logo

Peygamberlere selâm olsun.

HZ. YAHYÂ A.S: Kur’an’da adı geçen, İsrâiloğulları’na gönderilen bir peygamber.

HZ. ZEKERİYYÂ A.S: Kur’an’da adı geçen ve İsrâiloğulları’na gönderilen bir peygamber.

HZ YÛNUS A.S: Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen bir peygamber.

HZ İLYÂS A.S: Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberlerden biri.

HZ ZÜLKİFL A.S: Kur’an’da adı geçen bir peygamber.

HZ. SÜLEYMAN A.S: Hz. Dâvûd’un oğlu, İsrâiloğulları’na gönderilen hükümdar-peygamber.

HZ DÂVÛD A.S: İsrâiloğulları’na gönderilen ve kendisine Zebûr verilen peygamber.

HZ. HÂRÛN A.S: Hz. Mûsâ’nın kardeşi, onun yardımcısı olarak İsrâiloğulları’na gönderilen peygamber.

HZ. MÛSÂ A.S: İsrâiloğulları’na gönderilen ve kendisine Tevrat indirilen peygamber.

De ki: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana tarafından yardım edici bir güç ver!” İsra 80

“Rabb’im! Gerçekten ben iyice güçten kesildim. Saçım başım ağardı. Ve Rabb’im, Sana ettiğim dualarım hiç karşılıksız kalmadı.” “Gerçekten, benden sonra yerime geçeceklerden çok endişeliyim. Hanımım da kısır. Onun için bana katından bir veli bağışla.”

“Bana ve Yakub soyuna mirasçı olsun. Rabb’im, onu hoşnut olunan kıl.” Meryem 4-6

Şehid olarak dünyadan ayrılan Hz. Zekeriyâ ve Hz. Yahyâ Peygamberlere selâm olsun!

Hıristiyanlık’ta Vaftizci Yahyâ (John the Baptist, Jean-Baptist) ismiyle bilinir. İslâmî kaynaklardaki adıyla Yahyâ, Zekeriyyâ’nın oğlu olup annesi Hz. Meryem’in teyzesidir. Yahyâ isminin Batı dillerindeki karşılığı olan Jean’ın (John) aslı “Yehova lutfetti” anlamına gelen İbrânîce Yôhânân’dır; bu isim Grekçe’ye Ioannes, Latince’ye Joannes şeklinde geçmiştir (DB, III/2, s. 1153, 1591). İslâm kaynaklarına göre yahyâ kelimesi “yaşamak” anlamındaki hayât kökünden türemiştir. Bu isim Yahyâ’nın faziletli yaşayışı, annesinin kısırlığını giderip doğurganlığını canlandırması, kalbinin iman ve ihlâsla canlılık kazanması, Allah’ın onu itaatle diri tutması, şehidlerin hep diri kalması ve onun şehid olması sebebiyle “o yaşayacak” anlamında kendisine Allah tarafından verilmiştir (Sa‘lebî, s. 374; Jeffery, s. 290). Bir başka yoruma göre Allah, Zekeriyyâ’nın ve eşinin yaşlılıklarında doğan bu çocuğa yaşayacağı konusunda kalplerini mutmain etmek için bu adı koymuştur (Fîrûzâbâdî, VI, 94).

Yahyâ’nın ve onun takipçilerinin yaşayışı ve öğretisiyle ilgili olarak İncil ve Kur’an’daki bilgiler dışında geriye herhangi bir yazılı kaynak kalmamıştır. Bu sebeple Yahyâ’ya dair bilgiler -onunla ilgili tarihsel bilgiler değiştirilerek- onu Îsâ’nın müjdecisi ve sahip bulunduğu tanrısal niteliği ilk farkeden kişi konumuna koyan (Elliott, s. 18), kanonik olan ve olmayan İnciller’e (Markos, Matta, Luka, Yuhanna ve Tomas [Thomas]) ve Kur’ân-ı Kerîm’e dayanmaktadır. Bunun dışında Josephus’un Jewish Antiquities adlı eseriyle Sâbiî kutsal yazılarından Ginza’da ve Yahyâ’nın Kitabı’nda da ona dair bazı bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilerden Yahyâ’nın öğretisinin en önemli noktasını hangi ilkelerin teşkil ettiğini öğrenmek mümkündür.

Herod Antipas’ın Galile ve Perea, Pontius Pilatus’un Yahuda ve Sâmiriye bölgelerini yönettiği, Kefas’ın Kudüs’te başkâhinlik yaptığı dönemde “vaftizci” sıfatıyla tanınan Yahyâ adlı bir kişi halkın dikkatini çeker. Babasının adı Zekeriyyâ, annesinin adı Elizabet (İbrânîce’de Elişeba, İslâmî kaynaklarda Îşâ/İşbâ) olan bu kişi, Ürdün’ün kırsal kesiminde ve güneyde Ölüdeniz sınırındaki bölgede kendisine Allah tarafından peygamberlik verildiğini ileri sürer. Yahudilik’te kendilerini mâbed hizmetine adayan din adamı sınıfına (kohen/kâhin) mensup bir aile içinde dünyaya gelen Yahyâ, mâbed hizmetini üstlenmek yerine mensup bulunduğu sınıfı terkederek zühd hayatı sürmek için Ürdün nehrinin çevrelediği çöle çekilir. Kaynaklarda Yahyâ’nın çekirge ve yaban balı yiyerek hayatını sürdürdüğü, deve tüyünden elbise giydiği ve belinde deri kemer taşıdığı rivayet edilir (Markos, 1/6; Matta, 3/4). Yahyâ’nın bu giyim tarzıyla, Ahd-i Atîk’in Zekarya kitabında (13/4) ifade edilen geleneksel peygamber giyimini benimseyerek peygamberliğini şeklen de halka göstermek istediği belirtilir. Onun bu giyimi II. Krallar’da yer aldığı üzere (1/8) İlyâ’nın giyim biçimine daha çok benzemektedir. Nitekim o dönemde bazı kişiler Yahyâ’nın geri dönen İlyâ olduğunu iddia etmişlerdir. Luka İncili’nde anlatılan doğumu ve Markos ile Matta İncilleri’nde anlatılan ölümü dışında Yahyâ’nın hayat hikâyesini İncil rivayetlerine dayanarak ortaya koymak mümkün değildir. Meselâ Yahyâ gerçekten Îsâ’yı vaftiz etmiş midir? Bu soruya Matta ve Markos’ta verilen cevap olumlu iken Luka’da olumsuzdur. Yuhanna İncili’nde Yahyâ ile Îsâ’nın aynı zaman diliminde peygamberlik yaptıkları kaydedilirken Markos, Matta ve Luka İncilleri’nde Îsâ’nın, Yahyâ’nın yakalanıp hapsedilmesinden sonra tebliğ faaliyetine başladığı ifade edilmektedir.

Yahyâ’nın mensup olduğu yahudi toplumu bazı gruplara ayrılmıştı ve gruplardan üçü diğerlerine göre daha çok belirgindi. Bunlar Kudüs’teki kutsal mâbedin yönetimini, yahudi ekonomisini elinde tutan ve yahudi seçkinlerinden meydana gelen Sadûkīler, yahudi şeriatına sıkı sıkıya bağlı olan ve hem Tevrat’ı hem onun yorumu niteliğindeki sözlü yahudi geleneğini öğreterek aynı zamanda günlük yaşamlarına uygulamaya çalışan, orta sınıfı teşkil eden Ferîsîler ve Roma’nın Filistin bölgesini işgali sırasında manastır hayatı sürmek için Ölüdeniz bölgesine çekilen münzevilerin oluşturduğu Essenîler’dir. Yahyâ’nın, içinde yer aldığı grup kaynaklarda zikredilmese de onun yaşam ve giyim tarzıyla Essenîler’e benzediği, hatta başlangıçta bir Essenî olduğu ileri sürülmektedir. 1947’de Ölüdeniz/Kumran vadisinde bulunan ve Ölüdeniz/Kumran metinleri diye bilinen yazmaların çözülmesinden sonra bazı araştırmacılar, Yahyâ’nın Essenî olabileceğini daha yüksek bir ihtimal olarak dile getirmeye başlamışlardır. Yahyâ’nın Ölüdeniz bölgesinin yakınlarında tebliğ faaliyetinde bulunduğu, Essenîler gibi kıyamet gününün çok yaklaştığına inandığı ve İşaya’da ifade edildiği gibi (40/3) çölde Tanrı’nın iradesini hâkim kılacak bir düzeni tesis etme yolunu aradığı âşikârdır. Fakat Yahyâ ile Essenîler arasında kıyamet günü konusunda insanları uyarma, onları tövbe etmeye çağırma, suya dalıp çıkma şeklinde vaftiz uygulamasına yer verme, Yahudilik’teki din adamı sınıfını ve diğer yahudi otoritelerini kınama, insanları sade bir hayat yaşamaya teşvik etme gibi hususlarda benzerlikler bulunmasına rağmen aralarında ciddi farklılıklar da vardır. Meselâ Essenîler’in aksine Yahyâ, öğretisini dinleyip vaftiz olmak için yanına gelenlerden yerleşik bir cemaat tesis etmemişti. Ayrıca Essenîler gibi ayrılıkçı değil kapsayıcı ve bütün yahudi toplumuna hitap eden bir kişilikti. Bir diğer önemli fark da Essenîler gibi günlük veya haftalık vaftiz yerine insanları hayatta sadece bir defa vaftize çağırmış olmasıdır. Zira Yahyâ’nın vaftizi fiziksel temizlikten çok ebedî kurtuluşun kendisine bağlandığı, günahların affının sembolik bir göstergesiydi. Yine Yahyâ, Essenîler gibi beyaz elbise giymiyor, deve tüyünden entariyi tercih ediyordu.

Hıristiyan anlayışında Îsâ’nın teyzesinin oğlu ve vaftizcisi olan, onun geleceğini müjdeleyen ve milâttan sonra 27 yılında tebliğe başlayan Yahyâ’nın öğretisi insanların günahlarından tövbe ederek kıyamet gününe, Tanrı’nın krallığına hazır hale gelmeye ve Ürdün nehrinde vaftiz olmaya çağrılması şeklinde özetlenebilir. Yahyâ, yanına gelen kişileri bizzat kendisi Ürdün nehrinde vaftiz ediyordu. Vaftiz uygulamasının bir akarsuda suya dalıp çıkma şeklinde olduğu düşünüldüğünde aslında Yahyâ’nın da bir yahudi peygamberi sıfatıyla Yahudilik’te mevcut bir uygulamayı devam ettirdiği söylenebilir. Ancak o vaftize sembolik bir anlam yüklemiştir. Buna göre vaftiz kişileri her türlü mânevî kirden arındırır ve Tanrı’nın affına vesile teşkil eder. Bu anlamıyla Yahyâ’nın vaftizi, Kudüs’teki mâbed yapılanmasına ve bu yapılanmayı ellerinde tutan aristokrat yahudi sınıfına bir meydan okuma niteliği taşıdığından kendisi, hem aristokrat yahudilerin hem de bunların iş birliği yaptığı Roma idarecilerinin ciddi tepkisini çekmişti.

İbrâhim peygamberin soyundan gelmenin (İsrâilî olmanın) kişiyi kurtuluşa ulaştırdığı şeklindeki yahudi iddiasını şiddetle reddeden Yahyâ, her yahudi bireyin öncelikle ferdî olarak tövbe edip Ürdün nehrinde vaftiz olması gerektiğini vurgulamıştır. Böylece Yahudilik’teki “seçilmişlik/seçkin millet” anlayışına karşı çıkmış, Tanrı katında hiçbir kişinin veya milletin doğrudan kurtuluşu hak etmediğini, kurtuluşun ancak Tanrı’nın iradesine uygun bir yaşam sürmekle elde edilebileceğini söylemiştir. Bir ahlâk muallimi diye nitelenen Yahyâ’nın Luka İncili’nde belirtildiği üzere kendisine soru soranlara verdiği cevaplar da onun öğretisini özetlemektedir. Halk Yahyâ’ya, “Biz ne yapalım?” diye sormuş, Yahyâ da, “İki gömleği olan birini gömleği olmayana versin; yiyeceği olan da bunu hiç yiyeceği olmayanla paylaşsın” cevabını vermiştir. Bazı vergi memurları vaftiz olmaya gelerek Yahyâ’ya, “Muallim, ya biz ne yapalım?” diye sorunca onların sorularını da, “Size emredilenden daha çok vergi almayın” şeklinde cevaplandırmıştır. Askerler de, “Peki biz ne yapalım?” diye sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Kaba kuvvetle ya da haksız suçlamalarla kimseden para almayın, ücretinizle yetinin” (Luka, 3/10-14). Tövbe ve vaftiz uygulamasıyla Yahyâ, sıradan halk ile vergi toplayıcılarını ve fahişeler gibi toplumda günahkâr kabul edilenleri yahudi şeriatını titizlikle yerine getirme şartı aramadan Tanrı’nın iradesine uygun bir hayat sürmeye yöneltmiş (Matta, 21/32), böylece Îsâ Mesîh’in övgüsünü kazanmıştır. Yahyâ’nın bir diğer önemli görevi de kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemektir ve bunu, “Benden sonra benden daha güçlü olan geliyor …” şeklinde ifade etmiştir (Markos, 1/7; Luka, 3/16; Matta, 3/11). Yine Yahyâ, “Ben su ile vaftiz ediyorum, o sizi kutsal ruhla vaftiz edecek” demiştir (Markos, 1/8).

Yahyâ’nın öğretisi, aslında yahudi kutsal metinlerinde yer alan geçmiş İsrâil peygamberlerine ait öğretinin bir tekrarı ve devamı mahiyetindedir. Onun diğer İsrâil peygamberlerinden farkı yaklaşan kıyamet gününe vurgu yapması, insanları o güne hazırlıklı olmaya davet etmesi, bundan dolayı da genelde “apokaliptik bir elçi-vâiz” diye nitelendirilmesidir. Esasen Yahyâ ile Îsâ’nın öğretileri birbirine benzemektedir. İkisi arasındaki fark Yahyâ’nın zâhidâne bir hayatı tercih etmesine karşılık Îsâ’nın köy köy dolaşıp tebliğ faaliyetinde bulunmasıdır (Matta, 11/18-19). Kaynaklarda, Yahyâ’nın öğretisinin başarısı ve toplumda bu öğretiyi benimseyen kişilerin sayısıyla ilgili olumlu bilgiler yer almaz. Bunun muhtemel sebebi, Yahyâ hakkında bilgi veren hıristiyan kaynaklarında onun Îsâ Mesîh’in gelişinin hazırlayıcısı olarak görülmesi ve bundan dolayı öğretisinin Îsâ’dan bağımsız bir değer taşımadığının vurgulanmak istenmesidir. Bu durumda hıristiyan kutsal kitaplarında yer alan Yahyâ’ya dair bilgilerin değiştirildiği söylenebilir. Eğer iddia edildiği gibi Yahyâ’nın tebliğinin toplumda etkili olmadığı kabul edilirse o takdirde bölge yöneticisi Herod’un onu neden idam ettirdiği sorusu akla gelir. Aslında Yahyâ’nın tebliği neticesinde etrafında bir kalabalığın toplanmaya başlaması dönemin idarecilerini rahatsız etmiş olmalıdır. Nitekim Galile ve Perea bölgesinin yöneticisi Herod Antipas’ın, Yahyâ’nın bu tebliğinden rahatsızlık duyması yanında Nabat Kralı IV. Aretas’ın kızı olan hanımını boşayarak yahudi hukukuna göre meşrû sayılmayan, kardeşinin hanımı Herodias ile evlenmesinin Yahyâ tarafından eleştirilmesi onun öfkesini iyice arttırmış, Yahyâ’yı tutuklatıp hapse attırmış, daha sonra da başını kestirmek suretiyle idam ettirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Yahyâ’nın tarihsel kimliğinden ziyade onun dünyaya gelişi ve şahsiyeti üzerinde durulmaktadır. Âl-i İmrân ve Meryem sûrelerinde, Zekeriyyâ’nın Allah’tan kendisinden sonra mâbede hizmet edecek bir yardımcı vermesini istemesi üzerine kendisinin çok yaşlı, hanımının da kısır olmasına rağmen meleklerin ona adı Yahyâ olacak bir oğul müjdelediği ve bu ismin daha önce hiç kimseye verilmediği bildirilmekte, Yahyâ doğup büyüdüğünde kendisine, “İlâhî tebliğe sımsıkı sarıl” diye öğüt verilerek peygamber olarak görevlendirildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ayrıca Yahyâ’ya daha küçük bir çocukken hikmet, kalp yumuşaklığı ve safiyet ihsan edildiği, onun Allah’tan sakınan, annesine ve babasına karşı iyi davranan bir kişi olduğu belirtilmektedir (Âl-i İmrân 3/38-41; Meryem 19/2-15). Hadislerde ise Resûlullah’ın mi‘rac esnasında Yahyâ ile ikinci kat semada karşılaştığı (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Enbiyâʾ”, 43, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42; Müslim, “Îmân”, 259, 264; Müsned, II, 148; IV, 207), Allah’ın Yahyâ’ya kendisine şirk koşmamak, namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek ve Allah’ı zikretmekten ibaret beş şey emrettiği (Tirmizî, “Edeb”, 78; Müsned, IV, 130, 202), Yahyâ’dan başka herkesin hata işlediği veya hataya çok yaklaştığı (Müsned, I, 292, 295, 301) bildirilmektedir. Ayrıca İslâmî kaynaklarda Kâ‘b el-Ahbâr’dan naklen Yahyâ’nın güzel yüzlü ve yumuşak huylu bir kişi olduğu aktarılır (Fîrûzâbâdî, VI, 95). Bazı kaynaklara göre, İsrâ sûresinde İsrâiloğulları’nın yeryüzünde çıkaracakları bildirilen (17/4) iki karışıklıktan ikincisi onların Yahyâ’yı öldürmeleri ve Îsâ’yı öldürmeye karar vermeleridir. Ahd-i Cedîd’de kandile benzetilen Yahyâ’nın (Yuhanna, 5/35) kol ve kafa tası kemiklerinin Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emanetler Dairesi’nde bulunduğu ileri sürülmektedir.

MAHMUT AYDIN

Zekeriyyâ kelimesinin aslı İbrânîce Zekarya’dır ve “Yahve hatırlar” anlamına gelir. İslâmî kaynaklarda da kelimenin İbrânîce olduğu ve Zekeriyyü, Zekeriyyâ şeklinde telaffuz edildiği belirtilmektedir (İbn Düreyd, II, 324; Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 349; Jeffery, s. 151). Kitâb-ı Mukaddes’te bu adı taşıyan otuz bir kişiden bahsedilmektedir; içlerinden ikisi İslâmî kaynaklarda genelde birbirine karıştırılmıştır. Bunlardan biri, Luka İncili’nde bir yahudi kâhini diye gösterilen ve Yahyâ’nın babası olan Zekeriyyâ’dır ki Kur’an’da da bir yahudi peygamberi olarak tanıtılmaktadır. Diğeri ise yüksek rahip Berakya’nın oğludur. Bu zat, Bâbil sürgününden sonra Filistin bölgesini hâkimiyeti altına alan İran Kralı Darius’un idaresinin ikinci yılının (m.ö. 520) sekizinci ayında peygamber olarak görevlendirilen ve Eski Ahid’de de kendi adıyla anılan bir kitabı bulunan Zekeriyyâ’dır (Zekarya, 1/1); bunun Kur’an’da adı geçen Zekeriyyâ ile bir ilgisi yoktur.

Kur’an’da adı anılan Zekeriyyâ, Luka İncili’ne göre (1/5), Hârûn’un oğlu Eleazar’ın soyundan gelen ve Zerubabel ile birlikte Bâbil esaretinden dönen kâhinlerin lideri olan Abiya ailesine mensup bir kâhindir. Zekeriyyâ’nın, Hârûn’un zevcesiyle aynı adı taşıyan (Çıkış, 6/23) hanımı Elizabeth de (İbrânîce Elişeba, İslâmî kaynaklarda Îşâ/İşbâ) Hârûn soyuna mensup dindar bir kadındır, aynı zamanda Meryem’in akrabasıdır (1/5-6, 36). Îsâ’nın müjdecisi olan Yahyâ’nın babası Zekeriyyâ, Filistin bölgesinde yaşamış sâlih bir kimsedir. Nitekim Zekeriyyâ Kur’an’da Yahyâ, Îsâ, İlyâs ile birlikte dürüst ve erdemli kişiler arasında zikredilir (el-En‘âm 6/85). Luka İncili’nde de Zekeriyyâ’nın eşiyle birlikte Tanrı katında doğru kabul edilen kişilerden olduğu belirtilir.

Luka İncili’nin ilk babında (1/1-80) mâbede adanması sırasında Meryem’in korunmasını üstlenmesi dolayısıyla Zekeriyyâ hakkında ayrıntılı bilgi verilir. Buna göre Zekeriyyâ, Yahuda bölgesinin Romalı idarecisi Hirodes zamanında yaşayan, Yahuda’nın dağlık bölgesinde oturan, İsrâiloğulları’nın Abiya koluna mensup bir kâhindir. Eşi Elizabeth’le birlikte bir çocuk sahibi olmayı çok arzu etmelerine rağmen Elizabeth’in kısırlığı yüzünden çocukları doğmamış ve yaşları da hayli ilerlemiştir. Mâbedde hizmet sırasının kendi bölüğünde olduğu bir gün Zekeriyyâ, kâhinlik geleneği uyarınca mâbede girip buhur yakma görevini icra ederken Allah’ın meleği kendisine duasının kabul edildiğini ve karısının dünyaya bir oğul getireceğini, adının da Yahyâ olacağını müjdeler. Zekeriyyâ ise eşinin ve kendisinin yaşlılığını ileri sürerek bunun nasıl gerçekleşeceği konusunda bir işaret ister. Melek Cebrâil de (Gabriel), “Belirlenen zamanda yerine gelecek olan sözlerime inanmadığın için dilin tutulacak, bunların gerçekleşeceği güne kadar konuşamayacaksın” der. Bunun üzerine dili tutulan Zekeriyyâ çocuk doğup adını Yahyâ koyuncaya kadar konuşamaz ve insanlarla işaretleşerek anlaşmaya çalışır (Luka, 1/5-26).

Luka İncili’nin bu anlatımına karşılık Kur’an’da Meryem sûresinde (19/2-11) Zekeriyyâ’nın, Allah’a ihtiyarlık çağına geldiğini söyleyip ileride kavminin haktan sapmasından korktuğu için kendisine, hem kavmini sapmaktan koruyacak hem de Hz. Ya‘kūb’un mirasına sahip çıkacak bir yardımcı bahşetmesini niyaz ettiği belirtilir. Ardından bir melek ona hitap ederek adı Yahyâ olan bir erkek çocuğu doğacağını müjdeler. Buna şaşıran Zekeriyyâ, “Ey rabbim, karım kısır, ben de çok yaşlıyım; benim nasıl çocuğum olabilir?” diye tereddüdünü ifade edince melek de Allah’ın, “Bu benim için çok kolay bir iştir. Daha önce seni yoktan var eden ben değil miyim?” buyurduğunu Zekeriyyâ’ya nakleder. Zekeriyyâ, “Rabbim! Öyleyse bana çocuk sahibi olacağıma dair bir alâmet göster!” niyazında bulunur. Bu defa melek, “Senin istediğin alâmet üç gün boyunca insanlarla konuşamayacak olmandır” der (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/38-41; el-Enbiyâ 21/89-90).

Yahyâ’nın Allah tarafından Zekeriyyâ’ya mûcizevî bir şekilde bahşedilmesi konusunda Luka İncili ile Meryem sûresindeki bilgiler arasında büyük ölçüde paralellik bulunmakla birlikte aralarında bazı farklılıklar da söz konusudur. Luka İncili’nde, Zekeriyyâ’nın mâbedde iken Allah’tan bir çocuk istemesine dair duası kaydedilmeden sadece duasının kabul edildiği ve kendisine Yahyâ’nın müjdelendiği bildirilmekle beraber Meryem sûresinde Zekeriyyâ’nın, Allah’tan kendisine bir yardımcı vermesini talep ettikten sonra ona Yahyâ’nın müjdelenmesidir. İkinci farklılık, rabbinden bir işaret istemesi üzerine Luka İncili’nde Zekeriyyâ’nın Yahyâ doğuncaya kadar dilinin tutulmasına karşılık (Luka, 1/20) Meryem sûresinde onun insanlarla üç gün konuşamadığının belirtilmesidir.

Zekeriyyâ’nın Kur’an’da anılan bir başka özelliği de annesi tarafından mâbede adanan Meryem’in himayesini üzerine almış olmasıdır. Meryem’in mâbedde kimin himayesinde kalacağı hususunda İmrân ailesi arasında kura çekilince kura Zekeriyyâ’ya çıkar. Rivayete göre Meryem’in korunmasını üstlendikten sonra Zekeriyyâ mâbedde Meryem’e tahsis ettiği dua odasına (mihrab) her çıkışında onun yanında taze meyveler bulur. Bazı rivayetlere göre taze meyvelerden maksat onun kışın yaz meyvelerini, yazın da kış meyvelerini bulmasıdır. Meryem’e Allah tarafından meyveler ihsan edildiği bilgisine yer verilen rivayetlerde bu durumun Zekeriyyâ’yı, Allah’ın tıpkı Meryem’e mevsim dışı meyveler ihsan etmesi gibi yaşlanmış bedenlerinde bir çocuk üretebileceği düşüncesine sevkettiği ve bunun için Allah’a dua ettiği belirtilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de adı altı yerde geçen Zekeriyyâ (Âl-i İmrân 3/37, 38; el-En‘âm 6/85; Meryem 19/2, 7; el-Enbiyâ 21/89) duası kabul edilen, hayırlı işlere koşan (el-Enbiyâ 21/90), namaz kılan (Âl-i İmrân 3/39), Meryem’i himaye eden (Âl-i İmrân 3/37) bir kişi ve Allah’ın kulu olarak (Meryem 19/2) anlatılmaktadır (Fîrûzâbâdî, VI, 92-93). Kaynaklarda Zekeriyyâ’nın Dâvûd ve Süleyman soyundan geldiği zikredilmekle birlikte soy ağacında farklılıklar söz konusudur; bazı kaynaklarda ise rahip Berakya’nın oğlu olan Zekeriyyâ ile karıştırılmıştır (Ya‘kūbî, I, 68; İbn Kuteybe, s. 52; Sa‘lebî, s. 232). Bir hadiste marangozluk yaptığı bildirilen Zekeriyyâ’nın (Müsned, II, 296; Müslim, “Feżâʾil”, 169) vefatıyla ilgili hıristiyan kaynaklarında bilgi yoktur; İslâmî kaynaklarda ise onun tıpkı oğlu Yahyâ gibi şehid edildiği belirtilmektedir. Buna göre Yahyâ’nın Büyük Herod tarafından idam edilmesinden sonra yaşadığı bölgeden kaçan Zekeriyyâ yarılmış bir ağacın kovuğunda saklanmış, ancak şeytan onun elbisesinin bir kenarını dışarıda bırakmış, daha sonra düşmanlarına haber vermiş, onlar da ağacı keserek ikiye bölmüş, böylece Zekeriyyâ şehid edilmiştir (Sa‘lebî, s. 238-239). Türbesinin Halep Ulucamii bitişiğinde olduğu rivayet edilmektedir (DİA, XV, 248-249).

MAHMUT AYDIN

Balık sahibini de (Yunus’u da an)! Hani o, kendisine gücümüzün yetmeyeceğini sanarak öfkeyle çekip gitmişti. Karanlıkların içinde şöyle dua etmişti: “(Rabbim)! Senden başka ilah yoktur; sen yücesin. Şüphesiz ki ben haksızlık edenlerden oldum.” Enbiya 87 

Yûnus hakkında Kur’an’da da bazı bilgiler verilir; ondan Yûnus (en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/86; Yûnus 10/98; es-Sâffât 37/139), Zünnûn (el-Enbiyâ 21/87) ve “Sâhibü’l-hût” (el-Kalem 68/48) diye bahsedilir; kendisine vahiy indiği (en-Nisâ 4/163), doğru yola sevkedilenlerden, âlemlere üstün kılınanlardan (el-En‘âm 6/86), sâlihlerden (el-Kalem 68/50) ve peygamberlerden olduğu bildirilir. Kur’an’ın onuncu sûresi Yûnus adını taşımaktadır. Bu sûrede, kendilerine azap geleceği bildirilince iman etmeleri sayesinde azaptan kurtulan yegâne kavmin Yûnus kavmi olduğu beyan edilir (Yûnus 10/98). Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın elçilerinden biri olan Yûnus (es-Sâffât 37/139) -kavmi kendisine inanmayınca- öfkeyle onlardan uzaklaşmış (el-Enbiyâ 21/87), yüklü bir gemiye binmiş (es-Sâffât 37/140), çekilen kura neticesinde kaybedenlerden olmuş ve kendisini bir balık yutmuştur (es-Sâffât 37/141-142). Eğer Yûnus, Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı insanların tekrar dirileceği güne kadar o balığın karnında kalabilirdi; fakat o, “Senden başka ilâh yoktur, şüphesiz ben zalimlerden oldum” demiş (el-Enbiyâ 21/87-88; es-Sâffât 37/143-144), ardından duası kabul edilerek, Allah’ın rahmetiyle (el-Kalem 68/49) güçsüz bir halde balığın karnından çıkarılmış, kendisine gölge yapması için yanında kabak cinsinden geniş yapraklı yaktîn bitkisi yaratılmış (es-Sâffât 37/145-146; el-Kalem 68/49-50), daha sonra 100.000 veya daha fazla insana peygamber olarak gönderilmiştir (es-Sâffât 37/147). Yûnus’un kavmi iman etmiş, başlarına geleceği bildirilen azaptan kurtulmuş, bir süre daha nimetlerden faydalanarak yaşatılmıştır (Yûnus 10/98; es-Sâffât 37/148). Hadislerde de Yûnus’tan söz edilir. “Hiçbir insanın, ‘Ben Yûnus b. Mettâ’dan daha hayırlıyım’ demesi uygun değildir” hadisinde Yûnus babası Mettâ’ya nisbet edilir. Diğer bir hadisin meâli de şöyledir: “Yûnus b. Mettâ’dan daha hayırlı olduğunu iddia eden kimse yalan söylemiştir” (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 24, 35, “Tevḥîd”, 50, “Tefsîru sûreti’n-Nisâʾ”, 26, “Enʿâm”, 4, “Ṣâffât”, 1; Müsned, I, 242, 254, 292, 342, 348, 390, 440; II, 405, 451, 468, 539; İbn Mâce, “Zühd”, 33). Başka bir hadise göre Resûlullah, Mekke ile Medine arasındaki Herşâ tepesine geldiğinde, “Yuları hurma lifinden olan kızıl bir devenin üzerinde sırtında yünden bir aba ile Yûnus’un buradan telbiye ederek geçtiğini görür gibiyim” demiştir (Müsned, I, 216; Müslim, “Îmân”, 268, 269; İbn Mâce, “Menâsik”, 4).

Bazı İslâm kaynaklarına göre Yûnus, Ya‘kūb’un oğlu Bünyâmin’in kabilesindendir. Mettâ’nın Yûnus’un annesi olduğu, peygamberler içinde sadece Îsâ ile Yûnus’un annelerine nisbet edilerek anıldıkları rivayeti (Sa‘lebî, s. 406; İbnü’l-Esîr, I, 360) doğru değildir. Bazı kaynaklar Yûnus’un annesinin adını Sadaka olarak zikreder (Muhammed b. Abdullah el-Kisâî, s. 396; Zeynüddin İbnü’l-Verdî, I, 28). Yûnus peygamber Ninevâlı’dır ve kavmi putperesttir (Sa‘lebî, s. 407). İbn Kuteybe’ye göre (el-Maʿârif, s. 52) Hz. Yûnus Peygamber Elyesa‘dan (bazı kaynaklarda İlyâs), Makdisî’ye göre (el-Bedʾ ve’t-târîḫ, III, 110) Hz. Süleyman’dan sonra kendi kavmine peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. Ali’den nakledilen bir rivayete göre otuz yaşında iken kendisine vahiy gelen Yûnus, kavmine otuz üç yıl peygamberlik yapmış, fakat kendisine sadece iki kişi iman etmiştir (Sa‘lebî, s. 408). Yûnus kavminden ümit kesince onlara beddua ederse de kendisine bu hususta acele davrandığı bildirilir; kırk gün daha tebliğde bulunması emredilir, iman etmedikleri takdirde kendilerine azap ineceği haber verilir. Bunun üzerine Yûnus tekrar tebliğe başlar, otuz yedinci günde kavmine üç gün sonra azabın geleceğini, bunun alâmeti olarak da renklerinin değişeceğini söyler. Kırkıncı gün Yûnus kavminden ayrılır; ancak kavmi üzerlerine azap bulutları çökünce tövbe edip iman eder, Allah da onları bağışlar. Kavminin helâk edilmesini beklerken bağışlandığını gören Yûnus yalancı durumuna düşer, öfkelenerek oradan ayrılır ve bir gemiye biner. Bindiği gemi batma tehlikesiyle karşı karşıya gelince Yûnus gemiden atılır ve bir balık tarafından yutulur. Karanlıklar içinde Allah’a dua eden Yûnus’un duası kabul edilir ve sahile çıkarılır; sahilde bir bitki onu gölgeler. İyileşince tekrar Ninevâ’ya gönderilir. Rivayete göre Yûnus balığın karnında üç, yedi, yirmi veya kırk gün kalmıştır (a.g.e., s. 408-411). Diğer bir rivayete göre Yûnus, Ninevâ halkını kırk gün boyunca Allah’a iman etmeye ve kötülüklerden uzak durmaya çağırır, fakat kavmi onu dinlemez. Cenâb-ı Hak, Yûnus’tan şehri terketmesini ister, ardından azap gelince halk bu defa tövbe eder, Allah da onları bağışlar. Buna öfkelenen Yûnus, “Allahım! Onlar beni yalancı çıkardılar ama sen onları affettin, bir daha onların yanına dönmeyeceğim” diyerek bir gemiye biner. Fırtına çıkınca Yûnus gemiden atılır ve Hint’ten geldiği söylenen bir balık tarafından yutulur. Balığın karnında üç veya kırk gün kalır. Allah’ın emriyle balık onu tüysüz yavru kuş gibi, ayakta duramaz, göremez ve yürüyemez bir halde Dicle kenarına çıkarır. Allah onun için dört dallı bir bitki yaratır, Cebrâil gelerek vücudunu mesheder. Dişi bir ceylan onu emzirir. Yûnus kırk günlük uykusundan uyanınca bitkinin kuruduğunu, ceylanın gittiğini görerek üzülür. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak kendisinin kuruyan bitkiye üzüldüğünü, fakat 100.000 insana acımadığını söyler. Daha sonra Yûnus kaybettiği eşine ve çocuklarına kavuşarak memleketine döner, ölünceye kadar tebliğ faaliyetini sürdürür (Muhammed b. Abdullah el-Kisâî, s. 296-301).

İslâm kaynaklarında Yûnus’un peygamberliğinin balık tarafından yutulmadan önce mi sonra mı olduğu, öfkeyle çıkıp gittiğinde kime öfkelendiği hususunda çeşitli yorumlar vardır; “Ve o balık sahibini de an; hani o gücümüzün kendisine ulaşamayacağını sanarak öfkeyle çıkıp gitmişti” âyeti (el-Enbiyâ 21/87) müfessirlerce farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bir izaha göre Yûnus, İsrâiloğulları’ndan dokuz buçuk kabileyi esir alıp götüren krala esirleri salıvermesi için elçi olarak gönderilmek istenir, fakat o bu görevi kabul etmez. Kavmi tarafından kınanan Yûnus hem kendisini görevlendiren krala hem de kavmine kızarak oradan uzaklaşır. Bir gemiye biner, fırtına çıkınca denize atılır, balık tarafından yutulur, daha sonra kıyıya çıkarılır, iyileşir ve tekrar gönderilir. “Biz onu halsiz bir durumda ıssız bir kıyıya çıkardık ve onun üzerinde bir bodur fidan yeşerttik, onu 100.000 veya daha fazla kişiye gönderdik” meâlindeki âyet (es-Sâffât 37/145-147) peygamberliğin kendisine balık tarafından yutulduktan sonra verildiğini gösterir (Fahreddin er-Râzî, XXII, 212-213). Başka bir rivayete göre Cebrâil, Yûnus’tan hemen Ninevâ’ya gidip halkı uyarmasını ve azabın çok yakın olduğunu bildirmesini ister, Yûnus ise yolculuk için binek aramaya koyulur. Cebrâil acele etmesini söyleyince de öfkelenerek oradan uzaklaşır ve bir gemiye biner (a.g.e., XXII, 213; Taberî, Târîḫ, I, 375). Diğer bir izaha göre ise balığın Yûnus’u yutması Ninevâ’daki tebliğ görevinden sonradır. Nitekim o halka, inanmadıkları takdirde hemen azabın geleceğini bildirmiş, fakat Allah tövbeleri sayesinde onları affedince Yûnus yalancı durumuna düşmüş ve bundan duyduğu öfkeyle oradan ayrılmıştır (Fahreddin er-Râzî, XXII, 213). Bazı müellifler de kendisini yalancı çıkardığından dolayı rabbine kırgın olduğunu, diğer bazıları ise kavmi imana gelmediği için kavmine öfkelendiğini kaydeder (a.g.e., XXII, 214-215; Taberî, Târîḫ, I, 376). Makdisî, Yûnus’un gelecek azap konusunda Ninevâlılar’ı uyarıp oradan ayrıldığını, bu arada Ninevâlılar’ın tövbe etmeleri üzerine Allah’ın onları affettiğini ve Yûnus’tan tekrar kavmine dönmesini istediğini, fakat kavminin tövbesinden habersiz olan Yûnus’un öldürülmekten korktuğu için kavmine öfkelenerek oradan ayrıldığını, bindiği gemiden denize atılıp onu yutan balığın karnında bir süre kalarak cezasını çektiğini söyler (el-Bedʾ ve’t-târîḫ, III, 110-113). Kur’an’da, “Öyle ise rabbinin hükmünü sabırla karşıla ve öfkeye kapıldıktan sonra ıstırap içinde haykıran balık sahibi gibi olma” âyetinde (el-Kalem 68/48) Yûnus’un davranışı kınanmakta ve Resûl-i Ekrem’e, müşriklerin iman etmemesi durumunda hemen öfkeye kapılmaması bildirilmektedir.

ÖMER FARUK HARMAN

Zünnûn, Yûnus peygamberin lakabıdır. Balık tarafından yutulduğu için kendisine Zünnûn lakabı verildiği söylenir. Putlara tapan Ninevâ (Ninova) halkını tevhid dinine davet etmekle görevlendirilmiş olan Hz. Yûnus, halkı uzun süre dine davet etmesine rağmen kendisine çok az kimse iman etmişti. Bu durum karşısında ümidini yitiren Yûnus, kavmine kızmış, onların başına gelecek bir musibetten kendisini kurtarmak için gemiye binip şehirden uzaklaşmıştır. Bindiği gemi, yükünün fazla olması sebebiyle batmaya yüz tutunca geminin yükünü hafifletmek üzere çekilen kura neticesinde denize atılmış ve bir balık tarafından yutulmuştur. İşte Yûnus’un karanlıklar içinde yaptığı duadan maksat bu balığın karnında iken yaptığı duadır. Yüce Allah Yûnus’un duasını kabul ederek onu bu sıkıntıdan kurtarmış, balık onu hasta bir halde açık bir yere bırakmıştır; Yûnus iyileştikten sonra tekrar kavmine dönmüştür. Kendilerinden ümit keserek terkettiği kavmi ise, sonunda gerçeği görerek putperestliği bırakmışlar, tövbe edip Allah’ın birliği inancına döndükleri için azaptan kurtulmuşlardır.  Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 697

Kur’an’da iki defa İlyâs (el-En‘âm 6/85; es-Sâffât 37/123), bir defa da İlyâsîn (es-Sâffât 37/130) şeklinde ismen zikredilmekte, mümin kullardan olduğu, kavminin taptığı Ba‘l inancıyla mücadele ettiği ve daha sonra gelenler arasında hayırla anıldığı belirtilmektedir. Arap dilcilerine göre İlyâs yabancı bir kelime olup (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 13; Jeffery, s. 68) aslı İbrânîce Eliyah veya Eliyahu’dur. “Yahve tanrımdır” anlamına gelen bu ismin, onun asıl adı değil peygamberlik görevini simgeleyen bir lakap olabileceği de belirtilmektedir (EJd., VI, 633). Arapça’da İlyâs şeklini alan Eliyahu, Yunanca’ya ve Latince’ye Elias olarak geçmiştir. Kelimenin Arapça’ya Hıristiyanlık kanalıyla girdiği ileri sürülmektedir (Jeffery, s. 68). Josef Horovitz, İlyâs’ın Yunanca’da Elias ve Eleias, Etiyopya dilinde Elyas, Süryânîce’de Eliya olduğunu, İslâm’a Habeş Hıristiyanlığı yoluyla geçtiğini belirtmektedir (Koranische Untersuchungen, s. 99).

Kur’ân-ı Kerîm’de İlyâs hakkında başka bilgi bulunmazken tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında çeşitli rivayetler yer almaktadır. Bu rivayetlerde onun şeceresi İlyâs b. Yâsîn b. Finhâs b. Îzâr b. Hârûn b. İmrân veya İlyâs b. Âzir b. Îzâr b. Hârûn b. İmrân şeklinde verilmektedir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXIII, 58; Târîḫ, I, 461; İbn Kesîr, I, 337). Her iki şecerede de İlyâs, Hârûn’a varan bir soya mensup gösterilmiştir. Ahd-i Atîk’te Hârûn’un Nadab, Abiu, Eleazar ve İthamar adında dört oğlunun bulunduğu nakledilir. Buna göre İslâmî kaynaklarda Hârûn’un oğlu olarak zikredilen “el-Îzâr”, Ahd-i Atîk’teki Eleazar olmalıdır. Ahd-i Atîk’te Hârûn’dan sonra başkâhinlik görevini Eleazar’ın, onun ölümü üzerine de oğlu Pinehas’ın devraldığı belirtilir. İslâmî kaynaklara göre İlyâs, Pinehas’ın (Finhâs) torunudur. Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen İlyâs, Kitâb-ı Mukaddes’teki İlyâ (Eliyahu-Eli) olmalıdır. Zira Kur’an’daki İlyâs da tıpkı peygamber İlyâ gibi Ba‘l putperestliğiyle mücadele etmiştir

İlyâ, Ahd-i Atîk’te geçen büyük peygamberlerden biridir. II. Tarihler (21/12) bölümündeki kısa temas bir yana bırakılırsa Ahd-i Atîk’te ondan sadece Krallar bölümünde bahsedilmektedir. Peygamber İlyâ (Eli) kıssasının yer aldığı I. Krallar ile (XVII) II. Krallar’daki (II/12) kısımlarda verilen mâlûmat birbiriyle bağdaşmamaktadır; burada farklı kaynaklardan gelen bilgiler ve değişik edebî türde bir anlatım söz konusudur. Bu bilgilere göre İlyâ, milâttan önce IX. yüzyılda İsrâil kralları Ahab (874-853) ve oğlu Ahazya (853-852) döneminde İsrâil Krallığı’nda görev yapmıştır. Ahd-i Atîk, İlyâ’nın menşeiyle ilgili olarak fazla bilgi vermez. 

İlyâ’nın ölümü tatmadan hem bedenen hem ruhen semaya çıktığı kabul edilmekte, ancak semada nereye götürüldüğü bilinmemektedir. Bir mektubundan hareketle (II. Tarihler, 21/1-15) bazı araştırmacılar, onun Yahuda Kralı Yehoram’ın saltanatı sırasında hâlâ hayatta bulunduğunu ileri sürmektedir. Fakat genellikle İlyâ’nın göğe yükselişinin, Yehoram’ın (851-842) İsrâil tahtına oturmasından önce ve Yehoşafat’ın Yahuda krallığı döneminde (867-846) olduğu kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in son iki cümlesi Peygamber İlyâ’nın tekrar dünyaya geleceğini bildirmektedir. Bu sebeple yahudi milletinin hâfızasında onun hâtırası hep canlı kalmıştır (DB, II/2, s. 1675). Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd arasındaki dönemin ürünü olan Siracide kitabında (48/10) Ben Sira, İlyâ’nın çeşitli mûcize ve özelliklerini sayarken gelecekte Ya‘kūb’un kabilelerinin İlyâ tarafından tekrar tesis edileceğini belirtmektedir.

Ahd-i Atîk’teki ifadeyi dikkate alan Hz. Îsâ zamanındaki yazıcılar da İlyâ’yı bekliyor ve onun gelişini Mesîhî zamanların yaklaştığının işareti olarak görüyorlardı (Matta, 17/10, 12; Markos, 9/11). Yahudilerin isteğine uyarak Kâhinler ve Levililer, Hz. Yahyâ’dan kendisinin beklenen İlyâ olup olmadığını sormuşlardır. Yahudilerden bir kısmı Yahyâ’yı ve Îsâ’yı beklenen İlyâ olarak kabul etmişlerdi (Yuhanna, 1/21; Matta, 16/14; Luka, 9/8). Hz. Îsâ ise bir taraftan yazıcılara İlyâ’nın geldiğini belirterek Yahyâ’nın beklenen İlyâ olduğunu söylemekte (Markos, 9/12-13; Matta, 11/7-14; 17/12), diğer taraftan İlyâ’nın daha sonra geleceğini ve her şeyi yeniden tesis edeceğini haber vermekte, Hz. Yahyâ da kendisinin İlyâ olmadığını söylemekte, başka bir münasebetle Îsâ’dan gelecek olanın kendisi olup olmadığını sormaktadır. Luka İncili’ndeki bir ifadeye göre (1/17) Hz. Yahyâ gerçek İlyâ değilse bile onun ruhunu taşıyordu. Bir yoruma göre Hz. Îsâ, Yahyâ’nın İlyâ olduğunu söylemekle sadece İlyâ’ya benzer bir peygamberin geldiğini belirtiyordu (NDB, s. 223; DB, II/2, s. 1676). Grek ve Latin kiliseleri 20 Temmuz’u İlyâ’yı anma günü olarak kabul etmişlerdir. Yahudi bilginleri, İlyâ’nın bir gün geleceğini ve kendilerinin sonraya bıraktıkları cevapları verip açıklamaları yapacağına inanmaktadırlar (DB, II/2, s. 1675-1676).

İlyâs peygamberin halen hayatta olduğuna dair Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde bilgi yoksa da bu konuda yine İsrâiliyat türünde çeşitli rivayetler vardır. Kâ‘b el-Ahbâr’dan nakledilen bir rivayete göre dört peygamber halen sağdır. Bunlardan İlyâs ve Hızır yerde, İdrîs ve Îsâ göktedir. İlyâs karalarda, Hızır ise denizlerde Muhammed ümmetinden darda kalanların imdadına yetişmekle mükelleftir. Ancak İbnü’l-Cevzî, Hızır ve İlyâs’ın hayatta olduğunu ileri süren bütün rivayetlerin uydurma olduğunu belirterek bunların öldüğüne dair çeşitli deliller ileri sürer. Meselâ Kur’an’da, “Ey Muhammed! Biz senden önce dünyada hiçbir insana ebedîlik vermedik” buyurulurken (el-Enbiyâ 21/34) Hz. Peygamber de o anda hayatta olanlardan 100 yıl sonra kimsenin kalmayacağını ifade eden hadisiyle (Buhârî, “ʿİlim”, 41; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 18; Tirmizî, “Fiten”, 64) hiçbir insanın ölümsüz olmadığına işaret etmiştir. Ayrıca İslâm âlimlerinin çoğu İlyâs’ın öldüğüne kanidir.

ÖMER FARUK HARMAN

Kur’an’da adı geçen bir peygamber.

Sözlükte “sahip, mâlik” anlamındaki zû ile “nasip, kısmet; eş, benzer; kefalet” gibi anlamlara gelen kifl kelimesinden oluşan zülkifl “nasip, kısmet veya kefalet sahibi” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “kfl” md.). Zülkifl ismi Kur’an’da iki âyette geçer (el-Enbiyâ 21/85; Sâd 38/48). İlk âyette, “İsmâil, İdrîs ve Zülkifl’i de an; çünkü onların hepsi sabreden kimselerdi”; ikincisinde, “İsmâil, Elyesa‘ ve Zülkifl’i de zikret; çünkü onların hepsi çok hayırlı kimselerdi” buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de hakkında başka bilgi bulunmayan Zülkifl’in belli bir kişinin adı veya sıfat mı olduğu, şahıs adı ise bu şahsın kimliği, nebî mi yoksa velî mi olduğu hususu tartışmalıdır. Bazıları bu kelimenin, “Bir şeyden ya da bir kişiden sorumlu oldu” veya, “Bir şeyi yapmayı tekeffül etti” anlamında bütün peygamberler için kullanıldığını, dolayısıyla tek bir kişiyi değil Allah’a gönülden bağlanmış herkesi ifade ettiğini ileri sürmektedir (Muhammed Esed, s. 661). Ancak ilgili âyetlerin bağlamından zülkifl kelimesinin bir sıfat olmadığı anlaşılıyorsa da bunun bir kişinin adı mı yoksa lakabı mı olduğu hususu yine tartışmalıdır. Fahreddin er-Râzî her ikisini de muhtemel görmekle birlikte kelimenin isim olma ihtimalini daha kuvvetli bulmaktadır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXII, 211). Diğer taraftan “Zünnûn”un Yûnus peygamberin (el-Enbiyâ 21/87), “Zü’l-eyd”in Dâvûd peygamberin (Sâd 38/17) lakabı olduğu gibi Zülkifl’in de bir lakap kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler de vardır (Mevdûdî, III, 326). Bununla birlikte âyetlerden Zülkifl’in bir sıfat veya lakap olmayıp bir peygamber, dolayısıyla tarihî bir şahsiyet olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda zikredilen Enbiyâ ve Sâd sûrelerindeki kullanımlarında yer alan Zülkifl ifadesi peygamberlerle beraber anılmaktadır. Bu gerekçelere dayanan Fahreddin er-Râzî ile İbn Kesîr, Zülkifl’in peygamber olduğu sonucuna varmışlardır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXII, 211; Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, IX, 431).

Zülkifl’in hayatı ve şahsiyeti hakkında birçok rivayet vardır. Ahmed b. Hanbel’in Abdullah b. Ömer’den naklettiğine göre Kifl, İsrâiloğulları’ndan günah işlemekten çekinmeyen bir kişidir. Bir gün karşısına çıkan bir kadına kendisiyle beraber olması karşılığında 60 dinar verir. Ancak kadın aslında kendisinin iffetli birisi olduğunu, fakirlik yüzünden ilk defa böyle bir iş yapacağını söyleyince Kifl verdiği parayı geri almadan kadını bırakır ve artık günah işlemeyeceğine dair söz verir. Kifl o gece ölür ve sabahleyin kapısının üzerinde, “Allah Kifl’i bağışladı” yazısı görülür (Müsned, II, 23). Bu rivayette geçen, ömrünü günah işlemekle geçirmiş Kifl’in Kur’an’da anılan Zülkifl olması düşünülemez, zira hem bu hadisin isnadı rivayet tekniği açısından garîbdir hem de metinde Zülkifl değil Kifl diye birinden bahsedilmektedir (İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, IX, 433-434). Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel dışında muteber hadis kaynaklarında Zülkifl’e dair bilgi yoktur. Buna karşılık tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında birbirinden farklı çok sayıda rivayet yer alır. Meselâ Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye ve Mücâhid’e göre Zülkifl peygamber değil Allah’ın övgüsünü kazanmış sâlih bir kuldur. Abdullah b. Abbas’a göre İsrâiloğulları’ndan Dâvûd ve Süleyman gibi bir kral peygamberin yahut İsrâiloğulları arasında ismi adaletle özdeşleşmiş bir kadı veya kralın halefidir. Tâbiînden Abdullah b. Hâris el-Hâşimî ile Hasan-ı Basrî’nin çoğunluk tarafından benimsenen görüşüne göre ise Zülkifl bir peygamberdir (a.g.e., IX, 431-433; Fahreddin er-Râzî, XXII, 210-211).

Rivayetlerde Zülkifl’in niçin bu lakapla anıldığı hususunda da farklı anlatımlar vardır. Mücâhid’den gelen bir rivayete göre Zülkifl, Elyesa‘ peygamberin halefidir. Elyesa‘ yaşlanınca kendisine üç gün boyunca gündüz oruç tutup gece namaz kılacak ve ihtilâflı konularda sinirlenmeyecek bir halef arar. Her defasında bu şartları yerine getireceğini söyleyen bir genç ortaya çıkar ve şeytanın iğvâsına kapılmadan, öfkelenmeden istenilen şartları yerine getirir, böylece Zülkifl diye anılmaya hak kazanır (Taberî, XVII, 74; Fahreddin er-Râzî, XXII, 211). İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre ise Allah, kendisine krallık da verilen İsrâiloğulları’ndan bir peygambere, “Ruhunu kabzetmek istiyorum. Saltanatını İsrâiloğulları’ndan gündüzlerini oruçla, gecelerini ibadetle geçirecek ve insanlar arasında hükmettiğinde öfkelenmeyecek birine teslim et” der. Peygamber bu durumu halka üç defa duyurur ve her defasında bir genç şartları yerine getireceğini vaad eder. Şeytan bu gence engel olmaya çalışırsa da başaramaz. Allah genci över ve onu üstlendiği vazifeyi hakkıyla yerine getirdiği için Zülkifl diye adlandırır (a.g.e., XXII, 210-211). İbn Abbas’tan gelen başka bir rivayete göre İsrâiloğulları’ndan bir kral veya kadı ölümünden kısa bir süre önce, “Kim benim yerime geçecek, ama asla öfkelenmeyecek?” diye bir çağrıda bulunur, bu çağrıya cevap veren bir kişi bütün gece namaz kılar, gündüz oruç tutar, insanlar arasında adaletle hükmeder, şeytanın tuzaklarından kurtulur, böylece Zülkifl diye anılır (İbn Kesîr, IX, 431-432). Zülkifl’i peygamber kabul etmeyen Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye göre Zülkifl, İsrâiloğulları arasında yaşayan ve günde 100 defa namaz kılan sâlih bir kulun vefat etmesi üzerine onun güzel işlerini üstlenen bir kişidir ve kendisi de her gün 100 defa namaz kıldığı için Zülkifl adını almıştır (Taberî, XVII, 75; İbn Kesîr, IX, 433). Diğer taraftan tefsirlerde Zülkifl, Hz. Eyyûb’un oğlu Bişr, Yûşa‘ b. Nûn, Zekeriyyâ, Elyesa‘, Hezekiel ve hatta Buda ile özdeşleştirilmiştir. Bunların yanında Zülkifl’in Allah’ın kendilerini iki isimle andığı beş peygamberden biri olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre İsrâil Hz. Ya‘kūb’un, Mesîh Hz. Îsâ’nın, Zünnûn Hz. Yûnus’un, Ahmed Hz. Muhammed’in, Zülkifl de Hz. İlyâs’ın Kur’an’daki ikinci ismidir (Fahreddin er-Râzî, XXII, 212).

Tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında Zülkifl’in, özdeşleştirildiği isimlerden Elyesa‘ ve Zekeriyyâ olması mümkün değildir. Zira Sâd sûresinde (38/48) Zülkifl’in yanında Elyesa‘, Enbiyâ sûresinde (21/85) ise Zülkifl’in ardından 89. âyette Zekeriyyâ zikredilir. Zülkifl’i İlyâs ve Yûşa‘ ile ilişkilendirilecek veya bunu teyit edecek hiçbir işaret de yoktur. Buda ile özdeşleştirildiği takdirde Zülkifl, “Kiflli” anlamına gelir, Kifl de Buda’nın doğduğu yer olan Kapilavastu’dur. Âlûsî yukarıdaki rivayetlere ilâveten yahudilerin Zülkifl’i Ahd-i Atîk’te adı geçen ve İsrâiloğulları’na gönderilen Hezekiel ile aynı kişi kabul ettiklerini nakleder (Rûḥu’l-meʿânî, X, 122). Mevdûdî çağdaş müfessirlerin, hakkında bir delil bulunmamasına rağmen Zülkifl’in Hezekiel olduğu yolundaki görüşü kabul etmeye meylettiklerini söyler ve bunu mantıklı bulur. Ona göre âyette geçen, “O sabreden sâlihlerdendi ve ona lutfettik” ifadesi Ahd-i Atîk’teki Hezekiel kitabınca da desteklenmektedir. Hezekiel, İsrâil tarihinin en sıkıntılı dönemlerinde yaşamış, milâttan önce 597’de Bâbil Kralı Buhtunnasr döneminde esir alınmış, çeşitli eziyetlere katlanmış, esaretinin beşinci yılında peygamber olarak görevlendirilmiş ve yirmi iki yıl peygamberlik yapmıştır (Tefhîmü’l-Kur’ân, III, 327; Ahd-i Atîk, Hezekiel kitabı). Brockelmann, Kâ‘b el-Ahbâr adına uydurulan Ḥadîs̱ü Ẕilkifl adlı bir kitaptan (Bulak 1283) söz etmektedir (GAL Suppl., I, 101).

ÖMER FARUK HARMAN

İslâm’da. Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere tefsir, hadis, tarih ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında bir hükümdar-peygamber olarak Hz. Süleyman’dan ve onun üstün vasıflarından genişçe bahsedilmektedir.

Kur’an’da on yedi yerde ismen geçen Süleyman’ın Hz. Dâvûd’un oğlu ve vârisi olduğu, üstün kılındığı, şükreden, sâlih, hakîm, anlayışlı bir kul olduğu bildirilmekte, keskin zekâsı, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma yeteneğinden söz edilmektedir (el-Enbiyâ 21/78-79; en-Neml 27/15, 16, 19, 20, 27, 34, 40; Sâd 38/30). Allah diğer peygamberler gibi Süleyman’a da vahiyde bulunmuş ve onu da diğerleri gibi doğru yola iletmiştir (en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/84). Kur’an, Süleyman’ın güzel bir kul olduğunu, daima Allah’a yöneldiğini, Allah katında büyük değeri ve güzel yeri bulunduğunu belirtmektedir (Sâd 38/30, 40).

Dolayısıyla Ahd-i Atîk’te yer alan, Süleyman’ın son dönemlerinde putlara taptığı, Allah nazarında değerini yitirdiği, hükümdarlığının elinden alınmasıyla tehdit edildiği gibi rivayetler, hem İslâm’ın peygamberlik anlayışıyla hem de Kur’an bilgileriyle çelişmektedir.

Hz. Süleyman’ın babasına vâris oluşu (en-Neml 27/16) ve babasının kendi yerine onu seçmesiyle ilgili çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a on üç soru göndermiş ve bu soruları oğlu Süleyman’a sormasını istemiş, şayet bunları bilirse kendisinin yerine geçeceğini Dâvûd’a bildirmiş, Süleyman da soruların hepsini doğru şekilde cevaplamıştır. İslâm kaynaklarında Hz. Süleyman’ın on iki veya on üç yaşlarında tahta geçtiği, Suriye’den İran’a kadar uzanan bölgeye, hatta bütün dünyaya hâkim olduğu, dünyanın ikisi mümin, ikisi kâfir dört kişinin egemenliğinde bulunduğu, müminlerin Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirlerin Nemrud ve Buhtunnasr olduğu rivayet edilmektedir (Sa‘lebî, s. 290-292).

Süleyman’a verilen nimetler ve onun üstünlükleri bağlamında Kur’an’da yer alan bilgilere göre Süleyman, “Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen daima bağışta bulunansın” diye dua etmiş, “Bunun üzerine biz de istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları emrine verdik” buyurulmuş ve, “İşte bu bizim bağışımızdır, ister ver, ister elinde tut” ifadesiyle yetkinin tamamen kendisinde olduğu belirtilmiştir (Sâd 38/35-39).

Allah, Hz. Dâvûd gibi Süleyman’ı da peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmış, saltanatı ve nübüvveti onların şahsında toplamıştır (el-Bakara 2/251; el-Enbiyâ 21/79; en-Neml 27/15; Sâd 38/35-38). Ancak Hz. Süleyman’ın olayları değerlendirme ve problemleri çözme kabiliyeti babasından daha üstündür. Bunun Kur’an’da atıf yapılan bir örneği (el-Enbiyâ 21/78-79) şöyle anlatılmaktadır: Bir koyun sürüsü geceleyin bir ekin tarlasına girip zarara yol açar. Ekin sahibi ile sürü sahipleri arasındaki davada hâkimlik yapan Dâvûd ve Süleyman farklı kararlar verirler. Hz. Dâvûd koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmeder, oğlu Süleyman ise şu hükme varır: Ekin tarlası sürü sahiplerine verilmeli, onlar ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üstlenmelidir. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve yavrularından yararlandırılmalıdır. Hz. Dâvûd oğlunun bu ictihadını beğenerek kendi görüşünden vazgeçer (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, X, 50-54; Sa‘lebî, s. 289). Hz. Süleyman’ın mesele çözmedeki maharetine ve kararlarındaki isabete örnek olarak aynı çocuğu sahiplenen iki kadın olayı hadislerde de yer almaktadır (Tecrid Tercemesi, IX, 158-162).

Kur’an ayrıca Hz. Süleyman’ın atlara, özellikle yarış atlarına olan sevgisinden bahsetmektedir: “Akşama doğru kendisine üç ayağının üzerinde durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. Süleyman: ‘Gerçekten ben mal sevgisini rabbimi anmak için istedim’ dedi. Nihayet güneş battı. ‘Onları tekrar bana getirin’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı” (Sâd 38/31-33). Bu âyetle ilgili çeşitli rivayetler mevcuttur. Bir rivayete göre Hz. Süleyman sefer hazırlığı esnasında malzemeleri kontrol etmiş, daha sonra atları incelemiş, fakat bu uzun sürmüş ve ikindi namazı vakti geçmiştir. Duruma üzülen Süleyman atların kendisini zikirden alıkoyduğunu söyleyerek getirilmelerini istemiş ve at sevgisini kalbinden tamamen atmak için onların bacaklarını ve boyunlarını kestirmiştir. Diğer bir rivayete göre ise atları teftiş eden Hz. Süleyman, onlara karşı olan sevgisinin yine Allah’ın emri ve rızası doğrultusunda olduğunu söylemiş ve koşarak toz bulutu arkasında kaybolan atların tekrar getirilmesini emretmiş, atların boyun ve bacaklarını sıvazlayarak sevmiştir. Taberî’ye göre ilk rivayet kabul edildiği takdirde Süleyman’ın namazı terkettiği, namazı unutacak kadar dünyaya düşkün olduğu, bir savaş aracı olan atları acımasızca öldürdüğü de kabul edilmiş olacaktır ki bu doğru değildir. Atları seven bir kişinin onları öldürmesi düşünülemez (Câmiʿu’l-beyân, XI, 156).

Hz. Süleyman’ın emrine kasırga gibi esen rüzgâr verilmiştir ki (el-Enbiyâ 21/81) bu rüzgârın sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir ay sürmektedir (Sebe’ 34/12). Bu âyetin tefsirinde doğruluğu tartışmalı olan çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetlerde Hz. Süleyman’ın ahşaptan yapılmış bir platformunun bulunduğu, gezinti veya savaş halinde bütün malzemelerin bu platforma yüklendiği, yükleme işi bitince rüzgâra emir verdiği ve platformun üzerinde istediği yere götürüldüğü nakledilmektedir. Yahudi kaynaklarında da yer alan diğer bazı rivayetlere göre ise uçan halısının olduğu, bu halı ile yolculuk ettiği belirtilmektedir (Sa‘lebî, s. 293-294). Ayrıca Hz. Süleyman’a kuş dili öğretilmiştir (en-Neml 27/16). Kuşlardan meydana gelen ordusunda hüdhüdü göremeyince soruşturmuş, mazeret beyan etmezse cezalandıracağını söylemiş, çok geçmeden hüdhüd ortaya çıkarak Sebe diyarından haber getirmiştir (en-Neml 27/17, 20-28;. Kendisine başka hayvanların dili de öğretilmiştir. Ordusuyla birlikte karınca vadisine geldiğinde bir karınca diğerlerini uyarmış ve Süleyman’ın ordusu tarafından ezilmemeleri için yuvalarına girmelerini istemiş, bunu duyan Süleyman verdiği nimetler için Allah’a şükretmiştir (en-Neml 27/17-19).

Kur’an Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordulara sahip bulunduğunu, bu orduların hep birlikte sefere çıktığını (en-Neml 27/17), emrinde çalışan cinlerin Süleyman’a yüksek ve görkemli binalardan, heykellerden, havuzlar kadar geniş lengerlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaptıklarını (Sebe’ 34/12-13), yine şeytanlar arasında onun için bina kuran, dalgıçlık eden ve başka işler görenlerin olduğunu da (el-Enbiyâ 21/82; Sâd 38/37) bildirmektedir. Bu hususlar kısmen farklı bir şekilde Ahd-i Atîk’te de yer almaktadır. Yine Ahd-i Atîk’te kaydedilen bir diğer bilgi olarak İslâmî kaynaklarda elini kana buladığı için mâbed inşasının Hz. Dâvûd’a değil oğlu Süleyman’a nasip kılındığı ve ona kan dökmekten uzak tutulacağı için Süleyman adının verildiği belirtilmektedir (Taberî, Târîḫ, I, 485).

Hz. Süleyman, cinlerden ve insanlardan oluşan ordusu sayesinde hâkimiyeti altına aldığı bölgeleri muhteşem bir saraydan yönetiyordu. Bu saray dönemin en ileri tekniği kullanılarak üstün bir estetik anlayışıyla inşa edilmiştir. Sarayda göz alıcı sanat eserleri ve görenleri hayran bırakan değerli eşyalar mevcuttu. Hz. Süleyman, Sebe melikesine (Belkıs) onu müslüman olup Allah’a teslim olmaya davet eden bir mektup göndermiş, melike mektuba karşılık olarak Süleyman’a gönderdiği hediyelerin kendisine geri gelmesi üzerine Süleyman’ı sarayında ziyarete gitmiş ve orada kendi tahtıyla karşılaşınca kendisine gelen bir ilim yoluyla daha önce gerçeği görüp müslüman olduğunu Süleyman’a söylemiştir. Çok tanrıcılık yanılgısı ile tek Allah’a teslim olma gerçeği arasındaki ilişkiye işaret eden bir diğer hadise, Süleyman’ın muhteşem sarayına girdiğinde melikenin zemini derin bir su sanması, fakat kendisine bunun billûr bir zemin olduğunun ifade edilmesidir (en-Neml 27/28-44;. Hz. Süleyman’ın krallığının ihtişamının ve zenginliğinin bir kaynağı da bakır madeniydi. Kur’an’da erimiş bakır madeninin onun için sel gibi akıtıldığı belirtilmektedir (Sebe’ 34/12). Fenikeli ustaların Hz. Süleyman için inşa ettikleri Etsiyon-Geber Limanı’nda çağımızda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bakır dökümhanesi bu gerçeği doğrulamaktadır. Süleyman’ın, Araba vadisinden çıkartıp işlettiği bakır madeni onun döneminde önemli bir ihraç ürünü olmuştur (NDB, s. 672).

Kur’an’ın diğer bir ifadesine göre Hz. Süleyman tahtının üzerine bırakılan bir cesetle imtihan edilmiş ve ceset tekrar eski haline dönmüştür (Sâd 38/34). Bu konuda İslâm’ın peygamberlik anlayışıyla bağdaşmayan çelişkili pek çok rivayet nakledilmiştir. Bir rivayete göre tahta bırakılan ceset Süleyman’ın çocuğunun cesedidir. Süleyman’ın bir oğlu dünyaya gelmiş ve şeytanlar onu öldürmeyi planlayınca Hz. Süleyman tevekkül etmek yerine bir bulut vasıtasıyla çocuğu uzaklaştırmış, bunun üzerine ceza olarak çocuğun cesedi taht üzerine bırakılmıştır. Diğer bir rivayete göre Süleyman, Allah yolunda savaşacak yiğit evlâtlarının dünyaya gelmesi için eşleriyle birlikte olacağını söylemiş fakat “inşallah” demeyi unuttuğu için sakat bir oğlu olmuş, böylece beklentisi gerçekleşmemiştir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 40; Müslim, “Eymân”, 23). Buna göre onun Allah’tan af dilemesinin sebebi inşallah demeyi unutmasıdır; tahtına ceset bırakılması ise temsilî bir anlatım olup doğan sakat çocuğa işaret etmektedir. Bir diğer yoruma göre Süleyman hastalıkla imtihan edilmiş, hastalık yüzünden çok zayıflayıp tahtında âdeta ceset gibi görünmüş veya büyük bir felâket beklentisi içine girip bu kaygı ve korku yüzünden zayıflayıp âdeta cesede dönmüştür (Tecrid Tercemesi, IX, 162). Fahreddin er-Râzî konuyla ilgili bu rivayetleri asılsız saymaktadır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVI, 208-209).

Kur’an’da yer alan bilgiye göre şeytanlar Süleyman’ın hükümranlığı hakkında yanlış sözler ortaya atmışlar, yahudiler de bu gerçek dışı şeyleri kabul etmişlerdir. Halbuki Süleyman kâfir de olmamış, büyü de yapmamıştır (el-Bakara 2/102). Asâsına dayalı vaziyette iken vefat etmiş ve emrinde çalışan cinler, ancak ağaç kurdu asâyı yiyip de Süleyman yere düşünce öldüğünü anlamışlardır (Sebe’ 34/14). Hz. Süleyman’ın kırk yıl saltanat sürdüğü ve elli üç yaşında (bazı kaynaklarda elli iki yaşında) vefat ettiği nakledilmektedir (Mes‘ûdî, I, 58; Sa‘lebî, s. 328).

HÜSEYİN AKKAYA

Süleyman da Davud’a varis oldu ve dedi ki: Ey insanlar; bize, kuş dili öğretildi. Ve bize, her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu; apaçık bir lutuftur. Neml 16

Yemin olsun ki biz Davud’a ve Süleyman’a bir ilim vermiştik; (onlar) “Bizi mümin kullarından birçoğuna üstün kılan Allah’a hamd (övgü) olsun.” demişlerdi. Neml 15 

Süleyman’a cinlerden insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı, hepsi bir arada düzenli olarak sevk ediliyordu. Neml 17

Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta sadece kral, İslâm’da ise hükümdar-peygamber kabul edilir. Süleyman isminin İbrânîce’deki karşılığı olan Şelomoh’nun (Şlomo) “barış, selâmet, sükûnet” mânasındaki şalom kelimesinden geldiği ve “barışsever, barışçı” anlamını taşıdığı belirtilir. Ahd-i Atîk’te yer alan bilgiye göre Dâvûd, Tanrı’dan oğlunun döneminde barışın hâkim olacağı müjdesini aldığı için ona bu adı vermiştir (I. Tarihler, 22/9). Bir yoruma göre Şelomoh, “Yahve onun mülkünü korusun” mânasındaki daha uzun bir ismin kısaltılmış şeklidir. Bazı yahudi kaynakları ise bu ismi annesi Bat-şeba’nın koyduğunu kaydeder (EJd., XV, 96). Peygamber Natan ona Yedidya (Rabbin sevgilisi) adını vermiş (II. Samuel, 12/25), saltanatı boyunca hüküm süren barış sebebiyle asıl adı olan Yedidya’nın yerine Şelomoh ismi kullanılmıştır (DB, V/2, s. 1383; New Catholic Encyclopedia, XIII, 421). Bu ismin Süryânîce menşeli olduğu da ifade edilmiştir (Jeffery, s. 178). “Vâiz” anlamında Kohelet (Vâiz, 1/1) olarak da adlandırılan Süleyman ayrıca “Tanrı’ya bağlı” anlamında Lemuel, “bilge sözleri toplayan” anlamında Agur, bütün dünya üzerinde hüküm sürdüğü için Yakeh (Meseller, 31/1; 30/1), mâbedi inşa ettiği için Ben, Tanrı onunla beraber olduğu için Ithiel isimleriyle anılmıştır (Ginzberg, V, 91; EJd., XV, 106). İslâm kaynaklarına göre de Süleyman İbrânîce kökenli olup “sağlık” anlamındadır (Mustafavî, V, 226; Cevâlîkī, s. 191). Bu ismin Selâm(et) kelimesinden geldiği, düşmanları ona teslim olduğu ve o da düşmanlarından emin bulunduğu için kendisine bu adın verildiği de rivayet edilmiştir (Fîrûzâbâdî, VI, 86).

Yahudilik’te. İsrâiloğulları’nın üçüncü kralı olan Süleyman hakkında başta Ahd-i Atîk olmak üzere yahudi sözlü geleneğinde ve diğer yahudi kaynaklarında pek çok rivayet ve efsane yer alır. Ahd-i Atîk’teki bazı ifadeler, Kudüs’te dünyaya gelen Süleyman’ın Dâvûd’un Bat-şeba’dan doğma ikinci çocuğu olduğuna işaret etse de (II. Samuel, 11/27; 12/18, 24) diğer bazı ifadelere ve şecere listelerine göre o Bat-şeba’dan doğan dördüncü çocuktur (II. Samuel, 5/14; I. Tarihler, 3/5, 14/4). Kendisi için bir saray yaptırdıktan sonra Tanrı için de bir mâbed yaptırmak isteyen Dâvûd’a zürriyetinin ondan sonra saltanat süreceği, yerine geçecek oğlunun bir mâbed inşa edeceği (II. Samuel, 7/12-13) ve bu oğlunun Süleyman olduğu bildirilmiştir (I. Tarihler, 17/11, 22/9; 28/5-6). Dâvûd yaşlandığında diğer oğlu Adoniya kendini krallığın vârisi ilân etmiş, buna karşılık Peygamber Natan ve Bat-şeba’nın telkin ve hatırlatmasıyla Dâvûd, kendi yerine oğlu Süleyman’ın kral olduğunu belirtip başkâhin Tsadok’a Süleyman’ı kral olarak görevlendirmesini (meshetme) emretmiş, böylece Süleyman daha babasının sağlığında kral sıfatıyla tahta geçmiştir. O dönemde ilk çocuğun tahta geçmesi gibi bir kural bulunmadığından Dâvûd’un küçük oğlu Süleyman’ı kral seçmesi kınanmamış, aksine Süleyman krallığın ileri gelenlerinin desteğini almıştır (I. Krallar, 1/1-53; I. Tarihler, 29/24).

Bir yoruma göre Süleyman milâttan önce 967-965 yılları arasında babasıyla birlikte, 965-928 arasında tek başına hüküm sürmüş, diğer bir yoruma göre ise babasının vefatından kısa bir süre önce 971 veya 970’te kral olmuş ve 931 yılına kadar hüküm sürmüştür. Kral olduğunda, “Allahım! Ben henüz çocuk denecek bir yaşta yöneticilik nedir bilmezken bu kulunu babam Dâvûd’un yerine kral yaptın” demesinden hareketle (I. Krallar, 3/7) Süleyman’ın on iki veya on dört yaşlarında krallık tahtına oturduğu nakledilirse de, kral olduğunda muhtemelen yirmi yaşlarındaydı. Babası Dâvûd’un saltanatının yirminci yılında doğmuş ve onun gibi kırk yıl krallık yapmıştır (I. Krallar, 11/42; DB, V/2, s. 1383; EJd., XV, 98-99).

Ahd-i Atîk’te yer alan bilgilere göre Dâvûd, oğlu Süleyman’a Mûsâ’nın şeriatından ayrılmamasını, krallığını güçlendirici tedbirler almasını öğütlemiş, bu çerçevede yapması gerekenleri hatırlatmıştır (I. Krallar, 2/1-9). Süleyman babasından sınırları Fırat nehrinden Mısır’a kadar uzanan bir krallık miras almış, bütün İsrâil üzerinde kral olmanın yanı sıra bölgedeki ülkeleri vergiye bağlamak suretiyle emri altına almıştır (I. Krallar, 4/1, 21). Tahta oturunca babasının tâlimatını uygulamaya başlamış, öncelikle düşmanlarını ortadan kaldırıp krallığını kuvvetlendirmiştir. Diğer taraftan Firavun’un kızını alarak Mısır’la ittifak kurmuş, ülkeyi bu yönden gelecek tehlikelere karşı güvence altına almıştır (I. Krallar, 2/19-46; 3/1). Ülkenin yönetiminde babası Dâvûd’un oluşturduğu yönetim kadrosunun bir kısmını muhafaza etmiş, diğerlerini yenilemiş, ayrıca yeni görevler ihdas etmiştir. Krallığın idare sisteminde merkezî yönetim ve on iki eyalet valiliği bulunuyordu. Merkezî idarede kendisi dışında başkâhin (başkohen), kâhinler, kâtipler, devlet tarihçisi, ordu kumandanı, başvali, özel danışman, saray sorumlusu ve angaryacı başı gibi kadrolar mevcuttu. Ayrıca İsrail’de on iki bölge valisi vardı ve bunlar sarayın yiyecek içecek ihtiyacını karşılıyordu. Her vali yılda bir ay bu ihtiyaçları karşılamak ve savaş arabalarının atlarıyla diğer atlar için arpa ve saman sağlamakla yükümlüydü (I. Krallar, 4/1-19, 28). Sarayın bir günlük yiyecek ihtiyacına yönelik bilgiler (I. Krallar, 4/20-23) 14.000 kişinin saraydan beslendiğine işaret etmektedir (DB, V/2, s. 1387).

Süleyman’ın gerçekleştirdiği büyük işlerin başında bugünkü Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu yerde mâbedin (Bet ha-Mikdaş) inşa edilmesi gelmektedir. Dâvûd, mâbed yapma işinin Yahova’nın emriyle oğlu Süleyman’a verildiğini belirterek Rab tarafından kendisine bildirilen inşaat planı ve malzemeleriyle ibadet araçlarını oğlu Süleyman’a vermiş, ayrıca yüklü miktarda altın ve gümüş bırakmış, onu örnek alan ileri gelenler ve zenginler de mâbed yapımı için Süleyman’a altın, gümüş, demir ve tunç vermiştir (I. Krallar, 5/1-5; I. Tarihler, 22; 28/2-19; 29/6-9).

Süleyman, babası Dâvûd’un dostu olan Sûr Kralı Hiram ile sıkı ilişki kurdu ve Hiram mâbedin yapımına büyük katkıda bulundu. Süleyman’ın talebi üzerine Hiram’ın adamları buğday, yağ ve şarap karşılığında Lübnan dağlarından erz ve servi kerestesi temin edip Süleyman’a götürdü (I. Krallar, 5/1-12). Mâbedin yapımında ayrıca yük taşıyan 70.000 ve dağlarda taş kesen 80.000 işçi ile bunların başında bulunan 3300 kâhya vardı. Bütün bunlar, mâbedin temeli için büyük ve değerli taşlar yontup mâbedin inşasında kullanılan taşları ve keresteyi hazırladı. Hiram mâbedin inşası için yaptığı malzeme yardımı yanında ustalar da gönderdi, buna karşılık kendisine yirmi şehir verildi. Süleyman ve Hiram denizde de iş birliği yaparak bir nevi filo inşa ettiler.

Mâbed -İbrâhim’in oğlunu kurban etmek için götürdüğü yer kabul edilen- Moriya tepesinde yaptırıldı (II. Tarihler, 3/1). Süleyman mâbedin yapımına çok emek verdi. Rivayete göre Fenikeli usta ve işçilerin, İsrail’deki kölelerin yanı sıra melekler ve cinler de inşaatta çalışmıştır. İlâhî yardımın bir tezahürü olarak çalışanlar iş tamamlanıncaya kadar hasta olmamış, ölmemiş, aletler bozulmamış, büyük ve ağır taşlar kendiliğinden yükselerek konulacakları yerlere yerleşmiştir. Ustabaşı Hiram ise (Sûr kralı olan Hiram değil) daha sağlığında cennetle mükâfatlandırılmıştır (a.g.e., V, 111-113; EJd., XV, 107). Mâbedin inşasına İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışının 480 ve Süleyman’ın krallığının dördüncü yılında başlandı; yedi yıl altı ayda tamamlandı (I. Krallar, 6/1, 38). Mâbedin uzunluğu 60 arşın (27 m.), genişliği 20 arşın (9 m.), yüksekliği 30 arşın (13,5 m.) olup üç kısımdan meydana geliyordu: “Ulam” adı verilen ve asıl mâbede açılan bir nevi salon şeklindeki koridor, “hekal” denilen asıl salon, “debir” denilen ve mâbedin en gerisinde yer alan oda ki buraya Kadoş ha Kadeşim (kutsallar kutsalı) adı verildi. Mâbed, Sûrlu tunç ustası Hiram’ın yaptığı sütunlar, kazanlar, ayrıca boğa heykelleri, aslan ve hurma ağaçlarından süslemeler ve diğer eşyalarla donatıldı; daha sonra ahid sandığı mâbeddeki yerine kondu. Süleyman mâbedin açılış duasını bizzat yaparak halkı takdis etti (I. Krallar, 7-8; II. Tarihler, 2/1-5/14;. Rivayete göre mâbed “bul” ayında tamamlanmış (I. Krallar, 6/38), fakat ilâhî takdirle İbrâhim’in doğduğu ayda açılışının yapılabilmesi için bir yıl kapalı tutulmuştur.

Süleyman, Allah için yaptırdığı mâbedin ardından kendisi için inşası on üç yıl süren bir saray yaptırdı (I. Krallar, 7/1-12). Süleyman mâbed ve sarayı inşa ettikten sonra Rab ona tekrar görünerek hükümlerini ve kanunlarını tuttuğu takdirde krallığının ebedî olacağını, aksi halde İsrail’in sahip olduğu topraklardan atılacağını bildirdi (I. Krallar, 9/1-9). Süleyman’ın sarayı da mâbed kadar muhteşemdi. Lübnan Ormanı denilen saray sütunlu salon, taht salonu, Süleyman’ın ve eşi olan Firavun’un kızının ikamet ettiği saray binalarından oluşuyordu. Fildişinden taht ince Ofir altınıyla, değerli mücevherlerle kaplıydı. Sarayın bütün eşyaları saf altından yapılmıştı (I. Krallar, 10/14-29; II. Tarihler, 9/13-28). Tahta altı basamakla çıkılıyor ve her basamakta iki altın aslan heykeli bulunuyordu (I. Krallar, 10/19-20; II. Tarihler, 9/17-19). Tahtın üzerinde yedi kolu her yöne uzanan altından bir şamdan asılıydı. Çevresinde Sanhedrin üyeleri için yetmiş, başkâhin ve yardımcısı için iki koltuk bulunuyordu. Yedi münâdî, kral ve hâkim olan Süleyman tahta çıkarken ona ödevlerini hatırlatmakla yükümlüydü. Süleyman ilk basamağa ayak bastığında ilk münâdî yaklaşıyor ve krallarla ilgili yükümlülüklerden ilkini, “Çok kadın almayacaksın” emrini okuyordu. Diğer münâdîler ikinci basamakta, “Çok ata sahip olmayacaksın”; üçüncü basamakta, “Çok altın ve gümüş biriktirmeyeceksin”; dördüncü basamakta, “Yanlış hüküm vermeyeceksin”; beşinci basamakta, “İnsanlara güvenmeyeceksin”; altıncı basamakta, “Hediye kabul etmeyeceksin” ve nihayet tahta oturmak üzere iken yedinci münâdî, “Kimin önünde durduğunu bil” kurallarını hatırlatıyordu (a.g.e., V, 113-115).

Krallığın gelirinin büyük bir kısmı vergilerden toplanıyordu. Peygamber Samuel’in tohumların, bağların ve sürülerin ondalığının (öşür) seçilecek krala ait olduğu sözüne dayanarak (I. Samuel, 8/15, 17) on iki kâhya bu ondalığı topluyordu. Bunun yanında ithalât vergileri, geçiş vergileri (I. Krallar, 10/15, 28-29) ve hediyeler de (I. Krallar, 10/24-25) diğer temel gelir kaynaklarını oluşturuyordu. Ayrıca gelirler içinde ticaretin de önemli bir yeri vardı. Denizci Fenikeliler’e komşu olan Süleyman, ticaretin onlara getirdiği kazancı görüp altın ve at ithalâtını tekeline aldı (I. Krallar, 10/28; II. Tarihler, 9/28); ticarî kervanlar için en uygun yerlere ambar şehirleri ve menziller kurdurdu (I. Krallar, 9/19), Etsiyon-Geber’de gemiler yaptırdı. Bu gemiler üç yılda bir altın, gümüş, fildişi, maymun ve tavus kuşları getiriyordu (I. Krallar, 9/26-28; 10/22; II. Tarihler, 8/17-18). Rivayete göre Süleyman aynı zamanda bir bahçe ustası olup İsrail topraklarındaki bütün bitkileri yetiştirmişti. Ayrıca hayvanların ve kuşların dilinden anlayan Süleyman bütün bu hayvanları emri altına almıştı.

Tanrı’nın Süleyman’a verdiği bilgeliği dinlemek için dünyanın her yanından insanlar onu görmeye gelir, armağan olarak altın ve gümüş eşya, giysi, silâh, baharat, at ve katır getirirlerdi (I. Krallar, 10/14-25). Sebe melikesi, Güney Arabistan’dan kalkıp Kudüs’e gelerek şöhretini duyduğu Süleyman’ı ziyaret etti. Süleyman’ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin davranışını, hizmetkârlarının özel giysileriyle yaptığı hizmeti, Rabb’in tapınağında sunduğu takdimeleri görünce onun hem zenginliğine hem hikmetine hayran kaldı; Süleyman’a altın, çok miktarda baharat ve değerli taşlar hediye etti (I. Krallar, 10/1-13; II. Tarihler, 9/1-12). Rivayete göre Tanrı denize sahip olduğu bütün değerli şeyleri sahile atmasını emretmiş, Süleyman da böylece mûcizevî bir zenginliğe sahip olmuştur. Ancak Firavun’un kızıyla evlenince zenginliği azalmaya başlamıştır (a.g.e., V, 230).

Kitâb-ı Mukaddes, Süleyman’ın ülkesindeki barış ve refahı 3000 özdeyişi ve 1005 ezgisinin olduğu rivayet edilen Süleyman’ın bilgeliğine bağlar. Onun bilgeliği babası Dâvûd’un ona olan vasiyetinde de kendini gösterir. Dâvûd ona, “Sen hikmetine göre yap, sen hikmetli adamsın” demişti (I. Krallar, 2/6, 9). Onun sarayının en önemli salonlarından biri halk arasında hüküm verdiği taht salonu veya hüküm salonu adını taşıyordu (I. Krallar, 7/7). Ahd-i Atîk bölümlerinden Meseller (Meseller, 25/1), Neşîdeler Neşîdesi ve Vâiz kitaplarının yanı sıra Ahd-i Atîk apokrifası (yahudilerce kutsal metin kabul edilmeyen yazılar) içinde yer alan ve bazı hıristiyanlarca kutsal sayılan Hikmet kitabı ile (Wisdom of Solomon) Ecclesiasticus’un (Ben Sira), ayrıca Süleyman’ın Deyişleri ile (Odes of Solomon) Süleyman’ın Mezmurları’nın da (Psalms of Solomon) onun eseri olduğu kabul edilmektedir.

Yahudi kaynaklarına göre Süleyman’ın çok değerli bir uçan halısı vardı. Onunla dilediği yere süratle giderdi. Emirlerini uygulatmak üzere yanında insanlardan Âsaf b. Berahyâ, cinlerden Ramirat, hayvanlardan aslan, kuşlardan kartal bulunurdu. Onun cinlere hükmettiği ve sihir ilmine sahip olduğu şeklindeki inanç Ahd-i Atîk’te yer almamasına rağmen milâdî dönemin başlangıcında ortaya çıkmış ve Ortaçağ’da yaygınlaşmıştır. Süleyman için Ahd-i Atîk’te mevcut, “Lübnan sedir ağacından duvarlarda biten mercanköşk otuna kadar bütün ağaçlardan söz ettiği gibi hayvanlar, kuşlar, sürüngenler ve balıklardan da söz edebiliyordu” (I. Krallar, 4/33) şeklindeki ifadeden hareketle onun her şeyi, bu çerçevede ruhları, görünmez varlıkları da bildiği, dolayısıyla evrenin karanlık güçleri üzerinde gücünün bulunduğu kanaatine varılmış, Süleyman’ın sihir ve görünmez varlıklarla ilişkisi olduğu kabul edilmiştir. Buna göre Süleyman’ın çeşitli özellikleri yanında Tanrı’nın ona bahşettiği cinlerle ve kötü ruhlarla mücadele sanatından ve bunları insanların şifa bulması için kullandığından bahsedilmekte, hastalıkları uzaklaştırmak için tertip ettiği dualardan, kötü ruhları yakalayıp zincirleme formüllerinden, iyi ve kötü ruhları kontrol etme özellikleri içeren yüzüğünden söz edilmiştir (DBS, XI, 476-478;).

üleyman’ın Firavun’un kızıyla evlenmesi ve bunun sonuçları yahudi dinî literatüründe genişçe yer almıştır. Buna göre söz konusu evliliğin töreni ve eğlenceleri, mâbedin tamamlandığı gün yapılmış ve düğün coşkusu mâbedin açılış coşkusunu geçmiştir. Diğer bir rivayete göre ise düğün, mâbedin inşaatı dönemine denk gelmiştir. Süleyman’ın en sevdiği hanımı Firavun’un kızıydı, fakat hanımları içinde kendisine en çok günah işleten de oydu (Ginzberg, V, 93-94, 229-231). Ancak diğer eşleri de onun yüreğini saptırmış ve ihtiyarlığında başka ilâhlara tapmış (I. Krallar, 11/1-8), bunun üzerine Tanrı’nın öfkesine sebep olmuş, kendisine krallığın elinden alınacağı, fakat bunun babası Dâvûd’un hatırı için kendi sağlığında değil oğlunun döneminde olacağı bildirilmiş ve işlediği günahlara karşılık Rab, düşmanları ülkesine musallat etmiştir (I. Krallar, 11/9-43). Süleyman putperest kadınlarla evlenmenin dışında çok fazla ata sahip olmak, bol miktarda altın ve gümüş biriktirmek ve bilhassa bir krala müsaade edilen on sekiz hanımdan fazlasını almak suretiyle başka Tevrat kurallarını da (Tesniye, 17/16-17) ihlâl etmiştir (a.g.e., V, 94).

Rabbânî literatürdeki rivayetlere göre günahları sebebiyle Süleyman yavaş yavaş tahtını, servetini ve hatta bilgeliğini kaybetmiş, önce insanlara ve cinlere, ardından dünya üzerindeki insanlara, daha sonra sadece İsrail halkına hükmetmiş, nihayet yanında sadece asâsı kalmıştır (Sanhedrin, 20b). Süleyman’ın tahta dönüp dönmediği konusunda görüş ayrılığı vardır (Sanhedrin, 20b; Gittin, 68b). Üç uzun yıl boyunca bir dilenci olarak şehirden şehire, ülkeden ülkeye seyahat etmiştir. Yaşlı ve yoksul olduğunda her gittiği yerde, “Ben Kohelet, Kudüs’te İsrail kralıydım” diyerek Vâiz kitabını (Vâiz, 1/12), gençliğinde Neşîdeler Neşîdesi’ni, orta yaşında Süleyman’ın Meselleri’ni yazmıştır (EJd., XV, 107). Süleyman’ın krallığı ekonomik gelişme ve siyasî güvenlik açısından iyi durumda bulunmasına rağmen (I. Krallar, 4/25; 7/7; 9/28; 10/10-12, 14, 22, 25) sosyal isyan ve kabile muhalefetlerine sahne oldu. Süleyman kırk yıllık saltanatın sonunda vefat etti ve babası Dâvûd’un şehrine (Kudüs) gömüldü (I. Krallar, 11/14-43). Süleyman’ın vefatından sonra ağır vergiler ve angaryacılık kurumu sebebiyle isyanlar başladı ve İsrail Krallığı’nın bölünmesiyle neticelendi.

Arkeologlar, Süleyman’la ilgili Kitâb-ı Mukaddes metinlerindeki bazı ayrıntıları onaylayan bulgular elde etmiş olsa da bazı araştırmacılar, metin tenkit çalışmaları ve çeşitli bilimsel araştırmaların sonuçlarından hareketle bu konuda Kitâb-ı Mukaddes’te yer alan bilgilerin çoğunun tarihî gerçeklerle bağdaşmadığı ve efsanelerle süslendiği kanaatindedir. Buna göre Ahd-i Atîk’te Süleyman’ın babası Dâvûd’dan, Fırat nehrinden Filistî diyarına kadar Mısır sınırına uzanan bütün krallıkları miras aldığı belirtilmektedir (I. Krallar, 4/21). Halbuki “nehirden Mısır sınırına kadar” cümlesi sonradan eklenmiş olup Süleyman’ı yeni Asur, yeni Bâbil ve Pers dönemlerinin büyük imparatorlukları seviyesine çıkarmak amacı taşımaktadır. Zira pasajın devamında kullanılan “nehrin öte yakası” (İbrânîce’si “ever hanahar”, Akkadca’sı “eber nari”) ifadesi, Fırat’ın batısı için ilk defa Süleyman’dan iki asır sonra yeni Asur kaynaklarında yer almıştır. Ayrıca günümüzün arkeolojik verileri milâttan önce X. yüzyılda Filistî bölgesinde merkezîleşen bir imparatorluğun varlığını göstermemektedir. Buna göre Filistîler’in toprakları Süleyman’ın krallığına dahil değildi. Yine II. Tarihler’de (8/3-5) kuzeydeki Hamat’ı ele geçirdiği, ambar şehirleri yaptırdığı, Tadmor’u (Tedmür) inşa ettirdiği ifade edilse de Süleyman’ın hâkimiyetinin Hamat’taki Hitit Krallığı’na kadar uzaması muhtemel görülmemekte, güney sınırı ise Tamar olarak kabul edilmektedir.

Süleyman’ın krallığını sadece bugünkü Filistin topraklarına hasreden bu tür eleştirilere karşı Dâvûd’un aldığı Soba gibi bazı yer isimlerinin yanlış bölgelerle ilişkilendirildiği, gerçekte krallığın alanının geniş olduğunu ileri sürenler de vardır (NDB, s. 672). Ayrıca Dâvûd ve Süleyman krallıklarının Ahd-i Atîk’te tasvir edilen ihtişamının Bronz çağının milletlerarası sisteminin yıkılışı, yani milâttan önce 1200 sonrası şartlarına uymadığı eleştirisine karşı milâttan önce 1100-900 yılları arasında İsrail’e komşu büyük milletlerin gerileme halinde olduğu, dolayısıyla Hitit İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Mısır’ın Asya’dan çekilişinin Filistin’de merkezîleşen bir imparatorluğun yükselişine imkân verdiği belirtilmiştir. Diğer taraftan karşı görüş olarak böyle bir imparatorluğun geride yazıtlar bırakması gerektiği, halbuki Süleyman dönemine dair bu tür belgelerin bulunmadığı ifade edilmiştir.

ÖMER FARUK HARMAN

İbrânîce’de “en çok sevilen kişi, göz bebeği” anlamına gelen (Pirot, II, 292) bu ismin Kitâb-ı Mukaddes’te Dâvid veya Dâvîd şeklinde geçtiği ve sadece Hz. Dâvûd’a ad olarak verildiği görülmektedir.

İsrâiloğulları’na gönderilen ve kendisine Zebûr verilen peygamber.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde Hz. Dâvûd’un çeşitli özellikleri belirtilmekle beraber gerek soy kütüğü gerekse hayat hikâyesiyle ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Bu konuda diğer İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler de İsrâiliyat türünden olup Ahd-i Atîk’teki mâlûmatla büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.

Ahd-i Atîk’e göre Dâvûd, Yahuda sıbtının ileri gelenlerinden ve Beytülahm’de (Beytlehem) ikamet eden Yesse’nin oğludur (Rut, 4/22; I. Samuel, 16/13). Onun Hz. İbrâhim’e kadar varan şeceresi Kitâb-ı Mukaddes’te ve İslâmî kaynaklarda şu şekilde verilmektedir: Dâvûd, Yesse, Obad, Boaz, Salmon, Nahşon, Aminadab, Ram, Hetsron, Perets, Yahuda, Ya‘kūb, İshak, İbrâhim (Rut, 4/18-22; Matta, 1/1-6; Luka, 3/31-35; Taberî, Târîḫ, I, 476). Yesse’nin bir rivayete göre yedi oğlu ve iki kızı (I. Tarihler, 2/13-16), başka bir rivayete göre sekiz oğlu (I. Samuel, 16/10-11; 17/12), Taberî ve Sa‘lebî’ye göre ise on üç oğlu vardır ve Dâvûd en küçükleridir (Taberî, a.g.e., I, 476; Sa‘lebî, s. 206).

Ahd-i Atîk’te “kızıl, kırmızı yüzlü, güzel gözlü ve hoş bakışlı” (I. Samuel, 16/12; 17/42); “iyi çeng çalan cesur bir yiğit, cenk eri, sözünde tutarlı ve yakışıklı” (I. Samuel, 16/18) şeklinde nitelendirilen Dâvûd, İslâmî kaynaklarda “bedeni ve saçı kızıl, mavi gözlü, az saçlı ve kısa boylu” (Taberî, Târîḫ, I, 476-477); “kısa boylu, sarı benizli ve mavi gözlü” (Sa‘lebî, s. 206); “gür ve güzel sesli, iyi huylu, temiz kalpli, çok anlayışlı ve çok güçlü” (Taberî, Târîḫ, I, 246) olarak tavsif edilir. Babasının koyunlarını otlatırken aslan yahut ayı geldiğinde bunları vurup kaptıkları kuzuyu ağızlarından kurtarmakta, onları tutup yere çalmakta (I. Samuel, 17/34-36), sapanıyla attığı her şeyi vurmakta, rastladığı aslanın üzerine binip kulaklarından tutmakta, fakat aslan ona bir şey yapmamaktadır (Taberî, a.g.e., I, 472; Sa‘lebî, s. 206).

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Dâvûd’dan ilk defa, Câlût’u (Golyat) öldürmesi münasebetiyle şu şekilde bahsedilir: “Tâlût’un askerleri Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et’. Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar, Dâvûd Câlût’u öldürdü” (el-Bakara 2/250-251).

Dâvûd’un Câlût’u öldürmesiyle ilgili olarak gerek Ahd-i Atîk’te gerekse tefsir ve kısas türünden İslâmî kaynaklarda oldukça ayrıntılı ve benzer bilgiler vardır. Buna göre Tâlût’un (Saul) askerleriyle Câlût’un askerleri karşılaşıp Câlût meydan okuyunca hiç kimse ona karşı çıkmaya cesaret edemez. Bunun üzerine Tâlût, peygamber Şemuyel’e (Samuel) başvurarak Allah’a dua edip yardım dilemesini ister. Allah, “Câlût’u öldürecek olan İşâ’nın (Yesse) oğludur. Şu yağ boynuzu kimin başına konulduğunda kaynarsa Câlût’u öldürecek odur ve o Benî İsrâil’e kral olacaktır” buyurarak Câlût’u kimin öldüreceğine işaret eder. Bunun üzerine Samuel İşâ’nın yanına giderek, “Oğullarını bana göster. Yüce Allah oğullarından birinin Câlût’u öldüreceğini bana vahyetti” der. İşâ da her biri boylu boslu on iki oğlunu birer birer onun huzuruna çıkarır, yağ boynuzu her birinin başına konulduğu halde hiçbir değişiklik olmaz.

Başka oğlu olup olmadığı sorulunca İşâ önce gerçeği saklarsa da daha sonra, “Ey Allah’ın elçisi! Benim Dâvûd adında bir oğlum daha var, fakat halkın onun kısa boyluluğunu ve çelimsizliğini görmesinden utandığım için koyunların başında bıraktım” der. Samuel Dâvûd’un bulunduğu yeri öğrenerek oraya gider ve koyunları ikişer ikişer alıp sel suyundan geçirdiğini görünce, “İşte aradığım budur. Hayvanlara böyle acıyan kişi insanlara daha çok acır” diyerek yağ boynuzunu başına koyar ve yağ kaynamaya başlar. Böylece Dâvûd, daha Câlût’u öldürmeden önce Tanrı tarafından kral olarak seçilir (Taberî, Târîḫ, I, 476-478; Sa‘lebî, s. 206-207). Ahd-i Atîk’e göre (I. Samuel, 16/1-13), henüz Saul kral iken ve Golyat’la karşılaşmadan önce rab Samuel’e, Beytlehemli Yesse’nin oğullarından birini kral olarak hazırladığını, yağ boynuzunu yanına almasını ve onu kral olarak meshetmesini emreder. Bu şekilde henüz Saul kralken Dâvûd da kral olarak meshedilir. Bir başka rivayete göre Câlût’un karşısına kimsenin çıkmadığını gören Tâlût, onunla çarpışacak kişiye kızını ve malının yarısını vereceğini ilân eder. Bu sırada Dâvûd’un kardeşleri savaşmak için orduya katılmışlar, Dâvûd ise koyunların başında kalmıştır. 

Koyunları otlatırken, “Ey Dâvûd! Câlût’u sen öldüreceksin, haydi sürünü rabbine emanet et ve kardeşlerine katıl” diye bir ses duyar. Bunun üzerine Dâvûd babasına gider ve cephedeki kardeşleri için hazırlanan azığı alıp yola koyulur. Ordugâha vardığında Tâlût ona, “Câlût’u öldür, sana kızımı vereyim ve seni hükümdarlığıma ortak edeyim” der. Sonra da zırhını ve silâhlarını verir. Dâvûd önce zırhı giyip silâhları kuşanırsa da fikir değiştirerek onları çıkarır ve sadece sapanını alıp Câlût’un karşısına dikilir. Dâvûd’un sapanla karşısına çıktığını gören Câlût kendisini küçümsediğini düşünerek çok kızar. Ancak Dâvûd sapanına koyduğu taşla Câlût’u iki kaşının arasından vurur ve Câlût ölür. Bunun üzerine Tâlût sözünü tutarak ona kızını verir; yönetimine de ortak eder (Taberî, Târîḫ, I, 473). Ahd-i Atîk’e göre ise Saul başka şartlar ileri sürer ve sonunda kızını verir (I. Samuel, 18/27). Fakat halkın Dâvûd’u çok sevmesini kıskanarak ona düşman olur ve onu öldürmeye karar verirse de bunu başaramaz. Buna karşılık Dâvûd’un eline fırsat geçmesine rağmen Saul’u öldürmez. Nihayet Saul katıldığı bir savaşta ölünce yerine Dâvûd kral olur (I. Samuel, 31/6; II. Samuel, 2/4; Taberî, a.g.e., I, 475; Sa‘lebî, s. 209-210)

Kur’ân-ı Kerîm’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir (el-Bakara 2/251). İsrâiloğulları’nın tarihinde peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir (İbn Kesîr, Ḳıṣaṣü’l-enbiyâʾ, s. 248). Hz. Dâvûd’un Kur’an’da belirtilen özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Demiri işleyip zırh yapması. Allah, İsrâiloğulları’nı savaşın şiddetinden korumak için Hz. Dâvûd’a zırh yapmayı öğretmiş, demiri yumuşatmak suretiyle ustaca işlenmiş geniş zırhlar yapmasını bildirmiştir (el-Enbiyâ 21/80; Sebe’ 34/10-11).

İslâmî kaynaklarda, Hz. Dâvûd’un hükümdar olduktan sonra tebdilikıyafet ederek halkın arasına karıştığı, hükümdarın ve devletin icraatı hakkında onların düşüncelerini öğrendiği nakledilir. Bir defasında insan suretine girmiş bir melek, Dâvûd’un hem kendisi hem de ümmeti için hayırlı bir insan olduğunu, ancak kendisinin ve ev halkının geçimini devlet hazinesinden karşıladığını söyleyince Dâvûd Allah’a yalvararak geçimini temin edecek bir kazanç yolu ihsan etmesini dilemiş, bunun üzerine kendisine zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Rivayete göre zırh yapıp giyen ilk kişi odur. Hz. Peygamber bir hadisinde, “İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi” demiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 15).

Dağlar ve kuşların onunla beraber Allah’ı tesbih etmesi. Allah dağları ve kuşları Hz. Dâvûd’un buyruğuna vermiş, onlar da akşam sabah onun tesbihine katılmışlardır (el-Enbiyâ 21/79; Sebe’ 34/10; Sâd 38/18-19). İslâmî kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Dâvûd’un sesi hem çok gür hem de çok güzeldi. Dâvûd o gür ve güzel sesiyle Zebûr’u okumaya başladığında kurt kuş durup onu dinler, sesinden dağlar yankılanırdı. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir” (Müsned, II, 354); Ebû Mûsâ’nın naklettiği bir başka rivayette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i Dâvûd’un Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir” (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 31) demiştir. Hz. Dâvûd sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı.

İbadete çok düşkün oluşu. Hz. Dâvûd’un günah işlemekten titizlikle kaçındığı, Allah’ı çok zikrettiği, ibadete ve salih amele düşkün olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmektedir (Sâd 38/17). Hz. Peygamber de onun namazını ve orucunu şu şekilde övmüştür: “Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç yine Dâvûd’un orucudur” (Buhârî, “Teheccüd”, 7). Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifade eden Abdullah b. Amr’a Resûl-i Ekrem her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en faziletlisidir; ondan daha faziletli oruç yoktur” demiştir (Buhârî, “Ṣavm”, 55-57, 59; “Enbiyâʾ”, 37; “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 34; “Edeb”, 84; İstiʾzân”, 38). Öte yandan Hz. Peygamber, Dâvûd’un her gecenin yarısında uyuduğunu, üçte birinde namaz kıldığını, altıda birinde yine uyuduğunu haber vermiştir (Buhârî, “Teheccüd”, 7; “Enbiyâʾ”, 38).

Kur’ân-ı Kerîm Hz. Dâvûd’a Zebûr’un verildiğini bildirip (en-Nisâ 4/163; el-İsrâ 17/55) muhtevasına kısaca temas etmekle birlikte (el-Enbiyâ 21/105) ayrıntılı bilgi vermemektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda ise Hz. Dâvûd’a verilen Zebûr’un ramazan ayında indirildiği, içinde mev‘iza ve hikmetli sözlerin bulunduğu, Dâvûd’un onu genellikle makamla ve bir mûsiki aleti eşliğinde okuduğu nakledilmektedir.

Hz. Dâvûd yeryüzünde halife kılınmış, onun saltanatı güçlendirilmiş, adaletle hükmetmesi emredilmiştir (Sâd 38/20, 26). Onun döneminde İsrâiloğulları’nın tam anlamıyla yerleşik medeniyete geçip devleti güçlendirdikleri, Hz. Dâvûd’un gerek kendi evini gerekse krallığın idaresini belli bir düzene koyduğu, ibadetleri sistemleştirdiği, sürekli bir ordu kurduğu Kitâb-ı Mukaddes’te ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Buna göre Dâvûd, Tanrı’dan aldığı görevi sadakatle yerine getirmiş, krallığına Tanrı’nın İbrâhim nesline vaad ettiği genişliği kazandırmış, onun hükümranlığı Fırat sahillerinden Kızıldeniz kıyılarına kadar yayılmıştır (II. Samuel, 8/3; I. Tarihler, 18/3). Hz. Dâvûd gerçek bir devlet başkanı ve ehliyetli bir yöneticiydi. Kudüs’ü başşehir yapmak suretiyle iktidarı merkezîleştirmiş, askerî teşkilâtını geliştirmiştir. Devleti yönetirken adaleti öncelikle kendisi icra ediyor, davalara bizzat bakıyordu (II. Samuel, 8/15; 14/4-22; 15/2-6; I. Tarihler, 18/14).

Bu son özelliğiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şu açıklamalar yer alır: “Dâvûd ile Süleyman’a da lutfettik. Hani onlar bir ekin hakkında -zarar tesbiti ve tazmini için- hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp zarar vermişti. Biz onların hükmüne şahit idik” (el-Enbiyâ 21/78). İslâmî kaynaklardaki rivayete göre bu meselede Hz. Dâvûd bir çözüm yolu bulmuş, fakat oğlu Süleyman’ın getirdiği çözüm şekli daha mâkul olduğu için onu kabul etmiştir.

Hz. Dâvûd’un, halkın şikâyet ve dileklerini bizzat dinleyip çözüme kavuşturmasıyla ilgili olarak Kur’an’da verilen bir başka örnek de şöyledir: “Ey Muhammed! Sana davacıların haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de onlardan korkmuştu. ‘Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet; zulmetme, bizi doğru yola ilet.’ (Biri dedi ki:) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu, benimse bir tek koyunum var. Böyle iken onu da bana ver dedi ve tartışmada bana baskın çıktı.’ Dâvûd dedi ki: ‘Andolsun ki o senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Zaten mallarını birbirine karıştıran ortakların çoğu birbirine zulmeder. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar bunun dışındadır ki onlar da ne kadar azdır; Dâvûd kendisini denediğimizi sandı da rabbinden mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip bize döndü.

Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun yakın bir makamı ve güzel bir dönüş yeri vardır” (Sâd 38/21-25).

Bu kıssa Ahd-i Atîk’te de yer alır ve Dâvûd’un zina edişiyle ilgili bir misal olmak üzere zikredilir (II. Samuel, 12/1-6). Ahd-i Atîk’e göre dokuz karısı ve pek çok câriyesi olan Dâvûd (II. Samuel, 3/2-5, 13; 5/13-16; 11/27; I. Krallar, 1/3), ordusu Ammonoğulları’na karşı sefere çıktığında bu savaşa iştirak etmez ve Kudüs’te kalır. Bir akşam kral evinin damında gezinirken yıkanmakta olan bir kadın görür ve kim olduğunu soruşturur. Orduda asker olan Hittî Uriya’nın karısı Bat-Şeba olduğunu öğrenip evine aldırır ve onunla zina eder. Daha sonra kocasını çağırtıp ordu kumandanına teslim edilmek üzere bir mektup vererek tekrar cepheye gönderir. Uriya kuşatma sırasında, Dâvûd’un mektupta yazdığı tâlimat doğrultusunda ön safa konulur ve ölür. Dâvûd da Uriya’nın karısını evine alıp eşleri arasına katar (II. Samuel, 11). Rab Dâvûd’un bu davranışına çok öfkelenir ve peygamber Natan’ı ona gönderir. Natan Dâvûd’a gelerek şu kıssayı anlatır: Bir şehirde biri zengin, öbürü fakir iki adam yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunu ve sığırı vardı; fakir adamın ise küçük bir dişi kuzudan başka malı yoktu. Kuzu onun yanında kendisiyle ve çocuklarıyla beraber büyümüştü. Bir gün zengin adama bir yolcu geldi. Zengin adam bu yolcuyu ağırlamak için kendi koyunlarına ve sığırlarına kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve misafirine onu hazırladı. Bu olayı duyan Dâvûd’un öfkesi alevlenip Natan’a şöyle dedi: “Hay olan rabbin hakkı için, bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir.” Natan Dâvûd’a şöyle dedi: “O adam sensin” (II. Samuel, 12/1-7). Daha sonra Dâvûd rabbe karşı suç işlediğini itiraf eder. Rab onun suçunu bağışlar, fakat yine de ceza olmak üzere zina neticesi doğan çocuk ölür (II. Samuel, 12/13-18).

Kur’ân-ı Kerîm’de Dâvûd’un tevbesine böyle bir zina suçunun sebep olduğundan söz edilmez. Diğer İslâmî kaynaklarda ise bu kıssa ile ilgili başlıca üç görüş ve izah tarzı yer almaktadır. Bunlardan birincisi Hz. Dâvûd’un büyük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Dâvûd Uriya’nın karısına âşık olmuş, hile ile kadının kocasını öldürterek onunla evlenmiştir. Bunun üzerine birbirinden davacı iki insan şeklinde iki melek gönderilmiş, bunlar söz konusu kıssayı naklederek Dâvûd’un suçlu olduğunu ima etmişler, Dâvûd da suçunu anlayıp tevbe etmiştir. Ahd-i Atîk’teki yoruma benzeyen bu değerlendirme kaynaklarda şu şekilde açıklanır: Hz. Dâvûd’un doksan dokuz karısı vardı. Rivayete göre Dâvûd okuduğu kitaplarda ataları İbrâhim, İshak ve Ya‘kūb’un faziletteki üstünlüklerini görünce, “Yâ rabbi! Görüyorum ki hayrın tamamını benden önceki atalarım almış. Onlara verdiğin gibi bana da ver, bana da onlara yaptığın gibi yap” diye dua etmiş. Bunun üzerine Allah, “Ataların çeşitli şeylerle imtihan edildiler; sen o tür bir imtihan geçirmedin. İbrâhim oğlunu kurban etmekle, İshak gözlerini kaybetmekle, Ya‘kūb ise Yûsuf’a olan üzüntüsüyle imtihan edildi” buyurmuş. Dâvûd’un, “Beni de onlar gibi dene; onlara verdiğin gibi bana da ver” demesi üzerine, “Bekle, sen de deneneceksin” denilmiştir.

Nitekim bir süre sonra şeytan altın bir güvercin şekline bürünerek namaz kılan Hz. Dâvûd’un önüne konar. Dâvûd onu tutmak istedikçe kaçar. Nihayet güvercini kovalarken yıkanmakta olan bir kadın görür. Son derece güzel olan bu kadın Dâvûd’u farkedince saçlarıyla kendini gizlemeye çalışırsa da bu tutumu Dâvûd’un arzusunu daha da kamçılar. Kadına kim olduğunu sorar; kocasının asker olduğunu öğrenince ordu kumandanına mektup yazarak o askerin ön safa sürülmesini emreder. Adam cephede ölür, Dâvûd da bu kadınla evlenir (Sa‘lebî, s. 213-214).

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin dışında tarih ve tefsir kitaplarında buna benzer pek çok rivayet vardır ki çoğu Vehb b. Münebbih’e dayanmaktadır ve İsrâiliyat’tandır. Kur’an’daki kıssanın (Sâd 38/21-25), Ahd-i Atîk’te olduğu gibi Hz. Dâvûd’un kadınla evlenmek için kocasını öldürttüğünü gösterdiği iddiası ise hem gerçeklerle, hem de İslâm’daki nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan bir iftiradır. Zira peygamberlere zina isnadı onların ismet sıfatlarına ters düşmektedir. Normal insan için bile haram olan, ayrıca Mûsâ şeriatında yasaklanmış bulunan bir fiilin bir peygamber tarafından işlenmesi mümkün değildir. Söz konusu kıssadan önce ve sonra Hz. Dâvûd’un birçok fazileti zikredilmektedir. Dinî yasayışta güçlü ve sağlam, Allah’a yönelen, onu çok anan, kendisine hikmet verilen, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti gelişmiş, Allah’a yakın olan ve güzel bir gelecek kazanmış bir kimsenin (bk. Sâd 38/17-20, 25) zina gibi büyük bir günahı işlemiş olması düşünülemez. Sonuç olarak bazı İslâmî eserlere de geçen buna benzer rivayetlerin İsrâiliyat’tan olduğu anlaşılmaktadır (Muhammed Ebü’n-Nûr el-Hadîdî, s. 351-370).

Kıssa ile ilgili diğer bir yorum da Hz. Dâvûd’un küçük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Dâvûd, evli olan bir kadını almak için onun kocasını öldürtmemiştir, zira kadın Uriya ile evli değil nişanlı idi. Hz. Dâvûd nişanlı olan bu kadını almıştır. Onun hatası, birçok karısı olduğu halde bir mümin kardeşinin nişanlısını elinden almasıdır. Bir başka açıklamaya göre de dönemin âdeti uyarınca Hz. Dâvûd Uriya’dan karısını boşamasını, onunla evlenmek istediğini söylemiş, Uriya da kralın isteğini reddetmenin uygun olmayacağını düşünerek bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bu davranış o dönemdeki şer‘î hükümlere uygunsa da Dâvûd’un kemaliyle bağdaşmadığı için günah sayılmış, bu sebeple de Dâvûd tövbe etmiştir.

Hz. Dâvûd’u suçlu veya kusurlu gösteren yukarıdaki açıklamaları reddeden İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ilgili âyetlerde ilk bakışta Dâvûd’un günah işlediğini düşündüren, “Dâvûd onu imtihan ettiğimizi zannetti de rabbinden mağfiret diledi, tövbe etti; biz de ondan bunu affettik” şeklindeki ifadeler gerçekte onun suç işlediğini göstermez. Olay şöyle olmuştur. Hz. Dâvûd’un düşmanlarından bir grup, onu öldürmek maksadıyla beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir yoldan onun bulunduğu odaya tırmanıp içeriye girmişler, Dâvûd onların asıl niyetini anlayınca nefsi kendisini onlardan intikam almaya zorlamış, ancak o bunu yapmamıştır. Zaten içeri girenler de Hz. Dâvûd’un yalnız olmadığını görünce korkarak yalan söylemişler ve söz konusu anlaşmazlığı gündeme getirmişlerdir. Dâvûd da bir an bile olsa intikam duygusuna kapıldığı için tövbe etmiş veya gerçek öyle olmadığı halde onların kendisini öldürmek için geldiklerini zannetmiş ve bu suizan sebebiyle tövbe etmiştir.

Kıssa şu şekilde de açıklanabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtildiği gibi Hz. Dâvûd sadece davacıyı dinleyip hüküm vermiş, davalıyı dinlememiş, daha sonra bu tutumunun yanlış olduğunu düşünerek tövbe etmiştir. Hadise yine Kur’an’da zikredilen, ekin tarlasına girip zarar veren sürü kıssasıyla da ilgili olabilir (bk. el-Enbiyâ 21/78). Zira iki kıssada da haksızlık, koyunlar ve Hz. Dâvûd’un hükmünde tam isabet etmemesi söz konusudur. Sonuç olarak kıssa kesinlikle Hz. Dâvûd’un günah işlediğini göstermemektedir (Râzî, XXVI, 188-198).

Ahd-i Atîk’e göre Hz. Dâvûd, otuz yaşında kral olmuş ve kırk yıl altı ay (yedi yıl altı ay Hebron’da, otuz üç yıl Kudüs’te) saltanat sürdükten sonra yetmiş bir yaşında vefat etmiş (II. Samuel, 2/11; 5/4, 5; I. Tarihler, 29/27), Dâvûd şehrine (Kudüs) defnedilmiştir (I. Krallar, 2/10).

ÖMER FARUK HARMAN

Hârûn kelimesinin menşei bilinmemektedir. İbrânîce Tevrat’ta Aharon şeklinde kaydedilen kelimenin Filistin Süryânîcesi’nden Arapça’ya geçtiği tahmin edilmekte (Jeffery, s. 284) ve “parlayan” anlamında olabileceği belirtilmektedir (NDB, s. 1).

Kur’ân-ı Kerîm’de Hârûn’a vahiy geldiği, hidayete erdirildiği (en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/84), lutufta bulunulduğu (es-Sâffât 37/114), güzel konuştuğu (el-Kasas 28/34), Mûsâ ile beraber ona da furkan verildiği (el-Enbiyâ 21/48) belirtilmektedir. Hz. Mûsâ, Firavun’a gitmekle görevlendirilince kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı olarak verilmesini, görevine onun da ortak edilmesini Allah’tan istemiş, bu isteği kabul edilerek ona peygamberlik verilmiştir (Tâhâ 20/29-36; el-Furkān 25/35; Meryem 19/53). Daha sonra Hz. Mûsâ ile birlikte âyetler ve gerçek bir delille Firavun’a gönderilmiş (Yûnus 10/75; el-Mü’minûn 23/45), Firavun’un sihirbazları mağlûp olunca Mûsâ ve Hârûn’un rabbine inandıklarını açıklamışlardır (el-A‘râf 7/121-122; Tâhâ 20/70; eş-Şuarâ 26/48). İsrâiloğulları Mısır’dan çıktıktan sonra Hz. Mûsâ, ilâhî vaad gereği kırk günlük bir süre için Sînâ’ya giderken, “Yerime geç, ıslah et, bozguncuların yoluna uyma” diyerek kendi yerine Hârûn’u vekil bırakmıştır (el-A‘râf 7/142). Mûsâ Tûr’da iken kavminin, Sâmirî’nin iğvâsıyla (Tâhâ 20/85) buzağı heykeli yapıp ona tapmaya başlaması üzerine Hârûn Tevrat’ta kaydedildiğinin aksine, “Ey kavmim! Andolsun siz bununla fitneye düşürüldünüz. Rabbiniz çok esirgeyendir, siz bana uyun, emrime itaat edin” diyerek onları uyarmış (Tâhâ 20/90), fakat sözünü dinletememiştir.

Hz. Mûsâ, Tûr dönüşü kavminin buzağıya taptığını görünce Hârûn’a, “Ey Hârûn, onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu? Neden bana uymadın? Emrime karşı mı geldin?” demiş, saçından sakalından tutarak onu çekip sarsmış, bunun üzerine Hârûn, “Ey anamın oğlu, saçımı başımı tutma! Ben senin, İsrâiloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diyeceğinden korktum” diyerek gerekçesini açıklamış (Tâhâ 20/92-94), daha sonra Hz. Mûsâ Sâmirî’ye kızarak onu kovmuştur (Tâhâ 20/95-98). Diğer bir âyette de (es-Sâffât 37/120) Mûsâ ve Hârûn’un hep hayırla yâdedilecekleri belirtilmektedir.

Hz. Hârûn’un vefatıyla ilgili olarak İslâmî kaynaklarda çeşitli rivayetler vardır. Bunlara göre Allah Hz. Mûsâ’ya, “Hârûn’un ruhunu kabzedeceğim, onu şu dağa getir” diye vahyeder. Bunun üzerine Mûsâ ile Hârûn o dağa giderler. Dağa vardıklarında orada benzeri görülmemiş bir ağaçla bir ev ve üzerinde yataklar bulunan bir sedir bulurlar. Hârûn burada yatmak istediğini söyleyince Hz. Mûsâ “yat ve uyu” der. Hârûn’un isteği üzerine kendisi de yatar, ardından Hârûn’un ruhu kabzedilince ev ve yatak semaya yükseltilir. Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’nın yanına döndüğünde kavmi Hârûn’u göremeyince onu Mûsâ’nın öldürdüğünü iddia ederler. Fakat Mûsâ’nın iki rek‘at namaz kılıp Allah’a dua etmesi üzerine Hârûn’un üzerinde vefat ettiği yatak semadan iner ve böylece İsrâiloğulları gerçeği görüp kabul ederler (Sa‘lebî, s. 187-188). Başka bir rivayete göre ise kavminin ithamı üzerine Hz. Mûsâ onları Hârûn’un kabrine götürür ve Hârûn’a seslenir. Hârûn başından toprakları silkeleyerek kabrinden kalkar. Hz. Mûsâ’nın, “Seni ben mi öldürdüm?” sorusuna “hayır” cevabını verince Mûsâ ona, “Yatağına geri dön” der, Hârûn da tekrar ölüm uykusuna yatar (Taberî, I, 434).

Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi yerde adı geçmekle birlikte hayatı ve faaliyetiyle ilgili fazla bilgi bulunmayan Hârûn umumiyetle Hz. Mûsâ ile beraber zikredilmektedir. Hârûn Tevrat’ta da fazla yer almamakta ve Hz. Mûsâ’nın yanında ikinci planda kalmaktadır. Tevrat’taki bilgilere göre Levi ailesinden Amram ile Yokebed’in oğlu olan Hârûn Hz. Mûsâ’nın erkek kardeşidir. Mûsâ’dan üç yaş büyük, kız kardeşi Miryam’dan (Meryem) küçüktür (Çıkış, 6/20; 7/7). Mısır’da İsrâiloğulları’na baskı uygulayan Firavun (muhtemelen II. Ramses’in babası I. Seti) zamanında ve İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarının öldürülmesi emrinden önce dünyaya gelmiştir (DB, I/1, 2). Tevrat’ta hayatının ilk dönemleriyle ilgili bilgi yoktur. Elişeba ile evlenmiş; Nadab, Abihu, Eleazar ve İtamar adında dört oğlu olmuştur (Çıkış, 6/23; Sayılar, 3/2). Hz. Mûsâ’nın Medyen’deki ikameti döneminde Hârûn Mısır’da kalmıştır.

Hz. Mûsâ, Medyen dönüşü Horeb dağında Tanrı’nın ilk vahyine muhatap olarak İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmak için Firavun’un yanına gitme emrini alınca, “ağzı ve dili ağır bir kişi” olduğunu söyleyerek görevi yerine getiremeyeceğinden kaygılandığını belirtir. Bunun üzerine Rab, “Senin kardeşin Levili Hârûn yok mu? Bilirim ki o iyi söyler… ve vâki olacak ki o senin için ağız olacak ve sen onun için Allah gibi olacaksın…” der (Çıkış, 4/14-16). Böylece Hârûn, gerek İsrâiloğulları’na gerekse Firavun’a karşı (Çıkış, 7/1-2) Mûsâ’nın sözcüsü olarak görevlendirilir. Daha sonra Tanrı Hârûn’a Mûsâ’yı karşılamak için çöle gitmesini emreder. “Allah’ın dağı”na giden Hârûn Mûsâ ile karşılaşıp kucaklaşır (Çıkış, 4/27). Beraberce Mısır’a dönerek İsrâiloğulları’nın yaşlılarını toplarlar. Hârûn, Rabb’in Mûsâ’ya söylemiş olduğu bütün sözleri onlara duyurur, ayrıca kavmin gözleri önünde mûcizeler gösterir. 

Bunun üzerine kavim onların Tanrı tarafından gönderildiğine ikna olur (Çıkış, 4/29-31). Rab Mûsâ’ya, “Seni Firavun’a Allah gibi yaptım ve kardeşin Hârûn senin peygamberin olacak; sana emrettiğim bütün şeyleri kardeşin Hârûn Firavun’a söyleyecek” diyerek her ikisini Firavun’a gönderir (Çıkış, 7/1-2). Mûsâ ile Hârûn birlikte Firavun’a giderek İsrâiloğulları’nı serbest bırakmasını isterler, fakat Firavun kabul etmez. Onunla görüştüklerinde Hârûn seksen üç yaşındadır (Çıkış, 7/7). Firavun onlardan bir mûcize göstermelerini isteyince Hârûn asâsını yere atar ve asâ yılan olup sihirbazların yılanlarını yutar (Çıkış, 7/8-13). İsrâiloğulları’nın salıverilmemesi üzerine Firavun ve Mısır halkına Tanrı tarafından on musibet gönderilir. Bu musibetlerden bazılarında Hârûn da rol alır. Meselâ Firavun’la mücadele esnasında Hârûn asâsını ırmağın sularına vurur ve sular kana dönüşür (Çıkış, 7/19-20); asâsını uzatır ve Mısır diyarı kurbağalarla dolar (Çıkış, 8/1-7). Başka bir zamanda da Hârûn’un asâsı ile gerçekleştirdiği bir mûcize üzerine Mısır diyarını tatarcık sineği istilâ eder (Çıkış, 8/16-17).

Tevrat’ta çeşitli mûcizelere vesile olan asâ bazan Mûsâ’ya, bazan da Hârûn’a nisbet edilmiştir. Bazı yerde de Mûsâ’nın asâsını Hârûn kullanmaktadır. Yılana dönüşen asânın Mûsâ’ya ait olduğu belirtilmiş (Çıkış, 4/2-4), fakat Firavun’un huzurunda yılana dönüşen asâ Hârûn’a nisbet edilmiştir.

Mısır halkının başına gelen musibetlerden sonra Tevrat’ta Hârûn’dan pek söz edilmez. Kızıldeniz’i geçerek Sînâ çölüne ulaştıktan sonra açlık baş gösterince İsrâiloğulları Mûsâ’ya ve Hârûn’a karşı söylenmeye başlarlar. Mûsâ ve Hârûn, Rabb’in onlara bıldırcın eti ve ekmek vereceğini müjdeler ve Mûsâ’nın emri üzerine Hârûn kavimle konuşur (Çıkış, 16/2-10). İsrâil’in Amalek’e (Amâlika) karşı verdiği savaş sırasında Hz. Mûsâ mûcizeli asâsını yukarı kaldırdığında İsrâil üstünlük sağlarken yorulup aşağı indirdiğinde Amalek baskın geliyordu. Bu olayda Hârûn ile Hur, Mûsâ’nın ellerini yukarıda tutmasına yardımcı olmak suretiyle İsrâil lehine mûcizenin devamını sağlamışlardır (Çıkış, 17/12). Yine Tevrat’ta anlatıldığına göre Hz. Mûsâ Sina’da ilâhî vahyi aldıktan sonra Allah, İsrâil’in yaşlılarından yetmiş kişiyle birlikte Hârûn ile iki oğlu Nadab ve Abihu’yu da çağırmış ve bunlar “İsrâil’in Allahı”nı görmüşlerdir (Çıkış, 24/1-11). Hz. Mûsâ, Allah ile görüşmek üzere dağa çıktığında yerine Hârûn ve Hur’u bırakmış (Çıkış, 24/14), fakat dönüşü gecikince kavmi Hârûn’a gelerek kendileri için bir ilâh yapmasını istemişler, Hârûn da ziynet eşyasından dökme bir buzağı heykeli yapmıştır (Çıkış, 32/2-6).

Bu sebeple Rab Hârûn’a çok öfkelenmiş ve onu helâk etmek istemişse de Mûsâ’nın yalvarması üzerine bundan vazgeçmiştir (Tesniye, 9/20). Ancak İsrâiloğulları’nın altın buzağı yapıp ona tapmaları konusunda Hârûn’un rolüyle ilgili Tevrat kıssasında çelişkiler vardır. Çıkış’a bakılırsa (32/21, 25, 35) buzağı yapımında esas rol Hârûn’undur. Başka yerlerde ise buzağı yapımını talep eden ve Hârûn’u bu iş için tehdit edenin (Çıkış, 32/1), ayrıca buzağıyı tanrı kabul edenin (Çıkış, 32/4) halk olduğu belirtilmektedir. Öte yandan Hagada’da Hârûn buzağıyı yapma suçundan aklanmaya çalışılmaktadır. Hagada’ya göre Hârûn insanlar arasındaki anlaşmazlığı barışla çözme yanlısıdır. Buzağı hadisesinde de onun bu duygusu hâkim olmuştur. Esasen Hârûn da Mûsâ gibi buzağıya tapanları şiddetle cezalandırabilirdi, fakat iyi kalpliliği sebebiyle onları affetmiştir. Diğer bir yoruma göre ise Hârûn’un buzağı konusunda bu şekilde davranmasının sebebi Hur’un başına gelenlerin kendi başına gelmesinden korkmasıdır. Zira Midraş’a göre Hur karşı çıktığı halkı tarafından öldürülmüştür (EJd., II, 7).

Sînâ’dan hareket edildikten sonra Hz. Hârûn ile kız kardeşi Miryam, Habeşli bir kadın aldığı için Hz. Mûsâ’ya karşı çıkmaları yüzünden Rabb’in öfkesine sebep olmuşlardır (Sayılar, 12/1-12). Çöl hayatı boyunca Hârûn her zaman Mûsâ’nın yanındadır. Rabb’in emrine karşı gelen İsrâiloğulları arz-ı mev‘ûda girmek istemezler ve Mûsâ ile Hârûn’a isyan edip liderliklerine itiraz ederler (Sayılar, 14/4-5). Korah’ın (Kārûn) ve diğerlerinin isyanı sadece Mûsâ’ya değil Hârûn’a da yöneliktir. Kâhinlik görevinin meşruluğunu ispat etmek için Hârûn’un asâsı tomurcuklanıp çiçek açar (Sayılar, 17/8). İsrâiloğulları, çöldeki yolculuklarının sonuna doğru ikinci defa Kadeş’te konakladıklarında susuzluk sebebiyle baş kaldırınca Rab, Mûsâ ve Hârûn’a asâ ile kayaya vurmalarını söylemiş, kayadan su fışkırmıştır (Sayılar, 20/2-11). Fakat bu arada davranışları ve sözleriyle Rabb’e karşı suç işleyen İsrâiloğulları’nın arz-ı mev‘ûda girmeleri yasaklanmıştır (Sayılar, 20/12). Kadeş’ten göç eden kavim Hor dağına geldiğinde Rab Mûsâ’ya Hârûn’un ecelinin geldiğini ve ölen atalarına katılacağını bildirerek onu ve oğlu Eleazar’ı Hor dağına götürmesini istemiş, Mûsâ da Rabb’in emri doğrultusunda Hârûn’un elbisesini çıkararak Eleazar’a giydirmiş ve Hârûn Hor dağının tepesinde ölmüştür (Sayılar, 20/7-29; 33/38; Tesniye, 32/50). Tevrat’ın bir başka yerinde Hz. Hârûn’un Mosera’da öldüğü belirtilmektedir (Tesniye, 10/6). Vefat ettiğinde onun 123 yaşında olduğu zikredilir (Sayılar, 33/39).

Yahudi kutsal kitabında, Hz. Mûsâ’nın kardeşi ve arkadaşı olup onunla birlikte İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkaran ve onlara liderlik yapan Hârûn ayrıca kâhinler sınıfının atası ve başkâhin olarak da gösterilir. Ahd-i Atîk’in bazı bölümlerinde (I. Samuel, 12/68; Mika, 6/4) Hârûn’dan, Mûsâ ile birlikte İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkaran lider olarak bahsedilmekte, kâhinliğine hiç temas edilmemektedir. Tevrat ve Yeşu’da ise Hz. Mûsâ ile liderliği paylaşan Hârûn’un yanında tamamıyla farklı bir Hârûn daha ortaya çıkmaktadır ki bu ikincisi her ne kadar Mûsâ’nın kardeşi ise de sadece kâhindir ve kâhin ailesinin atasıdır. Tevrat’ın Levililer bölümünün bütünü, ayrıca Çıkış (25-31; 35-40) ve Sayılar (1-10/25; 15-19; 25-35) bölümünün büyük kısmı kâhin olan Hârûn’a ve onun görevlerine tahsis edilmiştir. Tevrat’ta Hârûn’un kâhinliğini ön plana çıkaran bölümler Ruhban metnine ait olduğu gibi, iki farklı Hârûn’a işaret eden veya iki Hârûn’un birlikte bulunduğu bölümlerde de Ruhban metninin tesiri açıktır (IDB Suppl., s. 1). Ruhban metnine ait olmayan ve peygamberlere nisbet edilen metinlerde Mûsâ gibi Hârûn’a da nâdiren işaret edilmekte ve buralarda onun liderliği üzerinde durulmakta, fakat kâhinliğinden söz edilmemektedir. Ahd-i Atîk’in I ve II. Krallar bölümlerinde ise Hârûn ve Hârûn oğullarına dair hiçbir bilgi mevcut değildir.

İlk geleneklerde ruhban sınıfına ait bir şahsiyet olarak gözükmeyen Hârûn’un nasıl olup da ruhban sınıfının lideri olduğu kesin şekilde bilinmemekle beraber (DBS, X, 1249) onun bu yönünün, kâhinliğin önem kazandığı ve Ruhban metninin yazıldığı Bâbil esareti sonrası dönemde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır (IDB Suppl., s. 1-2).

Hz. Hârûn Hıristiyanlık’ta Mesîh’in bir örneği olarak kabul edilir. O kurban takdim etmekte, Tanrı ile insanlar arasında aracılık ve Kudsü’l-akdes’te dinî görev yapmaktadır. Bu bakımdan Mesîh’e benzemekle birlikte aralarında bazı farklar da vardır. Meselâ Hârûn’un uyguladığı şeriatta hayvan kurban edildiği halde Îsâ Mesîh kanlı kurbanı teşvik etmemiş, en mükemmel kurban olarak kendini takdim etmiştir. Hârûn Eski Ahid’in başkâhini, Îsâ ise Yeni Ahid’in başkâhinidir (İbrânîler’e Mektup, 5/2-5; 7/11-12; 8).

ÖMER FARUK HARMAN

Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.

Hz. Musa (a.s.) Mısır’da doğdu. Hz. Musa (a.s.) Yakup Aleyhisselam’ın neslindendir. Annesinin adı İmran’dır. Harun Aleyhisselam ile kardeştir. Hz. Musa (a.s.) Allah indinde çok hayâlı, şerefli ve kıymetli bir peygamber olup iri cüsseli ve düz saçlı idi.

Hz. Musa’nın (a.s.) adı Kuran’da 136 defa geçer. Ülü’l-azm (en yüksek derecedeki) peygamberlerin üçüncüsüdür. Kendisine dört kutsal kitaptan biri olan Tevrat verildi. Musa Aleyhisselam’a Allah ile konuşması sebebiyle “Kelîmullâh” dendi.

Mısır hükümdarı Firavun gördüğü bir rüya ile tüm erkek çocuklarının öldürülmesini istedi. Musa Aleyhisselam’ın annesi İmrân, onu bir sandık içerisinde Nil nehrine bıraktı. Allah’ın lütfu ile bu sandık Firavun’un sarayına gitti ve Firavun’un hanımı Asiye bu çocuğa sahip çıktı. Firavun’un da sarayda kalmasına izin vermesi ile Musa Aleyhisselam Firavun’un sarayında büyüdü.

Musa Aleyhisselam yanlışlıkla bir adamı öldürmesi sonucu Firavun’un kısas yapmak istemesi dolayısı ile Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Burada Şuayp Peygamber ile tanıştı. Onun kızı Safura ile evlendi ve on yıl onun koyunlarını güderek çobanlık yaptı.

On yıl Medyen’de kalan Musa Aleyhisselam İsraîloğulları’nı zulüm altında bulundukları Mısır’dan çıkarmak için Mısır’a giderken Tur Dağı’nda kendisine iki mucize ile birlikte peygamberlik verildi ve Firavun’a tebliğ için vazifelendirildi.

Musa Aleyhisselam’a asa ve elini koynuna soktuğunda parlak bir güneş gibi bembeyaz bir hâle gelmesi mucizeleri verildi. Allah’ın dinini tebliğ eden ve mucizeler gösteren Musa Aleyhisselam’a Firavun iman etmedi ve iman edenlere de zulüm ve işkenceler yaparak öldürttü.

Musa Aleyhisselam iman edenlerle birlikte Mısır’dan ayrılan Kızıldeniz’e geldiğinde deniz ikiye ayrıldı fakat kafileyi takip eden Firavun ve ordusu Kızıldeniz’de boğularak helak oldu.

Mısır’dan ganimetleri de alıp çıktıktan sonra Musa Aleyhisselam Benî İsrâîl’i Kenan diyârına doğru “Arz-ı Mev’ûd” denilen yere yerleştirmek için götürürken İsrailoğulları’nın orada bulunan Amâlika kavminden korkması sebebi ile Allah onları 40 yıl Tih Sahrası’nda kalmaya mahkûm etti. Mısır’dan çıktıktan sonra Musa Aleyhisselam’ın Tûr-i Sînâ’da kırk gece kaldıktan sonra kendisine Tevrat indirildi. Musa Aleyhisselam, kardeşi Harun Aleyhisselam’ı yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı’na gittikten sonra, Sâmirî isimli nankör bir Yahudi Hz. Musa’nın (a.s.) yokluğunu fırsat bilerek bir buzağı yaptı ve ona tapmalarını istedi. Musa Aleyhisselam İsrailoğulları’na iman etmeleri için uzun uğraşlar verdi ve birçok mucizeler gösterdi. Onları imana davet etti fakat onlar çoğu kez nankörlük yaparak yoldan çıktılar. Allah Benî İsrâîl’den kötülükte kasten ısrar edenleri maymun şekline soktu, sonra da onları helâk etti.

Musa Aleyhisselam-’ın 120 yaşında vefat ettiği ve Kudüs civarında defnedildiği rivayet edilir.

Bu zulüm ve buhran devrinde Hak Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı gönderdi:

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, “ülü’l-azm” peygamberlerin üçüncüsüdür. Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın neslindendir. Benî İsrâîl peygamberidir. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi en çok zikredilen peygamberdir. Muhtelif âyetlerde çeşitli vesîlelerle 136 defa ismi zikredilmektedir.

Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hârûn -aleyhisselâm- kardeştir.

Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ı ülkesinin mâliye nâzırı (hazîne bakanı) yapan Mısır firavunlarından Reyyân bin Melik mü’min idi. Kendisinden sonra Kâbus firavun oldu. Bu şahıs, Yûsuf -aleyhisselâm-’a îmân etmedi, ancak O’nu vazîfesinden de almadı. Daha sonra gelen firavunlar ise, Benî İsrâîl’e kıymet vermediler. Yûsuf -aleyhisselâm-’dan sonra İsrâîloğulları Mısır’da kaldı. Bunlar, Yûsuf, Ya’kûb, İshâk ve İbrâhîm -aleyhimüsselâm-’ın dînine bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıptîler ise, putperestti. Yıldızlara ve putlara taparlardı. Benî İsrâîl kavmini de hor ve hakîr görürlerdi. Firavunları gaddar ve zâlim insanlardı. Benî İsrâîl’in çoğalmalarından endişe duymaktaydılar. Çünkü Sıptî denilen Benî İsrâîl kavmi çoğalırsa, iktidar onların eline geçebilirdi.

Bu duruma daha fazla tahammül gösteremeyen Kıptîler, başta firavunları olmak üzere Sıptîlere zulüm ve eziyet etmeye başladılar. Onların gittikçe şiddetlenen zulümlerine dayanamayan Sıptîler ise, içinde bulundukları hâlden iyice usandılar. Artık burada içtimâî ve siyâsî haklarını tamamen kaybetmişlerdi. Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın yurdu olan Kenan diyârına gitmek istediler. Ancak bir türlü muvaffak olamadılar. Çünkü Firavun, onları piramitlerin yapımı gibi ağır işlerde çalıştırıyor ve bu yüzden bırakmak istemiyordu.

“Firavun Mısır toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi.” ////(el-Kasas, 4) On iki kabîle olan İsrâîloğulları’nın her biri, Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın oğullarından birine bağlı idi. Firavun, onları zor şartlarda çalıştırıyor, zulmediyor ve devamlı baskı altında tutuyordu. Çalışamayacak olanlara dahî ağır vergiler koyuyor, güneş batmadan vergisini getirmeyenlerin kollarını bağlatıyor ve bir ay o şekilde bırakıyordu. Firavun’un bu zulümleri âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir:

“Firavun Mısır toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi.” (el-Kasas, 4)

“…Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.” (el-Kasas, 8)

Bu zulüm ve buhran devrinde Hak Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı gönderdi:

“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hâkim kılmak; Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, onlardan (İsrâîloğulları’ndan gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).” (el-Kasas, 5-6)

FİRAVUN’U KORKUTAN RÜYA

Firavun, bir gece rüyâsında Beyt-i Makdis’ten bir ateşin çıkıp, Kıptîlerin evlerini yaktığını, ancak İsrâîloğulları’na bir zarar vermediğini gördü. Rüyâyı tâbir ettirdi. Ona:

“–Benî İsrâîl’den bir çocuk çıkacak ve senin saltanatını yıkacak!” dediler.

Bunun üzerine Firavun, İsrâîloğulları’ndan doğacak olan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti.

Kamıştan âletler yaparlar; doğumu yaklaşmış olan kadınların karınlarına saplayıp büyük bir eziyet ile onlara bir an önce doğum yaptırırlardı. Eğer doğan çocuk erkekse, onu hemen keserlerdi.

Rivâyete göre Firavun’u böylesine çirkin ve kötü bir işe sevk eden diğer bir sebep de şuydu:

İsrâîloğulları kendi aralarında Hazret-i İbrâhîm zürriyetinden bir peygamberin geleceğini ve Mısır melîkinin (Firavun’un) helâkinin onun eliyle gerçekleşeceğini konuşuyorlardı. Bunun sebebi de Hazret-i İbrâhîm’in hanımı Sâre vâlidemizle Firavun arasında geçen hâdiseydi. Firavun ona kötülük yapmak istemiş, ama Allâh Teâlâ onu korumuştu. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, İbrâhîm -aleyhisselâm- soyundan gelen İsrâîloğullarını da Firavun’un zulmünden kurtaracaktı. Bu müjde İsrâîloğulları arasında meşhur olmuştu. Kıptîler bile bu haberi dile getirmeye başladılar. Vaziyet Firavun’a bildirilince, adamlarıyla görüşüp doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Maksadı kendini helâk edecek çocuğun büyümesine mânî olmaktı. Fakat bu tedbir takdîr-i ilâhîyi değiştirmeyecekti.

Bu sırada Hazret-i Ya’kûb’un neslinden olan İmrân’ın oğlu Hazret-i Mûsâ dünyâya geldi. Ebelerden biri Hazret-i Mûsâ’nın yakını idi. Mûsâ doğduğunda alnında çok parlak bir nûr gördü. Hayret ve dehşet içinde kaldı.

Daha sonra, ebeler doğumu müteâkib dışarı çıkınca, Firavun’un adamları içeri girdi. O an, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, heyecan ve telâş içinde çocuğu tandırın içine koydu. Askerler çıkınca da, büyük bir endişe ile derhal tandırı açtı. Gördü ki evlâdı, tıpkı Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi ateşin ortasında selâmetle duruyordu. Onu hemen kucağına aldı, çok sevindi ve Cenâb-ı Hakk’a şükretti. Daha sonra kendisine Allâh’tan bir ilhâm geldi; çocuğunu emzirmesi, tehlike ânında da Nil nehrine bırakması emredildi ve evlâdının kendisine geri verileceği, büyük bir peygamber olacağı müjdelendi. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Mûsâ’nın annesine:

«O’nu emzir! Kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde O’nu denize (Nil nehrine) bırakıver! Hiç korkup kaygılanma! Çünkü Biz, O’nu sana geri vereceğiz ve O’nu peygamberlerden biri yapacağız.» diye bildirdik.” (el-Kasas, 7)

Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, bir marangoza koşup bir sandık yaptırdı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı içine koyarak Nil nehrine bıraktı.

Sandık Nil’den sarayın bahçesine geldi. Câriyeler onu alıp Âsiye vâlidemize götürdüler.

Yûsuf -aleyhisselâm-’a îmân eden Mısır Melîki Reyyân bin Velîd’in soyundan gelen Âsiye, Firavun’un hanımıydı. Bir sandık içinde kendisine getirilen Mûsâ’yı görünce, gönlünde O’na karşı büyük bir muhabbet peydâ oldu. Çocuk çok güzeldi. Onu kucağına alıp bağrına bastı. Sonra Firavun’un yanına götürdü ve:

“–Bu bizim çocuğumuz olur, ilerde bize çok yardımı dokunur, bizi korur! Buna kıyma! Bu, ikimizin de güzel bir yavrusu sayılır!” gibi sözlerle onu iknâ etmeye muvaffâk oldu. “Firavun’un karısı (sandığın içinden erkek çocuk çıkınca kocasına):

«Benim ve senin için bir göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlâd ediniriz.» dedi. Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.” (el-Kasas, 9)

Hazret-i Mûsâ’ya bir süt anne arandı. Fakat çocuk, hiçbir anneyi emmiyordu. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ablası Meryem, annesinin süt annesi olabileceğini haber verdi. Çünkü:

“Annesi, Mûsâ’nın ablasına:

«–O’nun izini takip et!» demişti. O da, onlar farkına varmadan kardeşini uzaktan gözetlemişti. Biz daha önceden (annesine geri verilinceye kadar) O’nun süt annelerini kabûl etmesine (onları emmesine) müsâade etmedik. Bunun üzerine ablası:

«–Size, O’nun bakımını nâmınıza üstlenecek, hem de O’na iyi davranacak bir âile göstereyim mi?» dedi.” (el-Kasas, 11-12)

Ablasının teklifini kabûl ettiler:

“Böylelikle Biz O’nu, anasına, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allâh’ın va‘dinin gerçek olduğunu bilsin diye geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.” (el-Kasas, 13)

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, Âsiye vâlidemizin Mûsâ’yı emzirmesi husûsundaki talebini, kendisinden şüphelenmesinler diye hemen kabûl etmedi. Çünkü bu âyetteki va’din muhakkak gerçekleşeceğini biliyordu:

“–Benim Hârûn isminde bir oğlum var![1] Bu şekilde kabûl ederseniz emzireyim; aksi hâlde emziremem!” dedi.

Böylece O’nun, Mûsâ’nın annesi olduğunu anlamadılar. Ve Mûsâ’ya ücret mukâbili süt vermesini emrettiler.

Firavun ile hanımı, Hazret-i Mûsâ’yı evlâd edinmek isterlerken, herhâlde O’nun kendi inisiyatiflerinde terbiye edilmekle kendilerine tâbî olarak yetişeceğini sanmışlardı. Ancak, insan hayâtının tahakkukunda iki önemli âmil mevcuddur: Verâset ve terbiye… İnsan, bazen verâsetin, bazen terbiyenin, bazen de her ikisinin tesiri altında kalır. Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmede “Onlar işin sonunu sezemiyorlardı!” şeklinde ince bir üslûb ile ifâde edilmektedir.

Firavun, Hazret-i Mûsâ’yı bulup öldürebilmek maksadıyla rivâyete göre 980.000 mâsumu katletmişti. Cenâb-ı Hak ise Hazret-i Mûsâ’yı baş düşmanının sarayında yetiştirecek, O da, birgün Firavun’u, tahtı ve saltanatıyla birlikte hâk ile yeksân edecekti. Çünkü peygamberler, Allâh’ın husûsî terbiye ve sıyâneti altındadırlar.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, O’nu Firavun’un sarayında emzirmeye başladı. Fakat Vezir Hâmân, durumdan şüphelendi ve: “–Bu çocuk senin mi?! Çünkü senden başka hiçbir annenin sütünü emmedi, yalnız senin sütünü emdi!” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi de:

“–Her nedense bütün çocuklar beni sever, ben de onları severim.” gibi sözlerle Hâmân’ı iknâ etti.

Netîcede ona maaş bağladılar ve kendisini altınlarla taltîf ettiler. Bu, Allâh’ın büyük bir lutfuydu. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Eğer Biz, (va’dimize) inananlardan olması için onun (Mûsâ’nın annesinin) kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı. (Bu benim oğlumdur, deyiverecekti.) (el-Kasas, 10)

Âsiye vâlidemiz Mûsâ’yı özlediği zaman, süt annesiyle birlikte onu saraya getirtir, hediyelerle karşılardı. Birgün Mûsâ, Firavun’un odasına götürüldü. Firavun O’nu kucağına aldı. Mûsâ, sertçe Firavun’un sakalını çekti; kıl kopardı ve bir de tokat attı veya Firavun’un elindeki kamçıyı alıp ona vurdu. Firavun kızdı: “–İşte benim aradığım düşman budur!” dedi. Mûsâ’nın katledilmesine karar verdi.

Âsiye vâlidemiz hemen koştu:

“–O çocuktur! Aklı ermez… İstersen imtihân edelim. Bir tabak yâkut ve elmas, bir tabak da ateş alalım. Eğer Mûsâ, yâkûtu alırsa akıllıdır; ateşi alırsa çocuktur!” dedi.

Firavun kabûl etti. Mücevher ve ateş dolu birer tabak getirtip Mûsâ’nın önüne koydurdu. Mûsâ -aleyhisselâm-, elini cevher dolu tabağa götürürken Allâh’ın emriyle Cebrâîl -aleyhisselâm- müdâhale etti ve elini itti. O da ateş korunu aldı, ağzına götürdü; dili yandı ve peltek oldu. O’nun bu peltekliği Tûr Dağı’nda yaptığı duâya kadar devâm etmiştir.

Bu durumu gören Firavun: “–Evet çocukluğundan böyle yapmış!” dedi ve Mûsâ’yı affetti. Yine sarayda alıkoydu.

Muhyiddîn İbnü’l-Arabî -kuddise sirruh- Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde şöyle buyurur: “Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûsâ’yı imhâ için 980.000 mâsumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ’ya hayâtında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun âilesi, Mûsâ’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların herbirinin alınan hayâtı, Mûsâ’ya âit olacaktı. Zîrâ gâye o idi.”

Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı etrafındaki bütün insanlara sevdirdi:

“…(Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Ben’im nezâretimde yetiştirilmen için Sana tarafımdan bir sevgi verdim.” (Tâhâ, 39)

Bu ilâhî lutuf sebebiyle Mûsâ’yı her gören şahsın gönlünde O’na karşı bir sevgi uyanırdı. Nihâyet kendisine peygamberlik verildi:

“Mûsâ, yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz O’na hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri Biz böyle mükâfatlandırırız.” (el-Kasas, 14)

Âyet-i kerîmede geçen «اَشُدَّهُ» kelimesi, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hem fiziken hem de rûhen kemâle ermesi mânâsındadır ki, ekseriyetin görüşüne göre bu, kırk yaşıdır. O, bu yaşa gelince Allâh O’na “hüküm” ve “ilim” vermiştir. “Hikmet” olarak da mânâ verilen “hükm” kelimesi, tefsîrlerde ekseriyetle “peygamberlik” şeklinde îzâh edilmiştir.

Bundan sonra Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Firavun’un dîninin bozuk ve bâtıl olduğunu tebliğ etmeye başlamıştır.

Firavun’un, Kıptîlerden Fatun isimli zâlim bir ekmekçisi vardı. Bu kişi, birgün Sâmirî isimli bir Sıptîyi dövmekteydi. Sâmirî, Hazret-i Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ -aleyhisselâm- da onları ayırmak için araya girdi; Fatun’u iteledi ve ona vurdu. Bu kadarcık bir müdâhale karşısında Fatun, yere düşerek can verdi. Mûsâ -aleyhisselâm- bu duruma çok üzüldü. Zîrâ O’nun Fatun’u öldürmek gibi bir maksadı yoktu. O sâdece Sâmirî’yi korumak istemişti. Büyük bir kederle Hak Teâlâ’ya ilticâ etti; mağfiret diledi.

“Mûsâ, ahâlîsinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı O’ndan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) «–Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman!» dedi.” (el-Kasas, 15)

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, her yerde tevhîdi tebliğe başlayıp insanlara hakîkatleri bildirdiği için Firavun’un Kıptîleri kendisine cephe almıştı. Bu yüzden ahâlî evlerine çekildiği bir vakitte şehre girmişti. «Bu iş, şeytan işi!» derken, Hazret-i Mûsâ’nın, yaptığı işe değil, zâten ölüm cezâsını hak etmiş olan maktülün suçuna işâret ettiği belirtilmektedir. Bununla beraber, onu öldürme emri almamış olduğundan, Hazret-i Mûsâ’nın bu sözüyle kendi fiilini kasdettiği de ifâde olunmaktadır. Ancak O’nun, böyle bir maksadı yoktu. Düşünmediği bir netîceyle karşılaştığından:

“Mûsâ: «–Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım). Beni bağışla!» dedi. Allâh da O’nu bağışladı. Çünkü çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan O’dur.

Mûsâ: «–Rabbim! Bana lutfettiğin nîmetlere and olsun ki, artık suçlulara (ve suça sevk edenlere) aslâ arka çıkmayacağım.» dedi.” (el-Kasas, 16-17)

Bu arada Kıptîler, Firavun’a ölen Kıptînin kâtilinin bulunması için şikâyette bulundular. Firavun, kimin öldürdüğüne dâir şâhid istedi. Herhangi bir şâhid getiremediler. Bunun üzerine Firavun, aranan şahsın bulunması için şehir dışına çıktı. Ertesi gün Hazret-i Mûsâ, aynı Sıptî’yi başka bir Kıptî ile yine kavga ederken gördü. Sıptî, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan tekrar yardım istedi. Mûsâ ise: “Senin yüzünden nefsime zulmettim!” dedi. Bu sözü duyan oradaki Kıptî, derhal Firavun’a koştu ve Hazret-i Mûsâ’yı şikâyet ederek:

“–Sizin fırıncınız olan Fatun’un kâtili Mûsâ’dır!” dedi.

Firavun kısâs kararı aldı. Bunu, Firavun’un amcasının oğlu gizlice Mûsâ -aleyhisselâm-’a haber verdi. Çünkü o, Hazret-i Mûsâ’ya îmân edenlerdendi. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Kıptîyi öldürdükten ve affı için Rabbine yalvardıktan sonraki durumu, âyet-i kerîmelerde şu şekilde ifâde edilmektedir:

(Mûsâ), şehirde korku içinde (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryâd ederek yine O’ndan imdâd istiyor. Mûsâ O’na dedi ki:

«–Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!» Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki:

«–Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek Sen, yeryüzünde ancak yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun da ıslâh edicilerden olmak istemiyorsun!»” (el-Kasas, 18-19)

Bu esnâda:

“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi:

«–Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben, Sen’in iyiliğini isteyenlerdenim!» dedi.

Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı:

«–Rabbim! Beni zâlimler gürûhundan kurtar!» dedi.” (el-Kasas, 20-21)

Mûsâ -aleyhisselâm- bu davranışıyla, aynı zamanda gerçek bir tevekkülün de nasıl olması gerektiğini sergilemektedir:

Önce istişâre, sonra azim (karar), ardından tedbîr (uygulama) ve netîceyi Allâh’a emânet etmek (duâ ve rızâ). İşte gerçek tevekkül!..

  • Mısır’dan Medyen’e

Mûsâ -aleyhisselâm-, hiç vakit kaybetmeden Medyen’e doğru hareket etti. Aslında O, şehir dışına hiç çıkmamıştı ve nereye gideceğini de bilmiyordu. Hattâ yanına yiyecek bile almamıştı. Allâh Teâlâ, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı gönderdi de kendisine Medyen yolunu gösterdi. Medyen, o zaman Mısır’dan sekiz günlük bir mesâfede idi.

“Medyen’e doğru yöneldiğinde: «Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir!» demişti.” (el-Kasas, 22)

Medyen halkı ile Mûsâ -aleyhisselâm- arasında akrabâlık bulunduğu rivâyet edilmektedir. Zîrâ Medyenliler de Hazret-i Mûsâ da İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın evlâdlarındandı. Hattâ Medyen, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın oğullarından birinin adı idi ve bu şehir Firavun’un idâresi altında değildi.

“Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın gördü, (hayvanlarını sudan) men ediyorlardı. Onlara: «–Sizin bu hâliniz nedir?» dedi. Şöyle cevap verdiler: «–Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine girip hayvanlarımızı) sulayamayız; babamız da çok yaşlıdır.»” (el-Kasas, 23) Bunlar, Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızları Safura ile Süfeyrâ idi. Mûsâ -aleyhisselâm-, sekiz gündür aç olmasına rağmen çok güç de olsa kuyudan su çekti ve Safura ile Süfeyrâ’nın hayvanlarını suladı. Hanımlar teşekkür edip oradan ayrıldılar.

“Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve: «Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtâcım!» dedi.” (el-Kasas, 24)

Mûsâ -aleyhisselâm-, günlerdir bir şey yememişti; çok açtı. Bu sözleriyle de Rabbinden kendisine azık ihsân etmesini niyâz etmekteydi. Âyetin ikinci cümlesine: «Doğrusu bana indirdiğin hayırdan dolayı muhtâcım!» mânâsı da verilmektedir. Buna göre Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine tevdî edilen yüce vazîfeye ve dünyâda fakir düşüşüne işâret ediyordu. Çünkü O, Firavun’un yanında bolluk içinde idi. Fakat bu sözler, şikâyet değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini selâmete eriştirmesine şükür ve açlığını gidermesi için de niyaz kabîlindendi. Şuayb -aleyhisselâm-, kızlarının davarları sulamaktan erken döndüklerini görünce şaşırdı ve bunun sebebini sordu. Kızları da, daha önce o beldede hiç görmedikleri sâlih bir insanın kendilerine yardım ettiğini söylediler.

Şuayb -aleyhisselâm-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yanına çağırttı ve ona kim olduğunu sordu. Mûsâ -aleyhisselâm-: “–Ben Ya’kûb -aleyhisselâm- neslinden İmrân oğlu Mûsâ’yım.” dedi ve başından geçenleri anlattı. Şuayb -aleyhisselâm-: “–Korkma! Burada Firavun’un hükmü geçmez!” dedi. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Derken, o iki kadından biri, utana utana yürüyerek O’na geldi: «–Babam, bizim için (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için Sen’i çağırıyor!» dedi. Mûsâ, O’na gidip başından geçeni anlatınca (Şuayb): «–Korkma! O zâlim kavimden kurtuldun!» dedi.” (el-Kasas, 25) Şuayb -aleyhisselâm- yemek ikrâm etti. Hazret-i Mûsâ, o kadar aç olmasına rağmen yemekte tereddütlüydü. Şuayb -aleyhisselâm- sebebini sordu. Mûsâ -aleyhisselâm-: “–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben bu yemek için değil, rızâ-yı ilâhî için yardım etmiştim.” dedi. Şuayb -aleyhisselâm- bu cevâba çok memnûn oldu ve: “–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir; haydi ye!” dedi. Bunun üzerine çok yorgun ve aç olan Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, yemeği yedi ve istirahate çekildi. Safura, babasına bu kimseyi ücretle tutmasını tavsiye etti:

(Şuayb’ın) iki kızından biri: «Babacığım! O’nu ücretle (çoban) tut! Çünkü ücretle istihdâm edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır!» dedi.” (el-Kasas, 26)

Burada, kendisine vazîfe verilecek kişide bulunması gereken husûsiyetler, öz olarak ne kadar güzel tespit edilmiştir:

1. Liyâkat: İşi bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek güce mâlik olmak. 2. Emânet: Doğru ve güvenilir olmak. Arâis-i Mecâlis adlı kitapta nakledilen bir rivâyette: “Firâset bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hazret-i Mûsâ hakkındaki teşhislerinde firâsetle isâbet etmiştir: Biri, Firavun’un hanımı Âsiye’dir. (O, Mûsâ bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü O’na meylederek, alıp Firavun’a götürmüş:) «Bu çocuk, benim ve senin için göz nûru, göz aydınlığı olsun! O’nu öldürme!» demişti. Diğeri ise Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızıdır. (O da:) «Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için O’nu ücretle tut! O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!» demişti.” Firâset; sâlih mü’minlerde meydana gelen isâbetli sezgidir, keşif hâlidir. Yâni, akıllılık, zekâ ve seziş demek olan firâset, kalbde vukû bulan mânevî bir idrâk kâbiliyetidir.

HZ. MUSA’NIN (A.S.) SAFURA İLE EVLENMESİ

Şuayb -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’yı çok beğenmişti. O’nu yanında alıkoymak istedi. Bir çâre düşündü. Sonunda kızı Safura ile evlenmesini teklîf etti. Mûsâ -aleyhisselâm-, bunun nasıl mümkün olabileceğini sorunca Şuayb -aleyhisselâm-, sekiz sene koyunlarına bakması şartıyla kızıyla evlenebileceğini söyledi. Ancak on sene bakarsa daha iyi olacağını bildirdi. Gâyesi, Hazret-i Mûsâ’nın daha uzun müddet yanında kalması idi. Bu konuşma, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:

(Şuayb) dedi ki: «Bana sekiz yıl çalışman şartıyla şu iki kızımdan birini Sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yılı tamamlarsan, artık o da Sen’den (bir lutuf) olur; yoksa Sana ağırlık vermek istemem. İnşâallâh beni iyi kimselerden bulacaksın!»” (el-Kasas, 27)

“Mûsâ şöyle cevap verdi: «Bu, Sen’inle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bana karşı bir husûmet duymak yok. Söylediklerimize Allâh vekîldir.” (el-Kasas, 28)

Bu âyet-i kerîmede ictimâî hayatta sıkça karşılaşılan bir husûsa dikkat çekilmiştir. İnsanların en güveniliri olan iki peygamber bile, bir iş mevzuunda anlaşırken, ileride karşılaşabilecekleri muhtemel durumları da ortaya koyarak baştan her şeyi açık açık konuşup karara bağlamışlardır. En sonunda da Allâh’a tevekkül etmişler ve O’nu bu anlaşmalarına şâhit tutmuşlardır.

HZ. MUSA’NIN (A.S.) ASASI

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın, koyunlarını yırtıcı hayvanlardan korumak için elinde bir asâsı vardı. Asâ’nın bir ucu tutma yeri, diğer ucu da sivri idi.

Bu asânın nereden geldiği hakkında muhtelif rivâyetler bulunmaktadır.

Bir rivâyete göre, Âdem -aleyhisselâm-’dan Şuayb -aleyhisselâm-’a kadar gelmiştir. Şuayb -aleyhisselâm- da, koyunlarını otlatması için onu Hazret-i Mûsâ’ya teslîm etmiştir.

Bulundukları yerin sağ tarafı dağlık, sol tarafı otluktu. Dağ tarafında vahşî hayvanlar vardı ve koyunları parçalayabilirlerdi. İşte bunun için Mûsâ -aleyhisselâm-, asâsını hiç yanından ayırmıyordu. Hazret-i Mûsâ, asâ ile birçok tecellîlere şâhid oldu. Sanki bu tecellîler, asâda meydana gelecek olan büyük bir mûcizeye hazırlıktı.

Mûsâ -aleyhisselâm-, on yıllık müddetin dolması üzerine, Şuayb -aleyhisselâm-’dan izin isteyerek zevcesi Safura ile beraber Mısır’a dönmeğe karar verdi. Koyunlarını da yanlarına alarak kış mevsiminde yola çıktılar. Hazret-i Mûsâ’nın gâyesi, kardeşi Hârûn’u da yanına alıp İsrâîloğulları’nı zulüm altında bulundukları Mısır’dan çıkarmak idi. Yolda şiddetli bir yağmur bastırdı. Bir kış akşamıydı. Her yer zifiri karanlıktı. Geceyi geçirmek üzere bereketli Tûr Dağı’na sığındılar. Bir mağaraya girdiler. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın âilesi hâmileydi; bir çocukları dünyâya gelmek üzereydi. Bu soğuk, karanlık ve yağmurlu gecede, ateş ve ışığa ihtiyaçları vardı. Hazret-i Mûsâ, çakmak çakıyor, yanmıyordu. Böyle sıkıntılar içinde iken uzakta parlak bir ışık gördü. Âilesine, oradan bir ateş alıp döneceğini ve bulundukları yerden ayrılmamasını tenbih etti. Aslında O’nun gördüğü ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak için bir işâretti. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Sonunda Mûsâ süreyi doldurup âilesiyle yola çıkınca, Tûr tarafında bir ateş gördü. Âilesine: «Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm. Belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir kor parçası getiririm!» dedi.” (el-Kasas, 29)

(Rasûlüm!) Mûsâ (hâdisesinin) haberi Sana ulaştı mı? Hani O, bir ateş görmüş ve âilesine: «Bekleyin! Emînim ki ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meş’ale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum!» demişti.” (Tâhâ, 9-10)

Mûsâ -aleyhisselâm- ışık tarafına doğru gitti. Oraya varınca, yeşil bir ağaç üzerinde parlak bir ışık sütunuyla karşılaştı.

“Oraya gelince, o mübârek yerdeki vâdînin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: «Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allâh’ım!»” (el-Kasas, 30)

“Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan:) «Ey Mûsâ!» diye seslenildi: Muhakkak ki Ben, evet Ben, Sen’in Rabbinim! Hemen nâlinlerini (ayakkabılarını) çıkar! Çünkü Sen, kutsal Tuvâ Vâdîsi’ndesin! Ben Sen’i seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver! Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allâh’ım! Ben’den başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Ben’im zikrim için namaz kıl! Kıyâmet günü mutlakâ gelecektir. Herkes peşinde koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim. Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler Sen’i ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!” (Tâhâ, 11-16)

İki Büyük Mûcize ile Verilen Nübüvvet
«Nâlinlerini çıkar!» hitâbından sonra Mûsâ -aleyhisselâm-’a, asâsını yere atması emrolundu. Asâ dev bir yılan hâline geldi. Hazret-i Mûsâ korktu. Kendisine, korkmaması, zîrâ emniyet içinde olduğu bildirildi.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ve (Mûsâ’ya) «Asânı at!» (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı büyük bir yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü Sen emniyette olanlardansın.» (buyruldu).” (el-Kasas, 31)

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsı, önceleri bir hikmet idi. Sonra kudret oldu; hem de, Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisi taşıyamadığı zamanlar O’nun azığını taşıyan bir kudret!.. Yine, Mûsâ -aleyhisselâm-, yürümekten âciz kaldığı zamanlar ona binerdi. O otururken veya uyurken kendisine gelebilecek ezâ ve kötülükleri asâ bertaraf ederdi. O’na her cins ve çeşitten meyveler verirdi. Sıcakta oturduğu zaman, üzerine gölge olurdu. Azîz ve Celîl olan Allâh, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. Mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla Allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. (Abdülkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, s. 192)

Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı peygamber olarak tâyîn edip O’nunla konuşunca ve O’na bazı teklîfler verince, kendisine hitâben şöyle buyurdu:

 “–Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” (Tâhâ, 17)

Mûsâ -aleyhisselâm- da:

“«–O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.» dedi.” (Tâhâ, 18)

Bunun üzerine Allâh -celle celâlühû-:

“–Yere at onu, ey Mûsâ!” (Tâhâ, 19) buyurdu.

Hazret-i Mûsâ, derhal emri yerine getirdi:

“Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)

Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- kaçmaya başladı. Ancak:

“Allâh buyurdu: «Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (Tâhâ, 21)

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a ikinci bir mûcize olarak elini koynuna sokması emredildi. Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilâhî emri yerine getirince, eli, her türlü illet ve hastalıklardan sâlim ve parlak bir güneş gibi bembeyaz bir hâle gelmişti. Âdeta projektör gibi olmuştu. Çok şaşırdı. Sonra kendisine:

“–Elinin böyle parlak olmasından Sana ve başkalarına bir korku gelirse, elini tekrar koynuna sok! Böylece yine evvelki şekline gelir!” buyruldu.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a verilen “yed-i beyzâ” (bembeyaz, parlak el) mûcizesi âyet-i kerîmelerde şu şekilde anlatılır:

“Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın! Tâ ki, Sana en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim.” (Tâhâ, 22-23)

(Mûsâ’ya:) «Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Heybetten, (açılan) kollarını kendine çek! İşte bu ikisi (asâ ve yed-i beyzâ), Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır!» (diye vahyedildi).” (el-Kasas, 32)

Böylece Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, iki büyük mûcize ile birlikte peygamberlik vazîfesi verdi. Dîni tebliğ etmesini bildirdi. Bunun için de önce Firavun’a gitmesini emretti:

“Firavun’a git! Çünkü o, iyice azdı.” (Tâhâ, 24)

Bunun üzerine:

“Mûsâ dedi ki: «Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm; onların da beni öldürmelerinden korkuyorum.»” (el-Kasas, 33)

Daha sonra da kardeşi Hârûn’u kendisine yardımcı olarak istedi:

“Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha fasihtir. O’nu da, beni tasdik eden bir yardımcı olarak beraberimde gönder! Zîrâ bana yalancılık ithâmında bulunmalarından endişe ediyorum!” (el-Kasas, 34)

“Allâh buyurdu: «Sen’i kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz (mûcize ve yardımlarımız) sâyesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbî olanlar üstün geleceksiniz!»” (el-Kasas, 35)

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Mısır’a geldi. Firavun’un büyük bir ordusu olduğunu düşünüyordu. Allâh Teâlâ, kardeşiyle O’na:

“Siz ikiniz, benim ordularımdan iki büyük ordusunuz! Zayıf ve ezik olamazsınız!” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-, bu büyük vazîfenin ağırlığı karşısında Cenâb-ı Hakk’a şöyle tazarrû ve niyazda bulundu:

“«Rabbim! Yüreğime genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar! Bana âilemden bir de vezîr (yardımcı) ver! Kardeşim Hârûn’u. Onunla beni kuvvetlendir! Ve O’nu işime ortak kıl! Böylece Sen’i bol bol tesbîh edelim ve çok çok zikredelim! Şüphesiz Sen bizi görmektesin.» dedi.

Allâh, (Mûsâ’nın bu ilticâsını kabûl ederek): «Ey Mûsâ! İstediğin Sana verildi.» dedi.” (Tâhâ, 25-36)

“And olsun Biz Sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk. Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştikMûsâ’yı sandığa koy; sonra O’nu denize (Nil’e) bırak; deniz O’nu kıyıya atsın da, Ben’im düşmanım ve O’nun düşmanı olan biri O’nu alsın. (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve nezâretimde yetiştirilmen için üzerine Ben’den bir muhabbet koydum.” (Tâhâ, 37-39)

“Hani kız kardeşin gidip: «O’na bakacak birini size bulayım mı?» diyordu. Böylece Sen’i, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri vermiştik. Ve birini öldürdün de, Sen’i endişeden kurtardık. Sen’i, iyiden iyiye imtihandan geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdîre göre (bu makâma) geldin ey Mûsâ!” (Tâhâ, 40)

“Sen’i kendim için (elçi) seçtim. Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün! Zikrimden uzak kalmayın! Firavun’a gidin! Çünkü o, iyiden iyiye azdı.” (Tâhâ, 41-43)

Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’a peygamber oldukları hâlde kendisini zikretmelerini emrettiğine göre bu ilâhî emrin, bizler için ne kadar ehemmiyet arz ettiği âşikârdır. Kalbî eğitim, her mü’min için zarûrîdir. Îman cevherinin merkezi kalb olduğu gibi, zikir cevherinin merkezi de kalbdir. Zikir kalbe oturduğu zaman hakîkî huzur hâline kavuşulur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bunlar, îmân edenler ve gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Âgâh olunuz! Kalbler ancak Allâh’ın zikriyle itmi’nâna erer (huzur bulur.) (er-Ra’d, 28)

Nisâ Sûresi’nin 28. âyet-i kerîmesinde buyrulduğu vechile insan, zayıf yaratılmıştır. Dînî duygular kalbde yükseldikçe, nefsânî arzular oradan uzaklaşır. Din, insanı sırf şekil plânında görmek istemez. İnsan, yüce bir varlıktır. Ulvîleşmesi îcâb eder. Kalbî hayâta geçilmeden, zarîf, hassas ve ince rûhlu bir müslüman olabilmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, ibâdetlerin sâdece şekil plânında kalmasından râzı olmaz. Meselâ namazın, kalbî bir teyakkuz ile kılınmasını murâd eder.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

Mü’minler felâh buldu (kurtuluşa erdi). Onlar ki, namazı huşû (kalbî kıvam) ile kılarlar!” (el-Mü’minûn, 1-2)

Aksi hâlde Cenâb-ı Hak, huşûsuz (kalbî kıvamdan mahrum) bir namazı istemez. Âyet-i kerîmede:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara! Onlar ki, namazlarından gafildirler!” (el-Mâûn, 4-5) buyurur.

Yine Cenâb-ı Hak, rûhunu zikirle ulvîleştirmeyen bir kimseye de şöyle buyurur:

“…Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

Zîrâ, kesâfet sıkletiyle, yâni günâhların ve dünyevî alâkaların ağırlıklarıyla dolu bir kalb ile Latîf olan Cenâb-ı Hakk’a yaklaşılamaz. Kalbi, nefsânî âfetlerden korumak için zikir bir zarûrettir. Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn -aleyhimesselâm-, Nil nehrinin kenarında buluşup kucaklaştılar. Hazret-i Mûsâ, kardeşi Hârûn’a: “–Haydi Firavun’a gidelim! Zîrâ Allâh -celle celâlühû- ikimizi de bununla vazîfelendirdi…” dedi.

Sonra ikisi birlikte:

“Dediler ki:

«–Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azıtmasından endişe ediyoruz.»

(Allâh Teâlâ) buyurdu:

«–Korkmayın; çünkü Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.» (Tâhâ, 45-46)

“Haydi Firavun’a gidip deyin ki: «Gerçekten biz, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz; İsrâîloğulları’nı bizimle beraber gönder!»” (eş-Şuarâ, 16-17)

Ancak Allâh Teâlâ, bu tebliği yaparken riâyet edilmesi gereken üslûbu da şöyle bildirdi:

“Ona yumuşak söz söyleyin! Belki o, aklını başına alır veya korkar!” (Tâhâ, 44)

Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn -aleyhimesselâm-, emr-i ilâhî mûcibince birlikte Firavun’a gittiler.

Firavun Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

“–Sen kimsin?” dedi.

O da:

“–Ben, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim!” cevâbını verdi.

Firavun önce çok şaşırdı. Daha sonra ise evvelce ona yaptığı iyilikleri başa kakarak öfkeyle Hazret-i Mûsâ’yı suçladı:

“–Sen, benim sarayımda büyüdün. Fırıncımı katlettin. Şimdi de böyle bir işe nasıl kalkarsın?!” dedi.

Bu konuşma, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:

“(Kendisine Allâh’ın emri tebliğ edilince ahmak Firavun) dedi ki:

«–Biz Sen’i çocukken himâyemize alıp büyütmedik mi?! Hayâtının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonunda o yaptığın (kötü) işi de yaptın! Sen nankörün birisin!»” (eş-Şuarâ, 18-19)

Mûsâ -aleyhisselâm- ise:

“–Ben Kıptîyi kasten öldürmedim. (Ben, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım.) Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı. O başıma kaktığın iyilik ise, İsrâîloğulları’nı köleleştirmenin bir netîcesi değil miydi?» dedi.” (eş-Şuarâ, 20-22)

Mûsâ -aleyhisselâm- devamla:

“–İşte sen böylece zulmettin; beni âilemden ayırdın! Fakat daha sonra Rabbim bana ilim ve hikmet verdi. Beni peygamber kıldı.” dedi.

Fakat:

“Firavun: «–Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?!» dedi.” (Tâhâ, 49)

“Firavun: «–Âlemlerin Rabbi de nedir?» dedi.” (eş-Şuarâ, 23)

“O da: «–Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir.» dedi.” (Tâhâ, 50)

Sonra:

“Mûsâ dedi ki: «–Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişiler olsanız, (îtirâf edersiniz ki) O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir.»” (eş-Şuarâ, 24)

“Firavun:

«–Öyle ise, önceki milletlerin hâli ne olacak?» dedi.

Mûsâ:

«–Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanında bir kitapta yazılıdır. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur! O (Allâh), yeri sizin için beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.» dedi.” (Tâhâ, 51-53)

Firavun, bunun üzerine Hazret-i Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı işkenceli bir ölüm çeşidi olan hapisle tehdîd etti:

“Firavun:

«–Benden başkasını ilâh edinirsen, and olsun ki Sen’i zindanlıklardan ederim!» dedi.

Mûsâ:

«–Sana apaçık bir mûcize getirmiş olsam da mı?» dedi.

(Bu defâ) Firavun:

«–Doğru söyleyenlerden isen, haydi getir onu!» diye karşılık verdi.

Hazret-i Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeler, Firavun’un kibir duygularını alt-üst etmiş; böylece o, tanrılık dâvâsını bir kenara bırakıp etrafındaki ileri gelenlerden fikir almaya mecbur kalmıştı. “Dediler ki: «–Onu ve kardeşini biraz burada beklet ve şehirlere toplayıcı vazîfeliler gönder; ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa getirsinler!»” (eş-Şuarâ, 36-37) O dönemde sihirbazlık çok ilerlemişti. Firavun, bu sebeple yapılan teklîfi hemen kabûl etti. Allâh Teâlâ buyurur: “And olsun Biz ona (Firavun’a) bütün delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti. Dedi ki: «–Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin, ey Mûsâ?! Öyle ise, muhakkak sûrette biz de Sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi Sen, bizim aramızda, ne Sen’in, ne de bizim muhâlefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla!»” (Tâhâ, 56-58) Mûsâ -aleyhisselâm-: «–Buluşma zamanımız, bayram günü kuşluk vaktinde insanların toplandığı zaman olsun!» dedi. Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Bütün hîle (vâsıtalarını) topladı; sonra geri geldi.” (Tâhâ, 59-60) “Böylece sihirbazlar, belli bir günün tâyin edilen vaktinde biraraya getirildi. Halka: «–Siz de toplanıyor musunuz?! (Haydi hemen toplanın!)» denildi.” (eş-Şuarâ, 38-39) Müsâbaka günü herkes toplanmıştı. Halk, olacakları izlemek için sabırsızlanıyordu. “(Firavun’un adamları:) «–Eğer üstün gelirlerse, herhâlde sihirbazlara uyarız!» dediler. Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a: «–Şâyet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir mükâfat vardır, değil mi?» dediler. Firavun cevap verdi: «–Evet, o takdîrde hiç şüphe etmeyin; gözde kimselerden olacaksınız!»” (eş-Şuarâ, 40-42)

Sihirbazlar, Firavun ve Mısır halkının önünde yere birkaç değnek ve ip atmışlardı. Onlar da kıvrılıp yılan gibi görülmeye başlamıştı. Ancak emr-i ilâhî ile Mûsâ -aleyhisselâm- asâsını atınca, o, kocaman bir ejderhâ olup meydandaki bütün sihir âletlerini yuttu. Sihirbazlar, bu hâlin beşerî bir sanat ve mârifet değil, ilâhî bir mûcize olduğunu anladılar. Çünkü sihir olsaydı, atılan değnek ve ipler, sihir bozulduğunda yerinde kalırdı. Hâlbuki sihirbazların sihirleri bozulup iptâl edildiği gibi, aynı zamanda değnek ve ipler de ortadan kaybolmuştu:

“Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.” (el-A’râf, 118)

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

(İşte bu mûcizeyi gören) sihirbazlar, derhal secdeye kapandılar:

«–Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine îmân ettik!» dediler.

Firavun (öfkeden gözü dönmüş bir hâlde):

«–Ben size izin vermeden O’na îmân ettiniz ha! Demek ki O, size sihri öğreten büyüğünüzmüş! Ama şimdi (size yapacağımı görecek ve) bileceksiniz; and olsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!» dedi.” (eş-Şuarâ, 46-49)

Bir başka âyet-i kerîmede de bu hâl şöyle bildirilmektedir:

(Firavun) şöyle dedi:

«–Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi! Hakîkat şu ki, O, size sihir öğreten büyüğünüzdür. Şimdi mutlakâ elleriniz ile ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azâbının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız!»” (Tâhâ, 71)

Menfaate dayanan birlik ve beraberliklerin ömrü de menfaatle sınırlıdır. Sihirbazlar îmân etmeyip Firavun’u desteklemeye devâm etselerdi, Firavun’un katında makbûl kişiler olacak, belki nîmetler içinde yüzeceklerdi. Ancak, kalbleri îmâna açılıp kendilerine hidâyet verilince, bâkî olan ebedî nîmeti; fânî, yâni geçici olan rahatlığa tercîh ettiler ve Firavun’un tehdîdlerine karşı:

“«–Bize gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana, seni tercîh edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyâda hükmünü geçirebilirsin!» dediler.” (Tâhâ, 72)

Sonra da:

“«–Zararı yok! Hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz!» dediler.” (eş-Şuarâ, 50)

Çünkü el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, ancak bu fânî dünyâya âit bir azap idi. Beden, netîcede toprağa verilecek bir kurbandır. Bedende fânîlik, rûhta ise ebedîlik (sonsuzluk) vardır. Fânî olan, bâkî olana tercîh edilemez. Bunun içindir ki sihirbazlar, apaçık mûcizeleri görünce, âyette buyrulduğu vechile Firavun’a, onun ummadığı bir tavır sergilediler: “–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zararın dünyâya âittir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” dediler. Devamla şöyle dediler: “Bize, hatâlarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize îmân ettik! Allâh, (mükâfâtı) en hayırlı ve (cezâsı) en sürekli olandır.” (Tâhâ, 73) “Biz, ilk îmân edenler olduğumuz için Rabbimizin hatâlarımızı bağışlayacağını umarız!»” (eş-Şuarâ, 51) Ve ardından Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ eylediler: “…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 126) Velhâsıl, sabahleyin kâfir bir hüviyetle müsâbakaya çıkan sihirbazlar, kısa bir müddet sonra kolları ve bacakları çapraz kesilerek, hepsi de birer mü’min, şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular. Sihirbazlarla Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- arasında vukû bulan bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de siyak ve sibak bakımından bazı farklılıklarla dört ayrı sûrede zikredilmektedir.[6] Bir kez vukû bulmuş olan bu hâdisenin Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı yerde anlatılmış olması, şüphesiz ki onun muhtevâsındaki pek çok sır ve hikmetlerle birlikte ehemmiyetini de vurgulamaktadır.

“Bize, hatâlarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize îmân ettik! Allâh, (mükâfâtı) en hayırlı ve (cezâsı) en sürekli olandır.” (Tâhâ, 73)

“Biz, ilk îmân edenler olduğumuz için Rabbimizin hatâlarımızı bağışlayacağını umarız!»” (eş-Şuarâ, 51)

Ve ardından Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ eylediler:

“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 126)

Velhâsıl, sabahleyin kâfir bir hüviyetle müsâbakaya çıkan sihirbazlar, kısa bir müddet sonra kolları ve bacakları çapraz kesilerek, hepsi de birer mü’min, şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular.

Ne kadar ibretlidir ki sihirbazlar, mâruz kaldıkları şiddetli zulüm karşısında:

“–Yâ Rabbî! Bizleri bu zâlimin zulmünden kurtar!” diye duâ etmemişler, fânîlerin ezâ ve cefâlarına sabredip Müslüman olarak can verebilmeyi niyâz etmişlerdi. Zîrâ onlar, îmanları husûsunda herhangi bir zaafa düşmeden, son nefeslerini îmân ile verebilme endişesi içindeydiler.

Son nefesle alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyrulmaktadır. Bu îkâz-ı ilâhîye riâyetin yegâne çâresi de, Allâh ve Rasûlü’nün gösterdiği istikâmet üzere yaşayıp son nefes husûsunda Allâh’ın lutfuna ilticâ hâlinde bulunmaktır. Sırât-ı müstakîm üzere yaşayıp bu hâl ile Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olabilmenin yolu, bir âyet-i kerîmede de şöyle beyân edilmektedir:

“Ey îmân edenler! Eğer siz, Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, Allâh da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

“Allâh, inananlara Firavun’un karısını (Âsiye’yi) misâl gösterdi. O: «Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap! Beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!» demişti.” (et-Tahrîm, 11)

Mâşıta’ya yaptığı zulümden sonra Âsiye Vâlidemiz, Firavun’a çok kızdı, öfkelendi ve hattâ tavır koyarak hakâret etti. Bunun üzerine Firavun, Âsiye Vâlidemizin de Mûsâ -aleyhisselâm-’a îmân ettiğini anladı. Âsiye Vâlidemiz de, bu hakîkati artık saklamadı ve ikrâr etti: “–Evet, ben de Mûsâ’nın Rabbine îmân ettim!” dedi. Rivâyet edildiğine göre Firavun, Âsiye’yi dört direğe bağlattı. Sırtüstü yatırdı. Üzerine bir değirmen taşı koydurdu. Çeşitli zulüm ve işkence ile şehîd etti. Bir defasında Mûsâ -aleyhisselâm-, işkence yapılan mahalden geçerken Âsiye Vâlidemize çok ağır işkenceler yapıldığını gördü. Âsiye Vâlidemiz, ıztırâbını ifâde etmek için Hazret-i Mûsâ’ya işâret etti. O da duâ etti. Bundan sonra Âsiye Vâlidemiz, acı ve ıztırap duymaz oldu. Diğer bir rivâyete göre Âsiye Vâlidemiz, kızgın bir çöle bırakılmıştı. Melekler kendisine gölgelik yapıyorlardı. Nihâyet Âsiye vâlidemiz bu şekilde şehîd oldu. Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden övgüyle bahsedilir:

Maşıta Hatun Firavun’un kızının hizmetkârıydı. Birgün Firavun’un kızının saçlarını taramak için tarağı alırken “Besmele” çekti. Kız da bunu duydu ve hemen koşup babasına haber verdi. Firavun derhal Mâşıta Hâtun’u yanına çağırtıp hesap sordu. O da Firavun’a içindeki îmân heyecanıyla cesur bir şekilde: “–Sen de bizim gibi bir fânîsin! Nasıl olur da tanrı olabilirsin?!” dedi. Firavun çok öfkelendi: “–Demek sen de Mûsâ’ya îmân ettin, O’na tâbî oldun, öyle mi?!” dedi. Ardından yavaş yavaş Mâşıta Hâtun’a işkence etmeye başladı. Fakat Mâşıta Hâtun, her şeye rağmen tevhîd akîdesinden dönmüyordu. Bunun üzerine beş yaşındaki kızını Mâşıta Hâtun’un önüne getirdiler: “–Eğer Firavun’un tanrılığını kabûl etmezsen, kızının gırtlağını keseceğiz!” diye tehdîd ettiler. Mâşıta Hâtun, yine îmânından dönmedi. Nihâyet kızını gözlerinin önünde katlettiler ve kanlarını da Mâşıta Hâtun’un yüzüne sürdüler. O hâlâ büyük bir aşk ve vecd içinde: “–Allâh birdir! Allâh birdir! Mûsâ O’nun Rasûlü’dür!” diyordu. Firavun ve avanesi, sinirlerinden küplere bindiler. Bu sefer onun üç aylık çocuğunu getirdiler. Annesine doğru uzattılar. Çocuk, süt emmek için annesinin göğsünü aramaya başladı. Hemen geri çektiler ve: “–Eğer yine dâvândan vazgeçmezsen, bu çocuğu da fırına atacağız!” dediler. Mâşıta Hâtun, bu acıya da sabrederek îmânından vazgeçmedi. Sonunda üç aylık yavrucuğunu da fırına attılar. Rivâyete göre çocuk ateşlerin arasında dile gelerek şöyle dedi: “–Anneciğim, sakın îmânından vazgeçme; sabret! Cennet ile senin aranda bir adım mesâfe kaldığını görüyorum!..” Bu sözü duyanların çoğu Hazret-i Mûsâ’ya îmân ettiler. Nihâyet Mâşıta Hâtun şehîd edildi. O da cennette yavrularının yanına gitti.

“(Onlar, Mûsâ’ya) dediler ki: «–Bizi sihirlemek için ne mûcize getirirsen getir, biz Sana inanacak değiliz!» Biz de, ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine tûfân, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.” (el-A’râf, 132-133) Kıptîler, azâbı gördüklerinde Hazret-i Mûsâ’ya “Büyük âlim!” diye hitâb ediyorlardı. Azap kalkınca da, isyanlarına devâm ederek “Bu, zâten geçiciydi.” diyorlardı. Belâlar, zulüm kemâle erdiği zaman gelmeye başlar. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi Kıptîlerin zulmü iyice şiddetlenip kemâline erince, üzerlerine birçok musîbetler indirildi:

. Tûfân

Allâh Teâlâ şiddetli yağmurlar yağdırdı. Öyle ki, Kıptîlerin evleri su ile doluyordu. Boyunlarına kadar suya gark oldular. Oturan boğuluyordu. Helâk olacak hâle geldiler. Ancak, Sıptîlere birşey olmuyordu.

Derhal Mûsâ -aleyhisselâm-’a koştular:

“–Ey Mûsâ! Rabbine duâ et; eğer bu belâ kalkarsa, îmân edecek ve Sen’inle kavmine müsâade edeceğiz.” dediler.

Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Sular çekildi. Ardından büyük bir bolluk başladı. Kıptîler, yine isyân ederek:

“–Bu su, bize bir azap değil, meğer bir nîmetmiş! Zâten geçecekmiş! Bunlar, Mûsâ’nın duâsıyla olmadı!” dediler.

2. Çekirge

Bir müddet sonra Hak Teâlâ çekirge sürüleri gönderdi. Bahşedilen bolluğu yediler. Ne varsa harâb ettiler. Ancak İsrâîloğulları’na bir zarar vermiyorlardı.

Kıptîler yine Hazret-i Mûsâ’ya geldiler:

“–Ey âlim! Duâ et; bu belâdan kurtulursak Sana îmân edeceğiz, Sen’i kabûl edeceğiz!” dediler.

Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Azap kalktı.

Ancak üzerlerinden azâbın kalktığını görerek rahatlayan Kıptîler, yine sözlerinde durmadılar; zulüm ve isyanlarına devâm ettiler.

Bit ve Pire Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlara bit ve pireyi Mûsâllat etti. Yemek yerlerken kapları bit ve pire ile dolardı. Bu büyük bir belâ idi. Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a koştular. Hazret-i Mûsâ duâ etti. Bundan da kurtuldular. Fakat yine isyâna meylettiler. 4. Kurbağalar Bu sefer Mûsâ -aleyhisselâm- Nil Nehri’ne gitti. Asâsıyla vurdu ve bütün kurbağalar Mısır’ı işgâl etti. Yemek kaplarına varana kadar her yer kurbağalarla doldu. Kıptîler tekrar Mûsâ -aleyhisselâm-’a geldiler: “–Ey âlim! Artık gerçekten pişmânız; sizleri Arz-ı Mev’ûd’a (Kudüs’e) bırakacağız!” dediler. Ancak Mûsâ -aleyhisselâm-’ın duâsı ile belâ kalkınca, yine eski davranışlarını sürdürdüler. 5. Kan Kıptîlerin bir türlü uslanmaması üzerine Allâh Teâlâ, Nil Nehri’ni kan hâline getirdi. İçecek su bulamadılar. Nil Nehri, Sıptîler içerken ve kullanırken aslî berraklığını muhâfaza ediyor; Kıptîlere ise kan oluyordu. Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a koşup yalvardılar. Bu musîbet de üzerlerinden kaldırıldı. Fakat yalancı ve nankör Kıptîler, yine isyanlarına döndüler.

Bütün bu tecellîler karşısında Firavun, her acze düştükçe: “«–Bırakın beni; Mûsâ’yı öldüreyim! (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben O’nun, dîninizi değiştireceğinden, (yâni putperestlikten vazgeçireceğinden) yâhut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.» diyordu.” (el-Mü’min, 26) Firavun’un bu şekilde konuşması, onun Mûsâ -aleyhisselâm-’ı öldürmek istediğine, fakat etrafındakilerin buna mâni olduğuna işâret etmektedir. Çünkü çevresindekiler Firavun’a: “–O, senin korkacağın bir kimse değildir. Sen tanrısın! Şâyet O’nu öldürürsen, halkın kalbine bir şüphe sokmuş olursun! Herkes senin, Mûsâ’nın mûcizeleri karşısında âciz kaldığını düşünür…” diyorlardı. Bununla beraber Firavun’un sözleri, onun Hazret-i Mûsâ’dan ne kadar korktuğunu da göstermektedir. Aslında Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın peygamber olduğunu vicdânen kabûl ediyordu. Ancak gurur, kibir ve kör inadı, îmân etmesine mânî oluyordu. Firavun’un bu tavırları karşısında: “Mûsâ da:

«–Ben hesâb gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a sığındım!» dedi.” (el-Mü’min, 27)

Bu sebeple, bazı tefsîr âlimleri, bu kadar mûcizeden sonra Firavun’un hâlâ îmân etmemesindeki hikmeti, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu duâsındaki tespitle ifâde ederler. Bu tespitler de: 1. Âhirete îmân etmemek, 2. Çok kibirli olmak, şeklindedir. Zîrâ kibirli kimse, herkesi kendinden aşağıda görmek ister. Bu sebeple kibir, hadîs-i şerîfte büyük bir günah olarak zikredilir: “Kalbinde hardal tanesi kadar îmân bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 147) Görüldüğü üzere îmânın değeri o kadar yücedir ki, o îmân sâyesinde kişi ilâhî affa mazhar olur ve günâhının kefâretini ödedikten sonra cennet nîmetlerine nâil olur. İblîs’in vasfı olan kibir de o kadar çirkin bir vasıftır ki, cennete girmeye mânî olacak kadar îmânı zaafa uğratır. Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: “Bir kimseye günah olarak, Müslüman kardeşini hakîr görmesi yeter!” (Müslim, Birr, 32; Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 18

Belâlarla terbiye edilen bu millet, sıkıntı ve azap anlarında kuzu kesiliyor, üzerlerindeki azap kaldırılınca da âdeta canavarlaşıyorlardı. Onların bu iki yüzlülüklerini ve sözlerinde durmayışlarını, Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle açıklar: “Azâb üzerlerine çökünce: «–Ey Mûsâ! Sana olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine duâ et; eğer bizden azâbı kaldırırsan, mutlakâ Sana inanacağız ve muhakkak İsrâîloğulları’nı seninle göndereceğiz!» dediler.” (el-A’râf, 134) “(Mûsâ’ya hitâben) dediler ki: «–Ey sihirbaz! Sana olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine duâ et; çünkü biz artık doğru yola gireceğiz.» Fakat Biz onlardan azâbı kaldırınca, sözlerinden dönüverdiler.” (ez-Zuhruf, 49-50) “Erişecekleri bir müddete kadar onlardan azâbı kaldırdığımızda, hemen sözlerinden dönüverirlerdi.” (el-A’râf, 135

Firavun ve adamları dünyevî üstünlüklerini kullanarak Allâh’a îmân edenlere zulmediyorlardı. Gördükleri birçok mûcizelere ve başlarına çöken ilâhî azap tecellîlerine rağmen bir türlü uslanmıyor, îmân etmek istemiyorlardı. Nihâyet Mûsâ -aleyhisselâm-, onlar hakkında bedduâ etmek mecbûriyetinde kaldı: Mûsâ dedi ki:

«–Ey Rabbimiz! Gerçekten Sen, Firavun ve kavmine dünyâ hayâtında zînet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu nîmetleri), inananları Sen’in yolundan saptırsınlar ve elem verici cezâyı görünceye kadar îmân etmesinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et; kalblerine sıkıntı ver!»

Bundan sonra Kıptî halkında cild hastalığı başladı. Üç gün kuraklık oldu. Her Kıptî âilesine ayrı ayrı musîbetler geliyordu. Firavun da mecbur kalarak Benî İsrâîl’in Mısır’dan çıkmasına izin verdi. Ancak her zaman olduğu gibi, tehlike geçince yine sözünden döneceği muhakkaktı. Bu sebeple Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın emri mûcibince, İsrâîloğulları’yla beraber Süveyş’e doğru gece vakti hareket etti. O sabah Firavun’un âilesindeki bütün kızlar tâûna yakalanıp öldüler. Firavun zâten öfkeliydi, kızların ölümü ile öfkesi iyice arttı: “–Bunları Mûsâ yaptırdı!” dedi. Firavun’un bunların defni ile meşgul olması, Hazret-i Mûsâ’ya epey bir zaman kazandırmıştı. Nitekim Firavun durumu öğrenince, iş işten geçmişti bile…

«İkinizin de duâsı kabûl olunmuştur. O hâlde Siz, doğruluğa devâm edin ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin!» dedi.” (Yûnus, 88-89)

“Mûsâ’ya: «–Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü tâkib edileceksiniz!» diye vahyettik.” (eş-Şuarâ, 52) “And olsun ki Biz Mûsâ’ya: «–Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç!» diye vahyetmiştik.” (Tâhâ, 77) Durumu öğrenmiş bulunan Firavun telâş içindeydi: “Firavun, şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi; «–Esâsen bunlar, sayıları az, bölük-pörçük bir cemâattir. Fakat hakkımızda çok gayz (kin ve öfke) besliyorlar. Biz ise uyanık (ve yekvücûd) bir cemâatiz!» (diyor ve dedirtiyordu).” (eş-Şuarâ, 53-56) Nihâyet Firavun, ordusunu topladı ve Mûsâ -aleyhisselâm-’ın peşine düştü: “Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın ashâbı: «–İşte yakalandık!» dediler…. Mûsâ:

«–Aslâ!» dedi. «–Rabbim şüphesiz benimledir; bana yol gösterecektir!»” (eş-Şuarâ, 60-62)

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın önünde Kızıldeniz, arkasında ise Firavun’un ordusu vardı. “Bunun üzerine Mûsâ’ya: «–Asân ile denize vur!» diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı); her bölük koca bir dağ gibi oldu.” (eş-Şuarâ, 63)

“Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.” (eş-Şuarâ, 64) / Hazret-i Mûsâ ve kavminin ardından, Firavun ve ordusu da denizde açılan yollara girdiler. Fakat ilâhî kahrın tecellîsiyle o engin deryâ içinde helâk olup gittiler.

“Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk.” (eş-Şuarâ, 65-66)

Bize karşı öfkelendirici davranışlarını sürdürünce onlara hak ettikleri cezayı verdik ve hepsini suya gömdük. Onları, arkadan gelecek diğerlerinin geçmişi ve ibretlik örneği kıldık. (ez-Zuhruf, 55-56)

“Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikâm aldık ve onları denizde boğduk!” (el-A’râf, 136)

“Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları îmân etmiş değillerdir.” (eş-Şuarâ, 67) / Allâh’ın lutfu ile Benî İsrâîl’in hepsi kurtulmuştu. O gün 10 Muharrem’di. Şükür orucu tutuldu. Allâh Teâlâ bu ihsânını âyet-i kerîmede şöyle hatırlatır

“Hatırlayın ki, sizi Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar, size azâbın en kötüsünü revâ görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenâlık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size revâ görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Bir zamanlar Biz, sizin için denizi yardık; sizi kurtardık. Firavun taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.” (el-Bakara, 49-50)

Biz, İsrâîloğulları’nı denizden (selâmetle) geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları tâkib etti. Nihâyet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi:

«–İnandım. Gerçekten İsrâîloğulları’nın îmân ettiğinden başka ilâh yokmuş! Ben de müslümanlardanım!»” (Yûnus, 90)

Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbur kalarak îmân halkasına tutunmak isteyen Firavun’a Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel (ömrün boyunca) isyân etmiş, dâimâ fesâdçılardan olmuştun! (Yâni bir belâ gelince uslanmış, sâlim kalınca da tekrar eski isyânına devâm etmiştin! Şimdi de böyle yapacağın için artık senin îmâna yönelişin geçersizdir.) (Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp) bırakacağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla beraber) insanlardan bir çoğu bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)


Mûsâ -aleyhisselâm- Benî İsrâîl’i Kenan diyârına doğru götürdü. Yolda giderken puta ve öküze tapan bir kavim gördüler. Bazıları: “–Yâ Mûsâ! Bize de böyle bir şey yap da ona tapalım!” dediler. Hazret-i Mûsâ, onlara nasîhat etti: “–Allâh sizi bir zulümden kurtardı. Kıptîler sizin oğullarınızı öldürüyor ve kızlarınızı hizmetçi olarak kullanıyorlardı. Buna rağmen siz Allâh’a isyân edip O’na karşı şirke mi dalacaksınız?!” dedi. Allâh Teâlâ buyurur: “İsrâîloğullarını denizden geçirdik. Orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: «–Ey Mûsâ! Onların ilâhları olduğu gibi, Sen de bizim için bir ilâh yap!» dediler. Mûsâ: «–Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz!» dedi.” (el-A’râf, 138) “Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır; yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki:

«–Allâh sizi âlemlere üstün kılmışken, ben size Allâh’tan başka bir tanrı mı arayayım? Hatırlayın ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Firavun’un adamlarından sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır.»” (el-A’râf, 139-141)

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, 12.000 kişilik iki ordu yaptı. Mısır’a gönderdi. Çocuk, hasta ve yaşlılardan başka kimse kalmamıştı. Ordunun birinin başında Yûşâ bin Nûn -aleyhisselâm-, diğerinde de Kâlib bin Yuhne kumandanlık ediyordu. Ganîmetlerle döndüler. Taşıyamayacaklarını sattılar. Artık Kıptîler tamamen perişân olmuşlardı. Bu durum, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılır:

“(Sonunda) biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pınarlardan, hazînelerden ve değerli bir yerden çıkardık.” (eş-Şuarâ, 57-58)

“Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahûdîleri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mîrasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâîloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.” (el-A’râf, 137)

“Böylece bunlara İsrâîloğulları’nı mîrasçı yaptık.” (eş-Şuarâ, 59)


“Onlar geride nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve safâsını sürdükleri nice nîmetler bırakmışlardı. İşte böylece Biz de onları başka bir topluma mîras bıraktık. Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi.” (ed-Duhân, 25-29) Cenâb-ı Hak, kahr-ı ilâhîye dûçâr olan toplumların hazîn âkıbetlerini ve târihin çöplüğünde kaybolup gitmelerini, aşağıdaki âyet-i kerîmede ne güzel tasvîr eder:

“Biz, onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık emâresi) hissediyor veya onlara âit cılız bir ses işitiyor musun?” (Meryem, 98)

«–Ey kavmim! Allâh’ın size (lutfettiği) nîmetini hatırlayın! Zîrâ O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı, (hür insanlar yaptı). Âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi.»” (el-Mâide, 20) Bu âyetler, Hazret-i Mûsâ zamanındaki İsrâîloğulları ile ilgilidir. Bu sebeple gerek onların “âlemde hiç kimseye verilmemiş nîmetlere mazhar olmaları” gerekse “arz-ı mukaddes’in onlara vatan olarak yazılmış bulunması” hep o zamana âittir. Yoksa yüzlerce âyet ve hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanlık için Allâh’ın eşsiz bir lutfu ve nîmeti olduğundan bahseder. Mukaddes topraklara kimin vâris olacağı husûsunda ise Allâh Teâlâ’nın tâyini şöyledir: “And olsun Zikir’den (Tevrât’tan) sonra Zebûr’da da: «Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır.» diye yazmıştık.” (el-Enbiyâ, 105) Bu âyet-i kerîmede zulmün ve zâlimlerin sürekli pâyidâr olmayacağı; iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğu; hâkimiyetin, eninde sonunda sâlihlerin eline geçeceğinin mukadder olduğu ifâde buyrulmaktadır. Bu da, İslâm’ın dünyâ hayâtı husûsundaki cihânşümûl görüşünü sergilemektedir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kavmini Kenan diyârına götürmek için yola çıkmıştı. “Arz-ı Mev’ûd” denilen yere yerleşeceklerdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, her koldan bir temsilci seçti. Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne’nin reisliğinde oradaki kavmi keşfe gönderdi. Gidenler, Amâlika kavmini çok güçlü buldular. Fakat bunu, herhangi bir korkuya sebebiyet vermemesi ve hâlet-i rûhiyelerinin bozulmaması için kavimlerine anlatmamak üzere anlaştılar. Zâten Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- da, onlara böyle yapmalarını tembihlemişti. Ancak Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne’nin dışındakiler, durumu kavimlerine anlattılar. İsrâîloğulları da harbetmekten kaçındı: “(Mûsâ şöyle dedi:)

«–Ey kavmim! Allâh’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrâna uğramış kimseler olarak dönersiniz!»

Onlar: «–Yâ Mûsâ! Orada zorba bir toplum var! Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya aslâ girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de hemen gireriz.» diye cevap verdiler.” (el-Mâide, 21-22) “Korkanların içinden Allâh’ın kendilerine lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: «–Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi, artık zaferi kesinlikle kazanmış olursunuz. Eğer mü’minler iseniz, ancak Allâh’a güvenin.»” (el-Mâide, 23) “(Nankör İsrâîl kavmi ise): «–Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe, biz oraya aslâ girmeyiz; şu durumda Sen ve Rabbin, gidin savaşın! Biz burada oturacağız!» dediler.” (el-Mâide, 24) Çünkü Firavun’un zulmünden kurtulduktan sonra o kötü günleri unutan İsrâîloğulları, dünyâ nîmetlerine kavuşmuş ve rahata alışmışlardı. Dünyevî istek ve arzularını artırmışlar, Hazret-i Mûsâ’dan kudret helvâsı ve bıldırcın eti istemişlerdi. Bu nîmetler, kendilerine her gün bahşedildi. Bunlara ilâveten Mûsâ -aleyhisselâm- asâsı ile taşa vurmuş oradan da oniki pınar fışkırmıştı. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Ve sizi bulutla gölgeledik; size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik: «Verdiğimiz güzel nîmetlerden yeyiniz!» (dedik). Hakîkatte onlar, Biz’e değil, sâdece kendilerine nankörlük ediyorlardı.” (el-Bakara, 57)

“Mûsâ (çölde) kavmi için su istemişti de Biz O’na: «–Değneğinle taşa vur!» demiştik. Derhal (taştan) oniki pınar fışkırdı. Her bölük içiceği kaynağı bildi. (Onlara): «Allâh’ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin!» dedik.” (el-Bakara, 60) “Biz İsrâîloğulları’nı oymaklar hâlinde oniki kabîleye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ’ya: «–Asânı taşa vur!» diye vahyettik. Derhal ondan oniki pınar fışkırdı. Her kabîle içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık; onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki): «Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin!» Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) Biz’e değil, kendilerine zulmediyorlardı.” (el-A’râf, 160) “Ey İsrâîloğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık! Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik. Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz; bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra sizi gazabım çarpar! Her kimi gazabım çarparsa, hakîkaten o, yıkılıp gitmiştir.

Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, inanan ve sâlih amel işleyen, sonra doğru yoldan giden kimseyi bağışlarım.” (Tâhâ, 80-82)

«–Öyleyse orası (Arz-ı Mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık Sen, fâsık toplum için üzülme!» dedi.” (el-Mâide, 25-26) “And olsun ki Allâh, İsrâîloğulları’ndan söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden oniki de temsilci göndermiştik. Allâh onlara şöyle demişti: «–Ben sizinle berâberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allâh’a güzel borç verirseniz (ihtiyâcı olanlara Allâh rızâsı için fâizsiz borç verirseniz), and olsun ki sizin günâhlarınızı örterim ve sizi, zemîninden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra kim inkâr yolunu tutarsa, doğru yoldan sapmış olur.»” (el-Mâide, 12)

Fakat Benî İsrâîl kavmi, Allâh’ın kendilerine bahşettiği nîmetlere nankörlük ediyor ve ülü’l-azm peygamberlerin üçüncüsü olan Hazret-i Mûsâ’ya tavır koymaya devâm ediyorlardı. Hattâ peygamberlerine: “–Sen Rabbinle beraber savaşa git; harbet ve kazan! Ondan sonra biz de Sen’in ardından geliriz!” diyecek kadar küstahlaşmışlardı. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onları kırk sene boyunca sıkıcı ve dar bir yer olan Tih Sahrası’nda kalmaya mahkûm etti. Bu mekândan ne zaman çıkmaya çalışsalar, dönüp dolaşıp yine aynı dâirenin içine giriyorlardı. Tâ ki, yeni bir nesil yetişti… Nihâyet, bu îmânlı ve zinde nesil ile, oradaki zorba kavme gâlip gelinip Arz-ı Mev’ûd’a girildi. Artık Şeria Nehri’nin doğu kıyısındaki yerler ele geçirilmiş ve Arz-ı Mev’ûd’a yerleşilmişti. Böylece Mûsâ -aleyhisselâm-’ın va’di yerine geldi.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, İsrâîloğulları ile birlikte Mısır’dan çıkıp düşmandan kurtulunca ümmetine, Allâh katından bir Kitâb getireceğini söylemişti. Hârûn -aleyhisselâm-’ı yerine vekil bıraktı: “–Sen bunların yanlış işlerini ıslâh et! Ben, Allâh’ın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allâh’tan nâzil olacak yeni bir Kitâb ile döneceğim!” dedi. Ancak nankör kavmi: “–Yanında bizden şâhidler olmasını isteriz, yâ Mûsâ!” dediler. Yetmiş kişi seçtiler. Hep birlikte Tûr’a gidildi. Mûsâ -aleyhisselâm-, va’dedilen Kitâb’ı Cenâb-ı Hak’tan niyâz etti. Hak Teâlâ da, O’na otuz gün oruç tutmasını emretti. Bu, Zilkâde’nin otuz günüdür. Sonra Zilhicce’nin ilk on günü ile de bu oruç, kırk güne tamamlandı. Ve Hazret-i Mûsâ’ya Kitâb verilerek, kendisine kavmini doğru yola eriştirme vazîfesi tevdî edildi. Allâh Teâlâ buyurur:

“Otuz gece (Bana ibâdet etmesi için) Mûsâ ile vaadleştik ve O’na on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin mîkâtı (tâyin ettiği vakit) tam kırk gece oldu…” (el-A’râf, 142)

Hazret-i Mûsâ, bu vazîfenin gerektirdiği kemâli kazanmayı sağlayacak oruç, zühd, ibâdet, duâ, murâkabe, iç arınma ve tefekkür için kırk günlüğüne Tûr-i Sînâ’ya dâvet edilmişti. Zîrâ Mûsâ -aleyhisselâm-, bu kırk gece içinde Rabbi ile mülâkâta hazırlanacaktı. O, göklerin sessizliğine dalmak ve yerlerin meşgalelerinden uzaklaşmak; nihâyet enginlerde yüce Yaratıcı’ya ulaşarak mânâ ummânına dalmak için, Tûr-i Sînâ’da, sâir insanlardan ayrı bir hayat sürdü. Çünkü rûhunu arındırıp aydınlatması ve ona letâfet kazandırması için buna ihtiyaç vardı. Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün oruç vs. ibâdetlerle bir tehzîb, tezkiye ve riyâzât olmuş; sonraki on günde de Tevrât’ın nüzûlü ve Allâh ile mükâleme (konuşma) vukû bulmuştur. Yâni Mûsâ -aleyhisselâm- bu kırk günlük zaman diliminde, Allâh Teâlâ ile konuşabilecek yüce bir mânevî seviyeye yükselmiştir.

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Tûr-i Sînâ’da kırk gece kalmasında şu işâretler vardır: Ehlullâhın büyük bir tecellî sabahına ermeleri için geceler gibi karanlık ıztırap saatleri ile çile doldurmaları lâzımdır. İlâhî feyiz ve bereket, umûmiyetle geceleri vâkî olur ve bütün muvaffâkıyet sabahları, ıztıraplı gecelerin seherlerini tâkib eder. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu çilesinde kırk gün, sanki ilk otuz günüyle bütün bir gece; sonraki on gün de, o gecenin seheri mesâbesindeydi. Nitekim, bu seherin fecr-i sâdık saatlerini andıran son demlerinde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh Teâlâ ile konuşma mazhariyetine erişmiş ve pek çok ilâhî tecellîyi müşâhede etmiştir. Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda hiç ara vermeden savm-ı visâl olarak otuz gün oruç tuttu; ne acıktı, ne de susadı!.. Fakat Hızır’la buluşmak üzere sefer etmesi emredildiğinde henüz yarım gün geçmeden sabrı kesildi ve acıktı. Arkadaşına: “–Yiyeceğimizi getir, yiyelim!” dedi. Çünkü O’nun Hızır’a gidişi bir imtihan sebebiyle idi. İmtihan üzerine iptilâ eklendi. Mahlûkun yolundaki seferde yarım günde acıktı. Fakat Tûr’da bulunması ve Allâh’a sefer etmesi ise, bir likâ (kavuşma) seferi ve Hak Teâlâ ile sohbet mâhiyetinde olduğundan, bulunduğu yerin heybeti, O’na yemeyi ve içmeyi unutturmuş, kendisini Allâh’tan başka her şeyden alıkoymuştu.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a Allâh -celle celâlühû- ile konuşması sebebiyle “Kelîmullâh” denmiştir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la dil gibi bir âlet ile değil, zamansız ve cihetsiz olarak O’nun ezeldeki “Kelâm” sıfatıyla konuştu. Allâh’ın sıfatlarından hiçbiri yaratılanların sıfatlarına benzemez. O Alîm’dir, yâni her şeyi bilir; ancak bu bilme, bizim bilmemiz gibi değildir. Kudret sâhibidir; o da bizim kudretimiz gibi değildir. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil!.. Biz dil gibi bir âlet ve harflerle konuşuruz. Allâh -celle celâlühû- bundan münezzehtir. Harfler mahlûktur. Allâh’ın kelâmı ise, mahlûk değildir; harfsiz ve âletsizdir. Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh -celle celâlühû- ile konuşurken, yanındaki 70 kişi ve Cebrâîl -aleyhisselâm- bu konuşmayı fark ve idrâk edemediler…

Kelîmullâh Mûsâ bin İmrân -aleyhisselâm-’a mânevî âlemden birçok manzara müşâhede etti. Bunlar, O’nun arzusuyla olmuş da değildi. Rivâyete göre keyfiyeti bizlere meçhûl olan dörtbin yüzyirmi kelime ve ayrıca ondört kelime, O’na vâsıtasız olarak takdîm edildi. Her bir kelimenin gelişinde Hazret-i Mûsâ, büyük sarsıntılar geçirdi. O’nun vücûdu ve tabîatı, bu kelimelerin gelişi sebebiyle büyük değişikliğe uğradı.

Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın gönlünü teskîn ve tesellî etmek için binlerce hitâb gönderdi ki, nîmetleriyle gönlü bir nebze rahatlayıp huzur olsun!.. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm-, beşerî fırtınalar ve kasırgalarla dolu bir hayat yaşamış, azgın ve materyalist bir kavim olan Benî İsrâîl’e şerîat ikâme etmek üzere gönderilmiş bir peygamberdi…

Allâh, Mûsâ’ya mutlak olarak konuştu./ en-Nisâ, 164

ALLAH_C.C 010101

Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la konuşurken, gözünden perdeler kalkmıştı. Zamansız ve cihetsiz bir şekilde net olarak Arş-ı A’lâ’yı seyrediyordu. Levh-i Mahfûz’u yazan kalemin gıcırtılarını duymaktaydı. Yanında ise Cebrâîl -aleyhisselâm- ve 70 kişi olduğu hâlde, onlar hiçbir şey işitmediler. Zîrâ Mûsâ -aleyhisselâm-, çok üstün bir makam ve mertebeye yükselmişti. Nihâyet Mûsâ -aleyhisselâm-, bu konuşmadan o kadar lezzet aldı ki, şevki iyice arttı. Kendisinde bambaşka bir hâl meydana geldi ve Cenâb-ı Hakk’ı görmek istedi. Bu arzusunda da ısrar etti. Allâh Teâlâ ise: Allâh Teâlâ ise: “Sen beni göremezsin!” buyurdu. Mûsâ -aleyhisselâm- yine talebinde ısrar edince, Cenâb-ı Hak:

Âyet-i kerîmede bu vâkıa şöyle anlatılır: “Mûsâ tâyîn ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi O’nunla konuşunca: «–Rabbim! Bana (kendini) göster; Sen’i göreyim!» dedi. (Rabbi): «–Sen Ben’i göremezsin! Fakat şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, Sen de Ben’i göreceksin!» buyurdu. Rabbi, o dağa tecellî edince, onu un ufak etti. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: «–Sen’i (bütün) noksan sıfatlardan tenzîh ederim; Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.»” (el-A’râf, 143)

Yâni, semâda güneş varken, nasıl yıldızlar gözükmüyorsa; denize ulaşan bir dere, onda nasıl kayboluyorsa; bir taş, göze sürme olarak çekildiği zaman, nasıl kendinde taşlıktan birşey kalmıyorsa; bir buğday tânesi, vücûda gıdâ olarak girdikten sonra nasıl buğdaylığını kaybediyorsa; Allâh’ta fânî olanın da izâfî ve türâbî vücûdu, Hak’ta fânî olur ve kendisine yabancılaşır.

Musa’ya kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik./ 2:51 Evet, Hz. Musa (as) kavminden kırk gece/gün ayrı kalmıştır. Bunun bazı hikmetleri şunlar olabilir: Kırk sayısı, hikmetli bir sayıdır. Hz. Muhammed (a.s.m) kırk yaşında peygamber olmuştur. Çünkü, kırk yaş, olgunluk yaşıdır. Kırk gün de olgunluk simgesi olan kırk yaşını çağrıştıran ve onun bir parçası olan bir zaman dilimidir. Tevrat’ı almak üzere Allah’ın -manevî- huzuruna kırk gecelik bir zaman diliminin sonunda çıkması, risaleti alma süresinin kısa bir yönü olması bakımından önemlidir. Tevrat’ı doğrudan vasıtasız olarak Allah’tan almak gibi çok büyük bir makama yükselirken, kırk gün insanlardan uzaklaşıp, bir nevi melekleşmeye doğru kanat çırpması, risalet hikmetinin bir yansımasıdır. İnsanların anne karnında geçirdikleri safhalar ve ruhun üflenme zamanı, hadislerde “kırk gün” olarak değerlendirilmiştir. Risalet safhasında da bunun gerçekleşmesi, bu prensibe uygundur. Kırk günlük bir süre, insanların herhangi bir konuda imtihan edilmeleri için vasat bir zaman dilimidir. İsrail oğulları, böyle vasat bir imtihan süresi dolmadan imtihanı kaybettiler. Daha başka noktalar da bulunabilir.

Cenâb-ı Hak’la ezelî olan kelâm sıfatının tecellîsi ile konuşması netîcesinde Mûsâ -aleyhisselâm-’da tatlı, hoş bir zevk hâli hâsıl olmuştu. O, bu hâldeyken Cenâb-ı Hakk’a “Rabbim! Sen’i göreyim!” diye ısrar etti. Netîcede dağ infilâk etti. Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Kendisine gelince de, istiğfâr etti. Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın sözlerini duyunca, âdeta kendisinin dünyâda olduğunu unutmuş, âhirete; cennet ve cemâlullâha kavuştuğunu zannetmişti. Rivâyete göre nûr-i ilâhînin kırıntı kabîlinden bir tecellîsiyle infilâk eden dağ, paramparça oldu. Her parçası bir yere dağıldı. Dağ âdeta un gibi savruldu, dağılıp deryâlara düştü. Ondan içine bir parça düşen sular tatlı oldu, bu sulardan içen hastalar şifâ buldu. Allâh Teâlâ, kelâmdaki büyük bir tecellîsi olan Kur’ân-ı Kerîm hakkında da, âyet-i kerîmede şöyle buyurur: “Eğer Biz, bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allâh korkusundan baş eğerek, paramparça olmuş görürdün! Bu misâlleri, insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21) Bu sebeple, yüce dağlarıyla yer ve engin ufuklarıyla gökler, ilâhî emâneti yüklenmekten çekinmişlerdir. Bu hakîkati de, Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklîf ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mükâlemesinden sonra Tevrât nâzil olmaya başladı. Yedi veya on levha hâlinde inzâl buyruldu. 40 cüz idi. Tevrât nâzil olurken, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile beraber her harf için bir melek vazîfelendirildi. Bu melekler, Tûr Dağı’nın başında Tevrât’ı Hazret-i Mûsâ’ya takdîm ettiler.

Mûsâ’nın görevi iki yönlüdür, o hem dinî hem sosyal liderdir. İlk ve en önemli işi kavmini Firavun’un zulmünden kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır. İkinci önemli yönü şeriatı (Tevrat) getirmiş olmasıdır. Tevrat’ta Mûsâ’nın eşsiz, benzersiz olduğu, Tanrı diğer peygamberlerle rüya veya rü’yette konuştuğu halde onunla açıkça ağız ağıza söyleştiği, sadece onun Tanrı’nın sûretini göreceği belirtilmektedir (Sayılar, 12/6-8; Tesniye, 34/10).

Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları ile geçirdiği kırk yıllık sürede çok sayıda güçlükle karşılaşmıştır. Önceleri kavminin bütün işlerini kendisi görürken daha sonra Yetro’nun tavsiyesine uyarak hâkimler tayin etmiştir (Çıkış, 18/13-23). Çöl hayatı boyunca İsrâiloğulları’nın bitmek bilmeyen şikâyetlerine ve karşı çıkmalarına mâruz kalmıştır. İsrâiloğulları her defasında açlık, susuzluk gibi problemleri öne sürerek Mısır’a dönmek istediklerini söylemişler, Mûsâ onları teskin etmiş, Allah’a karşı gelmemeleri hususunda uyarmıştır. Daha sonra yeğeni Korah, İbrânîler’in ileri gelenlerinden topladığı 250 kişi ile isyana kalkışmış (Sayılar, 16/1-19), nihayet ağabeyi Hârûn ve ablası Miryam, peygamberlikte kendisine eşit olduklarını söyleyip Habeşî bir kadın aldığı için onu eleştirmişlerdir (Sayılar, 12/1-15). Rabbinik literatür Mûsâ’yı övmek ve yüceltmekle beraber ona ilâhî hiçbir nitelik atfetmemiştir. O üstün nitelik ve özelliklerine rağmen bir insandır. Tanrı Tevrat’ı kendisine yazdırmış ve Mûsâ “Moşeh rabenu” (Mûsâ efendimiz) diye adlandırılmıştır. Geleneğe göre Mûsâ 7 Adar’da doğmuş ve 120. yıl dönümü günü vefat etmiştir. Daha sonra bu tarih mezarı bilinmeyenlerin anıldığı gün olarak kabul edilmiştir. Bilgeler Mûsâ’yı genelde bir kral ve rehber diye takdim etmektedir. Çocukları onun görevlerine vâris olmamıştır. Yahudiler, Mûsâ’nın hayatını kırk yıl Mısır’da, kırk yıl Medyen’de ve kırk yıl çölde olmak üzere üç devreye ayırmaktadır. Gök ve yer onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Mûsâ’nın kutsiyeti daha doğduğu zaman görülmekteydi. O sünnetli olarak doğmuş, doğar doğmaz konuşmaya başlamış, üç aylık iken gelecekle ilgili haberler vermiştir. Hayvanları nasıl kendini vererek otlattığını görünce Tanrı onu peygamber olarak seçmeye karar vermiştir (Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme, s. 764-768). Kendisine sadece yazılı Tevrat değil, şifahi Tevrat da verilmiştir

Mûsâ’nın dünyaya gelişi ve nehre bırakılışına benzer hikâyeler Cyrus ve Sargon kıssalarında da vardır. Meselâ Akkad Kralı Sargon’u annesi gizlice dünyaya getirmiş, ziftle sıvadığı bir sepete koyarak nehre bırakmıştır. Diğer taraftan bir Mısır mitine göre annesi çocuk Tanrı Horus’u Séti’nin gazabından korumak için gizlemiştir (Cazelles, DBS, V, 1321; EJd., XII, 379). Mûsâ’nın Medyen’e kaçışı ve orada kâhinin kızı ile evlenme hikâyesi, Mûsâ’dan birkaç asır önce yaşayan ve Suriye’ye kaçarak orada bir şeyh tarafından kabul edilip kızı ile evlenen Mısırlı Sinouhe’nin kıssasına benzemektedir (Cazelles, DBS, V, 1323; EJd., XII, 380). Ayrıca Medyen kıssasında bazı müphem taraflar vardır. Meselâ Mûsâ’nın kayınpederinin adı Reuel (Çıkış, 2/18), Hobab (Hâkimler, 4/11) ve Yetro (Çıkış, 3/1) şeklinde geçmektedir. Bütün bunlara rağmen Mûsâ’nın tarihî bir şahsiyet olduğunda şüphe yoktur.

Comments are closed.