logo

Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.

2024 değişim, başarı ve sağlık getirsin.

HEDEFLERİNİZE ULAŞMAK İÇİN UYMANIZ GEREKEN 11 KURAL 

HEDEFLER NASIL BELİRLENMELİ? DOĞRU HEDEF KOYMA 2. DERS

HAYATINI DEĞİŞTİRMEK İSTİYORSAN 1.BÖLÜM | Kişisel Gelişim

HAYATINI DEĞİŞTİRMEK İSTİYORSAN 2.BÖLÜM | Kişisel Gelişim – Kendini Geliştirme

HAYATINI DEĞİŞTİRMEK İSTİYORSAN 3.BÖLÜM | Kişisel Gelişim – Hayat Çarkı

İÇİNDEKİLER

YAKINLIK KORKUSU

Bazen Tükenen Aşk Değil Sabırdır – Sizi Kaybetmek İstemeyen Ama Sizi Sevmeyi Bilmeyen İnsanlar Sevmeyi Öğrenin – Sevgiyi Bulmak Kendinizi Bulmak Demektir

Kişisel İlişkilerde Güç Mücadeleleri

Bilişsel Dikkat Sendromu: Bu Da Neyin Nesi? – Evde Olan 3 Çeşit Psikolojik Zehir – Kendini Tanımak Zor Olmamalı – Konsantrasyon Eksikliği ve Stres

Derinleşen Yalnızlık – Boyun Eğici Davranışlardan Nasıl Kurtulunur? 

Evlilikte Niyet Sözleşmesi – Neden yanlış insanlara aşık oluyoruz? – Mutluluk Yaşamın Çılgınlığında Yakalanır – Mutluluk Bir Haldir, Bir Yükümlülük Değildir – Mutluluk Kavanozu Tekniği: Nasıl Uygulanır ve Çalışır? – Savanna Mutluluk Teorisi: Yalnızlık Kötü Birliktelikten İyidir

Yalnız Olma ve Aşık Olma Paradoksu – Neden Yanlış İnsanlara Aşıksınız? – Gerçek Aşk Hakkında Bilmeniz Gereken 8 Şey

Sosyal Medyanın Sizi Kendinizden Nefret Ettirebilecek Sekiz Yanı – Sosyal Ağlarda Daha İyi İletişim Kurmak İçin Hanlon Prensibini Kullanın – Zygmunt Bauman: Facebook ve Sosyal Medya Bizi Nasıl Hapsediyor?

Duyguların Yaratıcılık Üzerindeki Etkisi – Duygularımızı İhmal Ettiğimizde Neler Olur?

Hayat her zaman bir tavır meselesidir, özellikle de diğer insanlarla etkileşime girdiğinizde. Başarılarınız, servetiniz veya kişisel durumunuz ne olursa olsun, tutumlarınız sizin hakkınızda çok şey söyler. 

Hangi üniversite derecesine sahip olduğunuz, işinizin ne olduğu veya nerede yaşadığınız önemli değil. Sizin hakkınızda her şeyi söyleyen, başkalarıyla ilişki kurma şekliniz ve onlara karşı tutumunuzdur. Başka bir deyişle, size ihtiyacı olanlara, sizi sevenlere ve hatta sizden pek hoşlanmayanlara karşı nasıl davrandığınızdır. Nezaket, fedakarlık ve dayanışma telaffuzu kolay kelimelerdir. Ancak iş bu nitelikleri sergilemeye geldiğinde oldukça karmaşık bir süreç olabiliyor. Bununla birlikte, bunu başarırsanız, bunlar kişiliğinizi tanımlayan ve hatırlanacak nitelikler olacaktır.

“Tutum, büyük bir fark yaratan küçük bir şeydir.”

– Winston Churchill

Tutumlarınız

Tutum, hayatta karşılaşmanız gereken farklı durumlara yaklaşma şeklinizdir. Sizi karakterize eden ve herkesin sizin hakkınızda bildiği alışkanlıklardır. Örneğin, bir mağazaya girdiğinizde satıcılara selam veriyorsanız ya da ihtiyaç sahibi birini gördüğünüzde onlara yardım etmekten çekinmiyorsanız, çeşitli tutumlar sergiliyorsunuz demektir. Nezaket, kibarlık, cömertlik ve fedakarlık gibi tutumlar. Bu kelime genellikle iş veya ilişkilerde kullanılır, ancak başınıza gelen her şey için geçerli olduğunu fark etmeyebilirsiniz. Engellerle karşılaştığınızda, düştükten sonra tekrar ayağa kalktığınızda veya karşılaştığınız hedeflerin zorluklarını kademeli olarak artırdığınızda geçerlidir.

Tutumlar doğuştan mı gelir, yoksa sonradan mı oluşturulur?

İyi niyetli olduğunuz ve bu doğrultuda ilerlemek için emrinizde gerekli kaynaklara sahip olduğunuz temelinden başlayarak, tutumun doğuştan geldiğini düşünebilirsiniz. Ancak, o kadar basit değildir.

Nitekim neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda toplumdan aldığınız mesajlar ve kendi deneyimlerinizin birikimi de hayata karşı eğiliminizin şekillenmesinde çok şey ifade ediyor. Bunun nedeni, tutumlarınızın aldıkları takviyeye karşı son derece hassas olmasıdır. Tutum da öğrenilir. Örneğin, çocukken belirli bir durumda iyi davrandığınız için ödüllendirildiyseniz, benzer bir durumla bir daha karşılaştığınızda muhtemelen aynı davranışı sergileyeceksiniz. Ayrıca, benzer davranışları edinmeniz daha kolay olacaktır. Örneğin, bir yetişkin olarak, belki her zaman dakik olmaya çalışarak bunu sergilersiniz.

Eylemlerinizin değeri

Ne zaman bir şey söyleseniz veya yapsanız, çevrenizdeki insanlarla iletişim kurarsınız. Bunun olumlu veya olumsuz sonuçları olabilir. Ne düşündüğünüz gerçekten önemli değildir çünkü kimse kafanıza giremez. Bu nedenle sadece gerçekler geçerlidir ve sadece bunları kelimelere dökmeye özen göstermelisiniz. Gerçekten eyleme dökmediğinizde, “Bu kişiye yardım edeceğim” diye düşünmenin bir anlamı yoktur. Aslında böyle davranırsanız hem kendinize hem de eğer onlara yardım edeceğinizi söylediyseniz karşınızdaki kişiye yalan söylemiş olursunuz. Sonuç olarak, sözleri gerçekten hiçbir şey ifade etmeyen, güvenilmez biri imajını yansıtırsınız. Gerçekten de, hiç kimse, hatta siz bile, vaatlerinizi yerine getireceğinize bahse girmez.

Başkalarıyla olan ilişkileriniz kadar, tutumlarınız da kendi hayallerinizi, fikirlerinizi veya hedeflerinizi ilgilendirir. Ancak, dünyanın en iyileri olsalar bile, onları harekete geçirmezseniz, size hiçbir faydası olmaz.

Söz uçar, tavır kalır

Konuşup durmak ama harekete geçmemek, aynı zamanda başkalarının sizin hakkınızda yanlış izlenimler geliştirmesini sağlamanın bir yoludur. Bir şeyi iletmek istiyorsanız ve söyledikleriniz doğruysa, ona her zaman doğru tavırla eşlik etmelisiniz.

Unutmayın, eylemler kaybolmaz ve unutulmaz. Her zaman özgünlüğünüzü göstermeli ve değerlerinize sadık kalmalısınız. Her şeyden önce, yerine getirebileceğinizden emin olmadığınız bir şeyin sözünü vermeyin. İkna edici misiniz ve eylemleriniz sözlerinizle tutarlı mı? Her zaman söylemek istediğiniz her şeyi söyler misiniz yoksa her şeyi kendinize mi saklarsınız? Başkalarıyla birlikte olma ve hareket etme şeklinizi düşünün ve kendinizi onların yerine koyun.

Tutumlarınız sizi diğerlerinden ayırmaya yardımcı olur

Sizi siz yapan kıyafetleriniz, saç stiliniz veya yürüyüş şekliniz değildir. Sizi diğerlerinden gerçekten ayıran şey, zaferleriniz ve yenilgileriniz karşısında zorluklara ve başarılara karşı tavrınızdır.

Günümüz dünyasında seri üretim ürünlere alışkınız. Bu nedenle elle yapılanları unutmaya meyilliyiz. Eşsiz ve tekrarı olmayan türleri… El işçiliği ve tasarımı sayesinde çok daha değerli olan o el yapımı parça gibi olmalısınız. Kalabalığın arasından sıyrılmak ve herkesle aynı olmamak istiyorsunuz. Sorumluluk sahibi olmalı, mazeret üretmemeli, gerçekleri öngörmeli, pozitif olmalı ve duygularınızı yönetme yeteneğine sahip olmalısınız.

Verdiğiniz sözleri tutmayı, harekete geçmeden önce düşünmeyi ve başkalarına verdiğiniz izlenimi ve sizin ve onların sizi tanımlama şeklini geliştirmek için ne yaptığınızı analiz etmeyi unutmayın.

“Şeylerin anlamı, şeylerin kendilerinde değil, onlara karşı tutumumuzda yatar.”

– Antoine de Saint-Exupéry

Yakınlık Korkusu: Belirtiler Ve Nedenleri

Bir ilişkide yakınlık korkusu, sadece hayatınızdaki diğer kişilere yakın olmak istememenin sonucu değildir. Aksine, daha çok savunmasız hissetme yetersizliğinden kaynaklanan bir sorundur. Yakınlık korkusu olan insanlar, geçmişlerinde başkalarına tamamen açılmalarını ve güvenmelerini engelleyen ihmal, travma ya da istismar yaşamış olabilir. Yakınlık sorunları türleri, yakınlık korkusu belirtileri, bu korkuya neyin neden olabileceği ve en önemlisi bununla nasıl başa çıkabileceğiniz hakkında daha fazla bilgi edinmek için içeriğimizi okuyabilir; yakınlık korkusunun ne anlama geldiği ve online ilişki danışmanlığının sizin için doğru seçenek olup olmadığını öğrenmek için Psikologofisi üzerinden deneyimli isimlerle görüşmesi için hemen iletişime geçebilirsiniz.

Yakınlık Korkusu Nedir?

Kaçınma kaygısı veya yakınlıktan kaçınma olarak da bilinen yakınlık korkusu, esasen son derece yakın bir fiziksel ya da duygusal bağlantıya sahip olma konusundaki bir ilişki kaygısıdır. Yakınlık sorunları olan insanlar, daha derin bir düzeyde bağlantı kurmakta zorlanırlar. Bu mücadele, yaşamda anlamlı ilişkiler kurmalarını ve sürdürmelerini temelden engelleyebilir.

Yakınlık Korkusunun Çeşitleri

Birkaç temel yakın ilişki türü vardır ve yakınlık korkusu olan biri bunlardan herhangi birinde zorluk çekebilir.

Deneyimsel İlişkiler

Deneyimsel ilişkilerimiz, yakın bir ilişkide bağı ilerletmeye hizmet eden ortak faaliyetlerde veya deneyimlerde ortak çıkarlarımızın olduğu ilişkilerdir.

Spiritüel İlişkiler

Spiritüel ilişkiler, kendi varlığımızın ötesinde daha yüksek bir güç ya da inançlar hakkında benzer düşüncelere dayalı inançlara sahip biriyle kurduğumuz ilişkileri tanımlar.

Duygusal İlişkiler

Duygusal ilişkilerde, çok derin bir bağa ve hatta manevi bağlantıya yol açabilecek derin ve içsel duyguları paylaşırız.

Entelektüel İlişkiler

Derin sohbetlere ya da akıllıca fikir paylaşımına dayalı bir ilişkiniz varsa, bağlantınız büyük ölçüde entelektüel olabilir.

Cinsel İlişkiler

Çok şehvetli, uyarıcı veya yakın ilişkiler cinsel ilişki olarak kabul edilebilir.

Bu ilişkilerden herhangi birinde ya da birden fazlasında yakınlık sorunları yaşayabilir. Sonuç olarak, şunlara sahip olabilirsiniz;

  • Reddedilme korkusu
  • İlişkinin içinde kaybolma korkusu
  • Terk edilme korkusu
  • Çekingen kişilik bozukluğu
  • Anksiyete bozuklukları

Yakınlık Korkusunun Ortak Belirtileri

Yakınlık korkusunun dikkat edilmesi gereken bir takım yaygın belirtileri vardır. Pek çok insan, yanlışlıkla, yakınlık sorunlarının yalnızca doğası gereği cinsel olan ilişkilerde bulunabileceğini varsayar. Gerçekte ise ister platonik, ister romantik, hatta ailevi olsun, her türlü ilişkide yakınlık korkusu yaşayabilirsiniz.

Çoğu zaman, herhangi bir düzeyde başkalarına yakın olma korkusu, işler çok yoğunlaşmadan önce ilişkiyi kendi kendini sabote etmeye yol açar. Sabotajın ötesinde başka işaretler de vardır. Bu işaretler genel olarak şunları içerebilirler:

Mükemmeliyetçilik

Yakınlık korkusu olan insanlar, mükemmel olmak için aşırı bir ihtiyaç hissedebilirler. Derin, gerçek bir aşka veya başka biriyle bağlantıya layık olmadıklarına inanabilirler, bu yüzden bu aşkı “kazanmak” için mükemmel olmayı arzularlar.

Birden Fazla Kişiyle Flört Etmek

Çok sayıda kişiyle aynı anda flört etmek, yakınlık sorunlarının çok yaygın bir başka işaretidir. Bir ilişkide işler daha ciddi ve yoğun hale geldikçe, bir şeyleri bitirme ve yeni bir şeye başlama dürtüsü, bir ilişkinin nihai olarak sona ermesinde itici bir güç olabilir. Bu durum, ilişkilerin neden hiçbir zaman belirli bir noktadan öteye geçmediğini anlamaya çalışan başkaları tarafından “bağlılık fobisi” veya “yakınlık fobisi” olarak yorumlanabilir.

Kişinin İhtiyaçlarını Belirtmede Zorluk Yaşaması

Yakınlık korkusu, birinin bir partnerden ya da ilişkiden ihtiyaç duyduğunu ve istediğini uygun şekilde ifade edememesine neden olabilir. Bu iletişim eksikliği, temel ihtiyaçların karşılanmasını imkansız kılan bir kalıp yaratabilir. Bu, tatmin edici bir ilişki içinde olmayı hak etmediklerine dair sağlıksız bir inanca yol açabilir.

Fiziksel Temasta Zorlanmak

Fiziksel temas, yakınlık sorunları olan biri için iki düzeyde sorunlu olabilir. Ya yakınlıktan tamamen kaçınabilirler ya da sürekli olarak can atabilirler. Karşısındaki kişi ne kadar ve ne tür temasların istendiği ve izin verildiği konusunda sağlıksız talepler veya beklentiler içinde bırakıldığından, her iki model de sağlıklı bir ilişki için zararlı olabilir.

Kendine Güvensizlik

Düşük benlik saygısı, bir ilişkinin birçok yönünü etkileyebilir. Yakınlık korkusu olan kişi için bu, birinin sevgi dolu bir ilişkiyi hak etmediği fikrini pekiştiren yetersizlik duygularıyla doğrudan ilişkili olabilir.

Güven Sorunları

Yakınlık korkusu bazen güven sorunları ve reddedilme korkusuyla ilişkilendirilebilir. Birisi daha derin bir düzeyde bağlantı kurmaktan kaçınmaya çalışıyorsa, güven korkusunun da mevcut olması sık görülen bir durumdur. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi almak için “Bir İlişkide Güven Sorunları Nasıl Onarılır?” içeriğimize göz atabilirsiniz…

Yakınlık Korkusunun Sebebi Nedir?

Pek çok insan için yakınlık korkusu, içine kapanma ya da terk edilme korkusunun bir sonucu olabilir. Bunun büyük bir kısmı genel bir kaybetme korkusundan kaynaklanabilir. Bu korkular birbirinden önemli ölçüde farklı olsa da aynı sonuca sahip olma eğilimindedirler ve bu sonuç nihayetinde başkalarını uzaklaştıracak şekilde davranmaktır. Diğer yandan, anksiyete bozuklukları da yakınlık korkusuna yol açabilir.

Kapanma Korkusu: Hakim olma ya da kontrol edilme korkusu kişinin zayıf hissetmesine yol açan yeni bir korkuya neden olabilir. Bu ilişki için kaybolma korkusu olan insanlar, ilişkilerinde kendilerini kaybedeceklerinden o kadar korkabilirler ki, kendilerine çok yaklaşan herkesi iterler. Bazen bu, iç içe geçmiş bir ailede büyümenin sonucu olabilir.

Terk Edilme Korkusu: Köklü bir terk edilme korkusu olarak tezahür eder. Terk edilme korkusu, bakıcıların (yetişkin figürler veya ebeveynler) kişiyi küçük yaşta terk etmelerinin sonucu olabilir. Terk, fiziksel veya duygusal olabilir.

Anksiyete Bozuklukları: Sosyal anksiyete bozuklukları veya sosyal fobi, bazı yetişkin ilişkilerinde yakınlık korkusuna yol açabilir. Bazen biri yargılanmaktan veya reddedilmekten derinden korktuğunda, başkalarıyla yakın ilişkilerden kaçınarak bununla başa çıkar. Dokunulma korkusu gibi diğer fobiler de yakınlık sorunlarının bir parçası olabilir.

Geçmişteki Cinsel İstismar: Çocukluk döneminde meydana gelen cinsel istismar, yetişkin ilişkilerinde doğrudan yakınlık korkusuyla sonuçlanabilir. Cinsel istismara uğramış birinin yetişkin yaşamında yakınlığın neden sorunlu hale gelebileceğinin temelinde genellikle başkalarına güvenme zorluğu yatmaktadır.

Çoğu zaman, yakınlık sorunları, yani birine çok yakın olma korkuları, yetişkin ilişkileri tarafından tetiklenen bir çocukluk deneyiminden kaynaklanır. Bu, yalnızca mevcut ilişkileri ele almanın, yakınlık korkusu belirtileri mevcut olduğunda yardımcı olmada yararlı olmayabileceğinin bir nedenidir. Yakınlık korkusu, istismar veya ihmal, tıbbi problemler, terk edilme korkusu veya dini inançlar gibi farklı nedenlerden kaynaklanabilir. Bazen, sorunların bir kombinasyonu bile olabilir ve bir profesyonelin yardımı ile destek almak gereklidir.

Yakınlık Korkusu Hayatınızı Nasıl Etkiler?

Yakınlık korkusu, yetişkin yaşamınızda sahip olduğunuz hemen hemen her ilişkiyi doğrudan etkileyebilir. Romantik ortaklıklarda genellikle en belirgin şekilde görülmesin rağmen, yakınlık sorunları arkadaşlıklarda, ortak iş ilişkilerinde ve hayatınızdaki hemen hemen tüm diğer ilişkilerde sorunlara neden olabilir.

Sevgi gösterememek veya derin, duygusal bir bağlantı kuramamak, diğer insanların onları sevemeyeceğimizi veya onları anlamlı bir şekilde isteyemeyeceğimizi varsaymasına neden olabilir. Fiziksel, zihinsel, duygusal veya cinsel yakınlığa katı sınırlar veya engeller koymak, ilişkileri sonlandırabilir.

Yakınlık korkusunun yaşamınız üzerindeki ek etkileri şunlardır:

  • Madde bağımlılığı için yüksek risk
  • İlişkileri sabote etmek
  • Depresyon ve anksiyete için daha büyük risk
  • Sosyal izolasyon
  • Uzun vadeli ilişkilerden daha çok kısa vadeli ilişkilere sahip olmak
  • Aynı anda birden fazla kişiyle yakınlaşmak

Bu etkiler hafif ila şiddetli arasında değişebilir. Bazen, sadece bunu yaşayan kişinin hissettiği sık düşünceler ve endişe olabilir ve diğer zamanlarda o kadar şiddetli olabilir ki daha fazla istismar ve hatta terk edilme yaşanabilir, bu da kişinin korkuya neden olan istismar döngüsünü yeniden yaşamasına neden olur.

Yakınlık Korkusu ile Nasıl Başa Çıkılır?

Yakınlık korkusunun tüm ilişkilerinize zarar vermesine izin vermek zorunda değilsiniz. Yakınlık sorunlarınızın ne kadar önemli ve şiddetli olduğuna bağlı olarak, terapi yoluyla veya kendi başınıza korkularınızı nasıl yeneceğinizi öğrenebilirsiniz.

Bazen korkunuzu kendi başınıza yönetmek mümkündür. Korkunuzun kökenini tanımaya çalışabilir ve onu aşmaya çalışabilirsiniz. Durumu bu şekilde çözemediğinizde, yakınlık korkunuzdan tamamen kurtulmak için terapiye ihtiyacınız olabilir. Korkularınız önemli bir travmanın sonucuysa veya depresyonun korkunuzun bir parçası olduğunu düşünüyorsanız, terapi sağlıklı, uzun vadeli, anlamlı ve samimi ilişkiler geliştirmeye başlamanız için büyük olasılıkla en etkili yol olacaktır.

Kendimizle dürüst bir konuşma yapmak, bu tür korkuyla başa çıkmak için önerilen bir yol olabilir. Ancak bir kez bir sorun olduğunu kabul ettiğinizde, yardım aramamız gerekir. Terapi yoluyla şunları öğrenebilirsiniz:

  • Kendine değer vermek
  • Yakınlık korkunuzun nereden geldiğini anlamak
  • Etkili bir şekilde iletişim kurmak

Partnerinizin Yakınlık Korkusu Varsa Ne Yapmalısınız?

Partneriniz yakınlıktan kaçınan tarafsa, tüm umutların kaybolmadığını unutmayın. İlişkinizdeki iletişime odaklanarak korkularını belirlemesine ve üstesinden gelmesine yardımcı olabilirsiniz. Bu durumda partnerinizi çok fazla zorlamamak önemlidir, ancak onların yanında olduğunuzu ve size ihtiyaç duyduklarında dinlemeye istekli olduğunuzu kesinlikle bilmelerini sağlamalısınız. Yakınlık sorunlarının o kadar acı verici olabileceğini ve hemen açılamayacaklarını unutmayın, bu nedenle olumsuz tutumlardan kaçının. Sevdiğiniz kişiyi terapi almaya teşvik edin ve sabırlı olun. Partnerinize kendilerini güvende hissetmelerine nasıl yardımcı olabileceğinizi sorun. Her şeyden önce, yakınlık korkularının kişisel olmadığını unutmayın.

Psikolog Eren Artun Ergül

Siz yaptığınız hataları kolayca kabul eder misiniz, yoksa kabullenmekte zorlanır mısınız? Yaşadığınız başarısızlıklarda ne yaparsınız, nasıl davranırsınız?

Thomas Edison ampulü icat edene kadar binlerce başarısız deneme yapmıştı. “Yaşadığınız bu kadar başarısızlık size neler hissettirdi?” diye sorulduğunda Edison, “Ben başarısız olmadım ki sadece ampulün işlemeyen on bin çeşidini buldum.” demişti. İlham verici bir cevap; ama söylemesi kolay, yapması zor.

Hatalardan ders almak en çok duyduğumuz nasihatlerden biri fakat çoğumuz hatalarımızla nasıl baş edeceğimizi bilmiyoruz. Bazılarımız yaptıkları hataları hiç kabullenmiyor. Onlar  düz yolda düşseler bile suçlayacak insan arıyorlar etraflarında. Bir başarısızlık yaşadıklarında kendilerinden başka herkesi sorumlu tutuyorlar. Onların hayatın yenilgilerine karşı her zaman bir mazeretleri var. Bazıları ise yaptıkları hatalardan sonra kendilerine inanılmaz eziyet ediyor. Sanki hayatta onlardan başka kimse hiç hata yapmamış da ilk hata yapan kendileriymiş gibi algılıyorlar olayları. Müthiş bir özgüven kaybı yaşıyorlar. Yeni bir deneme yapmaya korkar hale geliyorlar.

Bazıları da hayatı bir okul gibi algılayıp yaptıkları her hatadan ders çıkartmaya çalışıyor, öğrenip ilerlemek istiyor. Bir de yaptıkları hataları hiç umursamayanlar var. Hata yaptıklarını görüyorlar; ama hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Aynı hataları defalarca yapıyorlar. Bu durum onları hiç rahatsız etmiyor.

Ayrıca hata yapmamak için hiç bir şey yapmamayı tercih edenler de var. Hata yapma korkusuyla karar alamıyorlar, harekete geçemiyorlar. Durup bekliyorlar. Önce başkalarının yaptıklarını görmek istiyorlar. Aşırı temkinli bir tutum içinde oldukları için kimse onların gerçekte ne düşündüklerini bilmiyor. Çok korktukları için kendilerini gizliyorlar. Özel hayatımızda da iş hayatımızda da hata yapmak kaçınılmaz. Yaşamak hata yapmak demektir. Hata yapmamış insan zaten hiç yaşamamış demektir.

Hata yapmanın sevilecek bir tarafı yok. İster kendimiz yapalım ister bize yapılsın hata yapmak kızdırır, sinirlendirir, öfkelendirir, üzer, kırar… Küçük ya da büyük olsun her yanlış her hata acı verir. Hataya kayıtsız kalmak mümkün değildir.

Önemli olan duygusal tepkilerden sonra hangi mantığı devreye soktuğumuzdur. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da doğruyu bilmekle doğru olanı yapmak arasında uçurumlar var. (İnsan Bildiklerini Neden Yapamaz?) Hepimiz hataların son derece insani olduğunu, hata yapmanın engellenemez olduğunu biliriz; ama hatalara karşı her birimizin tutumu ve davranışı farklıdır. İster özel hayatımızda ister şirket hayatımızda  hatalarımızla  baş etme yöntemimiz bizim geleceğimizi belirler.

Hata yapmaktan korkarız; çünkü çocukluğumuzdan gelen bir koşullanmayla hata yaptığımızda ayıplanmaktan, dışlanmaktan, küçük düşmekten korkarız. Önce anne babalarımız sonra öğretmenlerimiz kendilerince bizi korumak ve bize doğruyu öğretmek için küçük hataları bile yapmamıza engel olurlar.

Aldığımız eğitim hata yapma korkusunu yerleştirmiştir içimize. Bu sistem bize daha küçük yaşlardan itibaren başarılı olmanın hata yapmamak olduğunu öğretmiştir. Formül basittir: “Hata yapma, gerekirse ezberle, ama sana sorulduğunda mutlaka doğruyu söyle. Bilmiyorsan sus. Unutma üç yanlış bir doğruyu götürür!

Sadece okul yıllarında değil iş hayatında da tartışmalara katılımın düşük olması bundandır. Birçok insan hata yapma korkusuyla ağzını açmaya, adım atmaya korkar. Bu anlayış sorumluluk almaktan çekinen, bildiğini söylemeye ürken, itaatkâr, heyecansız ve risk almayan bireyler yetiştirir. Oysa son yıllarda öğrenme üzerine yapılan çalışmalar bu görüşün tam tersini söylüyor. Araştırmalar hata yapmaktan çekinmeyen, tartışmalara katılan öğrencilerin daha başarılı olduklarını kanıtlıyor. Modern öğrenme teorisine göre artık “üç yanlış bir doğruyu götürmüyor.” Bu sadece okullar ve öğrenciler için değil, yetişkinler ve şirketler için de geçerli. Eğer bir ortamda hiç hata yapılmıyorsa bu ortamlarda katılım yoktur. Kimse yeni bir denemede bulunmuyordur. İnsanlar statükoları sorgulamıyor, seçenekleri zorlamıyorlar, bilineni aşmaya çalışmıyorlardır. Bu ortamların enerjisi düşüktür.

Oysa hata yapmaktan korkmadığımızda çocuklar gibi özgür, cesur ve yaratıcı oluruz. Zihnimiz sürekli farklı, yaratıcı yolları dener.  Defalarca Yenildim Bu Yüzden Başardım Eğer birlikte çalıştığımız insanların daha fazla inisiyatif almalarını, daha fazla yönetime katılmalarını, ellerini taşın altına koymalarını, daha çok deneme yapmalarını, yenilikçi yollar bulmalarını ve girişimci olmalarını istiyorsak çalışanlara “hata yapma hakkını” tanımamız gerekir.

Bir konuda başarısız olmak en iyi öğreticidir. Başarısız her deneme, başarıya giden yolun en iyi rehberdir. Bu anlamda hatalar bir merdiven işlevi görür. Yaptığımız hataların üzerine basarak bir üst seviyeye çıkarız. Biz en çok hatalardan öğreniriz. Kötü bir yönetim altında çalışanlar bir işin nasıl “yönetilmeyeceğini” çok iyi öğrenirler. Yanlış bir ürün, doğru bir ürüne giriş dersi niteliğindedir. Neyin olması gerektiğini anlamak için neyin olmaması gerektiğini anlamak gerekir.

Harvard Business School öğretim üyesi Amy C. Edmondson pek çok organizasyonda liderlerin iki temel yanlış yaptıklarını söylüyor: “Birincisi hataların toptan kötü olduğuna inanmak ikincisi ise hatalardan öğrenmenin kendiliğinden gerçekleşeceğini zannetmektir.”

Edmondson’a göre  bir projenin başında ne kadar çok hata yapılırsa o kadar çok alternatif de denenmiş olur.  Her yanılgı aslında yapılan işi gözden geçirme fırsatı sağlayacağı için paha biçilmezdir. Ancak bir işyerinde yapılan hatalar kendiliğinden öğretici dersler çıkarmaz. Hatalar kendi başlarına öğretmen değildir. Bir hata olduğunda, “Prosedürler yanlıştı.” ya da “Zamanlama yanlıştı.”, “Biz yaptık ama başkaları anlamadı.” şeklinde yaklaşmak hatalardan öğrenmek anlamına gelemez. Hatalarla ilgili genellemeler öğrenmeyi sağlamaz.

Hatalardan öğrenip ilerlemek için bu hataların nasıl ele alınacağının, nasıl değerlendirileceğinin bir sistemi olması gerekir.

Hatalardan öğrenmek için akıllı bir sorgulama ve iyileştirme sistemi kurmak gerekir.

1- Öncelikle hatanın ne olduğunu doğru tarif etmek gerekir. Hata nedir? Nerede olmuştur? Kim yapmıştır?

2- Hata nasıl oluşmuştur? Hangi eksiklik-fazlalık hataya neden olmuştur? (Bilgi eksiği, dikkatsizlik, sistematik bir eksiklik, kontrol eksikliği, kötü niyet, aşırı telaş-hız, fazla karmaşık sistemler…)

3- Hatanın etkisi ne olmuştur? Hata kime-neye, nasıl bir zarar vermiştir? Hata hangi sonuçlara yol açmıştır?

4- Hata nasıl telafi edilecektir? Hatanın neden olduğu sonuçlar nasıl giderilecektir?

5- Hatanın bir daha tekrarlanmaması için hangi önlemleri almak gerekir? Ne yaparsak hata tekrarlanmaz?

6- Hatadan ne öğrenilmiştir? Bu durumdan çıkarımımız nedir?

7- Yapılan hata, hatanın etkileri, hangi iyileştirmenin yapıldığı, çıkarılan dersler şirketteki bütün çalışanlarla paylaşılmalıdır.

Ancak böyle bir yaklaşımla hatalardan ders almak ve bu dersi herkesin kullanımına açmak mümkün olur.

Daha başarılı ve daha anlamlı bir hayat için yeni yollardan gitmeye,  hata yaptığımızda hem bunlardan ders almaya hem de bunları açık yüreklilikle paylaşmaya ihtiyacımız var. B. Shaw’ın dediği gibi, “Hiç bir şey yapmadan yaşanacak bir ömür yerine hata yaparak yaşanacak bir ömür daha faydalı ve daha şereflidir.”

temelaksoy

2024 yılına sadece sayısı günler kaldı. Yeni yılla birlikte herkesin geleceğe yönelik umutları da hayâlleri de artıyor. 2023 yılından herkesin beklentisi farklı oluyor. Yeni yılla birlikte hayatınızı ve bakış açınızı değiştirmek istiyorsanız şimdi tam sırası. 2024 yılında bambaşka biri olmak ve adeta yeniden doğduğunuzu hissetmek istiyorsanız hayatınızda bazı küçük değişiklikler yapabilirsiniz. 

Hayatınızdan sıkıldığınızı ve mutsuz olduğunuzu düşünüyorsanız büyük bir değişim için harekete geçmeniz gerekir. 2024 yılına sayısı günler kala yeni yıla yeni düşüncelerle ve yeni hayatınızla başlayabilirsiniz. 2024 yılı ile birlikte hayatınızda yolunda gitmeyen ne varsa hepsinden uzaklaşın ve düşüncelerinizi arındırın.

1- SAHTE ARKADAŞLARDAN KURTULUN 

Her insanın sosyal medya hesabından binlerce arkadaşı var. Onları şahsen tanımasanız bile hayatlarını her an takip ediyorsunuz. Birbirinizin resimlerini beğenseniz de aslında onları umursamıyorsunuz.2024 yılında hayatınızda yeni bir başlangıç yapmak istiyorsanız bu sahte arkadaşlardan kurtulun. Onları hemen şimdi arkadaş listenizden silin. Orada olması gerektiğini bildiğiniz ama iletişimde olmayacağınızı veya ilgilenmeyeceğinizi düşündüğünüz kişileri de kendinizden uzaklaştırın. Sadece gerçek dostluklara hayatınıza yer verin.

2- BESLENME LİSTENİZE DİKKAT EDİN 

2024 yılı ile birlikte artık tamamen sağlıklı beslenmeye başlayın. Evinizde bulunan ne kadar sağlıksız besin varsa hepsini tüketmeyi acil olarak bırakın. Mutfağınızda her zaman sevdiğiniz yiyecekleri pişirin. Sağlıklı besinlerden oluşan dengeli bir beslenme programı oluşturun. Yüksek proteinle atıştırmalıkları tüketmeye özen gösterin. Böylece öğün aralarında sağlıklı besinler tüketerek kendinizi iyi hissedebilirsiniz.

3- KİŞİSEL BAKIMINIZA ÖZEN GÖSTERİN 

Kişisel bakım dediğimizde profesyonel ve pahalı yöntemlerden bahsetmiyor. Kendiniz için bir bakım rutini oluşturun ve kendinizi şımartın .Kendinizi şımartmak için pahalı cilt bakımına veya tatillere yatırım yapmanıza gerek yok. Cildinize her gün yıkayıp nemlendirmeniz bile iyi hissetmenize yardımcı olur. En sevdiğiniz kitabı okuyarak da harika bir dinlenme programı oluşturabilirsiniz. Kendinizi önemseyin ve hayatınızı renklendirin. Her gün 45 dakika yürüyüş yaparak zinde ve enerjik hissedin.

4- İŞİNİZİ SEVİN 

Bazı zamanlarda çalışmak çok zor gelebilir. Ancak 2024 yılı ile birlikte işinizi sevmeye başlayarak başarılı olabilirsiniz. Para kazanmak için her zaman çok çalışmanız gerek. İşinizi severek para kazanmaya başladığınızda çalışmanın zorluklarını görmezsiniz. Yalnızca size iyi para kazandırdığı için bir işe gitmeyin, ilgilendiğiniz bir şey yapın. Sevmediğiniz bir işi sırf para kazanmak için yapmaya çalıştığınızda kendinizi tükenmiş ve mutsuz hissedebilirsiniz. Eğer işinizi sevmiyorsanız hayatınızı buradan değiştirmeye başlayın.

5- İNSANLARLA BARIŞMAYI ÖĞRENİN 

Kin ve nefret duygusu hayatınızdaki güzellikleri görmenize engel olur. İçinizde birikmiş öfke ve kırgınlık olduğunda, kendinize hayal kırıklığı içinde yaşamaya zorluyor olabilirsiniz. Birini hatalarından dolayı bağışladığınızda, acı duygular yaşamadan gitmesine izin verebilir ve yolunuza devam edebilirsiniz. Ne yaşanmış olursa olsun insanları affederek ve onlarla barışacak olumsuz düşüncelerden kurtulabilirsiniz. Öfkeden ve kinden arındığınızda hayatınızı yeniden doğmuş gibi yaşayabilirsiniz.

POSTA

Sevgiyi Bulmak Kendinizi Bulmak Demektir

Birçok kadın, hayatlarında sevgiyi bulmaya uzun zamandır hasret olmakla birlikte, onu bulmak için önce kendilerini bulmaları gerekir. Ana Moreno tarafından Aşka Aç adlı kitap, aşağıdaki makalede olduğu gibi bu konuyu tartışıyor. Bir kadın olarak, sormak istiyorum: neden bir partnere ihtiyacınız var? Kayıp olduğunuzu düşündüğünüz bir bölümünüzü tamamlamak için mi? Boşluğu doldurmak için? Çünkü yalnız kalmaktan mı korkuyorsunuz? Bekar olduğunuzda neden çaresiz hissediyorsunuz? Zaten bilmiyorsanız, size bir partnere sahip olmanın sorunların hiçbirini çözmeyeceğini söyleyeceğim. Hatta onları daha da kötüleştirebilir.

Birbirine bağımlılık biçimi olarak bir ilişki sunmak yalnızca duygusal başarısızlığa yol açacaktır. Bilinçli bir ilişki varsa, ancak sağlıklı bir ilişkiniz olabilir.

Gerçek aşk içinizden gelir

Kadınların sevildiklerini hissetmeye ihtiyaçları vardır, ancak gerçek aşk içinizden gelir. Kendini seven bir kadın sevgi yayar ve sevgi alır. Düşünsenize: zaten ona sahip değilseniz, yaşamınız için bir şeyler çekemezsiniz.

“Aşkı bulmak için asıl yol, sevgiden geldiğinizi bilmek ve bunu beklentiler olmadan tüm dünyayla paylaşmayı seçmektir.”

– Ana Moreno

Sevgiden yapılmış hissetmiyorsanız, sizi tamamlamak için başkasına ihtiyacınız olduğunu düşünürsünüz, ama bunu yaparken başkasına karşı sahiplenici bir hal alacaksınız, çünkü onlar olmadan bir hiç gibi hissedeceksiniz. Ama bu bencilce ve sevgi ve bencillik birbiri ile uyumlu değildir. Çektiğiniz her şeyin, sunmanız gereken her şey olduğundan emin olmak daha da önemlidir. Eğer olmadığınız biri olmaya çalışırsanız, otantik bir kişi bulamazsınız. Kendinize gerçek sevgi ve saygı göstermiyorsanız, kendine ya da siz de saygı duymayan birini bulacaksınız .

“Sevgi bulmak, başka birisini bulmak anlamına gelmez; aksine, kendinizi bulmanız demektir, çünkü siz sevgisiniz. Zaten kendi içinizde sevgiye sahip olduğunuzu kabul ettiğinizde, aşk hayatınızda, sizinle aynı nitelik ve yoğunluğa sahip olacak.”

– Ana Moreno

Kendini bulmak için asla geç değildir

Bir partner bulamasanız ya da bulunduğunuz ilişkiden memnun değilseniz bile, kendinizi bulmak, aşkı başka yerlerde aramak yerine kendi içinizde geliştirmek için asla geç değildir. Ana Moreno için sevgi, dürüstlük ve takdirle hareket etmek kadar basit bir şey; sunmanız gerekeni paylaşma ve kendinizi başkalarına vermek.

Sevgiyi anlama biçimi ile ilgili en iyi şey, kendinizi bütün hissetmek için başkasına ihtiyaç duymamanızdır. Sevgi bulmaya, başkalarının sizi nasıl gördüğüne veya başkalarının kendi ihtiyaçları ve bağımlılıklarına dayanarak nasıl davrandıklarına bağımlı olmazsınız. Bu, öz saygınızda, kişisel gelişimde ve kendi değerlerinizin keşfedilmesinde önemli bir egzersizi tamamlamayı gerektirir, çünkü yalnızca kendinizi tanıdığınız zaman kendinizi sevebilirsiniz.

“Kendinizle ne kadar iyi birlikte olursanız, hayatınız o kadar iyi olacaktır. Başka insanların sizi nasıl gördüğünün bir önemi yok.”

– Ana Moreno

Kimsenin sizi tamamlamasına ihtiyacınız yok

Yeterlisiniz. Kimsenin sizi tamamlamasına gerek yok. Eşiniz kendinize daha iyi bir örnek olmanıza ve size en iyisini sunmanıza yardımcı olabilir. Birlikte bir hayat kurabilir ve birlikte gelişebilirsiniz. Ancak eşinize bağımlı iseniz ve/veya eşiniz size bağlı ise, siz sadece birbirinizi aşağı doğru sürükleyeceksiniz.

Aşk hayatınıza başkasından gelmeyecektir. İçinizden yükseldiği zaman onu kendinize çekeceksiniz.

Kendinizi bilmek, hayatınızda sevgi yaratmak için yeterlidir. Başkalarını memnun etmeye ya da onların istek ve arzularına göre hareket etmeye çalışmak gibi yararsız eylemler üzerine gayretlerinizi harcamaktan kaçınmalısınız. Başkası olmaya çalışmak, öyle gözükmese bile, sizi ya da başkasını mutlu etmeyecektir. Eğer öncelikli olarak başkasını mutlu etmek için kendi ihtiyaçlarınızı düşünmeden uğraşırsanız, kendinizi daha boş ve daha eksik hissedeceksiniz.

“Hayattaki en büyük mutluluk, sevmek ve sevilmektir” demiş George Sand takma adıyla bilinen yazar ve tiyatro yazarı Amantine.

Başkalarıyla yalnızca sahip oldukları karakterler aracılığı ile değil, aynı zamanda bize ne kattıkları için de bağlantı kurarız. Ancak, sevginin mutluluğa bağlı olması için, bunu nasıl başarılı bir şekilde yapacağınızı bilmeli ve buna gerçekten gönül vermelisiniz. Sevgi sözcüğü, dilimizde oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu sözcük, insan olarak yaşayabileceğimiz en önemli duygulardan bazıları ile ilişkilidir: içten gelen bir şefkat, sadakat ve başka birine olan bağlılık hissi. Dünyada ne kadar insan varsa, o kadar farklı sevgi anlayışı da vardır. Ama nasıl anladığımızdan bağımsız olarak, gerçekten nasıl seveceğimizi biliyor muyuz? Bu hayatta yaptığım ya da söylediğimiz her şey sanki sevgi ile bir mücadele şeklinde geçiyor. Buna inanmak istemesek bile, her zaman gelişim ve değişim için bir yer vardır.

Nasıl seveceğimizi biliyor muyuz?

Neredeyse herkes, nasıl sevmesi gerektiğini bildiğini düşünüyor. Birinin duygularını hissetmenin yeterli olduğunu düşünüyoruz, ama gerçek aşkın, bir bahçe ile ilgilenmek gibi bir şey olduğunu unutuyoruz bazen. Bu bahçeyi her gün sulamamız, toprağını tazelememiz ve buna özen göstermeniz gerekir ki böylece çiçekler büyümeye devam edebilsin. Hiç kimse rahat bir hayat sürme cazibesinden kaçma becerisini gösteremez ama sevgi, bu cazibeye karşı direnmenin bir yoludur. Büyük meseleleri tartışmayı, sağlıklı sınırlar koymayı ve paylaşılan bir mutluluğu teşvik etmeyi içerir.

Sevmek bir sanat mı? Buna inanan insanlar, aynı zamanda, sevginin bilgi ve çaba gerektirdiğini de bilir. Yoksa şans eseri hissettiğiniz hoş bir his ya da bir gün sokakta bulabileceğiniz bir şey midir sevgi?

Erich Fromm tarafından yazılan Sevme Sanatı (The Art of Loving) adlı kitap, çoğu insanın, sevginin bir şans işi olduğunu düşünmesine rağmen, aslında bir sanat olduğunu öne sürüyor.

Bu durum, insanların, sevginin önemli bir mesele olmadığını düşünmedikleri anlamına gelmez. Gerçekten, hepimiz sevgiye aç ve muhtacız. Hem mutlu hem talihsiz aşk hikayelerini anlatan sayısız film izleriz. Kulağımızda çalan bir aşk şarkısı hep vardır. Ama neredeyse hiç kimse, sevmeyi öğrenmenin de gerekli oluğunu düşünmez.

“Arkadaşlık en saf aşktır. Hiçbir şeyin sorulmadığı, şartsız koşulsuz, bir kişinin sadece fedakarlık yapmak istediği en yüksek sevgi şeklidir.”

– Osho

Sevmeyi nasıl öğreniyorsunuz?

İnsanlar, para ya da statü gibi bazı maddi faydalar sağlayabildikleri takdirde, sadece bir şeylerin öğrenmeye değer olduğunu düşünmektedirler. Peki ya ruhun yararına olan şeyler ne olacak? Sevmeyi öğrenmek mümkün mü? Hissedebileceğiniz ama dokunamadığınız bir şeyi öğretebilir misiniz?

Modern toplumumuzda, çoğu insan bu yazının başlığına bakıp okumaktan vazgeçip, sevginin yaşamın anahtarı olduğunu fark etmeyecektir.

Her sevgi teorisi, insanın varoluşu ile başlamalıdır. Sevgi bir eylemdir ve bu nedenle, sabit olmaktan daha ziyade süreklilik arz eder. Kendi hayallerini gerçekleştirmeyi ve sağlıklı ilişkiler kurmayı öğrenmek için sevmeyi de öğrenmelisiniz.

Sevginin Sanatı Kitabına göre Nasıl Sevmeliyiz?

Sevgiyi başlangıç ​​seviyesinin ötesine taşımak için, Sevgi Sanatı adlı kitaptan 5 önemli alıntı yapacağız:

  • Kendiniz olun. Tamamen homojen bir dünyanın yanılsaması altında yaşıyoruz. Buna uyum sağlıyoruz çünkü bir ilişki kurmanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyoruz. Ancak, samimiyet ve özgünlükten gelen bir güç ile ilişkilerimizi yaşama ihtimalimiz de var. Ancak o zaman kendimizi, bize dayatılan kimliklerden ve geleneklerden kurtarabiliriz.
  • Size her şeyini verecek birini bulun ve siz de onlar için aynısını yapın. Aşk, sevgi; bunlar fedakarlık ister. Canlılık, güç ve kudret ile doludur ve bizi mutluluğa götürür. Ama tüm bunlar, kendimize duyduğumuz saygımız çerçevesinde vuku bulmalıdır. Bu bakış açısını paylaşan birini bulursanız, birbirinize çok mutlu edersiniz.
  • Eşinizi tanımaya zaman ayırın.Yazar Fromm, çiftlerin birbirlerini tanıdıklarını düşündüklerini, ama aslında bunu tam anlamı ile yapamadıklarını ifade ediyor. Sahip olduğumuz her deneyim, bizi bir şekilde etkiliyor. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Eğer eşinizi daha yakında tanıma isteğinizi canlı tutarsanız, bu bir rutine girmeyecektir.
  • Ne tür bir sevgi alış verişinde bulunmak istediğinizi bilin. Pek çok farklı tür var ve hangisinin size daha yakın olduğunu bilmek, sahip olduğunuz ilişki türünü de belirleyecektir. Bununla birlikte, hiçbir şey olgun ve bilinçli sevgiden daha iyi değildir. Bu sizin nihai hedefiniz olmalı: kendileri olmayı sürdürebilen, tek bir vücuttaki iki insan misali.
  • İlişkide karşılaştığınız zorlukları ve anlaşmazlıkları kabul edin. Aşk bir çatışmazlık hali değil, daha çok, karşılaştığınız zorluklara birlikte göğüs gerdiğiniz bir yolculuktur.

Daha çok sevin

Sevgi için sadece bir çaremiz var: daha çok sevmek. Kalbiniz kırıldığı zaman, cesaretinizi hiçe sayıp, bir köşede saklanmak yerine, hayata yeni bir bakış açısı ile geleceğe odaklanın. Sevgi, saygı ve sorumluluk çerçevesinde, yaratıcılık, merhamet ve özgünlükten yararlanan bir süreçtir. Daha çok sevmek, hayatın tüm sorunlarına sunulabilecek bir çözümdür.

“Karanlık, karanlık ile değil, sadece ışık ile yok edilebilir. Nefret, daha çok nefret ile değil, sadece sevgi ile yok edilebilir.”

– Martin Luther King, Jr.

Psikolog Fátima Servián Franco

Size ilgi göstermek, sizi aklında tutmak konusunda endişelenmeyen ancak buna rağmen sizi kaybetmemek için aranıza koca bir çit ören insanlar vardır. Sevgi gibi asil bir şeyi talep eden ve bozan, gözyaşlarını artıran, bağımlı kişiliklerin egolarına dayalı olarak ortaya çıkan ilişkilerdir bunlar. Sevdiğimiz kişinin bizden uzak olması korkusu, her şeyin ötesinde, kendine güvensizlik demektir ve bazen partnerini sahip olduğu bir eşya gibi görmeye kadar gidebilen tehlikeli bir fikirdir. Korkunun herhangi bir türüne dayalı olan tüm ilişkiler eninde sonunda kaçınılmaz olarak acıya sebep olur.

Bazı insanlar size nasıl ilgi göstereceğini bilmez, üzüntülerini anlayamazlar ya da çok kez hayal kırıklığı yaratırlar. Ancak şunu unutmayın: onlar sizi akıllarından çıkarabiliyorlarsa, siz kendini aklınızda tutmayı ihmal etmeyin. Kalbinizi dinleyin ve kendinizle ilgilenin.

Tuhaf görünse de, bu tür ilişkileri sürdüren çiftler vardır. Sizi, öz-sevginizi koruyarak, sebepleri bilerek nasıl doğru davranabileceğinizi anlamaya davet ediyoruz.

Bağımlı kontrolcü ve merhametli kişi

World of Psychology dergisinde yayınlanan ilginç bir makalede, iki farklı kişilik türü tanımlanıyor. Bu tanımlar, bir tarafın kontrol ettiği, diğer tarafın da buna izin verdiği, zamanla stabil hale gelen ilişkinin profilini harika bir şekilde çıkarıyorlar. Temel özellikler şöyle sıralanıyor:

  • Bağımlı kontrolcü, bağlılığı bir tür bağımlılık olarak deneyimliyor. Baskın olma ihtiyacının arkasında kendine güven eksikliği yatıyor. Bu yüzden, karşılarındaki kişiyi pasifleştirmek ve ağlarının altına almak için stratejiler belirliyor, savunma mekanizmaları kuruyorlar.
  • Bağımlı kontrolcü tarafından hissedilen anksiyete o kadar yüksek ki, tek bir “mikrodünya”nın var olması için kendi alanları yok oluyor. Bu ortak dünya, güvensizlikle, suçlamalarla ve negatif duygularla dolu.
  • Merhametli kelimesinin İngilizce’deki kökenleri Latince dilinden geliyor ve “paylaşılan acı” anlamını taşıyor. Merhametli olan kişi partnerine olan bağımlılığının ve onun kaybetme korkusuyla ortaya çıkan kontrolcülüğünün farkında.
  • Ancak buna rağmen onu sevmekten ve kendisinden önce ona öncelik vermekten vazgeçemiyor. Oldukça bariz bir acı döngüsünün içine hapsolup çürüyen karmaşık ilişkiler.

Her şeyden önce kendinize iyi bakın

Hem kontrol etme ihtiyacı hem de bağımlılık, ilişkide dengesizliğin lehinde olan iki kısıtlayıcı faktör. Sevgi dolu ilişkiler karmaşık olduğu belli ve bunu hepimiz biliyoruz. Ancak aslında, karmaşıklığın ilişkilerden değil de ilişkideki insanların özelliklerinden kaynaklandığını söylemeliyiz. Kontrol etme ihtiyacı duyan insanlar, sevmenin böyle bir şey olduğunu düşündükleri için bu ihtiyacı hissediyorlar. Diğerleri ise partnerlerini gerçekten seviyorlar ancak yeterli şekilde karşılık vermeleri için gereken duygusal yeteneklerden yoksunlar. Tüm ilişkilerimizde “istek” yerine “mükemmelliğe” öncelik vermemiz önemli. Bunu yapabilmek için ise aşağıdaki stratejileri uygulamakta fayda olabilir:

Kendini sevmek, sonsuza dek sürmesi gereken bir ilişki

Kendinizle ve ihtiyaçlarınızla ilgilenmeyi hiçbir zaman unutmamanız çok önemli. İşin tuhafı, The Journal of Personality and Social Psychology dergisinde yayınlanan bir çalışma, gençlerin,öz-saygılarının 60 yaşındaki insanlara göre daha az olduğunu ortaya koydu.

Kendinize duyduğunuz saygı, kendinizi bilmeniz ve iyi bir duygusal yönetim, size, sizi aklından çıkaranları, sizle ilgilenmeyenleri, size hak ettiğiniz dikkati vermeyen, göz yaşlarınıza değmeyen kişileri hatırlatacak. Bu yüzden mutluluklarınızı başka bir yere taşımakta tereddüt etmeyin.

Zaman, her parçamızı bir bir yerine koyarken, deneyim de daha dengeli ve soğukkanlı bir şekilde olgunluğa ulaşmamız için bizi şekillendiriyor gibi görünüyor. Ancak önemli olan hayatın her aşamasında yer alan her bir dönemin keyfini çıkarmak ve kendimizle kurduğumuz öz-saygı denilen o bağı güçlendirmek için daha özgüvenli bir şekilde yürümek.

Bilinçli bir duygusal ilişkiye evet deyin

Yürüyen ve bizi mutlu eden ilişkiler duygusal olarak olgundur ve farkındalıkları yüksektir. Gizli korkular, güvensizlikler ya da partnerin kişisel alanına müdahale olmadığı için kontrol etme ihtiyacı da yoktur. Bilinçli ve olgun insanlar, eksiksizliklerini paylaşırlar. Bencilliğin gölgesini yanlarında taşımazlar, başkalarının doldurmasını bekledikleri boşlukları yoktur. Olgun ilişkiler sevgiyle yürür, partnerler aynı anda hem özgür hem de ortak bir projenin parçasıymış gibi hissederek, kendi gelişimlerini akıllarında tutmayı göz önünde bulundurabilirler.

Sonuç olarak, birinin bizden sürekli bir şeyler talep ettiği, bizi kontrol ettiği ve bizi düşünmediği hissi romantik ilişkilerin dışındaki ilişkilerde de ortaya çıkabilir. Ailemiz ya da arkadaşlarımız da aynı davranışları gösterebilirler. Harekete geçin, alanınızı koruyun, haklarınıza sahip çıkın ve her şeyin ötesinde, saygı bekleyen kalbinizin sesini duyun. Kendinize iyi bakmanız esastır. Kendinize duyduğunuz saygıya da iyi bakın çünkü kimse söz konusu kendisiyle ilgilenmek olduğunda cimri davranmamalıdır.

Bazen Tükenen Aşk Değil Sabırdır

Bazen tükenen aşk değil, sabırdır. Her türlü zorluğa karşı gelen ve her zaman olağandan daha fazlasını veren sabırdır yitip giden. Öyleyse, aralarında hayati ve sevecen bir bağ kuran, hatta gelecek planları yapan çiftler; kendi sabırlarını yitip bitirmeden nasıl yaşayabilirler?

Sabır, ilişkilerimizdeki temel bir unsurdur. Bugün, yarın ve gelecekte yapacağımız olası hataları affetmemizi sağlayıp, her şeyin daha iyi olacağına dair umutlarımızı biraz daha yeşertir.

Ancak zaman zaman, gerçeklik, biz daha neyin ne olduğunu anlayamadan, kendiliğinden acı sonuçlar ile ortaya çıkar. Artık sabrımız kalmadığında, kalbimiz yaşadıklarımızı öylesine sineye çekemez, daha önceden göremediğimiz tüm yüklerden kendimizi kurtarmamız gerekir.

İnsanlar sabretmenin bir erdem olduğunu söyler. Bununla birlikte, sabrımızın sınırlarının olduğunu bilmek gerekir. Bütün hayatımızı sabrederek yaşayamayız. Her gün hakkımızın yendiğini görerek rahat rahat yaşayamayız ve karşılıklı anlayış,, önem, sevgi ve kabullenme gibi temel insanı ihtiyaçlarımızın göz ardı edilmesine katlanamayız.

Evet, aşk, uzlaşı, özgür irade ve sabır gerektirir… ama bunun da bir sınırı vardır.

Aşkta, sabır dinginlik değildir

İnsanların, bekledikleri zaman kendileri için daha iyi fırsatların ortaya çıkacağı inancı ile, kendilerine mutluluk veren hisleri erteleme yetisidir sabır. 

Sabır, aynı zamanda kontrolümüzün olduğu ya da olmadığı hoş olmayan durumlara karşı tolerans gösterme yeteneği olarak da tanımlanabilir. 

Ancak bazen, sabır bir yükümlülük haline gelir. Belki de işler istediğimiz gibi gitmez ama elden ne gelir ki? O yüzden sabırlı olmakta yarar var. ‘Sevgilim bana neden böyle davranıyor hiç anlamıyorum. En iyisi beklemek, sabırlı olmak çünkü onu değiştiremem…’ 

Meselenin özü burda yatmaktadır. Herhangi bir durumu daha iyi analiz etmemize yardımcı olabileceği için, sabırlı olmayı birinci erdemimiz olarak seçebiliriz. Nasıl gözlem yapacağımızı ve bu gözlemlerimizi hayatımıza nasıl yansıtacağımızı sabır yolu ile öğreniriz.

Dolayısıyla, bu iç sürecimiz gerçeği gerçekten olduğu gibi görmemizi sağlamalıdır.

Ancak, sabırlı insan aynı zamanda pasif bir insan da değildir. Pasif bir insan, hoşgörüyü bir yaşam biçimine dönüştürüp, kendi iç dünyasının aslında ne kadar kırılgan olduğunu en nihayetinde kendi kendilerine öğrenene kadar istismar edilmeye izin verir. Bu, hayatta kimsenin yapmaması gereken bir şeydir.

Pasif değil, sabırlı olmanın faydaları

Romantik bir ilişkiye başlandığı ve bu ilişkinin sürdürülmesi zamanı geldiğinde, sabır, ortaya çıkarılması gereken günlük yaşamın temel esaslarından biri haline gelir. Açıkça görülüyor ki, sevdiğimiz insanın her türlü yönünü, hal ve davranışını ya da gelenek ve göreneklerini çekici bulmamız için herhangi belirli bir neden yokken, böyle hissetsek bile mantıksız hareket etmemiz için de bir neden yoktur.

Sabırlı insanlarız çünkü sevginin gerektirdiği özellikler içerisinde sabretmek ve hoşgörülü davranmak da vardır. Her ilişkinin rayına oturmasının, görüşlerin karşılıklı olarak kabul görmesinin ve her bir bireyin ihtiyaçlarının anlaşılmasının gerçekleşmesi için de zaman gerektiğini biliyoruz.

Sabır karşılıklı olmalı ve neredeyse sanki bir fiziksel aktivite gibi her gün icra edilmelidir. “Sana saygı duyduğum ve seni sevdiğim için sabretmem gerekiyor. Çünkü seni yetişkin bir birey olarak kabul ediyor ve sevmenin hem farklılıklarımızı hem de ortak yanlarımızı takdir etmek olduğunu biliyorum.”

Bu durumda, sabırlı olmak aynı zamanda duygusal açıdan da netlik gerektirir. Sınırlarımızın nerede olduğunu ve ne tür durumların bir nevi sabrımızı test ettiğini bilmemiz gerekir.

Bencillik içeren talepler ile karşı karşıya kalındığında, pasif bir hal ve tutum içerisinde olmaya gerek yoktur. Eksikliğini hissettiğimiz şeylere gözümüzü kapamamalı ya da bu eksikliklerin verdiği acılara karşı duyarsız olmamalıyız. Hafife almak, hor görmek ve bunun gibi sonradan anlaşılan suistimal edilme durumlarının hepsi aşağılayıcı ve küçük düşürücü sözcüklerle açığa çıkar.

İşte bu noktada, sabır yetimiz işe koyulmalı ve gizlenen gerçekler gün yüzüne çıkarılmalıdır.

Sabrımız tükenince ne olur?

Sabrımız tükendiğinde, yerini hayal kırıklığı alır.

Artık bu noktadan sonra, sevgilimizle sorunu tartışmalı, tüm eksi ve artıları ile gün yüzüne çıkarmalı ve hissettiğimiz ya da istediğimiz ne varsa söylemeliyiz. Sorundan kaçmaya çalışmayın. Eğer bu ilişki bizim için bir şeyler ifade ediyorsa, tekrar mutlu günlere dönmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

Sonuçta, bir ilişkideki eksik yanları gidermek ve insana zarar veren kısımları geride bırakarak gelişim göstermek adına, her iki kişi de çaba sarf etmelidir. Şayet bir taraf diğerinden daha çok çabalıyor ve ötekinin yaptığı sadece mazeret üretmek oluyorsa, sabrın da bir sonu vardır ve o son, uçsuz bucaksız bir hayal kırıklığı ile sonuçlanır.

Sabretmek bekleme yeteneği değil, daha iyisini hak ettiğimizi anlama becerisidir.

Kişisel İlişkilerde Güç Mücadeleleri

İlişkilerde iki partnerin de güç sahibi olması gerekir. Kararlar almanız gerekir ve çoğu zaman insanlar aynı ihtiyaçları, tercihleri ya da arzuları paylaşmazlar. Bu tip durumlarda güç mücadeleleri kendilerini gösterir.

İlişkilerde güç hassas bir konudur. İki partner de, bunu fark etseler de etmeseler de, diğer partnerin karşısında baskın bir pozisyonda olmak ister. Diğer yandan, güç mücadeleleri çiftleri paylaşılan sorumluluklar, samimiyet ya da cinsel ilişki gibi birçok açıdan etkileyebilir. Bir ilişkide, güç mücadeleleri kötü olması şart olmayan gerginliklere yol açabilir. Problem; bu gücü elde etmek için kullanabileceğiniz stratejiler yaralayıcı olduğunda ya da diğer kişi üzerinde baskın olan kişi bu baskınlığını ilişkinin iyiliği için değil de kendi çıkarları doğrultusunda kullandığında ortaya çıkar.

İlişkilerde Güç Mücadeleleri

İlişkilerdeki çiftler dinamik varlıklardır ve kendilerini sürekli bir karşılıklı değişim sürecinin içerisinde bulurlar. Genel olarak sosyal bağlamda, spesifik olarak ise sevgi bağlamında ikna etme ya da baskınlık durumları güç mücadeleleri olduğuna işaret edebilir. Çiftlerin güç mücadeleleri karmaşık olabilir. Değişimlere, beklentilere, arzulara ve ihtiyaçlara karşı hassastır. Diğer yandan, bir süre sonra iki partneri de rahat oldukları bir noktaya konumlandıran bir dengeye ulaşırsınız. Zaman zaman, kararları siz verirsiniz. Diğer zamanlarda ise partneriniz bu rolü üstlenir.

Örneğin, bir ilişkide, biriniz nereye tatile gideceğinizi, diğeri ise nerede kalacağınızı seçebilir. Tercihler ve bilginin birleştiği daha köklü çiftlerde bu tip etkileşimleri daha sık görebilirsiniz. Bunların tamamı kimin kime baskın olduğunu belirlemeyi karmaşık hale getirebilir. Birinin diğeri üzerinde baskın olması, ve bu kişinin üzerinde baskınlık kurulmasına izin vermesinin kötü bir şey olmadığını belirtmemiz de önemlidir. Problem, kişilerden biri sadece gücü elinde tutmak amacı ile diğerini incittiğinde ortaya çıkar.

İlişkilerde Güç Mücadeleleri ile İlgili Problemler

Genellikle, bir ilişkideki güç oyunları ilişkiyi dengede tutmaya eğilimlidir. Bundan dolayı çift kendisini spontane olarak düzenleme eğilimindedir. Belirli durumlar ile başa çıkmaktan hoşlanan insanlar bu dinamiğe tam olarak uyacaktır. Ancak, iki taraf da aynı tercihe sahip ise çatışmalar ortaya çıkabilir.

Bazen bu denge spontane olarak gelişmez. Aşağıda güç savaşının ilişki açısından problem yaratabileceği bazı durumları göreceksiniz.

“Sevmek, diğerlerinin mutluluğunda zevk bulmaktır.”

– Gottfried Leibniz

Durum 1. İki Baskın Partner.

Bazen iki taraf da yönlendirmeye alışıktır. Bu olduğunda daha fazla tartışma çıkması kaçınılmazdır. İki kişi de haklı olmaya alışıksa güçlerinin birazından vazgeçmek iki taraf için de karmaşık olacaktır. Eğer ilişkinizin benzer bir dinamiğe sahip olabileceğine inanıyorsanız bunu ele almanın bir yolu birbirinizi anlamak üzerinde aktif olarak çalışmanızdır. Bunun için empati gibi beceriler geliştirmeniz gerekecektir, ki bu beceriler çok yararlı olacaktır.

Durum 2. İki İtaatkar Partner.

Partnerlerin ikisi de ilişkiyi yönlendirmek istemediğinde rahatsız ya da çaresiz hissedebilirler çünkü ikisi de dizginleri ele alamaz. Bu kişileri güvensiz hissettirecektir ve uzun vadede ilişkiyi yıpratabilir.

Birçok durumda, bu problemi eğer ikiniz de düşündüğünüz şeyleri paylaşır ve mesela zaman zaman kontrolü elinize almak gibi bir anlaşmaya varmaya çalışırsanız çözebilirsiniz.

“Asla üstünde değil, asla altında değil, hep yanında.”

– Walter Winchell

İlişkilerde Güç Oyunları Hakkında Birkaç Söz

Güç oyunları genellikle bilinçsiz ve doğal bir şekilde gerçekleşir. Sizin için daha ilginç olan ya da hakkında daha fazla içgörü sahibi olabileceğiniz kararlara bağlı olacaklardır. Güç oyunları, cicim ayları sürecinden sonra çok daha fazla gerginlik yaratabilir. Bu, ilişkiye ne getirdiğinizi anlamaya başladığınız ve daha önce sahip olduğunuzdan daha fazla tercih oluşturmaya başladığınız o noktadır.

Eğer güç mücadeleleri sürekli kavgalar haline gelirse partneriniz ile birlikte oturup ilişkiye ikinizin de ne getirdiğinizi ve hangi argüman ya da stratejilerin geçerli olup olmadığını derinlemesine düşünmeniz ve bu konularda birbirinize hak vermeniz gerekir. Örneğin, diğer kişinin evi temizlemesini sağlamak ya da seks yapmak için duygusal şantaj yapmanın adil olmadığına karar verebilirsiniz.

Psikolog Alejandro Rodríguez

Bir şey bizi alaşağı ettiğinde genelde ne yaparız? Yanıt, kişiden kişiye değişir tabii. Bazı insanlar duygusal düzen stratejilerine diğerleri ise, öte yandan, olumsuz ve tehlike yaratan düşüncelere başvururlar. Eğer bir şey onların canını sıkar, üzer veya kızdırırsa, bu konu hakkında düşünmekten başka bir şey yapamazlar.

Aşırı düşünmek olumsuz duyguları ortadan kaldırmaya yardımcı olur mu? Kesinlikle hayır. Tam tersine. Aşırı düşünmekten elde ettiğimiz tek şey, yalnızca sorunlarımıza odaklandığımız ve sonuç olarak kendimizi daha kötü hissettiğimiz bir kısır döngüye girmektir. Sorun şu ki, faydasız bir kısır döngüye girdiğimizi ise her zaman fark edemeyiz. Bazı insanlar bu durumun diğerlerinden daha fazla farkında olsalar da, onu durdurmak için hiçbir şey yapmazlar – ya da yaparlar mı?

“Düşündüğümüz şey biziz. Olduğumuz her şey düşüncelerimizle ortaya çıkar. Düşüncelerimizle dünyayı yaratırız.”

– Buda

Bilişsel dikkat sendromu nelerden oluşur?

Bilişsel psikoloji, bir durumla ilgili bilgileri ve düşüncelerimizi işleme şeklimizin aslında duygusal deneyimlerimizi belirlediğini ileri sürer. Bu, “duygusal” düşüncelerimizi işleme şeklimizin refahımız üzerinde bir etkisi olduğu anlamına gelir. Ve söz konusu iç deneyimi ele almanın bazı yollarının diğerlerinden daha etkili olduğu söylenebilir. Bir şey hakkında üzgün ya da endişeli olan, ancak çözüm arayan ve zihnini rahatlatan bir kişi, zararlı fikirleri arasında sıkışan ve yarın olmayacakmış gibi konu hakkında aşırı düşünen biriyle aynı şekilde hissetmeyecektir. Bu son örnek, bilişsel dikkat sendromundan muzdarip olanların yaşadıklarını açıklar.

Bilişsel dikkat sendromu, kişinin kaybolmalarına izin veremediği olumsuz düşünce ve duygulardan oluşan bir modelle karakterize edilir. Peki bu neden olur? Çünkü bu döngüyü kronik ve değişmez hale getiren bir dizi bilişötesi süreç bulunur.

Bilişsel dikkat sendromunda bilişsel süreç

Bu sendrom, uzun uzadıya düşünme, endişe, sabit dikkat ve negatif mücadeleyi kapsayan bir düşünce modeliyle karakterize edilir. İlk olarak, dikkat temayülümüz bizi rahatsız eden uyaranlara veya durumlara sabitlenir. Dikkatimizi olumsuz olaylara odakladığımız zaman, onlar pozitif olaylardan daha olumlu bir hal alırlar. Böylece, birisi bize nasıl olduğumuzu sorduğunda aklımıza bir olayın olumsuzdan çok daha olumlu olması gerektiği gelir.

Ayrıca, bu olumsuz durumlar hakkında çok fazla düşünmeye devam ederiz, bu da karamsar düşüncelerden dikkatimizi başka yöne çekmemizi imkansız hale getirir. Son olarak, uygun duygusal düzen stratejilerinin yokluğu bu süreci önemli ölçüde sürekli kılar.

“Olumsuz düşüncelerin ve yıkıcı duyguların üstesinden gelmenin yolu, daha dayanıklı ve daha güçlü olan karşıt, olumlu duygular geliştirmektir.”

– Dalai Lama

Bu sendromun sonuçları nelerdir?

Olumsuz konular hakkında durmadan düşünmek depresyona ve anksiyeteye yol açabilir. Depresyon söz konusu olduğunda, bilişsel dikkat sendromu, bu bozukluğun karakteristik özelliği olan negatif bilişsel üçlünün (kendisi, dünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünceler) yoğunlaşması ve süresinin uzaması ihtimalini ortaya koyar. Bu yüzden, depresyondan muzdarip olan bireyler kendilerine “neden bu şekilde hissediyorum?” gibi sorular sorar ve çoğu zaman gerçekçi olmayan, olumsuz bir yanıt verirler. Örneğin, “bu şekilde hissediyorum çünkü zor bir zaman geçiriyorum, ama geçecek” demek yerine “çünkü tam bir başarısızlık örneğiyim de ondan” diye düşünürler.

Birey, bu süreci otomatik hale gelene kadar sürekli biçimde tekrarlar, bu da onu herhangi bir konunun olumlu yönlerini algılayamaz hale getirir. Öte yandan, kaygıyla ilgili olarak, muhtemel tehlikeler üzerine dikkat yanlılığı mevcuttur. Böyle bir durumda “Ya bu olursa?” gibi geviş getiren düşünceler bu “tehdit gözetimini” açığa çıkarır. Problem, bireyin sadece gelecekte karşılaşabileceği sıkıntılara odaklanması ve asla bu gibi durumlara karşılık bir çözüm arayışına girmiyor olmasıdır. Bu, bireyin anksiyete seviyelerini arttırır ve psikolojik müdahaleyi çok daha zor bir hale getirir. Buna ek olarak, birey bu gibi problemlerin ortaya çıkabileceği durumlardan kaçınmaya çalışır.

Bu, kişinin endişe veren ve asılsız deneyimlerin aksine gerçekçi olanları hayal edemiyor olmasının neden bu kadar zor olduğunu bize açıklar. Kısacası, bilişsel dikkat sendromu, bir şey bizi rahatsız ettiğinde hali hazırda zor bir eylem olan zihnimizi rahatlatma işlemine engel olur. Bu yüzden durumu kontrol altına almak ve refahımızı yeniden kazanmak için dinamiklerinin farkında olmak çok önemlidir.

Bir insan düşüncelerinin ürünüdür. Ne düşünürse, o olur.”

– Mahatma Gandhi

Psikolog Laura Reguera

Evde Olan 3 Çeşit Psikolojik Zehir

Sağlıklı bir ev belki bizi psikolojik olarak güçlü hale getiren en önemli faktörlerden biridir. Bunun tersi de olur: hasta bir ev bizi daha savunmasız yapar, zihnin ve bedenin hastalığa eğilimli olmasına sebep olur. Evde bazı psikolojik zehir türleri vardır. Ev kelimesi, sadece tipik bir aile, bir baba, bir anne, birkaç çocuk ve bir köpek değildir. Ev, ikamet ettiğimiz ve kardeşlerimizle, arkadaşlarımızla, ebeveynlerimizle, hatta evcil hayvanlarımızla ve ara sıra misafirlerle paylaştığımız bir yerdir.

“Hareket, yenilik, yeşillik, bebeklik dönemi olmayan bir evde yalnızlık vardır.”

– César Vallejo

Evde inşa edilen bağların kalitesi, duygusal sağlığımızın anahtarıdır. Birlikte yaşamanın olduğu yerde, çatışma da vardır. Ancak özellikle evde, gerçek psikolojik zehirlere dönüşebilecek herhangi bir davranış için kapıyı açmamalıyız. Bugün bu zehirli davranışlardan üçünü vurgulayacağız, bu davranışlar asla evimizin kapısından içeri girmemeli ve eviniz kesinlikle bunun içine kurulmamalıdır.

Psikolojik zehir 1: Bağırmak bir evi cehenneme çevirir

Bağırmakla ilgili kötü olan şey; olağandışı olarak başlamasıdır, ancak buna olan tolerans daha esnek bir hale gelir ve bu da bunun alışkanlık olması ile sonuçlanır. Eğer birisi onu desteklerse daha da fazla olmaya başlar. Hatta siz bile fark etmeden olur. Bugün siz bağırıyorsunuz çünkü ne dediğinizi anlamadıklarını düşünüyorsunuz, yarın da sizi çok iyi anladıkları için bağıracaksınız ya da bağırmazsanız hiç kimse sizi dinlemeyecek (ya da siz öyle düşünüyorsunuz).

Saldırgan olmaktan daha can sıkıcı görünen bağırma eyleminde, zehirli bir tohum büyümeye başlar: şiddetin tohumu. Bağırmak normal bir çatışmayı psikolojik olarak zararlı bir duruma dönüştürür. Bu, gücü göstermeye çalışan bir harekettir. Kelimelerin gerçek amacını bozmanın bir yoludur.

Hafifçe konuşmak da harika bir alışkanlık haline gelebilir. Bağırmamak ve size bağrılmasına izin vermemek, birlikte yaşamanıza güç katar; özsaygınızı, başkalarına olan saygınızı yükseltir ve kendinizi kontrol etmenize yardımcı olur. “Biz burada bağırmayız.”, her evde temel bir kural olmalıdır.

Psikolojik zehir 2: Sınırların olmaması

Birlikte sağlıklı yaşamanın büyük bir kısmı, başkalarının alanına saygı göstermeyi bilmeye bağlıdır. “Alan” dediğimizde sadece birine ait fiziksel yerler hakkında konuşmakla kalmıyoruz, bununla başlıyoruz.

Başkalarının eşyalarına ve kişisel çevrenin bir parçası olan yerlere tam bir saygı gösterilmelidir. Aynı şekilde, herkesin bu sınırları açık bir şekilde işaretlemesi ve herkesin bunları bildiğinden emin olması çok önemlidir. Müzakere edilip yapılabilecek bazı şeyler olabilir: bunu yapmak için doğru an gereklidir. Herkesin kişisel bir alana sahip olması ve burada özgür olması, kimsenin bu sınırı aşmayacağına güvenmesi gereklidir.

Fiziksel alanlara saygı göstererek, diğer insanların mahremiyetine de saygı göstermeyi öğreniriz. Başkalarıyla birlikte ne kadar çok yaşarsanız yaşayın, herkes kendi hayatına sahiptir. Ve bizi davet ettikleri veya izin verdikleri sürece diğer insanların psikolojik alanlarına girmeliyiz. Veya objektif olarak, eğer bu gizlilik başkasını bir şekilde ilişkilendiriyorsa. Hepimizin sessizlik, sır ve inançlarımıza hakkımız var.

Psikolojik zehir 3: Sorumluluklarda denge eksikliği

Her ev, çok tatmin edici olmamakla birlikte, tamamlanması gereken bir dizi işleri gerektirir ve bunlar ev içi etkinliklerdir. Ev, işlevselliği ve bakımı için çeşitli mekanizmaları kullanmaktadır. Elektrik, su temini, ev aletleri vs. hepsinin çalışması gerekir. Fiziksel alanımızı ve bunun tüm parçalarını temizlemeliyiz ve bakımını yapmalıyız.

Bir evin günlük işlerinin nasıl bölüşüleceğinde anlaşıldığında, beaber yaşam çok daha sağlıklıdır. Bazen bu faaliyetlerin adil bir şekilde düzenlenmesini sağlamak imkansızdır, ancak bu yapılması gereken bir görevdir. Fikir birliğine tam da burası için vardır, gerekli işleri yapmak için adil bir şekilde dağıtmak için. Yine de daha önemli olan şey, onları yapmaktır.

Bununla ilgili olarak evin her üyesinin bir sorumluluğunun olması şarttır. Bu, dayanışmayı, işbirliğini ve saygıyı teşvik eden bir durumdur. Herkesin hayatını kolaylaştırır ve herkese bir değer duygusu verir. Ayrıca, herhangi bir kolektifin içinde yapılması gereken görevler, hem kendi hem de diğerlerinin iyiliği için olduğu fikrini güçlendirir.

İnsanlar bazen evi bir tapınağa benzetmektedirler ve bu sebepsiz değildir. Eğer bunu takdir edersek, kesinlikle katıldığımız diğer tüm sosyal alanlara yansıyan bir ilham kaynağı haline gelecektir. Onu ihmal edersek veya zarar verirsek, uzun bir kişisel felaket zincirindeki ilk bağlantı olabilir.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Zaman akıp geçti ve her birimiz olduğumuz yaşlara bir şekilde geldik. Geçen bu süre zarfında birçok insanla tanıştık. Kimilerini sevdik kimilerini sevemedik. Kimileri iz bırakıp kimileri ise hiç var olmamışlar gibi silinip gittiler. Bazıları halâ bizimle. Fakat hayat işin içine girince kalanlar daima bir muamma. Hal böyle olunca bize kalan yalnızca kendimiz oluyor. Kişisel gelişim yolunda kendini tanımak zor mu? Başkalarını tanımaya karşı hissettiğimiz arzuyu ve merakı hak etmiyor muyuz? Kendinize bir şans verin ve kendinizle henüz tanışmadıysanız lütfen kendinizi tanımayı ertelemeyin!

Kendini Tanımak İhmale Gelmez

Kendimi Tanıyorum! Gelişim Bana Ayak Uydursun! dememek gerek. Hepimiz zaman zaman internette her yerden bulabileceğimiz kişilik analizi testlerinden çözmüşüzdür. Sevdiğimiz renk hangi kişilik özelliklerine ait? Verdiğimiz tepkilere göre öfke karakterimiz gibi amansızca bir testten diğer teste sekmeler arası gezmişizdir. Çeşitli kişisel gelişim kitapları okuyup videolar izleyip kendimizi aramışızdır.

Derken bir bakmışız ki kendimizi başkasının başarı hikayesini izlerken buluyoruz! Oysa ki sessizlikte bir an durup kendinizi dinlediniz mi? Ben kimim? Şu an neredeyim? Bulunduğum yerde nasıl hissediyorum? Aslında tüm soruların cevabı yalnızca kendimizde. Tüm kapılar size açılıyorken kendiniz hakkında kimseye söz hakkı tanımayın. Kendini tanımak ihmal edilirse boşa vakit kaybedilir.

Kendimizi Nasıl Tanırız?

Kendimiz üzerine düşünerek kendimizi tanımaya başlayabiliriz. Nerede mutluyuz? Kiminle birlikteyken huzurlu hissediyoruz? Neleri yapmaktan zevk alırız? Hangi durumlar bizi rahatsız eder? Yeni tanıştığımız biri hakkında düşündüklerimizi kendimiz için düşünüp aynı hevesle çabaladığımızda kendini tanımak konusunda başarılı olabiliriz.

Kendini Tanımanın Dayanılmaz Hafifliği

Bir düşünün! Sosyal hayatta ne yiyeceğimizden ne giyeceğimize,nerede çalışacağımızdan bizi öfkelendiren birine nasıl tepki vereceğimize dair onlarca karar veriyoruz. Şayet kendimizle kafamız karışık ise tüm bu karar verme süreçlerinde stres altında ya yanlış ya da aşırı tepki vererek kendimizi zor durumda bırakıyoruz. Oysa kendimizi tanıdığımızda kişiliğimiz ve karakterimiz gereğince zaten doğru olan kararı otomatik olarak vereceğimizden kendini tanımanın dayanılmaz hafifliği ve konforunu yaşayabiliriz.

Kendini Tanımak Ne Kazandırır?

Kendini tanıyan insan kendiyle barışmış ve kendini seven insandır. Artık daha fazla içsel yolculuk yapabilir kendimizi geliştirebilir ve kendimizle baş başa kalıp bu anların tadını çıkarabiliriz. Böylece kendine yetebilen özgüven sahibi bireyler olup kendimizi gerçekleştirebiliriz. Bu hayata bir kere geldik ve layığıyla yaşamak tamamen bizim elimizde. Mutluluk sanılanın aksine dış etkenlere bağlı bir olgu değildir. Mutluluk bizim içinde bulunduğumuz şartlara geliştirdiğimiz adaptasyondan kendimize pay çıkarmaktır. Şartlar ne olursa olsun kendini seven insan kendi mutluluğu için yaşamayı öncelik haline getirmiştir. Bizler niçin kendimiz için öncelikli olmayalım?

Kendinden Korkmadan Yaşamak

Birçoğumuz kendimizle yüzleşmekten korkarız. Çünkü kendimizi tanımaya vakit ayırmadığımızdan karşımıza ne çıkacağı konusunda endişelerimiz vardır. Oysa ki en fazla ne olabilir? Tüm eksiklerine ve dezavantajlarına rağmen kendimizi iyileştirebilir ve onarabiliriz. Bize bu fırsatı verecek olan yine kendini tanımak durumu. Hayatımız biz var olduğumuz sürece bize ait ve bu hayatı kendimizi tanımadan yaşadığımızı bir düşünsenize!

Ne büyük bir hayal kırıklığı olurdu. Keşfedemediğimiz tüm o benliğimiz bizi biz yapan ayrıcalıklarımız ve fark yaratan yanlarımız bizden yitip gitmiş bir parçamız olarak kalacak. Kalmasın. Şimdi kendini keşfetmenin tam sırası. Kendine koçluk yap. Örneğin kendinle doğada geçireceğin bir haftalık huzur kampı ile içsel yolcuğun için bir başlangıç yapabilirsin. Duyacağın tek ses doğanın sesi ve kendi iç sesin olacak. Bu geçireceğin sakin ve huzurlu günler belki de kendini tanımak için sana büyük bir fırsat olabilir.

Kendimizi Nasıl Tanırız?

Kendimiz üzerine düşünerek kendimizi tanımaya başlayabiliriz. Yeni tanıştığımız biri hakkında düşündüklerimizi kendimiz için düşünüp aynı hevesle çabaladığımızda kendini tanımak konusunda başarılı olabiliriz.

Kendini Tanımak Ne Kazandırır?

Kendini tanıyan insan kendiyle barışmış ve kendini seven insandır. Artık daha fazla içsel yolculuk yapabilir kendimizi geliştirebilir ve kendimizle baş başa kalıp bu anların tadını çıkarabiliriz.

Kendini Tanımak Neden Önemli?

Kafamız karışık karar verme süreçlerinde stres altında ya yanlış ya da aşırı tepki vererek kendimizi zor durumda bırakıyoruz. Oysa kendimizi tanıdığımızda kişiliğimiz ve karakterimiz gereğince zaten doğru olan kararı otomatik olarak vereceğimizden kendini tanımanın dayanılmaz hafifliği ve konforunu yaşayabiliriz.

Sizce insanın değerlerini ve inançlarını bilmek, kendini tanımak sürecinde ne kadar önemlidir?

Kendini Tanımanın Önemi

İnsanın değerlerini ve inançlarını bilmek, kendini tanımak sürecinde önem taşır ve bu süreç, şartlara adaptasyonumuzu ve mutluluğumuzu etkiler. Kendimiz üzerine düşünerek ve içsel yolculuklar yaparak, nerede mutlu olduğumuzu, kiminle huzurlu hissettiğimizi ve neleri yapmaktan zevk aldığımızı saptayabiliriz. Bu sayede, kendi değerlerimize ve inançlarımıza uygun hareket eder, özgüvenli ve kendine yeten bireyler olabiliriz.

Karar Verme ve Kendini Tanıma

Sosyal yaşantımızda onlarca karar vermekteyiz ve bu kararların doğruluğu kadar sürecin stresini de yönetmemiz gerekir. Kendimizi tanımak, değerlerimiz ve inançlarımız doğrultusunda kararlar alarak, daha rahat ve huzurlu bir yaşamı sağlar. Ayrıca, kendimizle ilgili bilgilerle gerçekleşmemizi sağlar ve hayata layığıyla katılım teşvik edilir.

Kendini Tanımanın Mutlulukla İlgisi

Mutluluk, içinde bulunduğumuz şartlara ve adaptasyon kabiliyetimize bağlıdır. Kendini bilen insan, kendi mutluluğunu önemseyerek yaşamakta ve değerlerine uygun bir yaşamı gerçekleştirmeye öncelik tanımaktadır. Bu süreç içerisinde, değerlerimize uygun hareket ettiğimizde, dış etkenlerin etkisini azaltır ve içsel huzur elde ederiz.

Kendini Tanımanın Aşamaları

Kendini tanıma sürecine adım adım yaklaşmak önemlidir. Bu süreçte şu adımları takip ederek başarıya ulaşabiliriz:

1. Kendimizle ilgili sorular sormak ve içten yanıtlar üretmek.
2. İç düşünceleri, duyguları ve istekleri anlamak ve kabul etmek.
3. Kendimizle ilgili gerçekçi ve değerli hedefler belirlemek.
4. Zayıf yönlerimizi kabul etmek ve üzerinde çalışarak değiştirme yolları bulmak.
5. Kendimize ve değerlerimize uygun ortamlarda sosyal ilişkiler kurmak.

Sonuç olarak, insanın değerlerini ve inançlarını bilmek, kendini tanımak sürecinde oldukça önemlidir. Bu süreçte başarılı olmak için kendimizle ilgili sorular sorma, iç düşüncelerimizi anlama ve kabul etme, gerçekçi hedefler belirlemeye ve kendimize değer verme adımlarını takip edebiliriz. Böylece, kendimizi tanıyarak, mutlu ve huzurlu bir yaşamı gerçekleştirebiliriz.

İçsel yolculuk yapmanın kendini tanıma sürecine katkıları nelerdir?

İçsel Yolculuğun Kendini Tanıma Sürecine Katkıları

İçsel yolculuk yapmanın kendini tanıma sürecine katkıları çok sayıda ve önemlidir. İçsel yolculuk sayesinde birey, kendi değerlerini, duygularını, düşüncelerini ve inançlarını keşfederek bilinç düzeyini artırabilir. Bu sayede birey, kendini daha iyi tanır ve nelerden hoşlandığını, nelerden hoşlanmadığını, kiminle iyi anlaştığını ve hangi durumlarda rahatsız olduğunu anlamaya başlar.

Kendini Tanıyan Bireyin Şartlara Adaptasyonu

Kendini tanıyan bir birey, yaşamın farklı alanlarında rahatça hareket edebilir ve kendine güven duyan bir kişiliğe sahip olur. Bu sayede mutluluk, dış etkenlerden bağımsız olarak şartlara uyum sağlama yeteneği kazanır. Şartlar ne olursa olsun, kendini seven insan mutluluğu öncelik haline getirerek başkalarına da katkı sağlayabilir.

İçsel Yolculuk Olarak Kendini Tanıma

Kendini tanımak adına yapılan içsel yolculuk sayesinde, bireyler kendilerini daha fazla geliştirip, hayatı daha anlamlı kılabilirler. Bu süreçte, bireyler sosyal hayatta hangi kararları alacaklarına, ne yiyeceklerine, ne giyeceklerine ve nerede çalışacaklarına dair doğru kararları vermekte daha başarılı olurlar. Öfkelendiren durumlarda verilecek tepkiler de önemli ölçüde daha kontrollü ve sağlıklı olacaktır.

İçsel Yolculuğun Zorlukları ve Üstesinden Gelme

İçsel yolculuk yapmak zor ve korkutucu bir süreç olabilir, ancak kendini tanımak ve geliştirmek adına atılması gereken bir adımdır. Bireyler bu süreçte yüzleşmeler yaşayarak, hayatta daha mutlu ve başarılı olma yolunda ilerleyebilirler. İçsel yolculuğa cesaret eden bireyler, kendi eksiklikleri ve hatalarıyla yüzleşerek kendilerini geliştirebilir ve daha özgüvenli olabilirler.

Sonuç olarak içsel yolculuk yapmanın kendini tanıma sürecine katkıları, bireyin daha mutlu, başarılı ve özgüvenli bir yaşam sürmesini sağlamaktır. Bu nedenle, içsel yolculuğa değer vermek ve bu süreci yaşamak, bireyin yaşam kalitesini artıran önemli bir adımdır.

IIENSTITU

Konsantrasyon, yapılan işe tüm dikkati vererek ve zihnin bütün algılarını açarak odaklanma eylemidir. Bireyin hayattan zevk alması, başarı dolu bir yaşam sürmesi ve kendini disipline etmesi konsantrasyonu ne kadar iyi sağladığıyla ilgilidir. Bununla birlikte günümüzde insanların yaşam kalitesini düşüren en büyük sorunlardan biri konsantrasyon eksikliğidir. Yapılan bilimsel araştırmalar neticesinde dikkat dağınıklığı diğer adıyla konsantrasyon eksikliğinin temel etkeni stres.

Kısır Döngü 

Beynimiz tehlike anında adrenalin salgılayarak vücudu stres durumunda tutar. Her ne kadar ilk anda adrenalin yüksek enerji ve tam odaklanma sağlasa da etkisi kısa sürede geçer. Stres halinin devam etmesi sonucu beyin bu defa kortizol hormonunu devreye sokar. Yoğun odaklanma sırasında beyinde prefontal korteks tam kapasite çalışır.

Böylece sağlıklı karar verme, odaklanma, başlanan işi bitirme ve çözüme ulaşma birey için daha kolay hale gelir. Ancak kortizolun vücutta sürekli olarak bulunması prefontal korteksin mekanizmasını bozar.  Bu bölüm doğru şekilde çalışmadığında kişinin algılama ve odaklanma kalitesi düşer. Birey bu durumda mantıklı kararlar veremez. Kısa süreli hafıza problemleri ve adaptasyon sorunu yaşar. 

Dikkat Dağınıklığı Belirtileri Neler?

Olmazsa olmazımız stres. Beyin stres anında normalden daha fazla enerji harcar. Kronik stres sonucunda zihinsel ve fiziksel yorgunluk oluşur. Sürekli yorgun düşen beyin odaklanmakta zorluk çeker. Bu yüzden birey uzun süre bir işle ilgilenemez. Başladığı işi bitirmekten kaçınır. Sık sık dalgınlık hali oluşur. Konsantrasyon eksikliği yaşayan kişi disiplini sağlayamaz. Günlük yaşamı düzensiz ve dağınık bir hal alır. Odaklanma sorunu yaşayan insan zihin meşguliyeti gerektiren işleri yerine getiremez ve sık sık dış çevreye yönelir. Durum böyle olunca da kuramadığı gibi sorumluluklarını da yerine getirmesi zorlaşır. Sonrasında ise kaygı artışı yaşanır.

Konsantrasyon eksikliğinin aktif faktörü olan stresi azaltarak daha kaliteli ve verimli yaşam sürmek bazı tekniklerle mümkün.

Stresi Nasıl Azaltabiliriz?

İşte stres ile başa çıkma yolları için bazı ipuçları;

  • Düzenli ve dengeli beslenin. Beynin yenilenmesini destekleyen yiyecekler (ceviz, badem, fındık, omega3) tüketmelisiniz. Stres hormonu kortizolu baskılayan endorfin ve dopamini daha fazla üretmek için düzenli egsersiz alışkanlığı edinmelisiniz.
  • Uykunuza özen gösterin. Beyin kendini uykuda onarır. Yenilenen dinç beyin yüksek konsantrasyon sağlar.
  • Zamanınızı planlayın. Sorumlulukları zamanında tamamlayamama kişiyi yoğun kaygıya sürükler. Sürekli kaygı stresin kronikleşmesine sebep olur. Herbir göreviniz için zamanı dilimlere ayırın.  Zamanınızı planlamak yaşamınızın verimliliğini ve işleri tamamlama kabiliyetinizi arttır. Konu ile ilgili Zaman Yönetimi Eğitimi de alabilirsiniz.
  • Hobi edinin. Zihninizi rahatlan hobilerle ilgilenmek egzersizle aynı etkileri gösterir. Beyin ilgi duyduğu meşgale üzerine daha çok odaklanır.  Böylece pratik yaparak konsantrasyonunuzu geliştirebilirsiniz.
  • Teknoloji ile aranıza mesafe koyun. Teknolojik cihazlarla fazla vakit geçirmek maruz kalınan radyasyon miktarını arttırır. Radyasyon beyin hücrelerinin oluşumunu bozar ve beynin fonksiyonlarını kötü yönde etkiler. Bunun dışında çok fazla bilgi akışına maruz kalmak da zihninizi yorarak odaklanmanızı engeller.
  • Çevrenizi düzenli ve havadar tutun. Dikkattinizin dağılmasını engellemek adına gerekli araç ve gereçler dışında her eşyayı kaldırın. Odanızı havalandırın. Bol oksijen beyne ihtiyacı olan enerjiyi sağlayarak dikkati arttırır.

Konsantrasyon eksikliği ile stres arasındaki ilişki nedir?

Konsantrasyon eksikliği ve stres arasındaki ilişki, stresin konsantrasyonu etkileyebilecek bir durum olarak tanımlanabilir. Stres, kişinin dikkatini dağıtabilir ve odaklanmasını engellediği için konsantrasyonu etkiler. Ayrıca, stres, depresyon ve ansiyete gibi diğer sağlık problemlerine de yol açabileceğinden, konsantrasyonu daha da zorlaştırabilir. Bununla birlikte, konsantrasyon problemleri, stresin de sebebi olabilir. Kişinin stresli ortamlarda konsantrasyonunu sürdürebilmesi zorlaşabilir ve bu da daha fazla stres yaratır.

Stresin konsantrasyon eksikliğine neden olabilecek etkenleri nelerdir?

1. Çoğu iş tekrar eden ve monoton bir şekilde yapılıyor olması.
2. Zaman kısıtlaması ve baskısı.
3. Çalışma ortamının çok fazla gürültülü ve/veya çok fazla dikkat dağıtıcı olması.
4. Çalışanın işinin niteliği ve doğasını anlamadığı ya da uygun görmediği.
5. İşte değişiklik olmaması.
6. Çalışanlar arasındaki çatışma veya çekişmeler.
7. İşin zorluk derecesinin çok yüksek olması.
8. Çalışanın işinin niteliğiyle ilgili yeterli bilgiye sahip olmaması.
9. Yüksek çalışma temponun sağlanması.
10. İşin gerektirdiği fiziksel veya zihinsel stres.

Konsantrasyon eksikliği ve stresin birlikte yönetiminde ne tür önlemler alınmalıdır?

1. Günlük aktivitelerin planlanması ve uygulanması: Günlük rutinlerinizi planlamak ve bunları sıkı bir şekilde uygulamak, stresi azaltmak ve konsantrasyonu arttırmak için önemlidir.

2. Uyku ve beslenme: Uyku ve beslenme, konsantrasyonunuzu arttırmak ve stresinizi azaltmak için önemlidir. Günlük uyku ve beslenme programınızı sağlıklı bir şekilde takip etmek, performansınızı arttıracak ve stresi azaltacaktır.

3. Meditasyon ve yoga: Meditasyon ve yoga, stresi azaltmak ve konsantrasyonu arttırmak için çok etkilidir. Bu egzersizleri yapmak, hafızanızı ve zihinsel performansınızı arttırmanıza yardımcı olacaktır.

4. Fiziksel aktivite: Fiziksel aktivite, stresi azaltmak ve konsantrasyonu arttırmak için önemlidir. Günlük düzenli egzersiz, konsantrasyonu arttıracak ve stresi azaltacaktır.

5. Sosyal etkinlikler: Sosyal etkinlikler, stresi azaltmak ve konsantrasyonu arttırmak için önemlidir. Sosyal etkinlikler, düşünmeyi ve öğrenmeyi kolaylaştıracak ve stresi azaltacaktır.

Konsantrasyon eksikliği ve stres arasındaki bağlantı nedir?

Konsantrasyon eksikliği ve stres arasındaki bağlantı, stresin konsantrasyonu etkileyebileceği anlamına gelir. Stres, insanların dikkatini dağıtmak, konsantre olmakta zorluk çekmek ve önemli detayları gözden kaçırmak gibi pek çok şeyde etkili olabilir. Oksitosin, seratonin ve adrenalin gibi hormonların stres düzeyleri etkileyebileceği, kişinin dikkatini ve konsantrasyonunu etkileyebileceği de bilinmektedir. Ayrıca stres, uyku ve çalışma alışkanlıklarını da etkileyebilir. Yüksek stres seviyeleri, konsantrasyonu azaltabilecek sonuçlar doğurabilir.

Konsantrasyon eksikliği ve stresin tedavisinde ne tür yöntemler kullanılır?

1. Meditasyon: Meditasyon, konsantrasyon eksikliği ve stresi azaltmak için oldukça etkili bir yöntemdir. Meditasyon, konsantrasyonu geliştirmek ve stresi azaltmak için kullanılabilen tekniklerden biri olup, bedenin ve ruhun arasındaki dengeyi sağlamaya yardımcı olur.

2. Doğa Yürüyüşü: Doğa yürüyüşleri, konsantrasyon eksikliği ve stresi azaltmak için harika bir yöntemdir. Doğa yürüyüşleri, yoğun çalışma ortamlarından uzaklaşıp, sakin bir ortamda doğa ile temas etmek için harika bir yoldur.

3. Yoga ve/veya Pilates: Yoga ve Pilates, konsantrasyon eksikliği ve stresi azaltmak için oldukça etkili yöntemlerdir. Yoga ve Pilates, beden ve ruhu bir araya getirip, konsantrasyonu ve stresi azaltmaya yardımcı olurlar.

4. Fiziksel Aktivite: Fiziksel aktivite, konsantrasyon eksikliği ve stresi azaltmak için etkili bir yöntemdir. Fiziksel aktivite, bedensel ve zihinsel sağlığınızı iyileştirmek için gereklidir ve stresi azaltmaya yardımcı olur.

5. Uyku: Uyku, konsantrasyon eksikliği ve stresi azaltmak için önemlidir. Uyku, zihinsel ve fiziksel sağlığınızı desteklemek için gereklidir ve stresi azaltmaya yardımcı olur.

Konsantrasyon eksikliği ve stresin önlenmesinde ne tür önlemler alınmalıdır?

1. Günlük rutinlerinizi takip edin. Günlük rutinlerinizi takip etmek, düzenli bir program izlemenizi sağlar ve daha konsantre olabileceğiniz bir ortam oluşturur.

2. Fiziksel aktivite yapın. Fiziksel aktivite, konsantrasyonunuzu arttırmak için önemlidir. Fiziksel aktivite, stresi azaltarak, konsantrasyonunuzu arttırmanıza yardımcı olur.

3. Uyku için zaman ayırın. Uyku, konsantrasyonunuzu arttırmak için çok önemlidir. Günlük rutininizde yeterli uyku almak, stresi azaltmanızı ve konsantrasyonunuzu arttırmanızı sağlayacaktır.

4. Beslenme alışkanlıklarınızı düzenleyin. Konsantrasyonunuzu arttırmak için, sağlıklı beslenme alışkanlıklarınızı düzenlemelisiniz. Enerji sağlayan, protein ve lif içeriği yüksek besinler tüketmeye özen gösterin.

5. Meditasyon yapın. Meditasyon, konsantrasyonunuzu arttırmak ve stresi azaltmak için çok faydalıdır. Günlük olarak meditasyon yaparak, konsantrasyonunuzu geliştirebilirsiniz.

Stres dikkat dağınıklığı yapar mı?

Stres ve Dikkat Dağınıklığı: Konsantrasyon Eksikliğinin Temel Etkeni. Konsantrasyon, yapılan işe tüm dikkati vererek ve zihnin bütün algılarını kullanarak odaklanma sürecidir. Ancak günümüzde insanların yaşam kalitesini düşüren en büyük sorunlardan biri konsantrasyon eksikliğidir. Peki, stres dikkat dağınıklığı yapar mı?


Stresin Beyindeki Etkileri: Bilimsel araştırmalar, dikkat dağınıklığı veya konsantrasyon eksikliğinin temel etkeninin stres olduğunu göstermektedir. Beynimiz tehlike anında adrenalin salgılayarak vücudu stres durumunda tutar. Adrenalinin etkisi kısa sürede geçse de, stres halinin devam etmesi sonucu beyin kortizol hormonunu devreye sokar.

Kortizol ve Prefontal Korteks: Yoğun odaklanma sırasında beyinde prefontal korteks tam kapasite çalışır ve sağlıklı karar verme, odaklanma, başlanan işi bitirme ve çözüme ulaşma birey için daha kolay hale gelir. Ancak kortizolun vücutta sürekli olarak bulunması prefontal korteksin mekanizmasını bozar ve kişinin algılama ve odaklanma kalitesi düşer. Bu durumda mantıklı kararlar veremez ve kısa süreli hafıza problemleri ile adaptasyon sorunu yaşar.

Zihinsel ve Fiziksel Yorgunluk: Beyin stres anında normalden daha fazla enerji harcar ve kronik stres sonucunda zihinsel ve fiziksel yorgunluk oluşur. Sürekli yorgun düşen beyin odaklanmakta zorluk çeker ve birey uzun süre bir işle ilgilenemez. Bu yüzden sık sık dalgınlık hali oluşur ve başladığı işi bitirmekten kaçınır.

Günlük Yaşamda Konsantrasyon Eksikliği: Konsantrasyon eksikliği yaşayan kişi disiplini sağlayamaz ve günlük yaşamı düzensizleşir. Odaklanma sorunu yaşayan insan zihin meşguliyeti gerektiren işleri yerine getiremez ve dış çevreye yönelir. Bu durumda sorumluluklarını yerine getirmesi zorlaşır ve kaygı artışı yaşanır.

Stresi Azaltarak Konsantrasyonu Arttırmak: Konsantrasyon eksikliğinin aktif faktörü olan stresi azaltarak daha kaliteli ve verimli yaşam sürmek bazı tekniklerle mümkündür. Stres yönetmek zor değil, sadece stresle başa çıkma yollarını öğrenmeli ve huzurlu yaşama odaklanmalıyız. Bu süreçte uzmanlar tarafından sunulan destek programlarına başvurarak sağlıklı bir yaşam sürdürülebilir.

Konsantrasyon bozukluğu belirtileri nelerdir?

Konsantrasyon ve Stres İlişkisi: Konsantrasyon, bireyin yapılan işe tüm dikkati vererek ve zihnin bütün algılarını açarak odaklanma eylemi olarak tanımlanır. Bu durum, hayattan zevk alınması, başarılı bir yaşam sürdürebilmek ve bireysel disipline sahip olma gibi önemli unsurlarla doğrudan ilişkilidir. Günümüzde yaşam kalitesini düşüren en büyük sorunlar arasında konsantrasyon eksikliği olduğu bilinmektedir. Bu noktada stres, konsantrasyon bozukluğunun temel etkeni olarak karşımıza çıkmaktadır.

Stresin Etkileri ve Kortizol Hormonu: Beynimiz, tehlike anında adrenalin salgılayarak vücudu stres durumunda tutar. İlk anda adrenalin yüksek enerji ve tam odaklanma sağlasa da, etkisi kısa sürede geçer ve stres halinin devam etmesi sonucu beyin kortizol hormonunu devreye sokar. Yoğun odaklanma sırasında beyinde prefrontal korteks tam kapasite çalışır, böylece sağlıklı karar verme, odaklanma, başlanan işi bitirme ve çözüme ulaşma daha kolay hale gelir. Ancak kortizolun sürekli olarak vücutta bulunması prefrontal korteksin mekanizmasını bozar. Bu durumda algılama ve odaklanma kalitesi azalır, mantıklı kararlar verilemez ve kısa süreli hafıza problemleri ile adaptasyon sorunları yaşanır.

Zihinsel ve Fiziksel Yorgunluk: Beyin stres anında normalden daha fazla enerji harcar ve bu durum kronik stres halinde zihinsel ve fiziksel yorgunluğa yol açar. Yorgun düşen beyin odaklanmakta zorluk çekmekte ve bireyi uzun süreli işle ilgilenemez hale getirir. Başlanan işler bitirilemez, sık dalgınlık halleri yaşanır ve konsantrasyon eksikliği yaşayan kişi günlük yaşamda disipline ulaşamaz.

Sorumluluklar ve Kaygı Artışı: Bu dağınık ve düzensiz yaşam sonucu, odaklanma sorunu yaşayan bireyler zihin meşguliyeti gerektiren işlerde başarılı olamaz ve sıkça dış çevreye yönelirler. Sorumluluklarını yerine getirmekte zorlanan bu bireyler, yaşamak zorunda oldukları kaygı artışı nedeniyle daha da zor durumlarla karşı karşıya kalır.

Stresi Azaltma Yöntemleri: Konsantrasyon bozukluğu yaşamamak ve stres düzeyini azaltarak daha verimli ve kaliteli bir yaşam sürdürebilmek için bazı teknikler kullanılabilir. Stres yönetimi ve korunma yollarıyla ilgili çeşitli kaynaklardan ücretsiz eğitimler almanız yeterli olacaktır. Önemli olan strese teslim olmamak ve huzurlu yaşamayı tercih etmektir.

Neden konsantre olamıyorum?

Konsantre olamamanın temel sebebi: Stres

Konsantrasyon eksikliği, günümüzde insanların yaşam kalitesini düşüren büyük sorunlardan biridir. Bilimsel araştırmalara göre dikkat dağınıklığı veya konsantrasyon eksikliğinin temel etkeni, stres olarak gösterilmektedir. Beynimiz, tehlike anında adrenalin salgılayarak vücudu stres durumunda tutar. Adrenalin, kısa süreliğine yüksek enerji ve odaklanma sağlasa da etkisi çabuk geçer ve stres halinin devam etmesi sonucu beyin, kortizol hormonunu devreye sokar.

Yoğun odaklanma sırasında beyinde prefontal korteks tam kapasite çalışır ve bu şekilde sağlıklı karar verme, odaklanma, başlanan işi bitirme ve çözüme ulaşma daha kolay hale gelir. Ancak kortizol, vücutta sürekli olarak bulunması durumunda prefontal korteksin mekanizmasını bozar. Bu durumda kişinin algılama ve odaklanma kalitesi düşer, mantıklı kararlar veremeyen birey kısa süreli hafıza problemleri ve adaptasyon sorunu yaşar.

Beynin enerji tüketimi ve odaklanma problemleri / Stres anında beyin, normalden daha fazla enerji harcar ve bu durum, kronik stres sonucunda zihinsel ve fiziksel yorgunluğa yol açar. Sürekli yorulan beyin, odaklanmakta zorluk çeker ve birey uzun süre bir işle ilgilenemez, başladığı işi bitirmekten kaçınır ve dalgınlık hali sıklıkla yaşanır.

Günlük yaşamda kadınsızınlar oluşabilir / Konsantrasyon eksikliği yaşayan kişide, disiplin sağlamak zorlaşır ve günlük yaşam düzensiz ve dağınık bir hale gelebilir. Odaklanma sorunu yaşayan insan, zihinsel meşguliyet gerektiren işleri yerine getiremez ve sık sık dış çevreye yönelir. Bu durum, sorumluluklarını yerine getirmeyi zorlaştırarak kaygı artışına neden olur.

Stres yönetimi teknikleri ile konsantrasyonun artırılması / Stresi azaltarak ve konsantrasyon eksikliğinin aktif faktörünü ele alarak, daha kaliteli ve verimli bir yaşam sürmek bazı tekniklerle mümkün olabilir. Stres yönetmek zor olmayıp, strese teslim olmamak ve huzurlu yaşamanın yollarını bilmek önemlidir. Bu doğrultuda, stresten korunma yollarını öğrenmek ve yaşamınızdaki stres seviyesini düşürerek konsantrasyonunuzu artırabilirsiniz.

Konsantrasyon eksikliğine sebep olan biyolojik mekanizmalar nelerdir?

Konsantrasyon Eksikliği ve Biyolojik Mekanizmalar

Konsantrasyon eksikliğine sebep olan biyolojik mekanizmalar incelendiğinde, stresin ve ilgili hormonların önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Stres durumunda beynimiz adrenalin salgılar ve bu enerji ve odaklanmada kısa süreli bir artış sağlar. Ancak, sürekli stresle karşılaşan bireylerde beynin kortizol hormonu salgılaması ve buna bağlı olarak prefrontal korteksin mekanizmasının bozulması odaklanma ve konsantrasyon zorluğu yaratmaktadır.

Prefrontal Korteksin İşlevi ve Bozulması: Yoğun odaklanma sırasında prefrontal korteks beyinde tam kapasite çalışarak bireyin sağlıklı karar verme, odaklanma ve çözüme ulaşma süreçlerini kolaylaştırır. Fakat sürekli stres ve kortizol varlığı bu bölgeyi olumsuz etkileyerek algılama ve odaklanma becerilerini azaltır. Bu durum bireyin mantıklı karar verme, kısa süreli hafıza ve uyum sorunları yaşamasına neden olur.

Kronik Stres, Yorgunluk ve Odaklanma Zorluğu: Beynin stres anında normalden daha fazla enerji harcadığı bilinmektedir. Bu nedenle, kronik stres sonucu oluşan zihinsel ve fiziksel yorgunluk, beyinin odaklanma becerisini düşürerek işle ilgilenme süresini kısaltır, başladığı işi bitirmekten kaçar ve dalgınlık hali yaşar. Konsantrasyon eksikliğiyle mücadele eden bireylerin günlük yaşamları düzensiz ve dağınık bir hale gelir.

Strese Bağlı Sorunlarda Önleyici Uygulamalar: Konsantrasyon eksikliğinin temel faktörü olan stresi azaltarak daha kaliteli ve verimli yaşam sürmek için bazı teknikler ve önleyici uygulamalar mevcuttur. Stres yönetmeyi öğrenmek ve uygulamak, stresten korunma yollarını öğrenmek ve huzurlu yaşamak için uygun eğitim ve destek almak önemlidir. Sonuç olarak, strese bağlı hormonal değişikliklerin ve beyindeki mekanizmaların bozulmasının konsantrasyon eksikliğine yol açtığı görülmektedir. Özellikle kronik stresle başa çıkmayı öğrenmek ve odaklanma becerilerini artırmak konsantrasyonun kalitesini ve yaşamı daha verimli hale getirmeye yardımcı olacaktır.

Kortizol hormonunun artışının konsantrasyon üzerinde ne gibi etkileri vardır?

Kortizol Hormonunun Artışının Konsantrasyon Üzerindeki Etkileri:

Konsantrasyon, bireyin yaşam kalitesini artıran önemli bir beceridir. Ancak günümüzde yaşanan yoğun stres nedeniyle konsantrasyon eksikliği ciddi bir sorun haline gelmiştir. Peki stres ve kortizol hormonunun artışı konsantrasyon üzerinde ne gibi etkiler yaratır? Stres ve Konsantrasyon İlişkisi: Beyin, tehlike anında adrenalin salgılar ve bu sayede kısa süreli odaklanma artışı yaşanır. Ancak stres halinin devam etmesi sonucunda kortizol hormonu devreye girer ve prefontal korteksin fonksiyonlarını bozar. Bu durumda, kişinin algılama ve odaklanma kalitesi düşer, mantıklı kararlar veremez ve kısa süreli hafıza sorunları yaşar.

Zihinsel ve Fiziksel Yorgunluk: Kortizol hormonunun sürekli yüksek seviyede olması, beyinin normalden daha fazla enerji harcamasına neden olur. Kronik stres sonucunda zihinsel ve fiziksel yorgunluk meydana gelir. Bu durum, beyin odaklanmakta zorlanır ve kişi uzun süre bir işle ilgilenemez.

Disiplin ve Düzen Kaybı / Konsantrasyon eksikliği yaşayan bireyler, disiplini sağlayamaz ve günlük yaşamları düzensiz hale gelir. Zihin meşguliyeti gerektiren işleri yerine getiremeyen ve dış çevreye yönelen bu bireyler, sorumluluklarını yerine getirmekte zorlanır ve kaygı düzeyleri artar.

Konsantrasyonu Artırma Teknikleri / Konsantrasyon eksikliğinin önemli bir etkeni olan stresi azaltarak daha kaliteli ve verimli bir yaşam sürmek mümkündür. Bunun için öncelikle stres yönetim teknikleri öğrenilmeli, yaşamda düzen ve disiplin sağlanarak konsantrasyon becerisi geliştirilmelidir.

Sonuç olarak, kortizol hormonunun artışı, konsantrasyon ve genel yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu nedenle, stresle başa çıkma yollarını öğrenerek kortizol seviyelerini kontrol altına almak ve yaşam standartlarını artırmak hayati öneme sahiptir.

Beynimizin konsantrasyon seviyemiz üzerinde olumlu etkileri artırmak için neler yapmamız önerilir?

Beynimizin Konsantrasyon Seviyemiz Üzerinde Olumlu Etkileri Artırmak İçin Neler Yapmalıyız?

Konsantrasyon eksikliği, günümüzde yaşam kalitesini düşüren önemli sorunlardan biridir. Bilimsel araştırmalar, konsantrasyon eksikliğinin temel etkeninin stres olduğunu göstermektedir. Beynimiz tehlike anında adrenalin salgılayarak vücudu stres durumuna sokar ve bu durum, yoğun odaklanmanın gerçekleşmesi için gerekli olan prefrontal korteks mekanizmasını bozar. Bu bağlamda, beynimizin konsantrasyon seviyemiz üzerinde olumlu etkileri artırmak için stresi azaltmamız gerekmektedir.

Stresin Azaltılması ve Konsantrasyon Artışı / Stres yönetimi ve stresi azaltmayı başararak, konsantrasyon eksikliği yaşamanın önüne geçebiliriz. Stresi azaltarak beyinde prefontal korteks mekanizması daha iyi çalışır ve bu sayede odaklanma ve algılama kalitesi artar. Ayrıca, stres düzeyinin düşük olması, adaptasyon sorunları ve kısa süreli hafıza problemleri yaşanmasının önüne geçer.

Beyin Enerjisi ve Konsantrasyon / Beyin stres altındayken normalden daha fazla enerji harcar ve bu durum, zihinsel ve fiziksel yorgunluğa neden olur. Sürekli yorgun olan beyin ise odaklanmakta zorluk çeker ve çalışma verimliliği düşer. Stresi düşüren yöntemlerle, beynin enerji seviyesini dengede tutmak ve konsantrasyonu artırmak mümkündür.

Günlük yaşamda Konsantrasyon Artırıcı Alışkanlıklar / Konsantrasyon eksikliğinin üstesinden gelmek için günlük yaşamımızda düzenli ve disiplinli bir yaşam tarzı benimsememiz gerekmektedir. Odaklanma sorunu yaşayarak dikkatinin dağıldığı işlerden ziyade, zihin meşguliyetini azaltabilecek ve dış çevreye yönelmeye gerek bırakmayacak aktivitelerle yaşam kalitesi artırılabilir.

Sonuç olarak, beynimizin konsantrasyon seviyemiz üzerinde olumlu etkileri artırmak için stres yönetimine önem vererek ve yaşam tarzımızda düzenli ve disiplinli alışkanlıklara sahip olarak etkin bir şekilde çalışabiliriz. Bu sayede yaşam kalitemizi yükselterek daha başarılı ve verimli bir yaşam sürdürebiliriz.

Konsantrasyon bozukluğu yaşayan bir bireyde hangi davranışlar ve belirtiler gözlemlenir?

Konsantrasyon Eksikliğine Bağlı Görülen Davranışlar ve Belirtiler

Stresin Etkisi ve Prefontal Korteks / Konsantrasyon, bireyin yaşamında büyük öneme sahiptir ve yapılan işe yoğunlaşma, zihnin ve algıların tam anlamıyla devrede olması durumudur. Konsantrasyon bozukluğu yaşayan bireyin günlük yaşamında yaşadığı zorluklar ve stres, beynin prefontal korteks adını verdiğimiz bölümünün doğru şekilde çalışmasını engeller. Bu durumda, bireyin algılama ve odaklanma kalitesi düşer, mantıklı kararlar verememe problemleri yaşar ve adaptasyon sorunları ortaya çıkar.

Mental ve Fiziksel Yorgunluk / Stresli durumlar beynin daha fazla enerji harcamasına yol açar ve bu durum zamanla zihinsel ve fiziksel yorgunluğa neden olur. Sürekli yorgun düşen beyin, odaklanmada zorluk yaşar ve birey uzun süreli işlerle ilgilenememe problemleri yaşar. Başlanılan işleri bitirmeye yönelik isteksizlik ve dikkat dağınıklığı hali yaşanır.

Günlük Yaşamın Düzensizliği / Bir bireyde konsantrasyon eksikliği yaşandığında, günlük yaşam düzensiz ve dağınık bir hal alır. Odaklanma sorunu yaşayan insan, zihinsel ve fiziksel meşguliyet gerektiren işleri yerine getiremez ve dikkati sık sık dış çevreyle meşgul olmaya yönelir. Bu durum, bireyin sorumluluklarını yerine getirmekte zorlanmasına ve sonrasında kaygı düzeyinin artmasına neden olur.

Konsantrasyon Eksikliğini Azaltma Yöntemleri /Konsantrasyon eksikliği yaşayan bireyler için stresi azaltma ve daha kaliteli bir yaşam sürme yöntemleri bulunmaktad. Öncelikle stres yönetimi sağlamak ve doğru stratejilerle huzurlu yaşam önemlidir. Stresin azaltılması ve odaklanma problemlerinin üstesinden gelme konusunda bilinçli bir şekilde profesyonel yardım alınıp, öğrenme süreçlerine katılmak da yararlı olabilir.

Sonuç olarak, konsantrasyon eksikliğinin doğurduğu davranışsal ve zihinsel problemler; stresin etkisi ve prefrontal korteksin mekanizmasının bozulması, zihinsel ve fiziksel yorgunluk, günlük yaşamın düzensizleşmesi ve odaklanma sorunları olarak görülebilir. Bu sorunları çözmek adına stres yönetimi ve düzenli yaşama önem vermek önemli bir adım olabilir. Ayrıca, kelimenin tam anlamıyla profesyonel yardım alarak konsantrasyon eksikliğine yönelik uzman ve etkili çözüm önerileri sunulabilir

Konsantrasyon eksikliği olan bir kişinin yaşam kalitesini nasıl etkiler?

Konsantrasyon eksikliği, bireyin yaşam kalitesini önemli ölçüde etkiler. Henüz tam olarak belirlenemeyen konsantrasyon eksikliğinin çeşitli nedenleri olabilir, ancak stres, en yaygın ve belirgin etkenlerden biri olarak görülür. Stres, beyinde adrenalin ve kortizol hormonlarının salgılanmasını tetikler. Kısa vadeli olarak bu hormonlar, enerji seviyelerini yükseltir ve odaklanmayı artırır. Ancak uzun vadede, sürekli kortizol salgılanması beyin fonksiyonlarını olumsuz etkiler ve bireyin algılama ve odaklanma becerilerini azaltır. Bu durum, kişinin her türlü işlem yapabilme yeteneğini zayıflatır. İşini bitiremeyen, hafıza problemleri yaşayan ve sık sık dikkati dağılan bir birey, akademik veya profesyonel hayatta başarılı olmakta zorlanır. Ayrıca, kronik stres ve konsantrasyon eksikliği sonucunda ortaya çıkan mental ve fiziksel yorgunluk, bireyin günlük yaşamının düzensiz ve dağınık hale gelmesine neden olur.

Konsantrasyon eksikliği, ayrıca bireyin yaşam kalitesini sosyal anlamda da düşürür. Dış çevredeki etkenlere kolaylıkla dikkati dağılan ve zihinsel meşguliyet gerektiren işlemleri gerçekleştirmekte zorlanan birey, sosyal ilişkilerinde de sorunlar yaşayabilir. Üstlenilen sorumlulukların yerine getirilememesi, kişiyi daha fazla stres ve kaygıya sürükler.

Sonuç olarak, konsantrasyon eksikliği yaşam kalitesini düşüren bir faktördür ancak bu durum bazı tekniklerle yönetilebilir. Stresi azaltacak yöntemler öğrenmek, düzenli uyku ve egzersiz yapmak, doğru beslenme uygulamalarını takip etmek, konsantrasyon yeteneğini ve dolayısıyla yaşam kalitesini artırabilir. Unutulmamalıdır ki, konsantrasyon güçlükle edinilen bir beceri olabilir, ancak kişinin yaşamına işleyebileceği bir alışkanlık haline gelebilir.

Beynimizde odaklanma kapasitemizi artıran ve zayıflatan unsurlar nelerdir?

Odaklanma kapasitemizi etkileyen birincil faktör, strestir. Beyin, tehlike anında stres hormonları salgılar. Bu hormonlar, ilk etapta bizi daha iyi odaklanmaya hazırlar; ancak etkileri kısa süreli ve geçicidir. Stres durumu uzun süreli hale geldiğinde, beyinde kortizol hormonu salınır. Bu hormon, beynin prefrontal korteks bölgesinin tam kapasitede çalışmasını sağlar; doğru, mantıklı karar alma ve yoğun odaklanma gerektiren işlerde daha etkili olmayı sağlar. Ancak, sürekli kortizol salınımı beynin düzgün çalışmasını engeller. Prefrontal korteks, düzgün çalışmadığında, algılama ve odaklanma yeteneğimiz azalır. Mantıklı kararlar verme yetisi zayıflar, kısa süreli hafıza sorunları ve adaptasyon sorunları yaşanmaya başlar. Ayrıca sürekli stres durumu, beyinde enerjinin fazla harcanmasına ve dolayısıyla zihinsel ve fiziksel yorgunluk durumunun oluşmasına sebep olur. Bu durumda da odaklanma kabiliyeti azalır, işlere uzun süreli odaklanma yetisi zayıflar ve dikkat dağınıklığı yaşanır. Dolayısıyla, odaklanma yeteneğini artırmak ve azalmadan korumak için, stresi yönetme ve azaltma tekniklerinin uygulanması önemlidir. Bununla birlikte, odaklanma yeteneğini artırmada temel rol oynayan diğer faktörlerin de araştırılmasına ve bu faktörlere uygun stratejilerin geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Örneğin, uyku düzeni, beslenme alışkanlıkları, düzenli egzersiz yapma alışkanlığı, meditasyon ve mindfulness gibi tekniklerin de odaklanma yeteneğini güçlendiren etkileri bulunmaktadır. Bu noktada, bireylerin kendi yaşam tarzlarına, ihtiyaçlarına ve hedeflerine uygun bir strateji belirlemeleri ve bu doğrultuda eyleme geçmeleri gerekmektedir. Nitekim, yaşam kalitesini artırma, yaşamdan zevk alma, başarılı bir yaşam sürme ve kendini disipline etme yeteneğine sahip olmanın temel faktörlerinden biri, odaklanma yeteneğini koruyabilmektir. Bu bağlamda, beyinde odaklanma kapasitemizi artıran ve zayıflatan unsurları doğru bir şekilde anlama ve bu unsurların üzerinde etkili bir kontrol sağlama yeteneği, yaşam kalitemizi ve başarı seviyemizi belirleyen temel faktörlerden biri olarak kabul edilebilir.

IIENSTITU

Günümüz dünyası, insana dair pek çok sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. Hüzün, ölüm kaygısı, mutluluk ve korku üzerine ilk dönem filozofları dahi düşüncelerini ortaya koymuşlar ve sağlık-mutluluk ilişkisi açısından kendi çağlarının dinamiklerini dillendirmişlerdir. Hatta kültür ve medeniyetler, bu dinamiklerin taşıyıcısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Toplumların en önemli değerleri, insanların hayata bakışı, yaşama biçimi, eski deyimle tarz-ı telakkileri, hayata yükledikleri anlamla birebir ilişkilidir. Günümüz psikiyatrları bugünkü tabloya günümüzün trajik problemleri nedeniyle “afet masası” şeklinde yaklaşırken Japonya’da öğrenci intiharları, Kuzey İskandinav ülkelerindeki ötanazi (yaşamı sonlandırma) hakkı, Amerika’da okullarda öğrencilere yönelik akran katliamları hepimizin malumudur. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşayan Seneca bu durumu şöyle ifade ediyor: “Hafif acılar konuşur ama derin acılar dilsizdir.” Her tarafından ümitsizlik, mutsuzluk ve bencillik kokan bu olaylar, insan-mutluluk-sağlık ilişkisi açısından insanlığın iyi bir yerde durmadığını, samimi ve gerçekçi bir yaklaşımla arayışların şekillenmesi gerektiğini ortaya koymakta…

İhsan Fazlıoğlu’nun çok beğendiğim bir sözüyle konuya devam etmek gerekirse; “Sahici insanlar, sahici sorular sorarlar ve bu onlara sâdık ve müstakîm yollar açar.” Günümüz insanının belki de en büyük handikabı, ne istedikleri, neyi niçin yaptıkları ve hatta niçin yapamadıklarından başlayarak makul bir sorgulama içinde olamamaları gerçeğidir. Buna akademik dille “ontolojik felsefe” de diyebiliriz. Yani hayatın anlamı, nedenleri ve niçinleri üzerinde durmak, varlık amacımızı sorgulamak… Bunun sağlığa uyarlanmış şekilleri, “Niçin sağlık?” sorgulamasını da beraberinde getirmektedir. İnsan niçin sağlıklı olmalı ve bunu nasıl başarmalı?.. İnsanın biyo-psiko-sosyal bir varlık olduğu gerçeği insan sağlığına dair sorgulama alanlarımızı geniş bir yelpazede ele almak gerektiğini gösteriyor. WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) insan sağlığına dair tanımı da bu yönde…

Maslow’un insana dair temel ihtiyaçlar piramidi beş temel unsura ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Bunlardan bir tanesi yemek, içmek, cinsellik gibi insan bedenine ait ihtiyaçlar. Diğer dört başlık ise sevmek, sevilmek, saymak, sayılmak şeklinde özetleyebileceğimiz psikolojik doyum alanlarımız… 2018 verilerine göre 9 milyon kişinin yalnız yaşadığı İngiltere’de yalnızlık ve sosyal izolasyonla mücadele amacıyla kurulan ‘Yalnızlıktan Sorumlu Bakanlık’la hükümet, sivil toplum örgütleriyle çalışmalar yapmayı denemişti. Bu kişilerin kimisi yaşlı ve bakıma muhtaçtı kimisi ise depresyonla mücadele etmekteydi. TRT Haber’de “Yalnızlık öldürebiliyor” başlığıyla yayınlanan bu haberde konu ile ilgili raporda 18-34 yaşlarındaki genç engelli yetişkinlerin yüzde 85’i kendilerini yalnız hissederken 200 binden fazla 75 yaş üstü kişi bir aydan fazla süredir akraba ya da arkadaşlarıyla sohbet etmedikleri belirtiliyordu. Aynı habere göre de daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Venezuela’da Mutluluk Bakanlığı kurulması şaşkınlık yaratmıştı. Hakeza günümüz insanının her türlü teknolojik gelişmeye, modern hayatın imkânlarından yararlanmasına rağmen yaşadığı büyük yalnızlık, son yıllarda duygu odaklı psikoterapilerin, en yeni psikoterapilerden birisi olarak psikiyatri mahfillerinde karşılık bulmasının gerekçesini de haklı çıkartır mahiyette. Nitekim yalnızlık ve ümitsizlik, geçmişe dayalı temelleri olduğu gibi geleceğe yönelik kaygıları da beraberinde getiriyor. 

Hatta bugün “karanlık empati” adı altında kavramsallaştırılan durumlar, adım adım nasıl kötülük yapılabileceğini, katillerin insan öldürmeyi nasıl bir bilinçle işlediklerini, insanın iyiliğe değil kötülüğe öykünen taraflarının nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan yaklaşımlar… Savaşlar ve toplu katliamlar, her geçen gün artan büyük göç konularına daha hiç girmedik… Tüm bu örneklerden yola çıkarak günümüzde insanlığın hiç de mutlu olmadığını, mutlu olduğunu zannedenlerin ise haz ve hızdan, teknolojiden beslenen bir zevkçilik içinde hayatlarına devam ettiklerini söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz, hep böyle acı olaylardan bahsetmek, bu yazının ümidi aşılamak mantığına oldukça ters. Fakat büyük fotoğrafı doğru okumadan ve problemleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymadan da gerçeklerle yüzleşmek mümkün görünmüyor. Nitekim insan ruhu, eskiden üçüncü sayfa haberlerinde verilen dram ve trajedilerin ana haber bültenlerinde izlenmesinden yorgun düştü diyebilirim. İnsanlık bu anlamda mağdur ve mazlum durumda. Biyolojik sağlık açısından genlerimize kadar bozulmaya yol açan GDO’lu ürünler, obezite ve beslenme problemlerinin önümüze koyduğu kalp, diyabet, yüksek tansiyon vb. sağlık sorunları, endüstriyel atıkların oluşturduğu yüksek hava kirliliği ve sera etkisinin yol açtığı iklim değişiklikleri, ekosisteme yaptığımız bencil ve nankörce müdahaleler, bir bumerang gibi insana tüm olumsuz etkileriyle geri dönüyor.

Şahsen bugün, moral-sağlık ilişkisinden yola çıkarak kanser hastasını bile ayağa kaldıran bir ümide, bir sevincin arkasından yaşanan huzura, güzel bir rüyanın ardından gelen manevi bir tınıya çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bir tebessüm, tatlı bir söz, sertlikten uzak bir diyalog ve yüreklere insanca bir dokunuşun bizlere çok iyi geleceğini düşünüyorum. Kadim kültürümüzde bunun örneklerinin pek çok kaynakta ve örnek yaşanmışlıklarla var olduğunu biliyorum. Bugün bize düşen şey, bu hazineyi güncel kodlarla ifade etmek, yaşayarak yaşanılır kılmak ve insanlarla bölüşmek olmalı diye düşünüyorum.

İnsan sevgiyle mutlu olur, sevgiyle huzur bulur… Fransız yazar Madame De Scudery “İnsan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar.” der. Sevgi, kurumuş ağacı dahi yeşertecek sihirli bir dokunuştur. Barışın, huzurun, iyiliğin, güzelliğin, mutluluğun ortak adıdır… Nitekim Amerikalı yazar Willa Cather “Büyük sevginin olduğu yerde her zaman mucizeler vardır.” diyerek sevginin aşamayacağı hiçbir engel olmadığını belirtir. İnsanlığın sayısal artışına rağmen, fert olarak yalnızlaştığı ve yalnızlığın artık kâbusa döndüğü bir zaman dilimindeyiz… Sevgi ise yalnızlığın da ilacı… Bu dünyada yalnızlık duygusundan ve yalnızlık duygusunun verdiği kaygı ve korkulardan ancak sevgiyle kurtulmak mümkün. Günümüzün olumsuz şartları, insanların bu duygusunu çok hırpaladı, çok köreltti… Bu nedenle içinde olan sevgiye rağmen insan, sevgisiz kişi tepkisi veriyor… Belki de sevgisiz olduğuna inanıyor ki asıl tehlike burada. O nedenle bu zamanda sevgiyi hatırlatmak, insanlık adına çok büyük bir hizmet ve çok önemli bir ibadettir.
Yeryüzünde yaşanan tüm bu keşmekeş, kaygılar ve ümitsizlik, bize bugünlerde özellikle şu soruları sorduruyor:

“Varlık bilinci olmadan sağlık olur mu?” “Ruhen aç, kör, sağır ve topal iken bedenen sağlam olduğunu düşünmek, insanı insan kılmaya yeter mi?” “İnsanlık öldü mü?” kabilinden sözler bizim için bir şey ifade ediyor mu? “Ölmeden önce ölünüz.” tavsiyesi bizler için ne ifade ediyor? Erdem ve hikmetten yana bir derdimiz var mı? İnsan olduğunu hatırlamak ne anlama geliyor?
Hiç şüphesiz sağlığı herhangi bir şeyle kıyaslayıp bir tercihte bulunacak değiliz -Allah (c.c.) hepimize sağlık ve afiyet ihsan etsin- üstelik insan ve hayata dair bilinmezler ve sırlı kader, bizleri nereye sürükler, nelerle imtihan olunuruz, bilemeyiz. Üstelik sağlık da imtihanın ta kendisi olabilir. Öyleyse sevgisiz ve ruhsuz bir dünyada yaralı ve kırık kanatlarımızı saracak bir merhamet eli aramak, insan olmayı önemsemek anlamında bizi daha sağlıklı kılacaktır… Aksi halde medeni ve hür dünya (!) bize birey olmayı öğretirken “yalnız bir birey” olmanın da önüne geçemeyiz vesselam.

Dr. Fatih Yunus Özel

Boyun eğici davranışları tanımlar mısınız?

Boyun eğici davranışları, esasen isminden de çağrışım yapabileceğimiz gibi, bazı bireylerin kendi tercih ve isteklerini açıkça ifade edememesi, olumsuz duyguları olduğunda da bunları söyleyememesi, kişi veya grupların kendisine olan taleplerini her zaman gerçekleştirmeye çabalaması, genellikle onlardan onay almak için ve istemediği halde evet demesi, sürekli karşıdaki kişileri kırmamayı ve memnun etmeyi düstur etmesi ve hayatındaki herhangi bir kararda inisiyatif alamayarak başkalarının güdümünde bir yaşam sürmesi gibi özellikleri içeren davranışlar manzumesi olarak tanımlayabiliriz.

Birey hangi yetişme alt yapısıyla veya hangi durumlarda boyun eğici davranışlar sergiler, sergilemek zorunda kalır?

Bu soru aslında hedefi tam on ikiden vuruyor desek abartmış olmayız. Zira boyun eğici davranışların oluşmasında ve sürmesinde daha çok, kişinin yetiştiği aile, arkadaş, öğretmen, okul, toplum gibi ögeler etkili. Bu ögelerden de en önemlisi tahmin edebileceğimiz gibi ailedir. Bu noktada, ilk olarak akla anne-baba tutumları geliyor. Otoriter anne-baba tutumu ile yetişen bireylerde boyun eğici davranışların görülme ihtimali daha yüksektir. Otoriter sözcüğü telaffuz edildiğinde babalar genelde zihinde canlanır. Ancak boyun eğici davranışların oluşmasında hangi ebeveynin ne gibi tutum ve davranışlar sergilediği asıl önemli olandır. Daha çocuk çok küçükken dahi “yemeğini yemezsen babana söylerim, seni fena yapar, sessiz olmazsan seni polis amcalara veririm”, hatta çok daha kötüsü “uyumazsan öcüler gelip seni yer” gibi ifadeler hem çocuğu boyun eğici yapar, hem istismara açık hale getirir hem de fobi geliştirmesine sebep olabilir. Farz edelim ki okul çağındaki bir çocuk, aile içinde, kendisi ile ilgili bir konuda fikir beyan etmek istiyor. Eğer çocuğa anne ya da baba tarafından “sen sus, daha küçücük çocuksun”, “anne-baba ne derse o olur, onların yanında konuşmak ayıptır”, “arkadaşların sana kötü sözler söylese de kötü davransa da karşılık verme ve sus”, “asla kimse ile kötü olma, hayatta sen zararlı çıkarsın” gibi ifadeler kullanılırsa, maalesef doğru iletişim becerisi geliştiremeyen ve karşıdaki insanlara boyun eğen kimlik yapılarının oluşmasını sağlamaktadır. Ayrıca genelde doğu toplumlarında, saygı ve itaat kavramları iç içe geçtiği için, toplumsal olarak da kendi görüşlerini ifade eden bireyler, saygısız davranmakla itham edilebilmektedir. Oysaki insanların kendi düşüncelerini, karşısındakinin zıddına da olsa söylemesi saygısızlık değil bilhassa iletişim becerisinin bir göstergesidir.

Boyun eğici davranışların bilişsel çarpıtmalarla nasıl bir bağlantısı var?

Kaldığımız yerden devam edelim. Aslında genel olarak ebeveyn, çevre ve toplumdan gelen bahsettiğimiz bu dönütler neticesinde bireylerde çelişkili düşünceler oluşabilmektedir. Çünkü biz insan olarak kendi görüş, düşünce, tutum, yaşam tarzı, zevk, ihtiyaç ve tercihlere sahibiz. Bu hususlar her bireyde farklılık gösterecektir. Ancak kişi kendini ifade edemediğinde, kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığında, sürekli başkalarının taleplerini yerine getirmeye çaba gösterdiğinde, bu çelişkiler had safhaya çıkabilir. Bireyler “ben değersizim, yetersizim, işe yaramaz biriyim, kendimle ilgili bir karar veremiyorum, hayatımı hep başkaları yönlendiriyor, sevilmek istiyorsam onların dediğini yapmak zorundayım, başarı elde etmek istiyorsam üstlerim ne derse hemen yerine getirmeliyim, topluluk içinde lafa girersem bu benim saygısız biri olduğumu gösterir” şeklinde bilişsel çarpıtmalara sahip olabilir. Bu belirttiklerimizden değersizlik, yetersizlik, sevilmeye ve değer verilmeye layık olmama, kötü biri olduğunu düşünme gibi artık kökleşmiş ve kişide yer etmiş inanışlara çekirdek inanç diyoruz. İşte, yaşantılar ve çarpıtmalar sonucu bu inançlar geliştirildi ise, boyun eğici davranışlar da, ağacın kökünden beslenerek ortaya çıkan ve gelişen yaprakları gibi insanların davranışlarına bu şekilde yansımaktadır.

Boyun eğici davranışların bir özelliği olan kendi duygu ve inançlarını yadsıma ve savunamama durumuyla nasıl mücadele edilebilir?

Bu konularda en önemli husus, ilk olarak farkına varmaktır. Zira biz, farkına varmadığımız bir özelliğimiz hakkında çözüm aramaya da girişemeyiz haliyle. O yüzden insan olarak bizler, kendi duygu, düşünce ve davranışlarımızı denetlemeliyiz. Nasıl ki bilgisayarımızda virüs taraması yaparak zararlı dosyaları buluyorsak, zihnimizde de bize zarar veren o düşünceleri tarayarak bulmamız gerekiyor. Bilgisayar örneğinden devam edersek, zararlılar tüm bilgisayarı sardı ise bununla mücadele etmek bir o kadar zor oluyor. Bizim olumsuz otomatik düşünce ve bilişsel çarpıtmalarımız da artık kökleşmiş bir hal almış ise, biz de o denli mantıklı ve kanıta dayalı düşünceler geliştirmek durumundayız. Şunu da unutmamak gerekir ki her bir insan, sevgiye, ilgiye ve değer verilmeye layıktır. Bu dünyada kimse bizi sevmese, kimse bize değer vermeseydi dahi (ki bilişsel çarpıtmalardan dolayı bazen böyle de düşünebiliyoruz) yine de biz, sevgi ve ilgiye değer bir varlık olacaktık. Bu sebeple ilk olarak kendi duygu ve düşüncelerimizi ve düşünce yapımızı iyi tanımalı, daha sonra da bunlardan değiştirmek istediklerimiz noktasında adım atmalıyız. Kendi iç yolculuğumuza çıkmaktan, kendimizi daha derinlemesine tanımaya çabalamaktan asla kaçınmayalım. Bu çabanın sonucunda kendi benliğimizi keşfedip istediğimiz gibi bir birey olarak yaşamak var.

Duygularını, düşüncelerini ifade etmek her ortamda mümkün değil midir? Sağlıklı bir iletişim için olması gerekenler nelerdir?

Evet, her ortamda, her koşulda kendimizi ifade etmemiz mümkün olamayabiliyor. O anın, mekânın, ruh halimizin, karşımızdakilerin konumu, şartları veya atmosferi buna uygun olmuyor. Ancak bu demek değildir ki biz hiçbir zaman kendimizi ifade edemeyeceğiz ya da sağlıklı bir iletişim kuramayacağız. Şayet o ortamda kendimizi ifade edemedi isek, bunu sakin bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. Her ortamda mı yoksa sadece o ortamda mı kendimi ifade edemiyorum; diğer insanlarla iken de böyle miyim yoksa sadece belli kişilerle iken mi; patronumdan bir talebim olduğunda mı ifadede zorlanıyorum, en yakın arkadaşımdan bir şey istediğimde de mi, gibi sorularla bu durumu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Eğer belli kişi veya gruplara karşı kendimizi ifade edemiyorsak, bu kişi ya da gruplardan çekindiğimiz, geri durduğumuz özellikleri nelerdir diye sorgulamamız gerek. Eğer genel olarak ifade sorunumuz varsa ve çözüm bulamıyorsak, bir ruh sağlığı uzmanından destek alabiliriz. Şayet belli kişilerle iken ya da grup içinde kendimizi ifade etmeyi deneyerek çaba göstereceğimizi düşünüyorsak, davranışsal deneyler dediğimiz denemeleri gerçekleştirebiliriz. Sağlıklı iletişimi de kendimizi en iyi şekilde nasıl ifade edebiliyorsak ve karşı tarafın anlayabileceğini düşünüyorsak o şekilde gerçekleştirmeliyiz. Boyun eğici kişiler genel anlamda “karşı tarafı kırıp döker miyim, yanlış anlaşılır mıyım, kötü biri olarak görülür müyüm” gibi düşüncelere sahip oldukları için, bu düşüncelere alternatif olabilecek mantıklı düşünceler üretmeye çaba göstermeleri daha doğru olur. Kendimizi ifade etmemizin sonucunda olabilecek durumlardan korkmamız, bizi bu konuda engelleyen en büyük noktalardan biridir. “Kendimizi ifade ettiğimizde karşı tarafın kırılacağının delili nedir; ben kırıcı konuşmadan kendi görüşlerimi söylediğimde bu, neden karşı tarafın incinmesine yol açsın; eğer benim kendimi makul bir şekilde ifade etmem karşı tarafın tepkisine yol açıyorsa o kişi gerçekten bana değer veriyor mu, beni önemsiyor mu; beni seven (annem, babam, kardeşim, arkadaşım, yöneticim) kişinin kendimi ifade ettiğim zaman, bundan dolayı memnun olması gerekmiyor mu”, şeklinde sorgulamalar yapabilmemiz gereklidir. Bunların sonucunda elde edeceğimiz çıkarımlar, hem kendimizi ifade edebilmemizi hem de doğru iletişim kurabilmemizi sağlayacak yolu açacaktır.

Kişi boyun eğici davranışlardan nasıl kurtulabilir?

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi bunun boyutu ve düzeyi çok önemlidir. Bazı bireyler vardır, bir kez kendini ifade etse, gerisi çorap söküğü gibi gelecektir ve bu öz güvenle daha atılgan bir biçimde davranabilecektir. Ancak bu cesareti kendinde bulamadığı ve sonuçlara odaklandığı için bunu davranışa dökemeyebilir. Bu kişilerle atılganlık düzeyini arttırıcı denemeler yapılabilir. Davranışsal düzeye geçmek ilk etapta zor ise hayal kurma (imajinasyon) tekniği uygulanabilir. Bu teknik, bir restorana gittiğinde sipariş yanlış gelirse verilecek tepki, bilet kuyruğunda öne geçen kişiyi uygun bir dille uyarabilme, onun yerine plan yapan bir arkadaşa kendi planını söyleyebilme gibi birçok denemeyi içerebilir. Burada kişi kendi yaşadıklarını yazılı kayıt tutarak ve bu yazılı kayıtlarda düşünce ve duygularını da belirterek çıkarımlarda bulunabilir. Yazıya dökerek ve imajinasyon tekniği ile bunları uygulayabilen ve artık kendini eskisinden daha güçlü hisseden bireyler daha sonra davranışsal olarak bunları deneyerek, hangi düzeyde olduklarını ölçebilir ve görebilirler. Boyun eğici davranış gösteren bireyler, belli kişilere karşı bu davranışı gösteriyorsa ve bu kişiler, kendilerini anlayacak ve saygı gösterecek kadar yakınındaki insanlarsa, yüzleşme gerçekleştirmeleri en sağlıklısı ve doğrusudur. Daha üst düzey durumlarda, daha kökleşmiş sorunlarda ise elbette çekinmeden profesyonel yardım alınmalıdır.

Çocuklarımızı yetiştirirken ne düşündüklerini, duygularını rahatça ifade edebilmeleri için nelere dikkat etmeliyiz?

Burada özellikle ikinci sorunuza verdiğim örnekler noktasında dikkat edilmesi önemlidir. Toplumda bazen duyduğumuz “Fazla soru sormak iyi değildir, icat çıkarma, başımıza profesör kesildin, genel ne derse uy, fazla sivrilirsen hoş karşılanmaz” gibi söylemler, yaratıcılık ve özgünlüğü törpüleyerek bireyleri boyun eğiciliğe itmektedir. Ailede ise çocuklarımıza kullandığımız sözcüklerin ne gibi sonuçlara yola açacağını düşünmeliyiz. Her daim bastırılan, düşünceleri önemsenmeyen, kendini ifade ettiğinde dışlanan, örselenen, yok sayılan, değer verilmeyen çocuklar, bu değer, ilgi, sevgi, saygıyı elde etmenin yegâne yolunun boyun eğmek olduğunu zihnine kazıyacaktır. İşte, bu açlığı da belki hayatı boyunca diğer insanların istediklerini, kendi zıddına da olsa kabul edecek ve gerçekleştirmeye çabalayacak, kendisine ait olmayan bir hayatı yaşamak zorunda kalacaktır. Karşı tarafın her istediğini yaptığı için bu bireyler bir zamandan sonra o bireyler tarafından sömürülebilir, değersiz görülebilir, romantik ilişkilerde terk edilebilir. Bu raddeye gelen boyun eğici kişiler de “ben ne istedi ise yaptım, hak ettiğim bu muydu, bu dünyada insanların hepsi kötü, ben pasif ve değersiz biriyim herkes benden geçiniyor” şeklinde düşünerek ruhsal sorunlar da yaşayabilir. Çocukların ruhuna dokunan herkes bu ihtimalleri göz önünde bulundurarak tutum ve davranışlarına yön vermelidir. O açıdan, uygulamayacaksak dahi çocuklarımızın herhangi bir konuda görüşünü almalı, fikirlerine saygı duymalı, farklı şeyler söylediğinde alaya almamalı, lakap takmamalı, başkaları ile kıyaslamamalı, diğerlerinin yanında küçük düşürmemeli ve ezmemeli, kendimiz bir konuda yetersizlik hissedersek de bilmediğimizi açıkça söylemeli ve çocuğu araştırma ve öğrenmeye teşvik etmeliyiz. Şunu çok iyi bilmeli ve akılda tutmalıyız ki sevgi ve değer verme şarta bağlı olarak gerçekleşecek şeyler değildir. Hiçbir insan, gerçekten sevdiği ve değer verdiği bireyi bir karşılık beklediği için sevmez veya ona değer vermez. Çünkü bunlar doğal olarak gelişir. Biz de neden çocuğumuz, öğrencimiz veya yakınımız bizle aynı görüşte olduğunda, bizim emirlerimizi uyguladığında, ödevlerini bitirdiğinde, yüksek notlar aldığında, belli makama geldiğinde veya paralar kazandığında sevelim ya da değer verelim ki? Bu davranışlar hem çocuğu örseler hem de ileride yanlış bağlanmalara yol açabilir, hatta araçsal ilişkiler kuran, çıkarcı bireyler olmalarına bile yol açabilir. Kaldı ki çocuğumuzun farklı bir düşünce ve görüşe sahip olması, (elbette yıkıcı ve zarar verici olanlar dışında) ona bu denli tepki göstermemize yol açmaktadır. Burada bu tarz tutum ve davranışlara sahip kişilerin öncelikle kendilerini incelemeleri ve varsa kendilerine ait bu davranışları değiştirmeye çabalamaları gerekmektedir.
Konu buraya gelmişken son bölümde, geçmişte bu konu hakkında yapılmış ve çarpıcı sonuçları olan Asch’in Uyma Deneyi, Milgram’ın İtaat Deneyi ve Zimbardo’nun Standford Hapishane Deneyi’nin sonuçlarına birkaç cümle ile değinelim dilerseniz. Uzun bir biçimde ele alamayacağımız için ilgi duyanlar kaynaklardan bu deneyleri araştırabilirler. Kısaca, Asch’in deneyinde bireyler yanlış olduğunu bilmesine rağmen grubun yanıtına uygun yanıt veriyor, Milgram’ın deneyinde bireyler, düzeneğin bir kurgu olduğunu bilmeden, yan odada olduğunu düşündüğü kişilere verilen direktif sonrasında yüksek düzeyde elektrik şoku veriyor, son olarak Zimbardo’nun deneyinde bunun bir deney olduğunu bilmelerine rağmen gardiyanlar, belirlenen kurallardan destek alarak mahkûmlara sert bir biçimde davranıyorlardı. Bu deneyler bazı noktalardan dolayı eleştiri alsa da, insanoğlunun bir bölümünün grup içinde veya otoriter bir figürün karşısında boyun eğebileceğini ve onların istediğini yapabileceğini gösteriyor. Hem de başka bir insana zarar vereceğini bilecek olsa dahi. Milgram, bu davranışı yapanların kabaca “ben bana denileni yaptım, sorumluluk bana yaptıranındır” şeklindeki düşüncelerinden dolayı bunu gerçekleştirdiklerini belirtmiştir. Tüm bu deneylerden de günümüz insanının çıkaracağı sonuçlar vardır. Özellikle yetişme açısından, küçüklükten itibaren yanlış ve zararlı da olsa o anki otoritenin dediğine uymaya zorlanılan çocuk ve gençlerin, maalesef bu tarz davranışları göstermesi olasıdır. Bu konuda aile ve eğitimcilerin yetiştirdikleri bireylere, koşullar ne olursa olsun, kötü karşısında iyinin, yanlış karşısında doğrunun, zalim karşısında mazlumun yanında olmanın insani bir görev olduğunu öğretmeleri ve vurgulamaları gerekmektedir. Tarihte olmuş ve günümüzde de yaşanan insanlık dramlarının, zalim insanlara itaat eden kişilerle birlikte devam edeceği göz önünde bulundurulduğunda da konunun önemi bir kez daha anlaşılmaktadır. Belki ilk bakışta boyun eğici davranışlar, basit bir sosyal psikoloji kavramı gibi gözükse de, üzerinde titizlikle durulursa içinde bulunduğumuz ailenin, toplumun ve dünyamızın daha sağlıklı ve yaşanabilir olmasını sağlayabilecek kadar önemlidir. Hepimize kendimizi ifade edebildiğimiz, birbirimizi anlayabildiğimiz, sevgi ve saygı temelli yaşantılar diliyorum.

Doç. Dr. Gazanfer Anlı

Toplumun temel taşı olan ailenin sağlam ve güçlü temeller üzerinde kurulması gerektiğini vurgulayan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Son Sığınak Aile” kitabında 10 maddelik “Evlilikte Niyet Sözleşmesi”ne yer verdi. Sözleşmede “İki ayrı kişiyiz ancak bir bütünün parçalarıyız. Özgürlüklerimiz ve sorumluluklarımız arasındaki dengeyi unutmayacağız” denilerek ortak ideallerin ömür boyu sevgi, saygı ve güvene dayalı birlikte yaşama hedefi olduğu vurgulanıyor. 

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın “Son Sığınak Aile” kitabında ele aldığı 10 maddelik Evlilik Niyet Sözleşmesi” şöyle:

Aşağıdaki maddeleri ön şartsız olarak kabul ediyorum.

1-İki ayrı kişiyiz ancak bir bütünün parçalarıyız. Özgürlüklerimiz ve sorumluluklarımız arasındaki dengeyi unutmayacağız.

2-Ortak ideallerimiz ömür boyu sevgi, saygı ve güvene dayalı birlikte yaşama hedefidir.

3-Büyük kararları birlikte alacağız. Karar verirken en önemli değerlerimiz açıklık, dürüstlük, karşılıksız sevgi ve empatidir. Yöntemimiz iyi iş birliği kurabilmek için birbirimizin isteklerini, duygularını ve ihtiyaçlarını anlama çabasıdır.

4-Farklı düşünsek bile birbirimizden çok şey öğreneceğiz, konuşarak ve sevgi dillerini kullanarak çözüm yolları geliştireceğiz.

5-Öncelikle bir diğerimizi değil, kendimizi geliştirmeye çalışacağız.

6-Birbirimizin özel ve sessiz anlarına ve estetik anlayışına saygı duyacağız.

7-Evimizi evrensel değerlere uygun kurallı bir ortam yapacağız ve bu kurallara birlikte uyacağız.

8-Diğer aile yakınlarımız ve büyüklerimiz bizim için değerli ve önemlidirler. Ancak özelimizin bizde kalmasına özen göstereceğiz.

9-İlişkimizde güven esas, kuşku istisnadır. Kriz anında aile büyüklerimin ve uzmanların hakemliğini kabul ediyorum.

10-Çocuklarımızın iyi yetişmesi için evimizin sıcak, sevimli ve mutlu eden bir ortam olmasının farkındayım.

Aşkın aptal gibi davranmamıza neden olduğunu söylüyorlar. Gerçekten de bazen aşık olmamamız gereken kişilere aşık oluruz. Ya da sadece bir an süren aşk ilişkilerimiz olur. Bazen de karşılıksız aşkın acı tuzağına düşüyoruz. Dahası, bazı insanlar sayısız hayal kırıklıkları, yaralar ve başarısızlıklar nedeniyle kendilerini o kadar yorgun hissederler ki, bir daha asla sevmemeye yemin eder ve kalplerinin kapılarını sonsuza kadar kapatırlar. Ancak, aşkın beyinde yeşerdiği açıktır. Bu nedenle, sosyobiyolojik bir amacı vardır. Ve sadece türümüzün devamlılığını desteklemek için üreme amaçlarından bahsetmiyoruz. Aslında sevgi, yalnızca bir çift arasındaki klasik tutku bağıyla değil, birçok şekilde kendini gösterir.

Sevmek, varlığımız boyunca en çok ve en çeşitli şekillerde çekimlediğimiz fiildir. Bu derin, zenginleştirici ve sağlıklı duyguyu hissediyorsak, bunun nedeni anlaşılmaya değer bir dizi nedendir.

Diğer figürlerle bağlanma ilişkileri kurmaya programlandık. Hayatta kalmamızı ve refahımızı garanti ederler.

Biz sevmeye programlandık

Beyindeki sevgi mekanizmalarını anlamak, bir tür olarak kendimizi daha iyi anlamamızı sağlar. Örneğin, aşık olduğumuzda neden bu kadar enerji dolu hissettiğimizi veya ihanetin neden bu kadar acıttığını anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca, işlevsiz ve sevgisiz ailelerde büyümenin neden ruh sağlığımız üzerinde sonuçları olabilir? Sevmek ve sevilmek (partnerler, arkadaşlar veya aileler tarafından) açlık veya susuzluk gibi biyolojik bir ihtiyaçtır. Bununla birlikte, hayatta kalma ihtiyacımız, bağlantı ihtiyacımızı aşıyor. Bu nedenle hayatta kalmak ve varlığını sürdürmek genellikle insan beyninin temel amacıdır.

Davranış bilimlerinde uzmanlaşmış bir psikiyatrist olan Stephanie Cacioppo, Wired for Love: A Neuroscientist’s Journey Through Romance adlı kitabı yazdı. İçinde, sadece sevmeye “programlandığımızı” değil, aynı zamanda bu duygunun hepimize amaç ve anlam veren bir gereklilik olduğunu iddia ediyor.

Sevgi, ilgi ve korunmaya ihtiyaç duymamız için bizi motive eder. Bu içgüdüsel duyguyu yaşadığımızda beynimiz 12 bölgeye kadar faaliyete geçer.

Bağlanma: temel bir ihtiyaç

Hayatta kalmamız büyük ölçüde bağlanmaya ve birbirimizle bağ kurma yeteneğimize bağlıdır. Bağlanma, psikoloji ve etoloji alanlarında karşılıklı ilgi, şefkat ve korumaya dayalı duygusal bağı tanımlar. Bu deneyim sadece bir çocuk ve ebeveynleri arasında ortaya çıkmaz. Ayrıca çiftler arasında ve hatta arkadaşlıklarda gelişir. Hayatımızda bir dizi önemli figüre sahip olmak stresi azaltır ve aidiyet duygumuzu geliştirir. Sadece sevginin aktığı değil, aynı zamanda öğrenme ve deneyimin de bize bilgelik verdiği türden ilişkilere sahip olduğumuzda kendimizi başkalarının bir parçası olarak hissederiz. Aslında, herhangi bir biçimdeki aşk, özen ve saygıyı içerir. Bunlar sosyal beynin iki temel direğidir.

İlişkiler bize anlam ve amaç verir

Dr. Cacioppo kitabında, Syracuse Üniversitesi’nin (ABD) yaptığı bir çalışmada da bahsedilen bir iddiada bulunuyor. Her ikisi de aşkın beyindeki dopaminerjik ödül devresini harekete geçirdiğini ileri sürerler. Ayrıca oksitosin, serotonin ve adrenalin salınımını artırır. Bu nörotransmitter seli, on iki beyin bölgesini harekete geçirerek içimizde çok sayıda ihtiyaç, motivasyon ve duyum yaratıyor. Yine de, aşkı yöneten bu karmaşık nörobiyolojik mekanizmaların aynı zamanda bize bir amaç vermesi amaçlanıyor. Partnerlerimizin ve ailelerimizin sevgisi, tıpkı arkadaşlıklar gibi varlığımıza anlam katar. Aslında bu derin ve çok yönlü duygu, bizi motive eden, hedefler koymaya ve her sabah neden kalkmaya değer olduğunu hatırlamaya davet eden sosyal bir yapıştırıcıdır.

İnsan olarak bizi geliştiren bir sosyal sözleşme

Sadece korunmuş hissetmek veya hayati anlamlar oluşturmak için değil, sevmeye programlandık. Aslında aşk, tüm biçimleriyle aynı zamanda bir toplumsal sözleşme biçimidir. Çiftler, aileler ve hatta arkadaş grupları küçük ortaklıklar gibidir. Başarılı ve tatmin edici olmak için hakkaniyete, adalete ve özene dayalı olması gereken türden bağlantılar bunlardır. Diğerlerini sevmek, istemek veya onlar için şefkat hissetmek, onlarla günlük olarak işbirliği yaptığımız anlamına gelir. Bu bilinçsiz sözleşme , sorunları ve zorlukları çözmemize, çocuk yetiştirmeyi paylaşmamıza, ekonomik destek bulmamıza ve hatta sosyal imajımızı oluşturmamıza olanak tanır.

Kim olduğumuz, günlük olarak etkileşimde bulunduğumuz insanlarla bağlantılıdır. Birbirimizi sevmek ve sevdiklerimizle ilgilenmek olağanüstü bir destek oluşturur. Toplumda daha fazla güvenlik ve esenlik içinde gezinmemizi sağlar. Bu destek, bizi neredeyse her zaman karmaşık olan ortamlarda ilerlemeye teşvik eden bir demirleme görevi görür.

Hepimizin önemsendiğini, sevildiğini ve saygı duyulduğunu hissetmeye ihtiyacımız var. Bu duygusal birleşme, sosyal varlıklar olarak gelişmemizi kolaylaştırır.

Sevgiyi hak etmek

İnsanların bizi hak ettiğimiz şekilde sevmelerini neden her zaman başaramadığımızı merak edebilirsiniz. Aslında bu, psiko-duygusal dokumuzdaki en büyük çarpıklıktır. Hem bir ironi hem de çok büyük bir trajedi. Sevmeye programlandık ama bazen çok seviliyoruz. Kendinizi bu tür bir durumda bulursanız ne yapabilirsiniz? İdeal olarak, kötü deneyimlerinize rağmen aşktan vazgeçmemeniz gerektiğini hatırlamalısınız. Örneğin, işlevsiz bir aile nedeniyle kötü bir çocukluk geçirmiş olmanızın, varlığınızı yönetmesi gerekmez. Ya da acı verici bir ilişki, bir daha aşık olmanız için kapıyı kapatman gerektiği anlamına gelmez.

Kalbinizin kapısını kapatmayın. Unutmayın, sevginin birçok şekli vardır. İyi arkadaşlar, iyiliğiniz için çok gerekli olan günlük desteği de oluşturabilirler. Shakespeare’in dediği gibi, “Aşk yağmurdan sonra güneş ışığı gibi rahatlatır”. Ondan kaçmayın. 

Psikolog Valeria Sabater

Zamanlarının çoğunu her şeyi sıraya koyup halletmeye çalışan birçok insan tanıyorum ve eminim sizler de benim gibi bu türde insanları tanıyorsunuzdur. İçten içe kendilerini büyük bir çabayla adadıkları işlerinden nefret ediyorlar, ancak bir şekilde zihinleri onları kendilerini bu zorlayıcı durumlardan kaçmalarını engelliyor. Huzursuzlukları ve kaygıları, mantıklarını devreye sokamadıklarında ve karmaşa ortaya çıkınca tetikleniyor.

Düzen ile kaos arasındaki, düzen ve düzensizlik arasındaki böylesine bir çatışma, tarihimizin düşünürlerine ve özellikle de içinde yaşadığımız dünyanın tercümanlarına büyük bir alan oluşturmaktadır. Düzenin ise yadsınamaz bir cazibesi vardır; mantıklı, dünyayı öngörülebilir hale getiren ve bu nedenle de bir dereceye kadar onu kontrol edilebilir yapan bir cazibe.

Duygularını benzer bir düzene uydurmaya çalışan insanlar bile vardır, sanki beyinlerinde duygularını muhafaza ettikleri bir dolap varmış gibi ve her gün hangi duyguyu yürürlüğe koyacaklarını ve hangi düşüncelerle onları eşleştireceklerini seçebiliyor gibidirler. Belki bir gün, teknoloji yardımı ile buna benzer bir sistem elde edeceğiz, ancak bu gerçek olursa da trajik bir olayın ortaya çıktığının habercisi olacaktır: doğadan tam anlamıyla kopuşumuzun tamamlanmış olduğunun habercisi.

Çılgınlık hayatın bir parçasıdır

Veya başka bir deyişle, ilkel yanımız hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor. Bununla, sezgi, yaratıcılık, doğaçlama ve büyüklükten bahsediyorum. Her şeyin nedensel anlamda (köken) ya da pragmatik anlamda (sonuç) bir nedeni vardır ve bu oldukça doğaldır. Diğer bir deyişle, bu oldukça doğaldır çünkü bazı şeyler geçmişe ve geleceğe bağlı değildir, düşüncenin kalıplarını yıkar, bir anda doğarlar ve aynı şekilde ölürler. Bu şu an ile yapılan bir uzlaşmadır (şu an derken hem zaman dilimini hem de anı yaşamayı kast ediyoruz- ne de güzel semantik bir paradoks, değil mi?).

Neden buradasınız? Ne için buraya geldiniz? Şu an bunun bir önemi yok, bunu hiçbir zaman bilemeyebilirsiniz bile. Her neyse, ben buradayım. Gelişime neden olan şey hakkında hiçbir fikrim yok, ne de bir şeyler yapmaya geldim. Ben sadece sizinle buradayım.

Çılgınlığı olduğu gibi kabul etmek ve tadını çıkarmak olgunluğun bir işaretidir

Çılgınlık olmadan, tutkularınız yeterince beslenemez. Düzenlilik güvenliği sağlar, ancak delilik ruhu besler ve ona umut verir. Sağlıklı bir düzeydeki çılgınlık, kalbi büyüler. Aşık olmak da, diğerlerinin kalplerini ele geçiren ve onlarda hak beyan eden bir çeşit çılgınlıktır.

Mantıklı düşünücek olursak, aşık olmak son derece anlamsızdır. Büyük bir kaynak yatırımına, baş döndürücü bir duygusal istikrarsızlığa ve en sınırlı kaynağımız olan zamanın ışığın dört katı hızıyla akmasına neden oluyor. Hatta bazen zaman ışık hızını dahi aşıyor çünkü bu tip durumlarda her şey bulanıklaşıyor gibi görünüyor, aşk dışında her şey yani. Endişeli olduğunuzda bunu düşünün; çünkü böyle durumlarda etrafınızdaki her şey dağılıyor gibi görünüyor. Vicdanınızdaki yükü bir kenara bırakın, çünkü her şeyi kontrol edemezsiniz ve hayatınızın bazı kısımları kaotik olmaya mahkumdur. Halen mücadele ile devam ettiğiniz o garip yol, size veya başkalarına ilham verebilecek olan şeydir.

Çılgınlık bir yiyecek gibi, olmazsa olmaz bir ihtiyaç değildir, ancak yaşama tat katar ve onu tamamlar. Yaşamın tadını ve tüm nüanslarını vurgular.

İyimser olmak, hayatın zorluklarıyla baş etmemize yardım eden oldukça faydalı bir özelliktir. Ancak iyimser olmak yetmez Ne iyimserliğin ne de kötümserliğin fazlası arzulanan bir şey değildir. Modern toplumda ise neşenin diktatörlüğünü kabullenmemek ayıplanıyor. Bu makalede, mutluluğun diktatör gibi üzerime çökmesiyle mutluluk da dahil farklı duyguların demokratik bir şekilde birlikte var olmasını nasıl ayırt edebileceğimizi anlamaya çalışacağız.

“Hayatta mutluluk demek, her zaman yapacak bir şeye, sevecek birine ve bekleyecek bir şeye sahip olmaktır.”

– Thomas Chalmers

Mutluluk ve reklamcılık

Mutluluk, bize reklamlarla dayatılan bir üründür. Bize, mutlu olmak için, satın almamız gereken şeyleri, yapmamız gerekenleri, okumamız gereken kişisel gelişim kitaplarının neler olduğunu söyler. Dergilerde yalnızca mutlu, sağlıklı ve güzel insanları görürüz ve hepsi de başarılıdır. Güzel, mutlu ve her daim gülen o insanlar kendimizi kötü hissetmemize sebep olur. Daha mutlu olmak için onların tavsiye ettikleri şeyleri yapmaya ve satın almaya hazır hale geliriz.

“Benim mutluluğum sahip olduklarıma şükretmek ve sahip olmadıklarımı haddinden fazla istememektir.”

– Leon Tolstoy

En doğru denge nasıl sağlanır? Sadece ihtiyacımız olan ve hem maddi durumumuza, hem de karakterimize uygun olan şeyleri satın almalıyız. Yeterince iyi olmadığımızı kulağımıza fısıldayıp duran tüm mesajlara rağmen kendimizi mutlu etmesini bilmeliyiz. “Güzellik”le ilgili bu sağlıksız mesajların çoğu anoreksi (iştahsızlık) ve bulimia (doymama hastalığı) gibi hastalıkların ortaya çıkmasına sebep oldu. Yarattığımız mutluluk modelinin böyle şeylere sebep olmasına izin vermeyelim. Hayatlarımızı doğal bir şekilde yaşayalım.

Mutluluk, hiçbir sorununuzun olmaması demek değildir

Mutluluk, içinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun her zaman bize hayat verebilen bir durum, bir akış, bir andır. Mutlu anların yalnızca ideal koşullarda ortaya çıkacağını düşünmek, yağmurluğunu bir günün güzelliğini göz ardı etmek demektir. Tüm kasvetine ve griliğine rağmen sakinleştiricidir. Ne zaman mutlu bir an yaşayacağınızı ya da ne zaman istenmeyen bir durumun mutlu bir ana dönüşeceğini bilemezsiniz. Kesin olan şudur, her şeye açık olmak pozitif bir şeyi kaçırmamamız için bize yardımcı olacaktır.

Tüm duyguları kabullenme sonucu doğan mutluluk

Bugünlerde, duygularımıza bir teşhis koymaya hiç olmadığı kadar meraklıyız. Eğer olumsuz duygular içindeysek, üzgünsek bunun çekilmez bir şey olduğunu düşünüyor, varlığımızla bu duygular arasındaki bağı hemen koparmak istiyoruz. Eğer mutlu hissediyorsak, bir duygunun ana özelliğini göz ardı ederek, onu daha fazla teşvik edip sonunu yorgunluğa vardırmak istiyoruz: genellikle yoğun ve aynı zamanda geçici oluyor.

Beynimizin olumlu duyguları depolamasını ve negatif duyguları defetmesini istiyoruz. Peki o zaman mutluluk veren bir durumla olumsuz bir durumu birbirinden ayırt etmeyi nasıl becereceğiz? Eğer negatif anılarımızı hatırlamıyor olsaydık hayatta kalma savaşımız nasıl sonuçlanmış olurdu? Tür olarak ve şu anda insanlar olarak nasıl evrimleşebilirdik? Kendimizi, farklı duygulara uyum sağlayabilen karmaşık insanlar olarak görmeliyiz. Tüm duyguların bize gelmesine izin verip onları kucaklamak hayatı eksiksiz yaşamanın tek yoludur.

Amaçsız, zorlama mutluluk çaresizliktir 

İçinde bağlılık ve fedakarlık olmayan hiçbir mücadele ya da hayal yoktur. Ancak, bazen, eğer hayalimiz bizi heyecanlandırıyor ve motive ediyorsa, onu yolun bir parçası olarak görürüz. Buna rağmen, daha büyük bir amacı gerçekleştirmek için önem verdiğimiz belli şeyleri arkamızda bırakmak zorunda değiliz. Elbette geçmemiz gereken bir sınav için akşam parti yapmaktan vazgeçmek çok mantıklıdır. Bu tür bir vazgeçiş bizi bunaltmaz. Ancak sevdiklerimizle geçireceğimiz zamandan vazgeçmek hem korku duymamıza hem de huzursuz hissetmemize sebep olur.

“Mutluluk sevdiğin şeyi yapmak değil yaptığın şeyi sevmektir.”

– Jean Paul Sartre

Her zaman mutlu olmaya karar verip bu sebeple bizi zorlayacağını bildiğimiz hedeflerin peşinden gitmekten vazgeçebiliriz. Ancak, takıntılı bir şekilde mutluluğu kovalamak, her zaman iyi hissetmek istemek, akıl sağlığımızın yerinde olmasıyla eş değer değildir. Bir insanın hayatında, stres, hayal kırıklığı ve belirsizliğin olmasına da ihtiyacı vardır. İyi hissetmek, bizi duygularımızı kaybetmeye kadar götürebilecek bir kültürel normdur. Bir umudu olan, bir amaç için çabalayan biri, mutluluğu vazgeçilmez bir unsur olarak gören birine göre, daha fazla sorunla baş edebilir. Mutluluğu vazgeçilmez bir unsur olarak gören biri, sürekli mutlu olmak istediği için hayatın özünü ve anlamını çoktan yitirmiştir.

Hayat bir görev değildir, mutluluk da bir yükümlülük değildir.

İlginç bir şekilde, gizemin ve şüphenin kraliçesi Agatha Christie’nin söylediği en harika söz, gizem ve şüpheyle ilgili değildir. Ünlü yazar, “Bir insanın başına gelebilecek en talihli şey mutlu bir çocukluktur,” demiştir. Bu nedenle bu yazıda, mutluluk kavanozunun hem yaşlıları hem de gençleri nasıl mutlu edebileceğini size anlatacağız.

Her zaman olumlu düşünmek kolay değildir, genelde olumsuz düşünmeye meyilli olan yetişkinler bu konuda özellikle zorlanırlar. Görünüşe bakılırsa olumlu düşünmeyi en iyi gerçekleştiren çocuklardır. Oyunlarıyla, gülmeleriyle ve eğlenmek istemeleriyle olumlu düşünmenin en doğal halini onlarda görürüz. 

Olumlu bir tavır takınmak

Çalışmalar, olumlu düşünmenin tüm engelleri aşmak için en güçlü silahlardan biri olduğunu tekrar ve tekrar gösterdi. Bu nedenle çocukları olumlu düşünmeye teşvik etmek ve bu şekilde gelişmelerini sağlamak çok önemlidir. Bu tutuma sahip olmaları, hayattaki en büyük kazançları olacaktır. Bunu başardıkları zaman gelecekleri için daha umutlu olacaklar.

“Çocuklar, dünyadaki en önemli kaynaktır, gelecek için en büyük umuttur.”

– John Fitzgerald Kennedy

Mutluluk kavanozu tekniği bir oyun olarak tarif edilebilir. Çocukların doğal olarak sahip olduğu olumlu tutumları teşvik etmektedir, olumlu olmayan çocukları da bu yöne kaydırmayı hedefler.

Çocuklar düşündüğünüz kadar baskı altında değildir, ve birçoğu pozitif tavırlar içinde sorunlarla mücadele edebilir ve onlara çözümler bulabilir.

Mutluluk kavanozu tekniği nasıl çalışır?

Bu teknik, problemleri olumlu düşünerek nasıl çözebileceklerini insanlara öğretmeye çalışır. Buradan yola çıkarak, ünlü felsefeci Elsa Punset bu oyunu ortaya çıkarmıştır. Bu oyun aile olarak ve arkadaş grubu olarak oynanabilir. Oyuna katılan herkes, hacmi yeterli olabilecek cam bir kavanozu seçer ve onu mutluluk kavanozu yapar. Seçilen kavanoz, herkesin görebileceği şekilde işaretlenir ve evin görünür bir köşesine kaldırılır. Her gün herkes, son 24 saatte başına gelen en iyi şeyi bir kağıda yazar.

Gün içinde başınıza gelen çok basit olaylardan bahsediyoruz. Mesela aldığınız iyi bir not, lezzetli bir yiyecek, beklediğinizden daha iyi geçen herhangi bir şey ya da biriyle karşılaşmanız gibi son derece basit olaylar. Herkes yazdığı kağıdı katlar ve kavanozun içine atar. İster inanın ister inanmayın, beyniniz bu küçük mesajları kaydedecektir. Sonrasında ise her altı ayda bir, muhtemelen ağzına kadar dolmuş olan bu kavanozular açılır. Kağıtlar çıkarılır ve bu süre boyunca yaşanan tüm pozitif olaylar sesli bir şekilde okunmaya başlanır. 

Mutluluk kavanozu tekniği: peki bu tekniğin amacı nedir?

Peki bu mutluluk kavanozu tekniğinin amacı nedir? Bu oyun sadece sade bir fikirden ibaret değildir. İnsan beyninin sürekli olarak öğrenmeye açık olduğunu biliyoruz. Ve bunu klasik olan deneme yanılma yöntemi ile yapıyor. 

Çok temel bir teknik olabilir, ancak küçük bir çocukken sizi yüksek bir sandalyeye oturttukları zamandan beri bu tekniğe aşinasınız. Oyuncaklarınızı yere attığınızda onların başına neler geldiğini bu şekilde öğrendiniz.

Olumlu bir tavır takınmanın, olumsuz durumları avantajlı bir hale getirdiği bilinen bir gerçektir. Bunu başarmak göründüğü kadar kolay değildir ancak böyle bir tutuma sahip olmak problemleri fırsatlara çevirme ihtimalini size sağlayabilir.

Bu nedenle bu teknik şu durumları meydana getirir:

  • Çocuklar günün sonunda başlarına gelen tüm güzel şeyleri yansıtmayı öğrenirler. Bazen daha çok dürtüsel hareket edip sabırsız görünebilirler, bazen her şeyin korkunç olduğuna inanırlar. Bu teknik, bu şekilde düşünmelerinin yanlış olduğunu onlara gösterir.
  • Küçük şeyleri takdir etmeyi öğrenirler. Bir öpücük, kucak veya güzel bir söz… Gün içinde herkesin başına gelen iyi şeyler mutlaka vardır, ancak onları fark edebilmek için her zaman gerekli tavır ve yatkınlığa sahip olamıyorsunuz. Bu yaşanan olumlu hadiseleri hissetmeniz ve onlardan zevk almak gerekir. Bu fark edemediğiniz olumlu şeyleri beyninize sabitleyerek, bu anlamdaki tutumunuzu değiştirmiş olacaksınız.
  • Bütün üyeler ve özellikle çocuklar, zamanla büyük problemleri daha küçüklerinden ayırt edebilmeyi öğrenmiş olacaklardır.
  • Bu teknik herkese, özellikle gençlere minnettar olmayı öğretmek için oldukça yardımcı bir tekniktir.
  • Ayrıca aile ve grup içindeki iletişimi geliştirmek için de harika bir yoldur.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Savanna Mutluluk Teorisi, İngiliz Psikoloji Dergisinde yayınlanan bir bilimsel araştırmadan çıkarılan sonuçlardan ortaya çıktı. Henüz yeterince kavramsallaştırılmamış olmasına rağmen, ilginç bir yaklaşımı temsil etmektedir. Her şey bir grup araştırmacının mutluluk hakkında kapsamlı bir anket yaptığında başladı. Mutluluğun insanların yaşadığı çevre ile ilgili olup olmadığını belirlemek istediler. Kırsal ortamlarda yaşayanların yaşadığı mutluluk derecesini kent ortamlarında yaşayanlarla karşılaştırmaya koyuldular. Araştırmada ayrıca görüşülen kişilerden demografik ve IQ verileri toplandı. Toplamda, 18-28 yaş arası 15.000 yetişkin araştırıldı. Bir sonuç Savanna Mutluluk Teorisi idi. İlk sonuçlardan biri ve aynı zamanda en şaşırtıcı olanlardan biri, IQ ve tercih edilen yaşam çevresi arasındaki ilişki ile ilgilidir. Araştırmaya göre, daha akıllı insanlar kentsel çevrelerde yaşamayı tercih ediyor. Öte yandan, düşük IQ’lu olanlar kırsal alanlara özel bir ilgisi var.

Buldukları cevap, beynimizin atalarımızdan kalan bir mirasıydı. Bu bizi kırsal ortamlara (veya savanlara) yöneltiyor – çünkü başa çıkmak daha kolay. Ancak beynimiz gelişti ve daha fazla stresli olmasına rağmen, yüksek nüfus yoğunluğuna sahip ortamlara uyum sağlamaya başladı. Daha yüksek IQ’lu insanlar bu şartlarda daha iyi başa çıkabilir. Aslında orada çok fazla fırsat da buluyorlar.

Yalnızlık, anahtar faktör

Anket ayrıca katılımcıların ilişkilerinin niceliğini ve kalitesini sordu. Veriler başka ilginç bir desen gösterdi. Daha yüksek IQlu insanların daha az sosyal etkileşim ile daha mutlu hissettiklerini söyledi. Fakat daha düşük IQ’lu insanlar için tam tersi olur: sahip oldukları daha fazla sosyal etkileşim, daha mutlular. Benzer şekilde, araştırmacılar daha yüksek IQ’lu olanların aslında kent stresini daha başarılı bir şekilde ele almak için bir mekanizma kullandığını açıkladı. Uyaranların sayısını azaltmanın yollarından biri, diğerleriyle olan ilişkilerini sınırlamaktır. Bu onların stresten kaçınmasına yardımcı olur ve uzun vadeli projelere yatırım yapmalarına daha fazla zaman tanır. Daha düşük IQ’lu olanlar sıklıkla başkalarıyla etkileşimde bulunabileceklerinde daha mutlu olurlar.

Savanna mutluluk teorisinin geçerliliği

Özetle, Savanna Mutluluk Teorisi’nin önerdiği şey, en zeki olanların daha şehirli ve yalnız olmalarıdır. Ve daha düşük IQ’lu olanlar daha sosyal, kırılgan ve kırsal çevreye bağlılar. Birincisi kötü bir ortamda yalnız olmayı tercih ederken, ikincisi yalnızlıktan çok az tatmin buluyor. Ancak, tüm bu ağırlığı, bu teorinin ardına atmak biraz aceleci davranılmış gibi olabilir. Her ne kadar çok kapsamlı bir çalışmaya dayanıyor ve bazı yeni fikirler sunuyor olsa da, daha fazlasına ihtiyaç var. Tek bir çalışma temelinde katı bir teori oluşturulamaz, ancak kapsamlı ve teknik bir teori olabilir.

IQ’ye bu kadar önem vermeleri de çok sürdürülebilir görünmemektedir. Gerçek şu ki, zekanın ölçülmesi hala tartışmalı bir konudur. Örneğin, tarih boyunca hem “grefli dahiler” hem de “yalnız dahi”leri görürüz. Mozart, eskiden birinciliğe aitti ve ikincilik Beethoven’e aitti. Demek istediğimiz yapılan her çalışma yeni şeyler ortaya çıkarabilir ve eski araştırmaların geçerliliğini yitirmesine yol açabilir. Sonuçta akıl akıldan üstündür sözünü unutmamak lazım. Yine de, çalışma ilginç ve birçok yeni gelişmeye ve teoriye yol açacağından emin olabiliriz.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Полёт души! Вессений сборник 2023

Yalnız olma arzusu ve aynı zamanda aşkı da bulmak aslında kesinlikle mümkün. Çünkü aşk, bir şekilde yalnız hayatı seven insanların da özlemini duyduğu bir şey. Yalnız yaşamayı sevenler, ne tür bir ilişki istediklerini ve partnerlerinden ne beklediklerini çok iyi biliyorlar. “Mükemmel” kişiyi bulmanın onlar için bu kadar zor olmasının nedeni belki de bu olabilir.

Yalnız kalmak ve aşkı bulmak mümkün mü? Yalnız olanlar genellikle uyumsuz, günümüz sosyal dünyasının yabancısı ve utangaç kişilermiş gibi yanlış algılanırlar. Hatta, bu insanlar, hiç kimsenin tam olarak anlayamadığı “tuhaf” kişiler olarak da etiketlenebiliyorlar. Yalnızlıktan zevk alan bir kişinin, insanlarla ilişki içerisinde olmaktan hoşlanmıyor olmak gibi bir zorunluluğu olmayacağından, bunların hepsi birer efsaneden ibaret. Aslında, bu yalnız olma sevdalıları, önlerine doğru fırsat çıktığında, aşktan vazgeçmek istemezler.

Evet, bu tespit, ilk bakışta kulağa karmaşık ve hatta çelişkili geliyor. Bu tarz bir kişinin seçebileceği türden bir yalnızlık, genellikle oldukça karakteristik ve belirgin özellikleri olan bir yaşam tarzını işaret edecektir. Kuralların veya anlaşmaların olmadığı bir dünya gibi de düşünebiliriz bu konsepti. Evleri tamamen kendilerine ait olan bu insanlar, orada olabilecek tüm faaliyetler ve işler üzerinde tam bir kontrole sahiptirler. Yalnız bir kişi, resmi bağlara ihtiyaç duymaz ve başkalarının taahhütlerinin bir parçası olmayı da pek fazla umursamaz.

Öyleyse gerçek, otantik ve kalıcı aşkı bulmak konusundaki bir arzuyla bu kişilik yapılarını nasıl bir arada tutabilirler? Bu konuda uygulanagelen bazı stratejiler mevcut. Ancak, öncelikle, harekete geçmelerine ve bu benzersiz evrenlerinde misafir edebilecekleri kişiyi bulmalarına olanak tanıyacak bir dizi boyutu açıklığa kavuşturmalıyız. Bunun nedenini şöyle açıklayabiliriz; Arthur Schopenhauer’in de işaret ettiği gibi, yalnız kalmak, tüm büyük beyinlerin kaderi. Hayatı aynı şekilde ve seviyede hisseden birini bulmak, şüphesiz birinin başına gelebilecek en iyi şey.

“Yalnız olma durumu bana hiç doğru gelmedi; bazen iyi geldiği oldu ama asla doğru gelmedi.”

– Charles Bukowski

Yalnız olma ve aşkı bulma

Genellikle “yalnız kurt” olarak adlandırılan bu tür bir profil, başarısız bir benzetme olarak da görülebilir, çünkü kurtlar aslında sürü halinde yaşar ve oldukça sosyal hayvanlardır. Yalnız olanlar, zehirli yüzgeçleriyle kendisine yaklaşan herkese saldırabilecek ve aslında büyüleyici bir deniz canlısı olan aslan balığı veya ayılar ve koalalar gibi hayvanlar. Gördüğünüz gibi, doğada da çok sayıda yalnızlık öyküsü bulunuyor. Bununla birlikte, bu durumun istisnası da, yalnız bir kişinin halihazırda sosyal bir ortama entegre olmuş ve ortalama yaşantı tarzı olarak, bu iki alan arasında geçiş yapmayı öğrenmiş olması.

Gruplar arasında etkili bir şekilde hareket edebilseler bile, bu tür insanlar mümkün olan en kısa sürede kendi barınaklarına geri dönerler. Bunun nedeni, yalnızlık konusunda gönüllü olmaları ve böylelikle zarar görmeme garantisine sahip olmaları. Bunun yerine, yalnızlık, onların hayatını dengeler ve zenginleştirir. Ancak yalnızlar yeni arkadaşlıklardan veya romantik ilişkilerden de vazgeçmezler. Bunun temel nedeni, aşık olmanın, istisnasız herkesi memnun etmesi ve heyecanlandırması. Peki, bu durumda, yalnız yaşarken de aşkı nasıl bulabilirsiniz? İşte dikkate alınması gereken bazı stratejiler.

Bir partner istemek mi yoksa bir partnere ihtiyaç duymak mı

Projeleri, deneyimleri ve gelecek planlarını paylaşmaktan hoşlanacak birini mi yoksa yalnızlığınızı hafifletecek birini mi arıyorsunuz? Bu konuda net olmalısınız. Pek çok insan kendini yalnız bir kişi olarak tanımlıyor ve “bundan hoşlanıyor olduklarını” ifade etmekten de çekinmiyor. Ancak, birçok durumda, bu tespit gerçeklikten biraz uzak olacaktır ve bazıları için, durum, başka seçenekleri olmadığı için böyle gelişir. Bu nedenle de, bir şekilde, yanlarında yalnızlıklarını gidermelerine yardımcı olabilecek birini isterler. Yine de bir partner bulmak istemenin en geçerli nedeni bu değil. Yapılacak en akıllıca şey, yalnızlığınızın tadını çıkarmak ve koşulsuz olarak kendinizi sevmeyi öğrenmek.

Ancak o zaman o özel kişiyi bulmaya ve hatta yanınızda tutmaya hazır olacaksınız. Ancak bu şekilde, umutsuzca ihtiyacınız olduğu için birisinin arkadaşlığından keyif almaya ve onu sürekli bir biçimde etrafınızda tutmaya hazır olmayacaksınız.

Ne tür bir ilişkiye sahip olmak istediğiniz konusunda net olun

Yalnız bir kimsenin aşkı nasıl bulabileceğini merak ediyor musunuz? Kendinize ne tür bir ilişki aradığınızı sorun. Ortak bir yaşamın sahip olacağı kurallara bağlı kalmak istemeyebilirsiniz. Ayrıca, o kişiyle, zamanınızı ve hayatınızı değil de belki de yalnızca hafta sonlarınızı paylaşmak isteyebilirsiniz. Taahhütler veya koşullar olmadan, bir insanı yavaşça hayatınıza almak ve ilişkinizin olgunlaşmasına ve süreç ilerledikçe kararlar alınmasına izin vermek isteyebilirsiniz. Her halükarda, bu konuda çok net olmalısınız ve aynı zamanda diğer kişiye ne istediğinizi ve ne aradığınızı söylemelisiniz. Böylece, bu konuda sahip olabilecekleri yanlış beklentileri de beslememiş olursunuz.

Birçok insanın kendini yalnız hissettiği bir dünyada, aslında yalnız olma halinin de avantajları var

Tuhaf, asosyal, tatsız… Yalnızlar için kullanılan yüzlerce lakap var. Yine de takılan bu isimlerin çoğu yalnızzca birer efsane. Birçok insanın kendini yalnız hissettiği bir dünyada, bu şekilde hayatlarını yaşayan insanlar, bir nevi bu dünyanın yabancıları haline gelmiş oluyorlar. Bunun nedeni de, içinde bulundukları durumla ilgili olarak ne acı çekmeleri, ne de durumlarından rahatsız olmaları. Aksine, yalnız zamanlarının ve seçtikleri varoluş tarzının tadını çıkarırlar.

Bunların hepsi onlar için bir avantaj. Bu nedenle de, bu insanların o kadar tuhaf ve farklı olduğunu da düşünmeyin. Yalnız birinin, diğer insanların gözünü kamaştıran en önemli yanı, kendisi ve durumu hakkında daha iyi hissetmesi. Evet, yalnızlıklarının ve bu yalnızlıkla birlikte gelen zengin iç dünyalarının tadını çıkarmayı öğrenmiş olacaklardır. Bu tür insanların, hayata karşı daha az korku ve güvensizlik duygusu taşıdıklarını görebilirsiniz ve bu özellikler, diğer insanların aşık olduğu, oldukça çekici tarafları. Siz de, ölçülü tavrınızdan, yansıtma duygunuzdan, açık zihninizden, zorluklar karşısında sizi tanımlayan güçten ve içsel bağlarınızdan yararlanın. Hepsi de gerçekten çok çekici özellikler.

Yalnız olma durumunda da aşkı bulmak mümkün, sadece bağlantı kuracak alanlar arayın

Pek çok insan, her zamankinden daha küreselleşmiş bir dünyada yalnızlık içinde yaşıyor. Aslında, dünyayı sizin gibi görüp hissetmelerine rağmen düşündüğünüzden daha yalnız oluyorlar. Böylece, bu teknoloji tabanlı toplum, yararlanmaya değer birçok harika kanal da sunmuş oluyor. Sosyal ağlarda farklı gruplarda ve alanlarda sevdiğiniz tarzdaki insanları arayıp bulabilirsiniz. Herkesin profilini, ne aradığını ve bir partnerden ne beklediğini anlattığı arkadaşlık uygulamaları bile var. Yalnız olmak ve aşkı bulmak, ne istediğinizi bildiğinizde mümkün olacaktır. Böylece de, ne aradığınızı biliyorsanız, aradığınızı bulmanız mümkün olacaktır. İstediğiniz ilişki türü konusunda, başta kendinize karşı olmak üzere, dürüst olmalısınız. Yani, sadece yalnızlığınızı giderecek birini aramayın.

Yalnızken aşkı bulmak ne bir çelişki ne de imkansız bir durum. Gerçekten istediğiniz bu mu? Öyleyse, sadece buna izin verin yeter!

Psikolog Valeria Sabater

Hemen hemen hepimiz bir süre yanlış kişiye aşık olmuşuzdur. Bununla birlikte, yaşamınızda acı veren, küfürlü veya hayal kırıklığı yaratan ilişkilerden oluşan bir kalıp oluşturmaya başladığında, sorun başkalarında değil, sizde olabilir.

Neden yanlış insanlara aşık oluyorsunuz? Bu, duygusal olarak hayal kırıklığı yaratan başka bir ilişkinin sonuna geldiğinizde kendinize sorabileceğiniz bir sorudur. Doğal olarak, aşkta hatalar ve başarısızlıklar oldukça sık görülür. Bununla birlikte, bazı insanlar her zaman ilişki kurmak için uygun olmayan partnerleri seçiyor gibi görünüyor.

“Sadece narsistleri çekiyor gibiyim”, “Partnerlerim beni hep aldatıyor”, “Birkaç aydan uzun süren bir ilişkim olmadı”, “Hayal kırıklığına uğramaktan çok yoruldum”. Bunlar, kendinizi söylerken bulabileceğiniz şeylerden bazıları. Ancak bu mutsuz yorumların arkasında apaçık bir gerçek yatmaktadır. Bu, ilişkideki kendi rolünüzü düşünmeden duygusal başarısızlıklarınız için başkalarını suçlamanın çok kolay olduğu gerçeğidir.

Gerçekten de, sorunun kökü siz olabilirsiniz. Çünkü bir ilişkiye başladığınızda en önemli şeyi unutursunuz: kim olduğunuzu ve ne istediğinizi. Başka bir deyişle, kendi kimliğiniz. Aslına bakarsanız, yeni bir ilişkiye ilk başladığınızda kendinizi unutmak çok kolaydır. Bunun nedeni, tüm enerjinizi yeni partnerinize odaklanmaya harcamanızdır.

Bazen değerleriniz, kimliğiniz ve özsaygınız o kadar zayıflar ki, kendinizi dayanılmaz olanı tolere ederken bulursunuz.

Neden yanlış insanlara aşık oluyorsunuz?

Birçok insan kendilerini aynı döngüyü tekrar tekrar yaşarken bulur. Neredeyse lanetlenmişler gibi. Birine aşık olurlar, incinirler, ilişkileri bozulur ve bir süre sonra aynı deneyimi yeni bir partnerle tekrar tekrar yaşarlar. Aynı hikayeler, farklı yüzler.

Kimi sevip kimi sevmediğinizi kontrol edemediğiniz doğrudur. Aşk, bazen kör edici bir ışıkla ortaya çıkar. Durdurmak şöyle dursun, kimse tahmin edemez. Antropolog Helen Fisher, insanların sevmek ve sevilmek için doğduğuna dikkat çekiyor. Aslında, hayatınızın büyük bir bölümünde sizi harekete geçiren bir dürtüdür. Ancak, neden yanlış insanlara aşık oluyorsunuz? İşte bazı öneriler.

Aşk kimliğinizi sulandırdığında

Birçok erkek ve kadın, romantik ilişkilerinde son derece sağlıksız bir dereceye kadar kesinlikle her şeyi verir. Aslında diğerini varlığının her zerresi ile severler ve adeta kendi kendilerine yok olacak kadar öncelerler.

Eşinize sahip olduğunuz her şeyi verirseniz, size hiçbir şey kalmaz. Diğer kişinin içinde tamamen kaybolursunuz. Sonuç olarak, kendi benliğiniz onların ihtiyaç ve arzularıyla birleşir.

Bern Üniversitesi (İsviçre), bunun düşük benlik saygısı olan kişilerde meydana gelme eğiliminde olduğunu doğrulayan bir araştırma yaptı. Bu nedenle, bir ilişkinin kalitesinin, her bir partnerin sahip olduğu sağlıklı benlik kavramına ve benlik saygısına bağlı olduğunu akılda tutmak önemlidir. Gerçekten de, yüksek benlik saygısı, yaşamın her alanında esenlik ve memnuniyetle eş anlamlıdır.

Yalnızlık korkusu

Bazen yalnız kalma korkusuyla yanlış insanlara aşık olursunuz. Ancak, bu duygusal intiharın eşdeğeridir. Çünkü sadece yanında birinin olması gerçeği için katlanılmaz olana katlanıyorsunuzdur.

Diğer bir şey ise, yalnızlıktan korkanların aşık olmaya daha yatkın olmalarıdır. Aslına bakarsanız, aralarında hiçbir ortak nokta olmasa bile, karşısına çıkan ilk kişiye aşık olma eğilimindedirler.

Eksikliğini başkalarında aramak

Güvenlik, kararlılık, açıklık, dışadönüklük, özgüven …bir çiftte eksik olan şeyi partnerinizde aramak yaygındır. Bununla birlikte, bu mantıklı ve anlaşılır görünse de, nadiren iyi gider. Çünkü problemler içinizde yatıyor. Aslında bir ilişkiye bu şekilde yaklaşırsanız, hissettiğiniz eksiklikler her geçen gün daha da büyüyecektir.

Aşkı hak ettiğini unutmak

Bu son derece yaygındır. Nitekim bazen duygusal bir ilişkiye girer ve düşündüğünüzden çok daha fazlasını hak ettiğinizi tamamen unutursunuz. Aşk, küçümsenmek demek değildir. Bir partnerin her şeyi verdiği ve diğerinin hiçbir şey vermediği bir karşılıklılık eksikliği anlamına gelmez. Yanlış insanlara aşık olmak, aşkın her zaman duygusal olarak zenginleştirici olması gerektiğini unutmanız anlamına gelir. Asla psikolojik olarak geçersiz olmamalıdır.

Geçmişten ders çıkaramama

Kendinizi geçmişin kalıplarını tekrarlarken buluyor musunuz? Kendinizi benzer insanlarla bulmaya devam ediyor musunuz? Örneğin narsistler ve manipülatörler gibi. Eğer öyleyse, neden olduğunu biliyor musunuz? Neden aynı uçuruma körü körüne yürümeye devam ediyorsunuz? Eh, bir bakıma, daha önce bahsettiğimiz nedenlerin çoğu burada entegre edilmiştir…. özgüven eksikliği, yalnızlık korkusu ve eksikliğini başkalarında aramak. Aslında, uzun süre kaçamayacağınız o tutsak bağları düzenleyen bir dizi psikolojik darbedir.

Herkesin geçmişinde unutmayı tercih ettiği bazı mutsuz ilişkileri vardır. Bununla birlikte, olgunlaştıkça ve yaşamınızda ilerledikçe, bir ilişkiden ne beklediğiniz ve ne istediğiniz konusunda daha net olma eğilimindesiniz. Ancak, bu yazılı olmayan kuralı unutmayın. Önce kendini sevmedikçe kimsenin seni doğru dürüst sevmesini bekleyemezsin.

Psikolog Valeria Sabater

Sevmek, insanların erdemleri kadar kusurları da olduğunu gerçekten bilmek, kabul etmek ve anlamak demektir. Bazı alışkanlıkların bizi rahatsız edebileceğini ve peri masallarında yaşamadığımızı anlamaktır. Hayır, gerçek aşk, sevgi dolu tesadüflerin ötesine gider. Samimi ve gerçek sevgi, farklılıkları kabul ederek yoğun biçimde aşık olmak demektir. Sevdiğimiz kişinin bizi rahatsız eden taraflarına hoşgörü göstermek ve güven kapılarını açmak demektir. Onun içindeki canavarları, öfkeyi, kızgınlığı ve çelişkileri tanıyana dek birini gerçekten sevdiğinizi söyleyemezsiniz. Gerçekten sevdiğinizde, ilişkilerin güzellikten ibaret olmadığını anlarsınız. Kaos ve her an yaşanabilecek patlamalar da vardır.

Özetle, sevmek, birbirinizle var olabilmek demektir. Farklı detaylara dikkat edip umut ve hüsranlardan yapbozlar, kaleler yaparak başarırız bunu. Bunu anladığımızda, kalıcılığın gerçek değerini, bazı duyguların sürekli olduğunu, bunları kullanıp atmadığımızı da anlarız.

Sağlıklı bir ilişkiyi beslemenin sırları

Gerçekten sevmek büyük bir güçlüktür. İlk adım, aşkın gerçeklerini görmemize engel olan bütün o ön yargılardan kurtulmaktır. Dolayısıyla, bazı ilkeler konusunda çok net olmalıyız. Bu sayede, gerçek aşkın ne olduğunu anlarız.

1. Önce kendinize ve hayata aşık olun, sonra dilediğiniz kişiye aşık olabilirsiniz

Birini ona dayanmadan ya da muhtaç olmadan sevmek için önce kendinize değer vermelisiniz. Yani “Seni seviyorum” diyebilmek için önce “Kendimi seviyorum” demelisiniz. Sağlıklı ilişkiler kurmanın anahtarı, kendinizi sevmek ve tanımaktır.

Özetlemek gerekirse, doğru kişiyi bulmak için kendimizi bir ilişkiye hazırlamamız gerek. Bunun için zahmetli bir iç çalışma gerekir ama sonunda bize faydası çok olacaktır.

“Aşk bir ağaç olsaydı, kökleri kendinize duyduğunuz sevgi olurdu. Kendinizi ne kadar severseniz, sevginiz başkalarına o kadar çok meyve verecek ve sürekli olacaktır.”

– Walter Riso

2. Koşullar ya da istisnalar olmadan aşk

Partnerinize dair her şeyi sevmemeniz, doğal ve normaldir. Fakat farklılıklar, aşkı güzelleştirir ve tamamlar. Sadece hoşumuza giden şeyleri ya da ideal bulduğumuz durumları istersek, aşkımız uzun sürmeyecektir, zira hepimiz ışıklar ve karanlıklarla doluyuz.

3. Sevmek, muhtaç olmak değil, tercih etmektir

Başkasına bağımlı olmak ve sevmek, birbirine asla uymayan şeylerdir. Öyle ki bunları bir araya getirmeye uğraştığımız takdirde birbirlerini yok edeceklerdir. Sevgimiz, ihtiyaç değil de tercihe dayalı olduğunda partnerimize, bize sağladıkları şeyler temelinde değil kim oldukları temelinde değer veririz. Bu madde, ilk maddeyle çok ilgilidir. Yani başka birinin yaralarımızı kapamasına ve hatalarımızı örtmesine ‘ihtiyaç’ duymadan kendimiz üzerinde çalışmalı ve kendimize ilgi göstermeliyiz. İşte bu yüzden, gerçek aşkın sırrı kendi içimizde gizlidir.

4. Mükemmel çift olmak, sorunsuz yaşamak demek değil, sorunları nasıl çözeceğinizi bilmek demektir

Bazen, aşkın kusursuz olması için ilişkimizde hiç bir sorunun, problemin yaşanmaması gerektiğini düşünme hatasına düşeriz. Birbirimizle %100 anlaşmamız gerekir. Ne var ki sevmek, herhangi türden bir anestezi olmaksızın iyi ve kötüyle yüzleşmek demektir. Gerçekle olduğu gibi yüzleşmeli ve sorunlarınızı saygı, uzlaşma ve istikrar yoluyla çözmelisiniz. 

5. Aşk hiç yoktan ortaya çıkmaz, inşa edilir

Aşkı inşa edebilmek için bir takım kurmalı ve oyunun kurallarını belirlemelisiniz. Oyuna girebilmek için iletişim kurmanın, karşınızdakini içtenlikle dinlemenin, empati ve açık diyaloğun gerekli olduğunu anlamalısınız.

Aşk; destek, tanıma ve gerçek ilgi temellerinde kurulur. Bu temeller sayesinde, daha iyi bir şey kuracaksınız: bir ortaklık.

6. Gerçekten sevmek için duygusal sınırlarınızı belirlemeniz gerek

Sağlıklı bir ilişki, güç oyunları veya koşullar üzerine kurulmaz. Ortak, dengeli ve sağlıklı amaçlar üzerinde inşa edilir. Bu yüzden, sevginin fedakarlık içerdiği fikrinden kurtulmalıyız.

Taciz, ihanet, duygusal manipülasyon ya da değerlerimizin suistimali gibi asla hoş görmememiz gereken bazı şeyler vardır. Bunların hepsi, saygı ve ilgi yokluğundan kaynaklanır; dolayısıyla, bunları reddetmek, duygusal sınırlarımızı zorlamamak anlamına gelir.

7. Gerçek aşk talep etmez, sunar

Sevmek, kontrol ya da talep anlamına gelmez. Sevmek, özgürlük ve güvendir. Buna rağmen, duygusal kölelik fark ettiğimizden çok daha yaygındır. İşte bu yüzden, mağdurluğu ve kötü eylem ve kelimeleri haklı göstermeye çalışan azarları ortadan kaldırmalıyız. Bu tür davranışlar, ilişkimizi karanlık, güvensizlik ve sahte beklentilerle besleyen olumsuz döngüye tutsak eder bizi. Aynı şekilde, biriyle olmak için kendinizin bir parçasını feda etmek zorundaysanız, o aşk bitmiş demektir. Sevmek, ilişkideki kişilerin birbirine saygı göstermesine ve bireysel gelişmesine dayanır.

8. Aşk sizi sıkıyorsa, bedeninize uygun değil demektir

Aşk canınızı yakıyorsa, gerçek değildir. Duyguları birbirine karıştırıyor ve kendimizi mahvediyoruz demektir bu. Yani, suda boğuluyorsanız, sudan çıkıp hava alma vakti gelmiş demektir. Partnerimize uymak için kendimizi değiştirmemeliyiz. Belki de ayağımıza uygun ayakkabıyı bulamamışızdır. İlişkiniz size üzüntü veriyorsa, en iyisi o ilişkiyi sonlandırmak olacaktır. İlişkinin bir tarafı, diğerinin bir parçasını veto ediyorsa, veda etme zamanı gelmiştir. Önceliklerinizi yeniden belirleme ve bize acı çektiren şeylerden kurtulma vaktidir.

Bu maddelerin hepsi, sağlıklı ve uzun süreli ilişkilerin temel sırrıdır. Bu yüzden özgürlük, güven ve kendinizle ilgilenmek gibi güzel değerlerle çelişen bu fikirlerden kurtulma zamanıdır.

Gerçek aşk, mükemmel bir birliktelik kurmak değil, güçlü ve kararlı bir birliktelik kurmaktır. Mükemmel aşk imkansızdır ama gerçek aşk vardır. Gerçek aşk teklif eder, talep etmez. Ruhunuza bir gülümseme getirir, sizden vazgeçmeyen türden bir aşktır. Gerçek aşk aslında tanımlanamaz. Çünkü tanımlamak sınırlayıcıdır ve aşkın sınırı yoktur. Ayrıca mükemmellik yoktur, aşkta bile yoktur. Ancak, en iyi, en tatmin edici aşka, gerçek aşka, sizi iyi hissettirecek olana ulaşmayı istemek önemlidir.

Aşk söz konusu olduğunda kendinize ve duygularınıza karşı dürüst olmalısınız. Aslına bakarsanız, gerçekten gerçek aşkın tadını çıkarmak için, daha önce kendiniz üzerinde bazı içsel çalışmalar yapmış olmanız gerekir. Bu karmaşık olabilir. Aslında, bunu yapmak için önceki tüm yanlış anlamalarınızı bırakmanız gerekecek.

Bir elmanın iki yarısı olmadığınızı hatırlamalısınız. Kimsenin sizi tamamlamasına ihtiyacınız yok. Etkili bir şekilde, bir başkasının elmasının diğer yarısı olmayı da arzulamamalısınız. Ancak, bunu hatırlamak genellikle karmaşık olabilir çünkü Hollywood filmlerinde ve Disney hikayelerinde gördüğünüz hiper-romantik fikirlerle çatışır.

Sağlıksız olan başka bir kişiye karşı bağlılık, yoğun sevgi ya da eğilim değildir. Sağlıksız olan hiper-bağlanmadır. Başka bir deyişle, ihtiyaçlarınızı karşılamak için bir başkasına duyulan ihtiyaç ve bağımlılıktır.

Bu nedenle, sizi bütünleştirme, eksikliklerinizi giderme veya çatışmalarınızı çözme sorumluluğunu başkalarına yükleyemeyeceğinizi anlamalısınız. Ancak o zaman gerçek aşktan gerçekten ne bekleyebileceğinizi anlayacaksınız.

Sağlıksız aşk, yolunuzu kaybettiğiniz aşktır. Aslında, kendi kimliğinizi kaybettiğiniz bir durumdur. Bunun nedeni, sizi tamamen emen duyguya kendinizi kaptırmanızdır. Ancak bu mükemmel bir aşk değildir. Yine de, bu güzel duygunun çok yoğun olması gerektiği fikri size satılmıştır, bu tüm dünyanızı tamamen değiştirmeniz gerektiği anlamına geliyor.

Gerçek aşk, asla sorun yaşamamak veya tartışmamak demek değildir. Farklılıkları çözebilen ya da çözülemeyen her yönüyle yaşayabilen türden aşktır. Aslında, sağlıklı sevgi ve şefkat, size çeşitli bakışları dinlemeyi ve sadece mutlu olma gerçeğini kucaklamayı öğretir.

Gerçek aşkın kalacak bir yere, uyuyacak ve sığınacak bir yere ihtiyacı vardır. Var olmak için size ihtiyacı vardır. Aynı zamanda kendinizi sevmenize de ihtiyacı vardır çünkü eğer sevmezseniz başkasını sevemezsiniz. Buna karşılık, eşinizin de buna göre hareket edebilmesi gerekir. İkiniz de vazgeçilmezsiniz.

“Sonunda, küçük olmanın her zaman daha önemli olduğunu anlıyorsunuz. Sabahın üçünde sohbetler, spontane gülüşler, kahkahalara boğan feci fotoğraflar, gözlerinizi yaşartan on kelimelik şiirler. Kimsenin bilmediği ve favoriniz haline gelen kitaplar, saçınıza koyduğunuz bir çiçek, tek başınıza içtiğiniz bir kahve… İşte bunu değerli kılan, devasa duygulara neden olan küçük şeylerdir.”

– Harfler ve kafein arasında

Gerçek aşk, kurallara ve programlara ihtiyaç duymadan her gün inşa edilir. Gerçek aşkınız sizin hakkınızda her şeyi bilen biri değildir. Aslında, bilmeleri gerekmez ve mahremiyetinize saygı duyarlar. Ayrıca hem geçmişinizi hem de bugününüzü anlarlar.

Gerçek aşkınız size ihanet etmez, sizi incitmez veya terk etmez. Veda etmezler çünkü ayrılmazlar. Size güvenlik verirler, korku değil. Ayrıca size güven verirler ve sizden şüphe duymazlar.

Gerçek samimiyet saygıya dayanır. Her gün eşinizin erdemlerini ve kusurlarını yeniden keşfedersiniz. Aslında onlarla ilgili en küçük ayrıntıya bile değer verirsiniz ve kendinizi aşkın kalıcılığına kaptırırsınız. Size, dünya başınıza yıkılsa bile güvende ve emniyette olabileceğiniz bir yer olduğunu bilmenin güvenini verir.

Gerçek aşk, mükemmel bir birliktelik kurmak değil, güçlü ve kararlı bir brliktelik kurmaktır.

Mükemmel aşk imkansızdır ama gerçek aşk vardır. Gerçek aşk teklif eder, talep etmez. Ruhunuza bir gülümseme getirir, sizden vazgeçmeyen türden bir aşktır.

Değerimizin, yaratıcılığımızın, gerçeklik duygumuzun kaynağının kendimiz olduğumuzu hatırladığımız sürece bilgisayarlarla yaptığımız tüm çalışmalar değerli ve güzel olacaktır.Jaron Lanier

Sosyal ağlar bizi eğlendirmek ve bizden bilgi almak için tasarlanmıştır. Ayrıca, farklı araştırmalara göre, bazen kendimizden nefret etmemize neden oluyorlar. Peki ya bunun nedeni ne? Sosyal medya kendinizden nefret etmenize birçok farklı yöntemle neden olabilir. Ancak, bunun farkına varmama eğiliminde olabilirsiniz. Çünkü Facebook, Instagram, TikTok, Twitter gibi platformlar sizi eğlendiriyor, istediğiniz kişiyle bağlantı kurmanızı sağlıyor, sizi bilgilendiriyor ve tüm dünyayı parmaklarınızın ucuna getiriyor. Akıl sağlığınız için olumsuz ve hatta tehlikeli olabileceklerini kim düşünür ki?

Gerçek şu ki, olabilirler. Bununla birlikte, bu yeni teknolojiler evreninin diğer yönlerinde olduğu gibi, her şey sosyal medyayı kullanma şeklinize bağlıdır. Bununla birlikte, bilimsel araştırmalar, sosyal medyanın etkisinin özellikle genç nüfusta tehlikeli olduğunu göstermiştir. Dijital dünyanın aktif bireyleri veya sözde Z kuşağı (7ile 23 yaş arası), bu alanda ruh sağlığı sorunlarının artmasıyla en çok ilişkilendirilen kuşaktır. Aslında, çocuk hastanelerinden alınan verilere göre depresyon, yeme bozuklukları (ED) ve benlik saygısı sorunları artmıştır.

Birçok çocuk, Tourette sendromundan muzdarip ergenlerin TikTok’ta videolarını izleyerek eğleniyor. Bu aşırı maruz kalma, onların kendilerinde sinirsel tikler geliştirmelerine neden oldu. Bu, anksiyete bozukluklarıyla bağlantılı bilinçsiz bir tepkidir. Bu nedenle, sosyal medya kullanımının bazen çok net anlaşılmayan risklerini bilmek çok önemlidir.

Sosyal medya kendinizden nefret etmenize nasıl neden olabilir?

Bazıları, sosyal ağların insanlarda en kötüyü ortaya çıkarma eğiliminde olduğunu iddia ediyor. Eleştiri, argümanlar, trolleme , sahte haberler ve hatta taciz çok fazla. Ancak diğer yandan, bazen içimizdeki en iyiyi ortaya çıkarabilir. Bağlanmamıza, ilham almamıza, öğrenmemize, paylaşmamıza ve hatta bağış toplama kampanyaları başlatmamıza izin veriyor…

Gerçekte, sosyal medya, kendi yararınıza hareket etmesi için nasıl ele alacağınızı bilmeniz gereken başka bir etkileşim alanıdır. Herhangi bir güçlü araçta olduğu gibi, onu zeka, saygı ve denge ile kullanmanız gerekir. Bunu yapmak için riskleri bilmelisiniz. Bunlardan biri, sosyal medyanın sizi kendinizden nefret ettirme yollarının farkına varmaktır. Akıl sağlığınız açısından oldukça önemlidir.

“İnternet bir nevi çekiç gibidir. Teknolojinin kendisi nasıl kullanılacağını belirlemez. Teknolojinin kullanıma sunulduğu sosyal, kültürel ve ekonomik bağlama bağlıdır.”

-Noam Chomsky-

1. Kıskançlığı kışkırtır: Gördüğünüzü istersiniz

Sosyal ağlar dünyaya açılan pencerelerdir – ancak filtreleri vardır. Her gün özdeşleştirdiğiniz veya sahip olmak istediğiniz belirli şeyleri görürsünüz. Bir şeylere duyulan özlem, satın alma davranışını yönlendirir. Görünüşe göre Instagram, kullanıcılarında en çok kıskançlığa neden olan uygulama.

Federal Rondônia Üniversitesi (Brezilya),moda fenomenlerini takip eden birçok gencin kıskançlık duyguları yaşadığınıgösteren bir araştırma yaptı.

2. Kendinizi aldatılmış hissediyorsunuz: Nasıl bu kadar saf olabildiniz?

Yalan olduğu ortaya çıkan bir habere kaç kez inandınız? Neredeyse farkına varmadan kendinizi Facebook’ta başlayan bir tür aldatmacaya inandığınızı düşündüğünüz durumlardan bahsetmiyorum bile. Bir aldatmacanın ya da yalanın kurbanı olduğunuzu hissettiğinizde, yalnızca hüsrana uğramazsınız. Aslında, bu kadar saf olduğunuz için kendiniz hakkında da kötü hissedebilirsiniz.

3. Başkalarının hayatları sizinkinden daha iyi görünüyor

Son zamanlarda Facebook hakkında oldukça endişe verici haberler ortaya çıktı. Mark Zuckerberg’in eski bir çalışanı, yöneticilerin Instagram’ın genç kızlar üzerindeki etkisini bildiklerini açıkladı.

Gerçekten de, sosyal karşılaştırma nedeniyle gençlerin özgüvenlerinin azalacağını biliyorlardı. Bedenlerini, yaşam tarzlarını ve varlıklarının her yönünü sorgulamaya başlarlardı. Bu kesinlikle böyle olmuştur. Aslına bakarsanız, günümüz gençleri, influencerların kendilerinden çok daha iyi bir yaşama sahip olduğuna inanma eğilimindedir. Bu, sürekli kendinden nefret etme duygusu yaratır.

4. Kendinizi değersiz hissediyorsunuz

Sosyal medyanın kendinizden nefret etmenizi sağlama yollarından biri, potansiyelinizi hafife almaktır.

Örneğin, fotoğrafçılık, şiir, sanat veya moda gibi belirli bir faaliyetle ilgileniyorsunuz. Bununla birlikte, internette, bu belirli alanlarda yalnızca istisnai ve seçkin insanlarla karşı karşıya kalma eğilimindesiniz. Facebook, Instagram ve TikTok bu konuda özellikle suçlu. Çoğu zaman motivasyonsuz hissetmenize neden olabilir.

5. Sürekli yargılanmış hissediyorsunuz

Sosyal ağlar, birçok kişinin beğenilerin zorbalığı tarafından yargılandığını hissettiği halka açık yerlerdir. Bu, çevrimiçi bir fotoğraf yüklemenin basit gerçeğini bile travmatik hale getirebilir. Çünkü insanlar düşünmeden eleştirmeye meyillidirler. Ayrıca, neden olabilecekleri hasarı görmek için etrafta dolaşmazlar.

6. Olmadığın biri gibi görünürsün

Bu fenomen özellikle gençler arasında yaygındır. Kabul ve başarı sağlayan bir imaj, belirli bir profil yaratma zorunluluğunu ima eder. Selfie’ler ve filtreler, birçok kişinin bu dijital evrende yer edinmesini sağlayan araçlardır. Ancak bu süreçte imaj ve hatta kimlik çoğu zaman tamamen bozulur

Ergenlerin sonunda kendilerinden nefret etme mekanizmalarından biri, gerçek olanla değil, yalnızca sanal imajlarıyla özdeşleşmektir. Aslında, sadece filtreleri kullanarak kendilerini kabul eder ve beğenirler.

7. Akıcı arkadaşlıklar, gölgelenme, taciz: güvenle başlayan ve hayal kırıklığıyla biten ilişkiler

Hangimiz daha sonra hayal kırıklığına uğramak için sosyal medya aracılığıyla bir bağlantı oluşturmadık? Tek yolu bu. Aslında, gerçek hayat size ara sıra hayal kırıklığı yaşatsa da, teknoloji bu zarar verici olayları büyük ölçüde artırdı. Bu nedenle, sosyal ağların kendinizden nefret etme yollarından biri, birine güvendiğiniz için pişmanlık duymanızdır.

Örneğin, çevrimiçi ortamda arkadaşlıklar yaygındır. Bir süreliğine referans noktalarınız ve günlük desteğiniz haline gelen, ancak bir gecede ortadan kaybolan insanlar. Bu, şahsen tanışmadığınız birine çok çabuk güvendiğiniz için kendiniz hakkında kötü hissedebileceğiniz anlamına gelir.

8. Çevrimdışı olamadığın için kendinden nefret ediyorsun

Sosyal ağlar zamanınızı tüketir. Gerçekten de Instagram, Tik Tok veya Twitter’a bakmak, zamanınızı harcamanın oldukça boş bir yolu. Örneğin, bazen sosyal ağların sizi daha kötü hissettirdiğini ve çevrimiçi bazı günlerin gerginlik ve nefretle dolu gibi göründüğünü biliyorsunuz. Ayrıca gördüklerinizin çoğunun yalan olduğunu, bu insanların size kendilerinin bile hissetmedikleri mutluluğu ve kimsenin sahip olmadığı bir mükemmelliği sattığını da biliyorsunuz…

Ancak, işte buradasınız, bildirimleri açıyorsunuz , birinin size verdiği gibi görünüyorsunuz… Aslına bakarsanız, sosyal ağların kendinizden nefret etme yollarından biri de , onlara bağımlılığınızın farkına varmanızdır.. Ancak bunun farkına varılması olumlu bir adımdır. Bu bir uyandırma çağrısı. Belki de bu kaynakları daha iyi kullanmaya başlamanız gerektiğini anlamanızı sağlayan bir alarm zili. Bütün yaşam tarzınız değil, yaşamınızda sadece bir eğlence biçimi olmalarını sağlamanın sırrı budur.

Psikolog Valeria Sabater

Sosyal ağlar, iletişim kuma şeklimizde çığır açtı. Birkaç yıl öncesine dek yanlarında değilken arkadaşlarımızla gerçek zamanlı konuşmamız hayal bile edilemezdi. Şimdi ise bunun için sadece internet bağlantısı ve bir sosyal ağ kullanıcı adına ihtiyacımız var. Gelişmemiş olan şey ise başkalarıyla geçinme şeklimiz ve ilişkileri kurmada merkezi araç olarak dilin kullanımı. Ve elbette, iletişim yüz yüze olmadığı zaman yanlış anlamalar ortaya çıkıyor ve bu da çoğu zaman o mesajı gönderen kişiden ziyade yorumlayan kişi hakkında daha çok şey söylüyor.

“Ben kendi söylediklerimden sorumluyum, senin onları nasıl anladığından değil.”

– Anonim

Odadaki fil 

Cep telefonu titrer. Sosyal ağlardan birinden bir bildirim gelmiştir. Ekrana bakar ve “Selam! Nasıl gidiyor?” mesajını görürsünüz.

Belki kötü bir gün geçirmişsinizdir ya da mesajı gönderen kişi patronunuzun “Buyurun efendimcisidir” ve sizden bir iyilik istediğini düşünürsünüz. Belki de keyfiniz yerindedir veya sizinle konuşmaya ihtiyaç duyan en iyi arakadaşınızdır mesajı gönderen. Ama mesajı yollayan kişi bunların hiçbirini bilemez. Bilemezler çünkü yüz yüze iletişim değildir bu. Dolayısıyla, kelimeler kadar önemli başka ip uçlarına erişimleri yoktur: 

  • Proksemik (Kişisel Alan Teorisi): Konuşmanın gerçekleştiği yer ve alansal davranış. Acelesi olduğu için hızla yürüyen ve bu nedenle özür dileyen birine selam vermekle, sosyal ağlarda birine “Merhaba” demek aynı şey değildir. Sosyal ağlara bağlandığımızda bilgisayarımızda çalışıyor olabiliriz. Önemli bir şey var mı diye mesajlara bakarız ama cevap vermek içi bir sebebimiz yoktur. Ve işte bu noktada alıcı, sayısız sonuca varabilir ki bunlar arasında çok dramatik olanlar vardır: “Benden hoşlanmıyor, cevap yazmıyor çünkü”, “Sinirini bozdum”, “Ne yapmış olabilirim ki?”
  • Sesli veya dil dışı davranış: Dili seslendirmemizle ilgilidir. Yani ton ve şekil kast edilir, içerik değil. Ne kadar uğraşsak da ironi, istihza ve hatta şakalar, sosyal ağlardaki iletişimde doğru şekilde tespit edilemez. Ton, mesajın anlaşılması için dilin çok önemli bir parçasıdır ve teknolojiyle dolu bir dünyada bu ancak sesli mesajlarla bir parça yakalanabilir.
  • Sözlü ya da dilsel davranış: Evet, bu madde mesaj yazmak için kullandığımız esas dile işaret ediyor. Ama burada da alıcıyla aradaki mesafe önemli bir rol oynamakta. Eğer hoşlandığınız kişi size yüz yüze selam verirse, heyecanlanabilir ve sanki bir iletişim bozukluğunuz varmış gibi cevap verebilirsiniz: kekeleme, afazi, anomia vb. Evde arkadaşlarınızlayken size selam vermesi ve sizin de düşünüp “gergin ya da aptal gözükmemek” veya “orijinal bir şey söylemek” için ne cevap vereceğinizi danışmanızla aynı şey değildir.
  • Bütün bunlar çoğumuzun farkında olduğu şeylerdir. Ses tonumuzdan aldığımız mesafeye kadar iletişimde her şeyin önemli olduğunu biliriz ama sosyal ağlarda bunu göz önüne almayız. Adeta odadaki file dönüşür bu durum. Hepimiz onu görürüz ama her birimiz onun varlığını başka bir şekilde açıklar, mesajlarını bize uyan şekilde algılarız.

Hanlon Prensibi

Robert J. Hanlon, 1980 senesinde yani henüz sosyal ağlar yokken bu platformlarda iletişimle kurmakla ilgili bu soruna çözüm getirmişti. Ünlü Murphy Kanunu kitabında Hanlon, bugün Hanlon Prensibi ya da Hanlon usturası adı verilen ilkeyi açıklar: “Aptallıkla yeterince açıklanabilen bir şeyi asla kötülüğe atfetmeyin.”

Hanlon’ın prensibini izlemek, sosyal ağlarda okuduğumuz iletişim mesajlarının çoğuna atfettiğimiz kasıt derecesini azaltmayı içerir. Tespit ettiğimiz ve saygısızlık şeklinde yorumladığımız çoğu hata, aslında koşullarla ya da bir gözden kaçırmayla ilgilidir. Gerçek şu ki dünyanın bize karşı komplo kurmaktan ziyade bizi unutması daha muhtemeldir. Dolayısıyla, önceki bölümlerde işaret ettiğimiz gibi yazılı iletişim, doğrudan iletişimdeki bilgi unsurlarının çoğundan mahrumdur. Bu nedenle, yazılı sözleri yorumlarken daha tedbirli davranmalıyız. Bu sayede, aslında hiç bir anlamı olmayan öfke ve yanlış anlamalara yol vermemiş oluruz.

Sosyal ağlar ve ideolojik manipülasyonları sayesinde insanlar davranışlarını değiştirirler. Farkına varmadan radikalleşme, hoşgörüsüzlük ve kendi kendine yeterlilik duygusu hakim olmaya başlar.

Sosyal medya, etkilerinin ağırlığını doğru bir şekilde yerleştirmek için çok yeni bir olaydır. Ancak bildiğimiz şey, bunların zihnimiz, duygularımız ve yaşam tarzımız üzerinde rahatsız edici etkileri olduğudur. Yüzeysel bir analizle her zaman görünür olmayan ideolojik manipülasyon mekanizmalarını içerdikleri görmek mümkündür. Sosyal ağlar için -şirketlerde olduğu gibi- insan davranışı bir ticaret ürünüdür. Bilmek, anlamak ve değiştirmek için onu inceleme becerisine sahiptirler. Esas amacı insan davranışını değiştirmektir. Pazara ve tüketime yönelen ideolojik manipülasyonun yanı sıra, herhangi bir şekilde bizi bir siyasi görüşe ve insani yaklaşıma da yönlendirebilir.

Birçok insan, sosyal ağların bize gerçeklik vizyonumuzu tamamen değiştirebilecek ideolojik bir manipülasyon uygulayıp uygulamadığını merak eder. Bu konudaki kanıtlara bakılırsa, cevabı evettir. Kullandıkları mekanizmalar o kadar incedir ki, onları tespit etmek imkansızdır. Fikrimizi değiştirdikleri ve bunu yapmak için onlarla işbirliği yapmamızı sağladıkları için tehlikelidir. Bize ne yaptıklarının farkında değilsek, buna nasıl direnebiliriz?

“Değerimizin, yaratıcılığımızın, gerçeklik duygumuzun kaynağının kendimiz olduğumuzu hatırladığımız sürece bilgisayarlarla yaptığımız tüm çalışmalar değerli ve güzel olacaktır.”

İdeolojik manipülasyon balonu

Sosyal ağlar,farkında olmadan sizi bir balonun parçası haline getirir. Sizin için özel olarak tasarlanmış bir gerçeklik hikayesi inşa ederler – korkularınızı, ihtiyaçlarınızı, zevklerinizi, arzularınızı… – bilirler. Prensipte neyi takip etmek istediğinize veya ilginizi çeken konulara karar veren sizsinizdir. Robot bu veriyi özenle seçer ve ona göre size bir bilgi gönderir.

İşte bu algoritmalar sizin için karar veren mekanizmalardır. En sık göreceğiniz kişilerin kimler olması gerektiğine ve internette gezinirken karşınıza çıkacak ögelere onlar karar verir. Kişilerinizden birinin ağınızda göze çarpan bir yerde görünmemesi, son gönderilerinin üstünden uzun zaman geçtiği anlamına gelmez. Sistem, günlük güncellemelerinizde görünmesi için gönderilerini seçmemiştir.

İçerikte de benzer bir şeyler olur. Gördüğünüz haberlerin veya bilgilerin en güncel veya en ilginizi çeken şeyler olduğunu sanmayın. Karşınıza çıkan şeyler zevklerinize ve tercihlerinize göre listelemenin dikkatli bir seçimidir. Bunda hiç kuşkusuz pazarın sizi nasıl ele geçirebileceği söz konusudur. Kısacası, dünyanın sosyal medya ağlarınızda görünmeyen bir şey olduğuna inanmaya başlamamız muhtemeldir. Bunu size bir sunucu vasıtasıyla sağlayan büyük ölçüde bunun için tasarlanmış minik bir balona erişim imkanınız vardır.

Dikkatli olmak için nedenler

Hiç Jaron Lanier’i duydunuz mu? Sosyal medya şirketlerinin küresel merkezi ve sermayesi olan Silikon Vadisindeki en büyük isimlerinden biridir. Aslında, şimdiye kadarki en zeki bilgisayar mühendislerinden biridir. Ayrıca, sosyal ağları olan çok önemli bir kişidir. Önceden internetin demokrasinin son kalesi olduğuna inanılırdı. Bugün ise bunun yerine, internet ve özellikle sosyal ağlar bir yanda absürt ve kabile liderlerinin, diğer yanda aptalların fabrikası olarak görülmektedir.

Lanier’ın yazdığı kitap En Çok Satanlar listesine girdi. Kitabın adı:” Şu An Tüm Sosyal Medya Hesaplarını Silmeniz İçin 10 Argüman”. Nedenlerin her biri kitabındaki bölümlerden birine karşılık gelmekte ve şunları söylemektedir:

  • Karar verme özgürlüğünü kaybedersiniz.
  • Sosyal ağlar, günümüzde bir tür deliliktir.
  • Sosyal ağlar insanları aptallaştırır.
  • Sosyal ağlar gerçeği manipüle eder.
  • Sosyal medya söylediklerinizin ilgi düzeyini ortadan kaldırır.
  • Sosyal ağlar empati kapasitesini yok eder.
  • Sosyal medya insanları mutsuz eder.
  • Sosyal ağlar, ekonomik itibarınızı kaybetmenizi ister.
  • Sosyal ağlar, siyasetin otantik uygulanmasını engeller.
  • Sosyal medya ruhunuzdan nefret eder.

Bu, mikro diktatörlüklere teşvik edildiği anlamına gelir. Bazı fikirler için onay görevi gören sanal varlıkların yaşadığı küçük alanlardır. İnsanlar sosyal ağlar nedeniyle daha radikal ve inatçı hale gelmiştir. Ayrıca daha basitleşmiştir. Benzer olanla değil de farklı olanla ilişki kurma becerilerimizi geliştirdiğimizde daha akıllı ve daha iyi olduğumuzu düşünürüz.

Benzerliğin Hakim Olduğu Sosyal Medya Ağları

Neden Lanier ve Zygmunt Bauman gibi diğer büyük düşünürler ağların aptal olduğunu iddia ederler? Abartıyorlar mı?

Ne yazık ki, her şey hayır bunun abartılı olmadığını gösterir. İnternet bizi birbirimize değil, birimizi diğerimize bağlar.

Bu, mikro diktatörlüklere teşvik edildiği anlamına gelir. Bazı fikirler için onay görevi gören sanal varlıkların yaşadığı küçük alanlardır. İnsanlar sosyal ağlar nedeniyle daha radikal ve inatçı hale gelmiştir. Ayrıca daha basitleşmiştir. Benzer olanla değil de farklı olanla ilişki kurma becerilerimizi geliştirdiğimizde daha akıllı ve daha iyi olduğumuzu düşünürüz.

Bir balonun içinde kalmak, tüm dünyanın eşdeğer olduğuna inanmak bizi aptallaştırır. Bakış açımızı küçültür. Her zaman haklı olduğumuza inanmamıza neden olur. Sonunda, gerçeklik küçülür ve biz onun sahipleri gibi yaşamaya başlarız. Bu, modern cehaletimizin ana semptomu ve ağların ideolojik manipülasyonunun asıl sonucudur.

Zygmunt Bauman: Facebook ve Sosyal Medya Bizi Nasıl Hapsediyor?

Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite (Liquid Modernity) adlı kitabı sayesinde şöhret ve itibar kazanmış Polonyalı bir sosyologdur. Bu kitapta, postmodernizmin beraberinde “sağlamlığın” çöküşünü getirdiği fikrine karşı çıktı. Artık hiçbir şey katı veya sağlam değil. Her şey geçici, değişken ve değiştirilebilir. En büyük saldırılarından birini de sosyal medya olgusuna karşı yapmıştır. Zygmunt Bauman için hayat kolay değildi. Naziler tarafından zulüm gördüğü için, kendi ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Sonunda İsrail’e yerleşmeyi başardı ve yetmişli yıllarda tezleriyle dünyayı şaşırtmaya başladı. 2010 yılında ünlü “Prens Asturias” ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazandı.

Zygmunt Bauman, çağdaş dünyanın kesin bir analizini yaptı. En büyük ve en yakın tarihli düşünceleri internet ve sosyal medya üzerine oldu. Bu mecralarda büyük bir erdem görmez Bauman. Aslında, onları, insanların içine düştüğü ve bu konuda mükemmel bir şekilde mutlu olabilecekleri günümüz tuzakları olarak tanımlar.

Zygmunt Bauman ve Facebook

İşte Zygmunt Bauman’dan çarpıcı bir alıntı: “Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, şirketiyle birlikte yalnızlık korkumuzdan faydalanarak 50.000.000.000 $ kazandı. İşte Facebook budur”. Gerçekte sadece Facebook’a değil, tüm sosyal medyaya atıfta bulunuyor. Sosyolog Bauman, Mark Zuckerberg’in dehasının, insanların yalnız olmaktan ne kadar korktuklarını görmekte olduğunu vurguladı. Sosyal medyada yalnızlık var gibi görünmüyor. Her zaman endişelerimizi okuyan ve onları destekleyici bir “beğenme” ile paylaştığımız, övgü dolu ”birileri” hep vardır.

İnsanlar artık “bağlı kalmak” adına tümüyle önemsiz konuşmaların bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorlar. Günlerimiz artık başka insanların yanında geçirmeyi tercih etmiyoruz. Günlük olarak en sadık iş ortağımız bilgisayar ya da telefonumuzdur.

Diyalog ve toplum eksikliği

Bir sosyolog olarak Bauman, yeni teknolojik bağımlılıklarla ilgilenir. Kendisi için onlar yıkıcı, pratik olarak dayanılmaz güçlerdir ve Etkileyici bir “topluluk” güçleri vardır. Tarihte daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. Yine de Zygmunt Bauman, hiçbir zaman gerçek bir diyalog ya da sonuç olmadan bu denli iletişimin yapılmadığını düşünüyor. Zygmunt Bauman, Facebook’ta ve benzerlerinde, insanların yaptıklarının “yankı” olduğunu söylüyor. Sadece duymak istediklerini dinlerler. Onun için, sosyal medya, insanlarla karşılaştığımız, ancak diyaloğumuzun olmadığı, aynaların bulunduğu çok büyük bir ev gibidir.

Sosyal medyada temas kurmak ve bu temasları hayatımızdan silmek çok kolaydır. Gerçek hayatta ise o kadar kolay değildir. Gerçek hayatta yaptıklarımızla yüzleşmek zorundayız. İnternette ise değiliz. Mesajlaşma var ama diyalog yok. Görüş farklılıkları var, ancak gerçek bir yapıcı tartışma yoktur. Gerçekte olmasak da, başkalarına bağlı olmanın bir yanılsamasıdır sosyal medya.

“Beni yayınla” alemi

Sosyal medya, kim olduğumuzu göstermek için kendimizi tanıtmaya davet eder. Tabi ki, başkalarına sunmak için en iyi olduğumuz parçaları seçiyoruz. Hevesimiz ile yönettiğimiz küçük topluluklar oluşturuyoruz. Bizler, hesaplarımızdaki imparatorluğun küçük diktatörleriz ve burada kimin olması ve kimin olmaması gerektiğine karar verenleriz. Eğer herhangi biri ile “arkadaşlığımız” sona ererse pek gerçekten etkilenmeyiz.

Egomuz, sosyal medyada her şeyden önce gelir. Ayrıca, Facebook’ta nasıl göründüğümüze de sıkı sıkıya bağlı oluruz. Belirli bir şekilde tanınmak istiyoruz ve bu gerçekleşmezse hayal kırıklığına uğruyoruz.

Zygmunt Bauman sosyal medyayı bir tuzak olarak görüyor. “Sıvı kültürü” olarak adlandırdığı kavram üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğunu düşünüyor. İçinde, güveni olmayan insan ilişkileri hakim. Herhangi bir duygusu ve sözü olmadan sevmek. Bugün burada olan ve yarın sona eren duygu ve fikir dalgaları. Bunlar insanları eğlendirir, ama aynı zamanda bizi her geçen gün kontrol etmeye başlar. Elimizde tuttuğumuz politik ve ekonomik güçlerin farkında değiliz.

Zygmunt Bauman için, gelecek pek parlak değil. Etrafta dolaşan çok fazla bilgiye rağmen, daha fazla bilgisiz hale geliyoruz. Neye inanacağımızı asla bilemiyoruz. İletişimimiz gerçek iletişimden ziyade monologlara indirgeniyor. Bireyciliğin giderek daha agresif hale geldiği kadar küreselleşme de var. Bu “özgürlüğün” yaptığı her şey, yaşamlarımızı nasıl yaşadığımıza karar vermek isteyenler için bizi daha uyumlu hale getirmektir.

Yaşamın karmaşıklığını anlamak, psikolojik mutluluğa doğru yapılacak verimli bir yolculuk olabilir. Acıları ve olumsuz duyguları kucaklamak ve onları varlığımızın temel bir parçası olarak görmek, yaratıcılığın doğasında olan bir özelliktir. Son birkaç on yılda, Batı toplumu, hemen hemen tüm tezahürlerinde ağrıdan kaçınma içgüdüsü geliştirdi. Hızlı tüketime ve anında tatmin edilmeye alışmış bir kültürde, hüzün, kızgınlık, cesaret kırılması ve hayal kırıklığı gibi duygulara yer yoktur.

Bu duygular, bizi üretim ve tüketim döngüsünden uzaklaştıran işlevsiz durumlar olarak algılanmaktadır. Acılarımızı inkar etmeyi bırakıp onları bizi biz yapan ve şekillendiren şeyler olarak gördüğümüzde, yaratıcılık konuşmaya ve kendini göstermeye başlar.

“Yaratıcılık kendinize hata yapma konusunda izin vermenizdir.”

– Scott Adams

Hangi duygular yaratıcılığı arttırır?

Tarih boyunca pek çok sanatçı ve bilim adamı, hayatlarının en mutsuz anlarında yaratıcılık düzeylerinin en üst düzeye çıktığını belirtmiştir. Sinirbilim yaratıcılığın kapılarını aralayan beyindeki sinir bağlantılarına ışık tutar. Dr. Roger Beaty önderliğinde yapılan bir araştırma, daha yüksek yaratıcılık düzeyine sahip kişilerin beyninin genellikle birbiriyle güçlü bağlantısı olmayan alanları arasında daha güçlü bağlantı gösterdiğini ileri sürüyor. Bu çalışmaya bakıldığında, duygularla daha çok ilgilenen ve onlara dikkat eden kişilerin veya başka bir deyişle duygulara karşı daha derin bir bakış açısına sahip olan kişilerin ilham almaya daha açık oldukları da aşikardır. Bu, zihinsel kabiliyetten ziyade yaratıcılığın bir göstergesidir. Diğer çalışmalar, bireylerin alışkın olmadıkları onlara farklı hissettiren ortamlarda bulunduklarında yaratıcılığın arttığını bulmuştur. Bunun nedeni beynin etraftaki nesne ve olaylarla normal durumlarda kurmayacağı ilişkiler kurararak yeni fikirler üretebilmesi ve bu sayede daha yaratıcı olabilmesidir.

Duygularla ilgili olarak, olumlu duygusal durumların yaratıcılığı artırabileceği, daha özgün olmasa da, daha fazla fikir üretilmesini sağladığı gösterildi. Üzüntü, öfke, melankoli ve hayal kırıklığı gibi olumsuz duygular, yapılması gereken görev ilginç olduğunda, bireyin daha fazla fikir üretmesine yardımcı olabiliyor. Olumsuz bir ruh halinde olan bir kişi, yaratıcılık göstereceği bir eylem sırasında kendi sorununa bir çare bulabilir ve nötr veya olumlu bir duygusal duruma geri dönebilir.

“Yaratıcı bir hayat yaşamak için, hata yapma korkumuzdan kurtulmalıyız.”

– Joseph Chilton Pierce

Duygusal eğitim ve yaratıcılık

Sir Ken Robinson, eğitimci, yazar ve yaratıcılık konusunda uzman bir kişidir. Sanat derslerini okul müfredatına dahil ettiği için İngiltere kraliçesi tarafından şövalye haline getirildi. Tüm zamanların en çok izlenen TED konuşmasında, geleneksel eğitim yaklaşımlarına sahip okulların duyguları ve yaratıcılığı öldürdüklerini belirtti. Araştırması, okul öncesi çocukların % 90’ında yaratıcı düşünme düzeyinin yüksek olduğunu gösterdi. Yıllar sonra okula başladıklarında, 12 yaşındayken aynı çocukların ancak % 20’si bu farklı düşünme düzeylerini devam ettirebildi.

Bununla birlikte, yaratıcılık 21. yüzyılda git gide daha fazla talep edilir hale geliyor. Birçok çalışma, bir kişinin duygusal özelliklerinin sanatsal ve yaratıcı yetenekleri üzerinde belirli bir etkisinin olduğunu göstermiştir. Olumlu bir ruh halinde kalma eğilimi gibi bu yeteneklerin tezahürünü etkileyen birçok psikolojik süreç vardır. Bu süreçler, dikkatin rahatça gelişmesini ve birden fazla bilişsel perspektif geliştirme yeteneğini kolaylaştıran dopaminin salımıyla ilgilidir.

Olumsuz duygusal durumlar da yaratıcılığı etkiler, ancak bu etki bir öncekinden daha farklıdır. Acı verici ve hüzünlü bir ruh halinde ise, yaratıcı dürtüler, müzik ve yazı gibi daha spesifik bir görev türüne ve yaratıcı üretime bağlı olma eğilimindedir.

Duygular yaratıcılıkla alakalı olmalarına rağmen, yapılması gereken şeyin türüne göre de çok farklılık gösterir. Bazı araştırmacılar olumlu ruh hallerinin algılamayı ve yaratıcı sürecin son aşamasını etkilediğine inanırken, olumsuz ruh hallerinin hazırlık, tasarlama ve konsept oluşturma aşamalarının ilk safhalarını etkilediğini savunuyor.

“Her çocuk doğuştan sanatçıdır, asıl olay büyüdüğünüzde de bir sanatçı olmaya devam edebilmektir.”

– Pablo Picasso

Pek çok kişi bir savunma mekanizması olarak duygularından sıyrılır. Acı çekmemek için hiçbir şey hissetmemeyi seçerler. Ruhlarını başarısızlıktan, hayal kırıklıklarından ve iyileşmeyecek yaralar açılmasından korumak için kalplerini “dondururlar”. Bir an için duygularımızın amacını analiz edelim. Beynimizde bir duygu aktifleştiğinde bu, tüm vücudumuzda bir reaksiyona sebep olur. Örneğin iğrenme, bizi birisinden ya da bir şeyden uzaklaştırır. Sevgi, umut ve tutku bizi birbirimize bağlar ve daha enerjik ve yaratıcı olabileceğimiz dinamikler oluşmasını teşvik eder.

“Acı çekmekten korktuğun için sevmemek, ölmekten korktuğun için yaşamamaya benzer.”

– Ernesto Mallo

Ancak insanlar, negatif duyguların sonu olmadığı ya da onların tek amacının bizi mutsuz etmek olduğu konusunda yanılıyorlar. Aslında onlar hayatımız boyunca uyum sağlamamızı, öğrenmemizi ve gelişmemizi sağlarlar. Korku ve endişe nasıl yorumlayacağımızı bilmemiz gereken hayatta kalma mekanizmaları, uyarıcı sinyallerdir. Böylece onları hayatta kalmamızı garantileyen uyumlu tepkilere dönüştürebiliriz.

Modern insan korkuyu yoğun olarak deneyimler. Ani fiziksel tehlikeler ve yırtıcı hayvanlar olmasa da, gelişmiş dünyada korku, daha derin ve daha karmaşıktır. Çeşitli şeylerden kaynaklanan, bizi durduran, bunaltan içsel korkulardan, içimizdeki şeytanlardan bahsediyoruz. Onları yönetemediğimizde genelde sessizce duygularımızla bağlantılarımızı koparmayı seçeriz.

Bir anlığına Miguel isimli uydurma bir karakter düşünelim. Bu genç adamın duygusal açıdan yoğun bir geçmişi var ve pek çok kez başarısız oldu. Hayal kırıklığı seviyesi o kadar derin ki, hayatında, duygusal etkileşimi ve ifadeleri en aza indirdiği yeni bir sayfa açtı. Tekrar acı çekmek ya da hayal kırıklığına uğramak istemiyor.

Amacına ulaşmak için kullandığı savunma mekanizmalarıyla uyum içinde. Duyguları ve düşünceleri arasında öyle bir ayrıştırma yapıyor ki, artık başına gelen her şeyi “rasyonel açıdan düşündüğü” bir noktaya ulaştı. Böylece, her zaman “Yalnız olduğumda mutluyum. Bence aşk, zaman kaybı ve benim profesyonel geleceğimin önünde engel oluşturur.” gibi şeyler söyleyerek duygusal izolasyonunu haklı çıkarabiliyor. Miguel geçmişteki hayal kırıklıklarıyla baş etmek, onların bir daha başına gelmesini engellemek için duygularından kopmaya alışmayı seçti. Ancak, işin en önemli kısmı şu: hayata sağlıklı bir şekilde katılmasının önünde duvarlar örmesinin yanı sıra, en başında kendini korumak istediği duygusal boşluğun içine batıyor.

Duygusal kopukluğun etkileri

Aşk Miguel’e acı veriyorsa, aşka kapılarını kapatmak genellikle bu acıyı hayatım tüm diğer alanlarına taşımak anlamına gelir. Duygusal kopukluk zamanla ilerleyen amansız bir virüstür ve hayatınızın farklı alanlarını ele geçirir. Duygusal kopukluğu deneyimleyen insanlar için sevgi anlamını kaybeder.

Yakında, eninde sonunda fiziksel acıya, uykusuzluğa, hastalığa ve depresyona dönüşecek olan nedeni açıklanamaz bir öfke duygusu, keskin bir sertlik, huysuzluk ve duygusal sıkıntı başına bela olacak.

Duygularınızla bağlantı kurmak hayatınızı kurtarabilir

Bu makalenin başında negatif duyguların hayatımızdaki ağırlığından bahsettik. Onları hayatta kalma mekanizmaları olarak tanımladık. Ancak yukarıdaki örnekte de gördüğümüz gibi pek çoğumuz bu duyguları unutulup gitmeleri için duygusuzluk boşluğuna saplıyoruz.

“Eğer acı çekmemiş olsaydınız, bir insan olarak ne derinliğiniz ne şefkatiniz ne de tevazunuz olurdu.”

– Eckhart Tolle

Acı çekmemek için hissetmemeyi seçmek mantıksızdır çünkü kendimize ne söylersek söyleyelim insanlar rasyonel varlıklar ya da robotlar değildir. Bize rehberlik eden, birbirimizle bağlantı kurmamız için hayat veren, hatalarımızdan ders almamızı, acılarımızı ağlayarak geçmişe gömmeyi, mutlulukla gülmemizi ve tehlikeleri aşıp dersimizi aldıktan sonra başımızı dik tutmamızı sağlayan inanılmaz duyguların toplamıyız.

Nörobilim bize, olumsuz duygulardan kaynaklanan duygusal kopukluğun faydalı ve sağlıklı olmadığını hatırlatır. Korku ya da iğrenme gibi olumsuz duyguların bir amacı vardır ama aynı zamanda konfor bölgesinin bir başka karşılığı olan, bilim adamlarının “homeostatik dürtü” dedikleri şeyin de artmasını sağlar. İnsanlar kendini tatminsizlik adalarına hapsedip izole yaşamaları için değil, hareket halinde olmaları için tasarlanmışlardır.

İçsel dengeniz altüst edildiğinde, içsel homeostazınızı (organizmada normal şartların devamı) iyileştirmek için enerjinizi toplamanız, yaratıcı ve cesur olmanız iyidir. Böylece hiçbir şeyin sizi kıramadığı, her şeyin eksiksiz olduğu o optimal bölgeye yani duygusal tatmine ulaşabilirsiniz. Hislerinizin harekete geçmesine izin vereceğiniz için önce kendinizle sonra da çevrenizdeki insanlarla bağlantı kurabilirsiniz.

Özet geçmek gerekirse, beyin iyi, huzurlu ve dengede olmak için bağlantıya ihtiyaç duyan muhteşem bir sosyal ve duygusal organdır. Bu yüzden duygularımıza iyi bakalım.

Sevdiğin şeyi yapmak hayatındaki bereketin anahtarıdır.

Mutlu olmanın tek bir yolu yoktur, mutlu olmak bir yoldur.

Tam şuanda ihtiyacın olan tüm huzura ve mutluluğa sahipsin. Dr. Wayne W. Dyer

Eğer inanırsanız, olasılıkları göreceksiniz, eğer inanırsanız engelleri görmek imkansızdır.

İstediğiniz her şey gerçekleşebilir, siz peşinden gittiğiniz sürece tabii.

Mucizeler bir anda gelir. Hazır ve istekli olun.

İstediğiniz şeyler hayatınızda olmuş gibi davranırsanız, o enerjileri daha çok hayatınıza çekmiş olacaksınız. 

İşte bugünün olumlaması: “Hayatımla ilgili tutku doluyum ve bu tutku beni heyecan ve enerjiyle dolduruyor”.

Dışarıdaki olayları her zaman kontrol edemezsiniz ancak içinizdekilerin sorumlusu sizsiniz ve kontrol edebilirsiniz.

Kendinizi sevdiğiniz ve huzurlu olduğunuz zaman kendinizi yıkacak bir şey yapmanız imkansızdır.

Kendinize çekmek istediğiniz o nazik insan olmaya çalışın.

Karışıklık siz onu beslemezseniz hayatınızda kalamaz

Olmadığım bir kişi olarak sevilmektense, olduğum biri olarak nefret edilmeyi tercih ederim.

Durumlar insanın karakterini belirlemez, ortaya çıkarır.

Dünyada stres yoktur, sadece insanlar stresli düşünmeyi tercih edebilirler.

Başkasını eleştirdiğiniz zaman 0nları değil, kendinizi eleştirdiğiniz farkına varın.

Suçlamak tamamen zaman kaybıdır. İstediğiniz kadar karşınızdakini suçlayın, yine de sonuç sizi değiştirmeyecektir. Suçlamak sadece konsantrasyonunuzu bozar ve sizde mutsuzluk yaratır. Belki suçladığınız insanı suçlu hissettirebilirsiniz ancak sizi mutsuz eden şeyi yine de değiştiremezsiniz.

Kendinizi bedenin içinde bir ruh olarak görün, ruhun dışındaki bir beden olarak değil.

İsterseniz kurban rolünü oynayın isterseniz kendinizi motive edin. İkisi de sizin seçiminiz olacaktır, başka kimsenin değil.

Eğer yalnız kaldığındaki insanı (kendini) seviyorsan, yalnız değilsindir.

Sevgi mücadeleden çok takım arkadaşlığıdır.

Uyandığınız anda “teşekkür ederim” kelimeleri dudağınızdan kolayca dökülsün, bu gününüze şükrederek başlamanın önemini hatırlatacaktır.

Comments are closed.