin ortaya çıkma olasılığı azalır. Psikanalitik psikoterapi gerektiren hastalarda; kronik huzursuzluk, sık dalgalanan duygular, oynak, kararsız ilişkiler, gerçekdışı hedefler, eşduyum güçlüğü, gerçekliği kendini merkeze koyarak yorumlama, yas tutma yetisinde sorunlar, sevme güçlüğü, cinsel sorunlar ve ahlaki bozukluklar vardır. Çelişkili kendilik ve nesne tasarımlarını bölme ya da etkin bir biçimde çözerek ayırma kullanılan ana savunma mekanizmalarındandır. Buna yadsıma, ilkel ülküleştirme ve değersizleştirme, yansıtmalı özdeşim, tümgüçlü kontrol gibi diğer ilkel savunma mekanizmaları eşlik eder. Yapısal olarak; benliğin çatışmalar dışındaki kısmı çok sınırlanmış, üstbenlik zayıf bir biçimde içselleştirilmiş ve bütünleştirilmiş, benlik-üstbenlik sınırı belirsizleşmiş, en önemlisi de kendilik kavramındaki bütünleşme eksikliği yüzünden kimlik dağılması ortaya çıkmıştır.

Benlik dağılma kaygısını sıklıkla yaşar. İçsel bağlar, dışsal bağlar ve iç-dış arasındaki bağlar tehdit altındadır. Bu tehdit ve zaman zaman yaşanan kopmalar gerçekliğin değerlendirilmesini, kaygının bastırılmasını zorlaştırır. İç ve dış gerçeklik arasındaki sınırda sorunlar vardır. Buradaki sorunlar da gerçekliğin değerlendirilmesini bozar. Bağlara, yatırıma ve meraka yönelik saldırılarla karşılaşılır. Bireyselleşme ve ayrılma sekteye uğramış, bu alandaki sorunlar güncelliğini korumuştur. Bu yüzden nesne sürekliliği zayıftır ya da yoktur, nesnenin yokluğuna tahammül azdır, güven duygusu azdır, ilişkilerdeki uygun mesafe ayarlanamaz, tüm güçlü kontrol korunmaya çalışılır ve saldırganlık nötralize olamamıştır. Bu durum seansları aşırı beklentilerle yükler, birçok konunun konuşulmadan kalmasına neden olur. Her şeyi yapabilen, tek seansta iyileştirebilen ve her şeyi verebilen anne gibi terapistler ve terapi yöntemleri aranır. Elbette ki bunlar beraberinde, hayal kırıklığı ile sık sık terapist değiştirme, sürekli olarak bir gün aradığı tümgüçlü terapisti bulma umudunu sürdürme ile sonuçlanır. Bu arzuları tatmin etme iddiasındaki sözde terapistlerce istismar edilme komplikasyonu ya da sahte iyileşmeler ile karşılaşılır.

Kimlik dağılması ve kimlik sorunları, çifte değerliliğe katlanamama ve hep ya iyi ya kötü ayrımında kalma, yoğun duygusal dalgalanmalar ve duygusal taşmalar, cinselliğin çok bastırılması ya da sapkınlık düzeyinde yaşanması, şiddetli ve işlenemez suçluluk ve utanma duygularının yanında ağır biçimde cezalandırılma korkuları ve düşlemleri, psikanalitik psikoterapi yapılmasını gerektirecek meselelerdir. İyiliğin, sevginin ve şefkatin gücü, iç dünyadaki varlığının olumlu etkileri gözlenemez, zor hissedilir ya da hızla parlayıp söner.

Psikanalizi temel alan yöntemlerde Freud’un yazıları esas alınır. Bilinçdışı ele alınır ve bilinçdışının incelenmesi temel amaçtır. Teknik yansızlık konumu sürekli olarak korunur. Terapide neler olup bittiğini anlamak için aktarımdan yararlanılır. Kişinin kendisini tanıması ve anlaması için özel bir ortam oluşturulur, bu ortam korunmaya ve sürdürülmeye çalışılır. Bireysel analiz, eğitimin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Teknik olarak yansızlığın ve sözel yorumların kullanılması ve öneri, destek ve eylemden kaçınılması esastır. Süreçteki iyileşme büyük içsel dönüşümlere dayandırılır. Tam bir aktarım nevrozunun gelişmesinin kolaylaştırılması ve bunun yorumlamalarla psikanalitik açıdan çözümlenmesi asıldır. Terapist; samimi, otantik, sıcak, sağduyulu olmalı, yaratıcı bir biçimde kişilik özellikleri ile karşı aktarımını tekniğinde bütünleştirmelidir. Freud’un 1910’da dediği gibi “hiçbir psikanalist, komplekslerinin ve dirençlerinin izin verdiğinin ötesine geçemez”, yani analistin kişiliği ile tekniği, analizin derinliği ve sonuçları arasında sıkı bir bağlantı vardır.

Analistin bilgisi ve deneyimi önemlidir. Psikanalitik psikoterapi yapan terapistlerin; temel psikanalitik kuramları, gelişimsel konuları, teknikle ilgili yaklaşımları ve gerilemiş hastalarla ilgili yazını bilmeleri gerekir. Kuramı bilme, verileri toplama ve yorumlama bir terapistin önemli özellikleridir. Kuram olmadan veriler bir bilgi yığını olacaklar hatta veri olarak kabul edileceklerin neler olacağı bile bilinemeyecektir. Kuramı iyi öğrenmeye, iyi okumaya ihtiyaç vardır. Ülkemizde psikanaliz alanındaki kaynaklar artmakla birlikte hala çok azdır. Bu yüzden yabancı dil bilme zorunluluğu kendisini hissettirmektedir. Ama Metis Yayınlarının Ötekini Dinlemek Serisi, Halime Odağ Vakfı Yayınları ve İstanbul Psikanaliz Derneğinin yayınları bu alandaki açığı kapatan önemli kaynaklardır. Terapistin eğitiminin konuşulması, kurumu da gündeme getirir. Psikanalitik psikoterapinin kurumunun olmayışı, klasik psikanaliz gibi kurumsallaşamaması yüzünden terapist eğitiminin standartlarının oluşmamış olması bir zorluktur. Çünkü yeterliliği olmayan kişilerin de psikanalitik psikoterapi yaptığını, psikanalitik psikoterapi eğitimi verdiğini iddia etme ama bunu denetleyememe durumu vardır. Ülkemizde bunun örnekleri mevcuttur.

Psikanalitik psikoterapide daha ağır hastalarla çalışıldığında, daha zorlayıcı ve düş kırıklığı yaratıcı, umutsuzluk yaratan durumlarla karşılaşma olasılığı yüksektir. Zor durumlar ve gelecekteki iyileşmeler için terapistin çok sabırlı olması gerekecektir. Terapistin, hastasındaki değişime duyduğu inanç; öncelikle kendisinden ve kendi analizinden, sonra hastasından, süpervizörlerinden, meslektaşlarından ve bu alandaki öncülerden, örnek çalışmalardan beslenir. Olumsuzluk yüklendiğinde bununla mücadelede ve bu olumsuzlukları araştırmada daha zorlu bir ortamda olmak, affektif katılımı ve sözel olmayan iletişimi hastanın çabuk algılayıp fark edebilmesi de diğer zorluklardır. Beklemek, durmak, düşünmek için daha sınırlı bir alan vardır. Vücudun ve yüzün görülmesi, bazı açılardan hastayı rahatlatsa da terapistin serbestliğini azaltır. Düşlemi ortaya çıkaran, düşlemi ve fanteziyi devreye sokan, arananın orada olmaması, ama arananın yansıtılabileceği bir figürün var olmasıdır. Bu yüzden terapistin tüm varlığıyla ortada olması, hastanın düşleminin devreye girmesi ihtiyacını azaltır. Aktarımın doğası psikanalizdekinden farklılaşır. Karşı aktarım ile çalışmak ve bunu kullanmak için terapistin çok daha etkin ve deneyimli olması gerekir.

Terapist, örseleyici ve engelleyici durumların üstesinden gelebilmek, nesne sürekliliğini güçlendirmek, kendisini olduğu gibi kabul ederek derinliğini arttırmak için narsisistik eğilimlerinin üstesinden gelebilmiş olmalıdır. Çünkü tüm bunlar, hastaya yansıyacak, hastanın içinde de bu değişimler yaşanacaktır. Terapistin duygularını anlama, tanıma ve ortaya koyma konusundaki yeteneği gelişmiş olmalıdır. İç dünyasındaki duygu yelpazesinin genişliği; merakı, kızgınlığı, acımayı, üzüntüyü, erotik heyecanı ve uyarılmayı, kıskançlığı, merhameti, iğrenmeyi, korkuyu, sevgiyi, şefkati, dostluğu hissedebilmesini ve anlayabilmesini sağlayacak, hastanın da duygularını anlayıp tanımasına, araştırmasına yol açacaktır. Terapistin nesne sürekliliğini korumada özel bir çabası ve gücü olmalıdır. Bunu, uyarmadan, yutucu ve otoriter olmadan, yansızlığı koruyarak yapabilmek yetenek ve deneyim gerektirir. Geri düzeydeki hastalar sık sık öfke hissettirebileceğinden, kızgınlığını ve düşmanlığını kontrol edebilmeli, bu duygularla ve eyleme vurmalarla çalışabilmelidir. Eyleme vurmalara ilgisiz kalırsa ya da çok dikkate alırsa bunlar artabilir, süper egosunu çok ön plana çıkarırsa hasta katlanamayabilir. Öfkesini anlayamazsa tekniği, öfkesini kendisine yöneltirse iç dünyası, öfkesini dışarıya taşırsa diğer hastalarıyla ilişkileri olumsuz etkilenecektir. Hastaların bağlara, yatırıma ve meraka yönelik saldırılarını iyi göğüslemeli, tutma/taşıma işlevini sürdürebilmelidir.

Terapist, serbest dalgalanan dikkatini korumak ve sürdürmek için, analizden çok daha fazla enerjiye gereksinim duyar. Bunu yapabilmek için hem hasta ile iletişimini korumayı hem de zihnini bir kısmını bölerek orada serbestçe düşünebilmeyi becerebilmelidir. Analistin hafızasını, arzusunu, yönünü bırakma fırsatı ve şansı psikanalitik psikoterapi yapan terapistte yoktur. Serbestliğin ve varlığın amacı değişmiştir. Psikanalizde hiç kimse olmaya çalışarak hastanın düşlemini geliştirme amaçlanırken, psikanalitik psikoterapide bir kimse olunmaya çalışılarak hastanın düşleminin yapılandırılması amaçlanır. Yani bir yandan hasta ile çalışma sürdürülürken bir yandan da zihinsel esneklik, hareketlilik, yaratıcılık, bütünleştiricilik, bireşimcilik de sürdürülmeli ve bunlar seansa taşınabilmelidir.

Broken Structures, Salman Akhtar

Psikoterapi nedir? dendiğinde birçok kişinin aklında bir divana uzanıp, çocukluğunuzu anlattığınız ya da terapistin size akıl verdiği bir resim canlanmaktadır. Peki gerçekte psikoterapi nedir, ne değildir? Psikoterapi, gerekli eğitimleri almış bir uzman eşliğinde duygularınızı, düşüncelerinizi, kendiniz ve diğerleriyle ilgili inançlarınızı, kişisel yaşantılarınızı güvenli bir biçimde keşfetme sürecidir. Bir profesyonel ile yapılan konuşma tedavisidir. Psikoterapi size, yaşadığınız zorluklar ya da sıkıntılarla ilgili içgörü kazandırmayı, düşünce ve davranışlarınızda değişiklikler meydana getirmek için motivazsyonunuzu arttırmayı ve bu değişiklikler için uygun yollar bulmanıza yardımcı olmayı amaçlar.

Psikoterapiyi arkadaş ile dertleşmekten ayıran özellikler nelerdir?

Terapist ile danışan arasındaki ilişki, profesyonel, danışan odaklı, etik kurallara bağılı ve tedavi edici bir ilişkidir. Terapist, sizi eleştirmez, yorum yapmaz, öğüt vermez. Sizin kendi özelliklerinizin farkına varmanıza yardımcı olur; hedeflenen değişimi gerçekleştirebilmeniz için işbirliği içinde çalışır, bilgi ve deneyimini kullanarak değişimi mümkün kılar. Yani sizi gideceğiniz yere doğrudan bırakmaz, bu yolculukta size eşlik eder.

Psikoterapi ne zaman gereklidir?

Depresyon, kaygı bozuklukları (obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluk, fobiler…) gibi psikiyatrik sorunlarda, tüm dünya çeşitli psikoterapi yöntemlerini kullanmaktadır.

Ayrıca;

  • Devam eden, yoğun mutsuzluk, çaresizlik ve umutsuzluk duyguları yaşıyorsanız
  • Yaşadığınız duygusal zorluklar, kaygı ve korkularınız yaşamınızı olumsuz etkiliyorsa
  • Davranışlarınız kendinize ya da diğerlerine zarar vermeye başladıysa (madde ya da aşırı alkol kullanımı varsa, agresif  hale geldiyseniz…)
  • Yaşadığınız duygusal zorluklar nedeniyle aileniz ya da yakınlarınızla karşı karşıya kalıyorsanız
  • İş performansınızla ilgili kaygınız varsa

psikoterapi için başvurmanız önerilir.

Psikoterapi Kimler Tarafından Uygulanır?

Psikoterapi eğitimi almış psikiyatrist ya da bu alanda çalışan psikologlar tarafından uygulanabilir. Günümüzde psikoterapi dendiğinde farklı meslek gruplarından ya da uygulamalardan da bahsedilmektedir (Yaşam koçluğu, danışmanlık…). Fakat psikoterapist (klinik psikolog ya da psikiyatrist) uzun ve derinlemesine bir eğitim sürecinden geçtiği için danışanlarına ya da hastalarına daha geniş yelpazede ve daha derin çalışmalar yapabilmektedir. Psikoterapi bu noktada “danışmanlık”tan ayrılmaktadır.

Sizi Neler Bekliyor?

İlk seansta, terapist sizi tanımaya ve geliş nedenizi anlamaya çalışır. Çeşitli sorular sorarak ve testler kullanarak sizinle ilgili bilgi edinir. Bu bilgiler ışığında bir tedavi planı oluşturur.

Her birey birbirinden farklı olduğu için sonraki seansların içeriği de kişiye göre değişecektir. Psikoterapistiniz duygularınızı, deneyimlerinizi paylaşmanız ve keşfetmeniz için sizi teşvik edecektir. Uzmanın eğitimine ve bağlı olduğu kurama göre uyguladığı teknikler de farklılık gösterecektir.  

Psikoterapi ne kadar sürer?

Terapiye başlarken getirdiğiniz sorunlara, kullanılan terapi yöntemine göre görüşme süresi ve sıklığı değişecektir. İlk görüşmede size özel bir tedavi programı belirlenecektir.

Bilişsel Davranışçı Terapi:Sağlıksız ve olumsuz düşüncelerimizin duygu ve davranışlarımıza olan etkilerine odaklanır. Sistemli bir şekilde bu düşünceleri gözden geçirip yerlerine sağlıklı ve olumlu olanları koymayı hedefler. Kendine güven, atılganlık gibi beceri kazandırmaya yönelik çalışmalar da yapılır. Uygulamalar sırasında nefes egzersizleri ve duygu tekniklerinden yararlanılır.  Danışanın ve terapistin aktif olduğu bu yöntemde ev ödevleri önemli yer tutar. Problem odaklı ve kısa süreli bir yaklaşımdır.

İnsan davranışı ve duygulanımını inceleyen psikolojik modellerden yararlanılarak geliştirilmiştir. Bilimsel bir zemin üzerine kurulu olup birçok psikiyatrik bozukluk ve geniş bir sorun alanında etkili olduğu kanıtlanmış bir tedavi yaklaşımıdır.

Davranış tedavileri, genel bir tanımla öğrenme ilkelerinin davranış bozukluklarının analiz ve tedavilerine sistematik bir biçimde uygulanışı olarak tanımlanabilir. Davranış tedavileri doğrudan uyumsuz davranışlar üzerine odaklanır. Davranışçı tedavide bireye tedavinin mantığı aktarılıp, kaygı verici durumlarla karşılaştığında kaçmak yerine, kaygıyla başa çıkmak konusunda ne tür yöntemler uygulayabileceği aktarılır.

Bilişsel teoriye göreyse çocukluk çağındaki deneyimler öğrenme yoluyla bazı temel düşünce, sayıltı ve inanç sistemlerinin oluşmasına neden olur. Bu temel düşünce ve inançlar „şema“ olarak adlandırılır. Bu şemalar katı düşünce kalıpları olup, yaşamın daha ileri dönemlerinde bireylerin kendileri ve yaşadıkları dünyaya ilişkin algılarını biçimlendirmekte kullanılır. Psikiyatrik bozukluklar, bireyin bilinçli olarak farkında olmadığı bu olumsuz kalıpların içeriğindeki temel düşünceleri destekleyen bir yaşam olayının ardından gelişir.
Tedavide danışan kişi ile terapist çeşitli sorunları belirlemek ve anlamak için, iyileşmeyi hedef alan bir işbirliği içinde düşünce, duygu ve davranışlar arasındaki ilişkiler konusunda çalışırlar. Bu yaklaşım genellikle “şimdi ve burada” üzerine, yani o anda güncel olarak kişide sıkıntı yaratan sorunlar üzerine odaklanır. Çeşitli hastalıkların yaşamı kısıtlayan etkileri hastayla birlikte saptanır. Bireyin hastalığı nedeniyle yapamadığı çeşitli aktiviteler tedavideki hedefler olarak belirlenir ve tedavi sonunda hastalığın yaşam alanlarında oluşturduğu kısıtlanmalar ortadan kaldırılarak yaşam kalitesinin iyileştirilmesi amaçlanır. Bu tedavi yaklaşımında tedavi süresi oldukça kısadır. 

Kişinin öz kaynaklarını kullanarak sıkıntı yaratan durumlarla başa çıkabilmesine yardımcı olacak becerileri kazandırmak asıl hedeftir. Terapist ve danışanın birlikte çalışarak saptadığı hedeflere ulaşmak ve “değişim” yaratabilmek için seanslar sırasında öğrenilenler seanslar arasında uygulamaya geçirilir. Seans içinde terapistten öğrenilen bilginin beceriye dönüştürülebilmesi için uygulamada “ev ödevleri” ya da egzersizlerden faydalanılır. 
Özetle bilişsel davranışçı terapi sıkıntı yaratan belirtileri hedef alan, sıkıntıyı azaltmayı, düşünce biçimlerini yeniden gözden geçirmeyi ve sorun çözmede yardımcı olacak yeni stratejiler öğretmeyi amaçlayan etkililiğini araştırmalarla gösterilmiş bir psikoterapi türüdür.

Bilişsel davranışçı terapilerde terapist ve danışan birlikte danışanın sorunu hakkında ortak bir fikir edinerek sorunu birlikte anlamaya, mevcut sorunun danışanın düşünce, duygu ve davranışlarını ve gün içindeki işlevlerini nasıl etkilediğini belirlemeye çalışırlar.

Danışanın kişisel sorunlarının anlaşılmasını izleyerek terapist ve danışan bir sonraki aşamada tedavi hedefleri belirleyip bir tedavi planı oluştururlar. Terapinin amacı danışanın sorunlarını çözmekte halen kullandığı baş etme yöntemlerinden daha yararlı olabilecek yeni çözümler üretebilmesini sağlamaktır. Bunu izleyerek, danışanın terapi seansları içinde öğrendiklerini terapi seansları arasındaki süreç içinde de uygulaması istenir.

Pratik bir takım zorunlu durumlar bir yana bırakıldığında (belli bir süreyle terapiye gelebilme imkanı gibi) terapinin ne kadar süreceği terapistle danışan tarafından birlikte belirlenir. Genellikle 2-3 seanstan sonra ilk seanslarda ortaya konulan amaçlara ne kadar sürede ulaşılabileceği konusunda terapistin bir fikri oluşabilir. Bazı danışanlar için 6-10 görüşme gibi çok kısa bir süre yeterli olabilir. Daha uzun süreli çözüm gerektiren kişilik bozuklukları gibi durumlarda danışanlar aylarca hatta bir yılı geçen bir süre boyunca terapiye devam etmek durumunda kalabilirler. Danışanla başlangıçta, çok ağır bir kriz durumu söz konusu değilse haftada bir kez görüşülür. Kişi kendini daha iyi hissetmeye başlar başlamaz seansların aralığı açılmaya başlar önce 15 günde bir daha sonra üç haftada bire doğru görüşmeler kademeli olarak seyrekleştirilir. Bu henüz terapide iken öğrenilen becerilerin gündelik hayat içinde uygulanarak denenmesi şansını verir. Terapi sona erdikten 3, 6 ve 12 ay sonra birer güçlendirme seansı yapılır.

Bilişsel davranışçı terapi ile birlikte ilaç tedavisinin birlikte yürümesi daha iyi bir seçenektir. İlaç kullanılması gerektiğini düşündüğü durumda terapistiniz bu durumu size söyleyerek durumun avantajlarını ve dezavantajlarını sizinle tartışacaktır. Birçok durum hiç ilaç kullanmadan tedavi edilebileceği gibi sadece ilaç kullanımıyla geçen sorunlar söz konusu olabilir. Her iki tedavi türünün de etkili olduğu durumlarda tercih danışmaya gelen kişiye bağlıdır. Bazı durumlar genellikle iki tedavinin birlikte kullanımına daha iyi cevap verir. Bilişsel davranışçı terapinin çocuk ve ergenlerde kullanımı da oldukça iyi sonuçlar vermiştir. Genellikle depresyon, anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, enürezis noktürna, travma ve travma sonrası stres bozukluğuyla ilişkili semptomların tedavisinde kullanılır. 

Bu terapi türünün etkililiğini gösteren bilimsel veriler mevcuttur. Bu veriler bilişsel davranışçı terapinin aşağıda sayılan sık görülen psikiyatrik bozuklukların tedavisinde etkili olduğunu göstermiş ve bilişsel davranışçı terapi bu bozuklukların tedavisini konu alan pek çok kılavuzda etkili bir tedavi yöntemi olarak yer almıştır:

  • Anksiyete bozuklukları
  • Obsesif kompulsif bozukluk
  • Panik bozukluk
  • Hipokondriyazis
  • Travma sonrası stres bozukluğu
  • Yaygın anksiyete bozukluğu
  • Depresyon
  • Cinsel işlev bozuklukları
  • Çift tedavileri ve aile terapileri
  • Alkol ve madde kötüye kullanımı
  • Yeme bozuklukları
  • Somatoform bozukluklar
  • Sosyal fobi
  • Özgül fobiler
  • Tik gibi çeşitli davranış problemleri
  • Yeme bozuklukları
  • Ayrıca KDT’nin aşağıda yer alan diğer durumlarda da tedaviye katkı sağladığı gösterilmiştir:
  • Şizofreni
  • İki uçlu bozukluk (Bipolar bozukluk)
  • Öfke kontrolü
  • Kişilik bozuklukları
  • Ağrı kontrolü
  • Çeşitli sağlık sorunlarına uyum sağlama

Gestalt Terapi:“Şimdi ve Burada” kavramına önem veren bu terapi yöntemi, danışanın duyguları, farkındalıkları, farkındalığı engelleyen blokları ve vücut diliyle çalışır. Farkındalıklar sayesinde değişimin olacağını savunur. Hareket odaklı olan bu yöntem bireysel ya da grup olarak uygulanabilir.

Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapi: İnsan davranışlarının bilinç dışı süreçlerden etkilendiği, yaşanılan sorunların çocukluk yaşantılarından kaynaklandığını savunur. Serbest çağrışım, rüya analizi ve yorum gibi teknikler kullanılan bu yaklaşımda amaç danışanın içgörü kazanmasıdır. Terapi seansları sık ve oldukça uzun süreli derinlemesine çalışmalardır.

Aile ve Çift Terapisi:Aile bireylerinin ve çiftlerin birbileriyle etkileşimlerinin anlaşılmasına, bunlarla ilgili sorunların çözümüne ve sağlıklı iletişime geçilmesine odaklanmaktadır.

Oyun Terapisi: Çocuğun problemlerini anlamak, onun duygularını ve tutumlarını keşfetmek ve çocuğu bunlarla yüzleştirerek çözüm getirmesini sağlamak için geliştirilmiştir. Sıklıkla endişe, korku, takıntı, kendine güven sorunları, çekingenlik, dürtüsellik, saldırganlık, okula uyum sorunu, davranış problemleri, uyku, yemek ve tuvalet sorunlarının çözümünde kullanılmaktadır.

Psikodrama: Bireylere, dramatik canlandırmalar yoluyla, geçmiş ve güncel sorunlarını ve çatışmalarını ya da geleceğe dair beklenti, kaygı ve güçlüklerini ele alarak hazırlanma, başa çıkma becerilerini görme ve bunları deneme olanağını sağlar. Psikodrama temel etkinlik olarak insanın katı davranışlarının yumuşak, esnek duruma gelmesine, özgür ve spontan olmasına, empati kurabilmesi ve sorumluluk alabilmesine olanak verir. Genel anlamı ile insanın sosyal beceri kazanmasına yardımcı olur. Grup olarak uygulanabileceği gibi bireysel uygulamalarda da etkilidir.

Dr. Fethi TURAN PSİKİYATRİ PSİKOTERAPİ

Pasif Agresif Kişilik Bozukluğu
“İşyerindekilerin istekleri karşısında kendimi ağır bir yük altında hissediyorum”
“Kendimi çok yorgun hissediyorum.”
“Hep yanlış anlaşılıyorum”
“Bana değer verilmiyor”

Özellikleri

  • Kızgınlık, alınganlık, pişmanlık duyguları yaşarlar.
  • Sorunlarla, kişilerle yüzleşmekten kaçarlar.
  • Kızgınlıklarını, kırgınlıklarını direkt ifade etmek yerine dolaylı yolları tercih ederler.
  • Her an hayal kırıklığına uğrayabilecekleri kaygısı taşırlar. Kendilerini çaresiz hissederler.
  • Kendisini değersiz hissederler. Değerinin verilmediğini, haksızlığa uğradığını, yanlış anlaşıldığını, şanssız olduğunu düşünürler.
  • İşler istediği gibi gitmediğinde öfke yaşarlar. Somurturlar, kızarlar, muhalif olurlar.
  • İşbirliği içine girmezler.
  • Bağımlı özellikler gösterirler.
  • Otorite figürü tarafından verilen işleri erteleme, unutma vb. şeklinde davranışlar görülür.
  • Otoriteyi sürekli eleştirme ve küçümsemeye çalışabilir.
  • Saldırgan ve öfkeli davranışlarda bulunurken bir taraftan da pişmanlık duyarlar.
  • Çoğunlukla kendilerini bezgin ve yorgun hissederler.
  • Gelecek ile ilgili kaygıları vardır. Gelecek ile ilgili sürekli olumsuz düşünceleri vardır.
Pasif Agresif Kişilik Ve Çocukluk Dönemi Deneyimleri
Yapılan çalışmalarda, bu kişilerin çocukluklarında aileleri tarafından ihmal edildiği, ailelerinin kararsız davranışlarına maruz kaldığına yönelik bulgular vardır. Böylelikle yaşanılan kızgınlık duygusunu ifade edememekte, kızgınlık duygusu büyümektedir. İnsanlara kızgınlıklarını ifade etmek için dolaylı yolları tercih ederler. Örneğin, yöneticisi bir şey yapmasını istediğinde bu işi erteler, yanlış yapar ya da dosya sürekli önünde açık durur. Ancak, o başka işlerle ilgilenebilir. Olumsuzlukları, sorunları dışsallaştırma eğilimi gösterirler. Bu nedenle sorunlarla başa çıkmaya çalışmaz, sorunlarının başkalarından kaynaklandığını düşünürler. Bir taraftan bağımlı özellikler gösterirken bir taraftan da girişimcilik arasında kararsızlık yaşarlar.

Tedavi

Kişinin duygu, düşünce, davranış ve alışkanlıklarını değiştirmek için uzun süreli psikoterapi programı uygulanmalıdır. Terapide, kökleşmiş davranışlar, olaylara yaklaşım ve bakış açıları, ilişki dinamikleri ele alınır. Kişinin tedaviye gönüllü olarak gelmesi, çaba sarf etmesi, sorunların sorumluluğunu üstlenmesi durumunda iyileşme süreci biraz daha kısa zaman almaktadır.

Doç. Dr. Adnan Çoban

Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu kurallar, düzen ve kontrol üzerine aşırı düşünme olarak karakterize edilir. Bu kişiler bir şey üzerinde kontrol sahibi olamama ihtimali varsa aşırı derecede kaygı yaşarlar ve bu nedenle bu tür durumlardan kaçınırlar. Kontrol sağlayamadıkları durumlarda ise öfkelenirler. Aşırı kontrollü halleri, madde bağımlılığı, dikkatsiz cinsel ilişki kurma, finansal sorumsuzluk gibi durumları engeller. İş konusunda çok hassas ve kuralcı olduklarından çok başarılı olabilirler. Rahat ve esnek davranamama, mükemmeliyetçilik, detaylarla aşırı ilgilenme gibi durumlar günlük yaşantılarını çok zorlaştırır ve işlerini yaparken büyük bir zaman ve enerji israfına neden olur. Yapılan işin asıl amacını unutturacak derecede ayrıntılarla, kurallarla, listelerle, sıralamayla, organize etme ve program yapma ile uğraşırlar. Bu kişiler yeniliklerle ve esneklik gerektiren durumlarla karşılaşınca rahatsızlık duyarlar. Kültürel normlara çok bağlı olmakla birlikte inatçı bir kişilik yapısına sahiptirler. Kuralcıdırlar ve kurallara tam olarak uymasını beklerler.
Mantık adamıdırlar ama bu durum karşısındaki için sıkıcı bir hal alabileceğinden iletişimlerinde zorluk yaşayabilirler. Kuralcılıkları ve detaycılıkları eşlerini ve yönetimi altında olan çalışanları bezdirir. Hataya ne kendilerinde ne de başkalarında tahammül edebilirler. Başkaları tam olarak kendileri gibi düşünüp, hareket etmedikçe onlarla bir çalışma içine girmek istemezler, zorunda kalırlarsa agresifleşirler. Yanlış yapmamak için yaptıklarını defalarca kontrol ederler. Olayların olumlu olumsuz yönlerini sürekli tartmaya çalıştıkları için karar vermekte güçlük çekerler. Duygularını göstermeyip, her zaman mantığı ön planda tutarlar. Mantıklı olmadıklarına inandıkları kişilere öfkelenirler ya da onlarla iletişim kurmak istemezler. Eğlenceli ortamlardan zevk almazlar. Genellikle katı, inatçı, cimri kişilerdir.

Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu ve obsesif-kompulsif kişilik özellikleri olan kişilerde ön plana çıkan özellikler şunlardır:

Titiz ve Kuralcıdırlar: İş ve özel hayatlarında o kadar kuralcıdırlar ki, her şeyin bu kurallar çerçevesinde yapılmasını isterler. Kurallarını sorgulatmazlar ve mutlaka uyulmasını beklerler. Bu beklentileri aşırı titiz olmalarına yol açar. Kurallara titizlikle uyulmalıdır. Uyulmadığında sinirlenirler. Kendileri kendi kuralları dışına çıkarsa endişe ve kaygı yaşarlar ve kendilerini suçlarlar.

Siyah-beyaz düşünürler: Onlar için orta yol pek yoktur. ‘Ya hep ya hiç’ mantığına göre hareket ederler. Bir iş dört dörtlük olmayacaksa hiç olmasın daha iyidir. Birisi bir hata yaptığında olumlu yönleri görünmez olur. Kurallarında esneme olamaz.

Mükemmeliyetçidirler: Ne kendilerinde ne de başkalarında hataya tahammül edemezler. Her şey dört dörtlük olsun isterler. Onlar için hata olmaması gereken bir şeydir. Herkes her konuda olması gerektiği gibi olmalı, davranmalı ve düşünmelidir. Bunun aksi olursa sinirlenirler ve öfke patlaması yaşayabilirler. Kendileri için hata yapma durumu söz konusu olursa kendilerine kızarlar.

Sinirlidirler: Kurallara uymak ve hata yapmamak o kadar önemlidir ki aksini düşünemezler. Ancak gerçek hayatta çoğu insan onların kafalarındaki kurallar doğrultusunda hareket etmeyeceğinden ve insanoğlu hata yapan bir varlık olduğundan, bu durumlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır; dolayısıyla, obsesif-kompulsif kişilik özellikleri olan insanlar gün içinde pek çok kez sinirlilik hali içine girerler ve öfke patlamaları yaşayabilirler.

Kendilerine Kızarlar: Obsesif-kompulsif kişilik özellikleri olan kimselerde insan olduklarından hata yaparlar ve kurallarının dışında davranmak zorunda kalırlar. Bu durumlar, kendilerine şiddetli biçimde kızmalarına ve/veya aşırı kaygı yaşamalarına neden olur.

Kaygılıdırlar: Mükemmeli yakalamak ve hata yapmamak konularındaki aşırı hassasiyetleri gün içinde tedirginlik ve kaygı hallerini çok sık yaşamalarına yol açar. Kendileri ve etrafındakilerle ilgili sürekli tetiktedirler, çünkü kendileri ve başkaları her an hata yapabilirler ve bu onlar için asla olmaması gereken bir durumdur.

Detaycıdırlar ve Aşırı Mantık Yürütürler: Her konu ile ilgili detaylı ve mantıklı açıklamaları vardır. Mantıkları detaylar üzerine kuruludur. Detaylar üzerinde durmayı ve mantık yürütmeyi çok severler; aslında detaylara odaklanmadan ve mantık yürütmeden edemezler. Duygusal meselelere dahi mantıkla yaklaşırlar. Aşırı mantıklı halleri, dışarıdan soğuk ve mesafeli algılanmalarına neden olur. Aslında gerçekte de soğuk ve mesafelidirler. Detaycılıkları, bir iş yaparken ya da bir şeyle uğraşırken çok zaman kaybetmelerine ve bunun sonucu olarak da kaygı ve/veya sinirlilik hali yaşamalarına neden olur.

Belirsizliğe Tahammül Edemezler: Belirsizliği bir çok kişi sevmez, ancak obsesif-kompulsif kişilik özellikleri olan kimselerde belirsizlik korkunç bir durumdur. Kafalarının içindeki kuralları, hataya karşı aşırı tahammülsüzlükleri aslında belirsizliği ortadan kaldırmak ve belirli, sürpriz olmayan, rutin durumları yaratma çabalarının bir sonucudur.

Ertelemecidirler: İnsan için mükemmellik olamayacağı ve hatalar kaçınılmaz olduğu için, mükemmel olamama ve hata yapma durumlarını kaçınılmaz olarak hayatlarında yaşayan bu kişiler kendileri ile ilgili derin hayal kırıklıkları yaşarlar. Bu hayal kırıklıklarının yarattığı kaygı ve kendine öfkelenme o kadar fazla olur ki, obsesif-kompulsif kişilik özellikleri aşırı uçta olan kişiler kendileri ile ilgili bu hayal kırıklığını yaşamamak için hareket edemez hale gelebilirler ya da yapmaları gereken işleri sürekli erteleyebilirler. Erteleme hali daha çok yeterince kontrol edemediklerini düşündükleri durumlarda kendini gösterir.

Takıntıları Vardır: Bu kişilerde özellikle kontrol takıntılarına çok rastlanır. Yaptıkları şeyin mükemmel ve hatasız olması için defalarca kontrol etmeden duramazlar. Obsesif-kompulsif kişilik özellikleri baskın olan kişilerde başka türde takıntı semptomları da sık sık görülür.

Doç. Dr. Adnan Çoban

Çekingen kişilik bozukluğu, aşırı utangaçlık, yetmeme korkusu ve reddedilmeye karşı aşırı hassaslık olarak karakterize edilir. Toplum içinde yanlış bir şey yapmaktan veya olumsuz değerlendirilmekten korkan, utangaç kişilerdir. Güven eksikliği ve yetersizlik hissi yaşarlar. Bu tip kişiler diğer kişilere göre kendilerini aşağıda görürler. Bu kişiler için kayıplar ve reddedilme duygusu çok acı vereceğinden bazen yakın ilişkileri tümüyle reddederler. Çok az arkadaşları vardır ve bu kişilere aşırı derecede bağlıdırlar. Acı çekmekten, reddedilmekten, başarısız olmaktan korktukları için yalnız kalmayı tercih ederler. Bu durum iş yaşamlarını da olumsuz yönde etkiler. Mesleki anlamda yükselebilecekleri sosyal durumları reddederler, bu sebepten dolayı mesleki olarak alt kademelerde yer alırlar.

Çekingen kişilik bozukluğu ve çekingen kişilik özellikleri olan kişilerde öne çıkan özellikler aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

Pasiftirler ve edilgendirler: Zaten pek az olan arkadaşlık ve sevgili ilişkilerinde kabullenen ve uyum sağlayan edilgen bir tutum sergilerler. İsteklerini ifade etmekte oldukça çekingen davranırlar. Olumsuz herhangi bir tepki alacakları kaygısı ile kendilerine yapılanlara ve söylenenlere karşılık veremezler.

Reddedilmeye aşırı duyarlıdırlar: Reddedilmemek için ne gerekiyorsa yaparlar. Bu uğurda kendilerinden kolaylıkla tavizler verirler. Reddedilme durumunu yaşamamak için en çok başvurdukları yol reddedilme olasılığı olan ortamlara girmemektir.

Arkadaşlarına aşırı bağlıdırlar: Az sayıda arkadaşları vardır ve onlara abartılı biçimde bağlılık ve bağımlılık gösterirler. Bunun nedeni, onlar tarafından reddedilmeye ve onları kaybetmeye ilişkin aşırı korku ve onlar olmazsa başka kimseyi bulamayacak kadar yetersiz ve aciz olduklarına dair derin inançlarıdır.

Kariyerlerinde ilerleyemezler: Kendilerini o kadar güvensiz hissederler ki becerilerini ve kapasitelerini kullanmaya cesaret edemezler, hatta hiçbir güçlü yönleri olduğuna inanmazlar. Kendilerini ifade etmede o kadar yetersiz olduklarına inanırlar ki, kariyerlerinde ilerlemek için gerekli olan ilişkileri kuramazlar. Genellikle işe girdiklerindeki pozisyonlarda senelerce ya da işten ayrılıncaya kadar kalmak zorunda kalırlar. Kariyerlerinde ilerleme fikri onları son derece korkutan bir düşüncedir. İlerlemek için adım atamadıkları ve girişimlerde bulunamadıkları gibi aslında yoğun korkuları nedeniyle ilerlemek de istemezler.

Doç. Dr. Adnan Çoban

Bireyler duygularını uygunsuz ve abartılı sergileyebilirler. Duygularında ani değişimler görülebilir. Sürekli bir yenilik ve heyecan arayışı içinde olabilirler. Sıradan günlük olaylar karşısında sıkkınlık yaşayabilirler.

Histeri (hysteria) veya isteri, psişik ve motor bozukluklar, özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, ani sinirlenme, hareket bozuklukları, geçici kişilik değişimi ve günlük hafıza kaybı gibi çeşitli sistemlere ait psikosomatik şikayetlerle belirgin psikonevrotik bozukluk. Görünümlerine önem veren, renkli, çevrelerine karşı olumlu izlenim bırakmaya çalışan, dikkatleri üzerine çekmeye isteği ve çabası olan, bu nedenle ilişkilerinde etkileyici tutumlar sergileyen, olayları olduğundan daha abartılı yaşayan çoğu zaman dramatize eden, iş birliği kurup çabuk arkadaş edinebilen fakat bir o kadar da kendilerini çabuk reddedilmiş hisseden bireylerdir.
Kişi histerisi olduğunun farkında değildir
Denetim dışına çıkıp kişinin işlevselliğini aksattığında aşırı hayal gücü veya korkuları ifade eden nevrotik zihinsel bir hastalığı tanımlar. Histeri, hastalarda ani, sinirsel, nevrotik bir hastalık olarak bilinir. Histerik hasta, kendindeki ruh sağlığının bozukluğundan habersizdir. Çeşitli duyu bozuklukları, çırpınmalar, kimi zaman da inmelerle kendini gösteren nevroz tipinde akıl hastalığı olup sıklıkla 30 yaş altındaki bireylerde görülür. Genellikle bilinç altında kalmış zihinsel bir nedenin çok çeşitli fiziksel ya da psikopatik bozukluklara yol açtığı histeride ya geçici ve çok şiddetli krizler ya da sürekli davranış bozuklukları görülür.

Histerik bireylerin düşünce biçimleri ve özellikleri şöyledir:

• İnsanların ilgisini çeken biriyim. Mutlu olabilmem için insanların ilgisinin benim üzerimde olması gerekir. İnsanlar bana ilgi göstermezse mutlu olamam. Herkes benimle ilgilenmeli.

• İnsanlar beni eğlenceli biri olarak tanımalı. Böylece zayıf yanlarımı fark etmezler.

• Ben abartılı davranıp aşırıya kaçmadıkça kimse bana ilgi göstermiyor. İnsanların beni görmezden gelmeleri korkunç!

• Duygular ve sezgiler mantıklı düşünmekten daha önemlidir.

• İlgi odağı olmadığı durumlarda rahatsız olur.

• Başkalarıyla olan etkileşimi çoğu zaman uygunsuz bir biçimde cinsel yönden ayartıcı ya da baştan
çıkartıcı davranışlarla belirlidir.

• Hızlı değişen ve yüzeysel kalan duygular sergiler.

• İlgiyi üzerine çekmek için sürekli olarak fiziksel görünümünü kullanır.

• Aşırı bir düzeyde başkalarını etkilemeye yönelik ve ayrıntıdan yoksun bir konuşma biçimi vardır.

• Gösteriş yapar, yapmacık davranır ve duygularını aşırı bir abartmayla gösterir.

• İlişkilerin normalden çok daha fazla yakın ve fazla içli-dışlı olmasını ister.

Histerik Kişilik Bozukluğu olan bireyler genellikle ilişkilerinde yaşadığı bazı sorunlar ya da başka psikiyatrik bozukluklar nedeniyle uzman yardımı isterler. Bireysel ya da grup psikoterapisi ve ilaç tedavisinden fayda görebilirler.

Havanın sürekli kapalı olması, insanlarda ruhsal çöküntüye neden olabiliyor. Evden dışarı çıkmamak, zamanının çoğunu uyuyarak geçirmek, özellikle baş ağrısı olmak üzere bedensel ağrılar çekmek, enerji azlığı, yorgunluk, halsizlik ise bu ruhsal çöküntünün önde gelen belirtileri. İlişkilerde tahammülsüzlük, sinirlilik ve iletişim problemleri de bu ruhsal çöküntünün devamını oluşturuyor.

İşte Kış Depresyonu ile Mücadele Etmenin Yolları

Düzenli Egzersiz Yapın ve Hareketli Olun

Düzenli egzersiz kilo vermek ve beden sağlığı için gerekli olan bir unsur olmakla beraber aynı zamanda stresle baş etme yöntemidir. Düzenli aktivite sayesinde metabolizmanın çalışması hızlanır, bu durum kişinin kendisini gün boyu enerjik hissetmesini sağlar. Kış aylarındaki düzenli aktivite iyi hissetmeyi sağlayan kimyasalların salınımını arttırarak ruh halini olumlulaştırır.

Birlikte olmaktan keyif aldığımız insanlarla daha sık bir araya gelin

Arkadaşlar ve aileden alınan olumlu ruhsal desteğin kış depresyonlarında önemi büyüktür. Mutsuz, karamsar, hayata olumsuz bakan kişilerle daha az beraber olmak işe yarar yöntemlerden biridir.

Vaktinizi Uyuyarak Geçirmeyin

Kış aylarında insanlar daha fazla uyumaya eğilimlidirler. Düşünmek, anlamak ve hissetmek yerine uyumayı, uyuşmayı tercih ederler. Bu, ruhsal durumu ağırlaştırmaktan başka işe yaramaz. Bilakis fazla uyumak kişinin kendisini halsiz ve dinlenmemiş hissetmesine neden olur. Çok fazla uyumak yerine günde 10-20 dakikalık yapılacak şekerleme günün daha zinde geçmesini sağlayacaktır.

Dengeli ve Düzenli Beslenin

Sağlıklı ve düzenli beslenmek kişinin ruhsal durumunu ve zindeliğini etkileyen bir unsurdur. Bazı yiyecekler insanlarda duygusal iniş çıkışlar yaratır ve konsantrasyonunu etkiler. Özelikle aşırı miktarda alınan şeker, beyaz ekmek ve karbonhidratlar duygularda keskin iniş çıkışlar yaratır. Sağlıklı ve düzenli beslenme bu duygu dalgalanmalarını dizginler.

Evin Dışında Daha Fazla Zaman Geçirin

Kış mevsimi diğer mevsimlere göre daha uzun geçer, hava erken kararır. Bu yüzden kış aylarında insanlar ev dışında daha az vakit geçirirler. Dolayısıyla gün ışığından daha az faydalanırlar.. Bu durum kişiyi daha da karamsarlaştırır ve duygusal çöküntüyü pekiştirir. Bu yüzden kış aylarında dışarıda daha fazla vakit geçirmek ve aynı zamanda gidilen yerde daha çok cam kenarında, gün ışığına yakın oturma alanlarını tercih etmek kişinin kendini iyi hissetmesini sağlayacaktır.

Alkol Almaktan Kaçının

Kış aylarında insanlar dışarıya çıkmayı tercih etmeyip evlerde ya da barlarda arkadaşlarıyla alkol almayı tercih eder. Fakat alkolün ruhsal çöküntüyü artıran özelliğini unutmamak gerekir. Fazla alkol alımı kişinin enerjisini azaltır, yorgunluk hissi yaratır. Bu yüzden yoğun alkol kullanımı sağlıklı bir baş etme yöntemi değildir.

Kendine Özel Zaman Ayırın

İnsanlar çalışmak, toplantılara gitmek gibi günlük zorunlu işlerin dışında kendilerine vakit ayıramamaktadırlar. Oysa herkesin günde ayıracağı maksimum 1 saatlik zaman günlük koşuşturmadan uzaklaşmayı sağlayan, kişinin hava alabileceği bir pencere gibidir.

Geçiş dönemlerinde , mevsim değişikliklerinde depresif duygulanımlar insanları daha çok etkilemekte ve bireylerde zaten böyle bir eğilim varsa bu durum kış ayları ile mevsimsel geçişlere bağlı olarak alevlenebilmektedir. Yukarıda bahsettiğim durumlar kendinizce baş etme yöntemleri olup depresyon bir hastalıktır. Bu baş etme yöntemlerine rağmen bir şeyler değişmiyorsa psikiyatrik ve psikolojik yardım almak önemli. Çünkü depresyon ciddi bir ruhsal problemdir.

İçinde kendini bulma umuduyla kocaman bir anlam denizine dalmaya hazır mısın? Ya da anlam denizine hiç dalmadan,”başkalarını suçlamak” adlı patikalara dalıp kaçamaya devam mı edeceksin? Donmuş duygularının buzları çözüldüğünde aynı tazeliğini koruyan duygularının çoğu zaman acı tatlarını tatmaya hazır mısın?
Herkesin bir anlam tarifi, herkesin bir varoluş açıklaması, herkesin bir hedefi, tutmuş olduğu bir yol, çevrildiği ve takip ettiği bir yön vardır. Bazen başkalarının yolundan gider, başkalarının yönlerine ihtiyaç duyar ya da başkalarının hayatını onların sorumluluğunda ama risk almadan yaşarız. Başkalarının arzularının kahyalığını yapar, kendi arzularımızı arzulamaktan korkarız. İstemek bir bedel, arzulamanın sonunun ölüm olduğunu düşünürüz. Yasaklardan hoşlanmadığı öz için istemekten vaz geçer sadece ihtiyaçlar dünyasında, güvenli bir çizgi film havasında yaşar ve hayallerimizde herşeyi mümkün kılar, otizm balonunda yaşarız. Olgunlaşmama pahasına çiğ ve tatasız bir hayatı yaşar, günlük hayatımızın hengamesi içine karışmış mutsuzluğu soluruz.

Daha sonrada havasızlıktan ,rutinden, alışkanlıklardan söz eder, kederleniriz.

Çoğu insan kendisiyle karşılaşmamak için türlü oyunlar icat eder yada icat edilmiş oyunları oynar,bir saklambaç misali kendisinden kaçarak,kendi kendisinin karşısına çıkamama cesaretsizliği içinde yaşayarak hayatını bitirir. Bir çok insanda zaten bunları bildiğini söyleyerek farkındalık kapılarını kapatır, gelişimlerini duraksatır. Anlamak; yorulmak, var olanı yıkmak, yeniyi inşa etmek ve bunları yapabilme cesareti gösterebilmektir. Cesaret,yürek diyorum evet ‘anlamak’,’anlaşılmak’,’anlatmak ‘ zordur, Anlama giden yol ‘söz’ dür’sözcük’ tür,’ kelimeler’ dir. Kelimelerin gücünde ve kelimelerin ardındaki duyguyu hissedebilmektir. Bizler olayları, yaşarken, birşeylere maruz kalırken, olaylar yaşanırken ve yaşarken yaşananların tazeliğinde hissederiz. Olanlar bitince unutulduğunu, geçtiğini düşünür ve ” his şalterleri”ni kapatırız.

Bazen rüyalarda o hisleri, bütün çıplaklığında hisseder, o hisleri en şiddetli, en yoğun, en canlı haliyle iliklerimize kadar yaşarız. Uyandığımızda ise o hislerin etkisinden çıkmamızda o kadar güç olur ki his bütün çıplaklığıyla bizi sarmış, sarmalamış olur bize düşense bilincin kurtarcılığınızda bir o kadar hızlı, uzağa kaçmak olur. Kurtulmak isteriz,çünkü hissetmemek kurtuluştur.Ve bilinçte o hisleri en etkisiz, savunmasız bırakacak hale getirir onları bize bulaşmayacak zırha sararız. Hissizleşmek kurtuluştur,çaresizliğe karşı çaredir.Hissizleşmek parmaklıkların ardında yaşamak gibi korunaklı ama izole, gidilebilecek alanı azaltan, dolaşılacak yeri daraltan ve içsel yolculuğu imaknsız kılandır. Bildik, tanıdık yerlerde yaşar, aynı manzarayı ezberler, kısır bir hayal gücünü yapılandırır ve bıkmaya kapıyı açarsınız.

Nihayetinde anlamı sorgulamak, anlama ihtiyacı hastalıkların bünyesinde kendilerini göstermek zorunda kalırlar. Sormak, sorgulamak, soruşturmak hastalığın pençesinde büyük bir yorgunluk ve acı içerisinde gerçekleşmeye başlar ama devam edemez. Farkındalık kazanmak ,farkındalıktan kaçmak, kendinden kaçmak insana özgüdür. Bazen ülke değiştirmek bazen şehir ve iş dekor üzerinde yapılan değişiklerden başka bir şey değildir. Dekor değişir ,dekorun ardındaki kalır.

Son yıllarda çoğu insan aslında kaçtığını ne kadar çok telaffuz eder. Sanki bir itiraftır. Ama bu sadece gerçek içgörüye karşı oluşturulmuş yalancı iç görüden başka bir şey değildir. Mesela uykunun bir kaçış olduğundan, yaşamlarındaki değişiklerin bir kaçış olduklarından söz edip dururlar .Farkında olmanın farkındalığını yaşamadan kaçmaya devam ederler. Hem kaçarlar hem söylerler. Bazıları alkole kaçar, bazıları uyuşturucuya, çoğu insanda bunların dışında uyuşacak ve kendilerini uyuşturacak bir şeyler bulurlar kendilerine.. Ve söze kendimi uyuşturduğumun farkınayım diye başlayıp aynı cümleyle bitirirler..Bu noktada ne yapacağını bilememenin çaresizliği, farkında olmanın sağlayacağı bilgeliğin bilgisini reddererek klişe ve kısır döngü düşüncelerin tutsaklığında ya da benzer ve yasal duyguların boyunduruğunda yaşıyormuş gibi yaparak yol alırlar…

Bizi hayvandan ayıranın bilincinde olduğunun bilincinde olmanın dışında farkında olmanın farkındalığını yaşayabilme özelliği ve özerkliğidir .Burada bilgili olmaktan ya da bilgi edinmekten söz etmiyorum ,insanın kendisini düşünceleriyle, duygularıyla ve duygulanımlarıyla harmanlanmış kavrayabilme yetisinden söz ediyorum. Kendilerini rüyalarda, ilişkilerde, söylemek isteyipte sansürleyip söyleyemediklerinde, yapmak isteyipte yapamadıklarında, söyleyecekken susmak, susacakken söylemek zorunda kalışlarında ,geçmişinde, geçmiş çatışmalarında ,geçmişten bugüne yansımalarda, ötekine yansıttıklarında, ötekinden kendisine ‘mal’ ettiklerinde ,isteklerinde, arzularında ,ihtiyaçlarında, bilmek istemediklerinde, cesaret edemediklerine ve gözü kara kahramanlıklarında ,bağımlılıklarında yada bağımsız olduğunu söylediği nara’larında bulabilirler.

İnsanların kendilerini bulabilecekleri bakacak yerler o kadar çeşitlidir ki, bakacağın yerler cesaret silahıyla bulacakları, kaybedeceklerinden daha fazladır. Buraya kadar söylediklerim insanın kendi içsel yolculuğuna çıkmaya karar verdiğinde görebileceği manzaralardır.

Yolculuklar heyecanlı, eğlenceli ,sürprizlerle dolu ,bazen beklenmedik olaylar, beklenmedik gelişmeler, kontrol dışı yaşantılar, korkular, heyecanlar, iliklerinize kadar hissedebileceğiniz duygular, karışık ve karmaşık düşünceler, yaratıcı düşünceler ,keşfin tadı, yeni yerleri görmenin bilgeliği ,zamanı değerlendirmenin ve yaşamı renklendirmenin zenginliği..

Kimlik onarımı, kendiliği inşa etmek, kendi kişisel tarihi yeniden yazmak yaşadıklarını ve yaşamış olduklarını anlayabilmekle mümkündür. Yaşamış olduklarını anlayabilmek, geçmişi dinlemekle mümkündür çünkü geçmiş dinlendikçe dinlenir ve bu günün yakasını bırakır. Geçmişi inkar etmek temeli yok saymak demektir .Burada çocukluğa inmekten ziyade günlük hayatımız içerisinde yaşadığımız ilişkilerde geçmişin esintileriyle hatta bazen şiddetli fırtınalarıyla karşılaşabileceğinizden söz ediyorum. Esintiyi fırtınaya dönüşmeden engellemek kolaydır ama fırtınayı esinti değil çoğu zaman yıkım yaratır. Bizler inkar ederek, yok sayarak, geçiştirerek, görmezden gelerek çoğu şeylerin üstesinden geldiğimizi düşünür, baş ettiğimizi zannederiz baş ettiğimiz çatışmalarımız değil, anlık susturduğumuz kaygılarımızdır. Susturulan kaygılar, görmezlikten gelip anlaşılmayan istekler çığlık atakları şeklinde karşımıza gelirler ve çığlıklar karşısında çocuk çaresizliği içinde kalır, çaresizliğin dizgininde yolumuza yokluklarla, tatsız bir şeklide devam ederiz.

Pandemos Psikoloji

Annenin varlığına rağmen yokluğu, çocukta bir karmaşa yaratır. Annenin öncelikle kendisini görememesi ve kendi varlığından tereddütü otomatik olarak çocuğun kendi varlığını algılayışına yansır. Çünkü anne aynadır, yansıyandır, yansıtandır. Çocuğun ruhsallığı da bu yansımalardan, yansıtılanlardan oluşur. Aynada ilk başlarda ne görürseniz ‘’o’’ sunuzdur.
Anne tarafından görülmeyen ve varlığı kabul edilemeyen ve dolayısıyla sevilmeyen çocuk için annenin varlığının yerini boşluk hissi alır. Boşluk aslında ihmalin bıraktığı ”iz” dir. Daha önceki yazımda da boşluk ile ilgili tanımlamalar ve örneklerle anlatmaya çalıştığım gibi boşluktan söz etmek demek çok erken dönem ihmal ve istismarın ürünüdür. Gerek kötü annelik görmüş olmak, gerek aynalanmamış olmanın yaratmış olduğu eksiklik , tanımsızlık , ilgi ve sevgiden yoksun büyümüş olmak bireylerin yetişkin yaşamlarında yakalarını bırakmayan ve onlarda bir yapı bozukluğuna neden olan gerçek olduğunu hissetmemekten doğan boşluk hissi ile birey kendi gerçekliğini tam yaşamadığı gibi bir yere ait olmak , bir ilişkiyi sürdürebilmek ve istikrarlı olan her türlü durum ve tutumlardan uzak kalmak zorunda kalır ve bunun farkında olmaz.Bu bireyler hem yaklaşmayı isterler hem de fazla yakınlaşmanın yaratmış olduğu korku ile uzaklaşma yoluna giderler ve ne bir ilişkiyi sonuna kadar sürdürüp yaşayabilirler ne de ayrılabilirler.
Bu bireyler, bağlanma, sorunları içinde yer alan ayrışamama, bireyselleşmeme, bütünleşememe ve karşı tarafla-öteki ile gerçek manada birleşememe gibi durumları çok acı bir şekilde yaşayıp acı dan hem kıvranırlar hem de acıyı davet ederler. Bu bir nevi ‘’tekrarlama takıntısı’’ ile benzer ve sağlıksız ilişki tarzlarını sürdürürler. Boşluk hissi bazen yalnızlık duygusu ile birlikte yaşanmaya başladığı noktada derin bir anlamsızlık ve amaçsızlık yaşanır. Bu duygulanımın yoğunlaşması ile bireyler bir şekilde boşluk ve boşluk hissinin yaşandığı hasarlı ve eksik benliklerini hem telafi edebilmek hem de yaşadıklarını ve canlılıklarını hissetmek için tekrar tekrar kendilerini değişik yollarla dürtme yoluna giderler. Bu yollar kendilerine zarar verme, intihar teşebbüsleri, alkol ve madde kötüye kulanımları, riskli davranışlar, seks bağımlılığı gibi sayılabilir. Amaç bütünleşmemiş olanı bütünleştirmek, kendiliği hissetmek ,var olduğunu görmek ve göstermek gibi. Fakat bu uygulanan yöntemlerin hiçbirisi de düşünmeyi, düşünceyi barındırmaz ve tıpkı bu hasarın neden olduğu ,gerçekleştiği ve yaşandığı dönemdeki gibi ilkel ve çocuksudur.

Çok erken dönemdeki çocuklar dış dünyayı kendilerince yorumladıkları için bu ihmal ve istismar süreçlerini kendi hataları olarak yorumlayabilirler.Ve kendilerinin yanlış ve kötü bir şeyler yaptıkları hissini yaşarlar ve bu ihmal ve istismarı da hatalarının bir kefareti gibi algılarlar. Her ne kadar yetişkinlik döneminde öfke ve nefreti yaşadıklarını söyleseler de bu nefret ve öfke çocuklukta bir nevi kodlanan ” benim hatam ”, ‘’benim suçum’’ düşüncesiyle bu nefret ve öfke kişinin kendisine yönelir ve bu cezalandırmayı kendi bedenini kullanarak uygulamaya geçerler.Tabi ki bu olanların hepsi bilinçdışı süreçlerin etkisi ile gerçekleşir ve kişi bunun farkında olmadığı gibi acıdan zevk aldığını söylemeye devam eder. Kendilikteki bu soyut izler daha sonra somut yaralara dönüşür ve bu izler geçmişin şahitleri olurlar.

Takip ettiğim ilk dönem zedelenmeleri olan çoğu birey kollarındaki ya da vücutlarındaki kesikleri göstererek ” iz bıraktım o dönemi işaretledim” diyerek hem unutmamak ,hem şahit göstermek hem de o dönemde açılan ”benlik” yaralarının yerlerini işaretlemek adına bunu yaparlar.

Yetişkinlikte sürekli yinelenen korku ve dehşet duyguları ile son derece uç durumlara giden bu bireyler yaşamak için acı çekmek zorunda olduklarını düşünürler. Derinlerden gelen suçluluk duygusu bu acıyı sürekli besler. Suçluluk hissini durdurmanın yolu(geçici de olsa) acı çekmekten geçer. Suçluluk o kadar şiddetli ve yoğundur ki acı artık acı değildir. Acı, haz veren olmuştur. Acının varlığı bireyin hissedemediği varlığının göstergesi olmuştur. Var oluş ‘’acı’’nın üzerine temellenmiştir. Kişi zaman ilerledikçe bir acı kabuğu içine gömülmeye başlar ve bu acı onu hem suçluluk duygusuna karşı korur hem de bireyin varlığının ispatıdır. Yani acı nın ve acı çekmenin işlevi hayati bir önem kazanmıştır. Ayrıca bu ”acı kabuk” bir kalkan görevi görmekte tıpkı çok erken dönemdeki yaşanan ve algılanan acımasızlığa karşı geliştirilen ve yaygınlaştırılan ” hayat acımasız ve çok tehlikeli” algısına karşı koruyucu bir duvar oluşturulmuştur.

Özellikle sıkıntı hislerinden çok söz eden bu bireyler (sıkılmak başka ,sıkıntı başka) kendi eksikliklerini(sanki eksiğim ve eksik bir şeyler var içimde) ,sevilmedikleri ve yeterince değer görmedikleri duygusu, uyum sorunlarını, çocuksu yalnızlıklarını bu acının varlığı ve temsilciliğiyle baş etme yoluna giderler. Yani acı bir gerçeklik güvencesi, kendilikle bir ilkel ilişki biçimidir. Acı, içseli dışarıya vuran yeni bir dil, lisan olmuştur. Acı tehdit altındaki ve güvensiz bir hem iç hem dış gerçekliği dengede tutan bir dengeleyici olmuştur.

Aslında bu dengeyi sağlayan ilk dönemlerde annedir. İlk önce bebek sonra çocuk annenin bütün duygulanımlarını ,dilini ,düşünce sistemini ve toplamda da benliğini ödünç alır kendi benliği oluşana kadar. Annenin yokluğu ile ödünç alınamayan bir benliğin yerini bebeğin içi doldurulamamış boş bir benlik alır işte bu da tam da boşluk hissine eşittir. Araştırmacı Davıd Le breton buna ” acı çekiyorum o halde varım ” diye adlandırmıştır.

Annenin regüle etmesi gereken zamanda regüle edemediği duygulanımlar artık acının varlığıyla dengelenir. Bu kişilerin lisanı acı olduğuna göre keserek ve kendilerini yaralayarak konuşmaktadırlar. Nasıl ki henüz konuşamayan bir çocuğunun kendisine ait bir dili varsa ve biz bunu anlamakta güçlük çekiyorsak bu kişilerinde acı dilini kullananları karşısında hem çaresizlik yaşarız hem de anlamakta güçlük çekeriz. Anlamakta güçlük çekmemizin bir diğer nedeni ise yaşana o içsel boşluk ve anlamsızlık duygusu ve çaresizlik o kadar yoğun ve acı vericidir ki dinlemeye ve hissetmeye katlanamayız.

Acı hem de bedende yaşamın kötü yanını hem de benliğin kötü yanına karşı bir somutlaştırmadır. Benlikteki var olan iyiyi kötü ben den koruyan ve yaşamın kötü tarafına karşı verilen çetin bir mücadeledir. Kaybolan bir sevgi ve ilgiyi yada değer duygusunu geri getirmenin bir yoludur. Bu kişiler çok erken dönemde o kadar çok birilerini istemişlerdir ki bir o kadar o birilerini bulamamışlardır. Ve her şartta kendi başlarının çaresine bakmak zorunda olan bireyler olup bunu anormal ve çok ilkel metotlarla da olsa yapmayı denemektedirler. Bu insanlar kendilerini yaralayan, ezen ve aşağılayan ilişkilerin içinde kendilerini bulurlar ve bu tarz ilişkileri tekrar tekrara yaşayarak bu ilişkiler içinde kendilerini mahkum ederler. Bu kişilerin kendi ayaklarının altına ‘sabun atmaları’’ bilinen bir gerçekliktir. Hayatlarındaki İşlerin yolunda gitmesi adeta onlarda çok ciddi panik duygusu yaratır ve iyi gideni bozmak bildikleri tek yaşama biçimidir.

Pandemos Psikoloji

Melankoli eski çağlardan beri bilinen ve üzerinde düşünülen, çalışılan ve tanımlanmak istenen bir kavram olmuştur. İnsanların dikkatini ve ilgisini çeken bu kavram, değişik disiplinler tarafından o disiplinin kendi öznelliği içinde değerlendirilmek istenmiştir. Sanırım bunun nedeni de melankolinin kendisine ait bir öznelliğinin bulunmasıdır. Bu öznellik geçmiş çağlardan günümüze kadar değişik disiplinler tarafından yan anlamlar katılarak nesnelleştirilmeye çalışılmış ve her çağın kendi özellikleri doğrultusunda el alınmıştır. Örneğin Antik Yunan’da tıp alanı içerisinde değerlendirilmiş ve Hippokrat’ın da etkisi ile hastalık tanımı çerçevesi içinde ele alınmıştır(Teber S.2002)Theophrast ve Aristotales’in tanımlamalarıyla birlikte daha çok edebiyat ve sanatla ilişkili olarak kulanılmaya başlanmış, ortaçağ döneminde ise bu kavramın kavramsallaştırma çabası bir kenara bırakılmış, miskinlik ve tembellikten öte bir şey olmadığı söylenmiştir. Modern dönemlerde ise melankoli tekrar ele alınıp anlaşılmaya çalışılmış, psikoloji ,sosyoloji ve edebiyat gibi birbiriyle bağlantılı disiplinlerin ortak inceleme konusu olmuştur. Düşünürlerin yazarların dikkatini çeken meklankoli için Aristoteles’in ‘filozof olsun, devlet adamı, şair ya da sanatçı olsun neden bütün üstün nitelikli adamlar belirgin bir şekilde melankoliktir’ şeklindeki sorusu melankolinin hem depresyondan farklı bir durumu olduğunu hem de yaratıcılıkla, düşünürlükle bağlantısının araştırılmasını ve nihayetinde de melankolinin daha sonraki dönemlerde anlaşılmasına dair yeni bir kapıyı açmıştır. Her ne kadar melankoli içerisinde kaygı, korku, çöküntü, keder gibi duyugulanımları barındırsa da melankoliyi anlamak ancak kendi öznelliği içinde mümkündür.
Melankolik insan karakteri yazılı kültürde ilk olarak Homeros destanlarında yer almaktadır(Teber S. 2002). Homeros destanlarında “melankoli” sözcüğü kullanılmamakla birlikte bazı kahramanların mizacı ve melankolik davranışları çok belirgin bir anlatımla sunulabilmiştir. Bunlar arasında keskin bir biçimde öne çıkanlar ilk olarak Bellerophontes ve Aias’tır; onlar kadar olmasa da Agamemnon’un da melankoliye özgü ruhsal davranıslar sergilediği görülmektedir(Teber S.2004). İlyada Destanında geçen şekliyle Bellerophontes tanrılar tarafından yapayalnız bir yaşama mahkum edilerek cezalandırılmıştır. Bu sekilde cezalandırılmasının nedeni bilinmemekle birlikte İlyada Destanında Bellerophontes’in çekmis olduğu acılara, sıkıntılara değinilmektedir(Homneros,İlyada). “Bellerophontes, yazılı din dışı tarihin tespit ettiği ilk melankolik kişilik, ilk arketiptir ve Antikçağ’ın ünlü hekimi Kapadokyalı Aretaus’un mani-melankoli yaklaşımını geliştirmesinde ona kaynaklık etmiştir.(Teber S. 2002) Aretaus, öfkeli ve saldırgan davranışların ardında üzüntü ve korku duygularının varlığını öne sürmüs, melankoliyi öfke nedeniyle ortaya çıkan bir tür ruh ve iç organ kararması olarak tanımlamıştır.(Teber S.2002)
Homeros destanlarına baktığımızda melankoli, kahramanların öfkeye kapılması ya da tanrılar tarafından cezalandırılması sonucu ortaya çıkar ve bu durum yalnızlığa, sıkıntıya, anlamsızlığa ve kimi yerlerde intihar davranışına yol açar. Bunun yanı sıra destanlarda bedene yapılan vurgu ve bedendeki kimi değişimlerin ruhsal etkileşimli olduğu düşüncesi, sonrasında melankoliyi oldukça detaylı bir biçimde tanımlayan Hipokrat, Aristoteles ve Theophrast’a önemli ipuçları oluşturmuştur.

Hippokrat yazınında melankoli kara safra tanımı temelde “içeride”, “göğüs içine gömülü, içkin, bedensel bir sağlık bozukluğu -hastalık- durumunu anlatır.”Buna göre safra kesesinin salgıladığı suyun kuruması sonucu safra kesesi bir tür zehir saçmaktadır. Mide, karaciğer, bağırsaklar ve baş bu olumsuz durumdan etkilenmekte ve bunun sonucunda bilinç bulanıklıkları oluşmaktadır.“Melankoliklerde uykusuzluk, korku nöbetleri, çevresinden uzaklasma, dalgınlıklar, öfke krizleri, hüzün görülür. Bu insanlar konuşmak istemezler. Sorulduğunda kısa ve isteksiz yanıtlar verirler. Melankoliklerin göğüs bölgesi özellikle hassas ve ağrılıdır. Kusmalar olur. Aslında büyük oranda bedensel çözümlemeler gibi görünse de Hipokrat’a göre melankoli bir duygulanım (affekt) bozukluğu olmaktan ziyade, bedensel kokenli bir hastalıktır.(Hipokrat’tan aktaran serol teber 2004).

Ortaçağ boyunca melankoli olumsuz olarak ele alınmış bir kavramdır. Bu da, bilindiği uzere Hıristiyan kültürün etkisiyle oluşan bir yaklaşımdır. Aristoteles’in Antik dönemdeki melankoliyi olumlayıcı etkisinden söz etmek bu dönemde pek mümkün olmamıştır. Antik dönemde yaşama biçimi olarak değerlendirilen melankoli, Ortaçağ’da inançsızlık, tanrısal düzene baş kaldırı ve dolayısıyla da acedia, ölümcül bir günah olarak değerlendirilmistir. Başka bir deyişle melankoli içkin bir alandan uzaklaşarak aşkın bir alana doğru kaymıştır.(Teber S. 2002)

Antikçağ’da genel olarak hakim olan, olağanüstü insanlara özgü melankolik kişilikler, Ortaçağ’ın sanat eserlerinde uyuşuk, bezgin, tembel, zeka düzeyi oldukcça vasat insanlar olarak gösterilmişlerdir. Yüzyıllar boyunca melankoli kavramı bu şekilde algılanmaya devam etmiştir.(Demiralp O.1999).)Aydınlanma dönemine gelindiğindeyse acedia/melankoli sözcüklerinin neredeyse hiç kullanılmadığı göze çarpmaktadır.

Melankolinin tarihsel ve kuramsal gelişimini toparlamak gerekirse, Antikçağ’daki melankoli ile yaratıcılık ve entellektuel yetenek arasında kurulan bağın yerini, gittikçe toplum dısında yer alan, marjinal karakterlerle özdeşleşmeye bıraktığını söylemek mümkündür. Belki de melankolinin bu bakımdan iktidarlarla bir sorunu olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır.

Psikanalitik Açıdan Melankoli

Melankoli hakkında klasik psikanaliz çerçevesi içinde oluşturulan metinlerde ilk göze çarpan yaklaşımın narsisizmle kurulan iliski olduğu görülmektedir. “Klasik psikanaliz yönelimli araştırmacılar melankoliyi, insanların narsistik yaralanmalara karsı gösterdikleri tepki olarak açıklamaktadır.

İlk olarak Abraham’a baktığımızda melankolinin oluşumundaki beş etkeni şöyle sıraladığını görmekteyiz: Oral erotizme aşırı yapısal yatkınlık, psikoseksüel gelişimde oral dönem saplantısı, çocuklukta, sevgiyle ilgili erken ve tekrarlayan düş kırıklıkları, ilk büyük gelişimsel düşkırıklığının ödipal arzuların çözümlenmesinden önce olması ve birincil düşkırıklığının kişinin sonraki yaşamında da tekrarlanması. Abraham’a göre güçlü Süperegosu yüzünden saldırgan duygularını dışa vuramayan birey bu duyguları kendine yöneltir. Yani burada dürtüler; id (alt benlik), süperego (üstbenlik) ve ego (benlik) diye bilinen üç sistem arasında bir çatışma bulunmaktadır. Böylece benlik saygısı düşer ve kişi kendisini suçlamaya başlar. Bu arada kaybettiği sevgi nesnesini yeniden kazanabilme amacıyla bu sevgi nesnesinin benliğe entrojekte (içe alma) edilmesi de onaylanmaktadır (Abraham,1924).

Freud’a göre, yasta ve melankolide sevilen birinin, bir idealin ya da bir nesnenin kaybından soz edilmektedir. Ancak melankolide yastan farklı olarak bu kayıp duygusunun yol açmış olduğu“kendini önemsemede yaşanan bir bozukluk’ mevcuttur. Freud’un bu tespiti melankolinin en özgün yanlarından biridir. Melankolinin göstermiş olduğu belirtileri “derinlemesine acı veren bir hüzün, dış dünyaya yönelik ilginin kesilmesi, sevme yeteneğinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması ve kendini önemseme duygularının, kendini suçlama ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanması” olarak tarif eder.(Freud 1915) Yas durumunda ise kişinin kendi egosunun değersizleşmesinin ve önemsenmemesinin söz konusu olmadığını, egonun değersizleşmesi ve benlik duygusunun zayıflaması ile özgüvenin yitirilmesinin yas ile melankoli arasındaki en önemli fark olduğunu ortaya koyar. Freud yas durumunda gerçek bir nesne kaybı olduğunu, melankolide ise gerçek bir kaybın olduğu ve olmadığı durumlarda dahi kişinin bir sevgi nesnesini kaybetmiş gibi davrandığını belirtir. Melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybını, ambivalansı ve ego içindeki libidoya regresyonu gösterir. (Freud 1917)

Freud’un ortaya koyduğu mekanizma aslında melankoliğin kendisiyle ilgili belirtmiş olduğu aşağılama ve değersizleştirmenin tamamen objeye yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda freud şöyle der: ‘Eğer kişi bir melankoliğin çok sayıdaki ve çeşitlilik gösteren, kendine yönelik suçlamalarını sabırla dinlerse sonunda bunların en şiddetlisinin hastanın kendisine hiç uymadığını ama küçük düzeltmelerle başka birisine, hastanın sevdiği ya da sevmiş olduğu, sevmesi gereken birine uyduğu izleniminden kurtulamaz’. Freud’a göre yastaki histerik biçimde cezalandırılma isteği, melankolide söz konusu değildir. Yani yas ve melankolide gerek obje seçimleri ve objeye yatırımlar ve gerekse bu yatırımların niyeti ve kalitesi Ödipal ve pre-Ödipal düzeyler olarak farklılaşırlar. 

Melankoliğin narsistik regresyonları, yani objeyi içselleştirip onu kendi benliğinde işlemesi, benliğin bölünmesine ve objenin benliğin bir parçası haline gelmesine neden olur. Ben’in bir parçası vicdan, bir parçası obje haline gelir. Yani melankolide dışarıdaymış ya da dışsal gerçekliğin içindeymiş gibi görünen sorunsal, tamamen benliğin içinde gerçekleşir. Fakat bu süreç içinde de içsel olan dışsal olandan ayrılır bir başka deyişle kapılar dış gerçekliğe kapanır. Benlik içinde gelişen bu karmaşık olaylar, bazen objenin değersizleştirilerek, Ben’in objeye üstün gelmesi hazzını yaşaması , bazen de bu hazzın, büyüklenmeci tutumu da kapsayan manik reaksiyonlarla sonuçlanmasına neden olur. Maninin ortaya çıkışının diğer bir yolu da benliğin bir parçası olan vicdanın, benliğin diğer parçalarını sorgulaması ve sonunda üstün gelerek ‘ben suçlu değilim’ düşüncesine ulaşması ile gerçekleşir. Melankolide benliğin bir parçası olan vicdan, zaman zaman Ben’in diğer bölünmüş parçasının objeye sadistik tutumunu eleştirir, zaman zaman da benliğin bir parçası haline gelen objeye karşı kazanılan zaferin hazzını yaşarken, diğer taraftan da vicdanın etkisi ile suçluluk duyguları ağır basıp Ben’in bir parçası narsisistik regresyona maruz kalır. Görüldüğü gibi melankoli yastaki gibi yalın bir dışavurumdan öte karmaşık ve ceşitli cepheleri olan bir savaşım, konfüzyonel bir durumdur. Dikkat edilirse melankolik kişi zaman zaman manik savunmalara başvurmakta, çoğunlukla depresyonu ve bazen de mani ve depresyonu bir arada yaşamaktadır ( Rank.O. 1923)

Melankolideki obje seçiminin narsisistik bir zeminde gerçekleşmesinin melankolik için hayati bir değeri vardır. Bu zeminin bir ucunda ‘ben’ diğer ucunda obje bulunmaktadır. Her iki geçişi mümkün kılan bu zemin sayesinde, bir tehlike ya da düşünsel bir kayıp durumunda libido ‘Ben’e kayarak, melankoliği obje ve/ veya objenin bir özelliğinin kaybına karşı korumaktadır. Görüldüğü üzere melankolide tutulan bir yas reaksiyonundan ziyade, düşünsel düzeyde de olsa bir kayıp tehlikesi ve bu tehlikenin yaratmış olduğu korku, endişeye karşı kendiliği korumaya yönelik bir durum söz konusudur. Kaybedilenin ne olduğu net olarak anlaşılamaz. Melankolide özdeşleşilen ve içe alınan obje ile birlikte bir bütünlük oluşur. Aslında yitirilen sevgi nesnesine karşı beslenen nefretin gerçekleşmesi ve nefretin sadistik bir şekilde uygulanışı melankoli ile mümkündür. Bu bize melankolinin sado-mazoşistik yönünü göstermektedir. Bu konuda Gabbard şöyle demektedir; “Bu tür hastaların nesne ilişkileri sado-mazoşistiktir; ya kendisini berbat, değersiz hisseder ya da persekütörle özdeşim yaparak etrafındakilere çile çektirir. İntihar da bunun doruk noktasıdır” (Gabbard 1994). İçe alınan objeye kısmen duyulan ve gerçekleştirilen sadistik duygular aslında melankoliğin mazoşistik arzularının dolaylı tatminidir. Melankoliğin benliğinden tümüyle değersiz, ahlaksal yönden aşağılanacak bir nesne gibi söz etmesi ve sözde kendini aşağılaması aslında ambivalans yaşadığı sevgi nesnesine yönelik duygularını ifade eder. Bu duruma, görünüşte mazoşistik bir tutum ancak gerçekçi bir sadistik arzu diyebiliriz. 

Melankolide mazoşizmin türevlerine objenin içe alımının yanı sıra dış gerçeklikten çekilmeyi ve narsisistik kapanmayı da ekleyebiliriz.( Melankoliğin gerçekle bağdaşmayan kendisine yönelik aşağılama, değersizleştirme çabaları negatif narsistik tutuma karşılık gelebilir. Bu mekanizmanın işleyişine baktığımızda melankolide pek çok kavramın ve bir çok ruhsal gelişim döneminin hem iç içe geçmişliğinden hem de bu dönemlere ait ruhsal çatışmaların ne kadar arkaik ve regresif olduğundan söz edilebilir. Melankolikteki dış çevrenin fakirleşmemesinin tam tersine benlikteki zayıflığı ve fakirleşmeyi içeride birkaç cephedeki savaşıma ve libidinal yatırımın bu savaşımda harcanmasına bağlayabiliriz.(Freud 1917). Görüldüğü gibi melankolide dıştan görülmeyen ama içerde oldukça yoğun ve enerji gerektiren çetin bir mücadelenin varlığı söz konusudur.

Melankolide İç/Dış Sorunsalı

İçsel nesneleri tarafından “terkedilmiş hissetme” deneyimi evrensel olmasına rağmen yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu terk edilme deneyimini yaşayabilir ve bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazıları bu korkunç içsel tehdit karşısında kendilerini kurban konumunda hisseder ve bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik düzenekler inşa ederler. İşte melankoli bu tip inşaalardan biridir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söyler ve “Ego için yaşamak, SüperEgo tarafından sevilmekle aynı anlama gelir” diye devam eder. Melankoliğin dehşeti, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme hissini kaybetmesi ile ilgilidir.(Freud 1915)

Melankolide nesne, yasta olduğu gibi gerçekte ölmüş değilken tıpkı yastaki gibi o ölmüş gibi davranma ve onun ölmemiş olduğunu yadsıma söz konusudur. Yani gerçekte nesnenin ölmemiş ancak yitirilmiş olması melankolik için aynı oranda travmatiktir. Melankoliğin kişisel dünyası, düşünceleri ve öznelliği o kadar gerçektir ki bu dünya nerede ise gerçekliğe eşdeğer ve o kadar etkindir. Melankoliğin içselleştirdiği obje, melankoliğin Ben’ine dahil edilir ve obje nesnelleşerek bir başka ben içerisinde hayat bularak onun bir parçası olur. Melankoliğin objeyi bu yamyamsı tutumla içine alması,yutması ve nihayetinde benliğine dahil etmesi Haz/Hazsızlık ilkesinin aleyhine çalışan bir durumdur (Freud, 1920)). Bilindiği üzere arzunun doyumu dışsal gerçekliğe bağlı olarak gerçekleşir. Bu durumda melankolide haz sanrısal bir şekilde gerçekleştirilir. Yani bir bakıma melankoliğin söylemi şu şekildedir: “Obje içimde ve benim dış dünyaya ihtiyacım yok”. Yani objenin Ben’e dahil edilmesi ile dışsal gerçekliğe ihtiyaç ortadan kalkmaktadır. 

 Oysa dışsal ve içsel gerçeklik daima birlikte hareket etmekte ve içsel gerçekliğin bir ayağı dışsal gerçeklikte olmaya devam etmektedir. Dolayısı ile yas ile melankoliyi birbirinden ayıran en önemli farkın bu olduğu söylenebilir. Yas durumunda ve hüzünde dışsal gerçeklikle içsel-ruhsal gerçekliğin bir etkileşimi söz konusudur. Hüzün, dış gerçeklikteki objenin kaybından dolayıdır. Objenin yitirilmesi inkar edilmediği gibi dışsal gerçeklik de inkar edilmez. Ayrıca içsel ve ruhsal bir cılızlaşma değil, dışsal gerçeklikte bir yoksunluk yaşantılanmaktadır. Obje dışsaldır ve objenin anıları içselleştirilip yaşantılanır. Yas durumunda libidinal yatırım dışsal gerçekliğe aktarılmaya devam eder. Narsisistik regresyona gerek duyulmaz. Melankolik obje ise ‘Ben’e katıldığı için dışsal gerçekliğe gerek kalmaz ve libidinal yatırım narsisistik bir şekilde devam eder.( Yaşanan doyum sahte bir doyumdur). Bu sahte doyum yani içsel/ ruhsal gerçekliği, dışsal gerçeklikten ayırma ve bu süreçler sonucunda yaşanan haz hiçbir zaman gerçek bir haz deneyimi değildir. Dolayısı ile gerçek hazzı yaşayamayan Ben yoksullaşıp, cılızlaşır ve güçsüzleşir. 

Çünkü dürtü doyurulmak için vardır. Doyurulmayan dürtüler ya da sahte doyuma ulaşmış dürtüler belli bir süre sonunda canlılıklarını ve işlenebilir (doyurulmak, tatmin bulmak) olma özelliklerini yitirirler. Dolayısı ile dürtüsel dünyanın kuruması da beni zayıflatır, cılızlaştırır ve kurutur. Dış gerçekliğe kapanan kapıların ardında Ben, doyum bulacağını düşündüğü içselleştirilmiş obje ile birlikte kısır, yoksullaşan bir dünyaya girer. Melankolik objeyi içselleştirerek kendi benliğinde oluşturduğu splitting-bölme mekanzimasını iç ve dış gerçeklik arasında da oluşturur. Melankoliyi karmaşık hale getiren bu iki yönlü işleyen -içte ve iç/dış arasında- bölme mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın devreye girişi ile dış gerçeklik askıya alınır ve benlik dış gerçeklikten bağımsız kılınmaya çalışılır, öznel gerçeklik, nesnel gerçekliğe dönüşür. Nesnel gerçeklik melankolik için tek gerçeklik halini alır. Haz/Hazsızlık ilkesi devreye girdiği zaman otoerotik ve sanrısal nitelikteki sahte doyum mekanizması devreye girer. Bilindiği üzere gerçeklik ilkesi, haz ilkesi, arzunun gerçek doyumudur. Gerçeklik ilkesi doyurulmamış olan dürtülerin doyumunu sağlayandır.(Freud 1920). 

Melankoliğin aslında objeye yönelik olan olan fakat objeye değil de kendisineymiş gibi yaşantıladığı nefret, açık bir şekilde ve gerçek kaynağında yaşantılanamadığı için ilişki daima narsistik bir zeminde ilerlemektedir. Bu noktada önemli bir duygu olan nefretten bahsetmek gereklidir. Freud’a göre nesne nefretle doğar. Nefret hem objeden ayrılabilmeyi hem de bireyselleşmeyi sağlayan bir duygudur.(Freud 1897). Çocuk ‘anne neredesin, beni doyur’ diye ağlar ve nefretini belli eder. Melankoliğin nefreti ise son derece dolaylı ve karmaşık yaşandığı için doyum daima otoerotik düzeyde kalır, dürtü doyumu gerçekleşemez, gerçeklik ilkesinden uzaklaşır nesnesel ilişki ancak simbiyotik bir içe alım yolu ile, içte yaşanır. “Ben” içinde “biz” oluşur. Ancak dürtüler doyumsuz kalamaz. Otoerotik doyumla sadece doyurulmuş gibi olur bu da karnı açıkan yada susayan birinin su içtiğini hayal etmesi ya da karnının doyduğunu düşünmesi gibi tehlikeli, hatta ölümcül bir sonuca denk düşer. Barbara Low un önerdiği kavram olan Nirvana İlkesinin tam tersi şekilde çalışarak aynı sonuca varır.(Low B.1923) Maksimum doyum, sonunda ölüme götürüyorsa hazsızlık da aynı sonuca götürür. Bir başka deyişle melankolide “hazsızlıkta” sorun olduğu söylenebilir. Melankoliğin narsisistik zeminde obje seçimi Haz İlkesinin işleyişini bozucu etki gösterir.

Dürtüsel tatmin gerçekleşmediği için ruhsal aygıtın sürekliliği tehlikeye girer. Melankolinin aksine yasta, hazzın sürekliliği kesintiye uğrar fakat bu kesinti aslında hazzın ertelenmesinden başka bir şey değildir. Yas durumunda yemeden içmeden kesilmek ve diğer negatif belirtiler içsel ve dışsal gerçekliği korumaya yöneliktir. Çünkü bu negatif belirtiler objeden ayrılma ve dışsal gerçekliğe yatırım yapmaya yönelik olarak gerçekleşir.

Uzman Klinik Psikolog Fatih Sönmez

Hayatta başarılı olduğumuz alanlar da vardır, başarısız olduğumuz alanlar da. Başarı ve başarısızlık kavramları; kişinin yaşadığı kültür, ortam ve inançları doğrultusunda değişkenlik gösterir. İlgi, yetenek, motivasyon, kararlılık, inanç başarıya olumlu yönde etki ederken; işi zorla yapma, isteksizlik gibi olumsuz dış etkenler başarıya ket vurur. Hedeflenen bir alanda başarısız olmak; yapılan hatalardan ders çıkarmak, tecrübe kazanmak ve neler yapılmaması gerektiğini öğrenmek için güzel bir fırsattır. Ancak bazen başarısızlık sebebiyle yaşanan olaylar, kişi üzerinde ciddi etkiler bırakır. Bu olumsuz etkileri deneyimleyen kişi benzer duygu ve durumlarla yeniden karşılaşmamak için çok daha farklı davranışlar sergiler. Bu farklılıklar ya da endişeler başarısızlık korkusu dediğimiz psikolojik problemler olarak kendini gösterir.

Korku, kendimizi tehlike altında hissettiğimiz durumlarda hayatta kalmak için geliştirdiğimiz uyarıcı ve sağlıklı bir duygudur. Korkmamız, bize yaklaşan tehlikelere karşı önlem almamızı ve kendimizi korumamızı sağlar. Ancak yaşanan travmalar, sağlıklı olan korku duygusu üzerinde de olumsuz rol oynar. Korkuya sebep olan travma, korkuya sebep olmayan durumlarda da yaşanıyormuş hissiyle kişinin karşısına çıkar ve böylelikle Atikifobi olarak adlandırılan başarısızlık korkusu ortaya çıkar. Atikifobi, toplumda yaygın olarak görülür.

Başarısızlık Korkusu Nedir?

Başarısızlık korkusu, hedeflere ulaşma noktasında kişiyi hedeflerinden alıkoyması ile karakterize edilir. Bu korku kişiyi hep geri planda tutar, kişisel gelişimi engeller ve kişinin hayatına çıkan güzel fırsatları kaçırmasına sebep olur. Temelinde reddedilme, suçluluk, utanç, onaylanmama ve başkalarını mahcup etme gibi korkular vardır. Kişi hayatının bir döneminde – ki bu dönem genellikle çocukluk dönemidir – başarısızlığı sebebiyle bugün kaçtığı duygu veya durumları yaşamış, tecrübe etmiş ve bir daha asla karşılaşmak istememesi üzerine bu korku ortaya çıkmıştır. Başarısızlık korkusu psikodinamik ile perspektifinden baktığımızda da, başarısızlık sebebiyle bilinçdışı oluşmuş ve çözüme kavuşturulmamış travmatik bir olay veya durum kişinin kaçış noktasıdır. Yaşanan olay veya durumun bilinçdışı olarak tekrarı söz konusudur. Zaman ve kişiler değişse de olay aynı kalır ve yeniden başarısız olma korkusu ile kişi döngü içine girer.

Çocuk, okulda aldığı kötü bir not yüzünden ebeveynleri tarafından cezalandırılmış, arkadaşlarıyla oynadığı bir oyunda başarısızlığı sebebiyle alay konusu olmuş veya bir yetişkin, sunumda yaptığı hata sebebiyle işvereninden ciddi bir uyarı almış olabilir. Bu yaşananlar, kişinin hayatında dinamik olarak her daim kalacaktır. Bu travmatik olaylar sebebiyle; çocuk her sınav döneminde ailem tarafından cezalandıracağım korkusuyla kendini baskı altında hissedecek, oyunda başarısız olursam benimle alay edilecek korkusuyla oyundan kaçacak veya yetişkin birey, iş yerinde sunum yaparken hata yaparak işverenimden uyarı alacağım korkusuyla sunum yapmak istemeyecektir. Başarısızlık korkusu yaşayan kişiler, kendi kararlarını ifade ederken inisiyatif almaktan kaçabilir, özgüven ve pasifize olma problemleri yaşayabilir, potansiyelinin çok altında performans sergileyebilir, mükemmelliyetçi bir tutumla gereğinden fazla efor harcayarak kendini kanıtlamaya çalışabilir, kendini değersiz veya işe yaramaz hissedebilir. Başarısızlık korkusunu yenmek için kendinize pozitif bir alan yaratarak hedeflerinizi belirlemelisiniz. Hedeflere ulaşma noktasında her zaman yedek planınız olmalı; çünkü alternatif planlar kaygı düzeyini düşürerek korkuları minimize eder. Kendinizle barışarak korkunuzla yüzleşmeli, hatalarınızdan ders çıkarmalı ve başarana kadar pes etmemelisiniz. Her şeyi deniyor ancak başarısızlık korkusunu yenemiyorsanız, mutlaka bir uzmandan destek almalısınız.

Psikoloji Antalya

OKUL ÇAĞI ÇOCUĞUNUN PSİKO-SOSYAL-BEDENSEL GELİŞİM ÖZELLİKLERİ VE ÖĞRETMENLİK SANATI

Öğretmenlik mesleğini öteki mesleklerden ayıran özellik, özveri gerektirmesi ve yaptıklarının, yararlarının parayla ölçülmemesidir. Bu bakımdan öğretmenlik mesleği hemen her çağda kutsal meslek olarak tanımlanmıştır. Ama şurası bir gerçektir ki öğretmenlik mesleğinin kutsal oluşu, öğretmenlerimizin kusursuz olamayacağı anlamına gelmez. Meslek kutsaldır ama insanın beşeri olduğunu düşünürsek, hatasız olmamasını düşünmek, düşülebilecek en büyük hatadır. Bu hataya düşmemek için dönem dönem kendimize ayna tutmanın faydalı olduğunu düşünerek böyle bir araştırma yapma ihtiyacı duyduk. Eğitim, yaşama anlam kazandıran en soylu etkinliktir. Eğitim denilince, ilk akla gelen meslek ise, öğretmenliktir. Öğretmenlik bilgiyi sevgiyle yoğuran ve yaşamı güzelleştiren mesleğin adıdır. Genelden özele inecek olursak eğitimin yapıldığı yer okul, iletişimin yoğun olarak yaşandığı yer sınıftır.

Ortalama 180 gün olan yıllık öğrenim süresinin önemli bir bölümü sınıfta geçer. Bu süre içinde öğretmen ve öğrenciler belli bir amaç ve program çerçevesinde sınıftaki yaşama katılırlar. Ancak sınıf içindeki yaşamı, önceden belirlenmiş amaçlara uygun bir biçimde gerçekleştirmesinden, öncelikle öğretmen sorumludur. Bu sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirilmesi için; öğretmenin insan ilişkileri alanında duyarlı ve bilgili olması gerekir. Bu anlamda bir öğretmenin yapması gereken ilk şey ,sınıfta eğitimin gerektirdiği fiziksel ve psikolojik ortamı sağlamaktır ki düşüncemize göre fiziki koşullar ne kadar iyi olursa olsun psikolojik ortam sağlanmadığında hiçbir etkisi yoktur. Psikolojik ortamı sağlamak için öğrencileri sevmek gereklidir, fakat yeterli değildir. Sorun, insan ilişkileri örüntüsünü karmaşık ve çok boyutlu niteliğinden kaynaklanmaktadır. İnsanın davranışlarına onun beklenti ve gereksinimleri yön verir.

Öğrenmeye elverişli sınıf ortamı için sınıfın duygusal havasının ve insan ilişkilerinin öğrencilere güven sağlayıcı olması gerekir. Duyguların önemsenmediği ve olumsuz duyguların yer aldığı bir sınıf topluluğu her zaman ruh sağlığını bozucudur. Geleneksel okullarda öğretmenin tüm dikkati öğrettiği konu, kullandığı yöntem ve sağlayacağı sınıf disiplini üzerinde yoğunlaşmış, öğrencinin kendisi ve yaşadığı duygular öğretmenin dikkat merkezinin dışına çıkmıştır. Geleneksel disiplin anlayışına göre sınıf içinde,görünürde bir sessizlik ve itaat vardır. Bu görüntü içinde öğrencinin öğretmene bağımlı bir biçimde kendi girişim gücünü ve yaratıcılığını kullanması güçleşmiş bulunmaktadır. Üstelik bu sessizlik ve bağımlılık altında, öğrenci kendi iç dünyasında yalnızdır ve başarısız olma ya da yanlış yapma korkusu içinde yaşamaktadır. Öğrencinin yaşadığı duygular,onun içinde bulunduğu sınıf ortamını,olduğundan çok daha fazla tehdit edici hale getirmektedir. Eğer bir öğretmen fazla otoriterse bu duyguların yoğunluğu daha çok artmaktadır. O zaman öğrenciler sınıfta çok daha fazla kaygı ve güvensizliğin etkisi altında kalarak kimi bağımlılığını arttırarak sinmekte,kimi de saldırganlığını arttırarak öğretmene ters düşmektedir. Pek çok öğrenci de öğretmenin sınıftaki varlığından bilinçli veya bilinçsiz bir tedirginlik duymaktadır. O nedenle geleneksel disiplin anlayışına yeni bir alternatif bulmak ve bu alternatifle öğretmeni öğrenmeyi kolaylaştırıcı bir konum içinde tutma zorunluluğu vardır. Disiplin olmadan öğrenme gerçekleşmediğine göre sınıfta öğretmenden kaynaklanan bir disiplin yerine öğrenciden kaynaklanan bir disiplinle hem öğrencilerin ruh sağlığını koruma hem de öğrenmeyi gerçekleştirme mümkündür.

Öğretmen-öğrenci ilişkileri Sokrat’tan günümüze kadar ,eğitim tarihinin gündeminde yer almıştır. İnsan davranışlarını hedefler doğrultusunda değiştirmede,ve günümüzde öğretmen davranışının çok daha önemli kabul edildiği bilinmektedir.

Öğretmenin öğrencisinin ilgilerini,ihtiyaçlarını,amaçlarını,değerlerini onun öznel gerçeğine uygun  bir biçimde algılayabilmesi ve bu algılayışta öğrenciyi değerlendirme yerine onu anlamayı ve bu anlayış içinde ona yardımcı olmayı amaçlaması öğrenciyi öğretmene yaklaştırmaktadır. Öğretmenin bütün bu etkileşim içinde öğrencisini açık ve dürüst davranması sonucunda öğrencisinin öznel gerçeği dış dünyanın gerekleri ve nesnel boyutları doğrultusunda bir değişim içine girebilmektedir. Öğretmen-öğrenci ilişkilerinde öğrenci merkezli eğitimin temel ilkeleri öğrenciye koşulsuz saygı ve empatik anlayış gösterme yanında eğitimde toplam kalite yönetimimin uygulanması ve öğretmenin öğrencisini etkin bir şekilde dinlemesinin ilişkiyi olumlu yönde etkileyeceği düşünülmektedir.

Eğitim alanında yapılan araştırmalar, baskın ve otoriter tavırlarla eğitim başarısı arasında olumsuz bir ilişkinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Baskıcı tavırlar öğrencinin zihinsel ve duygusal enerjisini esas amaç olan eğitimden saptırmakta ve öğrencinin ya boyun eğmesine veya tepkici tavır geliştirmesine yol açmaktadır.(Baltaş,1999)Bu sebeple eğitimin amaçlarına ulaşması açısından derste öğretilenlerden daha çok kurulacak olan ilişki biçimi önem kazanmaktadır. İyi bir öğretmen, öğretmenliğin sadece öğretmek olmadığının farkındadır ve öğrencileriyle kurduğu ilişki biçiminin sadece eğitim başarısını yükseltmekte kalmayıp, aynı zamanda onu hayatta başarısı olan “güvenli bir tavır” geliştirmesine imkan vereceğini bilir. (Baltaş,1999)

Sınıf içi çalışmada olduğu kadar,öğrencinin grup içinde kendini gerçekleştirmesinde de öğretmen rehberdir. Öğretmen sınıfta adaletiyle olduğu kadar sıradışılığı ile de dikkati çeken bir modeldir. O, çocuğun kişiliğinin oluşumunu ve gelişimini biçimlendiren insandır. Çocuk anne-baba modeli yerine öğretmeni koyar ve onunla kendini özdeş tutmaya başlar. İşte çocuğun yaşamını doğrudan etkileyen bir birey olması nedeniyle, öğretmenin kişiliği ve özellikleri önemlidir. (Yavuzer,1994)

Öğretmenin  kişilik özellikleri öğrencileri ele alış biçimine yansır. Kullandığı disiplin yöntemlerinde, ödüllendirdiği ve cezalandırdığı davranışlarda öğretmenin özelliklerini görmek mümkündür.

Yapılan bir çalışmada sert,otoriter ve dogmatik öğretmenlerin sınıflarında öğrencilerin derse olan ilgilerinin çok az olduğu görülmüştür. Öte yandan anlayışlı, açık fikirli, ahlaki, inançlarında ve düşüncelerinde gerçekçi olarak nitelendirilebilen ikinci grup öğretmenlerin yaratıcılık çabaları konusunda destekledikleri sorumluluk duygularını geliştirmeye çalıştıkları ve derse ilgilerini arttırdıkları saptanmıştır.

Bu iki tip öğretmene karşı öğrencilerin tepkileri de farklı olmaktadır. İkinci tip demokrat öğretmenlerin öğrencilerinin değerlerine kıyasla sınıf içi faaliyetlerde daha ilgili ve bunlara daha gönüllü, daha özgür davranan ve daha kendine güvenen çocuklar oldukları görülmüştür. Bu öğrencilerin okul başarıları daha yüksek, yaratıcılıkları daha ileri düzeyde oluşmuştur. Otoriter öğretmenlerin öğrencilerinin ise, işbirliğine ve yardıma daha az yaşanan ve daha saldırgan davranışlı oldukları ortaya çıkmıştır (Yavuzer,1994). Bu açıdan bakıldığında öğretmenin öğrencileri ile kurdukları ilişkileri iki gruba ayırabiliriz. Birincisi, dostluk ilişkilerini içerir; ikincisi ise resmi ilişkileri içerir. Dostça davranan öğretmen, öğrencileri ile olumlu bir duygusal ilişki kurar; öğrencilerine duygularını serbestçe söyler, öğrencilerin kendisine söyledikleri duygularını da samimi olarak kabul eder, onlara büyük ilgi gösterir. (Kavrakoğlu,1992)

Öğrencilerin duygularını anlatmalarına elverişli bir ortam hazırlar; kendi meslek coşkusunu göstererek ve öğrencilerini severek sınıfta renkli insanlık ilişkileri yaratır. Yeri geldikçe, öğrencilerinin toplumsal etkinliklerini destekler, değerli bulduğu etkinlikler için onları beğenir, onaylar ve över.

Öğrencilerine incelikle davranır ve onlara önem verir,öğrencilerin yaptıklarını eleştirirken ya da red ederken onlarda kınama ve aşağı görülme duygusu yaratmayacak biçimde davranır.

Öğrencilerin duygularını anlamaya çalışır, ilgi, korku, endişe, kaygı gibi duygu ve coşkularını anlatmaları için onları cesaretlendirir ve bunların üzerinde önemle durur.

Öğrencilerine dost gibi davranan öğretmen, onlarla “senli-benli” ve onlara kendini beğendirme telaşı içinde değildir. Çok konuşmak zorunluluğu duymadan öğrencilerle içten bağ kurar, onlarla gösterişe kapılmadan, yeri geldikçe yeter derecede ilgilenir; öğrencilerini fazla ilgi ,şefkat ve üzerine titreme gösterisi ile sıkıntı altına sokmaz. (Selçuk,1991) Resmi davranan öğretmen ise öğrencilerinden çok uzak durur ve onlara karşı ilgisiz kalır.(Özgüven,1994)

Öğrencilerine karşı resmi davranan öğretmenlerin bazıları öğretmenlerini severler. Fakat öğrencilerine dostça davranmanın tehlikeli ve onlardan uzak durmanın gerekli olduğuna inanırlar. Bazıları ise öğrenciye yakın olmaktan korktukları için onlardan uzak dururlar. Her iki durumda da öğrencilerine  karşı resmi davranan öğretmenler yalnızca derslerini okutmakla görevli olduklarına inanırlar, başka bir deyişle kendilerini “derslerinin öğretmeni” olduğu kanısındadırlar. Bu tür davranan öğretmene göre, öğretmenin görevi, bütün öğrencilerini dersinde belli bir düzeye ulaştırmaktır. Öğretmen dersi anlatır ,ödev verir, sınav yapar kendi ölçülerine göre öğrenciye not verir. Dersle ve anlatılan konularla ilgili çalışmalar dışında öğrencilerle öğretmenin ilgilenmesi gereksizdir, öğretmenle öğrencilerin dünyası ayrı ayrıdır. Sınıfta resmi bir hava yaratmanın öğretmen için en yararlı yönü, belki öğretmenin dersi dışında öğrencilerin sorunları ile uğraşmaktan kurtulmasıdır (Başaran,1994)

BÜYÜME VE GELİŞME

“Büyüme” yapısal bir artışı dile getirir.  Bedende gerçekleşen sayısal değişiklikleri içerir kilo,  boy artışı gibi).  Çocuk,  sadece fiziksel olarak büyümekle kalmaz,  aynı zamanda beyniyle, iç organlarının yapı ve büyüklüklerinde de değişmeler olur.  Beynin gelişimi sonucu,  çocukta giderek artan bir öğrenme,  anımsama ve yargılama yeteneği oluşur.  Böylece fiziksel büyümeye koşut olarak,  çocuk zihinsel olarak da gelişir.
 Buna karşılık,  “Gelişme” değişikliklerin niceliği yanında niteliğini de içermektedir.  Gelişme kavramı,  düzenli,  uyumlu ve sürekli bir ilerlemeyi dile getirmektedir.

Gelişimin beş temel özelliği vardır:
Gelişim;   1.  Dinamik bir olgudur.
               2.  Genetik bireyselliğin bir sonucudur.
               3.  Giderek artan bir bireyselleşme sürecidir.
               4.  Ardarda giden,  düzenli ve dengeli bir süreçtir.

Yapılan gözlem ve çalışmalar, belli gelişim dönemlerinde çocuklarda ortak olan eğilim ve davranış kalıplarının bulunduğunu ortaya koymaktadır.  Gelişim süreci;
* Motor Gelişim,
* Bilişsel (Zihinsel) Gelişim,
* Dil Gelişimi,
* Duygusal ve Sosyal Gelişim  alanlarında , gelişim hızları yaşa bağlı olarak değişir. Gelişim çok yönlü ve karmaşık bir süreçtir. Biyolojik özellikler, kalıtım, içinde bulunulan çevre, beslenme vb. birçok durum gelişim üzerinde etkilidir. 

 Davranışların temelinde belirli biyolojik aşamalar etkilidir. Çocuk belirli aylarda yürür,diş çıkarır, ilk kelimesini söyler. Bu davranışların gerçekleşebilmesi, çocuğun o davranışı yerine getirebilecek düzeyde olgunlaşmasına bağlıdır ve davranışlar bu olgunlaşmaya bağlı olarak belirli bir sıra izler. Örneğin; çocuğun yürümeden koşması, kelimeleri söylemeden şarkı söylemesi mümkün değildir. Buradan hareketle; çocuktan bekleyeceğimiz davranışların tümünün onun olgunlaşma düzeyine bağlı olduğunu söyleyebiliriz, çocuk bir davranışı yerine getiremiyorsa ve gelişiminde herhangi bir aksaklık yoksa (kalça çıkığı, düztabanlık, dilin normalden büyük olması… türünde normaldışı fiziksel özellikler) çocuğun o davranışı yerine getirebilmesi için daha fazla zamana ihtiyacı vardır, başka bir deyişle o davranış için henüz yeterince olgunlaşmamıştır. 

            Doğumdan itibaren çevre bireyi öğrenme yoluyla etkiler. Henüz küçücük bir  Bebekken çocuk kendini rahatsız hissettiğinde, acıktığında, altı kirlendiğinde ağlar. Anababa bebeğin altını temizler, karnını doyurur ve onun kendini rahat hissetmesini sağlar. Çocuk bu rahatlık duygusuyla anababanın varlığını özdeşleştirir ve zamanla sadece ana babanın varlığı bile çocuğun kendini rahat hissetmesini sağlar.

 Bireyin küçüklüğünde geçirdiği hoş olan ve olmayan deneyimler onun gelecekteki yaşamında etkili olur. Ortamda sürekli bağıran birinin varlığı çocukta korku tepkisi doğurur ve ileride o ortamda bağırılmasa da bu tepki yerleşir. Buna benzer olarak, çocukken köpek tarafından ısırılan çocuk, köpek korkusunu yetişkin bir birey olduğunda da taşıyabilir. Tüm bunların yanında çocuğun kendi davranışları karşısında çevreden, anababadan, bakıcısından ve öğretmeninden aldığı tepkiler de onun gelecekteki davranış biçimi üzerinde etkili olur . Örneğin; çocuk annesine sarıldığında annesi de ona sarılıp öpüyorsa çocuğun annesine yaklaşma davranışı daha sıklaşır. Aynı şekilde çocuk ağladığında ebeveyni isteklerini hemen yerine getiriyorsa ağlama davranışında artma olur. 

Çocuk, tüm gelişme süreci boyunca hep çevreyi gözler, çevresinde gördüklerini anlamaya ve uygulamaya çalışır. Bu anlamda; çevresindeki insanlar (anababa, öğretmen, akrabalar vb.) çocuk için birer modeldirler. Sürekli kavga eden ve annesine vuran bir babayı gören çocuk, büyük bir olasılıkla ilerde kavgacı ve eşine el kaldıran bir adam olur.

Ailenin çocuk üzerindeki etkisini ve dolayısıyla bunun topluma etkisini manipule etmek ne yazık ki imkansızdır. Milyonlarca aile ve milyonlarca anababa var ve herkes kendi doğruları ile çocuklarını yetiştirmek istiyor; kuşkusuz bu tüm anababaların hakkıdır, ancak bu durumda ortak bir zemine ulaşma görevinin tümü okulların üzerine yıkılıyor. Bir insanın kişi-liğinin 7-8 yaşlarına kadar büyük bir kısmının oluştuğunu ve yerleştiğini düşünürsek, ortak zemine ulaşmada okulların başarısız lığını anlayabiliriz. Nasıl ilkokulu okumadan orta ve liseyi okumak mümkün değilse iyi bir temel eğitim almadan kişiliğin eksiksiz ve sağlıklı oluşabilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla; ortak değer, eğitim ve kültüre sahip olmayan çocukların örgün eğitimden aynı şekilde faydalanması da beklenemez. İlk çocukluk çağı, çocuklar arasındaki farklılıkların en minimum düzeyde olduğu çağdır ve çocuklar arası farkların en kolay kapatılabileceği zamandır. Peki çocuğunuzun diğer çocuklardan farklı olup olmadığını nerden bileceksiniz? 

ÇOCUĞUN GELİŞİM DÜZEYİNİ TESPİT ETME

            Biz büyükler tepkilerimizin duruma göre normal olup olmadığını anlamak için çok sıklıkla toplumsal karşılaştırmalar yaparız. Herkes bizim yaptığımızı mı yapıyor, bizim gibi mi giyiniyor, konuşuyor vb.? Ama bizler karşılaştırma yaparken yine de bağımsızız, “herkes öyle davranabilir, ama ben böyle davranmak istiyorum” der ve zaman zaman toplumdan farklı davranırız. Çocuklar bizim gibi toplumun beklentileri konusunda bilgili değillerdir, çünkü yeni yeni toplumsallaşmaya başlamışlardır. Kendileriyle başkaları arasındaki farkları ayrımsarlar ama ortadan kaldırmak için ne yapacaklarını bilmezler. Hangi farklar ortadan kalkmalı, hangileri çocuk için zararlı, hangileri yararlı bunları bilmek ve ayırt etmek görevi ilk olarak anababanındır. Farkları ortadan kaldırmak adına çocuğun yetenekleri köreltilmemeli veya ileri düzeydeki davranışı geriletilmemelidir. Bu çocuğun gelişiminin her alanı için geçerlidir. 

            Anababaların, öğretmenlerin, bakıcıların kısacası insan olan herkesin bir başka insanı eğitirken, yetiştirirken hata yapmamasını beklemek büyük bir insafsızlık ve gerçekdışı idealizm olur. Ancak çocukla ilgilenen herkesin özellikle de anababanın hem çocuk gelişimi konusunda bilgili olması hem de çocuğunu çok iyi tanıması gereklidir. Anababa kendisine gereken bilgiyi birçok yoldan temin edebilir: Yaşamın ilk iki yılında; çocuğun huyunu anlama, çocuğu tanıma konusunda anababaya yardımcı olacak tek kaynak çocuğun kendisidir. Ebeveyn çocuğuyla sevgiye ve güvene dayalı iletişim kurmalı, oyunlar oynamalı ve çocuğun günlük genel düzenini belirlemelidir. 

Çocuğun fiziksel özellikleri, sağlığı, metabolizmasının çalışma düzeni ile ilgili en detaylı bilgiyi çocuğunuzu devamlı götürdüğünüz doktordan alabilirsiniz. Özellikle belirtmek isti-yorum; çocuğunuzun her zaman gitmese bile belirli bir doktoru olmalıdır, çünkü zamanla bu doktor çocuğunuzun bünyesini tanıyacak, gereken önlemler veya sorunun nedeni, tedavisi konusunda çok daha faydalı olacaktır. Burada anlatmak istediğim, çocuk büyüyene kadar bir tek doktora gitmelidir, düşüncesi değil. Mutlaka çeşitli doktorların görüşünü almak çok faydalıdır, ancak genel düzende çocuğu tanıyan bir doktor bulunması son derece yararlıdır. 

            Çocuğun psikososyal yönden gelişimi hakkındaki en sağlıklı bilgiyi gözlemleriniz yoluyla elde edebilirsiniz, ancak vardığınız sonuçların objektif yani tarafsız olması bu noktada önem kazanır. Çocuğunuzu olduğu gibi kabul etmeli, çocuğa aslında onda olmayan yetenek veya özellikleri atfetmemelisiniz; aynı şekilde çocuğun başarı, yetenek ve özelliklerini gözden kaçırmamalı ve küçümsememelisiniz. Çocuğunuzun psiko sosyal gelişimini takip etmenin bir diğer yolu da; genel standartlara bakmaktır. Çeşitli kitaplar vb. çocuklarla ilgili yayınlarda çocuğun gelişim dönemlerine ilişkin bilgi verilir, bu bilgiler çok kesin olmamakla birlikte yaş grubuna göre çocuğun yapabileceği veya yapması gereken davranışları belirtir. Çocuğunuz bir davranışı belirtilen zamandan daha önce veya daha sonra yapabilir, önemli olan aradaki süre farkının çok olmaması (örneğin; bir yıl) ve yapılan davranışın niteliğidir. Çocuğunuzun psikososyal gelişimi hakkında; çevredeki diğer çocuklarla karşılaştırmalar yaparak da az çok takip edebilirsiniz, yalnız seçtiğiniz çocukların aile düzeni, kültür yapısı, cinsiyet vb. özellikler bakımından benzer olmasına dikkat ediniz. 

1.,2.,3. SINIF ÖĞRENCİLERİNİN ÖZELLİKLERİ

Etkinlikler:

  1. Bu dönemde, çocuk çok etkin ve hareketlidir. Her an bir şey yapmak ister; sakin ve sessiz durmaktan hoşlanmaz. Herhangi bir iş görürken bütün bedenini birden hareket ettirmek eğilimindedir. Davranışlarını kontrol altına almada güçlük çeker.
  2. El işlerinde henüz beceriksiz ise de bir gün kâğıt kesmekten ve yapıştırmaktan, resim yapmaktan, makas, çekiç, testere gibi aletleri kullanmaktan hoşlanır. Erkek çocuk daha çok marangozluktan, birbirlerine eklenip çözülebilen maden ve tahtadan yapılmış yapıcılık oyun malzemesinden zevk alır. Henüz küçük kaslar ve el becerileri yeterli derecede gelişmemiş olduğu için bu çağda yapılan işler kaba saba olur. Çocukta ince ve düzgün iş beklenmemelidir.
  3. Bu dönemde ev dışı oyunlarının büyük bir önemi vardır. Çocuk, özellikle, hareket ve etkinliği gerektiren oyun ve eğlencelerden hoşlanır. Yeni beden becerileri kazanmaya çalışır. Ağaca tırmanmaktan, ip atlamaktan; top, seksek ve bilye oynamaktan; kar ve buz üzerinde kaymaktan zevk alır. Çeşitli alanlarda arkadaşları ile yarışır. Koşmak, atlamak ve zıplamak, oyun zamanının büyük bir kısmını alır.
  4. Çocuklar ritmik oyunlardan, ayaklarını müziğe uydurup dans etmekten, şarkı ve müzikli oyunlardan hoşlanırlar. Bu etkinlikler kız çocuklarını daha çok ilgilendirir.
  5. Yeni tecrübelere girişmekten, hareket ve etkinlikte bulunmaktan çok hoşlanan bu çocukların fazla atılgan davranmaları ve başlarından büyük işlere girişmeleri mümkündür.

Sağlık Durumu:

  1. Başlangıçta uyku ihtiyacı ortalama 11 saat iken, bu dönemin sonuna doğru 10 saate düşer. Gün ortasındaki uykudan artık vazgeçilirse de çocuğun bir dinlenme zamanına ihtiyacı vardır.
  2. Özellikle boyu hızla uzayan çocuklarda bu çağda kambur durma eğilimi belirir. Beden çarpıklıklarını önleme bakımından, okulda öğrencileri sağlıklı oturma ve çalıştırma tedbirleri alınmalıdır.
  3. Çocuklar, genel olarak, bedence kuvvetli ve sağlıklıdırlar. Gerçi kızamık, suçiçeği, kabakulak gibi bir takım bulaşıcı çocuk hastalıklarına tutulursa da, iyi bakılacak olurlarsa, bunlar önemli bir arıza bırakmadan geçer. Öksürük, bronşit gibi solunum hastalıkları, özellikle 6 yaşındaki çocuklarda daha çok görülür.
  4. Çocuk, kendi sağlığını koruma işinde bir takım sorumlulukları üzerine alabilir. Kendi havlusunu ve bardağını kullanmayı, dışarı çıkarken havaya göre giyinmeyi, kalem veya parmağını ağzına sokmamayı, öksürüp aksırırken mendille ağzını kapamayı, bulaşıcı hastalıklara karşı korunmayı ve bu hastalıkların yayılmasını önlemek hususunda kendine düşeni yapmayı öğrenebilecek durumdadır.
  5. Bu çağda beden sağlığı ile düşünme gücü arasında sıkı bir ilişki vardır. Çocuğun okuldaki başarısı geniş ölçüde sağlık durumuna ve beden enerjisine bağlıdır. Bunun için sağlığına ve iyi beslenmesine dikkat edilmelidir.

ZİHİN GELİŞİMİ

1. Yetenekler:

  1. Bu çağda, çocuğu zihin gücü ve belleği bir hayli gelişir. O, dikkatini daha uzun süre aynı konu üzerinde tutabilir.
  2. Çocukta henüz somut düşünme tarzı hâkimdir. Çocuk, duyuları ile düşünür; ancak gözlemler ve deneyler sonunda birtakım hükümlere varır. Bundan ötürü ilk dönemde sınıf çalışmaları, çocuğun duyularını harekete geçirmeli, okulda yaparak ve yaşayarak öğrenme ilkesine yer verilmelidir. Bununla beraber bu çağın sonuna doğru çocuk dinleyerek ve okuyarak da bir şeyler öğrenebilecek duruma girer.
  3. Bu çağda çocuk çevresini toptan algılar. Gördüğü şeyleri çözümleyemez. Onda henüz mantıklı ve soyut düşünme yeteneği gelişmemiştir. Bunun için o, bilimsel mantığa göre sınıflandırılmış konuları kavrayamaz. Özellikle bu dönemde doğru öğretim, en uygun bir öğretim sistemidir.
  4. Yedi yaşındaki çocuk, oyun çağına göre daha gerçekçidir. Temsili etkinlikten, hayali oyunlardan zevk almaya devam ederse de, artık yavaş yavaş hayal ve gerçeği birbirinden ayırmaya başlar ve gerçeği öğrenmek ister. Bununla beraber henüz duyguları düşüncesine hakimdir. His ve heyecanlarının etkisinde kalarak yargılara varır. Olayları objektif olarak eleştirme gücünü kazanmamıştır. Sık sık kendini över. Ancak, bu çağı sonunda yavaş yavaş kendi kusurlarını görmeye ve kendini objektif olarak değerlendirme gücünü kazanmaya başlar. Zeki bir çocuk, daha erken kendi kendisini eleştirme yeteneğini kazanır.

Bu çağın başlangıcında zaman kavramı çok sınırlıdır. Çocuklar, ilerisi için plan yapamaz, zamanlarını ayarlayamazlar. İkinci sınıfta zaman kavramı gelişmeye başlar. Dönemin sonuna doğru da yemek zamanını, ders yılının başını ve sonunu, haftanın günlerini kavrar duruma girerler. Tarihi fikri gelişir. Öğrenciler çok eski çağlardaki insanların yaşayış tarzlarını merak etmeye başlarlar.

Çocuklar, ikinci ve üçüncü sınıfta mizahtan anlamaya başlarlar. Birbirlerine bilmeceler söylemekten, şaka yapmaktan hoşlanırlar. Bununla beraber, kendilerine yapılan şakalara tahammülleri azdır.

Bu dönemin başında çocuğun yaptığı resimler varlıkların kendilerine benzemeye başlar. Artık çocukların, neyin resmini yaptıkları anlaşılır. Ancak, bu dönemde çocuk resimlerinin önemli bir niteliği, bunların görüldüğü gibi değil, bilindiği gibi çizilmesidir. Mesela, bir kumbara içindeki paralar resimde görünür. Yapılan resimlerin oranları gerçeğe uymaz, çizilen adam resmi evden daha büyük olabilir. Bu dönemin sonuna doğru resimlerde daha çok ayrıntılara yer verilebilir ve bunlar gerçeği daha iyi yansıtır.

Bu çağda, çocuk para ile ilgilenmeye başlar. Ona paranın değeri, ne işe yaradığı ve nasıl sayılacağı öğretilmelidir. Bunun için haftalık harçlık vermeye başlamak iyi bir tedbir olur. Böylece, çocuk alışveriş etmeyi de öğrenebilir. Ufak tefek iş görüp para kazanmak imkanını elde edebilirse, bundan hoşlanır. Bu, ayrıca, çocuk için paranın değerini anlama bakımından anlamlı ve yararlı bir tecrübe olur.

Çocuk,bu çağın başında, sayıları kavramaya başlar, yüze kadar sayabilir. İkişer ikişer, beşer beşer, onar onar da saymayı öğrenebilir. Daha sonra basit toplama ve çıkarma hesapları yapabileceği gibi, yarım, üçte bir, dörtte bir kavramları ile de bazı basit işlemleri yapabilir duruma gelir.

Ancak, hesap öğretiminde işlemlere geçmeden önce, çocukların temel sayı kavramlarını geliştirmelerine, bunu için gerekli alıştırmaları yapmalarına önem verilmelidir. Bu yapılmadıkça, sayı kavramları ve işlemler, anlaşılmadan ezberlenen sözlü beceriler olarak kalır.

2.Dil Gelişimi:

  1. Bu dönemde, dil çok zenginleşir. Çocuk şaşılacak derecede çok kelime öğrenir.
  2. Ortalama olarak 6 ve 7 yaşındaki çocuk okuma ve yazma öğrenmeye hazır duruma girer. Bunu için, hemen bütün dünya ülkelerinde bu yaşlar okumaya başlama çağı olarak kabul edilmiştir. Bu yaştaki çocukların çoğunda, okuma ve yazmaya karşı ilgi uyandığı gibi, bu işleri kavrayabilecek düşünme ve görme güçleri gelişmiştir. Birinci sınıfta okuma ve yazmayı öğrenmeyen çocukların büyük bir kısmı, ikinci sınıfta bunu başarabilirler.
  3. Çocukta toptan görüş hakimdir. Bunun için, okuma ve yazma öğreniminde harflerden başlamak yerine çocuk için anlam taşıyan küçük cümle ve kelimelerden başlamak daha uygun olur. Başlangıçta çocuk için cümle içindeki sözcükleri ayırmak, özellikle bir kelimedeki harfleri soyutlamak çok güç gelir. Harfler yerine anlamlı kısa cümle veya sözleri okuyup yazmak daha ilgi çekici olduğu gibi bu metot çocuklara yazılı sembollerin bir anlama bağlı olduğu fikrini daha iyi kavratır. Böylece, onların ileride daha hızlı ve anlamlı okuma alışkanlıklarını kazanmalarına iyi bir zemin hazırlamış olur.
  4. Çocukların, okuma ve yazmayı kolaylıkla öğrenebilmeleri için kendilerine söylenen sözleri sadece işitip anlamalı yetmez. Sözcüklerin fonetik yapısını kavramaları, bunu meydana getiren sesleri çözümleyebilmeleri de gerekir. Harf seslerini soyutlamak güç bir iştir. Böyle bir çözümleme, yazılı kelimenin hece ve harfleri çözümlenmesinden daha zordur. Çocuğun okuma mekanizmasını kavrayabilmesi için, kelimelerin bütünü içinde hece ve harf seslerini ayırt edebilmesi ve sonra da harf seslerini yazılı harf şekline bağlayabilmesi gerekir. Bu bakımdan okuma ve yazma öğreniminde çözümleme safhasına geçerken telâfuz alıştırmalarına da zaman zaman yer verilmelidir.
  5. Bu dönemin sonunda, çocuk yalnız başına okuma alışkanlığını alabilir. Onun sessiz okuması, sesli okumasına nazaran, daha süratlenir. Genel olarak kızlar okumada, erkekler ise hesapta daha önde giderler.
  6. Yapılan araştırmalar, bu çağı sonuna doğru çocukların bir yabancı dili öğrenmeye hazır olduklarını göstermektedir.

3. İlgiler:

  1. Bu çağda temsil oyunlarına ilgi devam eder. Çocukların bu oyunlarda günlük tecrübelerinin, okudukları veya dinledikleri masal ve hikayelerin etkisi görülür.
  2. Çocuklarda, bir çocuk temsilini veya filmini başından sonuna kadar seyredebilecek kadar sürekli dikkat yetisi gelişmiştir. Onların, hayvanlarla ilgili şarkılı ve sözlü temsil ve filmlerden hoşlandıkları görülür.
  3. Bu çağın sonuna doğru kız ve erkek çocukların oyunları ve ilgileri başlar. Kızlar, büyükler gibi giyinip evcilik, okulculuk gibi oyunlardan hoşlanırlar. Erkek çocuklar ise arabacılık, şoförlük, pilotluk, askerlik ve hırsız polis oyunlarını tercih ederler.
  4. Bu çağda, böcek ve hayvanlara karşı büyük bir ilgi görülür. Çocuklar hayvanat bahçesi ziyaret etmekten hoşlanırlar. Evde hayvan beslemek isterler, ama henüz bunlara bakmanın bütün sorumluluğunu yüklenemezler.

4. Moral Gelişimi:

  1. Çocukta, iyilik ve kötülük kavramları önce ana babanın beğendiği ve beğenmediği davranışları ile ilgili olarak gelişir. Bu davranış, ana- babanın beğenip beğenmemesine göre iyi veya fena sayılır. Ancak bu çağda iyilik ve kötülük kavramları daha genişler ve genelleşir. Çocuk, “Söz dinlemek ve yardım etmek iyidir”, “Başkalarına zarar vermek fenadır” gibi bir takım değer yargılarına varabilir. Bu dönemde, hangi davranışların doğru, hangilerinin yanlış olabileceğini çocuklarla tartışmak yararlı olur.
  2. Çocuklar, davranışlarını büyükler tarafından beğenilmesine önem verirler, bunların daima doğru ve iyi olarak değerlendirilmesini isterler. Yanılmak, kusurlu görülmek onları çok endişelendirir.
  3. Çocuklarda, bu mektubu postalamak, çarşıda alışveriş yapmak gibi işleri başarabilecek kadar sorumluluk duygusu gelişmiştir.
  4. Her zaman tam güvenilmemekle beraber, çocuklar, evde sofra kurmak, bulaşık yıkamak ve kurulamak, yatakları yapmak, odalarını toplu tutmak gibi alışkanlıkları kazanabilirler.

DUYGUSAL ve SOSYAL GELİŞİM:

  1. Duygusal Durum:
    1. Çocukların en önemli duygusal ihtiyaçları sevilmek, beğenilmek, benimsenmek ve değer verilmektir. Anneleri, öğretmenleri ve başka yetişkinler tarafından ne kadar ilgi ve şefkatle muamele görürlerse, ruh sağlıkları o kadar yerinde olur.
    2. Evde olsun, okulda olsun, çocukta ilgi merkezi olmak istediği kuvvetlidir. Evde, ana babanın, okulda öğretmenin sevgisini paylaşmak ona zor gelir.
    3. Evde veya okul hayatındaki baskılar ve gerginlikler sonucu olarak, çocukta yalan söyleme, kopya etme, başkalarına ait eşyayı alma olaylarına rastlanır. Aynı sebeplerle çocukta parmak emme, tırnak yeme, yüzde tikler gibi haller de meydana gelebilir.
    4. Başarılı olmak ihtiyacı kuvvetlidir. Bu yaştaki çocukların, gerçek başarılar elde edemedikleri zaman, hayali başarılarla övündükleri görülebilir.
    5. Bu dönemde çocuklar çeşitli duyguların etkisi altındadır. Korku, öfke, kıskançlık, neşe, sevgi gibi birçok duygular birbiri ardına çocuğun günlük hayatını doldurur; duygusal halleri çabuk değişir.

Korkuların konusu çok kere cin, cadı, hortlak, şeytan gibi hayal mahsulü şeylerdir. Çocuklar bunların karanlık yerlerde, kapalı odalarda bulunduklarına inandıklarından, karanlıktan, bodrumdan, tavan arasından ürkerler. Ana babaları veya arkadaşları tarafından sevilmemekten, annelerini kaybetmekten, okula geç kalmaktan veya ödevlerini yetiştirememekten korkarlar. Anlatılan masallar ve hikayeler, okunan kitaplar, görülen film ve temsiller, bu korkuların kaynağı olabilir. Bu dönemin sonuna doğru genel olarak korkular ve endişeler azalır.

Arkadaşlarla İlişki:

  1. Bu çağda çocuklar grup veya takım halinde oynamak gücünü kazanırlar. İşbirliği isteyen etkinliklere girişir ve 7 – 8 kişilik gruplar içinde uzun süre oynayabilirler, futbol, voleybol gibi oyunlardan hoşlanırlar. Fakat bu oyunları bütün kurallarına uyarak değil, kendilerine mahsus şekilde oynarlar. Pek karmaşık oyun kurallarına henüz uyamazlar.
  2. Bu dönemde, arkadaşlıklar kısa sürelidir, yani çabuk değişir, birtakım darılmalar ve barışmalarla devam eder. Bununla beraber, arkadaşlık, hayatlarının önemli bir yanıdır.
  3. Çocuk, arkadaşlarıyla, zaman geçtikçe daha iyi geçinme gücü kazanır, daha az kavga eder ve daha az ağlar. Bu haksızlığa uğradığı zaman anneye, öğretmene gitmeyi ve kendi hakkını korumayı öğrenebilir. Onda arkadaşlarını hakkını korumaya doğru da bir duyarlılık gelişir.
  4. Bu dönemin başında kız ve erkek çocuklar birbiriyle oynamaya devam ederlerse de genel olarak en yakın arkadaşlarını gene kendi cinslerinden seçerler. Bu çağın sonuna doğru kız ve erkek çocukların ilgileri ve oyun etkinlikleri ayrılmaya başlar. Kızlar ve erkekler ayrı gruplar halinde birbirlerinin karşısına çıkar ve aralarında tartışmalar ve anlaşmazlıklar olabilir.
  5. Bu çağda arkadaşlar arasındaki anlaşmazlıklar daha çok sözle giderilmeye çalışılırsa da, bazen çocukların beden güçlerini kullanmaya başvurdukları da olur. Özellikle erkek çocuklar arasında tekme ve yumruk kavgaları görülür.
  6. Giyim, konuşma ve zevk bakımından çocuk arkadaşlarını taklit eder. Ama onlarla çeşitli alanlarda rekabete de girişir. Çocukta sosyal yönden prestij kazanmak amacıyla güç gösterilerine, eşyaları veya aileleriyle övünme hallerine rastlanır. Erkek çocuk, genellikle, kuvvetli ve iri olmakla övünür.
  7. Bu çağdaki çocuklar, arkadaşları arasında fakir – zengin ayrılığı, sosyal durum farkı gözetmezler. Fakat bu çağın sonunda aralarında öyle bir grup duygusu gelişebilir ki , onların başka sınıf, başka okul veya başka mahalle çocuklarına karşı cephe aldıkları görülebilir.
  8. Çocuklar yaşıtlarının duygu ve düşüncelerinin farkında olmaya ve bunlara önem vermeye başlarlar. Bazen arkadaşları tarafından sevilmeme endişesine düşebilirler. Bu dönemde, onlar büyüklerinin mihver olduğu bir alemden, yaşıtların mihver olduğu bir aleme geçişi başarmak zorunda, büyüklere iyi görünmek yanında arkadaşlarına da kendilerini beğendirmek ihtiyacındadırlar.
  1. Aile İlişkileri:
  2. Bu çağdaki çocuk, ana ve babasına karşı birbirine zıt toplumsal tepkiler gösterir. Bazen aile büyüklerine karşı isyancı bir tavır takınır, yaramazlık, haşarılık eder, bazen de çok saygılı ve duygulu olabilir.
  3. Çocuk, çoğu zaman, kişiliğini gösterme, bağımsız olabilme çabasıyla inatçılık, itaatsizlik ve dik başlılık eder. Büyüklerinin kendisine haksızlık ettiklerinden, çok sert olduklarından yakınır.
  4. Bununla beraber, o hâlâ büyüklerinin her şeyi daha iyi bildikleri ve yaptıkları kanısındadır. Çok kere ana babasını kendisine örnek kişi olarak seçer, onların davranışlarını taklit eder ve düşüncelerini benimser.
  5. Günün önemli bir kısmını okulda geçirmesine rağmen, çocukta, ana baba sevgisi ve ilgisine olan ihtiyaç hemen hemen okul öncesi çağındaki kadar kuvvetlidir. Ana ve babası tarafından başarısına ilgi gösterilen çocuğun, arkadaşlarına göre daha iyi geliştiği görülür.

Öğretmen ve Başka Büyüklerle İlişkiler:

  1. Bu dönemin başında, çocuk öğretmenine büyük bir hayranlık duyar ve kendini beğendirmek için elinden geleni yapar. Çocukların hemen hepsi, güler yüzlü, kendilerini koruyan öğretmen tipini tercih ederler. Onlar için öğretmen, okulda ana babanın yerini tutan kişidir.
  2. Bu yaştaki çocuklar arasında sık görülen “müzevirlik” ve arkadaşlarını şikayet etme halleri, çok kere öğretmenin ve yetişkinlerin ilgisini çekmek veya onların değerler sistemini benimsediklerini ispatlamak gayreti ile yapılır.
  3. Yetişkinlerin tenkitleri çocuklara çok dokunur. Alay ve aşırı şakalara alındıkları görülür.
  4. Genel olarak, çocuklar yetişkinlerin davranış standartlarını benimsemiş durumdadırlar. Onlara göre neyin doğru, neyin yanlış olduğu konularında büyükler en üstün otorite sayılır. Çocuklar arasında bir değerler sisteminin gelişmesi belirtilerine ancak bu dönemin sonunda rastlanır.

EĞİTİMDE GÖZETİLMESİ GEREKEN NOKTALAR

  1. Okula yeni adımını atan çocuk, ev ve aile hayatından farlı yeni bir çevreye uyma sorunu ile karşılaşır. Çocuk, yaşıtlarından meydana gelmiş bir grup içine katılmak, bu değişik ortamda öğretmen ve arkadaşlarına kendisini beğendirmek zorundadır. Bu geçiş, bazı çocuklar için kolay, bazıları için ise çok zor olabilir. Bazı çocuklar, önce ev hayatında hiç karşılaşmadıkları, fakat okul hayatında çok önem verilen yazılı semboller karşısında şaşırırlar. Bu geçiş, bazı çocuklar için kolay, bazıları için ise çok zor olabilir. Bazı çocuklar, önce ev hayatında hiç karşılaşmadıkları, fakat okul hayatında çok önem verilen yazılı semboller karşısında şaşırırlar. Bazı çocuklar, belki ilk defa kendi palto ve atkılarını giymek gibi sorumluluklarla karşılaşırlar. Birçokları yoruldukları zaman başkalarını sıraya koyup uymayacaklarını, her an sınıfta olup bitenlere dikkatle dinlemek zorunda olduklarını ilk defa öğrenmektedirler. Öğretmenlerin anlayışlı ve sabırlı olmaları, bu bakımlardan onlara yardımcı olabilmek için, aileleri ile ,işbirliği yapmaları gerekir.
  2. Bu dönemin başında, büyük ve küçük kasları hala gelişmekte olan çocuğun hareket ve etkinliğe ihtiyacı vardır. Özellikle göz ve el arasındaki işbirliği henüz gelişme halindedir. El hareketleri, çocuğun konuşması kadar düşünme güçlerini de geliştirir. Öğretimde el işlerine ve beden etkinliğine yer verilmesi; sınıf çalışmalarında oyun ve iş ahenkli bir şekilde birbirini kovalamalıdır.
  3. İlkokulun birinci döneminde beden sağlığı ile okul başarısı arasında sıkı bir ilişki vardır. Onun için: 1) Öğrencilerin sağlık muayenelerinden geçirilmesi ve sağlık durumlarının yakından izlenmesine, 2) Okul hastalıklarına karşı lüzumlu tedbirlerin alınmasına, 3) Öğrencilere sağlık bilgi ve alışkanlıklarının kazandırılmasına, 4) Öğrencilerin göz ve kulaklarının muayeneden geçirilerek iyi görmeyen ve işitmeyenlere mümkün olan yardımların sağlanmasına önem verilmelidir.
  1. Zihin güçleri çevreden gelen uyarıcılarla beslenir. Zihni gelişimde tecrübe, kavram ve söz birbirini izleyen üç merhaledir. Birtakım tecrübe ve davranışlar kavramlara yol açar. Kavramlar da sözlere bağlanacak olursa, çocuk, tecrübelerden çeşitli şekillerde yararlanmak, bunları başkalarına iletmek ve başkalarının tecrübelerinden yararlanmak imkanlarını elde eder. Onun için;
    1. Çocuklara çeşitli deneyler yaptırmalı, tecrübeler sağlamalıdır.
    2. Başlarından geçenleri arkadaşlarına anlatma, tecrübelerini söz ve yazı ile ifade etme fırsatları verilmelidir.
    3. Bu günkü tecrübelerini eskilerine bağlatma, hayalini işletme, ileriyi tahmin etme alıştırmaları yaptırılmalıdır.
  2. Dil, okul hayatında gittikçe güçlenen bir rol oynar. Tecrübenin sembollük şekle çevrilmesi (söz ve yazıyla anlatımı) türlü yeni birleşimlere (sentezlere) yol açar, uzak ihtimallerle ,ilişki kurmayı sağlar.
  3. Başarı ile ruh sağlığı arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunun için, çocuğun okulda başarı zevkini tatmasına büyük bir önem verilmelidir. Oyun çağında güven duygusunun genel olarak ana baba sevgisinden bulan çocuk, okul çağında bunu, çeşitli alanlarda başarılı olmakla geliştirir. Bunun için, ilkokulun birinci döneminde şu noktalara dikkat edilmelidir:

Sınıftaki bütün çocukların aynı derecede başarı göstermeleri, onlardan aynı standartlara uymaları beklenmemelidir. Her öğrenci aynı başarı seviyesine ulaşamaz, eşit miktar ve kalitede işi göremez. Zira çocukların yetenekleri, ilgileri ve ihtiyaçları birbirlerinden çok ayrıdır. Çocuklara verilecek ödevler, onların çalışma güçlerine, ilgi ve ihtiyaçlarına uygun olmalıdır. Öyle ki, yavaş öğrenen çocuklar da kendilerine uygun işlerde çalışıp bir şeyler becererek başarı kıvancını duysunlar ve zevkle çalışma alışkanlığını alsınlar.

UZM. UĞUR KAYA

Karşıt Olma – Karşıt Gelme

Karşıt olma ya da karşı gelme problemi çocukların yaşına ve davranışlarına göre daha saldırgan bir tutum sergilemesi halidir. Tartışmacı tavırlar ve ısrarlar bu sorunu yaşayan çocuklarda görülen en genel nitelikli belirtilerdir. Özellikle okul çağındaki çocuklarda görülen problem erkeklerde daha sık ortaya çıkar. Bu davranış bozukluğunun ortaya çıkış nedeni farklı nedenlere bağlı olabilir. Okul çağındaki çocuklarda %2 ile %16 arasında görülen davranış bozukluğu tedavi edilmediği zaman ilerleyen dönemlerde toplumsal, mesleki ve akademik işlevsellikte bozulmalara yol açabilir. Çocukluk ile ardından gelen ergenlik sürecinde belirli bir noktaya kadar sergilenen karşıtlık ve tavırcı durumlar normal karşılanırlar. Ancak bunun ileri gitmesi ve davranışların ailesel/sosyal çevreyi etkilemeye başlaması karşıt olma – karşı gelme problemini gözler önüne serer. Bu sorun ile çocuklar ailenin ilettiği hemen her duruma zıt davranmaya başlarlar. Karşıt olma karşı gelme çocuklarda görülen yıkıcı davranış biçimleri içindedir.

Karşıt olma karşı gelme sağlık problemi ile karşı karşıya olan çocuklar;

İtaatkarsız davranışlara yönelirler. Ebeveynlerinin koydukları kurallar ve oluşturdukları düzenlere uymamak için direnirler. Bu süreçte çabuk sinirlenirler. Tepkilerini hemen ortaya koymaya çalışırlar. Ağlayarak söylenenleri reddetmeye yönelirler. Tüm bunlar karşısında kendi suçları nedeni ile çevrelerindeki insanları hatalı bulurlar ve böyle davranmaya onların neden olduğunu vurgularlar.

Hastalığın seyrinde zaman içerisinde iniş çıkışlar görülebilir. Antisosyal aile ilişkisi ve düşük sosyo ekonomik düzey hastaların seyrinin olumsuz olarak devam etmesine neden olabilir. Bu nedenle tüm belirtilere karşı hassas olmak ve erken dönemde çocuk için psikiyatr desteği almak son derece önemlidir. Tedavi sayesinde çocuğa, aileye ve sosyal çevreye erken dönemde müdahale edilir.

Çocukluk ve ergenlik gibi zor bir süreçte karşıt olma durumu ile karşılaşmak hem çocuk hem de ebeveynler için oldukça zordur. Bu aşamada çocuk okul eğitim dönemini de ilerlettiği için öğretmenleriyle de sıkıntılar yaşayabilirler. Sabırsız davranışlar ve hoş görüşüz tavırlar sergileyebilirler. Ebeveynlerin çocuklarına bu dönemde verecekleri yanıtlar çok önemlidir. Ailelerin bu süreçte çocuklarına doğru bir davranış sergilediği düşüncesi iletmemesi gereklidir. Çocuk, davranışlarının desteklendiğini görürse bu tutumlara devam edecektir. Psikiyatrik destek almak ailelerin çocukları için uygulayacakları en sağlıklı yoldur. Karşıt olma-karşıt gelme tedavisiproblem ilerlemeden uygulanmalıdır. Problemin ilerlemesi çocuk ya da ergenin karşısındakini bilerek kışkırtması ve öfkelendirmesi noktasına ulaşabilir. Bu sorun çocuğun sosyal çevre ve yaşantısını derinden etkiler. Karşıt olma ve karşı gelme problemi beraberinde farklı psikolojik sorunlar da oluşturabilmektedir.

KOB / KGB BELİRTİLERİ

-Sürekli şekilde sinirlenme hali
-Yetişkin kişiler ile tartışmaya yönelim
-Karşıdaki bireyi kışkırtma isteği
-Yapılan hatalar için sürekli başkalarını suçlamak
-Kolay sinirlenmek
-Erişkinlerin kurallarını şiddetle reddetmek
-Söylenilen önemsiz şeylere dahi alınmak / gücenmek
Yukarıda sıralanan belirtiler tanı aşamasında kullanılmaktadır. Sizlerde çocuğunuzda bu belirtileri gözlemliyorsanız profesyonel bir destek almak için geç kalmamanız gerekir. Karşıt olma – karşıt gelme tedavisiile çocuğunuzun daha sağlıklı bir birey olmasını sağlayabilirsiniz.

KOB-KGB Tedavisi Nasıl Yapılır?

KGB ve KOB tedavisinde söz konusu çocuğun ve ailenin rolü büyüktür. Ergenlerde ve çocuklarda görülen bir davranış bozukluğu olarak nitelendirilen karşıt olma ve karşıt gelme probleminde amaç çocuğa zarar verici davranışları ortadan kaldırmaktır. Sosyal ilişkilerinde iyileşme sağlaması amaçlanan çocuğun ailesiyle de ilişkilerinin düzeltilmesi önemlidir. Karşıt olma ve karşıt gelme tedavisi sürecinde aileye önemli görevler düşer. Ebeveynlerin koyduğu kurallar ve bu kurallar karşısındaki tutarlı tavırları, rahatsızlığın giderilmesi için etkili olacaktır. İdeal tedavi yöntemleri arasında bilişsel davranışçı terapiler ve aile terapileri bulunur. Tedavi sürecini önemsemek ve uzman desteği almak çocuğun hem sosyal hayatı hem eğitim hayatı için önem teşkil edecektir. Ancak karşıt olma ve karşıt gelme problemine sahip çocuğun doğru teşhisini yapabilmek, tedavinin başında gözle görülür sonuçlar alınmasa dahi verimli sonuçlar görebilmek için önemlidir. Bu nedenle uzman psikiyatr ve psikologlarımız eşliğinde çocuğunuz için en doğru teşhisi yapacak ve doğru tedavi yöntemini uygulayarak topluma daha sağlıklı bireyler kazandıracağız.

Adel Psikolojik Danışmanlık

İyi ve Kötü Çocukluk

Şimdi iki tip çocukluk dönemi hayal edelim. Bunlardan biri iyi geçen bir çocukluk dönemi olsun. Bununla ilgili olarak ilk söyleyebileceğimiz iyi hissettiren bir çocukluk olduğudur; üzgün olduğunuzda  birisi acınızı dindirmek için size el uzatır, öfkelendiğinizde birisi sakinleşmenize yardımcı olur, anlamadığınızda birisi açıklar, dağınık olduğunuz zamanlarda utanç duymanıza engel olur, hata yaptığınızda size hatalı biri olarak bakmaz. Eğer ortada bir problem varsa siz bunun üstesinden geleceksindir. Kısaca, siz var olmayı hak edesinizdir. Rekabetçi  düzenin değer yargıları her ne olurlarsa olsunlar, siz  bir ya da iki sevgi dolu yetişkinin merkezinde olduğunuz evrende fazlaca değerlisinizdir.

Bir diğer çocukluk dönemi ise mücadele ve acı dolu; kötü çocukluk dönemidir. Ağladığınızda sizi yaygaracı olarak adlandırırlar, zorlandığınızda dikkat eksikliğinden müzdarip olduğunuzu söylerler, başarılı olamadığınızda bunu sizin karakteriniz olarak alırlar, dağıldığınız zamanlarda sizden rahatsız olurlar, güçlü olmaya çalıştığınızda sizi sınarlar, güçsüz olduğunuzda aşağılarlar. Kısaca, sizin etrafta olmanız biraz utanç vericidir. Tam olarak varolmayı hak ediyormuşsunuz gibi değildir. Bir yükmüşsünüz gibidir ve en nihayetinde koca bir hayal kırıklığı… İlk tip çocukluk herkesin sahip olmak isteyeceği en güzel hediye gibidir. Tatminkar ilişki formlarına ulaşmada, cinselliği kabullenmede, mükemmeliyetçilikten uzak bir elde etme arzusunda ve sıkıntıya karşı direnç kazanmada yol göstericidir. Kötü bir çocukluk dönemi ise kalıcı ve sonu olmayan bir sorun gibidir. İlişkileri baltalar, özgüveni zedeler,  cinsellik etrafında sonsuz sorunlar oluşturur, kaygı, öz-nefret ve utanç üretir.

Hala kötü bir çocukluğun nasıl onarılacağını tam olarak bilmiyoruz. Bunlar edinilmiş acılardır; ama yine de, zor da olsa, akılda tutulması gerekenler vardır. İçinizdeki çılgınlığı anlamak için yapabileceğiniz her şeyi yapın. İlk sezgileriniz ve tepkileriniz hakkında şüpheci olun. Gelişme şansınızı sabote etmek için yapacağınız garip denemelere dikkat edin. Başınızdan neler geçtiği hakkında etrafınızdaki insanları kibarca ve dikkatli bir biçimde uyarın. Onları, sizi zorlu biri olduğunuz için suçlamaktansa; sizin adınıza üzgün olmaya davet edin.  Kitaplarla, terapiyle ve düşünerek, kazanabileceğiniz en üst düzey iç görüyü kazanmaya çalışın. Bunun size kalan bir miras olduğunu ve siz nereye giderseniz gidin sizinle birlikte geleceğini kabul edin. Normal olan kendiniz için acıma değil; ama biraz üzüntü duyuyor olmanız.

Çadem Psikoloji

Erikson’a göre ergenlik dönemi, ergenin kimlik arayışı içinde olduğu dönemdir. Çocuklar bu dönemde farklı davranışlar sergileyerek kendilerine kimlik oluşturmaya çalışırlar ve zorlu bir süreç ailelerini bekler. Hangi toplumda olursa olsun ergen, çağına özgü olan duygu, tutum ve davranış içindedir. Bu çağın temel özelikleri, duygusal coşku ve taşkınlık, çabuk kurulan ve bozulan ilişkiler, kolay etkilenme, toplum içinde sivrilme, ilgi çekme, rol sahibi olma çabası içinde özetlenebilir.
Erikson’a göre bu dönem ergenin kimlik arayışı içinde olduğu dönemdir ve ergen farklı yol ve davranışları deneyerek kendisi için bir kimlik oluşturmaya çalışmaktadır. Çoğu kültür ve bilim adamından da ergenin bu döneminde farklı davranışlarını deneyebileceğini ilişki bir beklenti vardır.

Kimlik karmaşasına giren gençler, kendilerine belli bir yön veremeyen, bir yerde kök salamayan gençlerdir. Erikson kimlik karmaşası yaşayan genci şöyle tanımlar: İnsanlara yaklaşma ve sıkı ilişkiler kurmada başarısızlık gösterir ve bunun sonucu yalnızlık çeker. Uygun olmayan rastgele kişilerle arkadaşlık eder. Çalışamama, kendini bir işe verememe, dikkatini toplama güçlüğü belirgindir. Yarışmaktan kaçar ve yeteneklerine uymayan işlerde kendini tüketir. Ailenin ve toplumun onaylamadığı rollere girer. Ters ya da olumsuz kimliğe bürünür.

Uzman Pedagog Didem Küt

Ergenlerde Kimlik Arayışı

Ergenlik, çocukluk çağının bitişiyle başlayan ve yetişkinlik dönemine geçişle sonlanan bir gelişim evresidir. Ergenlik dönemi, kızların regl olması ve göğüslerinin büyümesi; erkeklerde ise yüz kıllarının çıkması ile başlar. Bu dönemde, ergenler duygusal olarak da çokça değişim yaşar. Duygularının yoğunluğu ve karmaşıklığı artar. Daha çok yalnız kalmak isteyebilir, karşı cinse duyduğu ilgiden dolayı utanç yaşayabilirler. Bir yandan yalnız kalmak isteyen ergen, bir yandan da bir arkadaş grubuna ait olmak, onların içinde var olmak ister. Tüm bu karışık duygularla başa çıkmak ergen için oldukça zor bir hal alır. Gelecekleriyle ilgili düşüncelere çok fazla dalabilir ve bu endişeyle karamsarlığa kapılabilirler. Bu yaş döneminde hangi mesleği yapmak istedikleri onlar için önemli bir konu haline gelir (Koç, 2004).

Ergenlik, fiziksel ve ruhsal pek çok değişimin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde, ergenler hem değişen fiziki görünümlerine alışmaya çalışırken, hem de ruhsal dünyalarının karmaşasıyla baş etmek zorundadırlar. Ergenler, içinde bulundukları toplumda bir yer edinmek için çaba harcarlar. Çünkü artık çocukluk çağından çıkıp bağımsız bir birey olma yoluna girilmiştir. Bu yolda ergen, kendi ihtiyaçlarını tanımak, hayatta nerde durduğunu ve nereye doğru gideceğini tanımlamak ister. Fakat bu dönem, çocukluk ve yetişkinlik arasında sıkışmıştır. Bu sıkışmışlıkta, ergen de kendini nerede konumlandıracağından emin olamaz, duygu karmaşası yaşar. Duygu karmaşalarıyla birlikte kimliğini oluşturmaya çabalar. Yapılan çalışmalarda, kimlik tanımı, kişinin kim olduğunu tanımlarken verdiği yanıtları kapsar. Erikson, ergenlik döneminde kimlik gelişiminin tamamlanması gerektiğini savunur. İş, aşk ve hayata bakış açısındaki tecrübeler, Erikson’a göre kimlik kazanımının en önemli boyutlarıdır (Atak, 2011).

Ergenin kimliğini belirlemesinde aile hayatının da oldukça önemli bir yeri vardır. Aile bireyleri arasındaki ilişki, ergenin hayata karşı tutumunu etkiler. Anne babadan ayrılıp bağımsız bir birey olarak toplumda yer edinme isteği yaşayan ergen, aynı zamanda ebeveynlerinin desteğinin de olmasını ister. Bu karışık duygular içinde, kendine bir dünya görüşü ve hayata bakış açısı edinmeye ve kimliğini oluşturmaya çalışır. Karşıt duyguların yaşanması da ergende içsel bir gerginliğe yol açar (Yavuzer, 1987). Bu gerginlik ve kaygı durumuyla bazıları daha iyi baş ederken, bu dönemi daha karmaşık ve yoğun bir şekilde yaşayan bazı ergenler ise desteğe ihtiyaç duyabilir. Bu gibi durumlarda bir profesyonelden yardım almak da bir seçenek olabilir.

Uzm. Klinik Psikolog Cangül Tokmaktepe

ERGENLİKTE KİMLİK GELİŞİMİ

Kimlik, bireyin “ben kimim, ne olacağım?” sorusuna verdiği yanıt olarak açıklanabilir. Ergenlik dönemi kimlik oluşumunun kritik evresidir. Ergenler kendilerine sıkça “ben kimim?” sorusunu yöneltir ve kimliğini şekillendirir. Ancak kimlik oluşumu bireyden bireye değişiklik gösterebilmektedir. Bu konuda Marcia’nın oluşturduğu kimlik statülerine bakmalıyız. Marcia 4 çeşit kimlikten bahseder. Bunlar; dağınık, ipotekli, moratoryum, başarılı kimlik şeklindedir. Dağınık kimlik, bireyin kendi değer, düşünce veya inançla ilgili herhangi bir araştırmaya girmediği, bu nedenle de belirli bir kimlikte karar kılmamasıdır. İpotekli kimlik, bireyin kendi ile ilgili herhangi bir araştırmaya girmediği ve ebeveyninin değer ve inançlarının aynısına bağlanmasıdır. Moratoryum kimlikte ise, bireyin değer ve inançları uğruna çeşitli araştırmalar yapmasına rağmen bir türlü belirli bir karar verememesidir. Başarılı kimlik, bireyin değer ve inançları araştırarak kendine uygun bulduğu değerlerde karar kılması ve özerk bir birey haline gelmesidir.

Ergenlikte, birey kendi için birçok araştırma yapmaktadır. En önemli araştırmalardan biri de meslek seçimidir. Bir ergen hangi mesleği yapacağı ile ilgili araştırmalar yapıyor ve sonunda bunun için karar verip çabalıyorsa başarılı kimlik oluşturmuş demektir. Ancak ergenler bazen hiçbir araştırma yapmamaktadırlar. Kimisi ailesinin istediği mesleği seçerken (ipotekli), kimisi puanı nereye yettiyse o bölüme gitmeyi seçer ancak bölümü ile ilgili araştırması veyahut ilgisi yoktur.

Ergenler devamlı bir arayış içerisindedir. Birçok kimliği dener. En sonunda kendine uygun özerk bir birey haline gelir. Ebeveynlerin de bu konuda çocuklarına fırsat tanıması, yol gösterici olması gereklidir. Günümüzde ergenlerin daha çok deneyerek, yaşayarak öğrenme yolunu seçtiğini görüyoruz. Bu durum ailelere yanlış bir yol gibi gelse de çocuğumuzu desteklemek her zaman en iyi yöntemdir. Çünkü bilmeliyiz ki, er ya da geç bir karar verecek ve yetişkin birey haline gelecektir. Ergenliğin sonuna gelip de halen cinsel, toplumsal ve mesleki kimlik gelişimini tamamlayamayan bireylerde kimlik kargaşası görülür. Bu dönemin sonunda kimlik duygusu edinebilmiş bireylerde yakın ilişkiler kurma ve bu ilişkileri sürdürme, iş ve eş seçebilme becerileri gelişir.

Yıldız Psikoloji

İkinci çocukluk (ilkokul ) dönemi ( 7-11 yaş )

Çocuğun aile ortamından çıkıp dış dünya ile daha içice olduğu dönemdir. Bu dönemin başlangıcı ilkokula yeni başlama, son yılları ise çocuğun ergenlik dönemine girmeye başlaması açısından son derece önemlidir. Çocukta bu dönemde:

Mantıklı düşünme başlar.

Ben merkezcillik azalır.

Yaşıtları önem kazanır.

Bellek ve dil becerileri artar.

Bilişsel becerileri artar.

Fiziksel gelişme durağanlaşmıştır.

Benlik kavramı gelişimi, benlik yapısını geliştirir.

Güç ve sportif beceriler artar.

Çocuk, okulda hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı okuma-yazma ve hesap becerilerini edinmeye başlar.  Çocuk bu becerilere dayanarak ileriki yaşlarda karmaşık problemleri çözebilir hale gelecektir. Gündelik yaşamda olup bitenler çocuğun ilgisini çekmeye başlamıştır. Ülkelerinde ve dünyada olup bitenler ile ilgili fikir beyan etmeye başlar.

Çocukta zihinsel gelişim soyut işlemlere hazırlanmaya başlamıştır. Okul öncesi dönemde temelleri atılan vicdan gelişiminin başlaması bu dönemde değerlerin, tercihlerin ve tutumların belirginleşmesi şeklinde devam eder.

Çocuğun konuşma yeteneği ve kelime hazinesi oldukça gelişmiştir. Bu dönemde kız ve erkek çocuklar kendi aralarında gruplaşarak oynamayı tercih eder. Bir yandan arkadaşlarıyla bir arada olmaktan hoşlanırken diğer yandan grup içinde sivrilme, üstünlüğünü kanıtlama çabası vardır.

İlkokulun ilk yıllarında görülen büyümedeki yavaşlama10 yaşına doğru vücut biyokimyasındaki farklılaşmaya bağlı olarak hızlanır. Kız çocuklarında ani bir boy artışıyla birlikte ikincil cinsiyet özelliklerinin belirmeye başladığı görülür. Erkek çocuklar 9-10 yaşına kadar kızlardan biraz daha uzun ve daha iri bir bedene sahipken, 10-11 yaşlarında kızlardan daha ufak bir görünüme bürünürler. Çocukların bu dönemde sağlıkları genellikle iyidir. Önceleri çok hastalananların sağlık durumu bu dönemde düzelmiştir.

Ergenlik Dönemi (12-18 yaş )

Ergenlik dönemi, bedensel değişikliklerin yaşandığı bir dönemdir. Çocukluk döneminde kısmen yavaşlayan bedensel büyüme ve gelişme, ergenlik döneminde yeniden hızlanarak bu dönemin sonunda yetişkinlikteki yapısına ulaşır. Gencin beden oranları değişmeye başlamıştır. Bu değişim yüzünden genç biraz sakarlaşabilir, değişen bu oranlara uyum sağlayabilmesi için biraz zamana ihtiyacı vardır. Genellikle ergenlik ve gençlik çağı en sağlıklı yaşam dönemidir. Çocukluk hastalıkları geride kalmıştır, yetişkin çağa özgü hastalıklar ise çok uzaktadır. Ergenliğe özgü denebilecek tek hastalık belki de ergenlik sivilceleridir ( acne ). Ter ve yağ bezlerinin salgıları artmakta ve birikim olmaktadır. Bu durumun erkeklik ve dişilik hormonlarının ( androjen ve östrojen ) dengesizliğinden ileri geldiği sanılmaktadır.

Ergenin bu dönemde:

Fiziksel değişimi hızlıdır.

Üreme olgunluğu oluşmaya başlar.

Kimlik arayışına odaklanmıştır.

Yaşıtları, benliğinin gelişmesine ve onu test etmesine yardımcı olur.

Soyut düşünme ve bilimsel sorgulama gelişir.

Ergen ben merkezciliği bazı davranışlarda sürdürür.

Ergenlik dönemi, genç için çalkantılı bir dönemdir. Bu dönemde bireyin kişiler arası  ilişkileri gelişir, artar ve nitelik değiştirir. Artık çocuk değildir. Sosyal ilişki kurma becerisi artmaya başlamıştır.Toplum içinde kendi başına girişimlerde bulunabilir. Başkalarıyla kendi tercihleri doğrultusunda etkileşimler kurabilir. Bunun sonucunda duygusal yakınlıklar yaşayabilir. Bu duygusal yakınlıklar aynı zamanda anne babadan duygusal anlamda ayrılmanın bir görüntüsüdür.

Gençler ne yetişkin ne de çocuk olarak kabul edildikleri bu geçiş döneminde uyum sağlamakta güçlük çekerler. Kimlik arayışına giren genç bu dönemde ya kimliğini kazanmış olarak ya da kimlik kargaşası ile çıkar. Yine bu dönemde genç, gelecekteki işi için belirlemeler yapmak durumundadır.

Hayatı boyunca nasıl bir iş yapmayı ummaktadır? Bu karar aşaması gencin bir anlamda geleceğini de belirleyecektir. Başka bir deyişle hangi okulda okuyacağını belirlemesi demektir.

Vicdan gelişimi bu dönemde birtakım temel değer yargılarının gelişmesi biçimini alır. Hayatta neye değer verdiğini belirleyen ergen, bu nedenle sık sık ideolojik kötüye kullanmalara maruz kalır. İdeolojik düşüncelerin yoğunlaşması bu gelişim döneminin bir görüntüsüdür. Değer sistemi geliştirme ve sosyal gelişimle bağlantılı olarak ergen artık yetişkin toplumsal düzeni içine girmek ve sorumluluk yüklenmek ister. Ergenlik dönemindeki sosyal ve ideolojik hareketlerin bir anlamı da budur. Başka bir deyişle ergenler sorumluluk yüklenmek istemektedirler.

Kısacası bu dönem oldukça fırtınalı bir dönemdir. Genç kendisiyle ve çevresiyle sürekli bir savaş halindedir. Kimi gençte bu dönemi oldukça gürültülü geçirirken, kimisi daha az çalkantılı geçirebilir. Ergenin yetişkin otoritesiyle çelişkide bulunduğu bu dönemde, yetişkinin onu kabul etmesi, ona koşulsuz bir saygı ve anlayış sunması gerekir. Anne-baba ergenin bağımsız davranmasına, onun kendi kendine karar vermesine, kendine güvenmesini sağlayacak yaşantılar geçirmesine özen göstermelidir.

Çadem Psikoloji

Psikolojinin bir dalı olan gelişim psikolojisi, ana rahminden başlayarak ölüme kadar olan süreci inceler. Bireyin gelişimi, çok yönlü ve karmaşık bir süreçtir ve kişi gelişim süreçlerinin etkisini ömrü boyunca taşır. Bireyin döllenmeden ölümüne kadar olan süreçte her türlü değişimlerinin bir toplamı olarak nitelen dirilebilecek olan gelişim, biyolojik, bilişsel ve psiko sosyal süreçlere bağlıdır. Bu süreçler birbirlerini etkileyerek, birbirlerinin üzerinde önemli belirleyici işlevlerde bulunurlar. Gelişimin temelini bu süreçler oluşturmakla beraber, yaşam döngüsünü daha iyi kavrayabilmemiz için gelişim, doğum öncesi, bebeklik, ilk çocukluk, ikinci çocukluk, ergenlik, genç yetişkinlik, orta yetişkinlik ve yaşlılık dönemleri olarak tanımlanır.

GELİŞİM VE BÜYÜME

Bu iki kavram birbirinden ayrıdır. “Büyüme” ile “gelişim” sözcükleri birbirleriyle karıştırılır. Büyüme bedenin sadece boy, kilo ve hacim olarak artmasıdır. Büyüme, vücudun değişik organlarında değişik hızlarda gerçekleşebilir. Yani bedende görülen fiziksel değişmelerdir. ”Gelişim” ileriye dönük olup, düzenli uyumlu, sürekli bir ilerlemedir. Gelişim, organizmanın döllenmeden başlayarak bedensel, zihinsel, dilsel, duygusal ve sosyal yönden en son aşamasına ulaşıncaya kadar sürekli ilerlemedir.

Psikolojik süreçler; bilişsel, duyuşsal ve hareketle ilgili süreçlerin tümünü kapsar. Bilişsel süreçler; algılama, akıl yürütme, hatırlama, soyutlama ve hayal etme gibi davranışlardır. Duyuşsal süreçler; acı, sevgi, saygı, korku, coşku ve kıskançlık gibi davranışlardır. Hareketle ilgili süreçler, doğrudan gözlenebilir tepkilerdir. Zihinsel süreçler, bilişsel ve duyuşsal süreçlerin tümüdür. Çağdaş psikolojide, psikolojik süreçlerin, biliş ve duyguların bir bedende oluştuğu bilinmektedir. Bedenle zihnin ilişki içinde olduğu ve birbirini etkilediği de bilinmektedir. Örneğin, heyecanlandığımız zaman kas gücümüz artar ve normal zamanda yapamadığımız hareketleri yapabiliriz, bir dolabı yerinden oynatabiliriz. O sırada sinir sisteminin sempatik bölümü hareke geçmiştir ve kan, kaslara ve ayrıca daha fazla, beyine yönlendirilmiştir. Psikolojinin konusu felsefi psikolojide ruh, sonra zihin; bilimsel psikolojide bilinç, bilinçaltı, biliş olarak değişmiş, günümüzde ise biliş/beyin bileşik terimi geçerlik kazanmıştır.

Biyolojik Süreçler; biliş/beyin terimi, psikolojik süreçlerin sinir sistemine gönderme yapılarak incelenmesi anlamına gelmektedir. Çağdaş psikolojide, psikolojik olayların temelinde sinir sistemi yapılarının ve onların etkinliklerinin yattığı kabul edilmektedir. İnsan doğadaki en karmaşık canlıdır. Bu karmaşıklık hem onun psikolojik süreçlerinde hem de beyninde gözlenir. İnsan beyninde 180 milyar sinir hücresi vardır. Sinir hücreleri birbirine sinapslarla bağlıdır. Sinapslar 100 Angstrom (10-8 metre) genişliğinde boşluklardır; sinir akımı sinapslardan özel biyokimyasal ileticiler aracılığıyla geçer. Bir sinir hücresi ile diğerleri arasındaki sinaps sayısı 1.000 – 15.000 arasında değişir. Sinir hücresi ya da nöron, sinir sisteminin temel fonksiyonel birimidir. Sinirsel uyarıları elektriksel ve kimyasal yolla iletir. Sinir hücresinin üzerindeki kısa uzantılara dendrit, uzun uzantılara akson denir. Bedendeki her tür olaydan sorumlu olan, onları oluşturan ve denetleyen sistem, sinir sistemidir.

Bedendeki tüm sistemler sinir sisteminin etkisi altında işlev görür. Örneğin, yemek yediğimizde mide-bağırsak sistemimizde bir dizi kasılma hareketinin (peristalsis) başlaması, enerji harcadığımızda kana insülin salgılanması sinir sisteminin etkisi altında gerçekleşir. Sinir sistemindeki omurilik, onun üzerinde yer alan beyin sapı yapıları ile daha da üstteki arabeyin yapıları, psikoloji biliminde incelenen türden davranışlarla doğrudan ilgili değildir. Sinir sisteminin bu bölümlerinde, örneğin, duyumsamanın ilk işlemleri gerçekleşir, açlık ve tokluk, vücut sıcaklığı düzenlenir. Sinir sisteminin psikolojide incelenen davranışlarla en yakından ilgili olan yapıları beyin yarım kürelerinde ve onların üstünü kaplayan beyin kabuğunda yer alır.

Olgunlaşma ve öğrenme, gelişim için önemli ve gerekli kavramlardır. Bir öğrenme ortamında bireyin önceden sahip  olduğu özellikler hazır bulunuşluk durumunu gösterir. Çevresel uyarıcıların bireyde en güçlü etkiyi yarattıkları dönem olan kritik dönem, öğrenmenin en avantajlı olduğu dönemdir. Kritik dönemde uyarıcılar bireye ulaşmaz ise, etkili öğrenmenin gerçekleşmesi sağlanamaz. Yaşamın ilk aylarında ve erken yaşta uyarıcı zenginliği, beyin yapısının zenginleşmesini sağlar. Zengin çevresel uyarıcılar, sinapslar arası bağlantıları geliştirirler. Sinaps iletilerinin zenginliği, gelişimi değişik açılardan etkiler.

Çocuk Gelişimini Etkileyen Faktörler: Kalıtım ve Çevre;

Anne ve babadan gelen 23’er adet kromozomun birleşmesi ile 46 adet kromozom içeren zigot oluşur. Her kromozomdaki yaklaşık 20.000 adet genin yapı taşları DNA molekülüdür. Genotip, canlının anne-babasından kalıtımla taşıdığı genetik kodun genelini kapsar. Fenotip ise, bireyde şahsen gözlenen özelliklerdir. Fenotip, bireyin genotipindeki özelliklerin gözlenir yansımalarıdır. Bireyin zeka potansiyeli, fizik yapısı, yağ hücrelerinin genel dağılımı genotip tarafından belirlenir. Çevre koşulları ise fenotip üzerinde belirleyicidir. Kalıtım ve çevrenin karşılıklı etkileşimi sonucunda gelişim gerçekleşir.

Çocuk Gelişimini Etkileyen Faktörler

Hormonlar da gelişimin temel yapılarını belirleyicidir. Endokrin hormonlar kan yoluyla vücuda yayılır ve hedef aldığı bölgeyi etkiler. Vücut yapısı, büyüme, üreme, metabolizma ve iç denge bu şekilde sağlanır. Büyümeyi etkileyen hormonlar, iç salgı bezleri ve etki alanları şu şekildedir:

  • Hipofiz: Büyümeyi ayarlar ve diğer iç salgı bezlerinin salgılarını denetler. Su ve tuz metabolizmasını düzenler.
  • Tiroid ve Paratroid: Tiroksin hormonu vücut metabolizmasını düzenler. Yetişkinlikte az salgılanırsa, metabolizma yavaşlar, uyuşukluk yapar. Kalsiyum ve fosfor  metabolizmasını düzenler. Kas-kemik-sinir sisteminin birlikte çalışmasına etki eder.
  • Böbrek Üstü Bezleri: Kortizol: Vücut kan şekerini atrrırı. Karbonhidrat, yağ, protein metabolizmasını dengeler.
  • Adrenal Eşey Hormon: Erkek çocuklarında fazla çalışırsa, erken ergenlik olur. Kızlarda fazla çalışırsa ses kalınlaşması ve tüylenme artışı gözlenir.
  • Adrenalin ve Noradrenalin: Korku, heyecan, sinirlenme durumlarında artış gösterirler. Kan glukozu ve kalp atım sayısı artar.
  • Eşeysel Bezler: Eşeysel Östrojen: Kadında cinsiyete uygun ses, vücut yapısı, üreme organ gelişimini sağlar.
  • Progesteron: Kadını gebeliğe hazırlamada önemlidir.
  • Testesteron: Erkeklerde sakal-bıyık çıkması, ses kalınlaşması, kemik gelişimini etkiler

Gelişim, döllenmeden ölüme kadar insan bünyesinde meydana gelen karakteristik değişiklerdir. Gelişim, birbirinden ayrı değerlendirilemeyen 3 süreci kapsar:

  • Biyolojik Süreç: bireyin kalıtımsal olarak ebeveyninden aldığı genler doğrultusunda oluşacak değişiklikler
  • Bilişsel Süreç: bireyin dil, düşünce ve zekâ kapasitesindeki değişiklikleri kapsar
  • Sosyal Süreç: bireyin diğer insanlarla olan ilişkilerini, duygularını ve kişiliğini içeren değişikliklerdir.
  • Bu süreçlerin hepsi birbiriyle ilişkilidir ve bir değişiklik diğerlerini de etkiler. Gelişim, üç boyutlu ve çok karmaşık süreçler bileşkesi olarak değerlendirilmelidir.

Çocuk gelişimini etkileyen durumlar, insan türüne özgü yasa ve özellikleri şunlardır:

  • Gelişim, sürekli bir oluşumdur.
  • Gelişim, yaşam dönemlerine göre farklılık gösterir.
  • Organizmanın değişik özelliklerinin gelişimi değişik zaman dilimlerinde artış gösterir.
  • Yetenek ve beceri gelişimi belirli bir sıra takip eder.
  • Gelişimde 2 farklı yönde yönelim vardır: baştan ayağa ve içten dışa büyüme.
  • Gelişimde iç ve dış faktörler sol oynar. Kalıtım, sağlık durumu ve duygusal durum gibi iç faktörler ve iklim koşulları gibi dış faktörler.
  • İnsan gelişimi çok yönlü ve karmaşıktır. Tüm süreçler birbirini etkiler ve iç içe geçmiş durumdadır.

Çocuk gelişimini etkileyen dönemler, döllenmeden ölüme kadar insanın biyolojik, fiziksel ve sosyal yönünde meydana gelen nitelik ve nicelik boyutundaki değişikliklerin bütünüdür. Yaşam boyu devam eden gelişim, dönemler itibariyle şu şekilde özetlenebilir:

  • Doğum Öncesi Dönem: Döllenmeden ikinci haftanın sonuna kadar mitoz gerçekleşir, döllenmiş hücre bölünerek çoğalır.
  • Embriyo: Üçüncü haftanın başından sekizinci haftanın sonuna kadar süreçtir. Omurilik, çene ve beyin oluşur. Burun ve yüz hatları belirginleşir.
  • Fetüs: 3. Ayın başından doğuma kadar olan süreçtir. İlk başta 10 cm ve 45 gr olan fetüs, doğum sırasında yaklaşık 45-50 cm ve 1,6-3,4 kg boyutlarına ulaşır. Kas kitlesi gelişimi ile beden hareketleri başlar.
  • Yeni Doğan: Yaşamın ilk ayını kapsayan dönemdir. Günde 16 saatten fazla uyur. Gece gündüz farkı yoktur, yaygın refleks hali vardır.
  • Bebeklik: 2.aydan 2 yaşa kadar olan dönemdir. Reflekslerden istemli hareketlere davranışlara geçiş vardır.
  • İlk Çocukluk: 2-6 yaş arası zaman dilimidir. Bağımsız motor davranışlar ve iradesi sayesinde belirli beceriler kazanmıştır. Akran ilişkisi kurulur, birlikte oyun oynanır.
  • Son Çocukluk: Kızlarda 6-11, erkeklerde 6-13 yaş dilimini kapsar. Düşünme becerileri gelişir, okuma-yazma ve hesap becerisi gelişir. Değerler ve vicdan anlayışı oluşur. Kurallara uyum çok önemlidir.
  • Ergenlik: Kızlarda 11-20, erkeklerde 13-20 yaş grubunu kapsayan dönemdir. Hızlı büyüme ve beden değişikliği gözlenir. Bağımsızlık arzusu, ikilemli duygular gözlenir. Kim olduğu düşüncesi yoğundur.
  • Genç Yetişkinlik: Ekonomik bağımsızlığın kazanıldığı anda başlar ve 40’lı yaşlara kadar sürer. Eş seçimi, aile kurma, çocuk yetiştirme, kariyer planları, toplumsal sorumluluklar ön plandadır.
  • Orta Yetişkinlik: 40-60 yaş arası dönemdir. Ergenlere rehberlik eder. Kendi ebeveyninin ebeveyni olur. Yaşa bağlı sağlık sorunları başlayabilir.
  • İleri Yetişkinlik: 60’lı yaşlardan ölüme kadar olan zamanı kapsar. Emeklilik, eş kaybı, ekonomik sıkıntılar yaşanabilir. Bilişsel fonksiyonlarda yeni bilginin kazanılması güçleşir. Fiziksel güç azalmaktadır.

GELİŞİMLE İLGİLİ TEMEL İLKELER

Kalıtım

  • Organizmaya döllenme anında aktarılan tüm özelliklerin tamamı kalıtımdır
  • Genlerle aktarılır
  • Kalıtım, genetik demektir
  • Genler, genelden en özel özelliğe kadar bilgi verir.(İnsan mı? Hayvan mı? dan tutunda ten rengi, göz rengine kadar…)

ÇOCUK GELİŞİMİ KURAMLARI 

PSİKO-SOSYAL GELİŞİM (SOSYAL-DUYGUSAL GELİŞİM)

Ericksonun psikososyal gelişim kuramı: Psikanalist Erik Erickson (1902-1994), Sigmund Freud un (klasik psikoanalitik teori) kuramını ergenlikten sonra yaşlılığa kadar genişleterek ve geliştirerek, bireyin psiko-sosyal gelişimini tanımlamıştır. Erikson, kişilik gelişmesinde çocukluk yıllarının önemli olduğunu ama aynı zamanda bireysel gelişimin yaşam boyunca devam eden bir süreç olduğuna savunmuştur. Kişilik gelişiminde sosyal, kültürel ve çevresel etkenlerin öneminden bahsetmiştir. Erikson, insan yaşamını sekiz kritik döneme ayırmıştır. Her dönemde üstesinden gelinmesi gereken bir gelişim krizi (çatışma) ve gelişimsel hedefler vardır. Bireyin, sağlıklı bir kişilik kazanması için, gelişim dönemindeki hedefleri gerçekleştirebilmesi gerekir. Yani, o dönemdeki yaşanılan çatışma başarılı olarak atlanması gerekir. Kişi, başa çıkabildiği oranda, sağlıklı bir kişilik geliştirecektir ve sonraki dönemlerde baş etmek için donanım kazanacaktır. Çatışmaya verilen tepki, bireyin kişiliğinin alacağı şekli belirler.

Eğer döneme ait çatışma çözümlenmezse, sonraki dönemlerde bu kriz devam eder ve çözümleninceye kadar problem yaratır. Buna karşın, sonraki dönemlerde uygun çevresel koşullar sağlanırsa, kişilik gelişimi üzerindeki başarısızlık telafi edilir ve böylece olumsuz etkilerin kalkma olasılığı olur.

Erikson (psikososyal gelişim):

  1. Güvene karşı güvensizlik

Bebekler güvenmeyi ve güvenmemeyi, gereksinimlerin özellikle anneleri olmak üzere dünya tarafından karşılanacağını öğrenirler.

  1. Bağımsızlığa (otonomiye) karşı utanç ve şüphecilik

Çocuklar istemeyi, seçim yapmayı, kendi başlarına bazı şeyleri yapma konusunda kararsız ve kuşkucu olmayı öğrenirler.

  1. Girişkenliğe karşı suçluluk duyma

Çocuklar aktivitelere başlama ve uğraşlarından hoşlanma, yön ve amaç kazanmayı öğrenirler. İnisyatif almalarına izin verilmezse bağımsızlık girişimlerinde suçluluk duyarlar.

  1. Başarıya karşı aşağılık duygusu

Çocuklar çaba ve merak duygusu geliştirirler ve öğrenmeye isteklidirler ya da aşağılık hissederler ve görevlerine ilgilerini yitirirler.

  1. Kimlik kazanmaya karşı rol karmaşası

Adolesanlar kendilerini bir ideolojiye sahip tek ve bütün bireyler olarak görürler ya da yaşamdan ne bekledikleri konusunda kargaşaya düşerler.

Freud (psikoseksüel gelişim):

  1. Oral Evre: Bebekler ağız uyarısıyla doyum alırlar, emer ve ısırırlar.
  2. Anal Evre: Çocuklar dışkılama ya da dışkılarını tutma sırasındaki anal kas egzersizleriyle doyum alırlar.
  3. Fallık Evre (ödipal): Çocuklarda cinsel merak gelişir ve mastürbasyonla haz alırlar. Karşı cinsteki anne-babalarına ilişkin cinsel fantezileri vardır ve fantezileri nedeniyle suçluluk duyarlar.
  4. Latent Evre: Çocukların cinsel dürtüleri örtülür, enerjilerini kültürel beceriler kazanmak için harcarlar.
  5. Genital Evre: Adolesanlar erişkin heteroseksüel isteklere sahiptirler ve onları doyurmaya çalışırlar.

Gelişim psikolojisinde önemli etkisi olan psikanalitik görüşteki kuramcılar S.Freud ve Erikson’dır. Freud, biyolojik güçlere ağırlık verir, bunlardan biri içgüdüdür. Çocuk, davranış için enerji ve yön sağlayan bir takım bilinçsiz, içgüdüsel dürtüler toplamıyla doğar. Bütün gelişim içgüdüsel enerjinin organizasyonu ve yönlendirilişindeki değişmeler olarak görülebilir. Çocuktaki dengeyi korumak için, içgüdüsel enerji, yönünü ve yoğunluğunu sık sık değiştirir. Enerji; yani cinsel enerji libido olarak, bu enerjinin odaklandığı beden bölgesi de uyarılma bölgesi (örojen zone) olarak tanımlanır. Çocukluktaki önemli cinsel bölgeler, ağız, anüs ve genital alandır. Bu bölgelerin birinden diğerine geçiş büyük ölçüde olgunlaşmayla belirlenmektedir. Ancak belli bir bölgede engellenme ya da aşırı doyum yaşayan çocuk daha sonraları o bölgeyle ilgili aşırı faaliyet ya da takılma gösterebilir.

Örneğin ağza almayla ilgili büyük ölçüde engellenme yaşayan bir bebek yetişkin yaşamında ağzında sürekli bir şey tutmayla ilgilidir örneğin kalem yeme sigara içme gibi. Katı engellenmeler, aşırı doyurulmalardan daha güçlü takılmalara yol açar. Libidinal enerji, sürekli değişmek üzere dinamik olarak organize olmuştur; statik değildir. Freud’un kuramı yapısaldır. Bireyi ve yaşamını 3 farklı yapı içinde görür. Bunlar, id, ego ve superegodur. Bebek geliştikçe ego ve superego idden ortaya çıkar. Farklı yapılar geliştikçe enerjinin organizasyonu, ketlenmiş ve gevşek durumdan yapılandırılmış ve kontrollü duruma kayar. Doğumda bebek, içgüdüsel dürtülerle donanmış durumdadır. Yani idle. Bu dürtüler bilinçsizce ve irrasyonel olarak işler. Bebek, hem açlık gibi fiziksel, hem de duyusal uyarılma gibi psikolojik ihtiyaçlara sahiptir. İçgüdüler sürekli olarak bebeği, ihtiyaçlarını tatmin edecek bir nesne bulmaya zorlar.

Bebeklerin algı ve düşünceleri tam olarak gelişmediğinden ihtiyaçlarının tatminini sağlayacak nesnelerle benzerlerini ayırt edemezler. Örneğin bebek, bir şişe görüntüsüyle gerçek bir süt şişesine aynı heyecanla açlığını gidermek için tepki verebilir. Gerçek tatmin nesnesini dikkate almadan ihtiyacı giderme çabası Freudyen terminolojide haz ilkesi veya birincil düşünce süreci olarak adlandırılır. Bebek bu ayırt etmeyi yavaş yavaş öğrenir. Bu öğrenme egonun gelişiminin başlangıcıdır.

Ego; rasyonel düşünceler, algılar ve gerçekle baş edebilmeye yardımcı planlardan oluşmaktadır. Fonksiyonlarının çoğu bilinçli ve rasyoneldir. Enerjisini gerçek tatmin nesnelerine kanallama girişimlerinde bulunur. Bu; gerçeğe ve ihtiyacı azaltıcı değere doğru yönelme “gerçeklik ilkesi” olarak (ikincil düşünce süreci) adlandırılmaktadır. En son gelişen zihinsel sistem de superegodur. Superego, çocuğun hareketlerine rehber olan ahlak kurallarından oluşur. Kurallar, içselleştirilmiş direktiflerdir. Yapılabilir ve yapılamaz şeyleri yani yasakları çocuk büyürken öğrenir. Üç sistem de tamamen geliştiğinde her biri kendi isteklerinin tatmini için baskı yapar. Id, enerjiyi anında boşaltma arayışı içindedir. Ego, bu aktiviteyi gerçek bir nesne buluncaya kadar tutmaya çalışır. Superego ise çocuğu sürekli iyi davranışlara yöneltir ve kötü davranmaktan alıkoymaya çalışır. Bu yapıların gelişmesi sırasında çocuk 5 ayrı gelişimsel dönemden geçer:

(0 – 1 yaş) Oral Dönem:

Enerjinin yoğunlaştığı bölge; ağız, dudaklar ve dildir. Emme, çiğneme ve ısırma ile enerji boşalır. Oral alan uyarıldığı zaman, enerji serbest hale geçer ve tansiyon azalır. Kendi parmağını emen bir bebek emmeden aldığı zevkle oto erotik bir davranışı gerçekleştiriyordur. Freud’a göre emme yalnızca beslenme değil aynı zamanda zevk verici bir faaliyettir. Yaşamın ilk altı ayında bebeğin yaşamı, nesnesiz bir yaşamdır.

Sadece kendi bedeni vardır. Bebekler soğuğu, ıslaklık ve açlığı hissederler fakat onları gideren annelerinin ayrı bir varlık olarak farkında değildirler. Onlar sadece en kısa sürede zevk verici duygulara dönmek isterler. Bu nesnesiz dünyayı Freud, birincil narsizm olarak tanımlar. Yani bebekler, tümüyle kendi bedenlerine dönük olarak yaşamaktadırlar. En temel narsistik durum uykudur. Altıncı aydan itibaren bebekler diğer insanları da kavramlaştırırlar. Yalnız bırakıldıklarında veya bir yabancıyla karşılaştıklarında ağlarlar. Bir başka gelişme de dişlerin çıkması ve ısırma isteğidir. Bu istek yüzünden anneyi kendinden uzaklaştırır. Yaşam gittikçe daha karmaşık ve sorunlu olmaya başlar.

(1 – 2, 3) Anal Dönem:

Anüs bölgesindeki kasların olgunlaşmasıyla bu döneme geçilir. Çocuğun cinsel ilgilerinin odağı anal bölgedir. Çocuğun zevk arayışı boşaltım aktivitesinde toplanmıştır. Çocuğun dışkıyı tutup bırakma işlevi önem kazanmaktadır; çünkü kasların hareketinin kendi kontrolünde olduğunu görmeye başlar. Bu olay, enerjinin boşalımını ve yine gerilimin azalmasını sağlar. Dışkısıyla ilgilenir ellemekten ve bulaştırmaktan zevk alır. Ebeveynler buna izin vermez ve mümkün olabildiğince tuvalet eğitimini kısa tutmaya çalışırlar.

Tuvalet eğitiminde aşırı temizliğe önem veren ana babalar, Freud’a göre anal-kompulsif bireyler ortaya çıkarırlar. Böyle bireyler pasif inatçıdırlar. Anne ve babalar özellikle tuvalet eğitiminin önemli olduğu bu devreyi kolay unutamazlar ve aslında nasıl davranılırsa davranılsın bu dönem çocuklarda kızgınlık ve öfke yaratmaktadır. Çocuk, tuvalet alışkanlığını kazandığında bu dönemin zirvesine ulaşmış olur.

(3 – 6 ) Fallik Dönem:

Enerji genital bölgede toplanmıştır. Çocuktaki fiziksel değişmeler, bu bölgede enerjinin toplanmasına neden olur. Bu dönemde çocuklar kendi cinsiyetlerinin farkına varırlar ve penis hem kız, hem erkek çocuklar için ilgi nesnesi olur. Çocukların anatomik yapılarındaki bu farklılığı kavrayışları ve cinsel merak psikolojik olaylara da yansır. Oğlan çocuk annesine düşkün hale gelir; fakat annesiyle ilgili fantezilerinin gerçekleşmeyeceğini anlar. Babasını sever fakat aynı zamanda kıskanır. Ondan korkar ve kastrasyon kaygısı yaşar. Anneyle ilgili duygularını bastırarak ve babayla özdeşim kurarak dönemi sonlandırır.

Odipal krizin üstesinden gelmek için bebek bir superego içselleştirir. Ebeveynin yasaklarını kendi yasakları olarak koyar. Superego içselleştirilmeden önce çocuk dış eleştiri ve cezadan korkarken superegodan sonra kendi kendine eleştiri getirir. Kızlarda elektra kompleksi ortaya çıkar. Çocuk annesine karşı sevgiden nefrete, nefretten sevgiye doğru değişen karmaşık duygular besler. Oldukça stres verici bu çatışmalar gizil döneme kadar sürer. Çatışmanın sona erişinden ergenliğe kadar olan dönem gizil dönemdir.

(5,6-11,13 yaş) Gizil Dönem:

Tehlikeli dürtüler ve fanteziler bilinçaltına itilir. Bu dönemde kız ve erkek çocuklar kendi cinsiyetlerine yaklaşırlar, oynadıkları oyunların niteliği farklılaşır. Cinsel ve saldırganlık enerjileri araştırma ve diğer insanlarla ilişki kurmaya yönelir, çocuk enerjisini, spor, oyun ve zihinsel etkinlikler gibi somut ve sosyal olarak kabul gören davranışlara yöneltir. Çocuğun kendi cinsiyetinden olan ebeveynle özdeşimi ve cinsiyet rollerini benimsemesi bu dönemde tamamlanmış olur. Freud’un bazı takipçilerine göre bu dönemde de cinsellik sürer ve 8 yaşındaki bir çocuk hala karşı cinsin özellikleriyle ilgilidir. Fakat bu ilgi tehdit edici ve çocuğu üzen cinsten değildir. Genelde bu dönem çocuğu, soğukkanlı ve kendini kontrol edebilen bir çocuktur.

(13 – 19 yaş) Genital Dönem:

Çocuğun fizyolojik olgunluğa erişmesi ve bazı hormonların etkilerinin artması ile cinsel dürtüler başta olmak üzere, çeşitli dürtülerin gücü artar. Ergen, durağan bir kişisel ve cinsel kimlik oluşturmaya çalışır. Odipal duygular tekrar bilince gelir fakat çocuk artık bunlarla baş edebilecek durumdadır. Freud’a göre bu dönemde çocuğun asıl görevi kendini ebeveynlerinden kurtarmaktır. Bağımsızlığı kazanmak kolay değildir; çünkü yıllar süren bir ilişki içinde kurulan güçlü ebeveyn bağımlılığından duygusal olarak kopmak sancılıdır. Anna Freud’a göre ergenler ebeveynleriyle beraberken kaygılanır ve gergin olurlar ya aileden uzakta kalmaya ya da kendilerini odalarına kapatmaya veya akranlarıyla birlikte olmaya çalışırlar. Bazen ergenler ebeveynlerine saygısızlık ve itaatsizlik ederek onların bağımlılığından kurtulmaya çalışırlar.

Anne ve baba onların yaşamını baskı altına almaya çalıştıkça ergenler enerjilerini onlara saldırmak için harcarlar. A. Freud’a göre ergenler, kendilerini duygu ve dürtülere karşı savunmak için bazı stratejiler geliştirirler. Ya bütün zevk verici şeylerden kaçar, aşırı diyetlere girer ya da otorite, özgürlük, sevgi ve aile üzerine zengin kuramlar oluştururlar. Ergene terapi yerine ebeveyne rehberliğin daha uygun olacağı üzerinde durur. Ergene kendi çözümlerini bulabilmesi için fırsat ve zaman tanınması gerektiğini ileri sürmüştür. Freud’a göre gelişim sırasında değişmeyi sağlayan kavramlar; gerilimin azalması, özdeşim ve savunma mekanizmalarıdır.

Sosyal Öğrenme Kuramı (BANDURA)

Sosyal öğrenme kuramı Bandura’nın yaptığı çalışmalar sonucu ortaya koyduğu bir öğrenme kuramıdır. Bu kuram hem davranışçı hem de bilişsel öğrenme kuramından farklı bir yapıya sahip olmakla birlikte her iki kuramın özelliğini de taşımaktadır. Bandura’ya göre öğrenmelerin temelinde mutlaka her davranışı organizmanın yapması ve elde ettiği sonuçlara bağlı olarak davranışı şekillendirmesi söz konusu değildir. Birçok öğrenmenin temelinde gözlem ve başkalarının yaptığı davranışlar yoluyla öğrenme vardır.

Sosyal öğrenmede aslolan bireyin başkalarını gözlemleyerek öğrenmesidir. Öğrenmenin etkililiği, öğrenenin modelden gözlemlediği davranışı taklit edebilme kabiliyetidir.
Bandura Sosyal Öğrenmeyi gözlem yoluyla öğrenme olarak da isimlendirmektedir. Ancak taklit yoluyla öğrenme ile gözlem yoluyla öğrenmenin birbirinin yerine kullanılamayacağını da vurgulamaktadır. Model almada birey gözlediği kişinin başarıya ulaştığı ve hoşa giden sonuca ulaşılan davranışlarını alırken, taklit söz konusuyken iyi ya da kötü ayrımı yapılmaksızın gözlenilen kişinin tüm davranışlarının aynen alınması söz konusudur.

Model alma söz konusu olduğunda bir sınıf ortamında yanındaki arkadaşıyla konuşup öğretmeni tarafından azarlanan arkadaşını gören öğrenci bu davranışı yapmama eğiliminde olacaktır. Azarlanan öğrenci başka bir derste öğretmenin sorduğu soruları cevaplayarak öğretmeninden övgü almış ise bu davranışlar ise davranışları gözleyen öğrenci tarafından yapılacaktır. Çocuk yetişkinden gördüğü davranışların aynısını tekrar etme eğilimi göstermektedir.

Sosyal Öğrenme Kuramındaki Temel Kavramlar

  • Dolaylı Pekiştirme: Model yapmış olduğu davranışlar sonucunda ödüllendirilmiş ise, gözlemcinin (öğrenen) o davranışı tekrar etme olasılığı artacaktır. Dolaylı pekiştirmede pekiştireç öğrenene değil davranışı yapana yani modele verilmektedir. 
  • Dolaylı Pekiştirme: Modelin yapmış olduğu davranış sonunda bir ceza ile karşı karşıya kalır ise, davranışı gözleyenin o davranışı yapma eğilimini azaltır ya da ortadan kalkar. Dolaylı pekiştireçte olduğu gibi ceza öğrenene değil davranışı yapana yani modele verilmektedir. 
  • Dolaylı Güdülenme: Gözlenen davranış sonucunda model hoşa giden bir sonuçla karşılaşır ise, gözleyen kişi bu davranışı yapmaya istek duyar. Modelin başarısı gözleyenin o davranışı yapması için onu tetikler ve harekete geçirir. 
  • Dolaylı Duygusallık: Gözleyen davranışı yapıp herhangi bir zarar görmese de modelin davranışları nedeniyle korku ve kaygı hissedebiliriz. Model alınan kişi bizim sevdiğimiz ve bize yakın bir insansa onun korktuklarından korkma, onun sevdiklerini sevme eğiliminde oluruz.

Modelin Nitelikleri ve Model Alma

Sosyal öğrenme kuramında model alınanın temel nitelikleri model alma davranışına yön veren önemli bir kriterdir.
* Yaş: Model alınan kişinin yaşı gözleyene ne kadar yakınsa model alma davranışı o kadar artacaktır.
* Cinsiyet: Gözlemci kendi cinsinden kişilerin davranışlarını daha çok model alır. Özellikle çocukluğun ilk yıllarında bireylerin cinsiyet kavramını öğrenmeleri için önlerinde kendi cinslerinden bir modelin olması gereklidir.
* Karakter: İçinde bulunduğu grup içerisinde büyük bir güce sahip, karar verme ve uygulama açısından baskın karakterlerin davranışlarının model alınması daha yüksektir. .
* Benzerlik: Gözleyen kendisine benzeyen ortak noktaya sahip olduğunu düşündüğü kişilerin davranışlarını daha çok model alır. Özellikle yakın arkadaş gruplarında bireylerin birbirinden nasıl etkilendiği ve giyim, konuşma, yürüyüş vb. gibi davranışların birbirine ne kadar çok benzediğine dikkat edin.
* Statü: Model almayı etkileyen bir diğer özellikte modelin sahip olduğu statüdür. Eğer model toplumda yüksek bir statüye sahipse, bu modelin davranışlarının model alınması daha yüksek bir ihtimaldir.

Öz Yeterlik ve Model Alma

Bandura’ya göre sosyal öğrenme kuramında model alma ya da taklidi etkileyen en önemli faktörlerden biri gözleyenin kendi yeterlikleri konusunda duyduğu inançtır. Bireyin karşılaştığı sorunlara nasıl çözümler getirebileceğine ilişkin kendi hakkında duyduğu inanç öz yeterlik olarak adlandırılmaktadır. Öz yeterlik algısı yüksek olan bireylerin karşılaştığı problemleri çözebileceğine karşı duyduğu inanç taklit ya da model alma davranışlarını azaltacak, birey yeni yaşantılar geçirmeye, çevreyi kontrol etmeye daha çok istek duyacaklardır. Öz yeterlik algısı düşük olan bireylerde farklı etkinliklerde bulunma ya da yeni şeyler deneme isteği daha az olacağı, karşılaştığı problemleri çözebileceğine duyduğu düşük inanç başkalarının davranışlarını taklit etme ya da model almayı artırır. 

Gözlem Yoluyla Öğrenme Süreci

  • Dikkat: Sosyal öğrenme kuramında ilk adım dikkattir. Gözleyenin, modelin davranışlarını izlemesi ve algılaması gerekmektedir. Modelin davranışlarındaki, basitlik, açıklık, ilgi çekicilik ve işlevsel olması dikkat sürecini etkilerken, gözlemcinin tercihleri, hazır bulunuşluğu, duygusal durumu ve algılama kapasitesi bu süreci etkilemektedir. 
  • Hatırlama (Zihinde Tutma): Dikkat edilen davranışın gözleyen tarafından zihinde tutulması gerekmektedir. Gözleyen modelin davranışlarını sembolleştirerek kodlamakta ve belekte saklamaktadır. Kodlama sürecinde sözel semboller, görsel semboller ağırlıklı olarak kullanılmaktadır. Hatırlama sürecinde gözleyenin modelin davranışlarını zihinsel olarak tekrar etmesi gerekmektedir.
  • Davranışa Dönüştürme: Üçüncü aşama, gözleyenin bellekte kodladığı davranışları yerine getirmesidir. Zihinde saklanan ve tekrar edilen davranışlar gözleyen tarafından psiko-motor (bedensel) olarak yerine getirilir. Davranışa dönüştürme aşamasındaki en önemli özellik gözleyenin fiziksel kapasitesidir. Gözleyen davranışı yerine getirdiğinde, yerine getirdiği davranış ile gözlediği davranış arasında bir fark görür ise düzeltme işlemine girişecektir.
  • Güdülenme: Sosyal öğrenme kuramında model alınan yaptığı davranışlar sonucunda çevreden olumlu dönütler alır ise bu davranışların yapılma sıklığı artacaktır. Sosyal öğrenme kuramı davranışçı yaklaşımlardaki güdülenme anlayışına karşı çıkarak bireyin yaptığı bir davranış sonucunda karşılaştığı duruma göre etkinliği yapma ya da yapmama eğiliminde olmadığını ifade etmektedir. Kurama göre gözleyeni güdeleyen modelin yaptığı davranış sonucunda elde ettiği kazanımlardır.

FENOMENOLOJİK YAKLAŞIM

Rogers’ın Fenomenolojik Benlik Kuramı, Hümanistik kuramlardan biri olup insana ve onun yeteneklerine değer veren bir kuramdır. Rogers’ın kuramında “benlik” kavramı çok önemli bir yer tutar.

Benlik kavramı, kişinin kendi hakkında sahip olduğu imajdır. Kişinin ne olduğu konusundaki görüşlerinin yanı sıra, ne olmak istediği konusundaki görüşlerini de içermektedir. Yani:

  • Benlik Şeması (kişinin kendini algılayış biçimi)
  • Ben kimim?
  • Benim için değerli olanlar nelerdir?
  • Ben neleri yapabilirim?
  • Ne istiyorum?

Benlik Şeması, kişinin beceri, istek ve kişisel durumunu bilişsel ve duygusal olarak değerlendirmesini içeren kalıcı hedef, arzu, güdü ve korkularının temsilidir. Sağlıklı bir benlik tasarımı bireylerin şu koşullar içinde yetişmesine bağlıdır: koşulsuz olumlu kabul, saydamlık, empati. Kişinin benliği çevresi ile olan etkileşimi sonucunda şekillenir. Benlik kavramının gelişimi kişinin çevresiyle olan yaşantılarını algılayışına bağlıdır.

Kişinin ne olmak istediği konusundaki görüşleri onun “ideal benlik”ini oluşturur. İdeal benlik kişinin olmak istediği ve sahip olduğunda kendini çok değerli hissedeceği benliktir. Bireyin sahip olduğunu düşündüğü benlik ile ideal benliği arasındaki farkı değerlendirmesi benlik saygısı olarak adlandırılmaktadır. Eğer bireyin sahip olduğunu düşündüğü benlik ile ideal benliği arasındaki fark derin ise ve birey bu farklılıktan ötürü ideal benliğine ulaşamayacağını düşünüyorsa benlik saygısı düşük olacaktır. Sahip olduğu özellikler ile ideal benliği arasında büyük farklılıklar yoksa benlik saygısı yüksek olacaktır.

Rogers’a Göre Ruh Sağlığının İşaretleri

  • Kendi özerk iradesine uygun davranabilme
  • Değişik yaşantılara açık olma
  • Kendinin güçlü, zayıf yönlerinin farkında olma
  • Kendini ve başkalarını olduğu gibi kabul etme
  • Değişime açık olma

Varoluşçu Kuram(Existansiyalizm)

  • Bu kuram insanı, gelişme çabası içerisinde olan özgür bir varlık olarak ele almaktadır. Varoluşçu kuram’a göre, insanın yaşamdaki amacı varlığını, varoluşunu yaşamaktır.
  • İnsan özgür bir varlıktır ve yaşamı anlamlı kılan insanın kendisidir.
  • Ancak insanın varoluşunu tehdit eden bir ölüm gerçeği vardır.Bu gerçek, insanda kaygı ve mutsuzluk meydana getirir.Bu nedenle insan, yaşamın bir anlamının olmadığını düşünebilir ve bu düşünce de insanın ruh sağlığını olumsuz etkiler.
  • Bu noktada psikolojik danışmanın amacı, bireyin kendisi için sorumluluk alabilmesini, bağımsızlığını kazanabilmesini, yaşamı anlamlı kılabilmesini ve varoluşunu yeniden yaşayarak tüm potansiyelini ortaya koyabilmesini sağlamaya çalışmak olmalıdır.

Bu kuramda içinde bulunulan an, şimdinin farkına varılması önemli bir noktadır. Bu yaklaşıma göre psikolojik danışman, danışanın şimdinin farkına varmasını, şimdiyi yaşamasını, yaşamını anlamlı kılacak eylemlerde bulunmasını ve danışanın kendi olmasını sağlamaya çalışmalı, bu doğrultuda danışanı teşvik etmelidir.

Hümanistik(İnsancıl) Kuram – Danışandan Hız Alan

Bu kurama göre insan özünde iyi bir varlıktır ve her insan kendini gerçekleştirme eğilimi ile dünyaya gelir.Bu kuramın önemli temsilcilerinden Rogers’a göre insan, gelişme gücünü kendinden alan, her an gelişmekte olan, iyiye yönelik bir varlıktır. İnsan kötü olmuşsa, bu durum çevresel faktörler, engellenmeler ve çatışmalar sonucunda olmuştur.

Bu kuramda danışman ile danışan arasında eşit düzeyde bir ilişki kurulması önemlidir. Rogers’a göre terapi sürecinde danışan yüreklendirilir, istekli hale getirilir ve kendisini anlamasına fırsat verilirse, danışan savunucu olmaktan sıyrılıp, sorunlarını daha rahat çözebilmektedir. Bu noktada danışanın kişiliğine saygı duymak, danışanı koşulsuz kabul etmek, danışanın kendi hayatını düzene koyabilmesi için ona imkanlar sunmak, danışanın özerkliğini geliştirecektir.

Hümanistik kuram, sorunları anlamak ve çözümlemek için “şimdi ve burada” kavramına vurgu yapmıştır. Bu kurama göre sorunları anlamak için bireyin çocukluk yaşantılarına inmeye gerek yoktur. Bugünkü durum, hem geçmişin sonu hem de geleceğin başıdır. Şimdiye eğilmek, şimdide hissedilenlere yoğunlaşmak daha önemlidir

Psikanalitik Kuram

Bu kurama göre insan doğası doğuştan kötüdür.Çünkü cinsellik ve saldırganlık gibi iki tane yıkıma yönelik dürtünün hegemonyası altındadır.Psikanalitik kurama göre insan davranışları esas olarak bilinçaltı süreçlerle bağlantılıdır. Bireyin toplumca onaylanmayan, yasaklanan, engellenen duygu, istek, arzı ve düşünceleri bilinçaltına itilmekte ve bilinçaltına itilen bu durumlar davranışları etkilemektedir.

Bu doğrultuda danışman, bilinçaltına itilmiş her şeyin açığa çıkmasını ve bunların yorumlanmasını sağlayarak bireyin bilinçli hale gelmesine yardımcı olur. Bireyin bilinçaltında bulunan her şeyi açığa çıkarmak, ancak bir takım analitik yöntemlerle ve uzmanların yönlendirmesinde gerçekleşecek bir durumdur. Bu noktada Psikanalitik kuram psikolojik ölçme araçlarından ve projektif testlerden yararlanmaktadır. Bu testlerle birlikte özellikle rüya analizi, serbest çağrışım, transferans(aktarım), yorumlama bu süreçte kullanılan tekniklerdir.

Davranışçı Kuram

Bu kurama göre insan doğuştan ne iyidir ne de kötüdür. İnsan doğası doğuştan nötr’dür. Boş bir levha(Tabula Rasa) gibidir. Bütün davranışlar öğrenilmiştir. Kişiliği belirleyen davranışların hepsi sonradan kazanılmıştır. Davranışçı kurama göre, insan sorunlarının çoğu öğrenilmiş sorunlardır. Bu doğrultuda davranışçı kuram, istenmeyen davranışları, sorunları ortadan kaldırmak ve bunların yerine istenen davranışları yerleştirmek ister. Bunun için danışman, çevresel koşulları değiştirip, kontrol altında tutarak sağlıksız davranışları sağlıklı olanla değiştirir.

Davranışçı kuram, istenmeyen davranışları, sorunları ortadan kaldırmak için de klasik ve edimsel (operant) koşullanmanın ilkeleri başta olmak üzere birçok teknikten(sistematik duyarsızlaştırma, eşik yöntemi, bıktırma yöntemi, zıt uyarıcılar yöntemi, pekiştirme tarifeleri) yararlanmaktadır.

Akılcı – Duygusal Kuram(ABC Yöntemi)(ALBERT ELLİS)

İnsan hem rasyonel(akılcı) hem de irrasyonel(akıl dışı) düşünme potansiyeline sahip bir varlıktır.Bir başka deyişe, insanda hem mantıklı ya da doğru düşünme hem de mantıksız ya da çarpık düşünme potansiyeli vardır. Ancak insanın verimi, başarısı, mutluluğu rasyonel düşünce ve davranışlarına bağlıdır.  Bireyin duygu, düşünce durumu, olayları anlamlandırma biçimi bireyin gideceği yönü, hareket tarzını belirlemektedir.

Akılcı – Duygusal kuramda amaç, bireyin sahip olduğu mantıklı ve akılcı olmayan yaklaşımlarını, içsel konuşmalarını, akılcı ve mantıklı olan yaklaşımlarla, içsel konuşmalarla değiştirmesini sağlamaktır. Bu kurama göre, bireyin mantıklı ve akılcı olmayan yaklaşımlarını, içsel konuşmalarını değiştirmek için de danışman bilişsel düşünce ile yoğum bir şekilde mücadele etmelidir.

Gestalt Terapisi

Bu kurama göre, bütün, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha farklı ve daha anlamlıdır. İnsan da bir bütün olarak çalışır.İnsan, organizmasını oluşturan parçaların bir toplamı değil, bu parçaların bir bütünlük içinde koordinasyonu ile bir sistemdir. Ruh sağlığının temelinde bütünlük ve denge yatar.Bu bütünlük, denge bozulduğu anda ise, ruhsal sorunlar açığa çıkar. Gestalt Terapisi’ne göre, organizmadaki denge hali psikolojik sağlığın temelidir. Ruh sağlığının temelinde, birçok farklı kişilik özelliğine rağmen, insanın bütün olarak dengede bulunuyor olması yatar.

Bu terapide danışmanın amacı, bireyin duygu, düşünce ve davranışlarında bütünlüğe ulaşmasını sağlayarak dengesizliği gidermektir. Dengesizliği gidermek, dengeye erişmek için de, yarım kalan işlerin, bitirilmemiş işlerin bitirilmesi önemlidir. Ayrıca bireyin geçmiş ve gelecekten ziyade şimdiye odaklanması, şimdide hissedilenlere yoğunlaşması bu terapide önemli bir noktadır

Gerçeklik Terapisi (Glasser)

Bu kurama göre, insanın asıl amacı başarılı bir kimlik kazanmaktır. Bu kuramın en önemli temsilcisi Glasser’e göre psikolojik sağlığa ilişkin en önemli faktör, başarılı kimlik duygusuna sahip olmaktır. Başarılı kimliğin en temel özelliği ise bireyin kendisine olumlu değer biçmesidir. Başarılı bir kimlik edinmek için bireyin sorumlu davranması, davranışlarının sorumluluğunu alması, gerçeği kabul etmesi şarttır.

Eğer birey, gerçeklerle yüzleşmekten kaçar, sorumluluk üstlenmez, davranışlarının sorumluluğunu almaz ise sonuçta başarısız bir kimlik edinir ve bu kimliğin sonucu olarak yalnızlık ve acı duyguları çekebilir. Gerçeklik terapisinde amaç, bireyin sorumluluk alma, gerçeklerle yüzleşme gibi becerileri edinmesine yardımcı olmak ve bireyin başarılı bir kimlik edinmesini sağlamaya çalışmaktır.

Fenomenolojik Kuram

Bu kurama göre bireyin davranışlarını etkileyen, biçimlendiren en önemli etken, bireyin kendisini ve çevresini o esnada anlamlandırma biçimi, bir başka deyişle fenomenidir. Fenomen, kişinin öznel yaşantıları, kişinin kendisini ve dış dünyayı kendine özgü şekilde algılaması, anlamlandırma biçimidir. Bu kurama göre, bireyin yalnızca dış görünüşüne ve davranışlarına bakarak anlamak, tanımak olanaksızdır. Bireyi anlamak için onun iç dünyasına inmek, onun algı alanı içerisinde nelerin olup bittiğini görmek, onun olayları anlamlandırma biçimini anlamak gerekmektedir.

Transaksiyonel Analiz

Bu kuramın en öneli temsilcisi Berne, insan doğasıyla ilgili olumlu bir inanışa sahipken, insan yaşamıyla ilgili kötümser bir görüş belirtir. Ona göre bireyler hayata olumlu bir yaşam rolüyle merhaba derler, ama çocukluk dönemindeki olumsuz yaşantılar, telkinler, etkileşimler çocuğun kendisini farklı algılamasına yol açmakta ve bireyin olumlu yaşam konumunu kaybetmesine yol açmaktadır. Sonrasında ise, patolojik gelişim ortaya çıkmaktadır. Berne, Freud’dan çok etkilenmesine rağmen, geliştirdiği kuram psikanalitik kuramdan farklıdır.Yaklaşım, kişilik kuramında “çocuk”, “anne – baba” ve “yetişkin” benlik durumlarını kullanır. Transaksiyonel Analiz kuramında yer alan benlik durumları Freud’un, “id, ego ve süper ego” kavramlarıyla benzerlik göstermektedir.

Transaksiyonel Analiz Kuramı’na göre, ruhsal anlamda sağlıklı olan bireyler, her üç benliği duruma göre kullanırlar. Kimi yerde çocuk benlik durumunu kullanırken, kimi durumda ise yetişkin benlik durumunu kullanabilir. Özellikle yetişkin benlik durumu, çocuk ve ana – baba benlik durumları arasında arabulucu görevindedir.

Elektik Kuram(Sentezci Kuram)

Elektik yaklaşıma göre, her psikolojik danışma kuramı, psikolojik danışma sürecini tek başına, herkesi tatmin edecek ve her türlü soruna cevap verecek şekilde yürütemez. Her yaklaşımın tek tek incelendiğinde yeterli ve yetersiz yönleri vardır. Bu doğrultuda bir kurama bağlanmak yerine, psikolojik danışma kuramlarını bir arada ve bireyin durumuna, problemin niteliğine göre ayrı ayrı kullanmak daha uygun olacaktır.

Doğum Öncesi Gelişim Dönemleri

Zigot Dönemi ( Hücre-Dölüt)
Döllenmeden başlayıp ikinci haftanın sonuna kadar olan döneme zigot dönemi denir. Sperm tarafından döllenen yumurta hücresi hızla bölünerek çoğalmaya başlar. Bu olay, hücrelerin değişerek vücut dokularını ve organlarını oluşturmasındaki ilk aşamadır. Döllenmiş ve bölünmeye başlamış yumurta, fallop tüpünün de yardımıyla rahime kadar gelir ve rahim duvarına tutunur.
Büyüklüğü ancak bir toplu iğne başı kadar olan zigot, hayatının hiçbir döneminde ulaşamayacağı bir hızla büyüme ve gelişme gösterir. Zigot üç tabakadan oluşur ve doğacak bebeğin çeşitli organları işte bu tabakalardan gelişir. Dış tabaka (Endoderm); sinir sistemi, deri, tırnaklar, diş mineleri ve saçları oluşturacak tabakadır. Orta tabaka (Mezoderm); Kaslar, kemikler, dolaşım sistemi ve böbreklerin oluştuğu tabakadır.
İç tabaka (Ektoderm); Sindirim ve solunum sistemleriyle salgı bezlerini oluşturur.
Embriyo Dönemi
Döllenmeden sonraki 3. haftanın başından, 8. haftanın sonuna kadar olan dönemi kapsar. Büyüklüğü bir yer fıstığı kadardır ve canlı yavaş yavaş şeklini almaya başlamıştır. başından, 8. haftanın sonuna kadar olan dönemi kapsar. Büyüklüğü bir yer fıstığı kadardır ve canlı yavaş yavaş şeklini almaya başlamıştır. Embriyo henüz çok küçüktür ve etrafındaki amnios kesesi içindeki sıvı verilen ve onu dış etkilerden koruyan sıvı dolu bir torbacıkta yaşar. Embriyo henüz çok küçüktür ve etrafındaki amnios kesesi içindeki sıvı oldukça fazladır. Embriyo bu dönemde bacaklarını sallayarak amnios kesesi içinde yüzer.
Bu nedenle anne embriyonun hareketlerini henüz duymaz.  Başta kalp, beyin, sinir sistemi olmak üzere insan vücudunu oluşturacak organlar kalp, beyin, sinir sistemi olmak üzere insan vücudunu oluşturacak organlar şekillenmeye bu dönemde başlar. Bu sebeple embriyo döneminde anne sağlığının bozulması embriyoyu olumsuz yönde etkiler. 8. haftada bebeğin kalbinin atmaya başladığı düşünülmektedir ve bu canlanma zamanı olarak kabul edilir. Yasalara göre bu sınır, kürtajı aile planlaması için seçenlere çocuğu kürtaj ettirebilmesi için yasal sınır olarak belirlenmiştir

Fetüs Dönemi

Gebeliğin 9. haftasından başlayarak doğuma kadar geçen süreye fetüs dönemi, bu dönemde anne karnındaki bebeğe de fetüs denir. Geçici organlar adı verilen plasenta ve göbek kordonu 3. ayda gelişimini tamamlar. Cinsiyetin belirlenmesi döllenme esnasında gerçekleşmiş olsa da, dış üreme organlarının ayırt edilmesi ile dişi veya erkek cinsiyet 4.ayda görülebilmektedir. 4. aydan sonra anne fetüsün hareketlerini hisseder. İşitme duyusu 4–5. aylarda gelişmeye başlar. 5. aydan itibaren başparmağını emmeye başlar. 6 aylık olduğunda tat alma hücreleri olgunlaşır ve tatları ayırt edebilecek duruma gelir. 6. ayda gözler biçimini almıştır ve her yöne bakabilecek özelliği kazanmıştır. 7. ayda fetüs anne rahminin dışında yaşayabilecek yeteneğe sahiptir. Ancak bu durum erken doğumdur ve bebek için risk söz konusudur. 37- 40. haftalarda  artık bütün ana sistemleri gelişmiş durumdadır. Tamamen olgunlaşmış bebeğin hareket edebilecek yeri azalmıştır. Son haftalarda fetüsün hareketlerinin az hissedilmesinin bir sebebi de budur. 40. haftada canlı doğum gerçekleşir. 

Yeni doğan Bebek

Bebekler için doğum  aslında sadece bir ortam değişikliğidir. Bebekler, oldukça gürültülü ve nispeten karanlık bir ortamdan daha aydınlık, çok farklı seslerle dolu ve akciğerleriyle  soluk aldıkları yeni bir ortama geçerler. Bu ortamda  ne kendilerinin ayrı bir varlık olduklarının ne de kazara gözlerinin önünden geçen ellerinin kendilerine ait olduğunun farkındadırlar. Ancak önceki 9 aylık dönemde o kadar iyi donanmışlardır ki  yaşamla baş edebilirler. Eğer siz de bebek bakımı konusunda yeteri kadar donanımlıysanız bebeğiniz daha sağlıklı  ve daha hızlı bir gelişme kaydedecektir.

Bebeğiniz doğduğunda sizin fotoğraflarda gördüğünüz ve hayallerinizi süsleyen bebeklere benzemeyecektir. Bu size hayal kırıklığı yaşatmasın; çünkü yeni doğanın görünüşü genellikle bebeklerinkinden farklıdır. Yeni doğanın omuzları dar, karnı geniş, başı gövdeye oranla büyük ve uzun ya da doğum sırasındaki baskı nedeniyle şekli bozuk olabilir. Fakat birkaç gün içinde kafa normal yuvarlak halini alırken bir kaç hafta içinde de bebek görünümü ortaya çıkar.

Yeni doğan Duyuları

Bebeklerin hemen hemen tüm duyuları doğumdan önceki dönemde gayet iyi gelişmiş durumdadır. Bebekler anne karnındayken sesleri işitebildikleri için bazı seslerle sakinleşip bazı seslerle daha canlı ve hareketli bir duruma geçebilirler. Örneğin çamaşır makinesi ve elektrik süpürgesi gibi makinelerinin sesleri anne karnındaki seslere benzer ve kalp atış sesi gibi ritmik  olduğu için çoğu bebeği sakinleştirebilir. Yeni doğanlar ani ve yüksek seste irkilirler. Bebeklerin dokunma duyuları da iyi gelişmiştir.

Doğdukları andan itibaren sünnet gibi deriye acı veren işlemlere duyarlı oldukları ve ısı değişmelerine tepki verdikleri bulunmuştur. Yenidoğan oldukça iyi gelişmiş tat duyusu sayesinde tatlı, tuzlu ve ekşiyi ayırt edebilir. Bebeklerin önce tatlıyı tercih ettikleri, tuzlu tercihlerinin ise daha sonra geliştiği bulunmuştur. Yeni doğanın, yetişkinlerin hoş ve nahoş olarak ayırt ettikleri kokuları ayırt edebildiği,  meme emen 1 haftalık bebeklerin biberonla beslenen bebeklere göre anne kokusuna daha duyarlı oldukları ve kız bebeklerin kokuları, erkek bebeklerden daha iyi  tanıdıkları bulunmuştur.

Bebeklerin en zayıf duyusu görme duyusudur. Yetişkinler kadar net görme ancak 4-5 yaşlarında gerçekleşir. Görme keskinliğinin iyi olmamasına rağmen  yeni doğan gözüyle yavaş hareket eden bir nesneyi izleyebilir ve 2 aylıkken de bir nesneyi gözüyle tarayarak inceleyebilir. Yaklaşık 3 aylıkken renkleri ayırt edebilir ve birbirine zıt renkler içeren karmaşık ve hareketli şekiller ile insan yüzüne bakmayı tercih eder.

Yeni doğan Refleksleri

Bebeğin en temel donanımları reflekslerdir. Bu reflekslerin varlığı başlangıçta yaşamı sürdürme açısından çok önemlidir ve sinir sisteminin iyi gelişmiş olduğunun bir işaretidir. Ancak bir yıl içinde bebek büyüdükçe daha üst beyin yapıları gelişir  ve bu refleksler yavaş yavaş ortadan kalkarak, yerlerini istemli hareketlere bırakırlar. Bebeğin  yaşamsal reflekslerinden biri  emme ve bununla bağlantılı olan arama refleksidir. Bebeğin yanağına memenin ucu değdiğinde bebek başını o yöne doğru döndürerek ağzıyla memeyi arar.

Meme, parmak veya herhangi bir şey ağzına verildiğinde emmeye başlar. Bebek bazen beslenmek için bazen de kendini rahatlatıp yatıştırmak için emer. Bir başka refleks de, bebeğin karnı yere değecek şekilde yatırıldığında emeklemeye benzer hareketler yapmasıdır. Ayak tabanları yere değecek şekilde dik tutulduğunda da adım atma hareketi yapar. Ancak tüm bu reflekslerin gerçek emekleme ve yürüme davranışıyla bir ilişkisi yoktur ve bir süre sonra kaybolur. Diğer önemli bir refleks de yakalama refleksidir

Bebek avucunun içine konan herhangi bir şeyi parmaklarıyla sıkıca kavrayarak tutar. Reflekslerden biri de bebeği elleyip bellerken davranışınızın sert olup olmadığı konusunda size bilgi sağlamaktadır. Eğer bebeğin çok ağır olan başını elinizle desteklemeden yatağa bırakıyor ya da onu çok sert bir şekilde  kaldırıyorsanız bebek, ellerini ve ayaklarını iki yana doğru açıp tekrar karnına doğru çeker. Bu refleks ani gürültülerde de ortaya çıkar.

Bebekler Arası Farklılıklar

Bebeklerin bedensel özellikleri gibi mizaçları da farklıdır. Bebeklerin doğuştan getirdikleri özellikler, anne karnındaki yaşantıları, doğum süreci ve sonrasında yaşadıklarının tümü bebeğin yaşama uyumunu etkilemektedir. Sizin geçmiş çocukluk yaşantılarınız  ve kişiliğiniz de bebeğinizin nasıl bir bebek olmasını istediğiniz üzerinde rol oynamaktadır.

Eğer bebeğiniz sizin beklentilerinizi, sizin doğallıkla verdiğiniz bakım da bebeğinizin ihtiyaçlarını  karşılıyorsa siz ve bebeğiniz arasındaki etkileşim daha başlangıçta iyi ve kolay olacaktır. Eğer bu ikisi birbirine uymuyorsa bebeğiniz ve siz birbirinize uyum sağlamaya çalışmalısınız. Genellikle bebeğin ilk zamanlardaki tepkileri doğum öncesi yaşantıya ve doğuma bir tepki olabilir. Yani bebeğin sinir sistemi bu değişimlerin üstesinden gelmeye çalıştığı için bebeğin davranışlarını anlamak zor olabilir.

Ancak zaman içinde bebek değişecektir. Anneler ya da bakıcılar bunu göz önünde tutarak bebeğe karşı davranışlarını, bebekte zaman içinde ortaya çıkan değişmelere uyacak şekilde değiştirmelidirler. Önemli olan bebeği sakin ve huzurlu kılmaktır ve davranışlarınız buna hizmet ettiği sürece problem yoktur. Bebekler, etraftaki seslere, açlığa ve huzursuzluğa tepkileri, ısı değişmelerine ve dokunmaya duyarlılıkları, uyku gereksinimleri, ağlamaları, yatıştırılmaları ve bakım veren kişiyle etkileşimleri açısından çok önemli farklılıklar gösterirler. Anne babanın görevi bebeğin tüm bu davranışlarının (tüm bu durumlardaki tarzının) ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Bebeklerin tarzı onların mizacıdır ve büyük ölçüde doğuştan getirdikleri özelliklerdir. Doğumdan sonraki ilk bir kaç hafta içinde bebekler mizaçları açısından farklılıklar gösterirler.

Bir araştırmacı 5 tip bebek ayırt etmektedir:

Kucaklanamayan Bebekler: Çoğu bebek yetişkinlerle yakın ve sıcak temastan hoşlanır. Oysa kucaklanmayı sevmeyen bebekler, fiziksel olarak sınırlanmaya ve kollar arasında sıkışmaya tahammül edemezler. Hareketlidirler ve genellikle ayaklarını özgürce hareket ettirmekten hoşlanırlar. Kucaklanmaktan daha çok göz teması kurmayı tercih ederler. Kendi yerlerinde yatarken öpülmekten ve elleri ile ayaklarını oynatarak hareketler yaptırılmasından hoşlanırlar.

Mutsuz Bebekler: Uyku, uyanıklık ve açlık gibi farklı durumların birinden diğerine geçmeleri çok zordur. Bebek aslında yorgun ve huysuzdur fakat uykuya dalacak kadar rahatlayamaz. Açlıktan dolayı ağlanıp sızlanır ancak yine de emmekten hoşlanmaz. Beslenmesi genellikle yavaş ve zordur, daha yavaş kilo alır. Karnı tok ve uyanık olduğu zamanda da çok sosyal değildir. Ne kucakta tutulmaktan, ne kendisine konuşulmasından ne de karyolasına geri götürülmekten hoşlanır. Büyük olasılıkla gece sık sık uyanır. Elleriyle oynamaya başlaması ve gülümsemesi geçtir. Görünürde bir neden yokken bebeğin sürekli ağlaması sizin kendinizi yetersiz hissetmenize yol açabilir. Bu bebeklerin aldıkları bakımdan değil aslında rahim dışı yaşamdan hoşlanmadıkları düşünülür. Sabırla ona daha yakın olmaya ve sevginizi göstermeye çalışırsanız onun daha mutlu olmasını sağlarsınız. Eğer bebeği kendi tepkileriyle bırakırsanız mutsuzluğu daha da artacaktır. Bebeğinizin mutsuz bir bebek olup olmadığına karar vermeden önce onu yeterli derecede sıcak tutup tutmadığınıza, yeteri kadar beslenip beslenmediğine, yumuşak bir şeye sardığınızda rahat uyuyup uyumadığına dikkat edin. Bebeği ancak mutlu olduğu zamanlarda yeni bir yaşantıya sokun. Örnek, yeni bir gıdanın denenmesi.

Sinirli Bebekler: Yüksek şiddette ses, ışık gibi uyaranlarda tüm bebekler irkilirler. Bazı bebekler ise daha az şiddette olanlarda bile aynı tepkiyi verirler. Bebek titrer, rengi gider ve ağlar. Bu bebeklerin tipik davranışı her türlü uyarana aşırı tepki vermeleridir. Uyarıcı, hapşırma gibi kendi bedeninden ya da ses gibi dışardan gelen bir uyarıcı olabilir. Uykuda kendi kendine irkilme veya seğirmelerde uyanabilir. Bu bebekleri alışsın diye korktukları durumlarla karşılaştırarak korkmamayı öğretemezsiniz.

Sinir sistemleri aşırı hassas bebekler oldukları için bazen siz hiç bir şey yapmadığınızı düşündüğünüzde bile ağlayabilir. Bu nedenle yapılması gereken bebeğe katlanabileceği düzeyde uyarıcı sunmaktır. Bebeğin sinir sistemi olgunlaştıkça zaten daha fazla uyarılmayı  karşılayabilecek hale gelecektir. Bu tür bebeklere bakarken telaşlı olmamak gerekir. Bebeğin altını açarken, bebeği taşırken ve kaldırırken acele edilmemeli ve bebeğin başı  elle desteklenerek kendini güvende hissetmesi sağlanmalıdır. Bebeği dikkatle yumuşak bir şekilde sarar ve uyumaya bırakırsanız fiziksel uyarılmayı en aza indirmiş olursunuz.

Uykucu Bebekler: Bu bebeklerde dış dünyaya geçişi sürekli uyuyarak geciktirmeye çalışırlar. Bebek sorunsuzdur bir talepte bulunmaz; ancak, beslemek için çoğunlukla uyandırmak gerekir. Etrafında olup bitenlerle ilgilenmez. Az ağlar ve nadiren mutlu görünür. Bebeğin tepkisizliği hayal kırıklığı yaratsa da genellikle bakımı kolay bebeklerdir. Bu bebeklerin yeterli beslenebilecek kadar uyanık kalmaları sağlanmalıdır.

Uyanık Bebekler: Uykusu az olarak nitelenebilecek bir bebek günde 12 saatten daha az uyuyan bebektir. Bu bebekler genellikle yattıklarında 2 saatten fazla uyumazlar. Uyumaktan hoşlanmazlar ancak emerken uykuya dalıp bir süre sonra tekrar uyanırlar. Acıktığı için değil sadece uyanmak istediği için uyanır. Fakat her uyanışında meme verildiği için genellikle toplu bebekler olurlar. Zamanlarının daha büyük bir kısmını uyanık olarak geçirdikleri ve sürekli etrafı gözledikleri için genellikle gelişimleri daha hızlıdır.

Uyanık oldukları zamanlarda ilgi bekledikleri için bakıcıyı zorlar ve daha fazla zamanını alırlar. Bu bebekleri taşıyabileceğiniz bir şeye yatırarak gittiğiniz odaya götürmek işi kolaylaştırabilir. Kucağınızda gezerek etrafı seyretmekten çok hoşlanırlar. Karyolasına bir şeyler asmak veya yere yatırıp etrafına bakabileceği şeyler koymak bu bebekleri bir süre için oyalamada işe yarayabilir.

Bebeklerin Ağlamaları

Bebeklerin ağlamalarının hep birbirinin aynı olduğu düşünülür. Oysa bebeklerin ağlamaları birbirinden farklı olduğu gibi bir bebeğin ağlama nedenleri de farklıdır. Bebekler en çok aç oldukları için ağlarlar. Ağlamaya yol açan bir diğer faktörde acı veya ağrıdır. Örneğin, gaz sancısı nedeniyle bebek ağlar ama tutup kaldırdığınızda gaz hareket ettiği için çıkar ve bebek birden susabilir. Sütü veya banyo suyu sıcak olduğunda bebekler ağlayabilir. Yine bebek, aşırı uyarılma, korku ve şokta da ağlayabilir. Örneğin, aşırı gürültü, yüksek sesle gülme, soğuk bir elle bebeği elleme, kucaklama ve keskin kokular da ağlamaya yol açabilir. Bebekler bir kez dış dünyaya alıştıktan sonra yaklaşık 2. aydan itibaren daha az ağlamaya başlarlar; fakat buna rağmen bazı bebekler diğerlerinden daha çok ağlar.

İkinci aydan itibaren bebeklerin ağlamalarına hoşnutsuzluk ve halinden şikayet etme nedeniyle ağlama da eklenir. Bu mutsuzluk ifadesidir. Daha sonra da sizi istediğini veya istemediğini göstermek için kızgınlıkla ağlayabilir. Bebeğin ağlamalarına ne zaman tepki verecekleri ne zaman vermeyecekleri konusunda anne babalar sezgilerine güvenmelidirler. Ancak bebeğin ağlamalarına yavaş tepki vermek ağlamayı çığırından çıkarabilir ve bu nedenle bazen tepkiyi ağırdan almak yerine hiç vermemek daha uygundur. Bebeklerin bir miktar ağlamaları kendilerini düzene koymaları için gereklidir.

Bebeğin ağlamasını durdurmanın en etkili yolu  bebeği tutup kaldırmak ve omuzunuzun üzerinden etrafa bakmasını sağlayacak şekilde tutmaktır. Birinci yıldaki ağlamaların %85’inin bu şekilde durdurulabildiği görülmüştür. Diğer etkili teknikler de emzirme ve sallamadır. Diğer duyuları da sürekli biçimde uyarma bebeği yatıştırıp uykuya geçmeyi sağlayabilir. Örneğin ısıyı arttırmak ve bebeği sarmalamak gibi.

Üçüncü aydan itibaren annenin sesi ve bebeğe bir şeyler göstermek de ağlamayı kesmede etkili olmaktadır. Dördüncü ayda ise hem görsel hem işitsel uyarılma birlikte yer aldığında bebek ağlamayı kesmektedir. Ritmik bir şekilde bebeği sallama, pozisyonunu değiştirme gibi hareketler de bebeği yatıştırabilir. Bebeğin ağlaması genellikle emmeyle kesilir ve genellikle bebekler kendi parmaklarını emerek kendilerini rahatlatırlar. Bebekliğin ilk döneminde parmak emen bebeklerin ileri yaşlarda da parmak emen çocuklar olması beklenmez; ancak  emerek sakinleşebilen bir bebeğe emzik vermek sizin işinizi de kolaylaştırıyorsa denenebilir.

Altıncı aydan sonra bebekler daha az ağlamaya başlarlar. Ancak bu kez de farklı korkular geliştirebilirler. Örneğin elektrikli süpürgenin sesinden korkma gibi. Bebeğin korkularını tanıyıp bu  konuda onun üstüne gitmedikçe azalacaktır. İkinci altı ayda bebekler beklenti geliştirmeye başladıkları için umdukları ya da bekledikleri olayların ya da kişilerin dışındaki her şey onları ağlatabilir. Örneğin yatağında uyanıp mırıldanırken ve alıştığı gibi anne-babasının gelip kendisiyle konuşmasını beklerken bir yabancı yatağına yaklaşırsa ağlayabilir. Yeni deneyimler de bu dönemde bebeği ağlatabilir.

Örneğin ilk kez salıncağa binen bebek korkup ağlayabilir. Fakat sizin kucağınızda biner ve bu sırada kulağına fısıldayarak onunla konuşursanız tam tersine bu yaşantı hoşuna gidebilir. Henüz hareketsiz olan bir bebek, peşinizden gelemediği için, oyuncağı düştüğü ve alamadığı için, dikkatinizi çekmek için ağlayabilir. Eğer bebeğin verdiği ipuçlarına duyarlı olup ağlamasına fırsat vermeden ihtiyacını karşılarsanız bebek ağlamaya gerek duymayacaktır. Zaten bebek hareketlendikçe çaresizlikten doğan ağlamalar da azalacaktır. Birinci yılın sonunda bebeklerin daha çok anneleri yanlarındayken ağladıkları görülmektedir. Bu da ağlamanın artık iletişim amaçlı olduğunu gösterir. Yaklaşık 1 yaşındaki hareketli bir bebeği güvenliği için kısıtlamaya ya da engellemeye kalkıştığınızda ağlayacaktır. Bu nedenle bebeğin dolaştığı yerleri güvenli hale getirerek engellenmeler en aza indirilebilir.

Uyku örüntüleri hem bebek geliştikçe hem de bebekler arasında büyük farklılıklar gösterebilir. Bebek büyüdükçe uyku sayısı ve uyku süresi kısalırken gece uykusundaki kesintiler de azalır ve bebek gece daha uzun uyur. Gündüz uyanık kalma süresi de artar. Uyku, çeşitli düzeylerden oluşur. Derin uykuda bebek dış dünyadaki uyarıcılara tamamen kapalıdır. Hafif uyku ya da REM uykusu denilen aşamada zaman zaman kendi kendine emme davranışı gösterebilir, uyandırılması mümkündür ancak buna istekli olmayabilir.  Uyanık ve alesta düzeyde ise bebek uyanmıştır, ellerini ağzına götürmek isterse başarabilir ve sizinle iletişime açıktır. Diğer bir düzeyde ise bebek uyanık olduğu halde mızmızlanır etrafındaki uyarıcılara dikkat etme ve hareketlerini kontrol yoktur.

Sakinleşmesine yardım edilmesi bazen işe yarayabileceği gibi, bazen de kontrolsüz bir ağlama görülebilir. Anne ve baba, bebeğin bir uyku düzeyinden diğerine nasıl geçtiğini anladıkça bebeğin hareketlerini daha fazla kestirir hale geleceklerdir. Eğer anne baba bebeğin bu ilk dilini iyi anlarlarsa onun yaşamını evin yaşamına uydurmak için yeni düzenlemelere gidebilirler. Örneğin gece daha az uyanmak için beslenmeyi daha geç bir saate alarak bebeğin gece daha uzun uyumasını ve gündüz daha uyanık kalmasını sağlayabilirler. Bebeğin gittikçe gelişen sinir sistemi de buna izin verir.

Bebeklikte Beslenme

Bebeklerin beslenme ritimleri ve gereksinimleri de önemli farklılıklar gösterir çünkü beslenme bir ihtiyaçtır. Bebek doğduğunda ve yaklaşık 3-4 hafta, her ağladığında emzirilmeli ya da beslenmelidir. Daha sonra ise bir program dahilinde emebilir veya beslenebilirler.  Hemen her anne bebeğinin doymadığını onu iyi besleyemediğini düşünür ve bu konuda kaygılanır. Doğrusu etraftan gelen uyarılar da genellikle bu duyguyu pekiştirir. Bebek emdikten sonra daha huzurlu görünüyor mu? Bir kaç saat aç kalabiliyor mu? Günde bir kaç kez çişini yapıyor mu?

Alması gereken kiloyu alıyor mu?  Gibi soruların yanıtları size bebeğin doyup doymadığını en iyi şekilde gösterecektir. Bebek 4-5 aylık olunca katı gıdalara başlanabilir. Ayrıca bebekler bu aylardan itibaren çevreyle ilgilenmeye başladıkları ve herşeyi izlemek istedikleri için onları memede tutmak zor olabilir ve emmeye istekli görünmeyebilirler. Katı gıdalara geçildiğinde ise, bir seferde bir gıda denenmelidir. Bu, hem bebeğin damak tadı geliştirmesini sağlamak hem de neyin alerji yapıp yapmadığını ya da bebeğin neyi sevip sevmediğini anlamak açısından çok önemlidir. İlk denemelerin emmeyle çiğneme arasında yer alması için hafif sulu ya da sütlü gıdalarla başlamak uygundur.

Katı besin yemek yeni bir beceri olduğu için geliştirilmesi zaman alacaktır. Her hafta yeni bir gıda denenebilir. Gündüz emerek beslenme hafifleyebileceğinden sabah ve akşam emme sırasında nispeten karanlık ve sessiz bir ortam tercih edilmelidir. İkinci 6 ayın sonunda bebeğin beslenmesi tekrar problem olmaya başlar. Çünkü bebekler iyice hareketlendikleri için hem kilo verirler, hem yemeğe ilgileri hem de iştahları azalır.

Tombul bebek görünümü yok olur ama eğer ana-babalar veya bakıcılar bebeğin zayıflayacağından endişe edip ona ısrarla yemek yedirmeye çalışırlarsa yemek yemek çocuk için bir keyif olmaktan çıkıp eziyet haline gelir. Yeme konusundaki baskı  çok farklı şekillerde kendini gösterebilir: Parmak emme, başını vurma, kusma, tükürme ve ağızda tutma gibi. Altıncı aydan itibaren yiyecekler eğer bebek hoşlanıyorsa onun eliyle yiyebileceği şekilde parçalanabilir ve kendi kendine yemesi, zevk alması sağlanabilir.

Bebeklerin beslenmesiyle ilgili sorunlar çoğu durumda aslında anne babanın sorunudur. Çünkü bebek yemektedir fakat siz istediğiniz zaman, sizin istediğiniz kadar ve uygun şekilde yemiyordur. Oysa beslenme konusunda neredeyse sonsuz seçenek vardır. Süt içmeyen bir bebeğin peşinden elde biberonla dolaşıp içirmeye çalışmanın anlamı yoktur. Çünkü sütü farklı şekillerde sunabileceğiniz gibi yerine yoğurt dondurma gibi gıdalar da verebilirsiniz. Yumurta yemiyorsa yumurtadan nefret ettirmek yerine sevdiği kekten verebilirsiniz. Yemediğini düşündüğünüz bir gıdayı bir süre sonra tekrar denerseniz bir gün keyifle yediğini  görürsünüz. Yemek çocuklar için ne bir ödül ne de bir ceza olarak kullanılmamalıdır. Böyle olduğu zaman yemek yeme ana-babayla çocuk arasında bir mücadele alanı haline gelir. Bebekler yetişkinlerin bu konuya verdikleri önemin çok fazla farkındadırlar ve sizinle  yarışırlar.

Bir yaşına doğru bebeklerin yemeğe karşı ilgileri iyice hafifler ve kilo alma yavaşlar. Bu yüzden öğün uzatılmamalıdır. Çünkü çocuk hem öğüne uymayı öğrenemez hem de aile bu konudaki kontrolü kolay kaybedebilir. Çocuk bir sonraki öğüne kadar oyunla oyalanmalı. İki yaşındaki bir çocuğun dengeli beslenmesi için yiyebileceği şeyler; et, süt yumurta peynir ve taze yeşil sebze ile meyveden oluşur.

Çocuk bunların çoğunu sevmediğinde ise anne kaygılanır. Bu durumda bir gıda maddesi yerine geçebilecek başka gıdalar denenebilir. Çocuğun yemediği şeyler için üzülmek yerine severek yiyebileceği yeni pişirme tarzları ve bileşimler oluşturmak için uğraşmak daha akıllıcadır. Çocuklar hızla gelişmekte ve sürekli hareket etmekte oldukları için kaloriye ihtiyaç duyarlar. Yiyeceklerin içerdikleri kalori miktarı değiştiği gibi, yemeklerin hazırlanış biçimi de onların içerdiği kalori miktarını etkiler. Örneğin kızarmış patates haşlanmış olanın 3 katı kalori içerir. Bu nedenle bazen az yiyen çocuklar aslında kendilerine yüksek kalorili yiyecekler sunulan çocuklardır.

Çocuk beslendiği ve büyüdüğü halde siz hala endişeliyseniz büyük olasılıkla çocuğun yemek yeme davranışından şikayetçisinizdir. Çocuğu sağlıklı bir şekilde beslemek ayrı bir şeydir, sosyal alışkanlık ve kurallara uygun bir şekilde beslemek farklı. Sofrada ve çatal kaşık kullanarak yemek yemeyi çocuk nasıl olsa öğrenecektir ve bu konuda çok fazla baskı uygulanmamalıdır. İsteyerek yiyiyorsa eliyle yemesine izin verilebilir. Bir çocuk tabağındakini yemesi için zorlandığında bu miktarın onun için gerekli miktar olduğunu sanırsınız oysa kendi ihtiyacının ne olduğunu en iyi çocuk bilmektedir. Öğün zamanları da yine çocuğun ritmine göre ayarlanmalıdır. Yemek yeme, çocuk zayıf ya da gelişimi geri kaldığında bir problemdir. Gelişimi normal bir çocuk,  sizin verdiğinizi yemediğinde, sizin onaylamadığınız şekilde yediğinde veya siz söylediğinizde yemediğinde bir sorun olarak ortaya çıkmamalıdır.

Çocuğun beslenmesini problem haline getirmekten kaçınmak için; çocuğun açlıktan ölmeyeceğine inanın. Çocuğunuz alması gereken kiloyu alıyor ve doktoru da bunun yeterli olduğunu söylüyorsa size düşen ona yararlı yiyecekler sunmak fakat yemesi için zorlamamaktır. Zaman içinde çocuk uygun yiyecekleri seçmeyi öğrenecektir.

Tüm alanlarda çocuğunuzun bağımsızlığını cesaretlendirin. Yemeğini kendi kendine yiyebileceği şekilde sunun ve yardım istemedikçe yardım etmeyin. Beslenmeyi çocuk için mümkün olduğunca aktif bir süreç haline getirin. Yemeğini zevk aldığı şekilde yemesine izin verin. Yemekleri istediği sırada ve istediği şeylerle karıştırarak yemesine izin verin ve ne zaman doyduğuna da kendinin karar vermesini sağlayın.

Bebekte Hareket Gelişimi

Bebek doğduğunda kendi bedenini kontrol edecek durumda değildir. Daha sonra tüm bebekler biraz daha erken ya da biraz daha geç olmak üzere aynı gelişim evrelerini izleyerek bedenlerini kontrol eder hale gelirler. Bebeğinizin sırayla neleri başaracağını bilmeli ve bunları takip etmelisiniz. Bebeğinizin hangi davranışları yaklaşık hangi ayda gösterdiğini ve bunun yaklaşık olarak beklenen ay olup olmadığını da izleyebilirsiniz. Ancak bebeğinizi diğer bebeklerle kıyaslamayın; çünkü her bebek kendine özgüdür.

Baş Kontrolü: Doğuşta bebeğin başı çok ağırdır ve tutamaz; fakat 6 haftalıkken saniye kadar bir sürede başını tutabilen bir bebek 3 aylıkken baş kontrolünü hemen hemen tamamen geliştirmiştir. Yine de ani hareketlerde başını desteklemeniz gerekir. Bebeğin baş kontrolü arttıkça beden duruşu da anne karnındaki pozisyondan farklılaşır ve bebek sırt üstü elleri ayakları açık yatabilir. Karın üstü yatarken başını kaldırıp çevirebilir ve bir yöne doğru koymayı tercih edebilir. Kendini dik tutabildiği ve başını döndürebildiği için bakış açısı genişler ve etrafı izlemekten hoşlanır.

Bebekler anne karnındaki gibi kıvrık bir şekilde yatmaktan kurtulunca bedenlerini keşfederler ve onu hareket ettirmekten çok hoşlanırlar. Ayaklarını sallar ve etrafı tekmelerler, kollarını sallar ve elleriyle oynarlar.  Bebekten bebeğe önemli ölçüde değişmekle birlikte bazı bebekler 9-10 haftalıktan itibaren yatakta yuvarlanabilirler ve yan yatırdığınız bebeği sırt üstü pozisyonda bulabilirsiniz. Üç aylıkken ise sırt üstü yatırdığınızda kendi kendine yan döndüğünü görebilirsiniz.

3-4 aylıkken kollarından tutup oturtmaya çalıştığınızda bedenini ve başını dik tutarak oturmaya çalışabilir ancak her tarafından desteklenmedikçe yarı oturur pozisyonda bırakılmamalıdır. 5-6 Aylık bebekler ise oturmak için sizin dengeyi sağlamanıza ihtiyaç duyarlar ve dengeleri sağlandığında kendi kendilerine dayanarak oturabilirler. 7-8 aylık olduktan sonra kendi kendilerini dengelemek için çeşitli hareketler geliştirirler  ve 8-9 aylık olunca da kendi kendilerine oturma pozisyonuna geçip kendilerini dengede tutabilirler.

Bebekler 4-5 aylık olup dizlerini büküp gererek ritmik bir şekilde zıplama hareketi yapmaya başladıktan sonra artık oturmak istemezler.  Bazı bebekler 6 aydan sonra emeklemeye başlayabilirler ve sırt ile kalçadaki kasların kontrolü geliştikten sonra da ayakta durabilirler. Bebek hareketlenip kendi kendine oturmaya başladıktan sonra üstüne çıkarken düşebileceği hafif eşyalar ortadan kaldırılmalıdır. Sandalyede otururken kemeri bağlanmalı ve yatakta ve yerde yalnız bırakılmamalıdır

Bebek geriye doğru emeklemeye ve kendi kendine tutunarak ayağa kalkmaya başladıktan sonra yürümeye başlayacaktır. Bebekler tüm bu davranışları ve yürümeyi kendilerine güvendiklerinde, bunun için güdülendiklerinde ve kas gelişimleri ile çeşitli kaslar arasındaki koordinasyon tam olduğunda başarırlar. Siz yürümesi için yardımcı olmaya çalışıp onu acele ettirirseniz süreci daha da yavaşlatırsınız. Bebeklerin çoğu birinci yaş günlerinde yürürken bir kısmı 2 yaşına kadar yürümeyebilir.

Bebekte Bilişsel Gelişim

Yaklaşık 2-3 aylık bebekler soyunmuş olmaktan hoşlanırlar ve el kol hareketleriyle kendi bedenlerini tanırlar. Yine bu dönemde yetişkinin bedeni, yüzü, sesi ve davranışları bebeğin en çok dikkatini verdiği ve hoşlandığı şeydir. Sizin bebeğe verdiğiniz dikkat, duygu yüklü bakışlar ve ilgiyle konuşmanız onun için en iyi oyundur. Bebeğin ellerini kullanması ve elleriyle dünyayı keşfi 6-12. aylar arasında hızlı bir gelişme gösterir. Nesneleri sadece yakalayarak değil elde evirip çevirerek, ağzına götürerek de keşfedeceğini öğrenir. Elleriyle oyuncakları kavrar, sallar ve vurur. Bu hareketler sayesinde yakalanabilir ve yakalanamaz, yumuşak ve sert, yüzeyi düz ve pürüzlü  nesneleri keşfeder.

Altıncı aydan itibaren ellerini ve kollarını ayrı ayrı kullanabildiği için 8-9. ayda ellerini sallayarak “hoşçakal”  işareti yapabilir. Bebek önceleri bir seferde yalnızca bir nesneye odaklaşabildiği için başka bir tane uzatınca elindekini bırakır. Daha sonra iki nesneyi iki eline alarak ve ağzına götürerek keşfetmeye çalışır. Bebeğin el göz koordinasyonu geliştiği için gördüğü nesneyi yakalar ve ağzına götürür. Bu aşamada bebeğin elini ya da oyuncağı ağzından çekmek yerine oyuncakları yıkayarak temiz tutmak daha akıllıcadır.

Ellerinin kontrolü arttıkça nesneleri evirip çevirme, doldurup boşaltma, itip çekme gibi hareketler artar. Parmaklarının ayrı ayrı kontrolünü kazandığında da istediği şeyi parmağıyla işaret etmeyi başarır.  Bir yaşına yaklaştığında yerdeki çok küçük şeyleri bile başparmağını ve işaret parmağını kullanarak toplayabilir. Yaklaşık 10-11. aydan itibaren istenen bir nesneyi vermek için avucunu açarak bırakabilir ya da vermemek için elinde sımsıkı tutabilir. Yaklaşık 6 aylık bir bebek eli ya da ayağının hareketiyle başka  bir  hareketi sağladığını anlayabilir ve bunu sürdürmek isteyebilir.

Örneğin elindeki çıngırağı sallar sesi duyar ve bir daha sallar. Ayağıyla karyolasına asılı oyuncağa vurur, sallandığını görür bir daha vurur. Yine bu aylarda daha önceleri elinden düşürdüğü oyuncağa hiç bakmayıp onu yok sayan bebek, bilişsel yetenekleri geliştiği için gözünün önünden geçip giden bir topu izleyerek nereye gittiğini görmeye çalışır.

Yaklaşık 6-12. aylar arasında bebek kendi kendine oturabildiği ve hareketlendiği için başardığı becerileri tekrarlamak isteyecektir; fakat  bu dönemde yalnız bırakılmamalıdır. Çünkü hem sıkılacaktır hem de güvenli değildir. Bebeği 20 dakika bile olsa dışarıda dolaştırmak, paketleri açmak, yemek pişirmek, alışveriş yapmak ve evi temizlemek gibi yaptığınız günlük işlere onu da katmak bebeğinizi çok mutlu edecektir. Bebekler neden-sonuç ilişkisini de bu dönemde keşfettikleri için vurarak, iterek ve sallayarak  ses çıkarabileceği oyuncaklarla ve ev eşyalarıyla oynamaktan hoşlanırlar. Bebek oyuncakları olduğunu ve onların neler olduğunu bilecek yaşta olmadığı için tüm oyuncaklar çocuğun gözü önünde ve erişebileceği yerde olmalı ve istedikçe oynamalıdır. Bebekler için oyun tam bir öğrenme sürecidir.

Eğer çocuğunuza uygun, ilginç ve eğlenceli yaşantılar ve oyunlar yaratabilir ve bebeğinizle birlikte oynayabilirseniz bebek bundan bilişsel ve sosyal gelişim adına büyük yarar sağlayacaktır. Bebeğinizle konuşun ancak onun hareketleri sizinkinden daha yavaş olduğu için kendinizi ona uydurun ve cevap vermesi için 5sn kadar bekleyin. Bebekler 3-6. aylar arasında oyuncaklara ilgi duymaya başlarlar. Bir oyuncağı uzattığınızda  alması için bir süre bekleyin; çünkü, onun oyuncağa uzanması bebek için epey zor bir iştir.  Ama başarması için zaman tanıyın ve oyuncağı eline vermeyin. Bebekle oynanan oyunların bebeğin mizacına uygun olması gerekir.

Örneğin 5 aylık bir bebek havaya kaldırılmaktan hoşlanıp gülerken; diğeri korkup ağlayabilir. Sinir sistemi hassas olup kolay irkilen bebeklerle fiziksel oyunlar oynamak yerine “buraya bir kuş konmuş”  tarzında daha sakin oyunlar oynanmalıdır. Bebeğin oynamaktan hoşlandığı ancak iyice alıştığı için artık bir kenara bıraktığı oyuncak yerine çok farklısını ya da daha büyüğünü değil; biraz farklı olanı almak daha uygundur. Örneğin daha büyük bir oyuncak ayı yerine farklı ses çıkaran bir kedi alabilirsiniz.

Bebekte Bağlanma ve Kişiliğin Temelleri

Bebekler doğduktan  çok kısa bir süre sonra yaklaşık 2. ayda nesneler yerine daha fazla insanlara yönelmeye ve onlara daha fazla dikkat etmeye, onları izlemeye dinlemeye ve kucağa alınmaktan hoşlanmaya başlarlar. Etrafındaki tüm insanlara aynı şekilde tepki verirler. Yaklaşık 3-4. aylardan sonra tanıdıkları yüzlere yabancılardan daha farklı şekilde tepki vermeye başlarlar. Aynı zamanda bebek, kendisine bakan kişiye (ya da kişilere) daha fazla olumlu tepki vermeye ve onu diğerlerine tercih etmeye başlar. Böylece o kişinin  davranış ve etkileşim stillerini daha çabuk öğrenir  ve onu memnun eden davranışlar sergilemeye çalışır. Bebekler kendi kendilerine hareket etmeye başladıklarında ise annenin yakınlığını aramak için daha aktif olurlar.

Annenin peşinden gider, ona asılır ve kendine bakmasını sağlamaya çalışırlar.  Bakıcı ya da anneden ayrı kalmak istemez ve yabancılardan korkmaya başlarlar. Seyrek olarak gördüğü akrabalara ya da sizin çok yakın arkadaşlarınızın bile kucağına gitmek istemeyebilir ve dokunmalarına izin vermeyebilir. Bebek annenin yakınlığını ısrarla aradığında ve bu yakınlığı sürdürmek için aktif olarak çaba gösterdiğinde ve anne de buna karşılık verdiğinde anne-bebek arasındaki bağlılık kurulmuştur.

Bebeklerin anneleriyle kurdukları bağlanma ilişkileri de farklılık göstermektedir. Bazı bebekler anneleri ayrılırken ağlamalarına rağmen kolay yatıştırılırlar ve anneleri döndüğünde de buna çok sevinir, gülerek anneye yaklaşırlar. Bazı bebekler ise annelerinden ayrılırken ağladıkları gibi hem zor yatıştırılırlar hem de anneleri döndüğünde  anneyi görünce ağlamaya başlarlar. Hem annelerine yakın olmak için çabalar hem de bakışlarını ondan kaçırırlar. Diğer bir grup bebek ise anneyle yakın bir fiziksel temas aramaz, anneden ayrılırken  ağlamaz ve ona  kızgınlıkla tepki vermez.

Yeniden bir araya geldiklerinde de bir memnuniyet ifadesi göstermezler. Yaklaşık 12-14 aylık bebeklerde ayrıştırılabilen bu tepkiler 18. ayda da değişmeden devam ediyorsa çok büyük olasılıkla okul öncesi yıllarda da kalıcı olur. Çocuğun hem arkadaşlarıyla hem öğretmenleriyle hem de diğer yetişkinlerle olan ilişkilerini biçimlendirir. Bebeklerin anneleriyle ne tür bağlanmalar kurdukları annenin davranışlarından  oldukça etkilenmektedir.  Annenin, emzirme ya da besleme tarzı, bebeğiyle kurduğu  fiziksel temas ve onu  rahatlatma biçimi, bebeğin ihtiyaçlarına duyarlılığı, bebeğe duygusal yakınlığı  ve yanında olduğu konusunda verdiği güven hissi gibi bazı özelliklerinin bebeklerin bağlanma stilleriyle yakından ilişkili olduğu bulunmuştur.

Örneğin genellikle bebeğiyle yakın, sıcak, duyarlı ve tutarlı bir ilişki içinde olan annelerin bebeklerinin, annesine güvenen, diğerlerine göre daha az ağlayan, akranlarıyla kolay ilişkiye giren bebekler olduğu görülmektedir. Annenin davranışının tutarsız olduğu; yani annenin bazen sıcak ve yakın bazen de duyarsız ve aldırmaz davrandığı durumlarda bebeklerin, anneyle olan ilişkilerinde genellikle kaygılı, öfkeli, sürekli anneye asılan ve şikâyetçi tarzda ağlayan bebekler olduğu saptanmıştır. Burada  özellikle vurgulanması  önemli olan nokta, bağlanma ve bağımlılık arasındaki farktır.

Bebeğin anneye, babaya ya da bakıcıya bağlanması, bebeğin gelecekte bağımlı bir kişi olmasından tamamen farklıdır. Bağlanma, hareketlenip bilmediği dünyayı keşfe çıkan bir bebek için güvenli bir yer edinme gereksinimidir. Eğer bebeğinizin size yakın olmak için verdiği sinyallere duyarsız kalırsanız bebek size daha fazla asılacak ve aranızda kısır bir döngü başlayacaktır. Oysa size bağlanır ve sizi güvenli bir yer olarak elde ederse dış dünyaya daha kolay açılıp araştırır ve daha sağlıklı gelişir. Çocuğunuzun size bağımlı olması ise siz olmadan bir şey yapamayacak duruma gelmesidir. Eğer siz ortalığı kirletecek, size iş çıkaracak ya da daha fazla zaman ayırmanıza neden olacak düşüncesiyle çocuğun kendi kendine becerebileceklerini onun yerine yaparsanız, örneğin yedirme, giydirme gibi, o zaman bebeği bağımlı hale getirirsiniz.

Bebeklikten Çıkış (1,5 – 2,5 yaşlar)

Bebeklikten kurtulmanın ilk yılları genellikle ana baba için zor yıllardır. Bağımsızlık  mücadelesinin öne çıktığı bu yıllar anne babayı disiplin problemiyle yüz yüze getirir. Bir iki yaşlarındaki bir çocuğun yapmak istediklerine izin verilmelidir. Ancak yapmak istediklerinin kötü sonuçlarına karşı da korunmalıdır. Çocuğu korumak adına alınan önlemlerin konulan kuralların onu aptal yerine koymamasına özellikle dikkat edin.  Üstesinden gelebileceği deneyimleri yaşamasına izin verin. Bu yaşlardaki çocukların bellekleri zayıf  olduğu için yaşadıklarından belleklerinde iz bırakıncaya kadar ders almazlar.

Ayrıca çocuk, geçmişi hatırlayamadığı için geçmişte yaşadıklarıyla bugünkü durum arasında bir seçim yapması gerektiğinde yapamaz ve böyle bir durumda sık sık karar değiştirir. Eğer iki seçenek de önündeyse seçim yapabilir. İleriyi düşünemediği için de çok fazla bekleyemez, istediği “şimdi” olmalıdır. Nasıl ineceğini düşünmeden merdivene çıkar ve inemediği için orada kalır. Ayrı bir birey olmaya çalışırken ona bebek gibi davranırsanız sizle mücadele edecektir. Eğer bir çocuk gibi görüp disiplin altına almaya çalışırsanız da aranızdaki sevgi zedelenecektir. En iyisi disiplini bir oyun haline getirmektir.

Yürümeye başlayan çocuğun dünyası da hızla genişlediği için bağımsızlık önem kazanır ve bağımlı olma ile bağımsız olma arasında gider gelir. Tehlike yaratan durumlarda ya da ısırma, vurma ve tırnaklama gibi davranışlar karşısında sakin olup fiziksel ceza vermeden çocuğa kendi kendisini nasıl kontrol edeceğini öğretmek gerekir.

Örneğin bir alışveriş gününde bir şeyi bahane ederek öfke nöbetine giren, ağlayıp tepinen çocuğa vurmanın ya da onu azarlamanın bir yararı yoktur. Çocuk fazla uyarıcıyla yüklenmiştir ve üstelik de sizin ilginiz üzerinde değildir. Böyle bir durumda çocuğu kenara çekip sakinleşmesini sağlamaya çalışın ve sakinleşinceye kadar bir yere kımıldamayacağınızı söyleyin eğer durum uygunsa sizin çocuğunuz değilmiş gibi davranın. Sakinleşince de “Bak böyle davranınca kendini çok kötü hissettin değil mi?” diyerek kendine olanları anlamasını sağlayın. Kendini kontrol etmeyi öğrenene kadar onunla bir daha bir yere gitmeyeceğinizi anlatmaya çalışın ve dediğinizi yapın.

Bu dönemde ebeveynin her ricası çocukta bir ikilem yaratır. Kazanacak mıyım kaybedecek miyim? Hem anne babasını sever hem de kendini ortaya koymak ister.  Çocuğun her türlü kontrole direndiği  böyle bir dönemde tuvalet eğitimine başlanmamalıdır. Yaşıtlarını taklit çok fazladır ve en iyi arkadaş grubu bir-iki kişilik gruptur. Arkadaşlar arasındaki saldırganlıklar daha çok  kontrolün kaybedildiği durumlarda ortaya çıkar ve gerçek saldırganlık değildir.

Bu yaş grubundakiler için ayrılıklar da çok üzücüdür; ancak bebeğin tepkisi ne olursa olsun ayrılıklar önceden çocuğa bildirilmelidir. Bu hem ayrılık anını kolaylaştırır hem de bebeğin gelecekte insanlara  güven duymasını sağlar. Bebeğiniz daha fazla çocuk oldukça daha fazla sözel tepki verecek ve daha makul hale gelecektir.

Dr. Yıldırım Bayezit DELDAL

Comments are closed.