logo

Peygamberlere selam olsun

PEYGAMBERLER

HZ. ÂDEM A.S – Hz. İDRİS (A.S) – Hz. NUH (A.S) – HZ HÛD A.S – HZ. SÂLİH A.S -HZ. İBRÂHİM A.S – HZ LÛT A.SHZ İSMÂİL A.S – HZ İSHAK A.S – HZ YA‘KŪB A.S – HZ YÛSUF A.S – HZ EYYÛB A.S – HZ ŞUAYB A.S

“Ey Rabb’imiz! Biz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz.” dediler. Araf 23

Peygamberler yalnızca ortadoğu bölgesine mi gönderilmiştir?

Cenab-ı Allah insanlık tarihi boyunca, insanların ıslâhı için, insanın bulunduğu her topluluğa peygamber göndermiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de, Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik.” (Nahl, 36) ayeti bize bu hakikati ifade etmekte, her topluma Allah tarafından peygamberler gönderildiğini sarih bir şekilde beyan etmektedir.

Fakat bu soruyu soran kimseler, muhtemelen Kur’an’da adı geçen yirmi küsür peygamberin hepsinin Mezopotamya-ortadoğu bölgesinde yaşamış olmasından hareketle hatalı bir anlayışa düşmüşler ve bu bölge dışında peygamberin olmadığını zannetmişlerdir. Lakin peygamberlerin sayısı, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçenlerden ibaret değildir. Bu bilgiyi bize bizatihi Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi vermektedir; Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var.” (Mü’min, 78) Dolayısıyla biz bu ayet sebebi ile Norveç’e veya Güney Kore’ye peygamber gönderilmediğini asla söyleyemeyeceğimiz gibi onlar hakkında bilgi sahibi olmak zorunda da değiliz.

Kur’ân-ı Kerîm Neden Sadece Belli Bir Coğrafyadan (Ortadoğu) Bahseder?

Peki Kur’an, neden sadece belli bir coğrafyaya gönderilen peygamberlerden bahsetmiştir? Aslında bunun cevabı da oldukça basittir. Dönemin toplumu o peygamberlerin ismini bilmekteydi. Onlara İbrahim, Yusuf, Musa, İsa (aleyhimüsselam) isimleri yabancı değildi. O yüzden en fazla “öncekilerin hikayeleri” diyebiliyorlardı. Fakat onların hiç duymadığı isimlerin kıssaları anlatılsa hem tebliğ zorlaşabilir hem de Peygamber Efendimizle (sallallâhu aleyhi ve sellem) alay edebilirler, belki de inananların kalbine şüphe düşebilirdi.

İnanç Sistemlerindeki Benzerlik

Dünyada birçok kadîm medeniyetin inanç sistemlerinin birbirlerine olan benzerlikleri dikkat çekicidir. Bu da İslam’ın her kavme peygamber gönderildiğini söylemesini tasdiklemektedir. Zira birçoğunda yaratıcının varlığı, ölümden sonra hayat, amellerin tartılması gibi konular işlenmektedir. Oluşan bozulmalar ve farklılıklar ise o topluluğa gönderilen peygamberin vefatından sonra hak dinin nasıl bozulduğunu bizlere göstermektedir.

Tek Din İslam

İnsanlık tarihinden bu yana, gönderilen her peygamber yeni bir din getirmemiş, hepsi bir olan Allah’a iman etmeye ve O’na teslim olmaya çağırmıştır ki bu da İslam’dır. Lakin zamanla insanların sapması ve saptırmasıyla hak din tahrife uğramış ve özünü kaybetmiştir. Dolayısıyla, esasında tek olan hak din, birçok âmil ile farklı şekillere girmiş ve dünyada birçok din oluşmuştur. Fakat buna rağmen içlerindeki benzerlikler, birçoğunun tek bir yerden geldiğini göstermektedir.

Özetleyecek olursak, insanlığın olduğu her bölgeye Cenâb-ı Allah peygamberlerini göndermiştir. Buna Uzakdoğu da Avrupa da Amerika da dahildir. Fakat her birinin ismini bize bildirmemiştir. [Mü’min, 78]

“Doğrusu biz seni hak ile desteklenmiş bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun.” (Fâtır, 24)

YAKUP HOCAOĞLU

Kur’an’da adı 11 defa geçmektedir. Hitabet yeteneğinden ötürü “Peygamberlerin Hatibi” olarak anılmıştır. Ölçü ve tartıda hile yapan Medyen ve Eyke halkına gönderilmiştir. Kızlarından biriyle Musa evlenmiştir.

Kur’an’da Şuayb adı on bir yerde geçer (el-A‘râf 7/85, 88, 90, 92 [iki defa]; Hûd 11/84, 87, 91, 94; eş-Şuarâ 26/177; el-Ankebût 29/36); gönderildiği kavmin ismi Medyen (el-A‘râf 7/85; Hûd 11/84; el-Ankebût 29/36) ve Eyke (eş-Şuarâ 26/176) şeklinde zikredilir. İslâm kaynaklarında Hz. Şuayb’ın risâlet görevi yaptığı yerin Hûd ve Sâlih peygamberlerin yurdu gibi Kuzeybatı Arabistan ve Akabe körfezinin doğu kıyıları olduğu kabul edilir. Ahd-i Atîk’e göre de göçebe Midyânîler (Medyenliler) batıda Akabe’den Sînâ’ya (Sayılar, 10/29), kuzeyde Moab’a (Tekvîn, 36/35), Moab ve Ammon’un doğusundaki Suriye çölünün uzantılarına (Hâkimler, 7/25), Ürdün vadisinin doğusuna (Sayılar, 25/6-7) kadar yayılmışlardı (Strong, s. 677-678). Kur’ân-ı Kerîm’de Medyen’den genellikle bir kavim şeklinde bahsedilir. Müslüman âlimler de bunun Medyen b. İbrâhim soyundan gelen bir kavim olduğunu ve yaşadıkları yere de bu adın verildiğini belirtirler. Mes‘ûdî bunların Arapça konuştuğunu (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 281-282), İbnü’n-Nedîm de Medyen krallarının Arab-ı Âribe’den ve ilk Arapça yazan kimseler olduğunu söyler (el-Fihrist, s. 7).

Hz. Şuayb’ın Medyen kavmine gönderilmesinden bahseden âyetlerde (el-A‘râf 7/85; Hûd 11/84; el-Ankebût 29/36) Şuayb’dan “onların kardeşi” diye söz edilirken Eyke halkına gönderildiğine ilişkin yerde (eş-Şuarâ 26/177) böyle bir ifade kullanılmamasından, ayrıca Medyen kavminin şiddetli bir deprem ve sesle, Eyke halkının ise “gölge günü” azabıyla yok edildiği bilgisinden hareketle bazı âlimler Hz. Şuayb’ın Medyen kavmine ve Eyke halkına olmak üzere iki defa risâletle görevlendirildiğini ileri sürmüştür (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, VII, 530; IX, 471; Makdisî, III, 76-77; Kurtubî, XIII, 135, 137, 270). Sa‘lebî, Ashâbü’l-Eyke ile Medyen’i aynı topluluk kabul eder (Ḳıṣaṣü’l-enbiyâʾ, s. 178). Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Ashâbü’l-Eyke’nin şiddetli sıcaktan dolayı ormana sığınan Medyen halkına verilen isim olduğunu (Tefsîr, I, 548; II, 168, 260), Kisâî, Medyen kavminin yaşadığı yere daha sonra Ashâbü’l-Eyke’nin geldiğini ve zamanla Medyenliler’le karıştıklarını ifade eder (Ḳıṣaṣü’l-enbiyâʾ, s. 191). Beyzâvî de Ashâbü’l-Eyke’nin Medyen yakınındaki ormanda yaşayan bir kavim olup Hz. Şuayb’ın Medyen gibi onlara da gönderildiğini, ancak onların yabancı bir toplum sayıldığını belirtir (Envârü’t-tenzîl, II, 59). Mâtürîdî’ye göre Şuarâ sûresindeki âyette Hz. Şuayb’dan Eyke halkının kardeşi diye söz edilmemesi onların soyundan gelmediğine işaret etmez; zira Hz. Âdem’in çocukları olan bütün insanlar kardeş sayılır. Mâtürîdî, Medyen’in Eyke olup olmadığının bilinmediğini, bu durumda Hz. Şuayb’ın ya onların hepsine birden gönderildiğini veya iki topluluğun aynı topluluk olabileceğini söyler (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, X, 332-333; krş. Ebü’l-Leys es-Semerkandî, II, 165). İbn Kesîr’e göre Hz. Şuayb’ın iki ayrı topluma gönderildiğine ilişkin İkrime’den aktarılan rivayet zayıf, Medyen ve Ashâbü’l-Eyke’nin iki ayrı toplum sayıldığına dair Abdullah b. Ömer’den nakledilen rivayet de garîb ve mevkuftur. Aslında bu iki toplum aynı kavim olup Kur’an’da her ikisinin aynı konularda uyarılması da bunu göstermektedir (Tefsîr, III, 297; ayrıca bk. Âlûsî, XIV, 75). Hz. Şuayb’ın iki halka gönderilmesinden bahseden âyetlerdeki ifadelerin benzerliğinden dolayı Taberî’den itibaren pek çok müslüman âlim bu iki kavmi aynı kabul etmiştir.

Kur’an’da Hz. Şuayb’ın, kavmini Allah’tan başka tanrı olmadığına inanmaya, kendisinin peygamberliğini benimseyip sadece Allah’a kulluk etmeye (eş-Şuarâ 26/176-179; el-A‘râf 7/85), ölçü ve tartıyı doğru yapmaya, insanlar arasında adaleti gözetmeye, haksızlıkta bulunmamaya, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmamaya (el-A‘râf 7/85-86, 90; Hûd 11/84-86; eş-Şuarâ 26/181-183) davet ettiği; uyarıları dikkate almadıkları takdirde Nûh, Hûd, Sâlih ve Lût peygamberlerin kavimlerinin başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceği konusunda onları uyardığı, özellikle Lût kavminin kendilerine çok uzak olmadığını hatırlattığı (Hûd 11/89) haber verilir. Bazı kaynaklarda, Hz. Şuayb’ın Allah’ın emirlerini kavmine tebliğindeki tatlı üslûbu ve güzel anlatımından dolayı “hatîbü’l-enbiyâ” diye nitelendirildiği ifade edilir (Taberî, Târîḫ, I, 327; İbn Ebû Hâtim, VIII, 2814; Kurtubî, VII, 248). Medyen kavminin Hz. Şuayb’ın yaptığı uyarıları dikkate almaması yüzünden şiddetli bir deprem (el-A‘râf 7/91; el-Ankebût 29/37), şiddetli bir ses (Hûd 11/94) ve “gölge günü” azabı ile (eş-Şuarâ 26/189) yok edildiği, bu cezadan sadece Şuayb’a inananların kurtulduğu bildirilir. Hz. Şuayb ve ona inananlar bazılarına göre Mekke’ye gitmişler ve orada ölmüşler, bazılarına göre ise aynı yerde yaşamaya devam etmişlerdir.

Hz. Şuayb’ın soyu, adı, Hz. Mûsâ ile ilişkisi, peygamber olarak gönderildiği toplum ve âkıbeti konusunda farklı rivayetler nakledilir. İbn Sa‘d ile İbn Habîb, Hz. İbrâhim’in soyundan geldiğini belirterek adını Şuayb b. Yevbeb b. Ayfâ b. Medyen b. İbrâhim şeklinde verirler. İbn Sa‘d onun Hz. Sâlih’ten sonra, Hz. Mûsâ ve Hârûn’dan önce gönderildiğini nakleder (eṭ-Ṭabaḳāt, I, 54-55; el-Muḥabber, s. 296, 389). Babasının adının Mîkâil veya Nevîl (Nüveyl) olduğuna dair görüşler de vardır (Taberî, Târîḫ, I, 325; Mes‘ûdî, I, 54; II, 281; Sa‘lebî, s. 178). Bazıları da Şuayb’ın Hz. İbrâhim’e inanan ve kendisiyle Şam’a hicret eden birinin soyundan geldiğini veya Lût’un kızının oğlu yahut torunu olduğunu söyler (İbn Kuteybe, s. 41; Taberî, Târîḫ, I, 325; Makdisî, III, 75; İbnü’l-Cevzî, I, 324). Şuayb isminin “şa‘b” (kabile, halk) veya “şi‘b” (vadi, yol) kelimesinin küçültme şekli (ism-i tasgīr) olduğuna dair görüşler bulunmakla birlikte (Kurtubî, VII, 248) peygamber isimlerinin küçültme formunda gelmesi uygun görülmediğinden ismin aslının bu olduğu görüşü tercih edilmiştir (Âlûsî, VIII, 175). İbn Kuteybe onun, “Allahım, beni milletim (şa‘bî) içinde mübarek kıl” diye dua ettiği için kendisine bu adın verildiğine dair bir rivayet nakleder (el-Maʿârif, s. 41). Nöldeke ise Şuayb isminin kuzeybatı Arap geleneğinden kaynaklanmış olabileceğini öne sürer (Encyclopaedia Biblica, III, 3081). İslâm öncesi isimlerin listesini hazırlayan Harding’in çalışmasında Şuayb ismine dair bir kayıt yer almaz (An Index, s. 349-350; ayrıca bk. Bosworth, s. 427-428).

Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Şuayb’ın adı geçmez. Ahd-i Atîk’te (Çıkış, 3/1) Mûsâ’nın yardım ettiği kızların babası Yithro diye isimlendirilir. Bazı İslâmî kaynaklarda Şuayb adının İbrânîce’de Yesrûn (İbnü’l-Cevzî, I, 324), Süryânîce’de Yetrûn (Sa‘lebî, s. 178; Kisâî, s. 191) şeklinde söylendiği kaydedilir. Bir kısım âlim, Kur’an’da Hz. Mûsâ’nın Medyen suyuna geldiğinde yardım ettiği kızların babasının Şuayb, bir kısmı ise bunun Şuayb’ın kardeşinin Yetrûn adlı oğlu olduğunu ifade eder (Taberî, Târîḫ, I, 400; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 330). Bu zata Yesrî veya Yesrûn adının verildiğini söyleyen İbn Abbas ve Hasan-ı Basrî onun Şuayb olamayacağını ve Şuayb’ın çok daha önce yaşadığını belirtirler (Hasan el-Basrî, II, 189; Taberî, Târîḫ, I, 400; Mâtürîdî, XI, 32).

MEHMET ÜMİT

Allah’ın kullarına rahmet olarak gönderdiği peygamberler, kavimlerini küfür ve günah bataklığından imanın aydınlığına, Allah’a itaatin verdiği huzura çağırmışlar; toplumları fesada sürükleyen kötü davranışlarla mücadele etmişlerdir. Ölçüde ve tartıda hile yaparak insanların mal emniyetini bozan, yol keserek can güvenliğini tehdit eden kalpazan bir topluma Allah Teâlâ Şuayb aleyhisselâm’ı peygamber olarak göndermiştir.

Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke kabilelerine peygamber olarak gönderilmiştir. Bu kavimler şirke batmış, günahları çok rahat ve pervasızca işlemiş, ölçü ve tartıda adaletsizlik yapmışlardır. Onlar halkın mallarını kötüleyip yok pahasına satın alarak insanlara zulmetmiş, yol kesip haraç almışlardır. Peygamberleriyle alay eden zalimler, halkın Şuayb’a gidip onunla görüşmesine fırsat vermemiş, Şuayb (as)’ı ve Mü’minleri ölümle tehdit ederek, dinlerinden caydırmaya çalışmışlardır. Allah’ın başlarına taş yağdırmasını isteyerek peygamberlerine meydan okumuş, kin ve nefret dolu bir hayat sürerek, imansız bir yaşantıyı hidayete tercih etmişlerdir.

Önceleri Hz. İbrahim (as)’in tevhid yoluna bağlı olan Medyenliler, zamanla temiz inançlarını yitirmiş, azgınlaşarak yoldan çıkmışlardır. Allah Teâlâ; şımardıkça şımaran, sahtekârlık ve hilelerle toplumlarını sömüren ve tarihin gördüğü ilk kalpazanlar güruhu olan insanlara hak ve hakikati tebliğ için Şuayb (as)’ı göndermiştir. O, Medyen ve Eykelilere İbrahim(as)’e gelen sahifeleri okuyup, onları en güzel sözlerle uyarmaya çalışmıştır. Hitabetinin güzelliği sebebiyle Hz. Şuayb’a “Peygamberlerin hatibi” unvanı verilmiştir. (Taberi, Tarih, c.1 s. 168)

Şuayb (as), toplum üzerinde baskı kurarak ölçü ve tartıyı istediği gibi yapmaya çalışan kavminin müstekbirlerine şu davette bulunmuştur: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. İşte size, Rabbiniz tarafından apaçık bir mucize (bir delil) gelmiştir. Sizler ölçüyü ve tartıyı tam tutun. İnsanların mallarının değerini düşürmeyin, Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Eğer iman ediyorsanız bu, sizin için daha hayırlıdır.” (A’raf 7/85)

Bundan binlerce sene önce Allah, Medyen ve Eykelilerden kendisine iman edip güvenmelerini istemiş, haksız yere insanların mallarını ele geçirmekten ve sahtekârlık yapmaktan nehyederek dünya ve ahirette huzurlu bir yaşam sürmenin yollarını göstermiştir. Bugün faiz lobileriyle bütün dünya insanlığını sömürmek isteyenlerin Medyen ve Eykelilerden ne farkı vardır! Şirke düşüp, ölçü ve tartıyı bozan, keyiflerine göre ölçüp-tartan, toplumlarını fesada sokan Medyen ve Eykelilerin insafları yok olmuş; doğru düşünebilme, doğru görebilme anlayışları bozulmuştu. Onlar böylesine güzel ve mutluluk verici daveti, çeşitli mazeretlerle reddetmişlerdi. Hâlbuki Şuayb bir toplumda her şeyden önce güven olması gerektiğini vurgulamış, kavminin tek güven kaynağı olan Allah’a dönmelerini istemişti.

“Ey kavmim, gerçekten sizler (Allah’a itimat edip güveniyorsanız), Allah’ın helalinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. Fakat (şunu da çok iyi bilin ki) ben sizlerin üzerine bir bekçi de değilim.” (Hud 11/86)

Şuayb (as), kavminin nasıl bir anlayışa sahip olduğunu çok iyi biliyordu. Onları bu kötü ve felakete götürücü durumdan kurtarmak için davetinde gayet veciz bir üslup kullanıyordu. “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, ahiret gününe umut besleyin, (bunun için de) yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Ankebut 29/36; A’raf 7/85; Hud 11/85)/ “Ey kavmim! Siz Allah’tan korkmalı değil misiniz? Şüphe yok ki ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. O halde Allah’a karşı saygılı olun. O’nun vereceği cezadan sakının. Bana itaat edin. Ben yaptığım bu görev karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuara 26/176-184)/ “Bundan böyle ölçüyü, tam ölçün, eksiltenlerden olmayın. Dürüst terazi ile tartın, insanların mallarını değersiz hale getirip ucuza kapatmayın. Ve netice olarak yeryüzünü fesada vermeyin. Gerek sizi ve gerekse sizden evvelki ümmetleri yaratan Allah’tan korkun.” (Şuara 26/176-184)

Medyenliler Şuayb’ın davetinin etkili olmasından endişeye kapıldılar. Onun sade bir vatandaş olarak varlığından rahatsız olmayanlar, Şuayb’ın uyaran ve hakka çağıran Müslümanca tavrından, hatta ibadetlerinden endişe duymaya başladılar. “Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımızda neyi dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Hâlbuki sen yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın.” (Hud 11/87) dediler.

Onların sözü namaza getirmeleri de ilginç bir durumdur. Namaz Allah’a kul olmanın, zamanı O’nun huzurunda geçirmenin, yüce bir güce boyun eğmenin ve O’nun emirlerine göre bir hayatın adamı olmanın en açık görüntüsüdür. O, kulluğun zirve noktasıdır. Kavminin, zulüm düzenine karşı çıkışı ve olaylara müdahalesinin tek sebebini namaz olarak dile getirmesi enteresandır. Kavmi Şuayb hakkında: “Oysa sen (ey Şuayb!) yumuşak huylu ve akıllı bir insansın.” diyerek ondan böyle bir çıkışı beklemediklerini hayretle belirtiyorlar. Sözde şaşırmış gibi davranan bu ileri gelenler, namazın böylesine korkusuz bir insan yetiştireceğini, hatta bu insanın sistemlerine müdahale edeceğini tahmin etmemişlerdi. Hâlbuki gerçek namaz kılanlar için Allah şöyle buyurmaz mı? “Muhakkak ki namaz kötülüklerden ve fuhuştan alıkoyar.” (Ankebut (29/45)

Medyenliler Şuayb’ın davetinin etkili olmasından endişeye kapıldılar. Onun sade bir vatandaş olarak varlığından rahatsız olmayanlar, Şuayb’ın uyaran ve hakka çağıran Müslümanca tavrından, hatta ibadetlerinden endişe duymaya başladılar. “Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımızda neyi dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Hâlbuki sen yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın.” (Hud 11/87) dediler.

Kötülük için organize olan zorbalar, kurdukları düzenle hep kazanıyor, hiç kaybetmiyorlardı. Bugünkü kapitalizm düzeninde de olduğu gibi zengin daha zengin, fakir ise daha fakir oluyor; para üç-beş kişinin elinde dönüp dolaşıyordu. Medyen’i ellerinde tutan bu azgınlar, rant düzenlerinin bozulacağından, bütün imkanların ellerinden giderek sıradan bir insan konumuna düşmekten korkuyor ve Allah’ın insanlığa rahmet olarak gönderdiği Şuayb (as)’a şiddetle karşı çıkıyorlardı. “Ey Şuayb! Sen ancak sihir yapılmış, büyülenmiş kişilerdensin ve sen peygamber değil, bizim gibi bir insansın. Biz elbette seni yalancılardan biri zannediyoruz.” (Şuara 26/185-187)

Hz. şuayb a.s

Şuayb’ın namazından şunları öğreniyoruz: Namaz müminleri, pasifize eden ve uyuşturan bağlardan kurtarıp hayata müdahale edecek aktif bir yapıya kavuşturan ve kötülüklerden, çirkin işlerden insanları alıkoyan, toplumsal dayanışmaya insanları yönlendiren zirve bir ibadettir. Namaz insanı sosyalleştirir ve onu tarih yazmaya hazırlar. Sosyo-ekonomik düzenleri adalet ölçüsünde paylaşmaya, dayanışmaya ve yardımlaşmaya sevk eder. Allah’ı birleyen tevhit eylemini teorik düzlemden, pratik bir şekle büründürür. Düşünceyi eyleme dahası salih amele dönüştürür. “Eğer senin cemaatin (rahtın) olmasaydı muhakkak ki seni taşlardık.” Şuayb (as) yumuşak huylu ve tatlı dilli bir peygamberdi. O insanlara gayet yumuşak konuşuyor, güzel bir şekilde hitap ediyordu. “Sözlerimi iyi dinleyin ve bana uyun.” (A’raf 7/86) Bu davet etkili olmaya başlayınca Medyen ve Eyke’nin ileri gelen şımarıklarının etekleri tutuşmuş, ellerinde tuttukları imtiyaz ve gelir kaynaklarının kaybolmasından endişeye kapılmış ve Şuayb ile ona inananları taşlamakla tehdit etmişlerdi. Bir hakikat var ki toplumu haksız yere sömüren eşkıyalar, her zaman bir güçten korkmuşlardır. Zira mülkün gerçek sahibi olmadıkları için toplumun fesadını istemiş, istikrarını asla istememişlerdir.

Müşrik toplumlarda ileri gelenlerin temel felsefeleri şudur: Yasaları biz yaparız, insanlar bizim emirlerimize uymak zorundadır. Bu topraklarda otorite yalnızca biziz. Buna karşı çıkanlar kesinlikle kendi başlarına bırakılamazlar. Ya kesin teslimiyet ya da sürgün.

Kâfirler, küçük bir topluluğu tehdit unsuru olarak görüp en ufak bir hareketlerinde onlara gözdağı verirken Allah’ın varlığını hesaba katmadıkları için imansızlık hastalığına düşerek azabı ve helaki hak ederler.

Kalplerinde taşıdıkları bu korkunun aslında Allah korkusu yanında bir hiç olduğunu fark edemeyecek kadar beyinsiz oluşlarını Allah bizlere şöyle haber veriyor: “Şuayb (as) onlara: ‘Ey kavmim! Sizler Allah’tan korkmuyor da kavmimden mi çekiniyorsunuz. Ey milletim! Demek benim cemaatim (ailem-rahtım)sizin nazarınızda Allah’tan daha mı kıymetli ki siz O’nun buyruklarını arkanıza atıverdiniz. Ama şunu hiç unutmayın ki Rabbim, yaptığınız bütün şeyleri ilmi ile kuşatmaktadır.” (Hud 11/92)

Şuayb (a.s) onların bu düşüncesine karşı çıkarak “Biz istemesek de mi?” sorusuna olumlu bir cevap alamayınca onlara şu hakikati hatırlatıyor: “Eğer, Allah bizi sizin dininizden kurtarmışken, tekrar o şirk ve zulüm dinine dönersek, Allah’a yalan yere iftirada bulunmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi müstesna, sizin dininize dönmemiz asla mümkün değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimin arasında hak ile hükmü ver, sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.” (A’raf 7/88–90) Şuayb (a.s), kafirlerin görmek istemediği yüce gücün Allah olduğunu hatırlatıp onların tehditlerine aldırmadıklarını ifade ederek dik bir duruş sergiler.

Allah Teâlâ, azap isteyen bu şımarıklar için verdiği hükmü Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade eder: “Derken onları şiddetli bir deprem (recfe) yakalayıverdi de evlerinde dizüstü çöke kaldılar. Böylece Şuayb’ı yalanlayanlar sanki orada hiç safa sürmemiş gibi oldular. Asıl hüsrana uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar olmuştu. Şuayb onlardan öteye döndü ve ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin de son güne ümit besleyin. Bozgunculukla yeryüzünü berbat etmeyin. Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajını ilettim size öğüt de verdim şimdi kâfir bir kavme nasıl acırım.” dedi. Onları bir ses (sayha) yakalayıverdi. Yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki orada şenlik kurmamışlardı. Bak işte Semud gibi Medyen de defolup gitti.” (A’raf 7, Hud 92-93)

Şuayb (a.s)’ın bu samimi kulluk teklifine karşı Medyen ve Eykeliler zulüm ve şirk düzenlerinden vazgeçmediler. Şuayb’den Allah’ın rahmetini istemek yerine azabı getirmesini istediler: “Üzerimize gökten bir parça düşürüver, eğer doğru söyleyenlerden isen !” (Şuara 26/177) Bunun üzerine Şuayb “Rabbim yaptıklarınızı daha iyi bilir.” dedi.(Şuara 26 /182)

Eykeliler de Şuayb’ı yalanladılar. Hâlbuki Şuayb (a.s) onlardan da imanlı, güvenilir insanlar olmalarını doğru terazi ile tartmalarını, halkın eşyalarını değerinin altına düşürerek almamalarını, yeryüzünde anarşi ve fesat çıkarmamaları, yol kesmemelerini Allah’tan korkmalarını ve ahiret gününe ümit beslemelerini istedi. İstediği bu şeyler bu günün insanlarına ne kadar garip gelir. Hepsi ne güzel şeyler. Ama yalanladılar. Belalarının gökten bir parça ile verilmesini istediler. Çok geçmeden onlara çok sıcak günler musallat oldu. Sıcaklardan bunaldılar. Kırlara çıktılar. Allah bir bulut gönderdi. Onlar da bu bulutun gölgesine sığınarak serinlemek istediler. Ancak buluttan bir anda şimşekler ve ateşler çıkmaya başladı ve hepsini helak etti. Gölge günü azabı Eykeliler üzerinde gerçekleşti. (Hicr 15/78-79: Sad 38/13-14; Kaf 50/14) Onların helaki Lut, Semud ve Tubba kavimlerinin helaki zikredilerek anlatılmıştır. Allah Şuayb’ı ve inanan müminleri kurtardı. İnkârcıları günahları ve isyanları yüzünden helak etti. Bütün bu hakikatler bizlere şunları söyler: Allah her kavme bir ecel vermiştir. Onlara verilen bu mühlet bizi şaşırtmasın. Allah mühlet verir ama asla ihmal etmez. Her dönemde toplumlara hak ve hakikati söyleyen özgürlük öncüleri gelecek ve onları korkusuzca uyaracak. Bugün de durum böyledir. O inançsızlar, peygamberlere karşı çıktıkları gibi böylesi davetçilere karşı çıkarlarsa Allah onları helak ederken inananları koruyup kurtaracaktır. Şuayb’ı ve inananları kurtardığı gibi…

Eğitimci Yazar Osman Süngü

Kur’ân-ı Kerîm’de Eyyûb’a vahiy gönderildiği (en-Nisâ 4/163), onun hidayete erdirildiği (el-En‘âm 6/84) bildirilmekte, ayrıca hastalığıyla ilgili olarak iki yerde ayrıntıya girilmeksizin özellikle olayın taşıdığı dinî ve ahlâkî mesajı kapsayan bilgiler verilmektedir. İlkine göre Eyyûb rabbine, “Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmiş, bunun üzerine Allah da onun duasını kabul ederek başına gelen felâketi kaldırmış, kendi tarafından bir rahmet ve ibadet edenler için bir ibret olmak üzere ona ailesini ve onlarla beraber bir mislini vermiştir (el-Enbiyâ 21/83-84). Diğer açıklama ise şöyledir: “Kulumuz Eyyûb’u da an. O rabbine, şeytan gerçekten bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti. Ayağını -yere- vur! İşte yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su -dedik-. Bizden bir rahmet ve aklıselim sahiplerine bir ibret olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini armağan ettik. Eline bir demet buğday sapı al, onunla -bir hatasından dolayı dövmeye yemin ettiğin karına- vur da yeminini yerine getir -dedik-. Gerçekten biz onu sabreden bir kul bulmuştuk. Ne güzel kuldu o! Daima Allah’a yönelirdi” (Sâd 38/41-44).

Eyyûb’la ilgili olarak tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında çeşitli rivayetler yer almaktadır. Onun uzun boylu, gür saçlı ve heybetli bir kişi olduğunu nakleden bu kaynaklar Şam bölgesinde yaşadığını, çok geniş bir araziye sahip bulunduğunu, bu arazisinde 500 çift öküzü, 500 kölesi, 500 dişi eşeği, çok sayıda deve, sığır ve atı olduğunu kaydederler (Sa‘lebî, s. 116). Rivayete göre Eyyûb baba tarafından Hz. İshak’ın, anne tarafından Hz. Lût’un soyundandır (Taberî, Târîḫ, I, 322; İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 220). Hanımı ise Hz. Ya‘kūb’un kızı Liya veya Hz. Yûsuf’un oğlu Efraim’in kızı Rahme’dir. Eyyûb takvâ sahibi, yoksullara karşı merhametli, dulları ve yetimleri kollayan, misafire ikram eden, yolcunun yardımına koşan ve Allah’ın verdiği nimetlere şükreden iyi bir insandır. Hz. Ya‘kūb veya Hz. Yûsuf’la çağdaştır; ya da Hz. Yûnus’tan sonra yaşamıştır. Ona ikisi kendi ülkesinden, biri de Yemenli olmak üzere üç kişi iman etmişti. İblisin onu saptırmak için gösterdiği çaba, malını mülkünü ve ailesini kaybetmesi, ağır ve tiksindirici bir hastalığa yakalanması, uzun süre sabır ve metanet göstermesi, eşinin kendisini isyana teşviki, nihayet hastalığından şikâyet etmesi ve sonraki gelişmelerle ilgili olarak verilen bilgiler İsrâilî kaynaktakilerle benzerlik arzeder; ayrıca bu bilgilere Kur’an âyetlerinin de ilâve edildiği görülür (bk. Taberî, Târîḫ, I, 322-325; Sa‘lebî, s. 117-121).

Ahd-i Atîk’te yer alan, Eyyûb’un başına gelen musibetlere önceleri büyük bir sabır ve tevekkülle katlanıp rabbine hamdederken daha sonra isyan ettiğine dair ifadeler İslâm’ın nübüvvet anlayışına aykırıdır. Zira İslâm inancına göre peygamberlerde bulunan temel özelliklerden biri de ismet vasfıdır ki büyük küçük bütün günahlardan, küfür ve şüpheden, yalandan uzak olmaları demektir. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Eyyûb’un sadece içinde bulunduğu durumu dua şeklinde rabbine arzettiği belirtilmiş olup isyan ettiğine ve günahkâr olduğuna dair herhangi bir bilgi mevcut değildir. Aksine Allah’ın onu sabreden bir kimse olarak bulduğu, onun çok iyi bir kul olduğu ve daima Allah’a yöneldiği şeklindeki açıklamalar Kur’an’ın Ahd-i Atîk’teki bilgileri doğrulamadığını göstermektedir. Ayrıca Hz. Eyyûb’un hastalığının, insanları kendisinden nefret ettirecek kadar ağır ve tiksindirici olduğu yolundaki yahudi menşeli bilgileri bir peygamberin saygınlığı ve sosyal prestijiyle bağdaştırmak mümkün değildir; Kur’an’da ve güvenilir hadis kaynaklarında bu tür bilgiler de bulunmamaktadır. Diğer İslâmî kaynaklarda geçen bu yöndeki mâlûmat ise tamamen İsrâilî kaynaklardan intikal etmiştir.

İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes’te adı İyyôb (İyyôv) şeklinde geçer. Bu kelimenin menşei ve anlamı tartışmalıdır. “Düşman olmak, düşmanca davranmak” mânasındaki âyav fiilinden geldiği ileri sürüldüğü gibi (Ancien Testament, s. 1453), “sabırla hastalığa katlanmak” veya “ey ilâhî baba, neredesin” anlamlarına geldiği de kaydedilmektedir (EJd., X, 111). Kelime eski Güney Arabistan ve Semûd dilinde ʾyb, eski Babilonya dilinde Ayyâbum, Tel Amarna tabletlerinde Ayâb (A-ia-ab) şeklindedir. Arapça olmayan Eyyûb kelimesinin (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 102) Arapça’da “tövbe etmek” anlamındaki evb köküne yakınlığı da ifade edilmektedir (IDB, II, 911).

Ahd-i Atîk’te başından geçenlerin tafsilâtıyla anlatıldığı bir bölüm bulunan Eyyûb, Edom diyarının bir bölgesi olan (Yeremyanın Mersiyeleri, 3/21) ve Ölüdeniz’in güneydoğusunda yer aldığı söylenen veya -Tevrat’ta bu kelimenin bir Ârâmî kabilesinin ismi olmasından (Tekvîn, 10/23) hareketle- Celîle gölünün kuzeydoğusundaki Hauran’la aynı yer olduğu ileri sürülen (Ancien Testament, s. 1453; EJd., VII, 1476-1477) Uts diyarında yaşamıştır. Ahd-i Atîk’te Eyyûb Allah’tan korkan, kötülükten sakınan, kâmil ve doğru bir kişi olarak takdim edilir. Yedi oğul, üç kız babasıdır. 7000 koyunu, 3000 devesi, 500 çift öküzü, 500 dişi eşeği ve pek çok kölesi vardır. Şark’taki bütün insanların en büyüğüdür. Bir gün “Allah oğulları” (Ahd-i Atîk’te meleklerden bu şekilde bahsedilir) kendilerini takdim etmek üzere rabbin huzuruna geldiklerinde şeytan da aralarına karışır. Rab şeytana, “Kulum Eyyûb’a iyice baktın mı? Çünkü dünyada onun gibisi yok; kâmil ve doğru adamdır; Allah’tan korkar ve kötülükten sakınır” deyince şeytan, Eyyûb’un servetini elinden almasından kaygı duyduğu için Allah’tan korktuğunu iddia eder. Bunun üzerine rab Eyyûb’u denemek için şeytana onu yoksullaştırma imkânı verir. Rabbin izniyle şeytan tarafından çocukları öldürülüp malları çalınmak ve telef edilmek suretiyle imtihana çekilen Eyyûb, şeytanın beklediğinin aksine bütün bu felâketleri büyük bir tevekkül ve teslimiyetle karşılayarak Allah’a secde eder ve, “Anamın bağrından çıplak çıktım ve toprağın bağrına çıplak döneceğim; rab verdi ve rab aldı. Rabbin ismi mübarek olsun” der.

Rab bunca musibetten sonra Eyyûb’un yine kemalini koruduğunu belirtince şeytan, “Evet, insan canı için nesi varsa verir; fakat şimdi elini uzat da onun kemiğine ve etine dokun ve yüzüne karşı sana lânet edecektir” diyerek bu konuda Eyyûb’u denemek için rabden izin alır. Daha sonra Eyyûb’un ayak tabanından tepesine kadar bütün vücudunda kötü çıbanlar çıkar. Eyyûb çıbanları kazımak için bir çömlek parçası alır ve küller içinde oturur. Onun bu durumuna çok üzülen karısı, “Sen hâlâ mı kemalini sıkı tutmaktasın? Allah’a lânet et de öl” der; fakat Eyyûb, “Ahmak karılardan biri nasıl söylerse sen öyle söylüyorsun. Nasıl? Allah’tan iyilik kabul edelim de kötülük kabul etmeyelim mi?” diye cevap verir ve Allah’a isyan etmez.

NURETTİN ALBAYRAK / ÖMER FARUK HARMAN

‘Kulumuz Eyyûb’u de an.’

Demek ki peygamberleri anacağız¸ tanıyacağız¸ anlatacağız. Zaten biz Müslümanlar¸ bütün peygamberlere aralarında fark gözetmeden inanırız ve onları saygıyla anarız. Her Kur’ân okumamızın sonunda ‘Veselâmün ale’l-mürselîn/Selâm olsun peygamberlere.’ âyetini okuyarak onları selâmlarız.

Bütün peygamberler gibi Hz. Eyyûb de bir insan ve seçkin bir kuldu. Bir insan gibi hayatını devam ettirmekle birlikte Yüce Yaratıcı’ya kulluktan da hiç geri durmadı. Onun sınav sorularından biri de hastalıkla sınanmasıydı. Kavminden bazılarının sandığı ve iddiâ ettiği gibi¸ onun bu belâlara uğraması işlediği bir günahından dolayı değil¸ sadece sınav içindi. Çünkü Cenâb-ı Hak¸ belâ ve musîbetleri bazen işlenen günahlar sebebiyle verir¸ bazen de kullarını sınamak ve onların derecesini yükseltmek için verir. Eyyûb kulunu da sınayıp derecesini yükseltmek için belâya mübtelâ kılmıştı.

Önce çoluk çocuğunu kaybetti¸ ardından hastalandı. O¸ ağır bir hastalığa tutulmuştu. O¸ hep sabretti ve halini Rabb’ine arz etti. Hastalığını aslâ Rabb’ine izâfe etmedi¸ çünkü hoş olmayan şeyler Yüce Allah’a izâfe edilemezdi. “Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi.” Onun hastalığı ağırdı¸ ancak bazı rivâyetlerde anlatıldığı gibi¸ tiksindirici bir hastalık değildi. Ne yaralarına kurt düşmüştü¸ ne de yaralarından yere düşen kurtları tekrar yarasının üzerine koyuyordu. Zira Hz. Eyyûb¸ bir peygamberdi. Allah’ın peygamberleri ise¸ tiksindirici ayıp ve kusurlardan uzaktı. Hz. Eyyûb (a.s.) da öyleydi.

Rivâyete göre Hz. Eyyûb bolluk ve rahat içerisinde bir hayat sürüyor¸ kulluk vazîfesini hakkıyla yerine getiriyordu. Şeytan buna itiraz etti. Dedi ki: “Ya Rab¸ Eyyûb kulun bolluk ve rahat ortamında sana kulluk ediyor¸ onu bir de hastalık ve sıkıntıda dene bakalım sana ibadet ve kulluk yapacak mı?” Yüce Rabb’imiz¸ gerçek kullarının bollukta ve darlıkta kendisine kulluk yaptıklarını göstermeyi murat etti ve Eyyûb kuluna hastalık verdi. O¸ malını mülkünü kaybetti¸ Allah’a hamdetti. Çocuklarını¸ hizmetlilerini kaybetti hamdetti. Hastalandı yine hamdetmeye devam etti. Kulluktan geri durmadı.

Eyyûb de¸ ‘Başıma bir belâ geldi¸ (Sana sığındım)¸ Sen merhametlilerin merhametlisisin.’ diye Rabb’ine nidâ etmişti. Biz de onun duâsını kabul etmiş ve başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve kaybettikleriyle bir mislini daha vermiştik.”

Nihâyet Yüce Rabb’imiz¸ onun duâsına icâbet etti ve hastalığına şifâ ihsan etti. Ancak şifâ bulmak için duânın yanında tedâvi yollarına da başvurmak gerekti. Hz. Eyyûb’dan da öyle yapması istendi. “Ayağını yere vur!” Ayağını vurduğu yerden iki kaynak suyu çıktı. Soğuk ve sıcak suyla tedâvi yöntemini denedi. Sıcak suyla yıkandı¸ soğuk suyu içti ve şifâyı buldu. Nitekim Peygamberimiz de öyle buyurmuştu: “Allah’ın kulları! Tedâvi olunuz. Zira Yüce Allah¸ her hastalığın şifâsını da yaratmıştır. Ancak haramla tedâvi olmayınız.”

Hz. Eyyûb’ün duâsında çok ince duâ âdâbını görmekteyiz. O¸ doğrudan hastalığı için şifâ istemedi. Sadece şöyle dedi: Başıma bir belâ geldi¸ (Sana sığındım)¸ Sen merhametlilerin merhametlisisin.” Zaten her şeyi bizden çok daha iyi bilen Yüce Rabb’imize halimizi arz etmek yeterliydi. Şunu ver¸ bunu ver¸ şifâ ver¸ beni iyi et yerine hâlimizi arz etmek kâfiydi. Zira biz¸ hakkımızda hangisinin hayırlı olacağını bilemeyiz. O bilir bizim için neyin iyi ve yararlı olacağını. Eyyûb de öyle yaptı¸ yalnızca Yüce Rabb’in merhamet sıfatına sığındı. Çünkü O’nun merhameti sayesinde insan vardı ve varlığını sürdürebilirdi. Sıhhat de O’nun rahmetinin bir tecellîsi idi.

Elbette bizler hasta olmamak için tedbirimizi alacağız¸ sağlığımızın kıymetini bileceğiz. Hastalandığımız zaman da tedâvi yollarına başvurup Rabb’imize duâ edeceğiz. Her ikisini birlikte yapacağız. Şifâ bulmak geciktiğinde sabırsızlık göstermeyeceğiz ve sızlanıp durmayacağız. “İki nimet vardır ki¸ insanların çoğu bunlarda aldanmıştır. Sağlık ve boş vakit! İnsanlar çoğu zaman sağlıklarının kıymetini bilmezler¸ sağlıklarına dikkat etmezler ve hasta olurlar. Vakti değerlendirme konusunda da öyledirler. Ellerine geçen vakti değerlendirmeyi bilmezler ve vakit elden çıkınca da panikleyip aceleyle yapacaklarını da şaşırırlar.

İnsan şöyle bir düşünse¸ genel olarak sağlıklı olduğumuz zamanlar hasta olduğumuz zamanlardan çok fazladır. Ne var ki insan¸ senelerce sıhhatli yaşadığını hatırlamaz da¸ hastalandığı zaman sızlanmaya ve şikâyete başlar. Nitekim Eyyûb’e yanındakiler¸ “Duâ etsen de Allah şifâ verse.” dediklerinde o şöyle karşılık vermişti: “Rabb’im yetmiş sene bana sıhhat âfiyet¸ bolluk ve rahat verdi; şimdi yedi sene hastalık verdi diye¸ şikâyet mi edeyim!” Hz. Eyyûb (a.s.)¸ ne zaman ki hastalığı ibadetlerini aksatacak seviyeye ulaşınca halini Rabb’ine arz etmişti. Onunki aslâ şikâyet ve sızlanma değil¸ Rabb’ine duâ idi.

Hz. Eyyûb (a.s.)¸ bizlere en kalıcı sabır dersini verdi. Bolluk ve rahatta kulluk yaptığı gibi¸ darlık ve sıkıntıda da kulluk yapılması gerektiğini bilfiil gösterdi. “Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk.” Sabır¸ başa gelen sıkıntı ve belâlara katlanmaktı. Başa gelenleri sınav sorusu olarak görmek ve onların ilk başa geldiği andan itibaren onlara dayanmak ve direnmekti. Yine sabır¸ ibadette daim olmaya¸ günahlardan geri durmaya sabretmekti. Sabır¸ belâ ve musîbetlerle bilenmek ve pişmekti. Sabır aslâ zillete boyun eğmek değildi. Sabır fiilî duâ idi ve sabrın sonu selâmetti.

ALİ AKPINAR

Kur’ân-ı Kerîm’de Yûsuf adı yirmi beşi Yûsuf sûresinde, ikisi diğer sûrelerde (el-En‘âm 6/84; el-Mü’min 40/34) olmak üzere yirmi yedi defa geçmektedir. 

Yûsuf kıssası Kur’an’da aynı adı taşıyan sûrede bir bütünlük içinde verilmekte, yine Kur’an’da İsrâiloğulları’nın Yûsuf’un söylediklerini şüpheyle karşıladıkları bildirilmektedir: “Yûsuf da size daha önce gerçeğin bütün kanıtlarıyla gelmişti, fakat size getirdiğine karşı şüphe duymakta tereddüt etmediniz, sonunda Yûsuf ölünce de, ‘Allah ondan başka hiçbir elçi göndermeyecek’ dediniz” (el-Mü’min 40/34). Yûsuf kıssasında Tevrat’la Kur’an arasında bazı farklılıklar görülür. Kur’an’da bu kıssa Yûsuf’un rüyasıyla başlarken Tevrat’ta Yûsuf’un on yedi yaşında iken kardeşleriyle birlikte sürü otlatmaya gitmesiyle başlar. Ayrıca Tevrat’a göre Yûsuf kardeşlerinin kötü sözlerini babalarına aktarmaktadır. Kur’an’da Yûsuf’un bir rüyasından bahsedilir, Tevrat’ta ise iki rüya söz konusudur.

Yûsuf rüyasını babasına anlattığında Kur’an’a göre Ya‘kūb ona, “Yavrum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Rabb’in seni seçecek ve sana rüyaların yorumunu öğretecek. Daha önce ataların İbrâhim’e ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya‘kūb soyuna da nimetini tamamlayacak” demişti (Yûsuf 12/5-6). Tevrat’a göre ise Yûsuf gördüğü iki rüyayı kardeşlerine anlatınca kardeşleri ona, “Üzerimize kral mı olacaksın, üzerimizde hüküm mü süreceksin?” der; babasına anlatınca da babası, “Gerçekten ben ve annen ve kardeşlerin karşında yere kadar eğilmek için mi senin yanına geleceğiz?” sözleriyle onu azarlar (Tekvîn, 37/5-10). Yûsuf’un öldürülmesi veya bir yere atılması konusunda Kur’an’a göre kardeşleri bu kötü işi yaptıktan sonra tövbe edip iyi kullar olacaklarını vaad ederler, Tevrat’ta ise böyle bir ifade yer almaz.

Tevrat’a göre Yûsuf’u öldürmeyip bir kuyuya atmayı teklif eden Ruben’dir, Kur’an’da ise belli bir isim verilmez, kardeşlerden birinin böyle bir teklifte bulunduğu anlatılır. Kur’an’a göre Yûsuf’un kardeşleri babalarından Yûsuf’u kendileriyle birlikte göndermesini isterler, Tevrat’a göre ise Ya‘kūb, Yûsuf’u bizzat kendisi kardeşlerinin yanına yollar. Yûsuf’u Mısır’da satın alan kişi Tevrat’a göre Potifar’dır, Kur’an’da ise bu kişi “aziz” diye nitelenmektedir. Tevrat’a göre Potifar’ın karısı Yûsuf’un peşinden koşarken gömleğini arkadan tutar ve evin hizmetçilerini çağırarak ona iftirada bulunur. Kur’an’a göre de Yûsuf kaçarken Potifar’ın karısı gömleğini arkadan yırtar, ancak kapıda kocası ile karşılaşırlar. Gömleğin önden veya arkadan yırtık olmasının suçlunun tesbitinde delil sayılması hususu ve azizin karısının, dedikodusunu yapan kadınları davet edip onlara Yûsuf’u göstermesi kıssası Tevrat’ta değil diğer yahudi rivayetlerinde yer alır. 

Kur’an’da Yûsuf’la birlikte iki gencin zindana girdiği belirtilirken Tevrat’ta onların daha sonra zindana konduğu ifade edilir. Yûsuf’un bu iki gence dinî nasihatte bulunması hususuna Tevrat’ta temas edilmez. Tevrat’a göre Yûsuf’un annesi Rahel, Bünyâmin’i doğurduktan sonra ölmüş ve Efrat (Beytülahim) yolunda defnedilmiştir (Tekvîn, 35/19). Yûsuf, Mısır’da iken babası ile kardeşlerini Mısır’a getirtir (Tekvîn, 46/6-7). Kur’an’a göre ise Yûsuf bütün ailesini Mısır’a getirttiği zaman annesiyle babasını tahtına oturtur (Yûsuf 12/100). Tevrat’ta Yûsuf’un bazı kötü huylarından söz edilir, Kur’an’da ise Yûsuf dürüstlük ve güvenilirlik bakımından övülür.

Yûsuf kelimesinin aslı İbrânîce Yosef’tir. Bu ismin, uzun süre çocuğu olmayan Rahel’in (Tekvîn, 29/31; 30/1) Yûsuf’un doğumu ile anne olamamanın utancından kurtulduğuna işaret etmek üzere “ortadan kaldırmak” anlamındaki asaf kökünden geldiği (Tekvîn, 30/23; Tora, I, 229) veya Rahel’in, doğan çocuğuna daha sonra bir çocuğunun daha olması için “arttırmak, ilâve etmek” anlamındaki yasaf kökünden, “Tanrı arttıracak, bir tane daha verecek” anlamında Yosef adını verdiği (DB, III/2, s. 1655; IDB, II, 981), Yûsuf’tan sonra da ikinci çocuğu Bünyâmin’in doğduğu (Tekvîn, 30/24; 35/17, 18) belirtilmektedir. İslâmî kaynaklarda ise bu adın Yûsuf, Yûsef, Yûsif şeklinde üç farklı okunuşu söz konusudur (Lisânü’l-ʿArab, “esf” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “esf” md.) ve menşei tartışmalıdır. Kelimenin Arapça olup “üzülmek” anlamındaki eseften türediği, ayrılığı ile babasını üzen Yûsuf’a “üzen” anlamında Yûsif, kardeşleri onu babalarından ayırarak kendisini üzdükleri için “üzülen” anlamında Yûsef denildiği ileri sürülmekteyse de (Fîrûzâbâdî, VI, 46) ismin Arapça asıllı olmadığı kabul edilmektedir (Sa‘lebî, s. 82-83; Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 355; Jeffery, s. 295). Tevrat’a göre Yûsuf, İbrâhim’in oğlu İshak’ın oğlu Ya‘kūb’un diğer hanımlarından olan on oğlundan sonra doğan on birinci oğlu olup Rahel’den doğan ilk çocuğudur. (Tekvîn, 30/24; 32/9). Rahel, Ya‘kūb’un dayısı Laban’ın kızıdır (Tekvîn, 29/28). Kur’an’a göre de Ya‘kūb’un on iki oğlu vardır ve Yûsuf ile Bünyâmin öz kardeştir (Yûsuf 12/4, 59).

Yûsuf kıssası Tevrat’ta ve Kur’an’da ayrıntılı biçimde anlatılmakta, bu iki anlatım arasında büyük ölçüde benzerlik bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de diğer peygamberlere ait kıssalar farklı sûrelerde yer aldığı halde Yûsuf kıssası “ahsenü’l-kasas” nitelemesiyle tek bir sûrede nakledilmektedir. Tevrat’a göre Yûsuf, Paddan-Aram’da (Mezopotamya) babası Ya‘kūb’un Ken‘an diyarına dönüşünden altı yıl önce, Ya‘kūb 90 veya 91, dedesi İshak 151 yaşında iken doğmuştur (NDB, s. 413; Tora, I, 290). Çocukluğu hakkında Tevrat’ta bilgi verilmemekte, on yedi yaşında iken kardeşleriyle birlikte çobanlık yaptığı ve bütün kardeşlerin babalarının sürülerini Hebron ve Şekem dolaylarında otlattığı belirtilmektedir (Tekvîn, 37/29). Ya‘kūb, Yûsuf’u diğer oğullarından daha çok seviyordu, çünkü o yaşlılığında doğmuştu (Tekvîn, 37/3). Ayrıca bu sevginin Rahel’in Ya‘kūb’un ilk evlendiği kadın olmasından kaynaklandığı, diğer taraftan asıl sebebin Yûsuf’taki mânevî ve zihnî üstünlük olduğu, Ya‘kūb’un, dayısı Laban’ın yanına gitmeden önce, Sam ve Eberin mektebinde (yeşiva) on dört yıl boyunca öğrendiklerini Yûsuf’a öğrettiği ifade edilmektedir. Rivayete göre Yûsuf on yedi yaşına kadar “bet ha-midraş”a devam etmiş ve dinî konularda kardeşlerine yardım edecek kadar bilgi edinmiştir. Bundan dolayı babası Yûsuf için liderliğe ya da asalete işaret eden bir giysi olan uzun ve renkli bir pelerin yapmıştı (Tekvîn, 37/3; Tora, I, 293; Ginzberg, III, 8).

Kardeşleri Yûsuf’a konuşmaları sırasında söyledikleri kötü sözleri babalarına aktardığı için öfke duyuyor, ayrıca babalarının sevgisinden dolayı onu kıskanıyorlardı. Yûsuf’un kardeşlerine anlattığı iki rüya onların öfkesini daha da arttırmıştı. Rüyalardan birine göre kardeşleriyle birlikte tarlada demet bağlayan Yûsuf’un demeti kalkıp dikilmiş, kardeşlerinin demetleri ise onun demetinin etrafını kuşatıp önünde eğilmiş, ikinci rüyada ise güneş, ay ve on bir yıldız Yûsuf’un önünde secde etmiştir (Tekvîn, 37/2-9). Babası bu rüyalarını kendisine de anlatan Yûsuf’u azarlayarak, “Gerçekten ben, annen ve kardeşlerin senin karşında eğilecek miyiz?” diyerek bu sözleriyle kardeşlerini yatıştırmak isterse de kardeşleri onu ortadan kaldırmaya karar verirler (Tekvîn, 37/10-18; DB, III/2, s. 1656). Sürüyü otlatmaya götürdükleri bir gün Ya‘kūb, Yûsuf’u kardeşlerinin yanına gönderir. Onu öldürüp bir kuyuya atmayı düşünen kardeşlerin içinden Ruben, Yûsuf’u kurtarmak amacıyla onu öldürmeyip bir kuyuya atmalarını önerir ve Yûsuf pelerini çıkarılarak içinde su bulunmayan bir kuyuya atılır. Daha sonra yemek yedikleri bir sırada İsmâilî bir kervanın gelmekte olduğunu görünce Yahuda’nın teklifiyle Yûsuf kuyudan çıkarılarak 20 gümüş karşılığında İsmâilîler’e (Midyânîler) satılır (Tekvîn, 37/28). Bu olay ayrıntılı biçimde yahudi rivayetlerinde de yer almaktadır (Ginzberg, III, 12-21).

Potifar’ın karısı -bazı kaynaklarda adı Zuleika (Züleyha) şeklinde geçer (The Torah, s. 257, 1704)- çok yakışıklı olan Yûsuf’a karşı arzu duyar ve ona beraber olmayı teklif eder. Ancak Yûsuf evini kendisine emanet eden efendisine ihanet edemeyeceğini, ayrıca Tanrı’ya karşı günah işlemekten korktuğunu söyleyerek bunu kabul etmez. Kadın ısrar ederse de Yûsuf her defasında onu geri çevirir. Bir gün Potifar’ın karısı Yûsuf’u gömleğinden yakalamak isteyince, Yûsuf gömleğini çıkarıp dışarıya kaçar. Bunun üzerine kadın, hizmetçilerini çağırarak Yûsuf’un kendisine saldırdığını ve bağırınca da gömleğini bırakıp kaçtığını söyler. Kocası gelince durumu ona da anlatır, Potifar da Yûsuf’u zindana attırır. Rabbin inâyetiyle Yûsuf zindancıbaşının güvenini kazanır ve mahkûmların başına getirilir (Tekvîn, 39/7-23). Rivayete göre Potifar, Yûsuf’un suçsuz olduğunu anlamıştı, fakat onu cezalandırmadığı takdirde karısı hakkında dedikodu yapılacağını düşünerek Yûsuf’u hapse attırmıştır (Tora, I, 319).

Mısır kralının başsâkîsi ile ekmekçisi hapse girer ve hapiste rüya görürler. Başsâkî rüyasında tomurcuklanıp üzüm veren üç dallı bir asmanın olgun üzümlerini Firavun’un kâsesine sıkarak ona sunar. Yûsuf rüyayı yorumlayıp üç gün sonra serbest bırakılarak tekrar Firavun’a sâkîlik yapacağını söyler ve ondan hükümdarın yanında kendisini anmasını ister. Ekmekçi ise rüyasında başının üzerinde üç sepet ekmek taşıdığını ve kuşların bu ekmeklerden yediğini görür. Yûsuf ona da üç gün sonra asılacağını ve etinden kuşların yiyeceğini bildirir. Rüyalar Yûsuf’un dediği gibi çıkar (Tekvîn, 40/1-22). İki yıl sonra da Firavun iki rüya görür. Rüyasında yedi cılız inek yedi semiz ineği, yedi cılız başak da yedi dolgun başağı yemektedir. Mısır’ın bilge kişileri bu rüyaları yorumlayamaz (Tekvîn, 41/1-8). Tevrat dışı rivayetlere göre ise Firavun iki yıl boyunca her gece aynı rüyaları görürse de sabah olunca bunları hatırlayamaz. Nihayet Yûsuf’un hapisten çıkacağı gün rüyasını hatırlar. Mısır’ın bilge kişileri bunun için farklı yorumlar yapar: Yedi semiz inek Firavun’un doğacak yedi kızına, yedi zayıf inek de onların öleceğine; yedi dolgun başak yedi memleketin fethedileceğine, yedi zayıf başak da yedi eyalette isyan çıkacağına işarettir. Diğer bir yoruma göre ise yedi dolgun başak inşa edilecek yedi şehri, yedi zayıf başak da bu şehirlerin yıkılacağını ifade eder. Kral bu yorumların hiçbirini kabul etmez. Bu sırada başsâkî Yûsuf’u hatırlar ve krala ondan bahseder. Yûsuf zindandan çıkarılarak kralın yanına getirilir ve onun rüyalarını tabir eder. Kral onun tabirinden de şüphe edince Yûsuf kendisine hamile olan karısının bir oğul doğuracağını ve tam buna sevinirken iki yaşındaki büyük oğlunun öleceğini bildirir. Gerçekten olay bu şekilde cereyan eder. Bunun üzerine kral Yûsuf’a inanır ve onu ülkesini yönetmekle görevlendirir (Ginzberg, III, 49-55). Diğer bir rivayete göre ise başsâkî Yûsuf’u hatırlayınca durumunu Firavun’a anlatır. Hapisten çıkarılan Yûsuf’un saçları kesilir, elbisesi değiştirilir ve Firavun’un huzuruna çıkarılır. Yûsuf yedi semiz inekle yedi dolgun başağın yedi bolluk yılına, yedi cılız inekle yedi yanmış başağın da yedi kıtlık yılına işaret ettiğini belirtir. Firavun, Yûsuf’u Mısır’da kendisinden sonra ikinci adam konumuna yükseltir; mührünü ona teslim eder, özel elbise giydirir, boynuna altın zincir takar. Adını da Zafenat-paneah olarak değiştirir ve kendisini On (Heliopolis) şehrinin kâhini Potifera’nın kızı Asenat ile evlendirir (Tekvîn, 41/1-45).

Zafenat-paneah, Yûsuf’un Mısır dilindeki isminin İbrânîce karşılığıdır ve “sırları açığa çıkaran” demektir; ayrıca ismin, “Hayat tanrısı konuşuyor” mânasına geldiği de ifade edilir (Tora, I, 335). Yûsuf’un evlendiği Asenat, Ya‘kūb’un karısı Lea’dan olan kızı Dina’nın Şekem’den doğan kızıdır. Asenat’ın Potifera tarafından evlât edinildiği ileri sürüldüğü gibi Asenat kelimesinin eski Mısır dilinde “Neth’e ait” anlamına geldiği ve onun Mısırlı olduğu da (a.g.e., I, 334) kaydedilir (Talmud, Sota 13aIDB, III, 845). Yûsuf’un Asenat’tan Efraim ve Menasseh adlı iki oğlu olur, bunlar daha sonra İsrâiloğulları’nın on iki kabilesinden ikisini teşkil eder. Yahudi kaynaklarına göre Tanrı, Yûsuf’un hapiste on yıl kalmasını takdir etmiştir. Bu süre, kendisi hakkında babalarına kötü haber veren on kardeşinden her biri için bir yıl olarak belirlenmiş, ardından bu süreye Tanrı’ya güvenmek yerine başsâkîye ümit bağladığı için iki yıl daha eklenmiştir (Tora, I, 318). Mısır’da iş başına geçtiği sırada otuz yaşında olan Yûsuf bütün ülkeyi dolaşarak tedbir alır ve yedi bolluk yılında buğdayı depolar, sonraki yedi kıtlık yılında ise bunu dağıtır (Tekvîn, 41/46-57).

Tevrat’taki Yûsuf kıssasının gerçekliği bazı arkeolojik bulgularla desteklenmektedir. Yûsuf kıssasında geçen Mısır âdetlerine dair belgeler ve papirüsler bulunmuştur. Potifera, Zafenat-paneah (Tsafnath-Paeneach), Asnath, Potifar, On gibi Mısır isimleri (Tekvîn, 39/1; 41/45, tür.yer.), görevlilerin unvanları (Tekvîn, 39/1; 40/2-3) ve Mısır’daki kıtlık (41. bab) bunlar arasında zikredilebilir. Milâttan önce 100 yılına ait bir kitâbede, milâttan önce 2700 yıllarına doğru III. sülâleye mensup Firavun Zoser döneminde yedi yıllık bir kıtlıktan söz edilmektedir. Milâttan önce 1900’lere doğru bir grup Sâmî’nin Mısır’a göç ettiğine dair bir tasvir vardır.

ÖMER FARUK HARMAN

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Elbette (sen) ondan önce (bunlardan) habersiz olanlardan idin…” (Yusuf suresi, 3)

İnsanlar arasında en çok imtihana tâbi tutulanlar, en şiddetli belaya dûçâr olanlar, peygamberlerdir. Öylede Hz. Yusuf (a.s) kuyudaki imtihanından, azizin hanımı ile imtihanından, zindandaki imtihanına kadar birçok imtihan süzgecinden geçmiştir. Ta Mısır’a vezir olana kadar. Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri Mısır vezirine işleri düştüğü gün gelip çattığında, devran dönmüştür.

“(Yusuf) dedi ki: Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” Yusuf, 100

Hz. Yusuf’un anne ve babasına: “işte sabrın sonu selamettir, bende sabrettim ve seneler önce gördüğüm rüyam işte bugün gerçekleşti” dedi. Bütün iyilikler güzellikler Allah’tandır. Ki Allah o rüyayı gerçekleştirdi, sonrada Hz. Yusuf’a birçok şeyler lütfetti. Önce kuyudan kurtuldu, sonra vezirin hanımından, sonra da zindandan. En sonunda da Mısıra vezir oldu ve yüksek makamlarda oturdu ve yine Allah diledi de sevdiklerine kavuştu. Hz. Yusuf, Allah’ın (c.c) lütfettiklerini sayarken şu husus çok dikkat çekici: “ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra…” Hz. Yusuf (a.s) ne kadar üstün ahlaka sahip ki, kendisine zamanında yapılan o kötülüğü unutup, kardeşlerini mahcup etmeme amacındadır.

Kardeşler arasına nifak sokan kimdir? Şeytan… Şeytan, “adüvvün mübîn”dir, yani bizim azılı baş düşmanımızdır. Kanımıza kadar ilişen bu varlık kâh vesvese, kâh kötü düşünceler verir, kâh açar sevdiklerimizle aramızı. İşte öylede açmıştı Yusuf (a.s) ile kardeşlerinin arasını. Nitekim babası Yakub (a.s) da başta O’nu uyarmamış mıydı şeytanın açıkça düşman olduğunu?

Hz. Yusuf (a.s) o anda dileseydi kardeşlerine küsebilirdi, hakaretler edebilirdi, sövebilirdi, iğneleyici sözler söyleyebilirdi, “işte sizde zamanında beni kuyuya atmıştınız da şöyle böyle oldu” diyebilirdi. Ki o, nice çileler çekti. 40 sene ailesinden uzak, kuyularda, zindanlarda hayat sürdü. Biraz empati kurduğumuzda, eğer bizim başımızdan böyle bir olay geçse, ilk başta sebep olan kişiye derin öfke duyarız. Neden? Çünkü bir imtihanlar zincirine girmemize vesile olduğu için.

Farz edelim bir kimse size bir kötülükte bulundu. Siz de bu kötülüğe karşılık olarak iyilikte bulunsanız, o kimse kendisini nasıl hisseder? Yaptığından pişmanlık duyar, utanır, mahcup olur. Neden? Yaptığı kötülüğe karşılık olarak iyilik yaptığın için ve o kimsenin yüzüne o kötülüğü vurmadığın için. Bunu başarabilmek her yiğidin harcı değildir ama yapılması gereken: işte budur! Başkasına yaptığımız iyiliği ve başkasından gördüğümüz kötülüğü unutalım. Ne yapılan iyilikle başa kalkalım, ne de yapılan kötülüğe karşı kılıcımıza kuşanıp “haydi hodri meydan” diyerek saldıralım..

İşte öylede Hz. Yusuf’un o güzel ahlakı kötülüğe kötülükle muamele etmeye, sövmeye, küsmeye, hakaretler etmeye müsaade etmiyordu. Nitekim o bir peygamber idi… Ve o kadar sabrın sonunda ebeveyn ve kardeşlerine dönüp işte “aslında kardeşlerim sizler iyi kimselersiniz fakat asıl şeytan aramızı açtı” deme üstünlüğünde bulundu. O güzel peygamber, kardeşlerinin yaptıkları hatayı yüzlerine vurmadı. Başrolde olan şeytandı, o aramıza girdi, o düşünceyi o verdi, bunu o yaptırdı dedi. Bizler öyle intikamperest olmuşuz ki, bize biri tarafından ufacık zarar dokunsa bile hemen kısas yapmak isteriz, bana yaşattığı şeylerin aynısını oda yaşar inşallah deriz âmin denilemeyecek duaya bile.

Öyleyse bizlerde bırakalım intikam peşinde koşmayı, “sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir” (Araf suresi, 199) ayetine uyalım. Uyalım ve uyanalım. Hz. Yusuf (a.s) gibi “asıl şeytan aramızı bozdu” diyerek erdem olalım, böylelikle O’nun gibi nice Mısırlara vezir olalım inşallah.

Oysa değil midir ki, dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek, derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın düsturu… Dövülürsek, biz de dövmeyelim. Sövülürsek, biz de sövmeyelim. Bize kötülük yapana kötülük ile muamele etmek yerine sabredelim ve o kimseye çokça dua edelim. Yoksa bizler “kim zerre kadar bir hayır yapıyorsa, onu görecek, kim de zerre kadar bir şer işliyorsa, onu görecek” (Zilzâl suresi, 7-8) vaadine inananlardan değil miyiz? Hâşâ ve kellâ! İnananlardanız elhamdülillah/inşallah.

İnsanın bedeni köle olunca, nasıl düşük fiyatlarla satılıyor! Ya rûh ve kalbini, şehevî ve nefsânî arzularının kölesi hâline getirenler, acaba nasıl bir âkıbete dûçâr olacaklardır? Dolayısıyla mü’min, kıymet ve izzetini bilmeli, hiçbir zaman nefsine köle olmamalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: “Hevâ ve hevesini (nefsânî arzularını) ilâh edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona Sen mi vekil olacaksın? (Yâni vekil olup da onu kurtaramazsın!)” (el-Furkân, 43)

“Mısır’da Yûsuf’u satın alan vezir, hanımına: «Ona güzel bak! Belki bize faydası dokunur, yahut onu evlâd ediniriz!» dedi. Böylece Yûsuf’un o ülkede yerini sağlamlaştırdık, ona imkân verdik ve bu cümleden olarak, ona rüyâların tâbirini öğrettik. Allâh Teâlâ irâdesini yerine getirmekte her zaman mutlak gâliptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yûsuf, 21) Tefsîrlerde beyân edildiğine göre, Yûsuf -aleyhisselâm-’ı satın alan esîr tâciri, daha sonra O’nu Mısır’ın mâliye bakanına sattı. Çünkü mâliye bakanı, Hazret-i Yûsuf’un zekâ ve kâbiliyetini sezmiş, bu yüzden ileride kendisinden devlet işlerinde istifâde edebileceğini düşünmüştü. Ayrıca kendi çocukları olmadığı için O’nu evlâd edinmeyi de arzu etmişti.

Kur’ân-ı Kerîm’de Ya‘kūb’dan hem bu isimle hem de İsrâil diye bahsedilmektedir. Ya‘kūb adı on sûrede on altı defa geçer (el-Bakara 2/132, 133, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/84; Hûd 11/71; Yûsuf 12/6, 38, 68; Meryem 19/6, 49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27; Sâd 38/45); İsrâil adı da tek başına iki (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58).

Yakub kıssası Yitiğine gözünü verecek kadar yanarsan, Mısır’da da olsa kokusunu alırsın ın kıssasıdır.

Benî İsrâil şeklinde kırk bir yerde geçer. Bazı rivayetlere göre Ya‘kūb adı kendisine, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını kitaptan takip ederek uygulaması veya zürriyetinin onu takip etmesi yahut doğum esnasında kardeşinin topuğunu tutması sebebiyle verilmiştir (Fîrûzâbâdî, VI, 43). Ancak İslâmî kaynaklara göre de Ya‘kūb Arapça asıllı bir kelime değildir (Cevâlîkī, s. 355). Kur’an’da diğer peygamberler gibi Ya‘kūb’a da vahiy geldiği ve onun nebî olduğu bildirilmektedir (en-Nisâ 4/163; Meryem 19/49). Dedesi İbrâhim ve babası İshak gibi Ya‘kūb da güçlü bir iradeye, keskin bir zekâya sahiptir; kendisi ve zürriyeti seçkin ve hayırlı insanlardır (Sâd 38/45-46); onlar dürüst ve erdemli (el-Enbiyâ 21/72), muhsin (el-En‘âm 6/84), sâlih (el-Enbiyâ 21/72), muhlis (Sâd 38/45-46) kullardır.

Yahudi ve hıristiyanların, insanları doğru yolu bulmaları için kendi dinlerine davet etmeleri üzerine Kur’an’da şöyle buyurulur: “Deyin ki: Biz Allah’a inanırız; bize indirilene ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya‘kūb’a ve onların soyundan gelenlere indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve rableri tarafından diğer bütün peygamberlere verilmiş olana inanırız; onların arasında hiçbir ayırım yapmayız; biz Allah’a teslim olanlardanız” (el-Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/84). Bu âyetlerde Ya‘kūb’un peygamberliğine inanmanın Müslümanlığın bir şartı olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan İbrâhim, İsmâil, İshak ve Ya‘kūb ile onların soyundan gelenlerin iddia edildiği gibi yahudi veya hıristiyan olmadıkları ifade edilmektedir (el-Bakara 2/140). Ya‘kūb da dedesi İbrâhim gibi çocuklarına Allah’a teslimiyeti vasiyet etmiş (el-Bakara 2/132), ölümü yaklaşınca da oğullarına, “Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da, “Senin rabbine, ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak’ın rabbine, tek Allah’a kulluk edecek ve O’na teslim olacağız” cevabını vermişlerdir (el-Bakara 2/133).

Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca İbrâhim’e İshak ve Ya‘kūb’un bağışlandığı zikredilmekte (el-En‘âm 6/84), İbrâhim’in eşi Sâre kastedilerek, “Biz ona İshak’ı ve onun ardından Ya‘kūb’u müjdeledik” denilmektedir (Hûd 11/71). Bu âyetlerden hareketle bazı şarkiyatçılar, Kur’an’da Ya‘kūb’un da İshak gibi İbrâhim’in oğlu diye gösterildiğini ileri sürmüşlerse de (EI2 [Fr.], XI, 276) Kur’an âyetleri (el-Bakara 2/133, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; Hûd 11/71; Yûsuf 12/6) böyle bir anlayışa imkân vermemektedir. Kur’an’da Tevrat inmeden önce bütün yiyeceklerin İsrâiloğulları’na helâl kılındığı, ancak Ya‘kūb’un bunlardan bazılarını kendisine yasakladığı bildirilmekte (Âl-i İmrân 3/93), hadislerde bu nimetlerin deve eti ve deve sütü olduğu belirtilmektedir.  (Müsned, I, 273, 274, 278). 

Diğer bir izaha göre Tevrat’ta söz konusu edilen haram (Tekvîn, 9/4) etin kanıyla birlikte yenmesidir (Hamîdullah, s. 62). Kur’an’da Ya‘kūb’la ilgili bazı bilgiler Yûsuf sûresinde yer almıştır. Bu sûrede Ya‘kūb’un adı üç defa geçmekte, yirmi beş yerde de kendisine atıfta bulunulmaktadır. Ya‘kūb çocuklarına güvenmemekte (Yûsuf 12/11, 18, 83), onlar da babalarına saygılı davranmamaktadır (Yûsuf 12/8, 16-17, 95).

Hz. İbrâhim’in torunu ve İsrâiloğulları’nın atası olan peygamber.

İshak’ın oğlu Ya‘kūb, Kur’ân-ı Kerîm’e göre peygamber, yahudi inancına göre İsrâil’in ataları diye adlandırılan üç kişiden biridir (diğerleri İshak ve İbrâhim’dir) (IDB, II, 786) ve İsrâiloğulları’nın isim babasıdır. Ya‘kūb kelimesinin aslı İbrânîce Yaakob’dur (Yaakov). Tevrat’ta kelimenin menşei iki şekilde izah edilmektedir. Bunlardan birine göre Yaakob “topuk tutan” demektir; zira Esav ile ikiz olan Ya‘kūb önce doğan Esav’ın topuğunu tutarak dünyaya gelmiştir (Tekvîn, 25/26). Diğerine göre ise kelime “birinin yerini alan” mânasındadır. Ya‘kūb, Esav’ın ilk oğul olma hakkını elinden aldığı, onun yerine geçtiği ve bereketini çaldığı için bu adla anılmıştır. Esav, “Onun adı haklı olarak Yaakob çağrılmıyor mu, çünkü iki defa beni aldattı, benim yerime geçti” sözleriyle (Tekvîn, 27/36) bunu vurgulamaktadır (a.g.e., II, 782-783). 

 Ahd-i Atîk’te kelime, “Çünkü her kardeş çok aldatacak” (Yeremya, 9/4) ve, “Rahimde kardeşini topuğundan tuttu” (Hoşea, 12/3), şeklinde her iki anlamda da kullanılmaktadır. Yine Tevrat’taki bir ifadeye göre Ya‘kūb’a Tanrı tarafından İsrâil adı verilmiş olup (Tekvîn, 35/1-15) bizzat Tanrı ile veya meleğiyle güreştiği için bu adı almıştır (Tekvîn, 32/22-32). Eski Ahid’de de Ya‘kūb’un ana rahminde kardeşini topuğundan tuttuğu, büyüyünce Allah ile güreştiği ve meleğiyle de güreşip onu yendiği belirtilmektedir (Hoşea, 12/3-4). Ayrıca kelimeyi oluşturan harflerin nümerik değerleri ileride meydana gelecek İsrâil’le ilgili önemli olaylara bir işarettir (Ginzberg, II, 98).

Ya‘kūb’a dair bilgiler doğumu yirmi beşinci, vefatı ellinci babda olmak üzere Tevrat’ın Tekvîn bölümünün yarısını kaplamaktadır. Tevrat’a göre İshak kırk yaşında iken Ârâmî Laban’ın kız kardeşi Rebeka ile evlenir, fakat hanımı kısır olduğundan uzun süre çocukları olmaz; nihayet İshak, Rabb’e yalvarır ve Rebeka hamile kalır. İshak altmış yaşında iken önce Esav, ardından Ya‘kūb dünyaya gelir (Tekvîn, 25/20-26). Esav avcıdır, Ya‘kūb ise çadırda oturan sakin bir kişidir. Yahudi rivayetlerine göre dede İbrâhim, Ya‘kūb’u çok sever ve onu takdis ederek hayır duada bulunur (a.g.e., II, 100). Öte yandan İshak Esav’ı, Rebeka ise Ya‘kūb’u daha çok sever. Bir gün kırdan dönen Esav, Ya‘kūb’dan yiyecek ister, Ya‘kūb da ilk oğulluk hakkını satması şartıyla ona yiyecek verir (Tekvîn, 25/27-34). İshak Esav’ı kutsamak ister, fakat Rebeka ile Ya‘kūb’un hilesi sonucu Esav’ı değil Ya‘kūb’u kutsar. Gerçeği anlayan İshak Esav’a, “Kardeşin hile ile geldi ve senin bereketini aldı” der (Tekvîn, 27/35). 

Esav’ın kendisini öldürmesinden korkan Ya‘kūb, babasının tâlimatı üzerine hem Esav’dan kurtulmak hem de kızlarından birini almak üzere Paddanaram’a dayısı Laban’ın yanına gider (Tekvîn, 27/1-28/5). Yolda Bethel’de gecelerken bir rüya görür:

Tanrı, Ya‘kūb’a ve zürriyetine üzerinde bulundukları toprakları vaad eder ve ona zürriyetinin çoğalacağını müjdeler (Tekvîn, 28/10-22). Harran’a varınca dayısının Lea (Leah) ve Raşel (Rahel) adlı iki kızı ile evlenir ve her biri için dayısına yedi yıl hizmet eder (Tekvîn, 29/1-30). Raşel ve Lea câriyeleri Zilpa ile Bilha’yı da Ya‘kūb’a verirler. Ya‘kūb’un Lea’dan Ruben, Şimon (Simeon), Levi, Yahuda (Yuda), İssakar ve Zebulun ile kızı Dina; câriyesi Zilpa’dan Gad ve Aşer; Raşel’den Yûsuf ve Bünyâmin; câriyesi Bilha’dan Dan ve Naftali olmak üzere on iki oğlu dünyaya gelir (Tekvîn, 29/31-30/24; 35/23-26). Ya‘kūb çok zenginleşir, bu yüzden Laban’ın oğulları onu kıskanınca Paddanaram’ı terkedip Ken‘an diyarına döner (Tekvîn, bab 31). Dönüş yolunda Yabbok Geçidi’nde bir adamla karşılaşır ve onunla sabaha kadar güreşir. Karşısındaki, “Tanrı ile ve insanlarla uğraşıp onları yendin” der ve Ya‘kūb’un adını İsrâil şeklinde değiştirir. 

Ya‘kūb da o yerin adını, “Tanrı’yı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı” diyerek Peniel (Tanrı’nın yüzü) koyar (Tekvîn, 32/22-32). Yahudi rivayetlerine göre Ya‘kūb’un güreştiği kişi Mîkâil’dir (a.g.e., II, 147). Ya‘kūb, Ken‘an diyarına döndükten sonra kardeşi Esav ile barışır; Esav Seir’e döner, Ya‘kūb da önce Sukkot’a, ardından Şekem şehrine gider (Tekvîn, 33/1-20). Tanrı’dan Beytel’e gidip orada bir sunak yapma emrini alır ve bu emri yerine getirir. Bu arada ailesine ve çevresindekilere yabancıların ilâhlarından vazgeçmelerini, kendilerini temizlemelerini öğütler. Tanrı, Ya‘kūb’a görünerek, “Senin adın Ya‘kūb’dur, ancak artık Ya‘kūb çağrılmayacaksın, adın İsrâil olacaktır” der ve çoğalmasını isteyerek kendisinden milletlerin ve kralların çıkacağını, İbrâhim’e ve İshak’a vaad edilen diyarı kendisine ve zürriyetine vereceğini bildirir (Tekvîn, 35/1-15).

Ya‘kūb Esav ile birlikte, 180 yaşında vefat eden babası İshak’ı Hebron’daki (Halîl) aile mezarlığına defneder (Tekvîn, 35/28-29). Ardından babasının gurbet diyarına, Ken‘an’a yerleşir (Tekvîn, 37/1). Oğulları arasında en çok Yûsuf’u sever ve onun kötü haberini alınca yas tutar (Tekvîn, 37/31-35). Ken‘an diyarında kıtlık meydana geldiğinde Ya‘kūb on oğlunu erzak almaları için Mısır’a gönderir (Tekvîn, 42/1-2). Oğullarının aldığı erzak tükenince onları ikinci defa Mısır’a yollar (Tekvîn, 43/1-2). Daha sonra Yûsuf babasını ve kardeşlerini Mısır’a getirtir (Tekvîn, 47/6-7), onları Goşen vilâyetine yerleştirir. Ya‘kūb burada on yedi yıl daha yaşar, vefatından önce çocuklarına nasihatte bulunur. 147 yaşında ölen Ya‘kūb vasiyeti gereği Makpela (Machpelah) mağarasına (Hebron), İbrâhim ve karısı Sâre, İshak ve karısı Rebeka ile kendi karısı Lea’nın defnedildiği yere gömülür (Tekvîn, 49/1-50/14).

Ya‘kūb, İsrâil ataları içinde ömrü en kısa olan ve Tevrat’ta diğerlerine göre hayatı daha ayrıntılı biçimde anlatılan bir peygamberdir. 130 yaşında iken yaşını soran dönemin firavununa, “Gurbet yıllarımın sayısı 130’dur; ömrümün yıllarının sayısı azdır ve bu yıllar kötü geçti; babalarımın gurbetteki günlerinde yaşadıkları yılların sayısına varmadı” der.

ÖMER FARUK HARMAN

Kur’an’da adı 15 defa geçmektedir. İbrahim’in oğludur. Muhammed haricinde, Kur’an’da adı geçip de kendisinden sonra gelen bütün peygamberlerin atasıdır.

Hz. İbrâhim’in Sâre adlı eşinden oğlu olan İshâk Tevrat ve Kur’an’da adı geçen bir peygamberdir, yahudilerin İbrâhim’den sonra ikinci atasıdır ve yaklaşık olarak milâttan önce XIX-XVIII. yüzyıllarda yaşamıştır. İshak isminin Arapça sahak kökünden geldiği yolundaki görüş gerek klasik Arap dilcileri gerekse çağdaş araştırmacılarca reddedilmiş, kelimenin aslının İbrânîce olduğu belirtilmiştir (Lisânü’l-ʿArab, “sḥḳ” md.; Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 13-14; Jeffery, s. 60). İbrânîce’de Yishak, Grekçe’de İsaak şeklindedir. İbrânîce aslının Arapça’ya baştaki “y” olmaksızın İshak olarak geçmesi hıristiyan menşeini düşündürmektedir. Josef Horovitz’e göre İshak biçimi, Süryânî ve Filistin Hıristiyanlığı’nda da olduğu gibi İbrânîce’deki Yishak’a tekabül eder. Ancak Talmud’da İsak şeklinin mevcudiyeti, milâttan sonra IV. yüzyıl Babilonya yahudilerinde kelimenin bu şeklinin de kullanıldığını göstermektedir. Torrey ise Kitâb-ı Mukaddes’teki Yisrael, Yişmal, Yishak gibi kelimelerin Kur’an Arapçası’na “y”siz geçtiğini, bunun da Araplar’daki lehçe farklılığından kaynaklandığını ifade etmektedir.

Tevrat’ta nakledildiğine göre Hz. İbrâhim ve eşi Sâre’nin çocukları olmaz. İbrâhim’in bu duruma üzülmesi ve çocuk istemesi üzerine Rab ona çocuğunun olacağını ve zürriyetinin semanın yıldızları gibi çoğalacağını müjdeler (Tekvîn, 15/2-5). Ancak Sâre’nin yine de çocuğu olmayınca dönemin âdeti gereği câriyesi Hâcer’i kocasına verir ve İbrâhim’in Hâcer’den İsmâil adlı oğlu doğar (Tekvîn, 16/1-4; 15-16). Daha sonra Hz. İbrâhim doksan dokuz, Sâre seksen dokuz yaşında iken Allah, Sâre’nin de bir çocuk doğuracağı müjdesini verir (Tekvîn, 17/1, 17). İbrâhim bunu duyunca yüz üstü düşer, güler ve kendi kendine, “Yüz yaşında olanın bir oğlu doğar mı? Ve doksan yaşında olan Sâre doğurur mu?” diye söylenir. Allah, Sâre’nin bir erkek çocuk doğuracağını bildirir, doğacak çocuğa İshak adının konmasını ister, onunla ve ondan sonra zürriyetiyle ahdini ebedî ahid olarak sabit kılacağını açıklar (Tekvîn, 17/17-19).

İshak’ın çocukluğu ve gençliğiyle ilgili olarak Tevrat’ta sadece iki hadise yer alır. İlkine göre İshak sütten kesildikten sonra İbrâhim’in verdiği ziyafet esnasında İsmâil kardeşi İshak’a güldüğü için Sâre onun evden uzaklaştırılmasını ister. Tanrı ona, “Sâre’nin sana söylediği her şeyde onun sözünü dinle; çünkü senin zürriyetin İshak’ta çağrılacaktır” dediği için Hz. İbrâhim, İsmâil ile annesi Hâcer’i oradan uzaklaştırır (Tekvîn, 21/8-14; 25/9-11). Tevrat’a göre İsmâil ile İshak tekrar babalarının cenazesinde bir araya gelirler (Tekvîn, 25/9-10). İkinci olay da onun kurban edilmek istenmesiyle ilgilidir. Tevrat’a göre kurban edilmek istenen İshak’tır. Onun bu esnada kaç yaşında olduğu belli değilse de kurban takdimesinde nelerin gerekli olduğunu bildiğine ve yakılan kurban takdimesi için odun taşıyabildiğine göre (Tekvîn, 22/6) delikanlılık çağında bulunmalıdır. Yahudi tarihçi Josephus’un dediğine göre İshak yirmi beş, rabbilerin hesabına göre de otuz yedi yaşına geldiğinde (EJd., II, 482) Allah, İbrâhim’i denemek için sevdiği biricik oğlu İshak’ı Moriya diyarına götürüp bir dağ üzerinde yakılan kurban olarak takdim etmesini emreder (Tekvîn, 22/1-2).

İbrâhim bu emir üzerine İshak’la beraber iki uşağını da yanına alarak Moriya diyarına gider. Yolda İshak babasına kurban edilecek kuzuyu sorar. Babası kuzuyu Allah’ın tedarik edeceğini söyler. Belirtilen yere vardıklarında ve İbrâhim İshak’ı kesmeye teşebbüs ettiğinde Rabb’in meleği müdahale eder, imtihanı başardığını bildirerek İshak’ın yerine kurban edilmek üzere bir koç verir. İbrâhim bu imtihanda başarılı olduğu için mübarek kılınır, zürriyetinin çoğaltılacağı müjdelenir (Tekvîn, 22/1-19).

İshak’ın kurban edilme kıssası (Tekvîn, 22/1-19) Elohist metnin anlatım sanatının güzel bir örneğidir. İman ve mutlak itaat bu kıssanın hâkim unsurlarıdır (IDB, II, 729). Yahudi bilginleri, Hz. İbrâhim’in bu emri ifaya hazır oluşunu ve itaatini övgüyle anarlar. Onun Tanrı tarafından istendiği için oğlunun ölümünü kabul etmesi hadisesi, şeriatı çiğnemektense ölmeyi tercih eden pek çok yahudiye örnek teşkil etmiştir (Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme, s. 549).

Sâre’nin ölümünden sonra (Tekvîn, 23/1-2) yaşı bir hayli ilerlemiş olan Hz. İbrâhim, İshak’ı evlendirmek ister, bu işle görevlendirdiği kölesi Eliezer’i asıl memleketine (Tevrat’a göre Harran) gönderir. Eliezer, İbrâhim’in kardeşi Nahor’un oğlu Betuel’in kızı Rebeka’yı getirir ve İshak Rebeka ile evlenir. Bu sırada İshak kırk yaşındadır (Tekvîn, 24/1-10, 15; 25/20). Hz. İbrâhim 175 yaşında vefat eder, oğulları İsmâil ve İshak tarafından defnedilir. Allah, İbrâhim’in ölümünden sonra oğlu İshak’ı mübarek kılar (Tekvîn, 25/7-11).

Hz. İbrâhim ile oğlu İshak’ın Tevrat’ta verilen hayat hikâyeleri arasında büyük benzerlikler vardır. Meselâ ikisi de kıtlık sebebiyle başka bir yere göç eder, öldürülme endişesiyle eşlerini kız kardeşleri olarak tanıtır. İkisinin de hanımı kısırdır, ikisi de çocuk sahibi olmak için Rabb’e yalvarırlar. Bu benzerlikler bazılarını, İshak’ın hayat hikâyesinin babasının hikâyesinden kopya edildiği veya aksine İshak’ın hikâyesinin babası için bir örnek oluşturduğu düşüncesine sevketmiştir. Benzerliklerin bulunuşu aynı çevrede yaşama, aynı dostluk ve ittifakların kurulması ile izah edilmekte, bunların yanında önemli farklılıklar olduğu da belirtilmektedir. Meselâ İshak babası kadar çok evlât sahibi olmamış, onun kadar çok göç etmemiş, ondan daha uzun yaşamıştır. Yahudi kutsal kitabında ve yahudi düşüncesinde İshak babası İbrâhim’e vâris olduğu, kurban edilmek istendiği ve tam bir teslimiyetle bunu kabul ettiği için birtakım üstün niteliklerle tavsif edilmiştir.

Kur’an’da İshak kelimesi on yedi yerde geçmektedir. Altı yerde İbrâhim, İsmâil ve İshak sıralamasıyla (el-Bakara 2/133, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163; İbrâhîm 14/39), bir yerde Hz. İbrâhim’e (es-Sâffât 37/112), bir yerde Sâre’ye müjdelenmesi (Hûd 11/71) şeklinde, dokuz yerde ise İsmâil zikredilmeden İbrâhim’e İshak ve Ya‘kūb’un verilişi, İbrâhim, İshak ve Ya‘kūb sıralamasıyla (el-En‘âm 6/84; Hûd 11/71; Yûsuf 12/6, 38; Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27; es-Sâffât 37/113; Sâd 38/45) zikredilmektedir. Kur’an’a göre Hz. İbrâhim, putperest kavmi tarafından ateşe atıldıktan (el-Enbiyâ 21/68; es-Sâffât 37/97) ve ilâhî yardımla kurtulduktan sonra kavmini terkederek bereketli diyara ulaştırılır (el-Enbiyâ 21/70-71). İbrâhim sâlihlerden bir evlât vermesi için Allah’a dua eder (es-Sâffât 37/100). Duası kabul edilir ve kendisine uslu bir erkek çocuk müjdelenir.

Bu çocuk belli bir yaşa gelince İbrâhim’den oğlunu kurban etmesi istenir. Baba ve oğul emre uyarlar ve imtihanı başarırlar. Karşılığında kurban edilecek oğul yerine büyük bir kurbanlık koç verilir, kendilerine iyi bir nam bırakılır ve sâlihlerden bir peygamber olmak üzere İshak müjdelenir. Kendisi ve İshak mübarek kılınır (es-Sâffât 37/101-113). Bu ifadelerden İshak’ın Hz. İbrâhim’in ilk çocuğu olmadığı, ilk çocuğunu kurban etme imtihanını başarıyla verdiği için ikinci çocuğu olarak müjdelendiği ve onun peygamber kılındığı anlaşılmaktadır.

Tevrat’ta olduğu gibi Kur’an’a göre de Hz. İbrâhim çocuğu olmadığı için Allah’a yalvarıp çocuk istemiş (es-Sâffât 37/100), ilerlemiş yaşında çocuk sahibi olmuştur (İbrâhîm 14/39). Kur’an’da Hz. İbrâhim bu durumu ifade ederken, “İhtiyar halimde bana İsmâil’i ve İshak’ı lutfeden Allah’a hamdolsun” demekte, buradan ikinci çocuğun İshak olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’da ayrıca Tevrat’ta olduğu gibi Hz. İbrâhim’in misafirleri kıssası da yer almakta, bu çerçevede İshak’ın müjdelenmesi söz konusu edilmektedir. İbrâhim’e gelen Allah elçileri (melekler) o esnada ayakta olan ve gülen Sâre’ye İshak’ı, ardından da Ya‘kūb’u müjdelerler. Sâre’nin, “Olacak şey değil, ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!” demesi üzerine melekler, “Allah’ın emrine şaşıyor musun? Ey hâne halkı, Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir” diye cevap verirler (Hûd 11/69-73).

Kur’an’da üç yerde (Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27), Hz. İbrâhim’in putperest kavminden ayrılışından sonra kendisine İshak’ın bağışlandığı ifade edilmekte, peygamberlik ve kitapların onların soyundan gelenlere verildiği bildirilmektedir. İshak Kur’an’da ayrıca Hz. Yûsuf’un atası olarak zikredilir (Yûsuf 12/6, 38). Ya‘kūb’un sorusu üzerine oğulları, “Senin ve atalarının İbrâhim, İsmâil ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz” demişler (el-Bakara 2/133), müslümanlardan, “Biz Allah’a ve bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya‘kūb ve esbâta indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilenlerle, rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” demeleri istenmiştir (el-Bakara 2/136). İshak’ın yahudi ve hıristiyan olmadığı da belirtilmiştir (el-Bakara 2/140).

Kur’an’da İshak’a vahiy gönderildiği (en-Nisâ 4/163), hidayete erdirildiği (el-En‘âm 6/84), sâlihlerden olduğu (el-Enbiyâ 21/72), mübarek kılındığı (es-Sâffât 37/113), doğumunun müjdelendiği (Hûd 11/71; es-Sâffât 37/112), onun ilâhî bir bağış olduğu (el-En‘âm 6/84; İbrâhîm 14/39; Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27) bildirilmektedir.

ÖMER FARUK HARMAN

Kur’an’da adı 12 defa geçmektedir. Çobanlık yapmıştır. Babası İbrahim ile birlikte Kâbe’yi inşa etmiştir. Hacla ilgili pek çok merasim ve kurban kesme konularında babası İbrahim ile birlikte Müslümanlara örnek olmuştur. Son peygamber Muhammed onun soyundan gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de on iki yerde adı geçen İsmâil çeşitli nitelikleriyle zikredilmektedir. Annesi Hâcer hakkında Kur’an’da bilgi yoktur. İsmâil, babası İbrâhim’in yaşlılık döneminde ve bir duası neticesinde dünyaya gelmiş (İbrâhîm 14/39; es-Sâffât 37/100-101), çok küçükken babası tarafından Beytülharâm’ın bulunduğu yere bırakılmıştır (İbrâhîm 14/37).

Adı açıkça zikredilmemekle birlikte belli bir yaşa gelince kurban edilmek istenenin İsmâil olduğu anlaşılmaktadır (es-Sâffât 37/102-105). Daha sonra babası ile beraber hem beytin temellerini yükseltmiş (el-Bakara 2/127) hem de bu kutsal mekânı temiz tutmakla görevlendirilmiş (el-Bakara 2/125), peygamber olarak seçilmiş, diğer peygamberler gibi ona da vahiy gelmiştir (el-Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163). Kur’an İbrâhim, İshak ve Esbât gibi İsmâil’in de yahudi veya hıristiyan olduğu yolundaki Ehl-i kitap inancını reddeder (el-Bakara 2/140). Elyesa‘, Zülkifl, İdrîs, Yûnus ve Lût gibi peygamberlerle birlikte zikredilen İsmâil hidayete erdirilen ve âlemlere üstün kılınanlardan (el-En‘âm 6/86), Allah’ın rahmetine kabul edilen iyilerden ve sabredenlerden biri olarak gösterilir (el-Enbiyâ 21/85-86; Sâd 38/48). İsmâil sözünde duran, halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emreden, rabbinin hoşnutluğunu kazanmış bir resul ve nebîdir (Meryem 19/54-55).

Kur’ân-ı Kerîm’de İsmâil’in Mekke’ye gelişi isim verilmeksizin belirtilmektedir. İbrâhim’in bir duasında çocuklarından birini kutsal evin (Kâbe) bulunduğu Mekke’ye getirdiği ifade edilir (İbrâhîm 14/37). Diğer bir âyette (el-Bakara 2/125, 127) Kâbe’nin inşasında İbrâhim ile oğlu İsmâil’in birlikte çalıştıkları bildirildiğine göre İbrâhim’in Mekke’ye getirdiği oğlu İsmâil olmalıdır. Kâbe’nin inşası esnasında Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil şöyle dua etmişlerdir: “Ey rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et” (el-Bakara 2/128).

Batılı araştırmacılar, Mekkî sûrelerde İbrâhim ile oğlu İsmâil arasında doğrudan bir bağ kurulmadığını, bazı Mekkî âyetlerde (el-En‘âm 6/84; Hûd 11/71; Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27) İbrâhim’e İshak’ın ve Ya‘kūb’un bağışlandığı belirtilirken İsmâil’in zikredilmediğini (EI2 [Fr.], IV, 192), İbrâhim ile İsmâil’in sadece Medenî sûrelerde ve Kâbe’nin inşası ile hac ibadeti çerçevesinde bir arada anıldığını belirtmekte ve bu noktadan hareketle Hz. Peygamber’in İbrâhim ile İsmâil arasındaki aile bağını iyi bilmediğini ileri sürmektedirler. Bu iddia, Kur’an’ın vahiy eseri olmayıp Resûl-i Ekrem tarafından düzenlendiği şeklindeki ön yargıya dayandığı gibi bilgi bakımından da doğru değildir. Zira kabile geleneğine bağlı ve asabiyetin ön planda olduğu bir toplumda, üstelik yahudi ve hıristiyanlarla birlikte Mekke müşriklerinin de ata kabul ettikleri Hz. İbrâhim’in aile bağlarını, özellikle onun kendi ataları olan İsmâil’in babası olduğunu bilmemeleri mümkün değildir.

Öte yandan Mekkî sûrelerde İsmâil’den ve onun İbrâhim’le ilişkisinden söz edilmediği iddiası da yanlıştır. Nitekim üçüncü Mekke dönemine ait olduğu kabul edilen İbrâhîm sûresinde Hz. İbrâhim yaşlılığında İsmâil ve İshak’ı lutfeden Allah’a hamdetmektedir (İbrâhîm 14/39). İkinci Mekke dönemine ait Sâffât sûresinde ise İshak’ın müjdelendiği âyetlerden (37/112-113) önce İbrâhim’in bir çocuğundan bahsedilmekte olup (37/100-107) bunun İsmâil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü İbrâhim’in İshak’tan önceki yegâne çocuğu İsmâil’dir. İbrâhîm sûresinin 39. âyetinin Medine döneminde indiği, Medenî olan Bakara sûresinin 125 ve 127. âyetlerindeki İsmâil kelimesinin de sonradan eklendiği iddiası ise (a.g.e., IV, 192) hiçbir ilmî temele dayanmamaktadır.

Diğer taraftan Kur’an’da Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil sadece Kâbe’nin inşasında veya hac ibadeti çerçevesinde (el-Bakara 2/125, 127) değil başka birçok yerde de (el-Bakara 2/133, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163) bir arada zikredilmiştir. Kur’an’da İsmâil uslu çocuk (es-Sâffât 37/101), teslim olan (es-Sâffât 37/103), namazı ve zekâtı emreden (Meryem 19/55), sabreden (es-Sâffât 37/102), hoşnut olunan (Meryem 19/55), sözüne sadık (Meryem 19/54), resul ve nebî (Meryem 19/54) gibi niteliklerle anılmaktadır. Ayrıca dilinin Arapça oluşu ve Araplar’ın nesebinin ona bağlanması, Hz. İbrâhim’in oğlu ve Hz. Muhammed’in ceddi olması, Kâbe’nin inşasında İbrâhim’le birlikte çalışması, kurban edilme hadisesinde babası karşısındaki teslimiyet ve itaati, onun yerine kurban edilmek üzere bir koç gönderilmesi, Resûl-i Ekrem’in, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” diyerek onunla iftihar etmesi gibi hususlara dayalı olarak müslümanlar İsmâil’e özel bir saygı duymuşlardır (Fîrûzâbâdî, VI, 39).

İsmâil’in dünyaya gelişi ve annesi Hâcer ile birlikte evden uzaklaştırılmasına dair İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler Tevrat’takilerle aynıdır (meselâ bk. Sa‘lebî, s. 81-82); ancak diğer konulardaki bilgilerde farklılıklar bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, İbrâhim ve İsmâil’in Mekke’deki faaliyetleri hakkında bilgi vermekle beraber oraya nasıl gittiklerini bildirmemektedir. Bu konuda kaynaklarda İbn Abbas, Hz. Ali ve Mücâhid’den gelen üç rivayet vardır. Buna göre Allah, İbrâhim’e hanımı Hâcer ile oğlu İsmâil’i Beytülharâm’ın bulunduğu yere götürmesini emreder. İbrâhim, Hâcer ile henüz emzirmekte olduğu oğlu İsmâil’i Sâre’nin kötülüğünden korumak için Mekke’ye götürmüştür. Hz. Ali’nin rivayetine göre ise bu olay İbrâhim’in Allah’tan Kâbe’nin inşası emrini alması üzerine gerçekleşmiştir (Taberî, Târîḫ, I, 252-253).

Hâcer ile İsmâil’in susuz kalmaları ve su çıkması hadisesi Tevrat’ın yanında diğer yahudi kaynaklarında da yer alır. Tulumdaki su bitince annesi tarafından bir çalı dibine bırakılan İsmâil susuzluktan dolayı ıstırap çeker ve, “Babam İbrâhim’in Allah’ı, senin bizim için takdir ettiğin başka ölüm şekilleri de var, beni susuzluktan öldürme” diye dua eder. Melekler Tanrı’ya başvurarak, “Bir gün senin neslini susuzluktan kırıp geçirecek bir neslin atası için su kaynağı mı çıkaracaksın?” derler. Buna rağmen Tanrı, İsmâil’in duasını hemen kabul eder, orada bir su kaynağı ortaya çıkar, onlar da kırbalarını doldururlar (Sidersky, s. 50-51).

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hadisesi isim verilmeksizin nakledilir. Buna göre İbrâhim, putperest kavmi tarafından atıldığı ateşten kurtulup onlardan ayrıldıktan sonra hiç çocuğu olmadığı için Allah’tan sâlih bir evlât ister ve kendisine akıllı, iyi huylu bir erkek çocuk müjdelenir. Çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa gelince İbrâhim’den oğlunu kurban etmesi istenir. Bunu oğluna bildirince oğlu emredileni yapmasını söyler, emre boyun eğip sabredenlerden olacağını bildirir. İbrâhim oğlunu kurban etmeye teşebbüs eder, fakat Allah tarafından tâbi tutulduğu bu imtihanda başarılı olduğu ortaya çıkınca oğlunun yerine semadan kurban olarak bir koç gönderilir, böylece oğlu da kurtulmuş olur (es-Sâffât 37/95-111).

Kurban edilecek çocuğun adının Kur’an’da bildirilmemesi, diğer taraftan Tevrat’ta ve yahudi geleneğinde bunun İshak olarak kabul edilmesi müslümanlar arasında görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına sebep olmuş, bir kısmı İsmâil’in, bir kısmı da İshak’ın kurban edilmek istendiğini ileri sürmüştür. Hz. Ömer, İbn Mes‘ûd, Alkame b. Vakkās, Kâ‘b el-Ahbâr, İkrime el-Berberî, İbn Cerîr et-Taberî ve Süyûtî İshak’ın; Ebü’t-Tufeyl, Saîd b. Müseyyeb ve daha başkaları ise İsmâil’in kurban edilmek istendiğini söylemişlerdir. Hz. Ali, İbn Abbas, Ebû Hüreyre, Hasan-ı Basrî, İbn Ömer, Mücâhid b. Cebr, Saîd b. Cübeyr, Süddî ve Katâde b. Diâme’den her iki görüş yönünde de rivayetler nakledilmektedir (Sa‘lebî, s. 91; Zürkānî, I, 117; Firestone, Journeys in Holy Lands, s. 170-178).

ÖMER FARUK HARMAN

 (Hatırlayın!) Hani biz evi/Kâbe’yi insanlar için toplanma yeri ve güvenli bir bölge kılmıştık. Ve onlara: “İbrahim’in makamını (namaz kılacağınız) bir namazgâh edinin.” (diye emretmiştik.) İbrahim ve İsmail’e: “Benim evimi tavaf edenler, itikafta kalanlar, rükû ve secde edenler için temizleyin.” diye emretmiştik. (2/Bakara 125)

 (Hatırlayın!) Hani İbrahim ve İsmail, Kâbe’nin temellerini yükseltiyor (bir yandan da şöyle dua ediyorlardı:) “Rabbimiz bu ameli bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen, (işiten ve dualara icabet eden) Es-Semi’, (her şeyi bilen) El-Alîm’sin.” (2/Bakara 127)

 Deyin ki: “Bizler; Allah’a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene, nebilere Rablerinden verilene iman ettik. Onların arasını ayırmaksızın (hepsine iman ederiz.) Ve biz, Allah’a teslim olanlarız.” (2/Bakara 136)

 Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hristiyan olduğunu mu söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?” Yanında Allah katından (bir bilgi olduğu hâlde) şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. (2/Bakara 140)

 De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve (diğer) nebilere Rableri tarafından verilen (vahye) iman ettik. Onlardan hiçbirinin arasını ayırmayız. Ve biz, O’na teslim olanlarız.” (3/Âl-i İmran 84)

 İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayet ettik). Ve hepsini âlemlere üstün kıldık. (6/En’âm 86)

 “Yaşlılıkta bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki benim Rabbim, duayı işitendir/icabet edendir.” (14/İbrahîm 39)

Arapça bir kelime olmayan İsmâîl’in aslının İşmavil olduğu, İsmâîn şeklinin de bulunduğu (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 7, 13, 14; Horovitz, s. 91-92; Jeffery, s. 63-64), Süryânîce olup “Allah’a itaatkâr” anlamına geldiği nakledilmekle birlikte (Tâcü’l-ʿarûs, “İsmâʿîl” md.; Fîrûzâbâdî, VI, 39) kelimenin aslı İbrânîce Yişmâ’êl’dir ve “Tanrı işitir” mânasındadır. Tevrat’ta Yişmael kelimesi meleğin, “İşte sen gebesin ve bir oğul doğuracaksın ve onun adını İsmâil koyacaksın, çünkü Rab sana olan cefayı işitti” (Tekvîn, 16/11) sözünden hareketle İbrânîce’de “işitmek, bir dilek veya isteği kabul etmek” anlamına gelen şâma fiiline bağlanmaktadır.

Bu fiil, Hâcer’e yapılan cefanın Rab tarafından duyulması (Tekvîn, 16/11) veya İbrâhim’in, oğlu İsmâil’le ilgili temennisinin (Tekvîn, 17/20), ayrıca çölde çocuğun susuzluktan ağlamasının Allah tarafından işitilmesi olaylarıyla da bağlantılı kılınmaktadır (Tekvîn, 21/17). Kelime Kitâb-ı Mukaddes’in eski nüshalarında Hismael, Ismahel, Hismahel ve Smahel şekillerinde de yazılmıştır (DB, III/1, s. 991). Tevrat’a göre İsmâil, Hz. İbrâhim’in Hâcer’den ilk ve tek çocuğudur (Tekvîn, 16/1-16). Çocuğu olmayan Sâre câriyesi Hâcer’i eşine vermiş ve İbrâhim seksen altı yaşında iken ilk çocuğu İsmâil doğmuştur. Uzun müddet zürriyetsiz kalma endişesi taşıyan İbrâhim, İsmâil’i Allah’ın kendisine vaad ettiği mirasçısı olarak görmüştür. Ancak Sâre’nin de bir oğul doğuracağı müjdelendiğinde İbrâhim, ilk oğlu İsmâil’in Tanrı katında itibarının düşeceği kaygısına kapılıp, “Keşke İsmâil senin önünde yaşayabilse” demiş ve Allah, İsmâil’i mübarek kıldığını, neslini çoğaltacağını, İsmâil’in on iki beyin babası olacağını ve ondan büyük bir millet meydana geleceğini müjdelemiş, ancak ahdini İshak’la sabit kılacağını da bildirmiştir (Tekvîn, 17/9-21).

İsmâil on üç yaşına vardığında sünnet emri gelir ve sünnet edilir; on dört yaşında iken İshak doğar. İshak’ın sütten kesilmesi münasebetiyle düzenlenen ziyafetten sonra Sâre’nin arzusu ve Allah’ın emri üzerine oğlu ile birlikte evden uzaklaştırılan Hâcer önce Beer-şeba, ardından Paran (Fârân) çölüne gider. Bundan sonra Paran çölünde yaşayan İsmâil’i annesi Mısır diyarından bir kadınla evlendirir (Tekvîn, 21/8-21; ayrıca bk. HÂCER). İsmâil’in on iki oğlu, bir de kızı olur (isimleri için bk. Tekvîn, 25/12-16; I. Tarihler, I, 29-31). Hz. İbrâhim’in vefatı üzerine Filistin’e gelen İsmâil kardeşi İshak ile birlikte babasını defneder. On iki oğlu on iki kabilenin beyi olur (Tekvîn, 25/9-10, 16-17).

Tevrat’ta İsmâil’in sayılamayacak kadar çok zürriyetinin olacağı, semereli kılınacağı, ziyadesiyle çoğaltılacağı, on iki beyin babası olacağı, Tanrı’nın onu mübarek kıldığı ve büyük millet edeceği belirtilmekte (Tekvîn, 16/10; 17/20; 21/18); diğer taraftan “insanlar arasında yabani adam olacağı, onun eli herkese karşı, herkesin eli de ona karşı olmak üzere bütün kardeşlerinin şarkında oturacağı” bildirilmektedir (Tekvîn, 16/12). Tevrat’a göre Hz. İsmâil’in zürriyeti Havila, Mısır ve Fırat arasındaki Kuzey Arabistan çölünde ikamet ediyordu (Tekvîn, 25/18), İsmâil gibi (Tekvîn, 21/20) onlar da okçulukta şöhret bulmuşlardır (İşaya, 21/17).

Yahudi dinî literatüründe İsmâil ve soyuna dair bazı olumsuz nitelemeler de yer almaktadır. Kendisi yahudilerin düşmanlarıyla bir tutulur (Firestone, Journeys in Holy Lands, s. 39); babası tarafından çok sevildiği, ancak kötü biri olduğu söylenir. İshak’ın kurban edilmeye götürülüşünde Hz. İbrâhim’e refakat eden iki köleden biri olarak da takdim edilmektedir. İsmâil, Moriah tepesinin eteğinde Eliezer’le birlikte arkada kalmış ve dağı kaplayan ilâhî bulutu görememiştir (EJd., IX, 80-81).

Kur’an’da adı 27 defa geçmektedir. İbrahim’e iman eden ilk kişidir, onunla birlikte hicret edenlerdendir. Sodom ve Gomora şehirlerinde yaşayan Lût kavmine peygamber olarak gönderilmiştir.

Tevrat’ta Terah’ın çocuklarından Haran’ın oğlu ve İbrâhim’in yeğeni olarak gösterilir. İslâm öncesi Arap toplumunda bilinmeyen lût kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce olduğu ileri sürülmektedir (Jeffery, s. 255; Mustafavî, X, 258). Haran Ur şehrinde öldükten sonra Terah oğlu İbrâhim’i, gelini Sâre’yi ve torunu Lût’u alarak Harran’a gelmiş, Terah Harran’da öldükten sonra Hz. İbrâhim yeğeniyle birlikte Ken‘ân diyarına gitmiştir (Tekvîn, 11/27; 12/5). Lût, İbrâhim’in Mısır yolculuğuna da katılmış (Tekvîn, 13/1), Ölüdeniz (Lut gölü) yazmalarından Genesis Apocryphon’a göre Firavun’un görevlilerine karşı İbrâhim’in sözcülüğünü yapmış, pek çok mülk edinmiş ve orada evlenmiştir (IDB, III, 162; EJd., XI, 508). Mısır’dan tekrar Ken‘ân diyarına dönen Hz. İbrâhim ile Lût’un çok miktarda koyun ve sığır sürüleri vardı. Buna karşılık bölgede az sayıda kuyu bulunduğu için adamları arasında tartışmalar çıkınca Lût onlardan ayrılarak verimli Erden havzasına yönelmiş ve Sodom çevresinde (günümüzde Ölüdeniz’in güneyindeki Usdum tepesi civarında) çadırlarını kurmuştur. Erden havzasındaki Sodom, Gomore (Gomorre = Gomerrhe), Adma, Tseboim ve Bela şehirlerinin halkı Elâm Kralı Kedorlaomer’e isyan edip yenilince Lût da esir alınmış, ancak yeğeniyle ilgisini kesmeyen İbrâhim tarafından kurtarılmıştır (Tekvîn, 14/1-16).
Tevrat’a göre Sodom halkı Rabb’e karşı günahkârdır; orada her türlü ahlâksızlık, özellikle de cinsî sapıklık yaygındır (Tekvîn, 13/13; 18/20; 19/4-5; Hezekiel, 16/49-50). Bunları cezalandırmakla görevli melekler insan sûretine girip misafir olarak İbrâhim’e gelirler. Tanrı, Sodom ve Gomore’nin günahının çok ağır olduğunu ve helâk edileceklerini bildirir. İbrâhim ise oradaki iyi insanların hatırına bu kararın gerçekleşmemesi için yalvarınca kendisine eğer on iyi kişi varsa oranın helâk edilmeyeceği vaad edilir, ancak on kişi bile bulunamaz. Akşam vakti Sodom’a varan iki melek şehrin kapısında oturan Lût’un daveti üzerine ona misafir olurlar. Halk evin çevresini sararak Lût’tan misafirlerini kendilerine teslim etmesini ister. Lût ise her istenileni yapabileceğini, hatta kızlarını kendilerine teslim etmek suretiyle feda edebileceğini, ancak misafirlerini vermeyeceğini söyler. Halk Lût’u tehdit ederek kapıyı kırmaya kalkışınca melekler müdahale ederek Lût’u içeriye alır ve dışarıdakileri evin kapısını bulamayacak şekilde kör ederler.
Melekler Lût’a şehri harap edeceklerini, aile fertlerini alıp burayı terketmesini bildirirler. Lût ağır davranınca melekler karısını ve iki kızını şehrin dışına bırakırlar; onlara arkalarına bakmadan dağa kaçmalarını tembih ederler. Lût kısa sürede dağa varmanın zor olduğunu, ancak yakındaki küçük şehre ulaşabileceklerini söyler. Güneş doğarken Tsoar’a varırlar. Arkalarından Sodom ve Gomore’ye göklerden kükürt ve ateş yağdırılır. Şehirler, bütün havza ve oralarda yaşayanların hepsi bitkilere varıncaya kadar helâk edilir. Lût’un karısı da meleklerin uyarısına rağmen kaçarken geriye baktığından bir tuz direği oluverir (Tekvîn, 18/1; 19/26; Petrus’un İkinci Mektubu, 2/6-7). Tsoar’da kendini güvende hissetmeyen Lût iki kızıyla birlikte Ölüdeniz’in doğusundaki dağlara çekilir ve bir mağaraya sığınır. Tevrat’ta Lût ile ilgili çok ağır bazı iftiraların dışında (Tekvîn, 19/30-38) başka bilgi yoktur. Hz. İbrâhim’den ayrıldıktan sonra Lût, İsrâiloğulları tarihi için önemini yitirdiğinden onun ne kadar yaşadığı, nerede vefat ettiği bilinmemektedir. Bir rivayete göre Lût’un kabri el-Halîl’in (Hebron) doğusunda Benî Naîm köyü yakınındadır (DB, IV/1, s. 365). Kitâb-ı Mukaddes’teki Lût oğulları ifadesi hem Moablılar’ı hem Ammoniler’i içine almaktadır (Tesniye, 2/9, 19; Mezmur, 83/8).

Yahudi tarihçisi Josephus, Lût’un karısının tuz sütunu haline dönüşmüş olan kalıntısını gördüğünü söylemekte, Romalı Saint Clement ve Saint Irenee de bu sütunun kendi dönemlerinde mevcut olduğunu nakletmektedir. Tenkitçiler tarafından gerçek dışı sayılan bu husus XVII. yüzyıldan itibaren çeşitli şekillerde açıklanmaktadır. Bunlardan en mâkul görüneni, ısınan ve eriyen tuz yığınlarının içinde kalarak öldüğü için Lût’un karısının tuz sütunu şeklinde tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre fırtına çıktığında göl sahilleri tamamen köpük ve tuz tabakasıyla kaplanmış, Sodom ve Gomore’nin helâkinde ise çok daha büyük tuz dalgaları geride kalan kadını yakalayıp tuzla örtmüştür. Nitekim Ölüdeniz’in güneybatısında tamamıyla tuz kayasından ibaret Usdum denilen bir tepe bulunmakta, bu tepenin doğu tarafında 15 m. boyundaki bir tuz sütunu Lût’un karısı kabul edilmektedir (DB, IV/1, s. 365-366). Ayrıca kükürtlü Usdum tepesi bölgesinde heykeli andıran çok sayıda tabii şekil mevcuttur (Ancien Testament, s. 72).

Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi yedi yerde ismen zikredilen Lût’un İbrâhim’in tebliğini kabul ettiği (el-Ankebût 29/26), onunla birlikte bereketli ülkeye ulaştırıldığı (el-Enbiyâ 21/71), peygamberlerden olduğu (es-Sâffât 37/133), diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı (el-En‘âm 6/86), ona hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve ilâhî rahmete kabul edildiği (el-Enbiyâ 21/74-75) bildirilmektedir. Tevrat’ta iddia edildiği gibi Lût, amcası İbrâhim’in çobanlarıyla kendi çobanları arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine ve mümbit toprakları tercih ettiği için değil peygamber olarak görevlendirilip gönderildiği için (es-Sâffât 37/133) Sodom’a gitmiştir. Kavmine Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını, kendisine itaat etmelerini, kadınlar yerine erkeklerle beraber olmalarının büyük ahlâksızlık ve günah olduğunu bildirmiş, bundan vazgeçmelerini istemiştir. Kavmi ise işlerine karışmaya devam ettiği takdirde sürgün edileceğini söylediği gibi, “Eğer doğru söylüyorsan bizi tehdit ettiğin azabı getir” diye kendisine meydan okumuştur. Bunun üzerine Lût onların yaptıklarının vebalinden kendini kurtarması için Allah’a dua etmiştir (el-A‘râf 7/80-81; eş-Şuarâ 26/160-166; en-Neml 27/54-55; el-Ankebût 29/28-30). Lût’un duasını kabul eden Allah ahlâksız kavmi helâk etmek üzere Cebrâil, Mîkâil ve İsrâfil oldukları nakledilen üç meleği görevlendirir (Fîrûzâbâdî, VI, 56). Melekler genç ve yakışıklı birer erkek sûretinde önce Hz. İbrâhim’e gelip İshak’ın doğumunu müjdelerler, ayrıca Lût kavmini helâk etmek üzere geldiklerini haber verirler (Hûd 11/69-70; el-Hicr 15/57-58; el-Ankebût 29/31). İbrâhim, Lût’un onlarla beraber yaşadığını hatırlatarak helâkin biraz tehiri ve inananların kurtulması konusundaki temennilerini Allah’ın elçilerine tekrarlar (Hûd 11/74). Hz. İbrâhim’in meleklerle konuşmasının ayrıntıları Kur’an dışı İslâmî kaynaklarda yer almaktadır; benzer bir konuşma Tevrat’a göre Tanrı ile İbrâhim arasında geçmiştir. Hz. İbrâhim meleklere, içinde 400 mümin bulunan bir yeri helâk edip etmeyeceklerini sorar ve oranın helâk edilmeyeceği sözünü alır. Ardından rakamı kademeli bir şekilde ona kadar indirir, fakat orada on mümin bile yoktur (Taberî, Târîḫ, I, 153; Fahreddin er-Râzî, XVIII, 29-30; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 119). Bunun üzerine melekler azap emrinin geldiğini, fakat Lût’un ve ailesinin kurtulacağını bildirirler (Hûd 11/76; el-Ankebût 29/31-32).

Melekler Lût’un yaşadığı yere gelince Lût daha önce hiç görmediği bu yabancıları evinde misafir eder. Bir taraftan da kavminin yapacağı kötülüğü düşünerek içi daralır (Hûd 11/77). Misafirlerden haberdar olan halk toplanıp evi kuşatır ve misafirlerin kendilerine teslim edilmesini ister. Lût kendisini misafirlerin yanında rezil etmemelerini, isterlerse kızlarıyla evlenebileceklerini, ancak misafirlerden vazgeçmelerini söyler. Fakat onlar Lût’a, başkalarının işine karışmaktan ve yabancıları evine almaktan kendisini menettiklerini hatırlatarak isteklerinde ısrar ederler. Lût, “Keşke size karşı koyacak gücüm olsaydı” diyerek sıkıntısını dile getirir (Hûd 11/77-80; el-Hicr 15/67-71). Bunun üzerine melekler Allah’ın elçileri olduklarını, kavminin kendisine ve ailesine zarar veremeyeceğini, geceleyin şehri terketmesini, sabaha yakın azabın geleceğini, karısı dahil kavminin helâk edileceğini bildirirler (Hûd 11/81).

Öte yandan dışarıda evi kuşatan ve içeri girmeye uğraşan halkın gözlerini kör ederek (el-Kamer 54/37) onları evin çevresinden uzaklaştırırlar. Lût ve ailesi şehirden çıkar, sabaha karşı da şehrin altı üstüne getirilir, üzerlerine balçıktan pişirilmiş, kat kat taşlar yağdırılır ve Lût’un kavmi karısıyla birlikte helâk edilir (el-A‘râf 7/83-84; Hûd 11/81-83; el-Hicr 15/65, 73-74; el-Kamer 54/37-39; et-Tahrîm 66/10). Kaynaklarda, Lût’un yaşadığı yer ve çevresinin altının üstüne getirilmesi sebebiyle “mü’tefikât” diye adlandırıldığı belirtilmektedir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XII, 97-98).

Lût’un ısrarla misafirleri isteyen kavmine kızlarıyla evlenmelerini teklif etmesi, onların cinsî sapıklığı bırakarak kavminin kızlarıyla evlenmeleri veya kendisinin evli olmayan kızlarını nikâhlamaları şeklinde yorumlanmaktadır. Çünkü kavminin yaptığını kötülük ve pislik olarak niteleyen Lût ailesi ahlâksız kavmi tarafından alay maksadıyla “temiz kalmak isteyen insanlar” olarak takdim edilmekte (en-Neml 27/56), diğer taraftan gayri meşrû ilişkileri bırakıp kızlarla evliliği tavsiye eden Lût bunun kendileri için daha temiz olduğunu belirtmektedir (Hûd 11/78).

ÖMER FARUK HARMAN

 Onların üzerine bir (azap) yağmuru yağdırmıştık. Suçlu günahkârların akıbetinin nasıl olduğuna bir bak! (7/A’râf 84)

 (Helak) emrimiz geldiğinde oranın altını üstüne getirdik ve tepelerine birbiri ardına dizilmiş, çamurdan pişirilmiş taşlar yağdırdık. (11/Hûd 82)

Küfürden uzak olmak fakat kâfirlerin içerisinde yaşamak Hz. Lut’un imtihanlarından. Her daim diri olmak gibi bir zorluğu getiriyor. Müslümanların içerisinde olmak imtihanı kolaylaştırır./ Bilgi ve taktik desteği ferdi eğitim çalışmalarımızın önemli bir parçasıdır. “Yapa yapa öğrenir, bizde bu zorlukları yaşadık” gibi anlamsız eziyet kardeşlerimizi gereksiz yere yormaktadır. Ne istediğimizi, niçin istediğimizi ve nasıl yapacağını açık bir dille ifade ederek davet ve eğitim çalışmalarımızda verimi artırmalıyız.

Aczin itirafı nefsi eğitmenin yollarından biridir. Ruhen yükselmeyi, Allah’a yaklaşmayı sağlar. Kibri istiğnayı engeller. / Alternatif sunmadan her hangi bir şeyi yasaklamak muhataplarımızda boşluk oluşturur. Yerine bir şey koyamayacağı alışkanlığı bırakmak istemez. Bu kişisel zaaflarında toplumsal ahlaksızlarda ticarette insan ilişkilerinde dikkat edilmesi gereken bir konudur.

Diğer peygamberlerde olduğu gibi Kendini tanımlama, ücret istememe ve Allah’ın rabliğinden bahsetmekle başlar topluma tebliğ. Soru üslubu ile toplumun veya bireyin yaptığı zulüm ve ahlaksızlar dile getirilir. /Sürgün, tehdit, alay ve işkence hak davanın savunucuları için kaçınılmazdır. Küfür cephesi kendileri için önemli saydıkları şeylerin davetçi için de önemli olduğunu sanır.

Davetçiye düşen tebliğdir. Hidayet Allah’ın takdiridir. Bazen hangi usul, üslup olursa olsun muhataba ulaşamayabiliriz. Hiç duymamışlar-görmemişler gibi yaşantılarına devam ederler. Söylediklerimiz etkili olmaz. İlgisizlikleri, vurdumduymazlıkları aşılamaz. Yeni yollar bulamadığımızda yeni insanlar/hedefler bulmaya hazır olmalıyız.

İslam düşünce tarihimizin en çok iz bırakan peygamberlerinden biri de Hz. İbrahim’ dir. Tevhidi mücadelenin sembolü, teslimiyetin, adanmışlığın nişanesi olan Hz İbrahim, inancı uğruna en sevdiğini vermek için bir an bile düşünmeyen, Rabbi için ateşiere Yürüyen bir peygamberdir.

Tarih boyunca Yahudiler, Rabbimiz’in “Gerçek şu ki, İbrahim tek başına bir ümmetti … ” (Nahl, 161120) şeklinde övdüğü Hz. İbrahim~i tüm yahudilerin peygamberi olarak kabul etmiş ve kendilerinin Hz. İbrahim’in yolunu izlediklerini ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlar ise, Hz. İbrahim’in Yahudilerin peygamberi olduğunu kabul etmelerine rağmen, onun kendisinden daha sonra gelecek olan Hz. İsa’ya tabi olduğunu iddia ederek Yahudilerden ayrılmışlardır. Oysa İsa’ya tabi olduğunu iddia ederek Yahudilerden ayrılmışlardır. Oysa hidayet rehberi olarak indirilen Kuran, tüm bu sapkın iddiaların yanlışlığını şu şekilde dile getirilmektedir: Yoksa siz, “İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub ile Yakuboğulları da yahudi, ya da hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseden daha zalim kimdir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. Bakara 140

Kur’an Hz.İbrab.im’in tarih boyunca iddia edilenin aksine yahudi ya da Hıristiyan olmadığını, hanif bir müslüman olduğu gerçeğini şu şekilde bildirmektedir: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir Müslümandı, müşriklerden de değildi. ” (Al-i İmran, 3/67) Kuran’da Hz. İbrahim’in Yahudi veya Hıristiyan olmadığı, “hanif’ bir dine mensup olduğu kesin olarak ifade edilmektedir.

Yüce Allah başka bir ayette ise: “0, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim’in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi “Müslüman/ar” olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidier olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlanız O’dur. İşte ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı. ” (Hac, 22/78) buyurarak, Hz. İbrahim gibi bir ve tek ilah olan Allah’a yönelen ve hak dini tam anlamıyla yaşayan insanları “Müslümanlar” olarak isimlendirmektedir. Bu adın İbrahim (a.s.) ile birlikte yaygın kullamlışına bakılarak bunun ilk olarak onun tarafından konulduğu düşünülebilir. Ancak Nuh (a.s.)’dan bahseden ayetlerden birisinde ” … Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum. “(Yünus, 10172) buyurulması, bu bu ismin geçmişinin olduğunu göstermektedir. Vakıa o, İsmail (a.s.) ile beraber Kabe’yi bina ettiklerinde yaptıklan duada “Rabbimiz, biz ikimizi de sana teslim olan iki Müslüman kıl ve bizim soyumuzdan da Müslüman bir toplum yarat! … ” (Bakara, 2/128) diyerek kendileri ve kendilerini takip edecek olanlar için bu adı kullanmışlardır.

Tevhide dayanan bütün dinlerin, tek Allah’a inanma ve bununla ilgili hususlarda aslı aynıdır; ancak ” … Sizden her biri için bir şeriat ve bir yol tayin ettik … ” (Maide, 5/48) ayeti uyarınca şeriatlarm farklı olduğunu belirtmektedir. Dlnin hep Allah’a ait olduğunu; bunun halis, katıksız din olduğunu belirten ayetlerden soııra “Allah katında din kesinlikle İslam ‘dır.” (Ali ‘İmran, 3/19) buyurularak · “kendisinin” olan “halis” tevhid dillinin adı da belirlenmiştir:”İslam”. Ona bu adı bizzat koyan Allah’tır. Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etmesinin yanında kendi katındaki dlnin “İsHim” olduğuna da şahitlik etmiştir. İsHim, vahdaniyet CAllah’ın tek olduğu) esasına dayanır. O, tevhide şamil tek din olunca ve Allah da bu vahdaniyete şahitlik edince bundan çıkan zorunlu sonuç Allah katındaki dlnin “İsHim” olduğudur. ilim sahiplerinin adil şahitlikleri de hep bu noktayı göstermektedir.  İsla.m’ daki dini yaşantının özü tevhiddir.

Her peygamber gönderildiği toplumu Tevhid “Allah’a bir ve tek ilah olarak iman etmeğe davet etmiştir. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan her üç İlahi dinin mensuplan da aslında Rabbimiz’in Hz. İbrahim’e indirmiş olduğu hak dine uymaktadırlar. Kuran’da Hz. İbrahim’in dininin “hanif’ bir din olduğu bildirilmiş ve Peygamberimiz (sav)’e bu dine uyması emredilmiştir.  Harrif kavramı, Müslüman teolojisinde Hz. İbrahim’in özel öğretisinin adı olmakla birlikte, insamn yaratılıştan gelen bir İstidatla yani- akılla tevhid inancnn bulmasıanlamımda içermektedir. Aym zamanda bu, insanın tevhide dönük doğuştan gelen eğilimini belirten insani bir tutumu ve Allah’ın yaratılışta verdiği şekil anlamlanın da ifade etmektedir.

Bütün peygamberlerin olduğu gibi, Hz. İbrahim’in de amacı insanlara tevhid inancını telkin ederek, gönüllere yerleştirmekti. İbrahim (a.s.), Babilliler döneminde yaşamıştır. Bunlar tek Allah’a inanmayıp, putlara ve yıldızlara taparlardı. Babil’de putların hem yapıldığı hem de tapıldığı puthaneler vardı. Bu topluluk Sabi’ydi. Şahıslara ve yıldız heykellerine tapanlar olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. İşte İbrahim (a.s.) Tevhid inancından böylesine uzak bir kavme hitap ediyordu. Vazifesi bu batıl inancı ortadan kaldırmak, yerine saf Tevhid inancını yerleştirmekti.

Genel olarak kutsal kitapların ve özel olarak da Kur’an’ın, Allah’ın kendisine bildirimde bulunmak için insanlar arasından seçtiği elçiler hakkındaki anlatımlarının belirli bir amacı ve hedefi olduğu yadsınamaz bir-gerçektir. Bu amaçlar ve hedefler, kutsal kitapların genel amaçları ve hedefleri ile örtüşmektedir ve onların bir parçası konumundadır. Kutsal kitapların amacı, insanlara gerçeği bildirmek ve insanın yeryüzündeki varoluşunda ilkeli ve erdemli davranışlar ortaya koyması için yol göstermek ve böylece insan davranışlarına olumlu katkıda bulunmaktır.

Hz. İbrahim a.s

Kur’an’ın Hz. İbrahim ile ilgili anlatımlarda onun akılcı metodolojiyi kullanmasına vurgu yapılmaktadır. Epistemolojik açıdan akıl, bilgi edinme araçlarından birisidir. Filozoflar gibi tanrıbilimciler de bilgi edinme aracı olarak duyu organları ve doğru haber ile birlikte aklı da kabul etmektedirler.

Hz. İbrahim’in Tabi Olduğu Tevhide Dayalı Hanif Din Anlayışı. Hanif lügatte: “Hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse” demektir. İslam literatüründe ise; cahiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz İbrahim’in dinine tabi olan, yalnız bir Allah’a inanan kimseler için kullanılmıştır. Hanif kelimesi, “Sadece Allah’a inanıp, yalnızca O’na kulluk eden kişi” anlamındadır. Hz. İbrahim’in hanif olarak vurgulanan özelliği, sadece Allah’a bir ve tek olarak iman etmesi ve teslim olmasıdır. O putperest olan kavminin batıl inanışlarından uzaklaşmış, ·sadece Allah’a yönelmiş, muvahhid bir kuldur. Kavmini de putperest inanışlarını terk etmeleri, putlara ibadet etmekten vazgeçmeleri için uyarmıştır.

Hz. İbrahim eşyada ve olaylarda var olan gayeyi vurgulamıştır. Görmeyen, işitmeyen ve bir faydası olmayan gayesiz taşlara, heykellere ibadetin anlamsızlığına dikkat çekmiştir. Bu gaye de ancak insan tarafından beşeri sorumluluğun merkez üssü olan akıl vasıtasiyle anlaşılabilir. Asıl mühim olan akla sahip olmak değil, aklı iyi kullanmaktır. Bu bakımdan diyebiliriz ki, Hz. İbrahim aklı en iyi kullanma ve bireyin varlığının şuuruna erme yolunu göstermiştir. İnsanın çeşitli duyularına, hatta pragmatik anlayışına hitap ederek işitmeyen, görmeyen ve hiçbir fayda sağla­mayan varlıkların ilah olamayacağına dikkat çekerek, Yaratıcı olan Zat’ın ise Semi, Basir ve Kadir olmasının gereğini vurgular.

Hz. İbrahim’in hayatı, tevhid mücadelesi ve ahlaki erdemleri gerçekleştirme hakkında Kur’an’ın bildirimlerinde pek çok ibretli mesaja tanık olmaktayız. Bunlar topluca bir arada verilmeyip, Kur’an’ın içerisinde muhtelif süre ve ayetlere yeri geldiğinde serpiştirilmiş bir vaziyette bulunmaktadır. Gerçekten de şirkin en aşağı derecesine düşmüş olan müşrik Araplar bile, her şeye rağmen yine de alemleri yaratan ve idare eden yüce bir ilahın varlığını kabul etmekteydiler Zirvesinde kuruculuğu ile Hz. İbrahimin ve tamamlayıcılığı ile Hz. Peygamber’in bulunduğu Tevhid’in büyük peygamberleri, Allah’a tapınma hissini insanlığa armağan etmek için gelmediler. Çünkü tapınma duygusu ontolojik olarak insanda zaten mevcut bir duygudur. Peygamberler, yalnızca insanın doğasında sağlam bir fıtrat olarak yerleşik bulunan Allah’a tapınma duygusunu düzeltmek için gelmişlerdir

Hz. İbrahim’in Tehvid davetinde takib ettiği yöntem günümüzde de önemini muhafaza etmiştir Zaman ve mekanın farklılığına rağmen, alemde bazı kurallar vardır. Bu kurallara göre insanlığa Tevhidi takdim ederken, insan psikolojisine uygun bir yöntem takib edilmeli ve insanın psikolojik şartlan tesbit edilerek, Kelami sistemler ona göre geliştirilmelidir. Bu açıdan Kur’an’ın sunduğu İbrahimi yöntemden günümüz Kelamı önemli ölçüde yararlanabilir.

Çünkü Hz. İbrahim’in dininde zerrece şirk izi ve kalıntısı yoktu. İşte o din, yeniden canlandırılmış ve tam kemaliyle kurulmuştur.

Şeriatlarda farklılık olsa da, bütün peygamberlerin getirdiği din, İslam dinidir.

Yaşlılığıma rağmen bana İsmâil’i ve İshak’ı armağan eden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz rabbim duaları kabul edendir.

İbrâhîm Suresi 39

Rabbim! Beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle; rabbimiz, duamı kabul et. İbrahim 40

Rabbimiz! Hesap kurulacağı gün beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla. İbrahim 41

Kur’an’da adı 69 defa geçmektedir. Kur’an’ın 14. suresi onun adını taşımaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın müştereken kabul ettiği bir peygamberdir. Oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmiştir. Çok misafirperver birisidir. Kurban kesmeyi öğretmiştir. Kendisine 10 sayfalık suhuf verilmiştir. Kral Nemrud tarafından mancınıkla ateşe atılmış, fakat ateş kendisini yakmamıştır. Halilullah, yani Allah’ın dostu olarak anılır.

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm tarafından en büyük ata ve temel referans noktası kabul edilen İbrâhim’le ilgili Tevrat’ta ve genel olarak yahudi dinî literatüründe ayrıca hıristiyan kültürü ile Kur’ân-ı Kerîm ve sonraki İslâmî literatürde diğer birçok peygambere nisbetle daha geniş mâlûmat bulunmaktadır. Bilhassa yahudi ve İslâm kaynaklarında İbrâhim hakkında tevhid inancını yerleştirmek üzere gösterdiği faaliyetler merkeze alınarak bilgi verilmiştir.

İsmi, Tevrat’ın bazı bölümleriyle (Tekvîn, 11/26-17/4) Nehemya (9/7) ve I. Tarihler’de (1/27) Avram (Abram), Ahd-i Atîk’in diğer yerlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat’a göre İbrâhim’in adı önce “ulu ata” mânasında Abram iken daha sonra “milletlerin babası” anlamında Abraham’a dönüşmüştür. Bununla birlikte abraham kelimesinin menşei ve anlamı tam tesbit edilmiş değildir (DBS, VII, 124). Abram kelimesinin, İbrânîce’deki “i” harfinin düşürülme özelliğine dayanılarak abiramın kısaltılmış şekli olabileceği belirtilmektedir (a.g.e., a.y.; DBS, VII, 121; EJd., II, 112). Abiram kelimesine hem Ahd-i Atîk’te (Sayılar, 16/1; I. Krallar, 16/34), hem de abrm ve abirami şekliyle milâttan önce XIV ve XIII. yüzyıllara ait Ras Şamra metinlerinde rastlanmaktadır.

İbrânîce iştikakı bulunmayan abraham, muhtemelen abramın diyalektik bir varyantı veya Ârâmî dilindeki açılımıdır (EJd., II, 112; IDB, I, 15). Kuzey Sâmî dilinde bir isim olan Abram, İbrâhim’in güneyde ikamet ettiği dönemde Abraham’a dönüşmüştür (DBS, VII, 124). Kur’an’da İbrâhim ismi altmış dokuz yerde geçmektedir. Kur’an ve hadisler dışındaki İslâmî kaynaklarda kelimenin meşhur olan “İbrâhîm” şeklinden başka telaffuzları da vardır 

Yahudilik. Hz. İbrâhim Kitâb-ı Mukaddes’te Terah’ın oğlu, İbrânîler’in atası, inananların babası ve Allah’ın dostu olarak takdim edilmektedir (Tekvîn, 11/26; Galatyalılar’a Mektup, 3/7-9; Yakub’un Mektubu, 2/23). Tevrat’ta şeceresi Nûh, Sâm, Arpakşad, Şelah, Eber, Peleg, Reu, Seruc, Nahor, Terah, Abram şeklinde gösterilir (Tekvîn, 11/10-26; I. Tarihler, 1/24-27). Putperest olan Terah’ın (Yeşû, 24/2) Abram’dan başka Nahor ve Haran adında iki oğlu daha vardır (Tekvîn, 11/24-27). Soy kütüğünde ilk sırada yer almasına rağmen İbrâhim muhtemelen kardeşlerin en küçüğüdür. Adının ilk sırada geçmesi İbrânîler’in atası olması itibariyle derecesinin yüksekliğindendir (DB, I/I, s. 74).

Hz. İbrâhim’in yaşadığı dönem tam olarak bilinmemektedir. Araştırmacılar, Tevrat’ta nakledilen hayat hikâyesinin çeşitli metinlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulduğunu söyler. Julius Wellhausen ekolünün ortaya koyduğu Tevrat’ın edebî tahliline göre Hz. İbrâhim’le ilgili Tevrat’taki bilgiler Yahvist, Elohist ve Ruhban metinlerine dayanır. Yahvist metin milâttan önce 950 yıllarında, Elohist metin milâttan önce VIII. yüzyılda, Ruhban metni ise milâttan önce 400’lerde yazılmıştır. Tevrat’ta Hz. İbrâhim’le ilgili bilgilerin Bâbil esareti devrine ait rivayetler olduğu, esaret sonrası dönemde Ruhban metni yazarının buna bazı ilâveler yaptığı, Doğu krallarıyla ilgili Tekvîn’in 14. babındaki bilgilerin ise çok daha sonra Helenistik dönemde eklendiği ileri sürülmektedir (ER, I, 14). İbrâhim’in çağdaşı olarak takdim edilen Sennear (Şinar) veya Babilonya Kralı Amrafel’in, Bâbil Kralı Hammurabi ile aynı kişi olduğu yönündeki yaygın görüş kabul edilirse İbrâhim’in milâttan önce XXII-XX. yüzyıllarda yaşadığı söylenebilir (DBS, I, 8-14; ER, I, 13; EJd., XVI, 3).

Hz. İbrâhim’in dünyaya gelişi, çocukluğu ve gençliğiyle ilgili olarak sadece Kitâb-ı Mukaddes dışı yahudi dinî literatüründe bilgi bulunmakta olup bu bilgiler İslâmî kaynaklarla büyük oranda benzerlik taşımaktadır.

Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’e ilk vahiy Ur şehrinde gelmiştir. Burada tanrıların en büyüğü sayılan Sin adına yapılmış pek çok tapınak vardı. Sin kültü Babilonya’da da yaygındı. “Nehrin (Fırat) öte yakasında yaşayan” İbrâhim’in babası da putperestti (Yeşû, 24/2; Judith, s. 5/5-8). Böyle bir ortamda Allah İbrâhim’i peygamber olarak seçmiş; ona büyük millet olacağı, mübarek kılınacağı, adının büyük olacağı, yeryüzünün bütün milletlerinin onda mübarek kılınacağı müjdesi verilmiştir (Tekvîn, 12/1-3; 18/18). Yine Tevrat’a göre kendisine ve zürriyetine miras olarak verilen diyara gitmesi emredilmiştir (Tekvîn, 15/7; Resullerin İşleri, 7/2-3). Terah, oğlu Haran’ın ölümünden sonra diğer oğlu Abram’ı, Haran’ın oğlu ve kendi torunu Lût’u, Abram’ın eşi Sâre’yi alarak Ken‘ân diyarına gitmek üzere Keldânîler’in Ur şehrinden ayrılıp Harran’a varmış (Tekvîn, 11/28-31), İbrâhim ve beraberindekiler Terah’ın ölümüne kadar uzun bir süre Harran’da kalmışlardır (Tekvîn, 11/31).

Nihayet İbrâhim, yetmiş beş yaşında iken Rabb’in emri üzerine eşi Sâre ve yeğeni Lût ile birlikte Harran’da kazandıkları malları ve yanında çalışan insanları alarak Ken‘ân diyarına gitmiş (Tekvîn, 12/1-5), bölgede kıtlık baş gösterince güneye doğru yoluna devam ederek Mısır’a ulaşmıştır (Tekvîn, 12/9-10). Bir süre sonra da Sâre, Lût ve Sâre’nin câriyesi Hâcer’le birlikte Ken‘ân diyarına, ilk mezbah yaptığı Beyt-el’e (Bethel) dönmüş (Tekvîn, 12/11-13/4), burada Mısır’dan getirdikleriyle birlikte serveti daha da artmıştır. Bundan sonra İbrâhim ile Lût birbirlerinden ayrılırlar. Lût, Erden havzasını tercih ederken İbrâhim Hebron’a giderek Mamre meşeliğine yerleşir. Rab o bölgeyi bütünüyle onun soyuna vereceğini bildirir (Tekvîn, 13/18). Elam kralının Filistin’i işgal edip Sodom ve Gomore’yi yağmalaması ve Lût’u esir alması üzerine Amoriler’le bir antlaşma yapan İbrâhim, adamları ve müttefikleriyle birlikte işgalcileri Filistin’den kovarak yeğeni Lût ile halkını kurtarmıştır (Tekvîn, 14/13-24).

Hz. İbrâhim, vaad edilen Ken‘ân diyarının kendisine verileceğine inanmakla beraber bu hususta Tanrı’dan gözle görülür bir işaret ister ve bu işaret kendisine gösterilir (Tekvîn, 15/7-11). Ayrıca ona zürriyetinin çok olacağı müjdesi verilir (Tekvîn, 15/1-6). Fakat Ken‘ân diyarına gelişin onuncu yılında hâlâ çocuksuz olan Sâre câriyesi Hâcer’i kocasına verir ve Hz. İbrâhim seksen altı yaşında iken İsmâil dünyaya gelir (Tekvîn, 16). İsmâil’in doğumundan sonra geçen on üç yıllık süreyle ilgili Tevrat’ta bilgi yoktur. İbrâhim doksan dokuz yaşına gelince kendisine Sâre’nin de bir çocuk doğuracağı müjdelenir, bütün Ken‘ân diyarı zürriyetine ebedî mülk olarak vaad edilir (Tekvîn, 12/1-3, 6-7; 13/14-17; 15/1-21; 17/2-21; 18/18; 21/12; 22/15-18). Bu ahdin simgesi sünnet olmaktır. İbrâhim sünnet olunduğunda doksan dokuz, İsmâil de on üç yaşındadır (Tekvîn, 17/22-27).

Hz. İbrâhim 100, Sâre doksan yaşında iken İshak doğar. Fakat İshak’ın sütten kesilmesinin ardından kıskançlık duyguları kabaran Sâre’nin isteği ve Rabb’in emri üzerine İbrâhim, Hâcer ile İsmâil’i evden uzaklaştırır. Onlar bir süre Beer-şeba çölünde dolaştıktan sonra Paran (Fârân) çölüne gidip orada yaşarlar (Tekvîn, 21/1-21). Tevrat’taki konuyla ilgili bilgiler bazı problemler taşımaktadır. Meselâ Sâre’nin, doğduğu günden itibaren İsmâil’i kıskanmasına rağmen kendi oğlu İshak dünyaya gelinceye kadar on üç yıl boyunca ona katlanmış olması zayıf bir ihtimaldir. Ayrıca Tevrat’ta bildirilenlere bakılırsa o sırada on yedi yaşında bulunması gereken İsmâil’den “çalı dibine atılan küçük bir çocuk” olarak söz edilmesi de (Tekvîn, 21/8-20) tuhaftır. Diğer taraftan İshak’ı müjdelemek üzere misafirler (melekler) geldiğinde (Tekvîn, 18/1-32) İbrâhim’in, eşi Sâre ve uşağı ile birlikte oturduğu bildirilmekte, fakat İsmâil ile annesinden hiç söz edilmemektedir. Halbuki Sâre’nin onların dışarı atılmalarını istemesi bir arada bulundukları kanaatini vermektedir. Bütün bunlar, İslâmî kaynaklarda belirtildiği üzere İsmâil’in çok küçük yaşta iken annesiyle birlikte evden uzaklaştırıldığı ihtimalini güçlendirmektedir.

Tevrat’a göre İbrâhim, Mamre’den cenup diyarına göç eder ve Kadeş ile Şur arasındaki Gerar’a gider (Tekvîn, 20/1-18). Kral Abimelek’le yaptığı anlaşma uyarınca orada bir kuyu kazar ve oraya Beer-şeba (yemin kuyusu / yedi kuyu) adını verir (Tekvîn, 21/22-33).

İshak büyüdüğünde İbrâhim’e onu kurban etmesi emredilmiş, İbrâhim oğlunu kurban etmek üzere Moriya diyarına götürmüşse de Rab onun yerine bir koç göndermiştir (Tekvîn, 22). Tevrat’a göre Sâre 127 yaşında Hebron’da vefat etmiş ve İbrâhim tarafından Makpela mağarasına defnedilmiştir (Tekvîn, 23). Yaşı 140’a varan İbrâhim, İshak’ı evlendirmiş (Tekvîn, 24), kendisi de Ketura adında bir kadınla evlenmiş ve ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah adındaki çocukları doğmuştur (Tekvîn, 25/1-4; krş. Taberî, I, 309). Hz. İbrâhim kendisine ait her şeyi İshak’a bırakır. Câriyelerinin oğullarına ise hediyeler verir ve onları oğlu İshak’ın yanından ayırarak şark diyarına gönderir. 175 yaşında vefat eden İbrâhim’i oğulları İsmâil ve İshak Makpela mağarasına, Sâre’nin yanına gömerler (Tekvîn, 25). Bugün burası Halîl (Hebron) diye adlandırılmaktadır.

Ahd-i Atîk’e göre İbrâhim Allah’ın dostudur (İşaya, 41/8; II. Tarihler, 20/7). İsrâil, İbrâhim’in zürriyeti diye çağrılmaktadır (İşaya, 41/8; Yeremya, 33/26; Mezmur, 105/6; II. Tarihler, 20/7). Ahd-i Atîk yazarları çeşitli vesilelerle onu örnek bir şahsiyet olarak gösterirler; Yahve, “İbrâhim’in Allah’ı” diye tavsif edilir (Çıkış, 3/6, 15, 16; 4/5; Ester, 13/15; 14/18; Mezmur, 46/10). Rab, İbrânîler’in Ken‘ân diyarındaki haklarını kendisinin İbrâhim’e görünmesine, ona yaptığı vaad ve ahidlere bağlar (Çıkış, 6/3, 8; 32/13; Tesniye, 34/4); Hz. Mûsâ, Yeşû, İlyâ, Dâvûd, Nehemya hep bu ahdi hatırlatırlar (Çıkış, 2/24; Sayılar, 32/11).

Kitâb-ı Mukaddes dışındaki yahudi dinî literatüründe de İbrâhim yahudi dindarlığının modeli olarak gösterilir. Talmud ve Ahd-i Atîk tefsirlerinde, Hz. İbrâhim’in bütün emirleri daha onlar vahyedilmeden önce yerine getirdiği, şifahî Tora’ya uygun davrandığı, Mûsâ şeriatının hükümlerini uyguladığı, bunları oğlu İshak ile torunu Ya‘kūb’a da vasiyet ettiği ve sabah ibadetini ilk defa onun tesis ettiği kabul edilmektedir. En önemli fazileti Allah’ı ilk tanıyan kimse olmasıdır. Onun bir, üç, on veya kırk sekiz yaşında Allah’ı tanıdığı ileri sürülmektedir. Bir put ustası olan babasının putlarını reddettiği için Kral Nimrod (Nemrûd) onu ateşe atmış ve Cebrâil kendisini ateşten kurtarmıştır. İbrâhim, Allah’ın kendileriyle rüya veya rü’yette değil açık olarak konuştuğu büyük peygamberlerden biridir. Keldânîler’in ülkesinde gerçek Tanrı’nın bilgisine erişmiş, ilâhî dil olan İbrânîce’yi öğrenmiş, memleketinin putperestliğini reddetmiş, Tanrı’nın buyruğu üzerine ülkesini terkederek Ken‘ân diyarına gitmiştir (EJd., II, 115-117; ER, I, 16).

Hıristiyanlık. Hz. İbrâhim hıristiyan kültüründe de özel bir yere sahiptir. Ahd-i Cedîd’de Zekeriyyâ ve Meryem, İbrâhim’e yapılan vaadleri ve onunla akdedilen ahdi dile getirmekte (Luka, 1/55, 73), İbrâhim’in soyundan geldiği belirtilen Hz. Îsâ (Matta, 1/1; Luka, 3/34) muhtelif kişileri “İbrâhim kızı veya oğlu” diye adlandırmakta (Luka, 13/16; 19/9), “İbrâhim zürriyetiyiz” diyen yahudilere onun gibi davranmazlarsa bütün ayrıcalıklarını kaybedecekleri uyarısında bulunmaktadır (Yuhanna, 8/33-44). Diğer peygamberlerle birlikte “Allah’ın melekûtunda” olan İbrâhim (Luka, 13/28) bütün inananların, doğruların ve yahudilerin (Luka, 16/22-30) atasıdır; diğer milletler onun gölgesinde oturacaklardır (Matta, 8/11).

Petrus, İstefanos (Resullerin İşleri, 3/25; 7/2-8, 17) ve Pavlus (İbrânîler’e Mektup, 6/13) yahudilere ataları İbrâhim’e yapılan vaadleri hatırlatır. Pavlus, bu vaadlerin İbrâhim’in oğlu (İbrânîler’e Mektup, 2/16) Îsâ Mesîh’te gerçekleştiğini belirtmekte (Galatyalılar’a Mektup, 3/16-18), İbrâhim’in zürriyetinden olmaktan çok onun yolundan gitmenin önemli olduğunu vurgulamaktadır (Romalılar’a Mektup, 9/7-9). Hıristiyanlar, Pavlus’tan itibaren onu bir iman modeli olarak kabul etmektedirler. Yeryüzünün bütün milletleri İbrâhim vasıtasıyla ilâhî lutfa nâil olmuşlardır. Kendisi Allah’a imanıyla sâlih sayılmıştır (Romalılar’a Mektup, 4/3; krş. Tekvîn, 15/6). İbrâhim’in imanını taklit edip o imanda yaşayanlar onun mânevî çocuklarıdır (Romalılar’a Mektup, 4/11, 12), dolayısıyla onun vasıtasıyla mübarek kılınmışlardır. Yahudiler İbrâhim’e kan bağı ile, hıristiyanlar ise iman bağı ile bağlıdırlar. O inananların babasıdır.

Kilise, inananların atası kabul ettiği İbrâhim’in adını IX. yüzyıldan itibaren şehidler kütüğüne (martyrologes) kaydetmiştir. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hadisesi Papa Damase’tan itibaren âyin kitabına alınmıştır. Kıbtî kilisesi onu 28 Mart’ta anarken Süryânî kilisesi, ateşe atıldığı kabul edilen 20 Ocak’ta özel tören düzenlemektedir (DB, I/I, s. 74-82).

İslâm. Hz. İbrâhim, Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden en çok söz edilen ülü’l-azm peygamberlerden biridir. Ancak Kur’an peygamberlere ilişkin açıklamalarında takip ettiği, muhataplarının dinî ve ahlâkî yönden aydınlanmasını ve ders almasını amaçlayan genel yöntemine uygun olarak İbrâhim’den bahsederken de -Tevrat’ta olduğu gibi kronolojik akışa göre bilgi vermek yerine- çeşitli sûrelerde münasebet düştükçe onun genel inanç tarihindeki yerini, öğretisinin ana hatlarını ve özelliklerini, tebliğ faaliyetleri ve yöntemlerini, kişiliğinin dinî, ahlâkî, içtimaî ve ailevî boyutlarını tanıtmış, bu konularla ilgisi ölçüsünde hayatından da bazı kesitler vermiştir.

Hz. İbrâhim, Kur’an ve hadislerde sadece “İbrâhîm” şeklinde anılırken diğer İslâmî kaynaklarda bu adın “İbrâhâm”, “İbrâhim” ve “İbrahem” telaffuzlarına da rastlanmaktadır. “İbrâhûm”, “İbrâhum” ve “İbrâhem” söyleyişlerini ekleyerek bu farklılığın sayısını yediye çıkaranlar da vardır (Jeffery, s. 45; Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 104; Nevevî, I, 98; Fîrûzâbâdî, VI, 32). Arap dilcileri “İbrâhîm” kelimesinin Arapça olmadığını kabul ederek menşeini araştırmışlardır. Mâverdî ve Ebü’l-Bekā, kelimenin Süryânîce olduğunu ve “eb rahîm” (merhametli baba) anlamına geldiğini kaydetmektedir (Mustafavî, I, 8; Nevevî, I, 98). Fakat çağdaş araştırmacılar kelimenin aslının İbrânîce Abraham olduğunu belirtmektedirler (Jeffery, s. 45).

Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrâhim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrûd’un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivayete göre ise kendisinin bu mahiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrûd hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Âzer, İbrâhim’e hamile kalan karısını Kûfe ile Basra arasındaki Ur şehrine (veya Verkā denilen yere) götürüp bir mağaraya saklamış, İbrâhim bu mağarada doğmuştur (Sa‘lebî, s. 72-74; Taberî, I, 234-235; İbnü’l-Esîr, I, 94-95; İA, V/2, s. 878). İbrâhim mağarada on beş ay kalmış, ancak bir ayda dışarıdaki bir yıl kadar gelişme göstererek on beş yaşındaki bir çocuğun vücut ve zekâ seviyesine erişmiştir. İbrâhim, Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıntılı biçimde anlatılan (el-En‘âm 6/75-79), Allah’ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlâllerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür.

Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrâhim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, “Rabbim budur” demiş; fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince, “Ben böyle sönüp batanları sevmem” diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; “Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim, ben müşriklerden değilim” diyerek bir olan Allah’a dönmüştür (aynı bilgiler İbrânî kaynaklarında da bulunmaktadır; bk. İA, V/2, s. 879). Rabbi İbrâhim’e, “Müslüman ol!” dediğinde, “Âlemlerin rabbine teslim oldum” (el-Bakara 2/131) diyerek bu davete icâbet etmiştir. Bununla birlikte, “Andolsun İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik; biz onu iyi tanırdık” (el-Enbiyâ 21/51) meâlindeki âyetin de işaret ettiği gibi İbrâhim peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. Hz. Nûh’a verilenler Hz. İbrâhim’e de tavsiye edilmiş (eş-Şûrâ 42/13), ona sahîfeler verilmiştir (en-Necm 53/36-37; el-A‘lâ 87/19). Müslüman tarihçiler Hz. İbrâhim’e on sahîfe indirildiğini, bunların mesellerden ibaret olduğunu bildirirler (Taberî, I, 313).

Hz. İbrâhim, peygamber olarak seçilip kavmine gönderildiğinde önce babasına hak dini tebliğ etmişse de babası onu kovmakla tehdit etmiştir (Meryem 19/42-46). İbrâhim daha sonra kavmini de dine davet etmiş, ancak olumlu sonuç alamamıştır (el-En‘âm 6/80-81; el-Enbiyâ 21/51-73; eş-Şuarâ 26/70-89; el-Ankebût 29/16-27; es-Sâffât 37/83-98; ez-Zuhruf 43/26-28). Kur’an’da Hz. İbrâhim’in babası için Allah’tan af dilediği, fakat bu dileğinin kabul edilmediği belirtilmektedir (Meryem 19/41-50; et-Tevbe 9/114).

Kur’an’ın özellikle ikinci ve üçüncü Mekke dönemine ait sûrelerinde İbrâhim’in, babasının ve kavminin taptığı putlara karşı mücadele ettiği ve bir tek Tanrı inancını savunduğu; gök cisimlerine ve bunların sembolleri olan putlara tapmanın mânasız olduğunu, hiç kimseye fayda veya zarar vermesi mümkün olmayan bu cisimlere tapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylediği ifade edilir. Hz. İbrâhim’in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, “Bunlar benim rabbimdir” demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmî kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dinî bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim’in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dinî telakkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhakeme tarzı olarak kabul edilmelidir.

Zira ay battığında söylediği, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse …” sözü, güneş batınca da, “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım” demesi, hadisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında vuku bulduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Kur’an’da, Hz. İbrâhim’in Allah’a ölüleri nasıl dirilttiğini sorması da aslında inandığı halde “kalbinin tatmin olması” şeklinde olumlu bir gerekçeyle açıklanmaktadır (el-Bakara 2/260). Bu olay Midraş haggadol’da da kaydedilmektedir (Sidersky, s. 45-46).

Hz. İbrâhim’in putları kırması ve bu yüzden putperestlerce ateşe atılmasına rağmen ateşin kendisini yakmaması, onun tevhid mücadelesinin güzel bir hâtırası olarak Kur’an’da ve bazı ayrıntılarla birlikte diğer kaynaklarda yer alır. Buna göre İbrâhim, taptıkları putların ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu kavmine göstermek üzere fırsat kollar. Nihayet bir bayram günü halk şenlik için şehir dışına çıkınca (es-Sâffât 37/88-90) put evine girerek en büyük put dışındaki bütün putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp İbrâhim’i sorguya çeker, İbrâhim, “Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun” der (el-Enbiyâ 21/57-67; es-Sâffât 37/88-96). Nihayet putperest yönetim İbrâhim’i ateşe atmak suretiyle cezalandırmaya kalkışır (el-Enbiyâ 21/68; el-Ankebût 29/24). Ancak Allah’ın, “Ey ateş, İbrâhim’e karşı serinlik ve esenlik ol!” emri üzerine ateş İbrâhim’i yakmaz (el-Enbiyâ 21/68-70). Tarih ve tefsir kaynaklarının çoğunda, Bakara sûresinde (2/258) Hz. İbrâhim’le tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrâhim’in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişinin onu ateşe atan toplumun lideri Nemrûd olduğu kabul edilir.

Kitâb-ı Mukaddes’te olduğu gibi İslâmî kaynaklara göre de Hz. İbrâhim eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte Nemrûd’un ülkesini terkederek önce Harran’da, ardından Ürdün’de bir süre kalmış, oradan Mısır’a gitmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür (İbn Sa‘d, I, 46; Taberî, I, 244-247; Sa‘lebî, s. 79; krş. Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/71; el-Ankebût 29/26; es-Sâffât 37/97-100).

Hz. İbrâhim’in, Mısır’da bulunduğu sırada can güvenliği kaygısıyla eşini kız kardeşi olarak tanıtması Tevrat’ta olduğu gibi (Tekvîn, 12/11-20) Kur’an dışındaki İslâmî kaynaklarda da anlatılmaktadır. Bir hadise göre İbrâhim üç defa yalan söylemiştir: Kavmi tarafından çağrıldığında hastayım demesi, putları kimin kırdığı sorulduğunda, “Bunu büyükleri yapmıştır” cevabını vermesi ve eşini kız kardeşi olarak tanıtması (Buhârî, “Enbiyâʾ” 8; Müslim, “Feżâʾil” 154; Taberî, I, 244-245; İbnü’l-Esîr, I, 100-101). Bu son hadise Gerar diyarında ve Kral Abimelek zamanında olmak üzere Tevrat’ta bir defa daha tekrarlanmakla birlikte (Tekvîn, 20/1-12) İslâmî kaynaklarda bu ikincisinden söz edilmemiştir.

Kur’an’a göre Hz. İbrâhim ve Lût, putperest kavmi terkedip Allah’ın kendilerine vaad ettiği bereketli ülkeye ulaştıktan sonra Lût kavmine gitmekle görevlendirilir ve İbrâhim’den ayrılır (el-Ankebût 29/28). Hz. İbrâhim, kavminden ayrılıp hicret ettikten sonra (el-Enbiyâ 21/71; el-Ankebût 29/26) yaşı bir hayli ilerlemiş olduğu ve hiç çocuğu bulunmadığı için Allah’tan sâlih bir evlât ister; kendisine akıllı (halim) bir çocuk müjdelenir (es-Sâffât 37/99-101). Hz. İbrâhim’in ilk çocuğu hem Tevrat’a hem de Kur’an’a göre İsmâil’dir.

Hâcer’i kendi rızâsı ile İbrâhim’e veren Sâre’nin İsmâil’in doğması üzerine kıskançlığa kapılıp onlarla bir arada yaşamak istemediğini İslâmî kaynaklar da kaydeder. Fakat götürüldükleri yerle bu sırada İsmâil’in kaç yaşında olduğu gibi konularda önemli farklılıklar vardır. İslâmî kaynaklara göre Allah İbrâhim’den, Hâcer ile İsmâil’i Mekke’nin bulunduğu yere götürmesini ister (İbnü’l-Esîr, I, 103). Kur’an’ın ifadesiyle İbrâhim zürriyetinden bir kısmını Beytülharâm’ın yanına bırakır (İbrâhîm 14/37). Yine Kur’an’dan anlaşıldığı kadarıyla İsmâil Hz. İbrâhim’in ilk çocuğudur ve oraya bırakıldığında daha çok küçüktür (es-Sâffât 37/100-102).

İshak’ın kurban edilmesine dair Tevrat’ta geçen olay (Tekvîn, 22), İshak adı zikredilmeden bazı farklılıklarla Kur’an’da ve diğer İslâmî kaynaklarda da yer almaktadır. Buna göre Hâcer ile İsmâil’i Mekke’nin bulunduğu yere bırakan ve kendisi Filistin’de yaşayan Hz. İbrâhim, ilk çocuğu koşar çağa gelince onu kurban etmekle imtihan edilir. Hz. İbrâhim bu imtihanı başarır ve mükâfat olarak geriden gelecekler arasında ismi ebedîleştirilir (es-Sâffât 37/101-112).

Hz. İbrâhim zaman zaman Mekke’deki Hâcer’i ve İsmâil’i ziyaret eder. Bazı rivayetlere göre İbrâhim Filistin’den Mekke’ye üç defa gitmiştir. İlk seyahatini Allah’ın buyruğu üzerine burakla yapmış, Cebrâil’in kendisine yol gösterdiği bu yolculukta iki yaşındaki oğlu İsmâil’i önüne, Hâcer’i terkisine bindirerek onları bugünkü Beytullah’ın bulunduğu yere bırakmıştır. Ailesini ziyaret için Mekke’ye ikinci defa gittiğinde Hâcer’in vefat ettiğini öğrenmiş, İsmâil’i de görememiştir. Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi emrini aldığında üçüncü defa Mekke’ye giden İbrâhim, oğlu İsmâil ile birlikte Beytülharâm’ı bina etmiş ve haccı ilân etmekle görevlendirilmiştir (el-Bakara 2/127; İbn Sa‘d, I, 48). Taberî, Hz. İbrâhim’in Hacur adında bir kadınla daha evlendiğini ve ondan beş oğlunun olduğunu nakleder (Târîḫ, I, 311).

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in şahsiyet özellikleri, mânevî ve ahlâkî nitelikleri hakkında geniş bilgi verilmektedir. Buna göre İbrâhim Nûh’un milletindendir (es-Sâffât 37/83), inananların babası (el-Hac 22/78), Allah’ın dostudur (en-Nisâ 4/125). Kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş (el-En‘âm 6/75), rabbinin emrettiği yere hicret etmiştir (el-Ankebût 29/26; es-Sâffât 37/99). Onun soyuna da peygamberlik ve kitap verilmiştir (en-Nisâ 4/54; el-Hadîd 57/26). Allah tarafından birtakım kelimelerle sınanan İbrâhim imtihandan başarıyla çıkmış, bu sayede insanlara önder (imam) yapılmıştır (el-Bakara 2/124). İbrâhim’in imtihan edildiği kelimelerle ilgili çeşitli yorumlar bulunmaktadır. Bunların ilâhî emir ve yasaklar olduğu söylendiği gibi sayısı onu bulan temizlik kurallarından ibaret bulunduğu da belirtilmektedir. Öte yandan kelimelerden onunun Tevbe (9/112), onunun Ahzâb (33/35), onunun Mü’minûn (23/1-9) sûrelerinde yer alan nitelikler olduğu da rivayet edilmektedir. Bu kelimeler ayrıca Nemrûd’la tartışması, kavmiyle ters düşmesi, ateşe atılması, memleketinden hicrete mecbur kalması, oğlunu kurban etmekle imtihan edilmesi şeklinde de yorumlanmaktadır (İbn Kesîr, I, 164-167; Fahreddin er-Râzî, IV, 33-39; İbnü’l-Esîr, I, 113-114). Hz. İbrâhim soyundan da önderler yapması için Allah’a niyazda bulunmuş, fakat ilâhî ahdin zalimleri kapsamadığı bildirilmiştir (el-Bakara 2/124). Bu âyet, Allah tarafından insanların önderi kılınan İbrâhim’in soyundan gelmeleri sebebiyle “Allah’ın seçilmiş halkı” olduklarına inanan İsrâiloğulları’nın bu iddialarının geçersiz sayıldığını göstermektedir.

Hz. İbrâhim’in tevhid akîdesini tesis etmesi yanında oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe’yi kurması da hem Kur’an’da hem İslâm kültüründe müslümanlardan biri olarak gösterilmesine (el-Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/67, 95; en-Nisâ 4/125; el-Hac 22/78) ve kendisine itibarlı bir yer verilmesine vesile olmuştur. Allah tarafından Beytullah’ın yeri bildirildikten sonra (el-Hac 22/26) İbrâhim, oğlu İsmâil ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltmiş (el-Bakara 2/127) ve bir olan Allah’a adanan ilk mâbed olarak Kâbe inşa edilmiş (Âl-i İmrân 3/96), İbrâhim’den insanlar arasında haccı ilân etmesi, Beytullah’ı temiz tutması istenmiş, böylece bu kutsal mekân bütün müslümanlar için hac yeri ve kıble yapılmıştır (el-Bakara 2/125; el-Hac 22/26-28).

Beytullah’ın bulunduğu Mekke için dua eden Hz. İbrâhim Mekke’nin emin bir şehir olmasını dilemiş (el-Bakara 2/126; İbrâhîm 14/35), bölgeyi “haram” (kutsal) ilân ederek orada kan dökülmesini ve dışarıda câiz olan diğer bazı işlerin yapılmasını yasaklamıştır. Kendi zürriyetinden Allah’a itaat eden bir ümmet çıkarmasını, onlara peygamber göndermesini niyaz etmiştir (el-Bakara 2/126-129; İbrâhîm 14/35, 40).

İbrâhim ve oğlu İsmâil’in dualarında yer alan bu peygamber onların soyundan gelen Hz. Muhammed’dir. Nitekim İsmâil’in neslinden daha başka peygamber de gelmemiştir. “Ben babam İbrâhim’in duası, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım” (Müsned, IV, 127, 128; V, 262) hadisi de buna işaret etmektedir. Hz. İbrâhim’in bu duasına şükran nişânesi olmak üzere müslümanlara namazlarda “salli ve bârik” dualarını okumaları öğütlenmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10; “Daʿavât”, 31, 32).

Kur’an’da İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya‘kūb ve esbâtın yahudi veya hıristiyan oldukları şeklinde yahudi ve hıristiyanlarca ileri sürülen iddia reddedilmekte (el-Bakara 2/135, 140), buna delil olmak üzere Tevrat ve İncil’in ondan sonra indirildiği hatırlatılmakta (Âl-i İmrân 3/65), “Yahudi yahut hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” diyen yahudi ve hıristiyanlara karşı müslümanlardan, “Hayır, biz Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyarız; o müşriklerden değildi” (el-Bakara 2/135) demeleri istenmektedir. Öte yandan Arap müşrikleri de İbrâhim’in soyundan gelmek ve onun bina ettiği Kâbe’yi koruma işini üstlenmiş olmaktan onur duyarlardı (Fahreddin er-Râzî, IV, 33). Ancak Kur’an onlara da Hz. İbrâhim’in asla müşriklerden olmadığını, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman olduğunu hatırlatır (Âl-i İmrân 3/67).

Kur’an’da, geçmiş peygamberler içinde özellikle İbrâhim’in öğretisine kalıcı bir değer yüklendiği görülür. Nitekim İslâm Peygamberi’ne, “Doğru yola yönelerek İbrâhim’in dinine uy” diye emredilmiş (Âl-i İmrân 3/95; en-Nahl 16/123), Allah’ın onu doğru yola, gerçek dine, hakka yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrâhim’in dinine ilettiği belirtilmiştir (el-En‘âm 6/161). Resûl-i Ekrem de, “Ben müsamahalı ve kolay olan Hanîflik’le gönderildim” (Müsned, V, 266; VI, 116, 233) şeklindeki açıklamasıyla aynı gerçeği dile getirmiştir. Ayrıca İslâm ümmetine de İbrâhim’in Hanîf dinine uyması emredilmiş (Âl-i İmrân 3/95), din bakımından en güzel yolun İbrâhim’in dinini benimsemek suretiyle izlenen yol olduğu ifade edilmiştir (en-Nisâ 4/125). Kâbe’nin haremindeki İbrâhim’in makamının namaz yeri kılınması (el-Bakara 2/125), İbrâhim’in dinine uyulması emredilmiş (Âl-i İmrân 3/95), onun dininden ancak kendini bilmezlerin yüz çevireceği (el-Bakara 2/130), gerçek iman sahiplerine müslüman ismini çok önceden İbrâhim’in verdiği (el-Hac 22/78) bildirilmiştir.

İbrâhim dünyada seçkin kılınmış olanlardan, kendisine güzellik verilenlerden, âhirette de sâlihlerdendir (el-Bakara 2/130; en-Nahl 16/122); Hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir önderdir (en-Nahl 16/120-122).

Hz. İbrâhim son derece ağır başlı, yumuşak huyluydu, varlığını Allah’a adamıştı (et-Tevbe 9/114; Hûd 11/75). Kendisi ve eşi ileri yaşta olduğu halde duası kabul edilerek ona akıllı, iyi huylu ve bilgili iki oğlu olacağı müjdelenmiştir (el-Hicr 15/53; es-Sâffât 37/101, 112). Sadece kendisi değil ailesi de Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar olmuştur (Hûd 11/73). İbrâhim çok misafirperverdir (el-Hicr 15/51); sıdkı bütün bir peygamberdir (Meryem 19/41). Bu sebeple İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda müminler için güzel örnekler bulunduğu bildirilmiştir (el-Mümtehine 60/4).

ÖMER FARUK HARMAN

Kur’an’da adı 8 defa geçmektedir. Dağları ve yüksek kayaları oyarak inşa ettikleri görkemli evlerle ünlü Semûd kavmine gönderilmiştir. Semûdlular, kendilerine denemek için gönderilen Salih’in devesini öldürmüşlerdir. Ticaretle uğraşmıştır.

Hz. Salih (a.s.) dağları ve yüksek kayaları oyarak inşa ettikleri görkemli evlerle ünlü Semûd Kavmi’ne peygamber olarak gönderildi.
Salih Peygamber kavmin içindeydi. Ticâretle meşgul olur, el emeği ile geçinirdi. Hz. Salih (a.s.) gerçekten tâzim ve hürmete lâyık bir insandı. Kavmi, kendisini dürüstlüğü, iyiliği ve kabiliyeti sebebiyle çok severdi. Gelecekte kendisinden çok şey bekliyorlardı. Hatta O’nu kendilerine hükümdar yapmak niyetindeydiler. Fakat Allah Hz. Salih’e (a.s.) peygamberlik verdi. Kayaların içini oyarak ihtişamlı, sağlam evler yapan Semud Kavmi bödürlendi, puta tapmaya başladı. Salih Peygamber kavmini hidayete davet etti fakat kendisinden bir mucize istedi. Allah, Semud Kavmi’ne mucize olarak bir deve gönderdi. Deve kayanın içinden çıkıp Yaradan’ı tesbih etti. Devenin sütü hiç bitmedi ve sütü içenlere şifa oldu. Fakat Semudlular kendilerine denemek için gönderilen Salih Peygamberin devesini öldürdüler. Salih Peygamber’in hidayete davet gayretleri sonuç vermedi ve azgın kavim korkunç bir ses ve zelzele ile helak olup gitti. Hz. Salih (a.s.) kendisine inanan 120 kadar kişi ile Mekke‘ye göç ettiği ve kabrinin Mültezem ile Makam-ı İbrâhim arasında olduğu nakledilir. Bir diğer rivayete göre ise Hz. Salih (a.s.) vefat edinceye kadar Filistin’de Remle yakınlarında yaşadı.

Semûd kavmi, helâk edilişleri dillere destân olan bir kavimdir. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli sûrelerinde, îmân etmedikleri ve sayısız azgınlıklarla haddi aştıkları için helâk edilen bu kavimden ibretle bahsedilmektedir.

SEMUD KAVMİ NEREDE YAŞADI?
Bu kavim, Nûh -aleyhisselâm-’ın oğlu Sâm’ın neslinden gelen Semûd’un kavmidir. Hazret-i Hûd’un vefâtından sonra, Semûd’un torunları Kuzey Arabistan bölgesine, Şâm ile Hicâz arasında bulunan Hicr mevkîine yerleşmişlerdi. Daha sonra buradan ayrılıp Âd kavminin bölgesine yerleştiler. Semûd’un nesli çoğalıp bir kavim hâline geldi. Kendilerine “Âd-ı Sânî” (İkinci Âd) ismi verildi.

SEMUD KAVMİ NEDEN HELAK OLDU?

Semûd kavmi de, vaktiyle Âd kavminin sâhip olduğu nîmetlere sâhip oldular. Ancak onlar da, Âd kavmi gibi gaflet ve dalâlete düştüler. Âd kavminin helâkini, azgınlıkları dolayısıyla gelen azâb-ı ilâhîden başka bir sebebe bağlayarak gaflet mahmurluğu içinde: “Âd kavmi, sağlam binâlar yapmadıkları için helâk oldular. Zîrâ onlar, evleri kumlar üzerine yapmışlardı. Biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. Gelen fırtınalar­dan herhangi bir zarar görmeyiz…” dediler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını muhtelif şekillerle tezyîn ettiler. Tevhîd inancını unutup Allâh’a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler.

HZ. SALİH (A.S.) NASIL BİRİYDİ?

Bu sırada Sâlih -aleyhisselâm-, kavmin içindeydi. Ticâretle meşgul olur, el emeği ile geçinirdi. Sâlih -aleyhisselâm- gerçekten tâzim ve hürmete lâyık bir insandı. Kavmi, kendisini dürüstlüğü, iyiliği ve kâbiliyeti sebebiyle çok severdi. Gelecekte kendisinden çok şey bekliyorlardı. Hattâ O’nu kendilerine hükümdar yapmak niyetindeydiler. Fakat Allâh Teâlâ Sâlih -aleyhisselâm-’a peygamberlik verdi.

HZ. SALİH’İN (A.S.) TEBLİĞİ

“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: «Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve sizi orada yaşattı. Öyleyse O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin! Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (duâlarını) kabûl edendir.»” (Hûd, 61)

“Semûd (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla suçladı. Kardeşleri Sâlih, onlara şöyle demişti: «(Allâh’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allâh’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin! Bu (tebliğime) karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, an­cak âlemlerin Rabbidir.” (eş-Şuarâ, 141-145)

“«Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümid beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz.» dediler.” (Hûd, 62)

(Sâlih) dedi ki: «Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (verilen) apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O’na âsî olursam, beni Allâh’tan (O’nun azâbından) kim korur? O zaman siz de bana ziyan vermekten fazla bir şey yapamazsınız!»” (Hûd, 63)

“Sâlih dedi ki: «Ey kavmim! İyilik dururken, niçin kötülüğe koşuyorsunuz? Allâh’tan mağfiret dileseniz olmaz mı? Belki size merhamet edilir.»” (en-Neml, 46)

“Dediler ki: «Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin!»” (eş-Şuarâ, 153)

“«Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz!» dediler.” (el-Kamer, 24)

“Vahiy, aramızda ona mı verildi? Hayır O, yalancı ve şımarığın biridir (dediler).” (el-Kamer, 25)

“Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir.” (el-Kamer, 26)

“Pek yakında onlar, mutlaka pişman olacaklar!” (el-Mü’minûn, 40)

Sâlih Peygamber, sabretti, ümitsizliğe kapılmadı. Her şeye rağmen gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulunmaya ve teblîğe devâm ediyordu:

(Ey kavmim!) Siz burada bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin salkımların, sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacağınızı mı (sanırsınız)(Böyle sanıp) dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allâh’tan korkun ve bana itaat edin! O haddi aşan (kâfirlerin) emrine uymayın. Onlar ki yeryüzünde fesat çıkarırlar ve (gerek kendilerini gerekse çevrelerinde bulunanları) ıslâha gayret göstermezler.” (eş-Şuarâ, 146-152)

SEMUD KAVMİ’NİN HELAK OLUŞ SEBEPLERİ

  1. Küfürde direndiler ve peygamberleri ile alay ettiler.
  2. Kibirlendiler ve azgın nefslerine tâbî oldular.
  3. Kendi görüşlerini, dînin görüşlerinden üstün gördüler. Böylece pey­gamberlerinin dâvetine kulak asmadılar.
  4. Nasîhat dinlemediler.
  5. Deveyi katleden dokuz azgın kişiyle beraber oldular.
  6. Fesatçı kadınların sözlerine uydular. Kıtar ve Mısta ile birlikte Üneyze ve Müheyyâ’nın emri altına girdiler. Fesatçı kadınlara olan bu düşkünlükleri, onları dalâlete düşürdü.
  7. Hayır ehline buğz ediyorlardı. Sâlih Aleyhisselâm’a: “Sen peygamber olmadan evvel başımıza böyle felâketler gelmezdi!” dediler.
  8. Dünyâ malına aldandılar.
  9. Ahidlerini bozdular. Çünkü deve mûcizesini talep etmişler ve îmân edeceklerine söz vermişlerdi.
  10. Emânete hıyânet ettiler. Allâh’ın yüce bir emâneti olan deveyi, ahidlerine rağmen öldürdüler.
  11. Mâsiyet ehlinin yaptığı günâha rızâ gösterdiler. Deveyi dokuz kişi öldür­müş, diğerleri de buna mânî olmamışlardı.
  12. Deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Âdeta bir vakıf malıydı. Sütü, bir sebîl gibiydi. Sâhibi de Cenâb-ı Hak’tı. Fakat onlar, deveyi öldürerek büyük bir ihâ­nette bulunmuş oldular.
  13. Dokuz kişinin fesâdı, haddini iyice aşmıştı. Başkalarının mallarını zorla elle­rinden alıyorlar, kul hakkına tecâvüzde bulunuyorlardı. Şer odakları hâline gelmiş­lerdi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 

Kur’an’da adı 10 defa geçmektedir. Kur’an’ın 11. suresi onun adını taşımaktadır. Yaşadıkları yer olan İrem şehrinde yüksek binalar inşa etme yarışına girmiş olan Âd kavmine gönderilmiştir. Ticaretle uğraşmıştır.

Şeceresiyle ilgili olarak İslâmî kaynaklarda değişik rivayetler bulunmakla birlikte genellikle Âd b. Us b. Aram b. Sâm b. Nûh’a çıkarılmakta; Âbir’le (Tevrat’ta İbrânîler’in atası kabul edilen Eber) aynı kişi sayıldığı gibi onun oğlu olarak da gösterilmektedir (İbn Kuteybe, s. 28; Taberî, I, 216; İbn Abdürabbih, III, 368; Sa‘lebî, s. 47; Nüveyrî, XIII, 52). Tevrat’ta Hûd’dan bu isimle bahsedilmemekte, Nûh’un oğlu Sâm’ın zürriyetiyle ilgili şecere de İslâmî kaynaklardakinden farklı olarak Nûh oğlu Sâm oğlu Arpakşad oğlu Şelah oğlu Eber şeklinde gösterilmekte, Eber’in Peleg ve Yoktan adlı iki oğlundan söz edilmektedir. Yine Tevrat’ta Nûh oğlu Sâm oğlu Aram oğlu Uts (Ûs) şeklinde bir şecere daha verilmekle birlikte bu ikinci şecerenin devamı yer almamaktadır (Tekvîn, 10/21-25).

Hûd kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de aynı zamanda yahudileri ifade eden bir isim olarak da geçer (el-Bakara 2/111, 135, 140). Hâid kelimesinin çoğulu olan hûd, “tövbe etmek” anlamındaki hevd kökünden gelmekte olup “tövbe edenler” anlamında yahudileri ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hvd” md.).

Bazı müsteşrikler, İslâm kaynaklarında Hûd kelimesinin hem peygamber ismi olarak hem de yahudiler için kullanılmasını, ayrıca yahudilerin ceddi olan Âbir (Eber) b. Şaleh (Şelah) b. Arfehşed ile (Arpakşad) Hûd’un aynı kişi olduğunun kabul edilmesini göz önünde bulundurarak Kur’an’daki Hûd’un yahudilerin ceddi Eber olduğunu veya bu kelimenin bir şahıs ismini değil Arap ülkelerine göç eden bir yahudi cemaatini ifade ettiğini, bunların Ahkāf’ta yerleşerek putperestleri yahudileştirdiklerini ileri sürmektedir (Cevâd Ali, I, 311; EI2 [Fr.], III, 556). Ancak Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hûd Âd kavmine mensup olup onlara peygamber olarak gönderilmiş bir kişinin adıdır (el-A‘râf 7/65; Hûd 11/50; eş-Şuarâ 26/123-124). Âd kavmi hakkındaki sınırlı bilgiler de genellikle Kur’an’a dayanmakta, ayrıntılar ise daha çok tefsir ve kısas-ı enbiyâ türü eserlerde bulunmaktadır.

Kur’an’ın verdiği bilgiye göre Nûh kavminden sonra onların yerine getirilen ve onlardan daha üstün kılınan (el-A‘râf 7/69) Âd kavmi Hûd’un peygamber olarak gönderildiği Ahkāf bölgesinde yaşamıştır (el-Ahkāf 46/21). Her yüksek yere alâmetler diken, temelli kalmayı düşünerek sağlam yapılar yapan, mallara ve sürülere, eşsiz bağ ve bahçelere sahip olan bu insanlar (eş-Şuarâ 26/128-134) servetlerine ve güçlerine güvenerek gurur ve kibire kapılmışlar, putperestliğe sapmışlardır. Hz. Hûd hiçbir ücret talep etmeden onları Allah’a kulluğa ve tövbeye davet etmişse de onlar tanrılarını bırakmayacaklarını belirterek Hûd’u beyinsizlik ve yalancılıkla itham etmişlerdir (el-A‘râf 7/66; Hûd 11/53; eş-Şuarâ 26/139). Hûd ise kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu, onlara Allah’ın vahyini bildirdiğini, taptıkları putları bırakmaları gerektiğini, aksi takdirde Allah’ın gazabına uğrayıp iğrenç bir duruma düşeceklerini söylemiş (el-A‘râf 7/70-71), fakat onu dinlemeyen kavmi, “Tehdit ettiğin azabı getir” diyerek kendisine meydan okumuştur (el-Ahkāf 46/22). 

Bunun üzerine Allah, inkâr ve taşkınlıklarının cezası olarak onları helâk etmek için korkunç bir kasırga meydana getirmiş, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde gördükleri kasırgayı yağmur bulutu zannedip sevinmişler, kasırga gelince insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere sermiş, kül edip savurmuştur (Fussılet 41/16; el-Ahkāf 46/25; ez-Zâriyât 51/41-42; el-Kamer 54/19-21; el-Hâkka 69/6). Yedi gece sekiz gün devam eden bu felâketten (Fussılet 41/16; el-Hâkka 69/6-7) sadece Hz. Hûd ve ona iman edenler kurtulmuş, ötekilerin kökü kesilmiştir (el-A‘râf 7/72; Hûd 11/58-60).

İslâmî kaynaklarda Hûd’un İrem’in çocukları arasında babasına en çok benzeyen, esmer, gür saçlı, güzel yüzlü olduğu nakledilir (İbn Kuteybe, s. 28). Bir rivayete göre Hûd Bâbil’de yaşamıştır. İnsanlar arasında farklı dillerin doğması üzerine Âd, Semûd ve diğer bazı kabileler amca oğulları Âbir ile birlikte Arapça konuşmaya başlamışlar, Âbir’in çocukları diğer insanlara kötü davranınca Allah onlara Hûd’u peygamber olarak göndermiştir. İlk Arapça konuşanın Hûd olduğu nakledilir. Sâlih ve Hûd Güney Arabistan’a gönderilen peygamberlerdir. Daha sonra çeşitli kavimler Bâbil’den değişik yerlere göç etmiş, bu arada Âd’ın çocukları da Yemen’e göçüp yerleşmişlerdir. Gördüğü bir rüya üzerine Kâbe’yi ziyaret eden Hûd, daha sonra Yemen’deki Ahkāf bölgesine giderek burada Âd kavmini hak dine davet etmişse de bir sonuç alamamıştır. 

Yıllarca süren kıtlık neticesinde Ahkāf halkının kendisinden yardım istemesi üzerine Allah’ın kendilerine sarı, kırmızı ve siyah renkli üç bulut göndereceğini belirterek bunlardan birini seçmelerini tavsiye etmiş, onlar siyah bulutu seçince kuvvetli bir kum fırtınası sonucunda helâk olmuşlardır (Vehb b. Münebbih, s. 37-52).

ÖMER FARUK HARMAN

Hz. Nuh (a.s)

Kur’an’da adı 43 defa geçmektedir. Kur’an’ın 71. suresi onun adını taşımaktadır. Kavminden kendisine çok az kişi iman etmiştir. Karısı ve çocuklarından biri de iman etmeyenler arasındadır. Allah’ın emriyle bir gemi inşa etmiş ve kendisine inananları o gemiye sığdırmıştır. Nuh Tufanı’ndan sonra yeni bir nesil yaratılmıştır.

Hz. Nuh [Kur’an’ın Söyledikleri 12. Bölüm] – Prof.Dr. Mehmet Okuyan

İslâm’da. Hz. Nûh, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde diğer peygamberlere oranla geniş bir şekilde tanıtılan ve “ülü’l-azm” olarak isimlendirilen beş büyük peygamberden biridir. Kur’an’da yirmi sekiz sûrede hakkında bilgi verilmiş ve kırk üç yerde ismen zikredilmiştir. Kur’an’ın yetmiş birinci sûresi onun adını taşır ve baştan sona onun tevhid mücadelesini anlatır. Ancak Kur’an, Nûh’un hayatının sadece peygamber olarak görevlendirildikten sonraki safhasından bahsetmektedir. Kendisine inanmayan kavmi tûfanla cezalandırıldığından tûfan hadisesi de ona nisbetle Nûh tûfanı diye anılmaktadır. Nûh kelimesinin Arapça asıllı olup nevḥ (ağlamak, dövünmek) kökünden geldiğini, bizzat kendi nefsini kötülediğinden veya tövbe etmeden boğulup gitmeleri sebebiyle kavmi için üzüldüğünden ona bu adın verildiğini söyleyenler olmakla birlikte (Fîrûzâbâdî, VI, 26) kelimenin Arapça olmadığı kabul edilmektedir (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 330; Jeffery, s. 282).

Rivayete göre insanlar Hz. Nûh’a kadar tevhid inancıyla yaşamış, putperestlik ilk defa Nûh’un kavmiyle ortaya çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ilâhlarınız Ved, Süvâ‘, Yegūs, Yeûk ve Nesr’den vazgeçmeyin” meâlindeki âyette (Nûh 71/23) Nûh kavminin taptığı putlardan bahsedilmektedir. Bu isimler başlangıçta iyilikleriyle temayüz etmiş kişilere aitti. Ölümlerinin ardından bunların heykelleri yapılmış, daha sonra insanlar onları Allah ile kendi aralarında aracı olarak birer tapınma objesi yapmıştır.

Hz. Nûh, kavmini putperestlikten uzaklaştırıp tevhid inancına döndürmek için gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Nûh’un Allah tarafından seçildiği (Âl-i İmrân 3/33), kendisine vahyedildiği (en-Nisâ 4/163), kavmine peygamber olarak gönderildiği (Nûh 71/1), 950 yıl kavminin arasında kaldığı (el-Ankebût 29/14) ve kavmini Allah’a kulluğa davet ettiği (Yûnus 10/71; Hûd 11/25-26; eş-Şuarâ 26/106-110) belirtilmektedir. Nûh kavmini Allah’tan başkasına ibadet etmemeleri hususunda uyarmış, aksi takdirde başlarına gelecek azabı kendilerine haber vermiştir (Nûh 71/1-4). Yoldan çıkmış, çok zalim ve azgın olan kavmi (ez-Zâriyât 51/46; en-Necm 53/52) Nûh’a inanmadığı gibi ona mecnun demiş, taşlamakla tehdit edip (eş-Şuarâ 26/116) yalancılıkla itham etmiş, ondan kendisine uyan alt tabakadan insanları yanından uzaklaştırmasını (el-A‘râf 7/59-63; Hûd 11/27; el-Kamer 54/9) veya başlarına geleceğini bildirdiği azabı bir an önce getirmesini (Hûd 11/32) istemiştir.

Kendi yaptıkları karşılığında hiçbir talebinin olmadığını söyleyen Nûh gaybı bilmediğini, melek de olmadığını, sadece Allah’ın emirlerini bildirdiğini ifade edip davetini sürdürmüş (Hûd 11/28-31; eş-Şuarâ 26/105-115), uzun mücadeleler sonunda kavminin putperestlikten vazgeçmediğini görünce inanmayanları cezalandırması için Allah’a dua etmiş (eş-Şuarâ 26/118-119; Nûh 71/1-28), Allah Nûh’un duasını kabul etmiş ve inkârcı kavminin tûfanla helâk edileceğini, kendisinin ve inananların kurtulacağını bildirerek bir gemi yapmasını istemiştir (Hûd 11/36-39). Gemi inşa edilirken Nûh’un kavmi kendisiyle alay etmiştir (Hûd 11/38). Rivayete göre gemi yapması istenince Hz. Nûh tahtayı nereden bulacağını sorar, ona ağaç dikmesi emredilir ve Hint meşesi denilen ağaçları diker. 

Kırk yıl geçtikten sonra bu ağaçları keserek gemiyi yapar (Fîrûzâbâdî, VI, 29). Geminin inşası bitince her hayvan türünden birer çift, ayrıca boğulmasına hükmedilenler dışındaki aile fertleri ve iman eden diğer kimseler gemiye bindirilir. Nûh ve ona inananlar kurtulurken eşi ve oğlu inanmayanlarla birlikte boğulur (Hûd 11/40-47; el-Mü’minûn 23/26-29; el-Furkān 25/37; el-Kamer 54/10-17). Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca Nûh’un oğlu için dua ettiği, ancak bunun kabul edilmediği belirtilmektedir (Hûd 11/42-43, 45-46; et-Tahrîm 66/10). Tûfan sona erince, “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte olanlara bizden selâm ve bereketle gemiden in …” denilir (Hûd 11/48). Allah’ın adını zikrettiği peygamberler Âdem’in ve Nûh ile beraber gemide taşınanların soyundan, İbrâhim ile İsrâil’in (Ya‘kūb) neslindendir (Meryem 19/58); İsrâiloğulları da Nûh ile beraber gemide taşınanların soyundan gelmiştir (el-İsrâ 17/3). Ayrıca diğer peygamberler gibi Nûh’tan da söz alındığı (el-Ahzâb 33/7), onun hidayete erdirildiği (el-En‘âm 6/84), ona verilen emirlerin müslümanlar için de geçerli ve yürürlükte olduğu (eş-Şûrâ 42/13) bildirilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. Nûh çok şükreden bir kuldu (el-İsrâ 17/3); güçlükler karşısında gösterdiği sabır insanlara örnek olarak gösterilmiştir (Hûd 11/49). Onun bir başka özelliği de kâfirlere karşı çok sert davranmasıdır. Rivayete göre Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi’nden sonra esirlerin durumunu müzakere ettiği sırada Hz. Ebû Bekir onlara iyi davranılmasını, Hz. Ömer ise öldürülmelerini önermiş, bunun üzerine Resûlullah, Ebû Bekir’in Hz. İbrâhim gibi olduğunu, zira onun, “Şimdi kim bana uyarsa o bendendir, kim de bana karşı gelirse artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin” diyerek (İbrâhîm 14/36) kendisine inanmayanlara karşı yumuşak davrandığını, Ömer’in ise Nûh gibi olduğunu zira onun da, “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma” diyerek (Nûh 71/26) inkârcılara karşı sert davrandığını söylemiştir (Lisânü’l-ʿArab, “nvḥ” md.). Kur’an’da Nûh mürsel (eş-Şuarâ 26/105), resul (eş-Şuarâ 26/107), apaçık uyarıcı (ez-Zâriyât 51/50), mübarek (Hûd 11/48), muhsin (es-Sâffât 37/80), mümin (es-Sâffât 37/81), kul (el-Kamer 54/9), şükreden (el-İsrâ 17/3) gibi özelliklerle anılmaktadır (Fîrûzâbâdî, VI, 26-27). Ayrıca kavimlerine gönderilmiş emin elçilerden olduğu belirtilen Nûh’un (eş-Şuarâ 26/107) “ashâbü’n-nevâmis”ten (şeriat sahibi) sayıldığı ifade edilmiştir. Rivayete göre tûfan esnasında Hz. Nûh, Ebûkubeys dağında bulunan Hz. Âdem’in naaşını alarak bir tabut içine koymuş, tûfandan sonra tekrar yerine defnetmiştir. Nûh’un İdrîs’ten sonra gelen ilk peygamber olup marangozluk yaptığı da nakledilmektedir (İbn Kuteybe, s. 19-24). Hz. Nûh’a ayrıca İslâm ve bilhassa Şiî geleneğinde “Neciyyullah” (Allah’ın kurtardığı kişi) sıfatı verilmiştir. Nûh’un ve kavminin tûfan hadisesinden kurtarılmasına atıf yapan bu sıfat, Allah’ın inâyetiyle Firavun’un zulmünden kurtarılan Hz. Mûsâ için de kullanılmaktadır (Sa‘lebî, s. 166).

Adı İbrânîce’de Nôah, Yunanca’da Nôe şeklindedir. Tevrat’a göre babası Lamek, “Rabbin lânetlediği bu toprak yüzünden çektiğimiz eziyeti, harcadığımız emeği bu çocuk hafifletip bizi rahatlatacak” diyerek (Tekvîn, 5/29) oğluna Nûh adını vermiştir. Nûh’un ilk defa üzüm yetiştirip şarap yaptığı ve şarabın da insanı rahatlatması sebebiyle, ona ad olarak verilen bu kelimenin İbrânîce’de “dinlenmek, sükûnet bulmak, rahatlamak” anlamına gelen niham kökünden türediği ifade edilmekle birlikte bunun gerçek dışı bir açıklama olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan Nûh’un, tûfan hadisesinin Sumer ve Bâbil versiyonlarındaki kahramanlarıyla aynı kişi olduğu da söylenmektedir. Buna göre Sumer tûfan kahramanına ölümsüzlüğü elde ettiği için “ömrü uzun olan” mânasında Ziusudra adının verildiği, tûfan olayının Bâbil versiyonundaki kahramanın adı olan Ut-napiştim’in “hayatı yaşayan” anlamında olduğu, Nûh kelimesinin de benzer bir anlam ifade ettiği belirtilmekte; Habeş dilinde nâha kelimesinden türeyen Nûh’un “uzun zaman” mânasına geldiği ve “ömrü uzun” anlamında kullanıldığı söylenmektedir (DBS, I, 750, 758). Öte yandan Nûh’un, tûfanın Hurri versiyonundaki kahramanın adı olan Na-ah-ma-su-le-el kelimesinin kısaltılmış şekli olduğu veya Akkadca nâh kelimesinden geldiği de ifade edilmektedir (IDB, III, 555-556; EJd., XII, 1193; Catholicisme, IX, 1308).

Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta. Tevrat’a göre Nûh, Âdem’in yaratılışından 1056, vefatından 126 yıl sonra doğmuştur. Hayatının ilk 500 yılı hakkında Kitâb-ı Mukaddes’te bilgi yoktur. Tevrat’ın naklettiğine göre Nûh zamanında insanlar çok bozulmuştu, yeryüzünde kötülük hüküm sürüyordu. Şît’in çocukları Kābil’in soyundan gelen kızlarla evlenmiş, bu birleşmenin sonucunda şiddet taraftarı kötü bir nesil ortaya çıkmıştı (DB, IV/2, s. 1662). Bunlar kötülükte öylesine ileri gitmişlerdi ki Tanrı insanı yarattığına pişman olmuş ve büyük bir tûfanla bütün insanlığı, hayvanları, sürüngenleri ve göğün kuşlarını helâk etmeye karar vermişti. Sadece Nûh, Rabb’in gözünde lutuf bulmuştu, çünkü Nûh sâdık ve kâmil adamdı ve Allah ile yürüyordu (Tekvîn, 6/1-9, 17).

Prof. Dr. Ömer Faruk Harman

Hz. İdris (a.s)

Kur’an’da adı 2 defa geçmektedir. Astronomi ve matematikle ilk uğraşanın, ilk defa iğne ile dikiş diken ve elbise yaparak giyenin, ölçü ve tartı aletlerini ilk defa kullananın, ilk yazı yazanın o olduğu rivayet edilir. Kendisine 30 sayfalık suhuf indirilmiştir.

Makamı Yüksek Bir Nebi Hz. İdrîs (as) | Muhammed Emin Yıldırım

Kur’an’da sadece iki yerde doğrudan zikredilmektedir. Bunların birinde, “Kitapta İdrîs’i de an; çünkü o çok sadık bir peygamberdi. Biz onu yüce bir makama yükselttik” (Meryem 19/56-57), diğerinde, “İsmâil’i, İdrîs’i, Zülkifl’i de hatırla. Bunların hepsi sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi” (el-Enbiyâ 21/85-86) denilmektedir. Kur’an’da İdrîs’le ilgili olarak “ağlayarak secde etme, doğruya ulaştırılma, seçkin kılınma” (Meryem 19/58); “şanının ve mekânının üstün ve yüce olması” (Meryem 19/57); “sabredici olma” (el-Enbiyâ 21/85); “sıddîk ve nebî olma” (Meryem 19/56) gibi nitelikler de yer almaktadır (Fîrûzâbâdî, VI, 51). Hadislerde İdrîs’ten sadece mi‘rac hadisesi dolayısıyla bahsedilir. Hz. Peygamber onunla bazı rivayetlere göre ikinci, hadislerin çoğunluğuna göre ise dördüncü kat semada karşılaşmıştır (Buhârî, “Ṣalât”, 1; “Enbiyâʾ”, 4, 5; Müslim, “Îmân”, 259, 263, 264).

Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan, “Biz onu yüce bir mekâna yükselttik” (Meryem 19/57) ifadesinin neye delâlet ettiği hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Bazıları bunun İdrîs’in ruhunun kabzedildiği dördüncü veya altıncı kat sema olduğunu, bazıları bununla cennetin kastedildiğini, kimileri de ona peygamberlik verilmesinin ima edildiğini söylemişlerdir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XVI, 96; Fahreddin er-Râzî, XXI, 233; Nesefî, III, 38).

Yahudi kaynaklarındaki bilgilere göre Hanok, gizli bir yerde sadık bir insan olarak yaşarken bir melek kendisine gelir ve bu inzivâdan çıkıp Tanrı’nın yolunda gitmeleri için insanlara öğretmenlik yapmasını ister. Bunun üzerine Hanok 243 yıl öğretmenlik (peygamberlik) yapar ve bu dönemde dünya huzur ve barışla dolar; hatta bütün krallar ve prensler ona boyun eğer. İnsanoğluna yaptığı hizmetlere karşılık Tanrı onu gökte de meleklerin kralı yapmaya karar verir ve şimşek gibi savaş atlarının çektiği alev saçan bir arabayla kendisini semaya alır. Tanrı Hanok’a muhteşem bir elbise ve gözleri kamaştıran bir taç giydirir. Ona hikmetin bütün kapılarını açar ve kendisine “Metatron” (bütün semâvât sakinlerinin prensi ve başı) adını verir, bedenini bir şûleye dönüştürür, onu fırtına, kasırga ve gök gürlemesiyle kuşatır (EJd., VI, 794).

Prof. Ömer Faruk Harman

Hz. Adem (a.s.)

Kur’an’da adı 25 defa geçmektedir. İlk insan, ilk peygamber, ilk örtünen ve toprağı ilk işleyen olduğu kabul edilir. Kendisine kitap olarak 10 sayfa suhuf verilmiştir.

Hz. Adem [Kur’an’ın Söyledikleri 7. Bölüm] – Prof. Dr. Mehmet Okuyan

Dediler ki: «Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!» 7/23 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

İslâmî kaynaklarda insanlığın atası olması sebebiyle ebü’l-beşer, Kur’ân-ı Kerîm’de (bk. Âl-i İmrân 3/33) Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayılmış olduğundan safiyyullah unvanlarıyla da anılmaktadır.

Âdem kelimesinin menşe ve iştikakı tartışmalıdır. Kelimenin Sumer dilindeki adamu (babam), Âsur-Bâbil dilindeki adamu (yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konmuş; çocuk, genç) veya Sâbiî dilindeki adam (kul) kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür (bk. L. Pirot, DBS, I, 87). Bazıları, Âdem kırmızı topraktan (adamah) yaratıldığı için ona, “kırmızı” mânasına gelen Adam adının verildiğini ileri sürmüşlerse de bu görüş ilgi görmemiştir (bk. L. Pirot, a.g.e., I, 87). Diğer taraftan, Tekvîn’deki (2/7) “Yerin toprağından (adamah) insanı (adam) yarattı” ifadesinden dolayı, âdem kelimesinin toprakla bağlantısı olduğu da söylenmiştir (bk. B. S. Childs, IDB, I, 42). 

Adam, İbrânîce’de insan türü için kullanılan müşterek bir isimdir. Ahd-i Atîk’te bu kelime, insan ve insan türü anlamında 500’den çok yerde, nâdiren de özel isim olarak ilk insan için kullanılmıştır (bk. B. S. Childs, a.g.e., I, 42). Tekvîn’in ilk beş babında kelime hem özel isim olarak (5/1-5), hem de “insan türü” (1/26-28) ve “ilk insan” (2/4; 4/26) mânalarında kullanılmıştır. Çağdaş yorumcular, kelimenin Tekvîn’e (4/25) kadar “insan türü” anlamında kullanıldığı kanaatindedirler.

Âdem kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında da tartışılmıştır. Dilcilerin çoğu bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu, “esmerlik” anlamına gelen el-üdme (الأدمة) veya “tip, örnek” anlamındaki el-edeme kökünden türetildiğini savunurlar. Başka bir görüşe göre, “bir şeyin dış yüzü” (daha çok edîmetü’l-arz şeklinde “yeryüzü”) anlamına gelen el-edîme kelimesinden türetilmiştir.

Âdem’in Yaratılışı ve Meziyetleri. Âdem’in yaratılışı Tevrat ve Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmaktadır. Tevrat’ta ilk insanın yaratılış şekli ve zamanı iki ayrı hikâyede farklı biçimlerde nakledilmektedir. “Ruhban metni” adı verilen birinci hikâyeye göre (bk. Tekvîn, 1/1-2/4a) insan, yaratılışın altıncı gününde, diğer bütün varlıklardan sonra Tanrı’ya benzer bir sûrette, ilk defa erkek ve dişi olarak yaratılmıştır. “Yahvist metin” adı verilen ikinci hikâyede ise (bk. Tekvîn, 2/4a-25) önce erkeğin, daha sonra da onun kaburga kemiğinden kadının yaratıldığı anlatılır. İlk insan (adam), bizzat Tanrı tarafından yerin toprağından (adamah) yapılmış, daha sonra burnuna hayat nefesi üflenerek canlı bir varlık olmuştur (bk. Tekvîn, 2/7). Tevrat tefsirlerinde ve apokrif kabul edilen kitaplarda Âdem’in yaratıldığı toprağın kutsal yer (Kudüs’teki Süleyman Mâbedi’nin bulunduğu mahal) ile dünyanın dört bir yanındaki kırmızı, siyah ve beyaz topraktan alındığı belirtilir (bk. JE, I, 174).

Kur’ân-ı Kerîm’e göre Âdem’in yaratılışının diğer insanlarınki gibi olmadığı kesindir. Özellikle Âl-i İmrân sûresinin elli dokuzuncu âyetinde, “Allah nezdinde -yaratılış bakımından- Îsâ’nın durumu Âdem’e benzer; Allah onu topraktan yarattı; sonra ona ‘ol!’ dedi ve oluverdi” denilerek bu iki peygamberin yaratılışlarındaki olağan üstü duruma işaret edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’le ilgili âyetlerde bu konu genellikle üç ayrı noktadan ele alınmıştır. Öncelikle Âdem’in son derece önemsiz bir madde olan topraktan başlamak üzere bedenî ve ruhî yönleriyle tam ve kâmil bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği safhalardan söz edilir ve bu suretle Allah’ın kudretinin üstünlüğü vurgulanmış olur. İkinci olarak Âdem’in varlık türleri arasındaki mevkiinin yüksekliğine işaret edilir. Bu âyetlerde hem Âdem’in hem de onun soyunun yeryüzünün halifeleri olduğu, Allah’ın kendilerine verdiği aklî, zihnî, ahlâkî vb. meziyetlerden, dolayısıyla hem Allah’a ibadet eden hem de yeryüzünde Allah’ın hükümlerinin yerine getirilmesini sağlayan, ayrıca diğer birçok varlık türlerini kendi hizmetinde kullanabilen varlık olduğuna dikkat çekilir. 

Çeşitli âyetlerde Allah’ın emri uyarınca meleklerin Âdem’e secde ettikleri bildirilmektedir (aş.bk.). Buna göre Allah Âdem’i meleklerden daha üstün ve onların saygısına lâyık bir mertebede yaratmıştır. Bu meziyet yalnız Âdem’e münhasır olmayıp aynı zamanda bütün insanlığa şâmil bir şereftir. Kur’an’da başka vesilelerle de insanoğlunun bu meziyetine işaret edilmiştir (bk. el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4). Kur’ân-ı Kerîm’in Âdem’le ilgili olarak ele aldığı üçüncü konu onun peygamberliğidir. Hz. Âdem’in nebî veya resul olduğunu açık ve kesin olarak ifade eden âyet yoksa da yine Kur’an’ın açıkladığına göre, “Âdem rabbinden vahiy (kelimât) almıştır” (el-Bakara 2/37). Allah ona hitap etmiş, yükümlülük ve sorumluluğunu bildirmiştir (bk. el-Bakara 2/33, 35; el-A‘râf 7/19; Tâhâ 20/117). Başka bir âyette de Allah’ın Nûh, İbrâhim hânedanı ve İmrân hânedanı ile birlikte Âdem’i de âlemlere üstün kıldığı belirtilmekte (bk. Âl-i İmrân 3/33), böylece dolaylı olarak onun peygamber olduğuna işaret edilmektedir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan bir hadiste (bk. V, 178, 179, 265), ilk peygamberin kim olduğu yolundaki bir soruya Hz. Peygamber’in “Âdem’dir” karşılığını verdiği belirtilmektedir.

Tevrat’taki yaratılışa dair ikinci hikâyede, Hz. Âdem yaratıldıktan sonra Allah onun yalnızlığını gidermek, kendisine uygun bir yardımcı yapmak üzere her kır hayvanını, göklerin her kuşunu topraktan yapar ve onlara ne ad koyacağını görmek için Âdem’e getirir. Âdem de bütün sığırlara, göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koyar (bk. Tekvîn, 2/18-20). Âdem’in hayvanların isimlerini belirlemesi, hem onların görevlerini tesbit etmesi hem de onlar üzerinde hükümran olması şeklinde yorumlanmıştır (bk. Ancien Testament, 47). Zira yahudi telakkisine göre, isim ile o ismin verildiği varlık arasında doğrudan bir alâka vardır ve bir varlığın adını bilmek, onu iyice tanımak ve onun üzerinde etkili olmak demektir (bk. NDB, s. 532).

Hz. Âdem ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılmasının (bk. el-İsrâ 17/70) temelinde Allah’ın onlara verdiği bilgi gücü bulunduğu söylenebilir. Nitekim Kur’an’da meleklerin, insanoğlunu “yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken” varlık olarak nitelendirmeleri üzerine Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra bunları meleklere sorduğu, onlar bilemeyince Âdem’e, “Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir!” dediği ve Âdem’in isimleri onlara bildirdiği açıklanmıştır (bk. el-Bakara 2/30-33). Tefsirlerde genellikle, bu âyetlerdeki “isimler”in kavram bilgisi olduğu ve meleklerin bilmedikleri şeyler hakkında Hz. Âdem’in bilgili kılındığı, böylece onun ilimde meleklerden daha üstün nitelikte yaratıldığı yine bu âyetlerde belirtilmektedir. Söz konusu âyetlerin birinde, “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” denilerek Âdem’in bilgisinin genişliğine işaret edilmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak meleklerin bile Âdem’e secde etmesini gerektirdiğine göre, insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki birçok varlığa ve güçlere hâkim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Allah Âdem’i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman meleklere, “Âdem’e secde edin!” diye emretmiş, bütün melekler bu emre uymuşlar (bk. el-Bakara 2/34; el-A‘râf 7/11; el-Hicr 15/29-31; el-İsrâ 17/61; el-Kehf 18/50; Tâhâ 20/116; Sâd 38/72-74), ancak İblîs kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla ondan üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı gelmiş (bk. el-A‘râf 7/12; el-Hicr 15/33; el-İsrâ 17/61; Sâd 38/76) ve bu yüzden lânetlenerek Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır (bk. Sâd 38/74-78). Bunun üzerine, Allah’tan kıyamete kadar, düşmanı olan Âdem soyunu doğru yoldan ayırmak, kendi cemaatini çoğaltmak için mühlet istemiş (bk. el-A‘râf 7/13-18; el-Hicr 15/34-43; el-İsrâ 17/61, 65; Sâd 38/75-83), Allah da ona bu fırsatı vermiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına ibadet maksadıyla secde etmek küfür olduğundan, meleklerin Hz. Âdem’e secdesi İslâm âlimlerince ibadet secdesi değil, saygı secdesi ve bir nevi biat olarak yorumlanmıştır.

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay

Anılmaya değer bir şey değilken, 

Comments are closed.