logo

Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.

İÇİNDEKİLER

Tek Bir “Dünya”mız Var

TUTARLI OLMAK

SABIR VE ÜMİT ARASINDA BİR ÖMÜR 

HAYVAN HAKLARI

 İslam’da Çevre Ahlakı 

Gezegenimiz 20. yüzyılla birlikte kimyasal atıkların, bilinçsiz sanayileşmenin, endüstriyel gıda üretiminin pençesi altında zor günler yaşamaya başladı. Artan dünya nüfusu ve bu nüfusa paralel yaygınlık kazanan muhteris tutumlar sebebiyle çevreyle ilgili endişeler yahut çizilen felaket tabloları, birer senaryo olmaktan çıktı ve kapımıza kadar dayandı.

Uçsuz bucaksız mavilikle kum tanelerinin birleştiği kıyılar, yeşilin bin bir tonunun ufka karıştığı ovalar… Gecesi başka gündüzü başka güzel gök kubbe ve her dem nice güzellikler doğuran toprak… Doğa, Yaradan’ın lütfu ve inayetiyle bütün imkânlarını insanlığın hizmetine cömertçe sunarken maalesef günümüzde yine insan eliyle büyük bir yıkıma tabi tutuluyor. Gezegenimiz 20. yüzyılla birlikte kimyasal atıkların, bilinçsiz sanayileşmenin, endüstriyel gıda üretiminin pençesi altında zor günler yaşamaya başladı. Artan dünya nüfusu ve bu nüfusa paralel yaygınlık kazanan muhteris tutumlar sebebiyle çevreyle ilgili endişeler yahut çizilen felaket tabloları, birer senaryo olmaktan çıktı ve kapımıza kadar dayandı. Sanayileşme suyun, toprağın ve havanın korunmasını tarihte hiç olmadığı kadar önemli kıldı. Zira tarihin hiçbir devrinde insanlık bugün olduğu gibi bir çevre kriziyle karşı karşıya gelmemişti. Esasında bütün inanç ve düşünce sistemleri insanla tabiat arasındaki ilişkide dengenin gözetilmesini savunur. Fakat zamanla insan tabiat ilişkisi, tabiatın aleyhine yıkıcı bir sürece girdi. Öyle ki teknolojik gelişmelerle doğru orantılı olarak artan bir çevre sorunu insanlığın gündemine yerleşti.

EKOLOJİK DENGE

Ekoloji, ilk defa 1873’te Alman zoolog E. K. Haeckel tarafından, canlı varlıkların ve organizmaların hem çevreleriyle hem de birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyen bilim dalı olarak tanımlanır. Ekolojik düzenin yara alarak bozulması, tabiatın kendi doğal akışının sekteye uğraması, bütün canlılar için telafisi zor hatta kimi zaman imkânsız olumsuzluklarla sonuçlanır. Çünkü rüzgârın esmemesi nasıl bir felaketse durmadan esmesi de benzer bir felakettir. Yağmurun toprakla buluşması bütün canlılar için rahmetken aşırı yağış sel ve su taşkınları gibi afetlere neden olur. Eski çağlardan beri düşünürler tabiatta tesadüfe yer olmadığını belirtirler. Mehmet Bayrakdar İslam ve Ekoloji adlı eserinde geçmişten günümüze âlimlerin çevre ile ilgili görüşlerine yer verir: Pisagor, tabiatın aritmetik bir sayısal düzen ve harmoni içerisinde olduğunu söyler. Çevre üzerinde derinlikli çalışmalarda bulunan İslam âlimi Biruni ise tabiatın bu düzenine “tabiat ekonomisi” adını verir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de de vurgulanır, ayeti kerimelerde her şeyin bir miktar ve ölçü ile yaratıldığı ifade edilir. Tabiattaki bu ekonomik dengenin muhafaza edilmesi gerekir. İslam dininde, insanın âlemle olan ilişkisi bütüncül bir anlayışla ele alınır. Bireyin çevresiyle ilişkilerinde sergilediği tutum ibadet halkası içinde değerlendirilir. Kur’an-ı Kerim her konuda olduğu gibi çevre konusunda da Müslümanlara rehberlik eder. Kur’an ayetleri incelendiğinde tabiatın insan için bir yandan Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren, bu cihetle okunması, ibret alınması gereken bir kitap olduğu diğer yandan da insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacağı bedii bir hazine olduğu görülür. Yine ayeti kerimelerde üzerinde ısrarla durulan bir diğer husus da ekolojik dengenin gözetilmesidir. Tabiatın güzelliğinden bahseden ayetlerde doğanın ahengine ve uyumuna vurgu yapılırken insanın da doğayla ilişkisinde aslında bir imtihan içiresinde olduğu belirtilir. “Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim.” (Kehf, 18/7.) Rabb’imiz her şeyin bir ölçü ve denge içinde yaratıldığını haber verir (Kamer, 54/49 ; Hicr, 15/19.), insanı bu dengeyi muhafaza etmeye davet eder (Rahman, 55/7-9.).

BOZULAN DENGE VE OLUMSUZ SONUÇLARI

XII. yüzyıl İslam âlimlerinden Gazali, kâinatı fiziki ve metafizik boyutuyla beraber bir bütün olarak ele almış; atomdan güneş sistemine kadar bütün mahlûkatın yaratıcısını tespih ettiğini ve yaratılan her şeyin birbirine bağlı olduğunu, yaşanacak bir aksaklıkta da bütün kâinatın bundan etkileneceğini söylemiştir. İngiliz bilim adamı James Levelock da 1979’da benzer bir tez ortaya atmıştır. “Gaya hipotezi”ne göre canlılar içinde bulundukları tabii çevreyi etkileyerek daha yaşanabilir hâle getirirler. Örneğin topraktaki mikroorganizmalar toprakta amonyak üreterek toprağın çok daha fazla asitli hâle gelmesine engel olurlar. Tek bir canlının işlevini tam olarak yerine getirememesi domino etkisi oluşturarak bütün bir evreni etkileyebilir. Karbondioksit gazının artışı ile ozon tabakasında yaşanan incelme, bu incelmenin ardından zararlı güneş ışınlarının yeterince süzülememesi, yaşanan büyük iklim değişiklikleri ve artan hastalıklar… Doğada her şey birbirine bağlıdır.

Diğer gezegenlerin atmosferinden tamamen farklı olan dünya hava tabakasının bugünkü kimyasal terkibe ulaşması canlılar eliyle gerçekleşir. Çevrebilim araştırmalarıyla tanınan akademisyen Mine Kışlalıoğlu, Çevre ve Ekoloji kitabında, Ozon tabakasının incelmesinin 1986’da dünyayı tehdit eden sorunlar arasına katıldığını belirtir. Toksik atıkların toprağa gömülmesi ya da zararlı gazların tüttüğü bacaların yükseltilmesi yeterli gelmez. Kışlalıoğlu’nun dikkat çektiği bir diğer husus ise dünyanın değişik ekosistemleri arasında en zengin ecza maddesi kaynağı olan tropik ormanlar. Tropik ormanların tüm dünya için değerleri bununla bitmiyor. Bu ormanlar dünyanın yağmur dengesini düzenler ve atmosfere oksijen sağlar. Deyim yerindeyse tropik ormanlar dünyada akciğer görevi yapar. Fakat günümüzde tropik ormanların tahribiyle endemik bitkiler ve bazı hayvan türleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bozulan ekolojik denge her gün yeni bir sorunla insanoğluna “Tek Bir ‘Dünya’mız Var” gerçeğini haykırır.

ÇEVRE BİLİNCİ

Sosyal bir varlık olarak insan doğduğu andan itibaren çevresiyle alışveriş içinde kalmaya mecburdur. Nefes alıp vererek, yiyip içerek, tüketerek, atık üreterek yaşam döngüsüne bir yerinden eklemlenir. Tıpkı sosyal hayatta olduğu gibi çevreye, doğaya karşı kimi hak ve sorumluluklar yüklenir. Bu, onun sosyal bir varlık olmasının doğal sonucudur. Kişi nasıl ki toplum içinde sorumsuzca davrana mazsa tabiatı da dilediğince kullanamaz, sarf edemez. Toplumlar, kendilerinden sonraki nesillere sadece kültürel birikim ve becerilerini değil, bütün bir çevreyi de miras olarak bırakırlar. Bu bağlamda çevre bilinci, süreklilik gerektiren, nesilden nesle aktarılan bir öğrenme becerisiyle mümkündür. Çünkü modern çağda insanın çevreye tesiri her geçen gün değişmekte, bazen görünür bazen görünmez bir hâl almaktadır. Kimi atıkların, toprakta ve suda meydana getirdiği tahribat ancak uzun yıllar sonra ortaya çıkmakta, toplumlar farkında olmadan gelecek kuşaklara bedel ödetmektedirler. Dünyanın doğal dengesinin korunması noktasında atılması gereken ilk adım, insanların ilk olarak çevre konusunda bilinçlendirilmesidir. Çevre eğitiminin temeli, doğa sevgisine ve insanın içinde yaşadığı doğanın bir parçası olduğuna, dolayısıyla doğadaki herhangi bir aksaklıktan kendisinin de zarar göreceğine dayanmalıdır. Bugün yaşanan olumsuzlukların asıl sebebi, sanayi devriminin ve onu takip eden sanayileşme hareketlerinin ardından insanın doğayı sömürmesi, ona karşı gaddar ve acımasız davranmasıdır. Yakın çevre ve insan sağlığı arasındaki doğrusal ilişki göz önünde bulundurulduğunda insan, çevresine zarar verirken aslında bindiği dalı kesmektedir. Mehmet Bayrakdar, İslam’daki ekolojik hareketin erken dönemde ortaya çıkmasında Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in uygulamalarının etkili olduğunu belirtmektedir. İnsan ne kendi bedeni üzerinde ne de çevresinde sorumsuzca tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Bir imtihan vesilesiyle dünyaya gönderilen insan, yaşadığı çevrenin sahibinin Allah olduğunu, çevrenin kendisine emanet edildiğini hiçbir zaman unutmaz. Canlı olsun cansız olsun Müslüman’ın eşyayla münasebeti aklıselim bir dikkati beraberinde getirir. Çünkü o attığı her adımın, israf ettiği bir damlanın, tahrip ettiği bir fidanın hesabını vereceğini bilir. Dünyayı diğer bütün canlılarla paylaştığının şuurundadır.

HZ. PEYGAMBER VE ÇEVRE

İslam dinine göre en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün mahlûkatın fiziki öneminin yanında manevi olarak da kıymeti vardır. Ayeti kerimede göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih ettiği (Hadîd, 57/1.) fakat insanların bunu anlayamadıkları belirtilir. (İsra, 17/44.) Ayrıca Kur’an hiçbir canlının amaçsızca yaratılmadığını hatırlatır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu ahlak üzere doğaya emanet bilinciyle yaklaşır, bütün varlıkların daha yaratılıştan bir değer taşıdığını vurgular. “Bir Müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir kuş, insan veya herhangi bir hayvan yerse, bu onun için sadaka sayılır. ” (Müslim, “Müsâkaât”, 12.) buyurmak suretiyle çevre duyarlılığının ibadet bilincinden pek de ayrı düşünülemeyeceğini bizlere öğretir. Peygamberimiz Medine, Taif gibi alanlarda bugünkü anlamıyla sit alanları oluşturarak çevre konusundaki duyarlılığını gözler önüne sermiş, El-Ğabe ormanı için “Kim buradan bir ağaç kesecek olursa onun karşılığı bir ağaç diksin” (Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, Beyrut, 1407/1987, s.17, 18.) diye buyurmuştur. Yine bir başka hadisinde “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin.” (Buhârî, El-Edebu’l-Müfred, 168.) sözleriyle tek bir ağacın bile insanlık için ne denli önemli olduğunun altını çizmiştir. Hayvanlara karşı da şefkat nazarı ile yaklaşan Peygamberimiz (s.a.s.), onlara işkence yapanları sert bir dille tazir etmiş, hayvan neslinin korunmasında hassasiyet göstermiştir. Ardından gelen ashabı da aynı rikkatle hareket etmiştir.

Toplumlar, kendilerinden sonraki nesillere sadece kültürel birikim ve becerilerini değil, bütün bir çevreyi de miras olarak bırakırlar.

BÜYÜK PASİFİK ÇÖP YIĞINI (BPÇY): OKYANUSLARDA BİRİKEN KORKUNÇ MİKTARDA ATIK

Çöp yığını denince akla metruk arazilere bırakılmış hafriyatlar, köşe başlarında birikmiş atıklar gelir. Evlerimizden sokaktaki konteynırlara ardından da şehrin uzak köşelerine taşınan çöplerin akıbetini az çok biliyoruz. Peki ya denizler ve okyanuslara bırakılan çöpler? Kaliforniya kıyılarından bırakılan plastik bir atık ile Ümit Burnu’ndan atılan bir başka atık, doğal deniz dalgaları ve rüzgârlarla okyanusta buluşuyor. Oluşan girdap tonlarca atığı bir araya getiriyor. Bu yığınlardan en büyüğü Büyük Pasifik Okyanusu’nda bulunuyor. Büyük Pasifik Çöp Yığını, kısaca BPÇY olarak adlandırılıyor ve Türkiye’nin yüzey alanının iki katından daha fazla bir alanı (yaklaşık 1,6 milyon kilometre kare) kaplıyor. Üstelik BPÇY’nin altındaki deniz tabanının da büyük bir çöp öbeğiyle kaplı olması mümkün. Zira okyanus bilimciler ve ekologlar, deniz çöplerinin %70’i kadarının okyanus diplerine battığını söylüyorlar. BPÇY hakkında bilmemiz gerekenler ise şöyle: • BPÇY, girdaplar hâlinde birikir ve yığının hacminin çoğu doğadaki canlılar tarafından sindirilemeyen mikroplastik parçalarından oluşur. Çöplerin ana kaynağı ise Amerika ve Asya kıtalarından bırakılan çöpler ve balıkçı atıklarıdır. • Çöplerin kapladığı alan o kadar büyüktür ki tamı tamına bir keşif yapmak bile mümkün olmamıştır. Çöplerin yalnızca %1’ini temizlemek için takriben 67 geminin 1 sene boyunca çöp toplaması gerekir. • Besin zincirine giren mikroplastikler ve hayvanların takıldığı balık ağları, doğal canlı yaşamına büyük bir tehlike oluşturur. En büyük yığın Kuzey Pasifik Çöp Yığını olsa da dünyamızdaki her bir okyanus döngüsünün merkezinde bir çöp yığını vardır.

HİSBE TEŞKİLATI

Kur’an-ı Kerîm’deki “iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek” emrine dayandırılan ve ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında bir müessese hâline gelen hisbe teşkilatının temeli, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğe engel olmaya dayanmaktadır. Görev ve yetkileri bugün tek bir müessesede toplanamayacak kadar çok olan hisbe teşkilatının sorumlulukları arasında çevreyi ve hayvan haklarını korumak da yer alıyordu. Muhtesipler, insanların gerek sahip oldukları hayvanlara gerekse sahipsiz sokak hayvanlarına zulmetmesi durumunda müdahalede bulunuyor, bahçelerinde yetişip büyüyen ağaçları bile keyfi olarak kesmelerine müsaade etmiyordu. Muhtesibin toplum üzerinde velâyet hakkı bulunduğu için geniş bir tazir yetkisine de sahipti. Eziyet gören hayvanlar ve asırlık çınarlar muhtesibin koruması altındaydı.

Kompost, her türlü organik atığın bir araya getirilerek çürütülmesi sonucu elde edilen doğal bir gübredir. Tarım veya çiçek yetiştirme için kullanılacak olan toprağın yapısını zenginleştirmek ve düzenlemek için kullanılır. Toprağın daha iyi hava almasına, daha iyi işlenebilmesine katkıda bulunur ve su tutma kabiliyetini artırır. Aynı zamanda mutfaktan çıkan bitkisel ve bazı hayvansal atıkların da geri dönüştürülmesini, ‘çöp’ olmamasını sağlar. Kompost, bir kabın ya da bahçede hazırlanmış büyükçe bir çukurun içinde malzemelerin belirli bir sırayla karıştırılarak bekletilmesi ile hazırlanır. Karışımın hava alması da gerekir, bu nedenle az miktarda kompost için, orta boy bir çöp kovasına delikler açarak kompost kabı hazırlanabilir. Kompostun içine temel olarak azot bakımından zengin “yeşil malzeme” ve karbon bakımından zengin “kahverengi malzeme” olarak gruplandırabileceğimiz iki çeşit malzeme konulur. Yeşil malzeme daha çok sebze meyve atıklarıdır. Kahverengi malzeme ise dallar ve ağaç kabukları, fındık ceviz kabukları, saman ve kuru yapraklardan oluşur.

BİR ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ OLARAK GERİ DÖNÜŞÜM

Geri dönüşüm, ana hatlarıyla “yeniden değerlendirme” anlamı taşımaktadır. Bugün hem çevreye hem ekonomiye katkısı bağlamında geri dönüşüm ve sıfır atık projeleri toplumların gündemlerinde önemli bir yer tutar. Tabii kaynaklardan üst düzeyde faydalanabilmenin anahtarı, ekonomik değeri olan atıkların geri dönüşüm yoluyla tekrar üretim halkasına eklenmesidir. İnsanların zihninde “çöp” olarak nitelendirilen atıkların mahiyeti değişmekte, doğru ayrıştırma ve geri dönüşüm ile doğaya yeniden kazandırılması, çeşitli fiziksel ve kimyasal işlemlerden geçirilerek tekrar üretim sahasına dâhil edilmesi mümkün olmaktadır. Geri dönüşümün yararları bununla da kalmaz. Çöp olarak doğaya terk edilen ürünlerin çoğu aslında tabiata büyük zarar verirler. Yanmış yağlardan plastik ambalajla ra kadar pek çok atık, suyu, toprağı ve havayı kirletmektedir. Geri dönüşümle hem bu kirliliğin önüne geçmek hem de doğal kaynakları israf etmeden yeniden kullanıma sunmak mümkündür. Öyle ki sadece plastik, cam, kâğıt gibi ürünler değil; yediğimiz meyve artıklarından yumurta kabuklarına kadar hemen hemen bütün evsel atıklar değerlendirilebilmektedir. Bu bağlamda atığın kaynağında ayrıştırılması önem taşır.

SEMA BAYAR

Anlamak, hakikat kapısını açan anahtara benzer. Ancak anladığın zaman kurtuluş yolu olan hakikati takip edebilirsin. Anlamadığın hakikatlerin rüyalarını bile göremezsin. Hayatın hangi alanında olursa olsun, hakikatle ilgisi olmayan niyet, söz ve edimlerin neticesi acı, keder ve ıstıraptır. Haktan ve hakikatten ayrılmak demek; fıtrat, vicdan ve akleden kalbin fesada uğraması, bozulması, çürümesi ve kokuşması demektir.

Anlamak, varlık âlemi içinde sadece insana verilmiş bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığı fark etmek için de anlamak gerekir. İnsan iradesinin çalışması, tercihlerde bulunması anlama ayrıcalığının bir neticesidir. Böylece denebilir ki her tercih, bir bakıma anlama giydirilmiş bir elbise gibidir. Yapılan tercihlerin niteliği ne ise insanların sahip olduğu nitelikler de aynı niteliklerdir.

İnsan için anlamak ne kadar önemli ise, insan için anlaşılmak da o kadar önemlidir. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Doğru anlamayı ve doğru anlaşılmayı, insana verilmiş en büyük nimetlerden saymak gerek. Söylenen sözlerin anlaşılmadığı toplumlarda ‘birlik ve beraberliği sağlamak işlerin en zorudur’ dense yanlış olmaz.

İnsanlık tarihinin hakikat önderleri olan peygamberlerin tevhid mücadelesinin en önemli silahı sözdür. Çünkü vahiyle inzal olan her sözde/kelamda, hakikati gösteren anlamlar vardır. Her sözün özünde anlaşılmayı bekleyen mesajlar/anlamlar ise zihinsel devrime yol açar. Vahiyle gelen bütün mesajlar, peygamberler tarafından en güzel kıvamda insanların tercihine sunulmuştur. Burada yüklerin en ağırını yüklenmiş olan peygamberlerin doğru anlaşılması büyük önem taşımaktadır.

Önemine binaen tekrar edeyim: Hem doğru anlamak hem de doğru anlaşılmak, dünya hayatının en büyük nimetleridir. İnsan anlayınca ve anlaşılınca, omuzlara yüklenmiş olan yük de hafifler. Çünkü her doğru anlaşılma aslında bir hakikat paylaşımı anlamına gelir. Hakikati bilmek demek, insan için ruhsal yapıda oluşacak pürüzlerin önüne set çekmek demektir. Ruhsal ve zihinsel her pürüz, insanı içten içe karanlığa mahkûm eder. Bu mahkûmiyetin sonucunda yalan ve sahte olan her ne varsa, iç bünyeye yerleşerek tahtını kurmaya çalışır. Bütün putçuluklar bu aşamadan sonra meydana gelir.

Hayatın doğru ve anlamlı akışını durduran her türlü anlamsızlık, putçuluk olarak karşımıza çıkar. Her daim birer tuzak vasfındaki üstünlük hevesini körükleyen iş ve eylemler de hakikati örten putçuluklara yol açar. Hakikat önderi olan peygamberler, ister görünsün ister görünmesin, bütün putçuluklarla savaşmak için seçilip görevlendirilmişlerdir. O sebepten doğru anlaşılmayı en çok hak eden kimseler peygamberlerdir. Kur’an’da anlatılan kıssalardan anlamaktayız ki, bütün peygamberler tevhid mücadelesi verirken, muhafazakâr kesimler tarafından en sert ve acımasız tepkilerle karşılaşmışlardır.

Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz Mekke’nin putperest şirk toplumunda İlahi Vahyi tebliğ ederken, statükoyu oluşturan egemen güçlerin her türlü sözlü ve fiili saldırısına maruz kalmıştır. Peygamberin verdiği mesajı, o günün insanları anlıyordu. Allah’tan başka ilah kabul etmemenin, kendi düzenlerinin sonu olduğunu biliyorlardı. O sebepten yapılabilecek en katı ve acımasız muhalefeti gösteriyorlardı.

Günümüze geldiğimizde peygamberi doğru anlamak bakımından, Müslümanların içinde bulundukları durum hiç de iç açıcı bir durum değildir. Peygamberi en çok doğru anlaması gereken Müslümanların, ne yazık ki peygamberle ilgili yalan ve yanlış tasavvurların pençesinde olduğunu görüyoruz. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamberi olağan insani statüden çıkarıp, olağanüstü ilahi bir statüye yerleştirme anlayışıdır. Böylece Hz. Peygamber üzerinde zımnen oluşturulan ambargo ile dünyevi ve uhrevi bir rahatlık temin edilmeye çalışılmaktadır.  

Oysa Müslüman için Peygamber bir rehberdi. İzi üzere yürünmesi ve takip edilmesi gereken yegâne örneklikti. Öyle ki, o olmadan, bilinmeden İslam bilinmez ve bihakkın yaşanmazdı. Hal-i pürmelâlimize bakıyoruz: Ne görmekteyiz? Hiçbirşey! Onu çağımıza taşıyarak arkadaş olacağımıza, onu taşıyacak bütün düşünce ve tasavvurların yolunu kapattık. Paradoksal bir durum olarak Hz. Peygamberin misyonunu öldürerek bedenini yaşatmaya çalışıyoruz. Adeta sırtımızı dönmüşüz ona. O diye bildiğimiz aslında o değil, bambaşka birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Oysa Kerim olan Kitap’ta, O’nun da bizim gibi birisi olduğu ve ölümlü olduğu vurgulanmakta. (Kehf 18:110) Bu anlayış, vefatından hemen sonra da neredeyse bir krize dönüşüyordu. Hz. Ebubekir gibi etkin ve yetkin şahsiyetlerin varlığı, sorunları büyümeden hal yoluna koymakta idi.

Hz. Peygamber, yarın (ahiret yurdunda), hem kendisinin hem de diğer mü’minlerin nasıl bir muameleye tabi olacağını bilmediğini söylüyordu. (Ahkaf 46:9) Kızı Fatıma’ya, peygamber kızı havalarında olmamasını yani kendisine güvenerek hareket etmemesini istemiş ve fakat buna karşılık kendisini salih amellerle, Allah’ın elinden satın almasının önemini vurgulamıştır.

Hz. Peygamber, vefat eden ünlü sahabe Osman bin. Maz’nun’un evinde, onun cennetlik olduğunu söyleyen kadını sert bir dille uyarmıştı. Bu söylediğinin yanlış olduğunu, kimin nasıl bir muameleyle karşılaşacağını ancak Allah’ın bilebileceğini dile getiriyordu. Allah’ın dilemesi hariç, kendisi dâhil hiç kimsenin, herhangi bir yarar sağlamada veya zararı önlemede, hiçbir güç ve kuvvetin sahibi olmadığını dile getiriyordu. (Yunus 10:49)

Peygamber bir elçi idi. O’ndan önce de elçiler gelip geçmişti. O da zamanı gelince ölecekti. Zira o bir canlıydı. Her canlının ölmesi mukadderdi. Bu bir ilahi yasa idi. Bundan muaf olmak veya herhangi bir kaçış mümkün değildi. O’nun ölmesi veya öldürülmesi, tekrar gerisin geri cahiliyeye dönmek için bir sebep mi olacaktı? Asla! Zaten Müslümanlar da O’nun getirdiğini, O’nu örnek alarak devam ettireceklerdi. Bugün ise karşımıza çıkarılan Peygamber motifinde, bedenen yaşayan ama misyon olarak öldürülen bir Peygamber motifi görmekteyiz.

Peygamberi yüceltmede sınır tanımayan bir gerçeklik var. O’nun takip edilmesi/örnek alınması, imkânsız bir konuma getirilmiştir. Olağan değil, bir olağanüstü şahsiyet söz konusudur. Bu bize Peygamberi tanıtmamaktadır. Peygamberi bize en güzel tanıtacak kaynak Kur’an’dır. Rabbimiz, O’nu, bütün insanlığın kurtuluşu için, bir uyarıcı olarak seçmiştir. “De ki: “Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu?” (Ankebut 29:50-51) İnkârcılar, peygamber olacak birinin, altında köşklerin olması gerektiği hususunu dillendirmekte idiler. Ayrıca Peygamber semaya çıkmalı ve semadan bir kitap indirmeli idi. Ancak bu şartlar altında inanacaklarını beyan ediyorlardı. Peygamber, bütün bunlara şu ayetle cevap veriyordu:“De ki:“Kudret ve yüceliğinde sınır bulunmayan sadece Rabbimdir; ben, fani bir elçiden başka neyim ki?” (İsra 17:93)

Peygamberi doğru tanımak ve anlamak için Kur’an’ın rehberliği şarttır. Zira bir elçi olarak Peygamber’den bize kalan en önemli miras Kur’an’dır. Kur’an’ın mesajının anlaşılması aslında Peygamberin de anlaşılmasını beraberinde getirir. Bu anlamda Kur’an, başucu bir kitap yapılmalıdır. Siyer kaynaklarındaki bilgilerle, hadis olarak okuduğumuz sözler, Kur’an süzgecinden geçirilmeli ve doğru bilgiler ile yanlış bilgiler ayıklanmalıdır.

“Doğrusu Allah Resulü sizler için, Allah’a ve ahiret gününe umut besleyen ve Allah’ı sürekli hatırda tutan herkes için güzel bir örnek teşkil eder.”(33/21) “De ki: “Siz Allah’ı seviyorsanız beni izleyin ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! Zira Allah çok bağışlayandır, eşsiz merhametin kaynağıdır.”(3/31) “Siz ey iman edenler! Allah’a ve O’nun Elçisi’ne bağlılığınızı gösterin; (O’nun mesajını) işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin!” (8/20) “Peygamber, inanlara kendi öz varlıklarından daha öncelikli gelir.”(33/6)

CEVDET IŞIK / PEYGAMBERİ DOĞRU ANLAMAK

Her müslümanın varoluş amacı, hakikatin izini sürmek, hakikatin izinden gitmek olmalıdır. Hangi konuda olursa olsun, ister lehte ve isterse de aleyhte olsun, hakikatin izinde olmak, yaşanacak onurların en büyüğüdür.

Bir aile kurarken, bir aile olurken, hakikat gözetilmeli ve hakikat üzere temeller atılmalıdır. Bir iş kurarken, bir iş sahibi olurken, hakikat gözetilmeli ve hakikat üzere temeller atılmalıdır. Hem bireysel ve hem de toplumsal ilişkileri tanzim ederken, hakikat gözetilmeli ve hakikat üzere temeller atılmalıdır. Hâsılı hayatın bütün ayrıntılarında sahip olunması gereken duyarlılıklar hakikati gözetmek ve hakikat üzere iş tutmaya, yol almaya endeksli olmalıdır.

Hakikatin izini sürmek, hakikatin izinden gitmek, hakikat temelli inşai faaliyetlerde bulunmak yani her konuda hakikati gözetmek için, hakikati bilmek ve hakikatin oluşturacağı bir disipline sahip olmak gerekir. Bunun için de, sağlam bir varoluş tasavvuru gerekmektedir.

Sağlam bir varoluş tasavvurunu oluşturmak için, hayat ile ilgili, eşya ile ilgili, yaratılış ile ilgili, ikna edici bir bilgiye sahip olmak gerekir. İkna edici bilgiye sahip olmak, ikna edici bilgi ile buluşmak için de, sağlam bilgi ve haber kaynaklarını bilmek ve kullanmak gerekir. Kendisinden emin olunmayan bir bilgiyle sağlam bir varoluş tasavvuru oluşturmak mümkün değildir.

İnsan, sürüp gitmekte olan tanıklıklarını selim bir akılla değerlendirdiği zaman, sınırlı bir zaman ve sınırlı bir mekân ile kuşatılmış olduğunu görür. Bütün bir varlığın, yaratılmışlık paydasında birleştiğini görür. Yine her şeyin üzerine oturduğu bir ölçü ve uymak zorunda olduğu yasalar olduğunu anlar. Bütün bu tanıklıkların insanı karşı karşıya getireceği bir Yaratıcıdan söz etmemek mümkün müdür? Elbette ki mümkün değildir.

Her şeyin sahibi ve her şeyin maliki olan Allah, en sağlam, en sahih en doğru ve en hakiki bilgi kaynağıdır. O’ndan gelecek bilginin doğruluğundan şüphe etmek için, insanın aklını ve bütün duyularını devre dışı bırakması gerekir. Sınırsız bir merhamet sahibi olan Allah, insanlığa gönderilmiş ilk elçiden, son elçi olan Peygamberimize kadar, indirdiği vahiyle, hakikati ifade ederek uyarılarda bulunmuştur. Zihinlerdeki en büyük sorunu oluşturan, varoluş amacıyla ilgili bilgiler vermiştir. Aklımızı çalıştırarak, araştırmalarda bulunarak, eşyanın hakikatini araştırmamızı ve anlamamızı istemiştir. Bu manada Peygamber Efendimizin “Ey Rabbim! Bana eşyanın hakikati ve mahiyeti hakkında bilgi ver” diyerek dua etmesi manidardır.

Vahiy, gökten üzerimize yağan hakikat yağmuru gibidir. Vahyin buluştuğu zihinlerde hakikat yeşerir. Hakikatin yeşerdiği toplumlarda selam olur, barış olur, kardeşlik olur, adalet olur… Vahiyle buluşmayan zihinler karanlık ve vahiyle buluşmayan toplumlar ise çorak olmaya mahkûm olur.

Vahiy ile tohum arasında hep bir fonksiyonel benzerlik olduğunu düşünmüşümdür. Uygun zaman ve uygun zeminde toprağa bırakılan tohum, Allah’ın vahyi doğrultusunda, yani Allah’ın yüklediği vahiy doğrultusunda yeşerir ve ürün verir. Biz bu vahye fıtrat diyoruz. Her tohum taşıdığı bu fıtratla her ne ise, her neyin tohumu ise, onun “organik birliğini” taşır. Vahyin de tohum misali ekileceği bir toprak olmalıdır. Vahyin ekileceği toprak insan bilincidir. İnsan bilincinde vahyin yeşermesi için, insanın sahip olduğu fıtri yapının da bozulmaması gerekir. Zaten İlahi Vahiy muttakiler için bir hidayet rehberidir.(Bakara 2:2)

Vahyin insan bilincine en iyi sunumunu yani ekme işini peygamberler yapmıştır. Bir bakıma peygamberler vahyi eken çiftçiler gibidir. Onun için onlar en güzel örneklikleri oluştururlar. “Onların arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet” (Maide 5:48) ilahi fermanının en önemli ve en öncelikli muhatapları peygamberlerdir.

Dinin hakikati denince, şimdiye kadar söylediklerimizle bağlantılı olarak, insanda var olan dini tasavvurun neye tekabül ettiği akla gelmelidir. Dinin ne olduğu, neye tekabül ettiği tam olarak bilinmezse, her kafadan çıkanın din yerine geçmesi veya din yerine geçen değerlerin din dışı kabul edilmesi söz konusu olacaktır.

Dinin hakikatini kavramak için, dinin kapsam alanını bilmek gerekir. Din idare etmeyi, yönetmeyi, hüküm vermeyi, hesap sormayı kapsar. Bu bakımdan “hükümranlık ve mülkiyet” dinin kapsamında bulunur. Öyle ise bu hususlarda hayatı kapsamakta olan kanun ve kuralları kimin belirlediğini dikkate almak büyük bir önem arz etmektedir. “İtaat ve boyun eğme” de, din için gerekli olan varlık şartıdır. İnsanın kime itaat ettiği ve kime boyun eğdiği hayati öneme sahip bir başka husustur. Bütün bunlar dinin hakikatine işaret eden vasıflar olmaktadır. Din iddiasında bulunup bulunmamayı ileri sürmekten çok, yukarıda belirttiğim hususlarda, kabul ve reddetme konumunun nasıl olduğu önemlidir. Örneğin Müslüman olduğunu söyleyen bir kişi itaat ve mülkiyet bakımından Kur’an ve İslam’ı dikkate almıyorsa, Müslümanlıkla da bir ilgi ve alakası yok demektir.

Din iddiası, dinin hakikatine uygun olursa din olabilir. Aynı zamanda dine mensubiyet, dinin kapsamındaki niteliklere sahip olmakla mümkün olur. İddiaları farklı iki dine mensubiyet bir arada olamaz. Bütün zamanlar boyunca, Vahiyle inzal olan dine İslam adı verilmiştir. İslam’ın en hakiki olan ve en bozulmamış olan, en son mesajı Kur’an’dır. Kur’an, dinin hakikatinin muhafaza edildiği kitaptır. Hayatla ilgili, fizikle ilgili, metafizikle ilgili, eşya ve insanla ilgili, dikkat edilmesi gereken sınırlarla ilgili en hakiki rehberliği Kur’an yapmaktadır. Dinin hakikatini Kur’an olmadan bilmemiz imkânsızdır.

CEVDET IŞIK / DİNİN HAKİKATİ

DEPREMİ DOĞRU MÜLAHAZA ETMEK

İnsanın hayat algısı, insanın yaşadığı hayatın niteliğini oluşturur. Bu niteliksel hayatın bir gereği olarak insan, hem kendisi hem de çevresindeki varlıklarla ilgili değerlendirmelerde bulunarak, somut ve görünür edimlerle de yaşayacağı hayat tarzını belirler. İnsanın yaşadığı hayat tarzının oluşturduğu resmin renk ve çizgilerini, insanın diğer varlıklarla olan ilişkileri meydana getirir. İlişkilerin muhtevasını, diri olmak, canlı olmak yani düşünsel ve eylemsel açıdan bir iş ve oluş içinde olmak şeklinde izah edebiliriz. Yani ilişkilerle birlikte insan, “var” olduğunu, hayatta olduğunu göstermiş olur.

İlişki bakımından varlıkların bulundukları konuma baktığımız zaman, özne-nesne dikotomisi ile karşılaşırız. İnsan, sahip olduğu akıl ve irade sebebiyle, ya özne ya da nesne durumunda bulunur. Aynı şekilde, akıl ve iradesi olmadığı için diğer varlıklar ise mecburen nesne durumunda bulunurlar. Nesne durumundaki varlıklar, Aziz Kur’an’ın belirttiği gibi insanın yararlanması için, “insanın emrine amade” kılınmışlardır. (Lokman 31:20) Fakat akıl ve iradesi olmayan nesne durumundaki her varlığın sahip olduğu bir doğuştanlık (fıtrat) da vardır. İnsan, varlık âlemindeki varlıklarla ilişkisini sürdürürken –zaten insan bunun için vardır- varlıkların sahip olduğu fıtratları dikkate almalıdır. Bunun için öncelikle insan kendisinden başlamak üzere bir tanıma, bir tanışma uğraşısı içinde olmalıdır. Yani insan hem kendisini hem de kendisi dışındaki varlıkları tanımalı, bu varlıklarla adeta tanış olmalıdır. Çünkü hiçbir şey başıboş ve gayesiz değildir. (Sad 38:27) Onun için hayat dediğimiz içine doğduğumuz süreci bir “tanıma” ve “tanış olma” şeklinde izah etmek yanlış olmaz.

Büyük bir önem ve öncelikle şunu bilelim ki, yaşanan depremler, doğanın sahip olduğu doğuştanlığın bir gereği olarak meydana gelmektedir. İnsanın nasıl ki, gündelik ve doğal ihtiyaçlar için yaptığı, yapmak zorunda olduğu davranışları varsa, tıpkı bunun gibi doğanın da kendisine mahsus, kendi yapısına uygun sahip olduğu davranışlar vardır. İşte depremi de doğanın, doğal davranışlarından birisi olarak görmemiz gerekir. Deprem olgusunun iki sebeple kaim olduğunu düşünmek mümkündür. Bir tanesi iç dinamiklerle doğanın kendisini inşa etmesi (yeni oluş ve oluşumlar), diğeri de dışarıdan yapılan müdahalelere karşı doğanın kendisini savunması şeklindedir.

Doğaya dışarıdan yapılan müdahalelerin öznesi insan olduğu için, bizi en çok ilgilendiren hususlardan birisini de insanın doğayla olan ilişkileri oluşturmaktadır. Bu açıdan ‘insan-doğa ilişkilerinin seyri hangi ölçü ve değerler dâhilinde olmalı?’ sorusu, hayati öneme sahip bir sorudur.

İnsanın doğa ile olan ilişkisinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus, ilişkileri oluşturan fiillerin, doğaya karşı suç teşkil etmemesidir. Bunun anlamı, doğadan yararlanırken, doğanın doğuştanlığına/fıtratına zarar vermemek esas olmalıdır. Zira doğadan en üst düzeyde bir yarar sağlamak için, doğanın tabi olduğu düzenin de korunması gerekir. Aksi takdirde, doğaya verilen zararın bumerang etkisi yaparak, insanı da içine alması kaçınılmaz olacaktır. Günümüzde yaşadığımız felaketlerin ekseriyeti, insanın doğa ile olan ilişkilerinde, yapıp ettiklerinin suç niteliğini taşımasından ötürü meydana gelmektedir. Yani insan kendi elleriyle kendi başına felaket sarmaktadır. Ünlü Rus edebiyatçı Dostoyevski’nin bu hususa işaret eden şu tespiti yerinde ve doğru bir tespittir: “Doğaya karşı işlenen bir suçun intikamı, insan adaletinden daha zorlu olur.” Fransız edebiyatçı Balzac ise şöyle demektedir: “Doğanın isteklerini anlamazlıktan gelen cezasını görür.”

Aydınlanma, Sanayi Devrimi, kapitalizm, liberalizm modernizm ve postmodernizm derken geldiğimiz durumun, doğayı yok etmek üzerine kurgulandığını görmekteyiz. Kısacık bir yaşamı akıl almaz bir serüvene dönüştürmek suretiyle, acılardan, yıkımlardan, savaşlardan başka işi olmayan insanın, öncelikle yaşadığı zihinsel depremlerden kurtulması gerekmektedir. Bunun yolu, üzerinde yaşadığımız dünyanın, bizlere bir emanet olarak verildiğini ve bu emanete ihanet etmemek gerektiğini bilmektir. Sahip olma hırsının oluşturduğu talan, yıkım, yok etme plan ve projelerini durdurmak için, anlayış birliği içinde, karşı durma yollarını araştırıp oluşturmak sorumluluğu, insan olan herkesin omuzlarında bir yük olmalıdır. Bu vazife, bütün etnik, düşünsel, coğrafik ayrılıkların ötesinde bir vazifedir.

CEVDET IŞIK

Dünya hayatını bir cümleyle izah et deseler, her açıdan kısıtlılıkla izah ederdim. Zaman kısıtlı, mekân kısıtlı, ömür kısıtlı, velhasıl her şey kısıtlı. Bu kısıtlı durumlar içinde en çok dikkate alınmayanı ise zamandır. İnsan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Hâlbuki insan ölecek. Fakat ekseriyetle insanlar öleceğini bildiği halde ölmeyecek gibi yaşar. İnsanın farkında olmadan yaşadığı en büyük tutarsızlık budur herhalde.

İnsan yanlış bilgi ve tasavvurların kurbanı olmaktadır. Onulmaz körlük ve sağırlıklar bu yanlış bilgi ve tasavvurların sonucu oluşuyor. Kısıtlı dünya hayatına sonsuzluk tasavvuruyla bakılıyor. O şekilde değerlendirme yapılıyor. Ölüm sonrası sonsuzluk ise hiç dikkate alınmıyor. Allah insana uyarı üstüne uyarı yapıyor. Dünya hayatının kısıtlılığını ve ahiretin sonsuzluğunu çok somut örneklerle izah ediyor. İnsanın muhtemel ve tekerrür eden yanılgılara düşmesini istemiyor. Her şeye rağmen insan tutarlı olamıyor ve sonu helak olan maceralara gözü kapalı giriyor.

Her şeyin sayılarla ifade edildiği, sayılarla değerlendirildiği bir zamanda yaşıyoruz. Bu sayısal zaman tasavvuru hayatı değer ve nitelikten soyutluyor. İnsan, akıl sahibi olarak aklını kullanan bir varlık olduğu için insandır. Öncelikle insanın tutarlılığının aklını kullanmayla birebir ilişkili olduğu açıktır. Buna göre aklını kullanmayan insan kendisiyle çelişmiş olur. Her çelişik durum bir tutarsızlıktır. Tutarlı olmak için çelişkileri aşmak gerekir.

İnsan irade sahibi olduğu için aklını hem iyi ve hem de kötü bir şekilde kullanabilir. Allah insana bu imkânı vermiş. Burada tutarlı olmak adına aklın kullanımı büyük bir önem arz ediyor. Yani insan aklını iyi kullandığı zaman mı yoksa kötü kullandığı zaman mı tutarlı davranmış olur? Bu soruya yanıt olarak ekseriyetle iyi kullanma denileceğinden şüphemiz yoktur. Yanıt iyi kullanma olduğuna göre, bu iyi kullanmanın bir sınır ve içeriği de olmalıdır. O zaman bu sınır ve içerik nedir ve nasıl olmalıdır? Bu tür soruların doğru cevaplarıdır tutarlı olmanın önünü açacak olan.

Tutarlı olmayı dikkate aldığımızda iyinin de kötünün de bilincinde olmak gerekiyor. Burada her şeyi bilen ve doğruluğundan şüphe etmediğimiz bir bilgi kaynağına ihtiyacımız vardır. Biz Müslümanlara göre bu bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy Allah’ın insanlara haber verme şeklidir. Allah, insana vahiy yoluyla iyi ve kötü olanın sınır ve içeriğini haber verir. Bu durum insanlık tarihiyle yaşıt olan bir durumdur. Peygamberimizle birlikte vahyin kapısı da kapanmıştır. Yani artık bir daha elçiler yoluyla vahyin nüzulü söz konusu olmayacaktır.

İnsanın tutarlı olmasının tutarlılığı, vahyin belirlediği sınırları gözeterek aklı kullanmak şeklinde olur. Bir başka husus da insanın verili tarafını oluşturan fıtrata aykırı davranmamaktır. Fıtrat, bir anti virüs programı gibi her nerede olursa olsun insanı kötü olandan uzaklaştırır. Ne zamana kadar? Bozuluncaya kadar. Fıtratın bozulması tutarsızlığın en büyük sebeplerinden birisidir. Bunun dikkatten ırak olmaması gerekir.

Tutarlı olmanın başlangıç noktası insanın kendisidir. İnsan önce kendi kendisiyle tutarlı olmalıdır. İnsan düşünmeli; ben neyim ve nasıl olmalıyım demeli! Ya da olması gerektiği gibi olup olmadığını muhasebe etmeli. Yani kendisini çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutmalı. Bu anlamda insan kendisiyle ilgili var olan tutarsızlıkları tespit ederek bir sağaltım süreci başlatmalı. Kendisini aşamayan insanın tutarlı olmasını beklemek yanlış olacaktır.

Tutarlı olmanın bir başka noktasını insanın diğer insanlarla olan ilişkileri oluşturur. Kendisiyle ilgili sorunları çözmemiş kimselerin bu alanda tökezlemesi, tutarsız olması şaşırtıcı olmaz. Allah’ın insanları sınadığı en önemli zemin olan bu zemine toplumsal zemin diyoruz. Bu zeminde aile, akraba ve diğer insanlar bulunur. Toplumsal zeminde tutarlılığın mihenk taşını adalet oluşturur. Müslümanın bütün ilişkileri adaleti temin eden helal-haram sınırlarıyla tutarlı olur. İslam’ın gönüllere bir hidayet olarak girmesinde tutarlı olmanın yaptığı etkinin en üst düzeyde bir etki olduğu bilinen bir gerçektir.

Günümüz dünyası her açıdan tutarsızlıkların hüküm sürdüğü bir dünyadır. Bunun en büyük sebebi seküler anlayış ve amaçlardır. Seküler anlayış gereği doğa ele geçirilmiş bir savaş tutsağı muamelesi görüyor. İnsan, tutsak ettiği, boyun eğdirdiği doğa aracılığıyla sınırsız emellerini gerçekleştirmek istiyor. Oysaki doğa her açıdan sınırlı imkânlarla mukayyettir. Onun için doğa ile ilişkilerde tutarlı olmak yerine tutarsızlıklar almış başını gidiyor. Doğanın bu tutarsızlığa karşı tepkisi ekolojik sorunlar halinde ortaya çıkıyor. Doğal felaketler, iklim ve gıda ile ilgili krizler hep bu tutarsızlıkların sonucudur.

Müslüman halkların hem fert ve hem de toplum olarak İslam’la Kur’an’la ilişkileri tutarlı değildir. Çok doğal olarak yaşamlarını Müslüman bilinç ve duyarlılığıyla sürdürmeleri gerekirken, bundan ne bir iz ne de bir eser görülmüyor. Yani Müslüman olarak tutarlı olmanın kıyısından bile geçilmiyor. Tevhid ve ümmet bilinci buharlaşmış, hem kavramsal ve hem de olgusal manada tutarlılıktan söz etmek mümkün olmuyor. Bu tutarsızlık girdabından dolayı Müslümanların çağa ve tarihe dair herhangi bir söz ve edimleri bulunmuyor. Hayat tarzına dönüşmüş edilgenliklerle beraber sürüklenen kitlelere dönüşüyor.

Tutarlı olmak anlamla ilgili bir durumdur. Kişi kabul ettiğinin anlamına varacak, söyleyip yaptığının da bu anlamla ilişkisi olacak. Müslümanın Müslüman olmak bakımından Kur’an’ı ve sünnet olarak ifade edilen peygamber örnekliğini referans kabul etmesi tutarlı olması anlamına gelecektir. Fakat bunun için Kur’an ve Sünnet ile ilgili bir anlam yolculuğunun olması gerekir. Müslümanın anlam yolculuğu ölünceye kadar devam eden bir yolculuktur. Tutarlı olmayı ifade eden şu iki özlü cümle üzerinde derin bir şekilde düşünmek gerekir: “İnandığınız gibi dosdoğru olun.” “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.”

CEVDET IŞIK / TUTARLI OLMAK

Bir temmuz öğleninde kızımla dışarıda yürüyoruz, hava sıcak mı sıcak, güneş tam tepemizde, adeta kavuruyor. Kızımın üzerindeki dış kıyafetine bakıp, ‘kızım bari üzerine ince bir üst giyseydin, böyle pişeceksin’ deyince, kızım cevabını hiç tereddüt etmeden ve eğip bükmeden verdi, ‘baba, bilmiyor musun, bizim için her zaman kış.’ Buna karşı diyecek sözüm yoktu elbet, ne diyebilirdim ki, şu hayatın her bir mevsiminin insanlar arasında tercih ettikleri yola göre taksim edildiğini biliyordum elbet. Ama şu da bir gerçek ki bizler de isterdik baharlar yaşayalım, baharlar görelim. Bizler de isterdik üzerimizdeki zemherinin biraz olsun dağılıp gitmesini. Ama gel gör ki dünya hayatı tuttuğun yola göre öyle çok meşakkatli ki…

‘Dünya, müminin zindanı, kafirin ise cennetidir’ diye buyuruyor Hz. Peygamber(sav) Hayata bu zaviyeden bakınca, manzara daha bir netleşiyor aslında. Dünya hayatının; mümin kul için bir imtihan yeri olduğu, sıkıntı diyarı olduğu, sabır, çile, dert, keder yeri olduğu kabullenildiğinde çekilenlerin de bir karşılığı olacağı, sıkıntıların sonsuza dek sürmeyeceği gün gibi çıkar ortaya. Bu imani gerçeği tam bir teslimiyet ile kabullenme konusundaki zaafiyet, kendisini farklı şekillerde dışa vurabilmektedir. Mümin kullar da bazen ister istemez içinde bulundukları sıkıntılara karşı sabırsızlık gösterebilmektedir. İnsanoğlunun tahammül sınırlarının az olduğu, sabırsız olduğu ve daha birçok zayıf yönünün olduğu göz önünde bulundurulduğunda bunu anlayabilmek daha mümkün olabilmektedir. Hz. Peygamber’in(sav), sahabe efendilerimize, çoğu zaman teselli verdiği, onlara sabrı telkin ettiği, kavuşacakları mükafatları hatırlatarak onlara şu dünyada çekilenlerin de elbet bir sonunun ve mükafatının olduğunu telkin ettiğini görmekteyiz.

İnsan, belli bir yaştan sonra birçok sıkıntıyı, zorluğu, imtihanları kanıksamakta, kabullenmekte, içine sindirmekte, yani tabiri caizse artık teslim olmakta. Ancak bu durum gençler için o kadar da kolay olmamakta. Onlara anlattığınız hayat ile gördükleri, şahit oldukları hayatın farkını gördüklerinde, okudukları ile yaşadıkları gerçekleri kıyasladıklarında, içlerindeki dünya ile dış dünyayı yüzleştirdiklerinde, akıllarının kabul ettiğini nefisleri terslediğinde, bir kısım yaşıtlarının imkân bolluğu içinde boğulurken kendilerinin de dert kederlerle boğuştuklarında, işte o zaman dilimiz dolanır, aklımız tutulur, gözlerimiz dolar, nefsimiz kabarır, vicdanımız sızlar. Onlara ne kadar da izah etmeye kalkışırsak kalkışalım, yaptığımız basit kalkışmaktan öte geçemez. Dünyada dengeler arasında o denli bir uçurum var ki dengesizlikler hâkim hale gelir. İşin en hazin ve ucube tarafı da şu ki; dünyadaki (görünürde) mutlu bir azınlığın zevk sefa içindeki sapkınlık ve taşkınlıklarını; geride kalan çoğunluğun sosyal medya denilen bataklıktan görmeleri, izlemeleri, takip etmeleridir. Böylelikle gözleri kamaşmakla kalmaz içleri de öfke ve hırsla dolar, kendi haline lanet eder, varsa bile küçük dünyaları da o an başlarına yıkılır.

Âdemoğlu, çok aciz bir varlıktır, sabrı, tahammülü sınırlıdır. Çoğu zaman başına gelen en küçük bir musibette ortalığı ayağa kaldırır. Halbuki Rabbimiz yüce kelamında bizlere öyle hikmetler, öyle sırlar veriyor ki önünde hiçbir muamma, hiçbir badire, hiçbir çetrefilli mesele dayanamaz. Çoğu zaman başımızı döndüren, gözlerimizi kamaştıran, aklımızı çelen, rüyalarımızı süsleyen, hayallerimizi zapteden onca sanal, fani, geçici şatafatlara, saltanatlara karşı Kur’an’ın şu eşsiz hükmü, her bir yalancı cennetleri ziruzeber ederek yerin dibine batırıyor; ‘İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın!’ (Al-i İmran/196) Rabbimiz, bu ayetinde, adeta yüreğimize su serpen, bizi bu yalancı ve fani büyüden, kâbustan çekip çıkarıyor. Aldanma diyor onların o zevk sefalarına, sen sabret bak göreceksin sana hem dünyada hem de ahirette ne güzellikler hazırladığımı. İşte, Yaradanın bu mucizevi tüyolarından istifade edebilmenin yolu da en azından ortalama bir imana sahip olmaktan geçer. Kişinin itikadının sağlam olması, fikri alt yapısının sağlam olması, felsefesinin sağlıklı olması, ruh dünyasının dingin olması, zihninin berrak olması, kalbinin mutmain olması gerekir.

Bu konuda Karun’un hikayesinden daha ibretli bir olay yoktur herhalde. Hani; Bir gün ihtişamı içinde halkının karşısına çıkmış, ihtişamını tekebbür ve tafra yapmak için kullanmıştır, ihtişamı ile fakirlerin gönlünü kırmış ve gözlerini kamaştırmıştır. Onu gördüklerinde “Keşke Karun’a verilenin benzeri bize de verilse, şüphesiz o çok büyük bir varlık sahibidir” demişlerdir. Ama bilgi sahibi olanlar, aldanmışlara “Yazıklar olsun size! Allah’ın vereceği iyilik, iman eden ve salih amel işleyenler için daha iyidir” diyerek öğüt vermiş ve uyarmışlardır. Allah’ın değişmez kuralı, Karun için de gerçekleşmiş ve gazabı onun başına inmiştir. Malının helak olmasına ve azap görmesine sebep olmuştur. Çünkü Allah onu, evini, malını ve hazinelerini yerin dibine geçirmiştir. İsrailoğullarının her iki kısmının gözü önünde yer yarılmış, Karun’u ve malını yutmuştur. Karun kendisine yardım edecek ve savunacak kimse bulamamış, malları ve hazineleri kendisine yarar sağlamamıştır. Karun’un ve malının başına gelenleri gören İsrailoğullarından sabır ve sebat sahibi müminlerin imanı artmış, daha dün Karun gibi olmak isteyen aldanmışlar gerçeği anlamış, gözlerinden perdeler kalkmış ve onun gibi olmadıkları için Allaha şükrederek şöyle demişlerdir: “Demek ki Allah, rızkı kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar başarıya eremezler”

Özenmek, gıbta etmek, kıskanmak ve daha birçok şekilde insanlar, çevrelerinde gördüklerine tutku ve ihtiras ile bağlanabilirler. Bunlar çoğu zaman izah edilebilir insani hasletlerdir. Ama bu eğer insanı isyana, siteme götürüyorsa işte o zaman o kişinin zihni, kalbi işgal altındadır denilebilir. İsyan ve sitem, insanın itikadının da bozulmuş olduğunun en büyük göstergesidir. Kısa süreliğine doğan hayranlıklardan ötesine geçen her ruh hali, ruhun sarhoşluğunu gösterir. Sarhoş olan bir ruhun da ne yapacağı, ne söyleyeceği kestirilemez. Şu yalan dünyanın yalancı cennetlerinin hiçbir şeyi insanın ruhunu sarhoş etmeye değmez. Bunlar olsa olsa, cennet nimetlerinin kötü bir kopyasıdır. Gerçek nimetler varken bunların çakmalarına aldanmak akıl kârı değildir.

Her şey bir tarafa, insanoğlu hep umut eden, ümit var olan, hayallerinin peşinden koşan bir canlıdır. Çünkü bu insanın yapısında olan, mayasında var olan bir özelliktir. Hani Şadi Şirazi diyor ya; ‘bir ömür daha lazım, vefatımızdan sonra. Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik.’ Umutlanmak bizim için yaşam kaynağıdır, can simididir. Umutlanmak, hayatı beklentiler ile bereketlendirmek, hep bir şeyler beklemek ile süslemektir. Hiç unutmam, lise yıllarında habire kompozisyon yarışmalarına katılır ve daha sonra onların sonuçlarının açıklanmasını beklerdim hep bir ümit ile. O arada geçen zaman ise bana, o eşsiz heyecanı yaşattığı için, beni hayallere daldırdığı için, iple o günü çekerek sabrı öğrettiği için ilaç gibi gelirdi. İşte insanın ilacı da hep bir umutla yaşamak ve o umudu içinde yaşatmaktır. Yani aslında insanın hayatı sabır ve ümit arasında bir umuda yolculuktan başka bir şey değildir vesselam…

SABIR VE ÜMİT ARASINDA BİR ÖMÜR – Davut Hoca

Günümüz dünyası, insana dair pek çok sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. Hüzün, ölüm kaygısı, mutluluk ve korku üzerine ilk dönem filozofları dahi düşüncelerini ortaya koymuşlar ve sağlık-mutluluk ilişkisi açısından kendi çağlarının dinamiklerini dillendirmişlerdir. Hatta kültür ve medeniyetler, bu dinamiklerin taşıyıcısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Toplumların en önemli değerleri, insanların hayata bakışı, yaşama biçimi, eski deyimle tarz-ı telakkileri, hayata yükledikleri anlamla birebir ilişkilidir. Günümüz psikiyatrları bugünkü tabloya günümüzün trajik problemleri nedeniyle “afet masası” şeklinde yaklaşırken Japonya’da öğrenci intiharları, Kuzey İskandinav ülkelerindeki ötanazi (yaşamı sonlandırma) hakkı, Amerika’da okullarda öğrencilere yönelik akran katliamları hepimizin malumudur. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşayan Seneca bu durumu şöyle ifade ediyor: “Hafif acılar konuşur ama derin acılar dilsizdir.” Her tarafından ümitsizlik, mutsuzluk ve bencillik kokan bu olaylar, insan-mutluluk-sağlık ilişkisi açısından insanlığın iyi bir yerde durmadığını, samimi ve gerçekçi bir yaklaşımla arayışların şekillenmesi gerektiğini ortaya koymakta… İhsan Fazlıoğlu’nun çok beğendiğim bir sözüyle konuya devam etmek gerekirse; “Sahici insanlar, sahici sorular sorarlar ve bu onlara sâdık ve müstakîm yollar açar.” Günümüz insanının belki de en büyük handikabı, ne istedikleri, neyi niçin yaptıkları ve hatta niçin yapamadıklarından başlayarak makul bir sorgulama içinde olamamaları gerçeğidir. Buna akademik dille “ontolojik felsefe” de diyebiliriz. Yani hayatın anlamı, nedenleri ve niçinleri üzerinde durmak, varlık amacımızı sorgulamak…

Bunun sağlığa uyarlanmış şekilleri, “Niçin sağlık?” sorgulamasını da beraberinde getirmektedir. İnsan niçin sağlıklı olmalı ve bunu nasıl başarmalı?.. İnsanın biyo-psiko-sosyal bir varlık olduğu gerçeği insan sağlığına dair sorgulama alanlarımızı geniş bir yelpazede ele almak gerektiğini gösteriyor. WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) insan sağlığına dair tanımı da bu yönde… Maslow’un insana dair temel ihtiyaçlar piramidi beş temel unsura ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Bunlardan bir tanesi yemek, içmek, cinsellik gibi insan bedenine ait ihtiyaçlar. Diğer dört başlık ise sevmek, sevilmek, saymak, sayılmak şeklinde özetleyebileceğimiz psikolojik doyum alanlarımız… 2018 verilerine göre 9 milyon kişinin yalnız yaşadığı İngiltere’de yalnızlık ve sosyal izolasyonla mücadele amacıyla kurulan ‘Yalnızlıktan Sorumlu Bakanlık’la hükümet, sivil toplum örgütleriyle çalışmalar yapmayı denemişti. Bu kişilerin kimisi yaşlı ve bakıma muhtaçtı kimisi ise depresyonla mücadele etmekteydi.

TRT Haber’de “Yalnızlık öldürebiliyor” başlığıyla yayınlanan bu haberde konu ile ilgili raporda 18-34 yaşlarındaki genç engelli yetişkinlerin yüzde 85’i kendilerini yalnız hissederken 200 binden fazla 75 yaş üstü kişi bir aydan fazla süredir akraba ya da arkadaşlarıyla sohbet etmedikleri belirtiliyordu. Aynı habere göre de daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Venezuela’da Mutluluk Bakanlığı kurulması şaşkınlık yaratmıştı. Hakeza günümüz insanının her türlü teknolojik gelişmeye, modern hayatın imkânlarından yararlanmasına rağmen yaşadığı büyük yalnızlık, son yıllarda duygu odaklı psikoterapilerin, en yeni psikoterapilerden birisi olarak psikiyatri mahfillerinde karşılık bulmasının gerekçesini de haklı çıkartır mahiyette. Nitekim yalnızlık ve ümitsizlik, geçmişe dayalı temelleri olduğu gibi geleceğe yönelik kaygıları da beraberinde getiriyor. 

Hatta bugün “karanlık empati” adı altında kavramsallaştırılan durumlar, adım adım nasıl kötülük yapılabileceğini, katillerin insan öldürmeyi nasıl bir bilinçle işlediklerini, insanın iyiliğe değil kötülüğe öykünen taraflarının nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan yaklaşımlar… Savaşlar ve toplu katliamlar, her geçen gün artan büyük göç konularına daha hiç girmedik… Tüm bu örneklerden yola çıkarak günümüzde insanlığın hiç de mutlu olmadığını, mutlu olduğunu zannedenlerin ise haz ve hızdan, teknolojiden beslenen bir zevkçilik içinde hayatlarına devam ettiklerini söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz, hep böyle acı olaylardan bahsetmek, bu yazının ümidi aşılamak mantığına oldukça ters. Fakat büyük fotoğrafı doğru okumadan ve problemleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymadan da gerçeklerle yüzleşmek mümkün görünmüyor. Nitekim insan ruhu, eskiden üçüncü sayfa haberlerinde verilen dram ve trajedilerin ana haber bültenlerinde izlenmesinden yorgun düştü diyebilirim. İnsanlık bu anlamda mağdur ve mazlum durumda. Biyolojik sağlık açısından genlerimize kadar bozulmaya yol açan GDO’lu ürünler, obezite ve beslenme problemlerinin önümüze koyduğu kalp, diyabet, yüksek tansiyon vb. sağlık sorunları, endüstriyel atıkların oluşturduğu yüksek hava kirliliği ve sera etkisinin yol açtığı iklim değişiklikleri, ekosisteme yaptığımız bencil ve nankörce müdahaleler, bir bumerang gibi insana tüm olumsuz etkileriyle geri dönüyor.

Şahsen bugün, moral-sağlık ilişkisinden yola çıkarak kanser hastasını bile ayağa kaldıran bir ümide, bir sevincin arkasından yaşanan huzura, güzel bir rüyanın ardından gelen manevi bir tınıya çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bir tebessüm, tatlı bir söz, sertlikten uzak bir diyalog ve yüreklere insanca bir dokunuşun bizlere çok iyi geleceğini düşünüyorum. Kadim kültürümüzde bunun örneklerinin pek çok kaynakta ve örnek yaşanmışlıklarla var olduğunu biliyorum. Bugün bize düşen şey, bu hazineyi güncel kodlarla ifade etmek, yaşayarak yaşanılır kılmak ve insanlarla bölüşmek olmalı diye düşünüyorum.


İnsan sevgiyle mutlu olur, sevgiyle huzur bulur… Fransız yazar Madame De Scudery “İnsan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar.” der. Sevgi, kurumuş ağacı dahi yeşertecek sihirli bir dokunuştur. Barışın, huzurun, iyiliğin, güzelliğin, mutluluğun ortak adıdır… Nitekim Amerikalı yazar Willa Cather “Büyük sevginin olduğu yerde her zaman mucizeler vardır.” diyerek sevginin aşamayacağı hiçbir engel olmadığını belirtir. İnsanlığın sayısal artışına rağmen, fert olarak yalnızlaştığı ve yalnızlığın artık kâbusa döndüğü bir zaman dilimindeyiz… Sevgi ise yalnızlığın da ilacı… Bu dünyada yalnızlık duygusundan ve yalnızlık duygusunun verdiği kaygı ve korkulardan ancak sevgiyle kurtulmak mümkün. Günümüzün olumsuz şartları, insanların bu duygusunu çok hırpaladı, çok köreltti… Bu nedenle içinde olan sevgiye rağmen insan, sevgisiz kişi tepkisi veriyor… Belki de sevgisiz olduğuna inanıyor ki asıl tehlike burada. O nedenle bu zamanda sevgiyi hatırlatmak, insanlık adına çok büyük bir hizmet ve çok önemli bir ibadettir.
Yeryüzünde yaşanan tüm bu keşmekeş, kaygılar ve ümitsizlik, bize bugünlerde özellikle şu soruları sorduruyor:

“Varlık bilinci olmadan sağlık olur mu?” “Ruhen aç, kör, sağır ve topal iken bedenen sağlam olduğunu düşünmek, insanı insan kılmaya yeter mi?” “İnsanlık öldü mü?” kabilinden sözler bizim için bir şey ifade ediyor mu? “Ölmeden önce ölünüz.” tavsiyesi bizler için ne ifade ediyor? Erdem ve hikmetten yana bir derdimiz var mı? İnsan olduğunu hatırlamak ne anlama geliyor?


Hiç şüphesiz sağlığı herhangi bir şeyle kıyaslayıp bir tercihte bulunacak değiliz -Allah (c.c.) hepimize sağlık ve afiyet ihsan etsin- üstelik insan ve hayata dair bilinmezler ve sırlı kader, bizleri nereye sürükler, nelerle imtihan olunuruz, bilemeyiz. Üstelik sağlık da imtihanın ta kendisi olabilir. Öyleyse sevgisiz ve ruhsuz bir dünyada yaralı ve kırık kanatlarımızı saracak bir merhamet eli aramak, insan olmayı önemsemek anlamında bizi daha sağlıklı kılacaktır… Aksi halde medeni ve hür dünya (!) bize birey olmayı öğretirken “yalnız bir birey” olmanın da önüne geçemeyiz vesselam.

Dr. Fatih Yunus Özel

Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şeriflerinde din kardeşliği dairesi içinde mesut bir hâlde yaşamamızı bizlere ferman etmektedir. 

Biz müslümanlar olarak bu nebevî fermanın kıymetini ve kadrini iyi bilmeliyiz. Hakikî kardeşlik duyguları ile yoğurulmalı ve bu noktada birbirimize elimizden geldiği kadar samimî yaklaşmalıyız. Birbirimize îsar duyguları içinde iyilik ve yardımda bulunmalıyız. Şayet bu güzelliği gerçekleştirebilirsek; o zaman toplumumuz sulh ve sükûna, huzur ve refaha kavuşur. -Allah korusun- tersi durumda yani; insanlar arasında düşmanlık, haset, dargınlık, dedikodu gibi şahısları ve toplumları derinden etkileyen kötü hasletler şuyû bulacak olursa, o zaman fertler ve cemiyet huzursuz ve mutsuz olur. Endişe ile müşâhede ediyoruz ki; uzun zamandan beri İslâm ülkelerinin büyük bir kısmında, anlatılan kötü hâller ve istenmeyen durumlar tezâhür ettiği için, müslümanlar darmadağınık durumdadır. Zalimler zulümlerine devam ediyor, aileler yok ediliyor, gaflet almış başını gitmiş, kardeşlik vazifeleri hakkıyla yapılamaz olmuş, böyle olunca da Allah -celle celâlühû-’nün istediği dostluk ve kardeşlik gerçekleşmiyor, dirlik ve birlik zaafa uğruyor. Böylece de vahşî batının ve acımasız kapitalizmin ekmeğine yağ sürülmüş oluyor.

Bugünkü bazı yanlış zihniyetli milletler de bir kısım müslüman devlet ve milletlerin atâletini, perişanlığını ve dağınıklığını görüp, bu hâlin sebebinin İslâm dîni olduğunun yaygarasını yapmaktadırlar. Oysa o art niyetli, sapık zihniyetli devletler ve milletler de çok iyi bilirler ki ve biraz mâzîye baktıklarında göreceklerdir ki, İslâm dîni özellikle de milletimizin liderliğinde çok zirvelere ulaşmıştır. Art niyetli olan düşman zihniyetli o milletler, bu zirve durumu görmezden gelmektedirler. Hâlbuki bizim müslüman olarak zirve yaptığımız o dönemlerde Avrupa’ya mektupla dahî emirler vererek dediğimizi yaptırıyorduk. Onların art niyetli olarak ortaya getirdikleri; «İslâm dîni sizi geri bıraktı!» yaygaraları boşa çıkmaktadır. Bu geri kalmışlığın ve dağınıklığın sebebi; İslâm dîni değil, İslâm’ı anlayamamış, anlasa bile emir ve yasaklarına hakkıyla uyamamış gaflet içerisinde yaşayan insanlardır.

Evet… Son asırlarda birçok müslüman millet, tembellik yaparak yatmayı tercih etti. Onlar yatarken de vahşî batılılar, değerleri ve kıymetleri sömürüp insanların köleleşmesinin zeminini hazırladılar. Bu hâin zihniyetin aktif unsurları; sömürü sayesinde güçlerine güç katarken, aldatılan müslüman milletler de sıkıntı içerisinde kaldılar.

Bu yetmiyormuş gibi üstüne üstlük müslümanların arasına fitneler sokarak ihtilâflar meydana getirdiler ve birbirine kırdırdılar. Gafil müslümanlar da dostu ve düşmanı ayıramadı, sıkıntılar artarak devam etti. Öyle zamanlar oldu ki bu hâin zihniyetliler, müslümanlar arasında misyonerler aracılığıyla hıristiyanlık propagandası yaparak İslâm dînini yanlış anlattılar ve tevhid inancını sarsmaya çalıştılar. Oysaki müslümanların ellerinde Kur’ân ve Sünnet gibi değeri ölçülemez iki kıymet vardı. Bu kıymetli ölçülerden, sünnetin sahibi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyuruyordu:

“Vefatımdan sonra size iki emânet bırakıyorum. Bu emânetlerin ilki Kur’ân-ı Kerim’dir, diğeri ise benim sünnetimdir. Kim ki bu iki emânete sahip çıkarak onlara uyarsa sapıtmaz.” (Muvattâ, Kader 3, (2, 899)

Ayrıca yüce Rabbimiz Necm Sûresi 39. âyet-i kerîmede konu ile alâkalı şöyle buyurdu:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Müslümanlar bu nazm-ı celîli güzelce düşünselerdi, çok çalışarak zirve olurlar ve birbirlerine girmezlerdi.

Yine Allah Rasûlü’nün şu emrini yerine getirebilselerdi sıkıntıya düşmezler, samimî kardeşlik duyguları ile de bu zorlukları aşarlardı:

“Birbirinize buğz etmeyiniz ve yine birbirinize hasette bulunmayınız, birbirinize darılıp sırt çevirmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz. Bir müslümana helâl olmaz ki, mü’min kardeşini üç günden fazla terk ede.” (Buhârî, Edeb, 57, 58)

Ve yine şu nazm-ı celîlin gereğini müslümanlar yerine getirebilselerdi, o gün de bugün de iri olacaklar ve diri kalacaklardı. Şöyle sesleniyordu Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresi’nin 10. âyetinde: “Mü’minler ancak ve ancak kardeştirler.”

Ne yazık ki müslümanlar; «Bana değmeyen yılan bin yaşasın.» safsatasıyla uyutulmuş, kendi nefsinden başkasını düşünmeyen egoist bir insan tipi ortaya çıkmıştır.

Eğer müslümanlar; “Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) toptan sımsıkı sarılın, ayrılıp dağılmayın.” (Âl-i İmrân, 103) âyet-i kerîmesindeki hakikatleri nazar-ı dikkate alabilselerdi, aralarında hiç ihtilâftan, fitneden eser görülebilir miydi?

İşte Osmanlı Devleti’nin altı asır ayakta durmasının ve huzur içinde yaşamasının sebebi Kur’ân’a ve onun emirlerine gösterdikleri samimî bağlılıktır. Saygı ve muhabbettir. Hulâsa, biz müslümanlar eğer mâzîde zirve olmuş, birçok muvaffakiyetlere nâil olmuş İslâm’ın yükselttiği geçmişimizden, ecdâdımızdan hisseler alabilirsek; bugünkü dağınıklıktan, parçalanmışlıktan, ezilmişlikten, sömürülmekten, neme lâzımcılıktan, cahillikten, gafletten, geri kalmışlıktan, itibarsızlıktan kurtulmuş oluruz.

Onun için; «Müslümanım!» diyen herkes; fazîletler medeniyetini oluşturmuş olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i iyi tanıyacak ve iyi okuyacak, mukaddes değerlerine sahip çıkacak, birlik ve beraberlik şuurunun farkında olacak, edep ve ahlâkı yüce tutacak ve yaşayacak bir mânevî olgunluğa ulaşmak durumundadır. Onun için de çalışmak hem de çok çalışmak zorundayız. Çünkü çok çalışanı muvaffak edeceğinin haberini Cenâb-ı Hak veriyor.

Bu hususta şair mealen şöyle söylüyor:“Çalışmak bize, tevfik Cenâb-ı Allâh’a aittir. Çalışmakla tevfik iki arkadaştır.”

Bizim vazifemiz artık, meşrû şekilde çalışmak, sa‘yu gayrette bulunmaktır. O zaman Cenâb-ı Hak bizleri tevfîk-i sübhâniyesine mazhar buyurur. İşte biz müslümanlar için en mukaddes gaye de bundan ibarettir.

SAMİ GÖKSUN

Eşref-i mahlûkat olarak yaratılıp, ulvî bir vazife yüklenen; fakat bu emânetle ilgisini keserek câhiliyye karanlığında çırpınan insanın kurtuluşu; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in diriltici tâlim ve terbiyesi altında, yeniden aslî hüviyetini kazanmasıyla olmuştur. Zulümâtın üzerine doğan nur olarak, O Varlık Nûru’nun tesis ettiği «asr-ı saâdet» örneği, sonraki devirleri aydınlatan bir çerağ mesâbesindedir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ihtimâmıyla yetişen altın neslin tutturduğu istikamette ve O’nun vasiyet ettiği esaslar dâhilinde devam ettirilen «yüce dâvâ» ile dünya, asırlar boyunca bir saâdet ve huzur iklimi yaşamıştır.

Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra onun bıraktığı boşluk; sömürgeci güçler tarafından dolduruldu, câhiliyye karanlığı, tekrar dünyayı sardı. Vicdansız, müsâmahasız, bencil, maddeci, ikiyüzlü güçler; dünya siyasetine hâkim oldu. İnsanlığın hayrına kullanılsa onu refaha kavuşturacak olan teknolojik gelişmeler, kirli emellere yönlendirildi. Bu yeni nizamda; insanlığın ortak malı olması gereken yer altı ve yer üstü servetlerini ele geçirip sömürmek uğruna, dünya kan ve ateşe boğuluyor. Geçmiş haçlı seferlerindeki mağlûbiyetlerin öcünü almak için; İslâm âlemi fitne kasırgalarıyla altüst ediliyor, iç çatışmalar kışkırtılıyor, azınlık veya işgal altında bulundukları ülkelerde kitleler hâlinde katledilmesine göz yumuluyor, hattâ destekleniyor, başlarına zalim diktatörler musallat edilerek, insafsızca kırdırılıyor…

Menfaatleri için hiçbir ahlâkî esasa uymayarak dünyayı huzura hasret bırakan mihraklar; kaynağı oldukları dünyevî (seküler) hayat tarzı sebebiyle, zulmün bedelini ödercesine, kendileri de huzurlu bir içtimâî hayattan mahrumlar. Bu cümleden olarak, madde bağımlılığı; cemiyeti, husûsiyle de gençliği sarmış; sağlıklı bir cemiyetin esası olan aile müessesi âdeta çökmüş; fertleri esir alan bencillik, içtimâî dayanışmayı sağlayan ortak mânevî değerleri iyice zayıflatmış; gelir dağılımındaki adâletsizlik, içtimâî barışı tehdit eder duruma gelmiştir…

İslâm ülkeleri ve ülkemiz de, dünyadaki menfî manzaradan pek farklı değil. Dünyevî (seküler) cereyanlardan fazlasıyla etkilenen cemiyetimiz, her türlü içtimâî hastalığın meşheri hâline gelmiş.

Bir dokun, bin âh dinle kâse-i fağfûrdan…

der şair. Eski seyyahların sitâyişle anlattıkları, «âsûde bahar» havası geçmişte kaldı; ülkemiz, artık çöl ikliminde kavruluyor. Kimse gidişattan memnun değil. Tahammül ve sabır kalmadı; şiddet, ruhları esir aldı… İncir çekirdeğini doldurmaz sebeplerden, insanlar hemen öldürülebiliyor. Âdeta gün geçmiyor ki, bir kadın eşi tarafından öldürülmesin; cennet meyvesi masum bir çocuk hunharca katledilmesin; bir bebek, hem de annesi tarafından çöplüğe atılmasın. Sokaklarda sahipsiz yaşayan, suç çetelerine aday binlerce çocuğa ilâveten, binlerce çocuk da kayıp; âkıbetleri bilinmiyor. Kendilerine hizmetle cennetin kapısı açılacak olan ana-babalar, bir hiç yüzünden evlâtları tarafından canavarca katledilebiliyor. Bir üniversite talebesi, kamera karşısında; «Sen daha ölmedin mi!» diye sadist çığlıklar atarak, bir kediyi parçalayabiliyor. Robotlaştırılmış teröristler, etraflarındaki her şeyi şuursuzca tahrip edip, yoldan geçen masum insanları ateşe verebiliyor. Ömürlerinin son demlerini yaşayan yaşlı insanlar; topluluk içinde hürmetle yer verilmeyi beklerken, itilip kakılabiliyor. İnsan, kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor; vefâ, muhabbet, komşuluk hukuku zümrüd ü ankā kuşu olup, ufkun ötelerinde kayboldu gitti. Cemiyetimize hayat veren, hayâ ve iffet duygularını diri tutan «mahremiyet» mefhûmu aşındı; aile müessesesi çözüldü; boşanma nisbetinde batıya yaklaşıldı. Batılılaşma sevdasıyla teşvik gören gayr-i meşrû yaşama yaygınlaşırken, evlenme sayısı azalıyor. Bununla ilgili olarak, son yıllarda üniversite talebeleri arasında kürtaj sayısının hızla arttığı belirtiliyor.

Bazen birinci, bazen dördüncü güç olarak tavsif edilen basın, kitleleri kontrol altında tutmak isteyen güçler tarafından âzamî ölçüde kullanılıyor. Teknolojideki gelişmeler; bilhassa televizyon ve interneti, kamuoyu teşekkülünde belirleyici hâle getirdi. Hâl böyle iken; derlenip toparlanmakta, sömürgeci güçlere karşı içtimâî bünyemizi takviye etmekte fevkalâde etkili rol oynayabilecek olan bu kuruluşlar, maalesef önemli kısmı itibarıyla, misyoner teşkilâtlarının emelleri istikametinde neşriyat yapmaktadır. Haber programları, beyin yıkama istikametindeki yorumlarla hazırlanmakta; filmler, kendi insanımızı yansıtmak, en azından kendi cemiyetimizden bir kesit sunmak yerine, ideolojik bir gayretle, yabancı değerlerin pazarlamasını yapmaktadırlar. Bu filmlerde, müslüman bir cemiyette bulunması normal olan; besmele çeken, camiye giden, başörtüsü takan, dinden-îmandan bahseden, memleket meselelerini dert edinen, mefkûre sahibi… bir insan asla yer almaz. Ancak çağdaşlığın (!) icabı olsa gerek; su yerine içki içen, mahremiyet diye bir mefhumun bilinmediği, «cinsî serbestlik» temelinde gayr-i meşrû bir hayatın meşrûlaştırıldığı, her gencin flörtünün olduğu; kin, nefret, intikam, ihânet… gibi içtimâî bünyeyi zehirleyen hisler üzerine kurulmuş mevzular işleniyor. Hattâ, çok seyredilen ve gençler üzerinde etkili oldukları şüphe götürmeyen, okul dizileri olarak çekilen yapımlar bile, aynı muhtevâ çerçevesinde hazırlanıyor. Ülkemizdeki içtimâî bozuklukların başta gelen sebepleri arasında, milletin değerlerinden kopmuş basındaki bu çarpıklığın da olduğu şüphesizdir.

Mâzîde yaşanan altın sayfalar bir masal değildi. Tarihin şahâdet ettiği bu huzur asırlarının mimarları; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde dirilip, yüklendiği emânetin şuuruna varan ashâb-ı kiram hazerâtı ve onları teselsülen takip eden altın nesillerdi. Câhiliyye karanlığını nûra çeviren bu şahsiyet inkılâbı, bütün devirler için bir örnektir. Zamanımızın kargaşasından kurtulabilmek için de, böyle bir diriliş gerekiyor. Bugün Âlemlere Rahmet, -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in vasiyetleri olan Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeleri ile, vekilleri ve vârisleri olan âlimler, mürşidler, münevverler gibi sâlih kullar, bu mukaddes dâvâ için her zaman hazırlar. Fıtrî mukaddesleri olmayan, âhireti unutmuş akıl, nefsin emrine girer; bencilliğin seraplarında mahvolur.

Sonradan hidâyete eren Fransız aydın Roger Garaudy; «Geleceğimizde İslâm Var» isimli eserinde;

“Batıyı Orta Çağ karanlığından, barbarlıktan, cahillikten dün İslâm kurtarmıştı. Bugün de gerekli-gereksiz, yararlı-yararsız ve hattâ zararlı her bir şeyi imal eden ve insanlara bunları, reklâmlarla vazgeçilmez ihtiyaçlarmış gibi sunan; körü körüne üretip, körü körüne tüketen batıyı, bu korkunç sapmadan yine İslâm kurtaracaktır.”* diyor. İslâm, sadece İslâm âlemini değil; maddeciliğin hazin âkıbeti olan, içtimâî buhranların pençesinde kıvranan bütün insanlığı, saâdete kavuşturacak yegâne kurtuluş çaresidir. Tıpkı Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu üzere:

“Asra yemin olsun ki, muhakkak insan hüsrandadır. Ancak îmân edip, sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-2-3)

Hüseyin ÖZTÜRK

hayatın içine giren lüks

Son günlerde medyada fazlaca yer tutan suç vakalarına bakıldığında «öfkeye hâkim olamama», «hırsa yenik düşme» gibi insan olma zâfiyeti ile işlenmiş suçlarla değil, daha çok psikopat kişilerin yapabileceği, insanlık dışı suçlarla karşılaşıyoruz. Psikopati; pişmanlık-suçluluk duygularının olmadığı, en tehlikeli kişilik bozukluklarından biridir. Psikopat kişilerin; beyinlerindeki empati merkezi bozuktur ve sevme yetenekleri yoktur. Yaptıkları hiçbir şeyden dolayı suçluluk hissetmez ve pişman olmazlar. Diğer kişilik bozukluklarından farklı olarak, kendileriyle ilgili hiçbir iç rahatsızlıkları, yani vicdanları yoktur. Toplumda böyle tanımlanabilecek kişilerin artmasının sebeplerine bakıldığında;

“Dengesiz, usûlsüz, âdabsız ve olmayacak bir yapıyla hayatın içine giren lüks, teknik imkânlar, menfî televizyon ve internet programları, dağınık bir çevre ve dünyevî ihtilâçlar, maalesef, büyük bir manevî boşluğa sebebiyet veriyor.”Televizyonlardaki dizilerde şiddet, ıstırap, gözyaşı eksik olmadığı gibi; magazin ve paparazzi programlarında gösterilen tipler, maalesef ideal insan modelleri olarak sunulmakta. Sık sık kullanılan reklâm aralarında ise yoğun cinsî algılı reklâmlar kullanılarak toplumun altı oyulmakta.

Yıllarca; otoritenin hiç olmadığı ya da modernlik ve demokratiklik adı altında daha serbest, başıbozuk, kötü bir aile yapısı yaygınlaştırıldı. Okullarda disiplin yok denebilecek seviyelere indi ve eğitim yerini neredeyse tamamen öğretime bıraktı. Şehir hayatının dayattığı geniş aile toplumundan, daha dar aile topluluklarına geçiş, daha yalnız fertler meydana getirdi. Bu tip şiddet hâdiseleri; artık toplum ahlâk ve erdemlerinin değişmesi ve yumuşaması sebebiyle kınama ile geçiştirilebilmekte. Bunlara ilâveten, adâlet sisteminin bu tip şiddet suçlarında caydırıcı olmaması ve gecikmesi…

Oluşan bu mânevî boşluk ve buhran ortamları; «insanları menfaatperest bir hâle getirdi, şefkat, merhamet gibi vicdanî duygularını öldürdü.» Dolayısıyla böyle bir toplumda; vicdanî duyguları ölmüş insanlar arttıkça, psikopatlar ve bunların işledikleri suçlar da arttı.

Oysa Allah, kullarını denemek ve kimlerin vicdanlarına uyduğunu göstermek için şeytanı ve ona uyan nefsi yaratmıştır. Şeytanın da farkında olduğu bir gerçek vardır ki, samimî ve vicdanlı insanlara karşı çok güçsüz ve zayıftır. Onları hiçbir zaman etkisi altına alamaz. Onlara karşı hiçbir hilesi etkili olmaz.

Çünkü vicdan; insana rehber olur, yol gösterir, sorgular, muhakeme eder, denetler, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlar, mahşere gitmeden önce mahşere hazırlar.

Öyleyse âyet-i kerîmede de buyurulduğu gibi;

“Gerçek şu ki; şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur. Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allâh’a ortak koşanlar üzerindedir.” (en-Nahl, 99-100)

Hulâsa giderek menfaatin, vicdandan daha öne çıktığı bu vahşî dünyada; Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi; «İnsan arıyorum!» bulmakta zorlansam da, ümidimi kaybetmeden, hasretimi tatmin etmek için ve aramaktan zevk aldığım için sâlih insanlar arıyorum.

Allah Teâlâ hepimize, sâlih kullarından olmayı ve sâlih kullarıyla birlikte olmayı nasip etsin.

Dr. Halis Ç. DEMİRCAN

Gerek vakıf-dernek gibi sivil toplum kuruluşlarında, gerekse resmî teşkilâtlarda; eğitim, irşad, yardım, hizmet ve benzeri gayretleri üstlenen insanlar arasında zaman zaman birtakım imtihanlar yaşanıyor. Geçimsizlikler, küslükler, ithamlar, zanlar, dedikodular vs. Başka insanlar, dünyevî mesleklerle iştigal edip vaktinin ancak kısıtlı bir süresinde uhrevî işlere vakit ayırabiliyor. Gayret ehli ise; iş ve hizmeti, maîşet temini ile ibâdeti birleştirmiş. Ne mutlu bir şeref… Lâkin bu gayretlerin büyük bir şerefi olduğu gibi, büyük tehlikeleri de söz konusu olabiliyor. Bir yerde mükâfat ne kadar fazlaysa tehlike de o kadar büyük demektir. Gayret ehlinin vazifesi, insanları ateşten kurtarmak. Fakat önce kendini kurtarabilmesi şart. Nasıl uçaklarda anons ediyorlar: 

“Âcil durumlarda önce kendi maskenizi takın, sonra çocuğunuzun maskesini takın!”

Gayret ehli, önce kendisini ateşten kurtarmalı. Takvâlı, güzel ahlâklı, hoş geçimli olmalı. 

Aksi takdirde; gayretlerin içinde yaptığı taktik hatalar yüzünden, böyle bir hizmete hiç girişmemiş olmaktan daha kötü bir duruma düşebilir. Bir ömür sürdürdüğü gayretlerden büyük ecirler beklerken; delik bir kovaya su doldurmaya çalışmışçasına, yolun sonunda büyük bir kayba, hüsrana uğramış olur.

Gayret ehli olarak bizler; herkese vaaz eden, nasihat eden kişileriz. Fakat zaman zaman kendimize dönmemiz, kendimizi sorgulamamız, kendimizi hesaba çekmemiz elzemdir. Hattâ imkân dâhilinde ise; sevdiğimiz, nasihatine güvendiğimiz kimseleri çağırmamız; 

“Gel, beni bir izle, kontrol et, bir bak. Benim eksiğim ne? Hatam ne? Kusurum ne? Problemli olan yönler neler? Bunları bana Allah rızâsı için söyle!” diye talepte bulunmamız lâzımdır.

Hatalarımızı söyleyecek birini bizim istihdam etmemiz lâzım iken, bir kardeşimiz çıkmış bizden şikâyet etmiş. Gerek yüzümüze karşı; gerekse âmirimize, üst mercîlere bizim yanlışlarımızı iletmiş. Buna üzülmememiz, sevinmemiz lâzım. Onun elini-ayağını öpüp, ona teşekkür etmemiz gerekir. Bu kişiyi, Allâh’ın bir lutfu olarak görmemiz lâzım. Bu kişi haklı olabilir veya haksız olabilir. Bunun hiçbir ehemmiyeti yok. Mühim olan, bu kimse bizim karşımıza geçmiş ve şikâyetini bize veya bizden daha üst bir makama anlatmış.

Hazret-i Ömer’i, halîfe olduğunda üzgün gören Hazret-i Huzeyfe, üzüntüsünün sebebini sorar. İdareciliğin mes’ûliyeti endişesinden dolayı üzüldüğünü öğrenince şöyle der:

“–Bu mu sizi üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığınızda sizi düzeltiriz.”

Hazret-i Ömer tekrar teyit ettirdi, çok sevindi ve şöyle dedi:

“–Allâh’a hamd olsun ki sizin içinizde, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni düzeltecek kimseler var etti.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154)

Ehl-i gayretin unutmaması gereken bir nokta şudur: Birbirimizi sevmeye mecburuz. Şu hadîs-i şerîfe göre birbirimizi sevmemiz îmânımızın gereğidir:

“Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; Sizler îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. 

Birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olmazsınız…” (Müslim, Îmân, 93)

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

Müslümanlar İçin Çevrecilik Allah’ın “Ayetler”i İçin Koymuş Olduğu “Sunnetu’llah”a Saygıdan İbaret Bir İbadettir.

İslami öğretiye göre, çağın meydan okumalarına cevap verme konusunda birinci dereceden sorumlu olan İslami Dünyası/İslam Ümmeti (İşte sizi böylece vasat bir ümmet yaptık ki insanlık üzerine şahitlik edesiniz…) maalesef bu görevini bihakkın yerine getirmiş olmaktan fersah fersah uzak bir durumdadır. İslam Dünyasının siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak diğer dünya ülkeleriyle bu açılardan mukayesesi bu konuda bize yeterince objektif veriler sunmaktadır.

İslam Dünyasındaki geniş kitleler bir yana, İslam konusunda bilgili ve bilinçli kesimlerin, özellikle de İslami hareketlerin mensuplarının bu konuda daha iyi bir durumda olabileceği akla gelse de, aslında bu kesimlerin bile dünya görüşlerinde birtakım zaaf noktaları, kör noktalar ya da boşluklar olduğu ortadadır. Nitekim bu bilgi ve bilinç yüzeyi geniş kitlelerden nispeten daha iyi durumda olduğu söylenebilecek olan hareketlerde, mesela ülkemizdeki İslami hareketler ya da İhvan hareketi dahil diğer İslam ülkelerindeki hareketlerde bile bu kör noktalar ve boşluklar hayli fazladır. Mesela küreselleşme, küresel kapitalizm, tüketim kültürü, neo-koloniyalizm, emperyalizm, küresel ısınma, ekilebilir arazilerin azalması, Ekvator ormanlarının tahribi, genetik teknolojideki gelişmeler, gıda teknolojisindeki gelişmeler, hibrid tohumlar, nükleer tehdit, nüfus artışı, emek, sendikacılık, kadın hakları, işçi hakları, çocuk işçiler, şehirleşme, şehircilik, mimari, kıyıların betonlaşması, ticari reklamların etiği, sistem ahlakı, sanat (plastik sanatlar, tiyatro, sinema, müzik, resim, heykeltıraşlık v.d.), kültür, estetik, bilim politikaları, ar-ge, innovasyon ve tabii en genel anlamda çevre meseleleri. Son yüzyılda İslam ulemasının ve İslami hareket çevrelerinin ürettikleri İslami bilgiye bakıldığında bu konuların, onların İslam tasavvurları veya İslami gündemleri içerisinde ya hiç yer almadığını ya da çok cılız bir biçimde bu konulara yer verdiklerini bizzat görmek mümkündür.

Bu değerlendirmenin İslam Dünyasındaki istisnası çağdaş İslam düşünürleridir. Nitekim Cemaluddin el-Afgani’den başlayarak günümüze gelinceye kadar çağdaş İslam düşünürlerinin ürettikleri İslami bilgiye bakıldığında, istenen düzeyde olmasa da yer verdikleri, yani bu konuların önemini idrak ettikleri söylenebilir. Bu kategorideki entelektüellerin başında gelen Aliya İzzetbegoviç ve Roger Garaudy, geleceğimizi ilgilendiren bu gibi konulara yazılarında yoğun olarak yer veren örnek şahsiyetlerdendir. Özellikle Roger Garaudy neredeyse bütün eserlerinde – mesela İslam ve İnsanlığın Geleceği adlı eserinde – “Gezegenimizi ve insanlığın geleceğini tehdit eden Batı tipi büyüme modeli”in tehlikelerine dikkat çekmeye özel bir itina gösterir.

GEZEGENİMİZİN VE İNSANLIĞIN GELECEĞİ

Birisi fiziki diğeri beşeri iki varoluş düzeyinde karşı karşıya bulunduğumuz ciddi varoluşsal tehditlerin Çağdaş İslami Söylem içerisinde kendisine son derece cılız bir yer bulabilmesi izahı gayr-ı kabil bir anomalidir. Zira Allah’ın Rasulü’nün sünnetine verilen önem yanında, bu elçiyi gönderenin Sünnet’ine (Sunnetu’llah) neredeyse hiç önem verilmemesi anlaşılır gibi değildir. Bunun muhtemel sebeplerinin burada tafsilatlı olarak izahı mümkün değilse de, en azından İslam Dünyasının mevcut İslam tasavvurunda kozmogoniye hemen hiç yer verilmemesi, Müslümanların İslam’ı öğrenmek için başvurdukları el kitaplarında (ilmihaller, namaz hocaları, v.s.) ve orta-yüksek dini öğretim kurumlarında bu konunun göz ardı edilmesi, dini irşad ve vaaz faaliyetlerinde bu konunun yanından bile geçilememesi, keza çağdaş İslami ilimler geleneğinde bu meselenin birtakım temennilerin ayet hadislerle süslenmesini aşamayan bir bakış açısıyla geçiştirilmiş olması, üstelik bunların vaaz üslubuyla ve derinlikten yoksun bir biçimde sunulmuş olması bu konuya niçin yabancı ve acemi kaldığımızın sebeplerinden en çok göze çarpanlarıdır. 

“GELECEK TEOLOJİSİ”

Fiziki anlamda gezegenin geleceğini hak ettiği öneme layık bir şekilde ele alamayışımızın bir diğer sebebi, İslam Dünyasında hala öncelikli konular üzerinde bir uzlaşma sağlanamamış olmasıdır. Bazı konular İslami hareketler, İslami ilimler ve İslam düşüncesinde öncelikli olarak ele alınmış olsa da, bu konular içerisinde gezegenin karşı karşıya bulunduğu tehditleri merkeze alan bir “gelecek teolojisi” bulmak mümkün değildir.

Aslında klasik İslam geleneğinde, bilhassa İslam felsefesinde bir “kozmogoni”den söz etmek mümkün olmasına rağmen, son asırlarda İslam Dünyasında felsefenin gerilemesi, hatta felsefe düşmanlığına kadar işin vardırılması ve öte yandan hem avami/taklitçi/popüler İslam’a dayalı hem de selefi düşünceden beslenen pek çok çağdaş İslami hareket aracılığıyla bu felsefe düşmanlığı günümüzde de egemenliğini hala sürdürmektedir. İran gibi felsefi geleneğin kesintisiz devam ettiği nadir İslam ülkeleri hariç, diğer İslam ülkelerindeki bu “gelenekten kopuş” beraberinde bu geleneğin temel konularından olan “kozmogoni”nin ve “tabiat felsefesi”nin İslami gündemin dışına itilmesine yol açmış görünmektedir. Çağdaş bir İslami kozmogoni ve “tabiat felsefesi” geliştirme yolunda bazı cılız çabalar olmuşsa da bunlar çağdaş İslam’ın gündeminde yoğun bir biçimde yer almaktan hala uzak durumdadır. Mesela İsmail Raci Faruki’nin Tevhid adlı eserinde kabaca da olsa bu konunun ele alınmış olmasına rağmen, kozmogoninin çağdaş İslam’ın öncelikli konuları arasında yer aldığını söylemek zordur.

Pozitivizmin yükselen değer olduğu bir dönemde bu gibi – bir anlamda savunmacı – yaklaşımları bir ölçüde anlamak ve mazur görmek mümkün olsa da izafiyet/görecelilik teorisinden sonra ve bu teori uyarınca pozitif bilimlerin hakikatin tek ölçüsü olma iddiasından geri adım atmasına rağmen bu durumun sürdürülmesini izah etmek oldukça zordur. Zararın/hatanın neresinden dönülse kârdır denilerek, en azından gelecekte bir “gelecek teolojisi” inşası için şimdiden kolları sıvamak ve bu teolojinin bir parçası olarak İslami çağdaş bir kozmogoni geliştirmeyi gündeme almak gerektiği tereddütsüz ifade edilebilir.

İşte bu gelecek teolojisinin üzerine bina edileceği “İslami kozmogoni”yi, Kur’an’ın önemli kavramlarından olan “Sunnetullah” üzerine inşa etmek mümkün ve elverişli görünmektedir. Kısaca Allah’ın fizik evren için koyduğu değişmez kurallar ve düzen (kozmos) anlamı verilebilecek olan bu kavrama uyarınca, yeryüzünde insanoğlunun yaşayabilmesi için zorunlu olan bu düzeni muhafaza etmek ve yaşanmaz hale getirilmesini/bozulmasını (kaos) engellemek üzere Allah insanı kozmik bir görev (hilafet) ile görevlendirmiş bulunmaktadır. Zira yeryüzünde Allah’ın varlığını ve birliğini kabul eden müminler topluluğunun ve Tevhid geleneğinin son temsilcisi olan Müslümanların yeryüzünde varlıklarını sürdürmesi yeryüzünün yaşanabilir olmaya devam etmesine bağlıdır. Bir başka ifadeyle, dinin varlığı insanın varlığına, insanın varlığı ise gezegenin varlığına bağlıdır. Bu bakımdan dinin geleceğinin gezegenin geleceğine sıkı sıkıya bağlı olduğu ortadadır.

Bu açık mantıki gerçeğe rağmen Müslümanların gezegenin geleceği konusunda son derece ilgisiz ve sorumsuz bir tavır takınmalarını izah etmek elbette mümkün değildir. Bu öldürücü hatanın muhtemel sebeplerinden birisi ise muhtemelen Müslümanların Allah tasavvurunda yatmaktadır. Zira bilhassa Sünni telakkiye göre Allah kadir-i mutlak olup, kainatın da Kur’an’ın da dinin de sahibidir, bunları koruyacak olan O’dur. Böyle olunca da insanların/Müslümanların gezegenin geleceği konusunda endişelenmelerine de gerek kalmamakta, bu da çevre ve ekoloji meselelerine karşı ilgisizliği arttırmaktadır. Halbuki bu durumun daha farklı bir şekilde ele alınması da mümkündür. Zira Allah’ın kadir-i mutlak olması insana gezegeni geleceği konusunda sorumluluk yüklemesine mani değildir. Nitekim Kur’an’daki ifadesiyle yerlere göklere teklif edilip kabul edilmeyen,ama insanoğlunun yüklenmeyi kabul ettiği görev (hilafet) de tam olarak bu “kozmik hilafet”tir. Bu kozmik hilafetin anlamı ise gezegeni mükemmel bir şekilde yaratıp insanların istifadesine bahşeden Allah’a bu gezegeni bozmadan ya da daha iyi bir durumda yaratıcısına iade etmek demektir.

İSLAMI NASSLARDAN İBARET ZANNETME YANILGISI YA DA NASSLARA AŞIRI DÜŞKÜNLÜK :

Ancak kainata, gezegenimize, insanlığa, tabiata, tarihe, ekolojik dengelere, ekonomiye, siyasete, sanata, bilime, kültüre dair genel bir bakış açısı anlamında çağdaş bir İslami dünya görüşü tesisi konusunda İslam dünyası gerekli çalışmaları yapma arzu ve iradesini, planlı ve koordineli bir biçimde hedefine doğru ilerleme kararlılığını ne yazık ki gösterememiştir. Bu isteksizliğin birçok sebebi olsa da, en önemlisi çağdaş İslam dünyasının İslam’ı büyük ölçüde dini nasslardan (Kur’an,tefsir,hadis,fıkıh,kelam kitapları v.s.) ibaret zannetmesidir. Üstelik bu dünyanın İslam tasavvuru geçmişi idealize edip, Müslümanların bakışlarını sürekli geçmişe çevirten, ama bugünün realitesini analiz etmede başarılı olamayan bir “tarihe kaçış” psikolojisinin de ağır baskısı altındadır. Bu sebepledir ki Müslümanların başlarını dini metinlerden kaldırıp bu gezegene ve insanlığa bakmayı akıl etmemeleri, bakışlarını dış dünyaya çevirememeleri, enerjilerini de bu dünyanın analizine yönlendirememeleri hiç de şaşırtıcı bir sonuç olmasa gerektir. Özetle İslam dünyası “ayet”leri sadece Kur’an ayetlerinden ibaret zannettikleri, ama aynı Kur’an’ın ısrarlı uyarılarına rağmen gezegen ve beşeriyet planındaki “ayet”leri (Fussılet,53: سنريهم آياتنا في الآفاق وفي أنفسهم ) göremedikleri için ne yazık ki gezegeni ve beşeriyeti nelerin beklediği konusunda ciddiye alınabilecek herhangi bir yaklaşımı ya da girişimi ortaya koyabilmiş değildir.

AYETLER KUR’AN AYETLERİNDEN İBARET DEĞİLDİR!

Dolayısıyla, çağdaş Müslümanların çevre problemleri ve ekolojik denge gibi konularda insanlığa fikir ve eylem planında katkı sunabilmesi için işe “ayet” kavramına dair ezberlerini bozmakla başlamaları gerekir. Aslında bunu yapabilmek için çok da fazla bir çaba harcamalarına bile gerek yoktur. Bütün yapmaları gereken İslam’a dair bilgi ve kültürlerini Kur’an’ın ışığında yeniden gözden geçirmekten ibarettir. Garaudy’nin tabiriyle “Kur’an’ı ölü gözlerle okumak” yerine onu diri gözlerle okuyarak kendi ezberlerlerimizi bozma cesaretini gösterebilmekten ibarettir. Bunu göze aldığımız takdirde Kur’an’ın kapsamlı ve derinlikli bir okuması sonunda ayetlerin sadece Kur’an’daki ayetlerden ibaret olmadığı açık seçik ortaya çıkacaktır.

Yine açık seçik ortaya çıkacaktır ki, Allah’ın varlık ve birliğinin işaretleri, göstergeleri ve ipuçları anlamındaki her şey kelimenin tam anlamıyla birer “ayet”tir. Bu ayetler dış dünyada, gezegende ve evrende olduğu gibi, bizzat insanın kendisinde de mevcuttur. Bu Kur’anî yaklaşım uyarınca, tıpkı “Kur’an ayetleri” gibi “Kevnî ayetler” de aynı derecede saygıya layıktır. Yine bu yaklaşım uyarınca “Kur’an kitabı” ile “Kainat kitabı” arasından bir fark yoktur, ikisi de Allah’tandır, ikisi de “okunmayı” ve “anlaşılmayı” beklemektedir. Böyle olunca Kainatta ve gezegenimizde bizlerin istifadesine sunulmuş olan bu muazzam ve muhteşem sistem/kozmos, tıpkı Kur’an ayetleri gibi korunup gözetilmeyi de hak etmektedir. Bu düzene karşı çıkmak ve onu tahribe yönelmek ile Kur’an’daki ayetlerde ifadesini bulan emir ve yasaklara karşı çıkmak arasında fark yoktur. Allah’ın Kur’an’daki emirlerine karşı çıkmak nasıl büyük bir günah ise aynı şekilde kainatın/gezegenin ve düzeninin tahribine yönelik her adım da Allah’a isyan anlamında büyük bir günah, kadir bilmezlik, nankörlük ve küstahlıktır; tıpkı Allah yerine insanın ilahlaştırıldığı prometeci seküler Batı’da yapıldığı gibi! Bu nankör ve küstah anlayışa göre kainattaki her şeyin sahibi insandır ve bu mülkünde istediği gibi, hiçbir kural ve değer tanımadan tasarruf edebilir.

İşte günümüzde mesela dünyanın 1/27 nüfusa sahip ABD’nin dünya toplam petrol üretiminin ¼ ünü tüketmesi, Ekvator ormanlarının kapitalist tüketim çılgınlığına kurban edilerek süratle yok edilmesi, kirlenmez denilen deniz, göl ve nehirlerin canlıların barınamayacağı sıvı mezarlara dönüşmesi, ozon tabakasının delinmesi pahasına kapitalist sanayinin üretmekten vazgeçmediği kimyasallar ve gazlar, küresel ısınma ve tabii kaynakların israf ve talanı, işte bu dinsiz/Allah’sız (Dini ve Allah’ın hayatın dışına sürgün edildiği) dünya görüşünün sonucudur. Kur’ânî dünya görüşünün tam tersine, bu dünya görüşünde kainat ve gezegen bir “ayet” değil, sadece tüketim nesnesidir; tabii kaynaklar da kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin ortak malı değil, gününü yaşayan modern insanın bencillik, ihtiras ve arzularının tatmin aracıdır.

İşte Garaudy’nin bütün eserlerinde adeta davul çalarak ilan ettiği tehlike bu dünya görüşünün yeryüzünde egemen olması, buna karşı İslam Dünyasının ise alternatif bir “tabiat felsefesi” ya da “kozmogoni” ortaya koymaktan aciz bir durumda bulunmasıdır. Bunun da sebebinin “ayet”leri sadece Kur’an ayetlerinden ibaret zanneden sığ ve dar yaygın İslam tasavvurları ya da geçmişin en kötü örneklerini papağan gibi tekrarlamanın İslam olduğunu zanneden avami/popüler/taklitçi/gelenekçi yaklaşımlardır.

Bu sebepledir ki nasıl İslam’ın ilk asırlarında Müslümanların hayatın her alanında ve bilhassa ilimler alanında ortaya koydukları müthiş performans ve bu performansın yol açtığı medeniyet patlaması, büyük ölçüde Kur’an’dan ilhamını alan ilim adamlarının bakışlarını dini metinlerden dış dünyaya (tabiata, topluma, insana) çevirmesi sayesinde gerçekleşmişse, bugün de benzer adımların atılması acil ve zorunludur. Bugün İslam dünyasının ayet ve hadisleri yorumlamak, hatta bırakın yorumlamayı, tarihteki geçmiş yorumları papağan gibi tekrarlamak şeklindeki kolaycı İslam tasavvurunu süratle terk edip, hayatın içerisine dalması, dış dünyaya gözlerini açarak birey, toplum, ümmet ve beşeriyet ölçeğindeki bütün gelişmelere dair Müslümanca bir tutum belirlemesi ve buna uygun bir eylem planını hayata geçirmesi bir zorunluluktur.

İslam Dünyasının çevre ve ekolojik problemler konusunda İslami açıdan bu derece cılız katkıların ötesine geçememesi bir yana; dünyada mevcut olan ve İslami değerlere de ters düşmeyen pek çok çabayı desteklemek suretiyle bir katkıda bulunmaktan da aciz olması anlaşılır gibi değildir. Nitekim dünyada çevre ve ekoloji konularında faaliyet gösteren pek çok kurum ve şahsiyet arasında parmakla gösterilen İslami kesimlerin veya şahsiyetlerin yok denecek kadar cılız olması bu durumun açık bir göstergesidir. Ülkemizde ise durum daha vahim olup, çevrecilik ve ekolojik problemler konusunda teorik ve uygulamalı çalışmalar alanda temayüz etmiş neredeyse tek bir İslami kuruluş ve şahsiyetin bulunmaması, tam anlamıyla bir skandaldır. Bu durum açıkça İslam Dünyasının ve İslam Ümmetinin, kendilerine emanet edilmiş ve sorumlu tutulmuş oldukları bu gezegene karşı görevlerini ihmal ettikleri, daha doğrusu adetleri olduğu üzere kendi sorumluluklarını Allah’a yıktıklarını gösterir ki, bunun Batı’nın nankörlük ve vurdumduymazlığından fazla bir farkı olmadığını itiraf etmek dürüstlüğün bir gereğidir.

KÜRESEL BİR PROJE OLARAK ÇEVRECİLİK

O halde önce bu konudaki başarısızlığımızı ve bu başarısızlığın sebebi olan bilgisizliğimiz, bilinçsizliğimiz ve sorumsuzluğumuz ile yüzleşerek ilk adımı atmakla işe başlayabiliriz. Ardından İslami bir “tabiat felsefesi” ve “kozmogoni” inşası için ilim ve fikir adamlarımızın kollarını gecikmeksizin sıvaması gerekir.

Bu iki adıma paralel olarak, gezegeni ve beşeriyeti yok oluşa götüren her türlü büyüme ve kalkınma modellerine karşı direnen ve alternatif geliştirmeye çalışan ve şu anda dünyada aktif olarak bu amaçla faaliyet gösteren küresel ölçekte bütün sivil-resmi, bireysel-kurumsal, İslami-gayr-ı İslami çabaların tespitinde ve onlarla yakın işbirliği içerisine girmekte geç kalmamak gerekir. Gezegeni ve beşeriyeti yok oluşa götüren her türlü gelişmeye karşı duran ve bu gidişatı değiştirmeye çabalayan bütün faaliyetler, ilkesel olarak İslami değerlere aykırı olmadığı için, bu alanda faaliyet gösteren kesimlerin Müslüman olmaları da şart değildir, çünkü gezegeni ve beşeriyeti yok oluşa götüren gelişmelerle mücadele sadece Müslümanların tek başlarına üstesinden gelebilecekleri bir şey değildir; bilakis “ÇAĞDAŞ HILFU’L-FUDÛL” perspektifinden yola çıkarak, dini, ideolojik, siyasi kimliği ne olursa olsun bütün kesimlerle işbirliği yapmak artık bir zorunluluk almıştır.

Bütün bu amaçlara ve hedeflere uygun bir çaba içerisine girebilmek için, elbette şu anda atalarımızdan, ana-babalarımızdan, hocalarımızdan, üstatlarımızdan, şeyhlerimizden, liderlerimizden devraldığımız ve çağın meydan okumalarına cevap verme kapasitesini yitirmiş İslam tasavvurlarımızla asla mümkün değildir. Keza ilmihallere ve namaz hocalarına dayalı bir Müslümanlık tasavvuruyla da bu mümkün değildir, zira bu tür eserlerde çevre problemlerinin izine rastlamak mümkün olmadığı gibi, İslami bir tabiat felsefesi ya da kozmogonisi de bu tür eserlerde mevcut değildir. Zira bizim Müslümanlığımızı belirleyen bilgilerin büyük çoğunluğu, Ortaçağda, Ortaçağ şartlarında ve Ortaçağın ihtiyaçlarına cevap vermek üzere üretilmiş bilgilerin hiçbir güncelleme yapılmaksızın kopyalanmasından ibarettir. Bu durumda yapılması gereken ise, henüz ilmihallere girememiş olan pek çok konu gibi, çevre ve ekoloji problemlerine dair İslami bir yaklaşım oluşturup, bunların ilmihallere kadar girmesini sağlamak, ayrıca eğitim-öğretim sistemine de bu yaklaşımın dahil edilmesini sağlamaktır.

Ne var ki bütün bunları yapabilmek için, daha doğrusu pek çok konuda olduğu gibi bu hayati konuda da hayata ve tarihe müdahil olabilmek için, yeni bir Müslümanlık inşasına ihtiyaç vardır. Aslında bu ihtiyaç bir asır önce allame Muhammed İkbal tarafından İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası adlı eserinde dile getirilen bir şeydi. Dahası bu ihtiyaç onun çağdaşı olan pek çok ilim, fikir ve eylem adamının da dile getirdiği bir şeydi. Cemaluddin el-Afgani, Muhammed Abduh, Mehmed Akif, Musa Carullah, Rızaeddin b. Fahreddin, Malik b. Nebi, Ali Şeriati, Nureddin Topçu, İsmail Raci Faruki, Roger Garaudy, Aliya İzzetbegoviç, Hasan Hanefi, Sezai Karakoç gibi isimlerle günümüzde de varlığını sürdüren “Yenilikçi İslam Düşüncesi” damarının peşinde koştuğu bu yeniden inşa faaliyetleri ne yazık ki gerek resmi gerek sivil egemen “statükocu/ gelenekçi/ taklitçi/ dogmatik/ skolastik” İslami kesimler tarafından sürekli engellendiği ve baskılandığı için İslam Dünyasında etkili olamamıştır.

İşte gezegenin ve beşeriyetin geleceğini dert edinen bir İslami tasavvur inşası yolunda atılması gereken en önemli adım, Kur’an ve Sünnet merkezli, çağın meydan okumalarına cevap vermeyi hedefleyen, eleştirel İslami düşünce geleneğini takip eden, yeni yorumlara açık olan, İslami ilimlerle beşeri ve pozitif bilimlerin ortaklaşa çalıştığı disiplinler arası bir yaklaşımın İslam Dünyasında yaygınlaşmasını ve kitlelere ulaşmasını sağlamaktır. Bu amaca ulaşmak elbette kolay bir iş değildir. Bunun için şimdiden orta ve uzun vadeli projeler çerçevesinde ömrünü bu ideale vakfedecek ilim ve fikir erbabının yetişmesine yönelik ciddi adımlar atmak ve kurumlar tesis etmek şarttır.
Bu yazının, bu konuda bir bilinç oluşturmasına mütevazı bir katkı teşkil etmesi dua ve niyazıyla!!!

MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU

“Dünyada çevre problemleri çıkmadan önce İslam dünyasına baktığınızda, bugün çevrecilik diye anlatılan birçok şeyi biz zaten dinimizin, örf ve adetlerimizin gereği olarak yapıyormuşuz” “İnançlı bir insan ‘imanıma, inancıma, İslami hayatıma zarar gelmesin’

Kıyamet koparken bile, elinde bir hurma fidanı varsa dikebilecek kadar zamanınız da varsa o fidanın dikilmesini Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.

İslam tarihi boyunca İslam bölgelerinde özellikle halkın dini konuda iyi eğitildiği dönemlerde çevre, problem haline gelmemiş ama zaman içinde insanlar dini bilgilerden eksik yetiştikleri dönemlerde maalesef ‘acabalar’ ortaya çıkıyor. Bir ağaç dikiyorsunuz ve o ağacın meyvesinden kuş yiyor, kurt yiyor, yoldan gelen geçen yiyor, hatta hırsız yiyor. Bu yenenler o ağacı dikene sadaka oluyor, sevap olarak ona dönüyor. Dinimizin doğasında çevre anlayışı ve çevreye iyi bakış var.

Kur’an-ı Kerim, hadisler ve sünnete göre hayvanların ve ağaçların insanların algılayamadığı şekilde Allah’ı tesbih etmektedirler. “Hayvanlara ve bitkilere Allah’a doğal olarak ibadet eden müminler gözüyle bakarız. Bir ağacın yaprağını koparacağımız zaman ‘bak bu canlıdır, Allah’ı tesbih ediyor, ibadet ediyor’ diyerek Müslüman bu gözle bakmalıdır. Bu gözle bakınca ihtiyaç olmadıktan sonra o ağaca veya hayvana zarar vermesi mümkün değil. İşin metafizik bakış boyutu var. Metafizik bakış boyutu zaten Müslüman’ı zorunlu haller dışında ağaç kesmek ve hayvan öldürmekten uzaklaştırıyor.”

Hazreti Muhammed s.a.v ağaç kesilmesine belli şartlarda izin vermiştir. (Kesilen ağacın yerine yenisini dikmek şartıyla izin verilmiştir.) Peygamber Efendimizin özellikle Mekke ve Medine başta olmak üzere şehirlerin etrafında hayvanların avlanamayacağı, ağaçlarının kesilemeyeceği bir yeşil alan, tabiri caizse sit alanı, yeşil kuşak uygulaması vardır. Şehrin havasından, gürültüsünden bunalan insanların, boş vakitlerinde stres attıkları, piknik yapabildikleri bir alandır. Bu kuşak içinde hayvanları da öldüremiyorsun. En azından belli bir bölgede hayvanlar güvende oluyorlar.

“Peygamberimiz yeşil kuşak alanlarında ağaç kesenlerin cezalandırılması yoluna gitmiştir. Hatta bu kişilerin ağaçları kestiği baltaya, ipine ve oduna da el konulması şeklinde uygulamalar vardır. O bölgenin korunmasıyla ilgili nöbetçiler tayin edilmiştir. Sadece sözde bırakılmamış ve fiili tedbirler de alınmıştır. Bazı çobanlar ellerindeki değneklerle ağaçlara vurarak yapraklarını döker ve hayvanlarını otlatırmış, Peygamberimiz ona da izin vermiyor. Ağacın hafif sallanmasına ve kendiliğinden düşecek olan yaprakların otlatılmasına izin veriyor. Yani ağacın dallarına ve taze sürgünlerine vurarak zarar verilmesine izin vermiyor. Bu yasak bölgede bir insan ağaç kesecek veya hayvan öldürecek olursa ‘o kimsenin üzerinden Allah’ın himayesi kalkar, meleklerin ve bütün insanların lanetleri onun üzerine olur’ şeklinde bir ifadeyle karşılaşıyoruz.”

“İnançlı bir insan ‘imanıma, inancıma, İslami hayatıma zarar gelmesin’ diye zevk için hayvan öldürmez, ağaç kesmez” : “İslamiyet, fıtrata uygun bir din olduğu için ortaya koymuş olduğu emir ve yasaklar bizi çevreyi korumaya kendiliğinden götürüyor. Dünyada çevre problemleri çıkmadan önce İslam dünyasına baktığınızda, bugün çevrecilik diye anlatılan birçok şeyi biz zaten dinimizin, örf ve adetlerimizin gereği olarak yapıyormuşuz. Belki bu yapılanın çevrecilik olduğunu bilmiyorduk. İslam’ın doğasında çevreye bir bakış var. Ağaçların, hayvanların korunması büyük önem arz ediyor.”

 Prof. Dr. Yunus Macit

ONLARI KORUYALIM

Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla birlikte miladi altı yüz on yılında insanlık yeni bir evren, insan ve toplum tasavvuruyla buluşmuştu. Bu yeni anlayışta Cenab-ı Allah’ın sadece insanların veya Müslümanların değil, taşıyla, toprağıyla, bitkisiyle, hayvanıyla, canlı-cansız bütün varlığın yaratıcısı ve rabbi olduğu belirtilmektedir. Bu çerçevede Allah, âlemlerin rabbi (rabbü’l-âlemin), Hz. Muhammed, âlemler için rahmet (rahmetenli’l-âlemîn) ve Kur’an-ı Kerim âlemler için rehber (hüdenli’l-âlemin) olarak ifade edilmektedir. Böylelikle insanlığa yeni bir varlık anlayışı sunulmuş oldu. Bu varlık anlayışındaki hiyerarşide, duyu organlarıyla görülebilen varlıklardan, insandan sonraki en değerli varlık, hayvandır. (Razi, Mefâtihu’l-Gayb, IXX, s. 232.)

Kur’an-ı Kerim, insanlarla beraber yaşayan hayvanlardan da bazen isimleriyle ve bazen de vasıflarıyla bahsetmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde hayvanları aşağılayan ve hakir gören bir dilin ve üslubun kullanıldığına rastlamak mümkün değildir. Bilakis Kur’an-ı Kerim’de hayvanların da insanlar gibi birer topluluk olduğu ifade edilmektedir:  “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.” (Enam, 6/38.)

Kur’an-ı Kerim, deve, koyun, keçi, sığır, aslan, kurt, köpek, maymun, hınzır, at, katır, eşek, fil, sivrisinek, karasinek, pire,  bit, kelebek, çekirge, arı, örümcek, karınca, karga, hüthüt, bıldırcın, balık, yılan ve kurbağa olmak üzere yirmi sekiz hayvandan adıyla bahsetmektedir. (Atıf el-Hindi, Hayvanun Zukiret fi’l-Kur’an el-Cüzü’l-Evvel.) Hatta Kur’an-ı Kerim’de bazı sureler, Bakara (inek), Enam (deve, koyun, keçi gibi hayvanlar), Nahl (balarısı), Ankebut (örümcek), Neml (karınca) ve fil gibi hayvanların adlarıyla isimlendirilmiştir. Hatta Kur’an-ı Kerim’de teşbihler yapılmakta, ahlaki değerlerini yitiren insanların hayvanlardan daha aşağı düzeyde oldukları ifade edilmektedir. (Araf, 7/179.)

Yeryüzünde insanların olduğu gibi hayvanların da yaşamaları ve çoğalmaları için gerekli ortam hazırlanmıştır fakat insanlar, hayvanlardan farklı olarak, kendilerine tanınan imkânlardan sorumlu tutulmuştur. Rivayet edildiğine göre, bir yolculuk esnasında Hz. Peygamber bir mekânda konaklar. O esnada sahabeden biri, ormanlık alana gider ve Hummara denilen kuşun yumurtalarını yuvasından alır. Daha sonra kuş yuvasına döndüğünde yumurtalarının yerinde olmadığını görür. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının bulundukları yere gelerek kanatlarını çırpmaya başlar. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu kuşu kimin üzdüğünü sorar. Sahabeden biri, “Ey Allah’ın Resulü! Onun yumurtalarını ben aldım.” der.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, yumurtaların yerine konulmasını emreder ve yumurtalar tekrar yerine konulur. (Hâkim en-Neysâburî, el-Müstedrek‘ale’s-Sahihayn, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1995, IV, s.267.) Benzer bir şekilde, Mekke’de belli bölgelerin, “dokunulmaz (haram)” ilan edilmesiyle birlikte bölgede kendiliğinden yetişen bitkilerin koparılmasının, hayvanlarının öldürülmesinin ve avcılığın yasaklanmasının, hayvanların can güvenliğini ve neslini korumaya yönelik tedbirlerden olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, Hz. Peygamber “Ceylanların Medine’de otladıklarını görsem onlara dokunmam. Çünkü Medine harem bölgesidir.” buyurarak, Medine’yi de haram bölgesi ilan etmiştir. (Buhari, Kitabü’l-Hac, I, s. 221.) Özellikle şu olay da hayvanların yaşamına ve nesillerinin devam etmesine İslam’ın ne kadar önem verdiğinin önemli bir göstergedir. Şöyle ki Hz. Peygamber ordusuyla Mekke’yi fethetmeye giderken ordunun gittiği yol güzergâhında bulunan dişi bir köpeğin ve yavrularının zarar görmemesi için ordunun yönünü değiştirerek köpeklerin başına bir nöbetçi bırakmıştır. (Vakidî, Muhammed b. Ömer b.Vakid, Kitabü’l-Meğâzî, Beyrut: Muüessesetü’l-Â’la, 1989, II, s. 804.)

Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz hayvan haklarının yanı sıra hayvanları, fıtri yapılarına uygun işlerde çalıştırmak, bunu yaparken de onlara ağır yük yüklememek, binerken yormamak, beslenmelerine dikkat etmek, hayvanların sağlığıyla ilgilenmek ve onlara karşı adil davranmak da önemli hayvan haklarındandır. Ayrıca, İslam’da hayvanlara işkence yapmak, hayvanlar üzerinde merhamet sınırlarını aşan deneyler uygulamak ve onların doğal yapılarını bozmak, hayvan hakları ihlali sayılmaktadır. Hayvanlara lanet okumak, yüzlerine vurmak ve yüzlerini dağlamak gibi acı verici davranışlarda bulunmak da İslam’da yasaklanmıştır. Hayvanların, kendi doğal ortamlarında yaşaması da onların tabii haklarındandır.

Bununla birlikte ünsiyet peyda etmek için evde hayvanların beslenmesi de uygun görülmüştür. Küçük  kedileri kucağına alarak onlarla oynayan ve hayvan sevgisiyle meşhur olan Ebu Hureyre’ye “kedicik babası” ismini veren (Tirmizi, Menâkıb, 46.) Peygamberimiz, kediyi ev hayvanlarından saymıştır. (İbn Hanbel, V, 310.) Sağlık açısından bir sorun teşkil etmiyorsa evde hayvanların beslenmesinin caiz olduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda dikkat edilmesi gereken, ev halkının maddi ve manevi olarak zarar görmemesidir.

Sonuç itibarıyla İslam’da hayvan haklarının, önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır. Hatta hayvan haklarına riayet edilmediği takdirde bu durum, dünyada toplumların helakine sebep olabileceği gibi ahirette de cehenneme girmeye neden olabilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, (Allah’ın gönderdiği bir) devenin su içmesini, merada otlamasını engellediği ve bu deveye işkence ederek öldürdüğü için Salih peygamberin kavmi Semud’un helak olduğu belirtilmektedir.

Dr. Adil BOR

Toplum hayatında hızlı büyük değişim ve dönüşümlerle birlikte ortaya çıkan yeni sorunlar, tıptan basına kadar birçok alanda, o alana ait ayrı bir “etik”ten söz edilmesini gerektirmiş ve tıp etiği, basın etiği gibi etik dalları ortaya çıkmıştır. Bu etik dalları, esasında mevcut etiğin ilke ve kurallarının ortaya çıkan yeni sorunlara adapte edilmesine, yeni ortaya çıkan somut durumlar da dâhil uygulamadaki açılımlarının tespitine yönelik çalışmaların sonucudur. Ancak alandaki aşırı genişleme, etikte yeni dallara ayrılmayı gerektirmektedir. Karşılaşılan çevre sorunları da yeni etik tartışmaları başlatmış ve çevre etiğini bir gereklilik hâline getirmiştir.

Çevre etiğini bir gereklilik hâline getiren gelişmelerin başında günümüzde hızla gelişen ve değişen teknolojiler gelmektedir. Bu teknolojiler, in san çevre ilişkilerinde köklü değişiklikler yapmıştır. Eski çağlarda insanın eylemleri doğa üzerinde bugünkü kadar değişimlere neden olmuyordu. Bugün ise bu değişiklikler, hem yeryüzünde yaşayan tüm insanları hem de gelecek nesilleri etkileyecek boyutlara ulaşabilmektedir. Çevre sorunlarının çeşitli boyutlarıyla insan yaşamını, insanlığın geleceğini tehdit eder hâle gelmesi sonucunda insanlar, bu sorunların bilincine varmışlar ve çeşitli çözüm yolları aramaya başlamışlardır. Bu çözüm yolları arasında çevreyi kirleten ve tahrip eden teknolojilerin ıslahı ve çevre teknolojilerinin geliştirilmesi yanında bireyleri çevreye karşı duyarlı olmaya yönelten bir çevre ahlakı da hayli önemlidir. Çünkü insanın doğayla ilişkilerinde yaptığı yanlışlardan tüm diğer insanların etkilenmesi, ayrıca gelecek nesillerin bun dan çok büyük zararlar görecek olması, insan-çevre ilişkilerinin ahlaki boyu tunu tebarüz ettirmektedir. Bu nedenle günümüzde çevre sorunlarına eğilen ilim adamları ve düşünürler, ahlakı yalnızca insanlar arası ilişkilerle sınırlamak yerine, sosyal ahlak yanında bir “çevre ahlakından da söz etmeye başlamışlardır. Sorunların aşılmasında bir gereklilik olarak çevre ahlakının temellerini ortaya koymaya çalışmışlardır.

Çevre ahlakı, bugün, akut bir problem hâline gelen çevre sorunlarının çözümüne yönelik olarak insan-doğa ilişkilerini bir ahlaki konu olarak ele alır. “Doğanın insan ihtiyaçlarını karşılamasının ötesinde bir değeri var mıdır?”, “İnsanın doğaya ve başta hayvanlar olmak üzere doğadaki çeşitli varlıklara karşı sorumlulukları var mıdır?”, “İnsan davranışlarını doğadaki düzeni korumak amacıyla sınırlamak için haklı nedenler var mıdır, varsa bu sorumluluklar nelerdir?” ve “Doğanın bazı unsurları diğer bazılarına göre daha değerli midir?” gibi soruları yanıtlamaya çalışır. Çevre ahlakı, yeryüzünde yaşamakta olan in sanların birbirine ve gelecek nesillere karşı sorumlulukları yanında çevreye karşı sorumluluğun ahlâkî temelleri üzerinde durur. Bu özelliğiyle o, ahlak felsefesinin bir alt dalı olarak ele alınabilir

“Çevre ahlakı”, “çevre etiki” ya da “ekoloji etiki” olarak adlandırılan bu yeni ahlak tartışmasında çeşitli kavramlaştırmalara ve kuramsal temellere dayalı farklı ahlak teorileri ileri sürülmüştür. Çevre etiği, pratik ahlak içinde günümüzde önemi artan ve aynı zamanda birçok açıdan tartışmalı olan bir konudur. Çünkü; Çevre etiğine konu olan çevrenin karmaşıklığı, – Bugünkü uygarlığın ve modernitenin öncüsü olan Batı’nın yakın zamana değin çevreye yaklaşımının yanlış olduğunun anlaşılması ve bunun üzerine bir çevre etikinin oluşturulması için hızlı bir düşünsel süreç içine girilmesi, Çevre konusundaki yaklaşımların bugünkü uygarlığın düşünsel temelleri kadar dinî düşünce ve gelenekleri de hızla ama önyargıları henüz terk etmeden sorgulaması, – Rasyonelliği ihmal etmesi, özellikle farklı din ve kültürleri anlamaktan çok suçlayıcı yaklaşımlar içinde olunması çevre etiki konusundaki tartışmaları yaygınlaştırmıştır. Ancak bu, yapılan tartışmaların çoğunlukla derinliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Çevre etiklerindeki önemli bir sorun da “kendisi için” doğa isteğinin idealize edilmesi; ekolojik yaklaşımın tüm insanlığı kuşatıcı olmamasıdır. Ekolojik açıdan tenkit edilmesi gereken, insanın merkeze alınması değil insanın istekleri karşısında doğadaki varlıkların ve zenginliklerin önemsizleştirilmesidir. İnsanın aslî ihtiyaç olmayan istekleri uğruna diğer türlerin yok edilmesi, doğanın kalan kısmı göz önüne getirilmeden yalnızca insanın çıkarıyla ilgilenilmesidir.

Pratikte, insan merkezli olmaktan çok “ben merkezli” anlayış çevre sorunlarını hızlandıran uygulamalara motivasyon oluşturmuştur. Nitekim çevre sorunlarını doğuran savaş, kimyasal ve nükleer silah üretimi ve kullanımı gibi olayların doğadan çok insanlar için tehdit oluşturur özellikte olduğu görülmektedir. Bu olayları, insan merkezci yaklaşım olarak açıklamak mümkün değildir. Dolayısıyla çevre sorunlarının altında insanın bencillik ve hırsı yatmaktadır. Yanlış olan, insana değer ve öncelik vermek değil onu Yaratıcısından ve doğasından soyutlayan anlayıştır. Gerçekte, insandaki onur duygusu ve özsaygı, insanın kendi türdeşlerine iyi davranabilmesinin ön koşuludur. Bu ön koşulla doğaya saygı anlamlı biçim de gelişir

Ekolojik bakış açısından doğa, hem değişmelerin olduğu evrilen hem de istikrarlı biçimde süre giden bir yapıya sahiptir. Dünya ya da biyosfer, ekosis tem ler den oluşur. Bir ekosistem tekil varlıklara ayrıştırılabilir olmakla birlikte, onu ta nımlayan şey, varlıklar yanında süreçlerdir. Ekosistem bir ‘yaşam ağı’dır. Yaşam ağında bireylerin durumu, bir ağdaki düğümlerin durumuna benzer. Öğeler geri plâna çekilir, ilişkiler ve bağlantılar ön plâna çıkar. Tek tek nesneler atomcu ya da mekanist görüşte olduğu gibi ayrı, kapalı birimler olarak değil birbirine bağlı, birbirlerinin devamı veya uzantısı olarak görünürler. Tek tek öğelerin ağ dışında ve süreçlerden bağımsız bir varlığı yok gibidir (Ünder, 2005, III, 600).

Burada ekosistemin bireylerini bütünden ve bütün içindeki ilişkilerden koparan mekanikçi yaklaşımın siyaset, iktisat ve insan hakları alanına izdüşümüne de değinmeliyiz. Bu iz düşüm, bireyi toplumdan soyutlayan bireyciliktir. Bireycilik, aslında bütünün, parçalarının toplamından daha fazla bir şeyi ifade ettiğini göz ardı ediliyordu. Sosyalleşme ve eğitim süreçlerinden geçmedikçe bir insanoğlunun medeni bir birey olmayacağını, bugün ahlak ve insan hakları bağlamında atıfta bulunulan “insan doğası” dediğimiz şeye sahip olamayacağını görmezden geliyordu. Burada ekosistemdeki bireyleri, diğer canlılarla ilişkilerinden zihinsel olarak soyutlayan ve ekosistemin onu oluşturan un surların matematiksel toplamından daha fazla olduğunu görmekte güç lük çeken anlayışın, birey-toplum, birey-devlet ilişkilerini konu edinen aynı bireyciliğin birey doğa, birey fiziki çevre ilişkileri alanına yansıması olduğunu söyleyebiliriz

I nebo i zvijezde – Hor Gazel

Çevre konusundaki sekülerist etikler, insan ürünü olunca, insanların içinden geçtiği koşullara ve sorunlara göre belirledikleri amaç yönünde bu etik kurallarını değiştirebilecekleri de açıktır. Bu etik sistemlerde ortaya konan koşulsuz buyruklar ve maksimler, belli sonuçları ortaya çıkarmaya ve ya belli sonuçlardan kaçınmak maksadıyla etikçi tarafından konul muştur, dolayısıyla göreli ve araçsal özelliktedir. Bu yüzden, sekülerist çevre etikçilerinin ortaya koyduğu kurallar, beklenen sonuçları gerçekleştir me yeceği açıklık kazandığında önemini büsbütün yitirecektir. Onlar, tüm temellendirme gayretlerine karşın pratik aklın sağ görüsel icatlarıdır (Ünder, 1996, 145.).

Teistik inanç gerek ilahî iradeye bağlı gerekse ilahî irade tarafından gözetilen evrensel ahlaki ilkelerin varlığını gerektirir. Yani mutlak varlık varsa, evrensel ahlaki değerler ve ilkeler de vardır. Bu nedenle teistik ahlak, insan davranışlarını yönlendirmede daha belirleyicidir. Çünkü Allah’a inanan kimse onun buyruklarının tartışmasız iyi ve doğru olduğunu kabul eder. Teist ahlak, doğadaki diğer varlıklara ait haklara da yer verdiğinde, inananlar açısından onların ahlakın nesnesi olduğu ve insanların onlara karşı tek taraflı sorumluluğu bulunduğu, tartışma götürmez ve bağlayıcı bir hakikat olmaktadır. Burada, çevre ahlakı denildiğinde bunun hem nazari (teorik) boyutu hem de tatbikî (uygulamalı, pratik) yönü olduğuna dikkat çekmeliyiz. İslam’da çevre ahlakı, her iki boyutu da kapsar. Aslında insan aklı, iman ile amel arasında, daha açık bir şekilde ifade edecek olursak zihniyet ile niyet; niyet ile davranış arasında tutarlılığın gerçekleşmesini ister. İslam dini de insanın inanç ve zihniyetini yeniden kurarak onun tutum ve davranışlarına yön verir.

İslâm, küllîkuşatıcı bir ahlak düzeni sunmaktadır. Bununla birlikte İslam âlimleri, çoğu kez, İslam ahlakının insanın Allah, diğer insanlar ve kendisiyle ilişkilerini ele aldığını ifade etmişler, insan doğa ilişkilerini ahlakın başlı başına dördüncü bir kategorisi ola rak ortaya koymamışlardır. Örneğin, İsfahanî, insanın Allah’a, diğer in san lara ve kendisine karşı olmak üzere zulmü üç gruba ayırır (el-İsfahanî, 1986, 471.). Oysa hâdis kitaplarına bakıldığında, ileride örnekleri verileceği üzere, ahkâmın ve ahlakın insan doğa ilişkilerini dışarıda tutmadığı görülür. Hz. Pey gamberin hayvanların dilinden anladığı, onların acı ve sorunları için insanları uyardığı anlatılır. Dolayısıyla İslam ahla kını, her yönüyle ortaya koyabilmek için dört ayrı kategoride incelemek gerekir: İnsanın Allah ile ilişkisi – İnsanın kendi benliğiyle ilişkisi – İnsanın diğer insanlar ile ilişkisi – İnsanın çevreyle ilişkisi.

Nazari ahlak ile pratik ahlak arasında çeşitli bakımlardan karşılıklı bir etkileşim vardır. “Pratik ahlak, teorik ahlakın kural ve kanunlarının hem sonucu hem de bir çeşit uygulamasıdır. Pratik ahlak bir sonuçtur (Bertrand, 2001, 126.).” Ahlakın bilgi ve inanç temeli olduğu ve ayrıca pratik ahlakın teorik ahlaka göre şekillenmesinin, ahlak eğitimi ve ahlaki davranışı daha nitelikle hâle getireceği açıktır. Bununla birlikte teorik ahlak ve ahlak felsefesi de pratik ah lak hiç olmadan gelişmiş değildir. Aslında teorik ahlakın zaman bakımın dan pratik ahlak tan sonra gelmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Teorik ahlak, pratikte yer bulan ahlakı besleyen inancın, dinin de emrettiği ahlak kurallarının dayandığı ilkelerin, bireylerin vicdanında olduğu kadar toplumsal şartlar içinde kendini kanıtlayan değerlerin tespitiyle ve düşünsel bir sisteme kavuşturulmasıyla ortaya çıkar. İşte çevre etiği de bu şekilde olmalıdır. Yani teorik çevre etiği, pratikte yer bulan çevre ahlakından, İslam Peygamberinin söz ve davranışlarıyla ortaya koyduğu ahlak kurallarının ilkesel olarak anlaşılmasıyla ortaya çıkabilir. Bunun dışında teorik çevre ahlakı, beslenme, barınma gibi ihtiyaçlar bir yana, tüketmeyi bir zevk ve eğlence türü olarak hayat tarzlarının önemli bir etkinliği yapan Batılı insan için düşünsel bir riyaziye, bir lüks olarak karşımıza çıkacaktır.

Pratik ahlak elbette teorik ahlakın bir tür uygulamasıdır. Ancak pratik ahlak olmasaydı teorik ahlakın gelişmesi de mümkün olmayacaktı. İnsanın insanla ilişkileri olmasaydı temelini insanların aklında ve vicdanında bulmakla birlikte bu ilişkilerle birlikte ortaya çıkan ve onlara belli bir yön veren, belirlilik kazandıran ahlak kuralları olmasaydı aklın teorik ahlakın da nasıl olmasına karar vereceği ilişki biçimleri olmazdı. Hatta uygulana gelen ahlak kuralları olmadığında, insanların davranışları da önceden kestirilemez olacağı için bilim ve felsefenin konusu olmazdı. Bu nedenle diyebiliriz ki çevrecilerin ortaya koydukları ahlak teorileri, insanlığın içinde bulunduğu sosyal, kültürel ve siyasal gerçekliklerden uzaklaştıkları ölçüde tutarsız ve uygulanamazdır. Dolayısıyla biz, çevre ahlakını İslam Peygamberinin çevredeki varlıklara karşı Müslümanın nasıl yaklaşması gerektiğine ilişkin sözleri ve uyarıların da somutlaştığı üzere, Kur’an’ın evrene, insana ve yeryüzündeki diğer varlıklara bakışı çerçevesinde tespit etmeye çalışacağız.

Ahlak, kişinin hayatı anlamlandırma biçimiyle şekillenir. Hayatı anlamlandırma da insanın dünya görüşü, daha açıkçası evrendeki varlık ve oluşlar dizisine verdiği anlam ve değer, bu çerçevede kendini konumlandırma şekliyle doğrudan bağıntılıdır. Çevre ahlakı da insanın ekolojik bir bakış açısı geliştirmesiyle şekillenir. İslam’ın nazarında gerek karmaşık bir sistem olarak evren gerekse doğadaki varlıklar, Allah’ın sonsuz ilmini, yarattığı her şeyden haberdar oluşunu, onun eşsiz var etme gücünü belgeler. Her şeye çevresiyle ahenk ve uyum içinde var olma sürecine gireceği bir düzen ve estetik bir suret vermedeki sanatını, inceliklerinin ancak bilinçli bir gözlem ve nazar, bilim ve akıl yürütme sonucunda kavranacağı hikmetini yansıtır. Evrendeki düzensizlik görmek, insanın kusurlu, yanılgılı, bütünü bir parçasıyla açıklamayla neticelenen parçacı ve indirgemeci yaklaşımının sonucudur.

Burada belirtelim ki evrendeki düzen ve gayelilikten hareket eden teleolojik delinin (gaye ve nizam delili) öncüllerini doğrulayan veriler, bugün ekoloji biliminin verileri ile zenginleşmektedir. Bu durum bizde gaye ve nizam delilinin âdete bir “ekolojik delil” olarak ortaya konabileceği fikrini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, kainatta Allah’ın varlığının delilerini ve sıfatlarının yansımalarını görmekte ekoloji öne çıkmaktadır ve bu durum, ekolojik yaklaşımı temellendirmektedir. Diğer yandan Allah inancının da doğayı iyi okuma konusunda insana kılavuzluk etmektedir. Doğadaki düzeni anlamak, ilahî ilim ve hikmetin sonsuzluğunu kavramakla başlamakta, ekolojik düzene saygı göstermek de ilahî iradeye ve hikmete râm olmakla güzelleşmektedir.

İslâm’ın nazarında, insanın sahip olduğu veya ulaşabileceği imkânlar, zenginlikler ve güzellikler âlemlerin Rabb’inin insanlığa şükür ve sorumluluk gerektiren bir lütfudur. Bu husus, pek çok ayette dile getirilir: “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren odur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (16/Nahl, 14. Ayrıca bkz. 2/Bakara, 22, 29)

Doğadaki güzellikleri koruma bilinci, varlıklardaki insicamı ve estetik değeri fark etmeyi gerektirir. Doğadaki her bir varlığın estetik değerini fark etme konusunda, onların Allah’ın “cemal”, yani güzellik sıfatının yansıması olduğunu kavramanın önemli bir rolü vardır. Gerçekte, doğadaki estetiği görmek, Tanrı’nın “el-Musavvir” ismini gören bir nazar ve dakik düşünceyle kemale erer. İslam dini, dünya görüşlerinden ayrılan önemli bir boyut olarak, insanı evrenle birlikte maveranın, melekût âleminin bilincine varmaya yöneltir. Görülen varlıklar, görülmeyen en Yüce Varlığın işaretleri ve delilleridir. Müminler, Al lah’ı anar ve yaratılış ve kâi nat üze rinde tefekkür ederler ve “Rabb’imiz, Sen bunları boşuna (bâtılen) yaratmadın!” derler (3/Âl-i İm rân, 190-191.). Tüm varlıklar, ya teshir (Allah’ın onları amacına zorla sevk etmesi, ram etmesi) sonucunda ya da kendi istemleri ile Allah’ı tesbih eder ve ona secde eder:

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız…” (17/İsra, 44)

Allah varlıklara bir düzen vermiş ve belli kanunlar koymuştur. Gerek insan tabiatı gerekse tabiattaki varlık ve olaylar bunlara göre işler. Aslında Kur’an’da fıtrat kavramı da insanın yaratılışındaki düzenliliği ve onun belli kanunlara tabi olduğunu belirtir. Bunlar gözetilmediğinde de kaos ortaya çıkar. Bu nedenle insan fıtratı gözetilmeli, onun tabiî özellikleri meşru yönlere yönlendirilmeli, köreltilmemelidir. Hayatın her alanını yönlendiren bir din olarak İslam’ın önemli bir özelliği de seküler yaklaşımın aksine, din işleri – dünya işleri, ayrımı yapmamasıdır. Öncelikle belirtelim ki, sekülerliğin “şimdi” ve “burada olan” üzerindeki vurgusu, bireylerin daha ileri giderek gelecek kuşakların haklarını da göz ardı etmelerini kolaylaştıracak bir aklileştirmeye de zemin hazırlar. Oysa İslam’ın din işleri-dünya işleri ayrımı yapmaması, insanın, faaliyetlerini şimdi ve burada olanla sınırlı bir bakışla değerlendirmesinin önüne geçmektedir. İslam, insan için yalnızca bir inançlar dizisi ve belli ibadet biçimleri öngörmez. O, insan hayatının her alanını beş teklîfî hükmün kapsamında değerlendirir: Teklifi hükümler, bir davranışı dinî değer bildiren vacip, mendub, mubah, mekruh ve ha ram yargıları ile değerlendirmemizi sağlar. İnsanın doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabaları ve çevresiyle her türlü ilişki le ri, kısacası tüm davranışları bu beş teklifî hükmün, dolayısıyla sorumluluk alanının dışında değildir. Dolayısıyla İslam açısından, dünyayı daha güzel hâle getirmek için sergilenen her davranış, İslam’a göre -niyetin iyi olması koşuluyla- dinî bir değere sahiptir. Nitekim Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur:

“Biriniz elindeki fidanı dikmek üzereyken kıyamet kopacak olsa (bile) o fidanı diksin.” (Beyhaki, Sünenü’l-Beyhaki, II, 184.)

Bu hâdis, İslâm’da dünya ile ahiret hayatının bir bütün olarak değerlendirilmesini yansıtmaktadır. Özellikle, dünyayı ahiretin tarlası olarak tanımlamak da bu anlayışın bir ifadesidir. İnsanın doğa ve hayata bakışının şekillenmesinde ve çevre ahlakının temellendirilmesinde, bu anlayış, önemli bir işlev görmektedir. Çünkü ahirete hazırlanmak, dünyayı terk etmek değildir. Bu yüzden de Müslüman birey, ahiret için çalışırken bireysel ya da sosyal veçhesiyle dünyayı ihmal edemez. Çünkü İslâm düşüncesinde din işleri dünya işleri ayrımının yeri yoktur. Dünyayı imar da ahiret yurdunu imar etmek demektir. Dünyayı imar için Müslümanlar, ekoloji başta olmak üze re çeşitli bilimlerin sağladığı bilgileri, ahlaki bir duyarlılıkla kullan malıdırlar. Ayrıca yukarıda geçen hâdis, İslam’da ağaç dikmenin bizatihi dinî bir değeri olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü kıyamet anında dikilen bir ağaçtan ne yeryüzünde yaşa makta olanlar ne de gelecek kuşaklar yararlanabilir. O hâlde hâdise göre bu fiilin insanlar için yararından bağımsız olarak da bir değeri bulunduğu, yani ağaç dikmenin kendi başına dinî bir değere sahip olduğu söylenebilir.

Recep ARDOĞAN

Şimdi Ne Yapmalı? – İslam’da Çevre Ahlakı (6 Mart 2018)

Çevre, varlığın yer aldığı ortamdır. Bir kavram olarak çevre, gündelik hayattan bilim disiplinlerine birçok alanda kullanılmaktadır. Doğal çevre de insanın şekillendirmediği aksine hazır bulduğu, canlıların yer aldığı ortam ve etkileşim içinde bulundukları faktörlerin hepsini kapsamaktadır. Bir alandaki tüm canlı ve cansız varlıklar ile bunlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin oluşturduğu sisteme ekosistem denilmektedir. Ekoloji ise canlı türlerini doğal ortam ile etkileşimi bağlamında inceler (Ardoğan, 2019, sy. 264). Çevre sorunları ise fen bilimleri/mühendislik disiplini altında ele alınmaktadır. Çevre sorunlarının dünya üzerinde yaygınlaşması, sonuçlarının insanoğlunun yaşamını doğrudan etkilemesi sebebiyle filozofların da eğildiği alanlardan biri olmasına sebep olmuştur. Toplumun her kesimini ilgilendiren bir konu olduğundan çevre sorunları üzerinde düşünsel etkinlikler, tartışmalar süregelmiştir. Çevre sorunlarını temel almasının sebebi, düşünsel tartışmaların bu başlık üzerinden ilerlemesidir. Teknolojinin etkisi, artan dünya nüfusu, tüketim kültürünün yaygınlaşması vb. gibi birçok değişken ele alınırken çevre sorunları gündeme gelebilmektedir. Çevre içerisinde birçok unsur yer alır. Canlı organizmaların yanı sıra cansız varlıklar da çevrenin kapsamındadır. Canlı organizmalar ve cansız varlıklar çevre içerisinde birbiriyle sürekli etkileşim içerisindedir.

Canlı yapıların içerisinde insanın çevre içerisindeki konumu önemli bir yer tutar. İnsan faaliyetlerinin çevre üzerindeki izleri, çevrenin insana etkisi anlamlandırmaya muhtaç bir konu olarak dikkat çeker. İnsan, çevreye bakarken, hareketlerini sergilerken farklı tutumlara sahip olmuştur. Çevreye hâkim olma dürtüsüyle zarar veren bakış açısının yanı sıra uyum içerisinde olmanın da değer gördüğü görüşlere sahip olduğu gözlenmiştir. Bu ilişkiden doğan çevre sorunları, yine dikkat çekmek gerekir ki, bütün bir organizasyonun yanı sıra insana da zarar vermektedir.

Ekolojik bir kriz dönemine dair getirilen çözüm önerileri teknik faaliyetleri kapsasa da konuyla ilgili düşünsel hareketlerin gerekliliği bir o kadar önemlidir. Toplumun yön bulmasında, karar almasında filozofların uğraş alanları değerli bir rehber olacaktır. Bu noktada Seyyid Hüseyin Nasr’ın çevre ile ilgili görüşlerine odaklanmak ve filozofun düşünsel uğraşlarını anlamak için yetişmiş olduğu kavramsal zeminler anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu sayede çevre sorunlarına ilişkin anlayışları oluşturan düşünsel yelpaze genişletilmek istenmiştir.

Günümüz bilim felsefesi tartışmalarında sıkça yer bulan ekoloji üzerine düşünceler, bilimin “hayatımızı kurtardığına” ilişkin modern kanaatin değişmesi üzerinden yeni bir alana evrilmiştir. Bilimin sonuçlarının ortaya çıkardığı bazı hadiseler, bilimin kapitalist üretim sisteminin bir aracına dönüşmesi hali, bilimin, ekoloji tartışmaları üzerinden ele alınmasına sebep olmuştur. Bilginin kolay erişilebilir olması, sosyal medya araçlarının yaygınlaşması ve bilginin ediniminde yüksek bir işleve sahip olması bilime dair görüşlerin oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır.

Ekoloji tartışmaları da bilimin başına gelen bu durumdan etkilenmektedir. Bilimin hatta ekleyelim teknolojinin iyi-kötü, değerli-değersiz yönündeki tartışmaları ekolojik krizin varlığından doğrudan ilişkilidir. Mevsim başlangıçlarının değişmesi, küresel ısınmanın toplumu doğrudan etkileyen kimi sonuçları, belleğin alıştığı şema ilerlemelerini bozduğu için insanlar modern bilim ve teknoloji çıktılarını sorgulamaya ve tepkisel bir duruş sergilemeye başlamıştır. Sanayileşmenin oluşturduğu kirlenme, aşırı nüfus artışı, modern tıbbın yarattığı tartışmalar (Deli Dana hastalığı vb.) (Myerson, 2004, s.51) çevre sorunlarına karşı olan ilgiyi artırmaktadır. Bireysel tutumlardan sosyal hareketlere kadar uzanan geniş bir çerçeveyi kapsayan bu konuda çalışmaları ile öne çıkan ve düşünce sistemleri ile etki alanı geniş olduğu düşünülen Seyyid Hüseyin Nasr’ın görüşlerinin değerlendirilmesi bu sebeple önemlidir.

Çevreye zarar vermenin makul görüldüğü anlayışların bir sınıra sahip olmadan sürekli tüketerek ilerlemesi teknolojik gelişmelerin de etkisiyle günden güne artmaktadır. Çevresini anlamak üzere keşfetmeye yönelen insanoğlunun merak duygusu, teknolojik gelişmelerin önünü açsa da üretilen teknolojilerin kullanım biçimi, doğaya söz geçirme, üstün olma dürtüsü çevre sorunlarını ele almada karşımıza çıkan psiko-sosyal yaklaşım sorunlarını oluşturmaktadır.

İnsanoğlunun hayatını kolaylaştıran alet ve nesnelerin tümünü teknoloji olarak düşünebiliriz. Günümüzde teknoloji dediğimizde genellikle elektronik unsurlar aklımıza gelse de bugünün teknolojisini hazırlayan aşamalarda insanoğlu doğayla çeşitli uğraşlara girişmiştir. Egemen olma, doğayı yenme dürtüsü insanoğlunun antropolojik bir gereksinimi olduğu düşünülebilir ancak teknolojiler geliştikçe yaşam daha kolay biçimlere dönüştükçe insanoğlu çevresini korumayı değil ne yazık ki yok etmeyi, hatta bu konu üzerinde çokça durmamayı önemser hale gelmiştir. Çevre sorunları olarak birçok alanı ilgilendiren bu konu üzerinde düşünmek, gündemimize almak sınırlı sayıda insanın özverisi ile olmaktadır. Sahip olunan kaynakların insana hizmet etmesi gerektiği düşüncesinden hareketle, başlangıç noktasını Sanayi Devrimi’ne götürebileceğimiz bu anlayış, tüketmenin insanoğlunun ana hedefi haline gelmesinden sonra vahşi olarak adlandırabileceğimiz bir tutumla, doğayı ve barındırdığı öğeleri faydası uğruna kullanmayı esas kılmıştır.

Eklemek gerekirse, tüketimin doğal bir sonucu olarak atıklar yeni ve ciddi bir sorun olarak insanoğlunun karşısına çıkmaktadır. İnsanoğlunun çevrede oluşturduğu bu sorunlar, yalnızca kendisini değil, çevre içerisinde bulunan bütün unsurları da etkilemektedir. Canlı ve cansız bütün unsurların hayat alanlarında bir değişiklik, bir olumsuzluk meydana gelmektedir. Öyleyse, insan – çevre ilişkisinin ve bu ilişkide insanoğluna ait tutumun önemli bir işleve sahip olduğunu belirtmek gerekmektedir. Değinilmesi gereken bir konu da “köye dönüş” kavramı çok sık kullanılan bir kavramdır. Şöyle ki, bu kavram, sosyoloji disiplini çalışma alanlarında karşımıza çıkan şehirleşme konusu ile gündeme gelmektedir. İnsanoğlu modern hayatın yoğun unsurlarından yorulmuş ve köye bir dönüş yolculuğuna geçmiştir. Dünya üzerinde ciddi bir karşılığı bulunan bu oluşumun çalışmamızı ilgilendiren yanı, çevreyle ilgili unsurları ön plana alarak, doğaya olan bakış açısını değiştirerek yaklaşan, hareket eden insanın tutumudur. Doğanın kaybolmakta olduğunu görerek yeni bir anlayış sunmaktadır.

Yaşama biçimi olarak daha azla yetinmeyi öğütleyerek ilerleyen bu yapıda doğa, hâkim olunması gereken bir yapı konumundan, sevecen, yaşamı değerli kılan bir forma bürünmektedir. Köye dönüş, modern insanın tepkilerinden birisidir. Şehirleşmenin geldiği noktaya, hayatın kapitalle ilgili değişkenlerine yönelik bireysel bir mücadeledir. Bu noktaya bir tepki olarak köye dönmek, insanoğlunun özüne, başlangıca dönmesi olarak okunabilir. Çevre sorunlarının gündeme gelmesi, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma gibi konu başlıklarıyla olmuştur. Bu sorunlar insanoğlunun çevre içerisinde bulunan bütün yapıları olumsuz etkilemesinin yanı sıra, doğal kaynakların azalması sebebiyle, dünya ekonomik sistemi içerisinde büyük bir öneme sahip hale gelmiştir. Tüketimin artması meselesi haliyle üretim aşamalarını akla getirmektedir. Yüksek bir üretim gücüne sahip olan ekonomik sistem, çevrede görülen bu sorunların daha da çoğalmasına sebebiyet vermektedir.

Çevrenin “sorunlarla” gündeme gelmesinde yaşamı doğrudan etkileyen faktörlerin olduğu açıktır. Nesli tükenmekte olan bir canlı, tahrip edilen orman alanları bir kesimi ilgilendiriyor gözükse de özellikle artan nüfus ile birlikte tarım alanlarının büyüklüğü değişmese hatta azalsa da nüfus için daha çok gıdaya ihtiyaç olması, doğal kaynak rezervlerinin azalmaya başlaması gibi birçok neden belirtilebilir. İnsanoğlunun “tüketme hevesi” doğayla olan ilişkisinde anahtar kavramlardan birisi olarak düşünülmektedir. Doğal yollarla binlerce yılda gerçekleşebilecek hadiseler insanoğlunun etkisiyle (üretim, satış vb. etkenlerin dürtüsüyle) birkaç yılda gerçekleşiyor hale gelmiştir. Bu da doğanın dengesini bozmuştur. Doğanın kendini düzelterek, dengeyi sağlamasına imkân vermeden kirlilik artışı devam etmiş, süreç daha da zor bir hal almıştır.

Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ülkeler arasındaki rekabetin artmasına sebep olmaktadır. İktisadi kalkınmanın temel yatırım araçlarından biri olarak “insan” bilginim sahibi, üreticisi” görülmektedir. Teknolojik gelişme ve sanayileşmenin daha az maliyetle daha çok üretmek amacına hizmet etmek için kurgulanmasının doğanın kirlenmesinde önemli bir fonksiyonu olduğunu herkes kabul etmektedir (Görmez, 2018, s.17)

Bilimsel süreçlere ve düşünme yöntemine sahip bireyler toplumsal kalkınmanın sağlanmasında değerli roller üstlenirler. Bununla birlikte bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yaşadığımız dünyayı daha da güzelleştirmesi doğal olarak beklenmektedir. Ne yazık ki, çevreye dair bir farkındalık çevreye karşı bir hassasiyet konusunda duyarsızlık ortak bir kanı olarak akla gelmektedir. Çevre sorunları hakkında görüşler belirtmek, bir fikre sahip olmak elbette mümkündür. Ama bu bilginin kaynağı, nasıl elde edildiği önemlidir. Çevre bilinci ile ilgili, hem küresel ölçekte hem de ülkemizde çevre farkındalığı olan bireylere gereksinim duyulmaktadır. Ekoloji çalışmalarında disiplinler arası çalışmaların vazgeçilmezliğinin altını çizen akımlar belirtiliyor (Döner ve diğ.2016, s.3.). Yanı sıra ekoloji çalışmalarında çok yönlü bir bakışın, konunun analizinde yeni imkanlar sağlayacağına inanılmaktadır. Karşılaştırma sayesinde konunun bütün bir şekilde ele alınması hedeflenmektedir.

Çevre konusu, hem ülkemiz hem de diğer ülkeler için önemli bir uğraş alanıdır. Çevresiyle birlikte yaşayan insanoğlu, olası bir kirlilik yahut sorun söz konusu olursa çevreden birincil etkilenecek unsurlar arasındadır. Bu doğrultuda çevre ile ilgili çokça bilimsel çalışma yapılmasına rağmen, çevre bilincinin genç kuşaklara kazandırılması, toplumsal bir çevre duyarlılığının oluşturulması, çevre farkındalığının oluşması için çevre eğitimi daha önemli bir hal almaktadır. Düşünsel tartışmalar sayesinde çevre ile ilgili bakış zenginliğinin yanı sıra, insanoğlunun çevre ile ilgili yaklaşımlarının oluşmasında düşünsel bir temele ihtiyaç vardır. Mühendislikten sosyal bilimlere uzanan birçok alanı etkileşim kümesinde bulunduran çevre disiplini, insanı odağına aldığından yaşamın devamı açısından ve araştırma-çalışma alanı bakımından geniş bir kavramdır. En genel tanımıyla çevre, canlı ve cansız varlıkların bir arada oluşturduğu ilişkiler ağını ifade eder. Canlı varlıkların yaşamlarını sürdürebilmesi, cansız varlıklarla ardıllı bir şekilde ilerleyen etki düzeyleri ekosistem olarak isimlendirilir. (Dağdemir, 2015, s.24) Bazı kaynaklarda çevre ve ekosistem ifadelerinin, birbirinin anlamlarını karşılayacak nitelikte beraber yer almasının doğru olmadığı eklemek gerekiyor. (Görmez, 2018, s.46).

Bir başka tanımlamaya göre çevre; toplumsal yapıyı oluşturan bireylerin veya bir bütün olarak toplumun, fiziksel, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel yönden yaşamına etki eden bütün etkenleri ifade etmektedir (Durman ve Önder, 2015, s.30; akt: Algül, 2016,s.14).Ekosistemin en üst ölçeği Yerküre, kendi kendini düzenleyen bir gezegendir. Çevresinde atmosfer bulunmaktadır. Bu yapı ise litosfer, hidrosfer, biosfer gibi katmanlardan oluşur. Tekeli, Ataöv, 2017, s.66).

Ernst Heackel tarafından eski Yunanca’dan gelen ev, barınak, korunak, yuva anlamına gelen oikos bilimi olarak isimlendirilen ekoloji, günümüzde birçok bilim dalının üzerinde yoğunlaştığı, yayınlar geliştirdiği disiplinler arası bir araştırma alanı olmuştur (Reyhan,2018, s.333).

Çevre bilimine göre çevre; doğal ve yapay çevre olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Doğal çevre; doğanın kendi gücü ve etkileri dâhilinde meydana getirdiği ve oluşum sürecinde insanoğlunun katkılarda ve etkilerde bulunmadığı çevre olarak açıklanabilir. Yapay çevre ise; insanoğlunun kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla doğal kaynakları tüketmesi, teknolojiler yaratarak ekonomik değere sahip ürünler oluşturması, ekonomik bağlamda değerli olan bu ürünlerin üretimi ve tüketimi sonucu ortaya çıkan atıklar ile de doğal çevrenin bünyesinde oluşturduğu değişiklikler sonucu ortaya çıkan çevre olarak açıklanabilir (Keleş, Hamamcı ve Çoban, 2015, s.21; akt: Algül, 2016,s.15). Literatürde doğal çevrenin canlı ve cansız çevre olarak iki başlıkta ele alındığı söylenebilir. Mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar canlı doğal çevrenin alt unsurlarıdır. Toprak, su, madenler gibi bir çok diğer unsur da cansız doğal çevreyi oluşturmaktadır (Keleş vd., 2015, s.22).

İnsanoğlunun, içinde bulunduğu çevre içerisinde konumu tartışılagelmiştir. Çevre konusu ele alınırken bir uyumdan ziyade tek yönlü bir değerlendirmenin yapıldığı söylemek yanlış olmaz. Çevrenin her yönüyle ele alınması fikri günümüzde artık yaygınlaşmıştır. Çevre duyarlılığı olan bireylerin varlığı, toplumsal krizleri önlemede ne denli etkili olur, sorusunun yanında çevreci yaklaşımların gündemi daha çok etkilediğini, sorunların dar bir çevreden çıkıp yayılmaya başladığını ve tartışmaların insan-çevre ilişkisi bağlamında korumacı bir inançla olaylara yaklaşıldığını belirtebiliriz (Uşak, 2015,s.4). Çevrenin tek bir ortamdan oluşmaması ve birçok ortamı bünyesinde barındırmasından kaynaklı olarak, çevrenin önemini tek bir başlık altında anlatmak yeterli olmayacaktır. Bu sebeple çevrenin önemi; biyolojik, ekonomik, insani ve kültürel-turistik olmak üzere dört alt başlık şeklinde ele alınacaktır. Bu noktada çevrenin çok yönlü önemi, toplumların sürdürülebilir şekilde kalkınmasının çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması ile beraber mümkün olabileceğine işaret edecek olup çevrenin sürdürülebilir kalkınmadaki rolünü idrak etmeye yardımcı olacaktır. Fakat tekrar hatırlatmak gerekir ki, burada savunulan kanı çevrenin ve çevresel sürdürülebilirliğin toplumların sürdürülebilir kalkınması için yeterliliği değil, gerekliliğidir (Kuşat, 2013, s.4899).

Hemen herkes içinde yaşadığımız doğal ortamda, ciddi bir bozulma olduğu noktasında hemfikir (Wallersteın, 2016, s. 90). Wallersteın belirlemesini bir adım ileri götürerek, bugün karşı karşıya olduğumuz çevre açmazlarını kapitalist ekonomi içerisinde yaşamamıza bağlı olarak değerlendirir (Wallersteın, 2016, s. 95). İnsanların doğayı ve diğer canlıları anlamak için, topladığı bilgilere güvendiğini belirten Özer’e göre (2019), etkileşimin belirli bir amaçla gerçekleştiğini vurgular (Özer, 2019, s.45). İnsanın kültür üretebilme kapasitesi ona ekosistem üzerinde denetleyici bir konum kazandırmaktadır. İnsan doğadan istemlerini sürekli olarak artırmakta ve kaynakların yerini değiştirebilme teknolojisi geliştirmektedir. Bu durum, insanın etkinlikte bulunduğu çevreleri bozması ve kirletmesi ile sonuçlanmaktadır (Tekeli Ataöv, 2017, s.62).

Çevre felsefesi, çevre durumlarının güdülediği ya da uyardığı reflektif bir düşünüş ve onun ürünleridir. Çevre sorunlarına felsefi ilginin başlangıçları 1960’lı yıllara götürülebilir. Nüfus artışındaki hız, beslenme sorunu, ekonomik büyüme ideallerinin gerçekleşmemesi, doğanın büyümeye sınır koyduğu ileri sürülen zamanlardır. Nüfus artışı bağlamında felsefi etik sorunlar gündeme gelmiştir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yardım yapmalı mı? Zenginler yardım etmeye ahlaksal bakımdan yükümlü müdür? Bu sorular çevre felsefesine olan ilgiyi artırmıştır. 1960’lı yılların sonlarında “çevre sorunlarının asıl nedeni kültüreldir” hipotezi yaygınlaşmıştır. Ünder’ in aktardığına göre, Lynn Whıte, “The Roots of Our Ecological Crisis” isimli makalesinde çevre sorunlarını Batı dünyasının metafizik öğelerine işaret ederek açıklamaktadır (Whıte,1967, akt: Ünder, 1996, s.14).

Kahraman’ın ifade ettiği üzere, insanın doğa üzerinde egemenliğini kaybettiğini bu egemenliği kazanmak için yeni bir doğal felsefesini araç olarak kullanmak gerekmektedir (Kahraman,2016,s.66). Çevrecilik önce bir iman ve hikmet olarak benimsenmeli ve özümsenmeli ve bir ahlak ilkesine dönüştürülmelidir. Çevrecilik sadece zarar vermemeyi değil, ıslah etmeyi güzelleştirmeyi de kapsar (Yeniçeri, 2014, s.60).

Dünya yüzeyinde yaşamın devam edebilmesinin en büyük koşulu, her türden canlının aynı zaman diliminde var olabilmesidir. Çünkü bir canlı türünün yaşamını sürdürmesi başka bir canlı türünün varlığına bağlıdır. Bunun ana nedeni, gıda zinciridir. Yani, bir canlı başka bir canlıyı gıda olarak kullanarak hayatına devam edebilmektedir. Türlerin birbirlerini gıda olarak kullanmasının dışında aralarında başka bir ilişki de söz konusudur. Bu da, bir canlının hayatta kalabilmek için başka bir canlıdan yararlanmasıdır. Bu duruma örnek vermek gerekirse, solunum yapan veya solunum yapmak zorunda olan canlıların var olabilmesi için bitkilerin fotosentez yapmasına ihtiyaç duymalarıdır (Durman ve Önder, 201, s.30).

Biyolojik çeşitlilik ve insanoğlu arasında da sürekli ve ikame edilemez bir ilişki söz konusudur. İnsanoğlunun günümüzde ve gelecekte var olabilmesi biyolojik çeşitliliğin durumuna bağlıdır (Keleş vd., 2015,s.22). Bunun nedeni, Barlas’ın (2013) işaret ettiği şekliyle, gıda zincirinin içinde yer alan insanoğlunun barınma, giyinme, beslenme ve ilaç gibi temel ihtiyaçlarını bitki, hayvan ve mikroorganizmalardan karşılamasıdır (Darçın ve Güçlü, 2015,s.152). Dolayısıyla, biyolojik çeşitlilik insan refahına direkt olarak etki etmektedir. İnsanoğlu farkında olmasa bile günlük hayatında bitki, hayvan ve mikroorganizma kaynaklı birçok madde ile iç içedir. (Keleş vd., 2015, s.24)

Biyolojik çeşitlilik, insanoğlunun etkisiyle bir tehlike dönemi yaşamaktadır. Besin zinciri içerisinde oluşan kayıplar – dengenin bozulması, neslin tükenmesi vb. insanoğlunu açlıkla mücadele gibi ciddi bir konuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Çevrede yer alan bütün yapıların (canlı-cansız varlıklar) bir denge içerisinde yaşaması dünyanın sürdürülebilirliği açısından büyük bir değer taşımaktadır. (Darçın ve Güçlü, 2015,s.154)

Çevre ve ekonomi bağlamındaki ilişki iki büyük çaplı değişim ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, Milat’ tan önce 8. Binyılda gerçekleştirilen tarım devrimidir. Tarım devrimiyle beraber daha önceleri avcılık ve toplayıcılık faaliyetlerinde bulunan toplumlar, çiftçilik ve çobancılık faaliyetlerinde bulunan toplumlar haline gelmiştir. İkincisi ise, 18. Yüzyılda gerçekleştirilen sanayi devrimidir. Sanayi devrimiyle beraber tarımcılık faaliyetlerinde bulunan toplumlar, tarımcılık faaliyetlerini azaltarak sanayileşme eğilimiyle beraber mal ve hizmet üretmeye yoğunlaşmışlardır. Bu iki köklü değişimi takiben çevre ve ekonomi arasındaki etkileşimi arttıran bir başka olay da dünya enerji ihtiyacını gidermek üzere cansız çevrede bulunan fosil yakıt kaynaklarının tüketilmesidir. Fosil yakıt kullanımıyla, ekonominin çevresel kaynaklara olan bağımlılığı önemli derecede artmıştır (Özerkmen, 2002; akt: Dağdemir, 2015,s.30). Yine bir başka nokta, dünya nüfusunun giderek artması beraberinde ihtiyaçları arttırmış, bu durum da daha fazla çevresel kaynak kullanma gereğini doğurarak ekonominin çevreye bağımlılığını arttırmıştır (Akyüz, 2015, s.428).

Çevre ve ekonomik sistem arasındaki en önemli ilişki, mal ve hizmet üretiminde ihtiyaç duyulan kaynakların, canlı ve cansız doğal kaynaklardan meydana gelen çevresel ortamdan tahsis edilmesidir. (Dağdemir, 2015,s.34) Zira insan ihtiyaçları ancak doğal kaynakların da bir faktör olduğu üretim sürecinin tamamlanması sonucu ortaya çıkan mal ve hizmetlerle karşılanabilmektedir. Dolayısıyla, canlı ve cansız doğal kaynaklardan oluşan çevrenin ekonomiyle alakalı en büyük özelliği üretim sürecinde bir üretim faktörü yani girdi olmasıdır. Çevrenin ekonomiyle bir başka ilişkisi, üretim ve tüketim sonucu ortaya çıkan atıkların bırakıldığı ortam olmasıdırç (Durman ve Önder, 2015,s.33) Tüm bunlardan hareketle çevre, hem mal olarak (hava, su, toprak, kereste gibi) hem de hizmet olarak (polenleri yayması, selleri kontrol etmesi ve atıkları özümsemesi gibi) sunduklarıyla önemli bir ekonomik aktör niteliğindedir.

Çevrenin söz konusu ekonomik önemine rağmen, BM’ nin 2005 Bin Yıl Ekosistem Değerlendirmesi (Millennium Ecosystem Assessment)’ ne göre, yeryüzünde bulunan 24 ekosistemin % 60’ının hasara uğradığı, bozulduğu, sürdürülemez hale geldiği ve dolayısıyla doğal sermayenin ihmal edildiği ortaya çıkmıştır. (Auth vd., 2015, s.50)

Çevre kirliliğinin sebebi nedir? Bu soru ilginçtir ki, insanoğlunun ihtiyaçlarını karşılamak adına yapmış olduğu üretim faaliyetleriyle ilişkilendirilir. İnsanoğlu yaşamını sürdürmek için faaliyetlerde bulunur ve sonucunda çevreyi kirletir. Bu durum da bir taraftan doğal kaynakların miktarını azaltırken, diğer taraftan artan üretim ve tüketim neticesinde çevreye bırakılan katı, sıvı atık, zararlı gazlar ve zararlı ışınları arttırmaktadır. (Ulucak ve Erdem, 2012, s.91)

Çevrede görülen kirliliğin üst sınırlara ulaşması, ekonomi disiplini açısından da önemlidir. Çünkü ortaya çıkan sorunlar, uzun vadede ekonominin yavaşlamasına hatta durmasına sebep olacak kadar büyük etkilere sahip olabilir. Kaynakların azalması, üretim biçimlerinin değişmesine sebep olacaktır. İnsanoğlu üretim faaliyet biçimlerini değiştirerek yeni yollarla ihtiyaçlarını karşılayabilmelidir. Toplumların sürdürülebilmesinde, ülkelerin ekonomik kapanlara sıkışmamasında bu konu önem arz etmektedir. (Durman ve Önder, 2015, s.47)

İnsan, yaşamını sürdürdüğü ortam olan çevre ile iki çeşit etkileşimde bulunmaktadır. Hayatta kalabilmek ve bir şeyler üretebilmek için hem çevreyi kullanmakta, hem de yaşamını sürdürme, bir şeyler üretme ve bu ürettiği şeyleri tüketmesi sonucu çevrede atıklar oluşturmakta, çevrenin de bu atıkları özümsemesini beklemektedir. Bu süreç sonucunda insanoğlu hem çevreyi kullanmakta yani çevreden yararlanmakta hem de gerçekleştirmiş olduğu faaliyetler sonucu çevreyi etkilere ve/veya değişimlere uğratmaktadır. (Durman ve Önder, 2015, s.59) Dolayısıyla, insanoğlu varlığını devam ettirebilmek için çevreye ve çevresel kaynaklara kesintisiz bir şekilde bağlı ve bağımlıdır. Çünkü söylendiği üzere, insanoğlu çevrede hayatını sürdürmekte, çevrede hayatını biçimlendirmekte ve ihtiyaçlarını zorunlu bir şekilde canlı ve cansız çevreden karşılamaktadır. Kısaca, çevre veya çevresel kaynaklar insanoğlunun varlık sebebidir. (Gül, 2013, s.18)

İnsanoğlu ilk çağlardan beri çevre ile bir ilişki içerisindedir. Fakat daha önce de söylendiği üzere, tarım devrimi ve sanayi devrimiyle beraber bu ilişki daha da güçlenmiştir. Özellikle sanayi devrimiyle beraber çevresel kaynaklar sürdürülemez bir biçimde kullanılmaya başlanmış ve bu kaynakların üzerindeki insan kaynaklı baskı artmıştır. (Dağdemir, 2015, s.62) Genel bir parametreyle şöyle belirtecek olursak, insanoğlunun ihtiyaçlarını karşılamak için giriştiği mücadelede ortaya çıkan çevre sorunları yine insanoğlunun kendisini en çok etkilemektedir. Çevre sorunları, insanoğlunun ekonomik, fiziki çevresinin yanı sıra kendi dünyasında da kişisel sağlık problemlerine sebep olmaktadır. (Gül, 2013, s.19)

Toprak, hava, su kirliliklerinin artması, hastalıkların da artmasına sebep olur. İnsanoğluna daha kolay yoldan ulaşır hale gelen bakteri ve virüsler, insan bedeninde hastalığın hızlı ilerlemesine sebep olur. Kirliliğin artması ile yeni tür hastalıklar ortaya çıkabilir. Bu hastalıkların teşhisi, tedavisi yeni araştırmalara ihtiyaç doğuracağı için zaman ve ekonomik anlamda da ciddi ihtiyaçlar oluşur. (Bal, 2015, s.190)

Genel olarak özetleyecek olursak, insanoğlu içerisinde yer aldığı çevrede, üzerine düşen vazifelerin farkında olmalıdır. Çevresini tanımalı, kirletmemeli ve çevresel değerlere sahip olarak hem kendi yaşamının hem toplum yaşamının daha nitelikli bir hale kavuşması için çevreyi korumalıdır. (Gül, 2013, s.21)

Mekanik görüşe göre toplum da atomcu evren modeline göre algılanır. Evren ve organizmalar nasıl atomların bir araya gelmesiyle oluşuyorsa toplumda birer atom olarak bireylerin bir araya gelmesiyle oluşur. Bu anlayışa göre bireyler, toplumdan önce belirgin hakları, çıkarları ile birlikte vardır. Toplum/devlet, insanın ihtiyaçlarına cevap veren bir organizasyondur. Kurallar, insan yapısı bir üründür. (Ünder,1996, s.39)

Sanayi devrimi ile birlikte tohumları ekilen çevre sorunları, 2. dünya savaşından itibaren ortaya çıkan dünya ülkelerinin kalkınma hareketleriyle birlikte hız kazanmış, bu süreç de dünyayı tehdit edecek çok sayıda çevre sorununun türemesine ve gitgide bu sorunların boyutlarının büyümesine ön ayak olmuştur. İlk başlarda kalkınma uğruna göze alınan çevre sorunları, sonraları akışkanlık özelliği sayesinde yerelden küresele dönüşerek, dünya ülkelerinin kalkınma ve çevre arasındaki uyumu muhafaza eden bir arayışa girmelerine neden olmuştur. İşte bu noktada birinci bölümde ele alınan sürdürülebilir kalkınma kavramı, dünya ülkelerinin bu arayışlarına paralel olarak ortaya çıkmıştır. Fakat sürdürülebilir kalkınma kavramını gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler farklı algılamıştır. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkeler sürdürülebilir kalkınmayı yoksulluğun azaltılması, pazara ulaşımın daha kolay hale getirilmesi ve toplumun temel gereksinim alanlarındaki (eğitim, sağlık gibi) sorunların iyileştirilmesi olarak algılarken gelişmiş ülkeler ise, çevrenin ve çevresel değerlerin muhafaza edilmesi ve sosyal sürdürülebilirliğin sağlanması olarak algılamışlardır. Böylesi bir algılama farklılığına rağmen dünyada sürdürülebilir kalkınma ile birlikte, kalkınmanın her koşula rağmen olması gerektiği düşüncesine karşı çıkılmaya başlanmış, kalkınmanın çevreden ayrı düşünülemeyeceği yönündeki düşünce yapısı gelişmiş ve çevresel değerlerin mutlaka sürdürülebilir kullanılması gerektiğini savunan bir kanı oluşmuştur. Bu bağlamda da çevre sorunlarını asıl yaratıcı olan gelişmiş ülkeler başta olmak üzere çok sayıda dünya ülkesi sürdürülebilir şekilde kalkınan toplumlar yaratmak için çaba sarf eder olmuştur. Sonuç olarak çevre sorunlarının ortaya çıkmasında en büyük etken olan insanoğlu, sürdürülebilir kalkınma gibi kavramlar yaratarak bu sorunların boyutlarını ve etki alanlarını daraltmaya çalışmaktadır. (Kaypak, 2011, s.23)

Sanayi ve teknoloji bağlamında sağlanan gelişmelerin ilk olarak Batı Avrupa’ da ortaya çıkması ve daha sonra tüm dünyaya yayılması, çevre sorunlarının da yine Batı Avrupa’ da başlayıp tüm dünyaya yayıldığına işaret etmektedir. Bununla birlikte dünyada yaşanan ilk çevre sorunu su sistemlerinde ortaya çıkan kirlilik olarak kendini göstermiştir. İnsan kaynaklı faaliyetler neticesinde ortaya çıkan yapay çevrenin, doğal süreçler neticesinde ortaya çıkan doğal çevreyi negatif yönde etkilemesiyle gelişen ve doğal çevrenin hasara uğramasıyla da insan dâhil tüm canlıların zarar görmesine neden olan sorunlara çevre sorunu adı verilmekte (Bozkurt, 2013, s.37) olup, söz konusu çevre sorunları sürdürülebilir kalkınma anlayışında ele alınan öncül sorunlardan biridir. Bu bağlamda çevre sorunları sürdürülebilir kalkınma anlayışına göre mutlaka engellenmeli, eğer mümkünse düzenlenmesi noktasında adımlar ilave edilmeli ve bu sorunların kronikleşmemesi için önlem alınmalıdır. Çünkü çevrenin biyolojik, ekonomik, insani, kültürel ve turistik önemi göz önünde bulundurulduğunda çevre sorunları; başta insan olmak üzere tüm canlıların yaşamsal faaliyetlerini sınırlandırmakta, cansız varlıkları etkilemekte, çevresel değerlerin ihtiyaçları karşılama kabiliyetini zayıflatmakta, çevresel sürdürülebilirliği engelleyici bir özellik taşımakta ve sosyo-ekonomik yapıyı tehdit etmektedir. Tüm bunlarla birlikte çevre sorunları; akışkan bir yapıya sahiptir, birbiriyle ilişkilidir, küreseldir, diğer toplumsal sorunlardan ayrı tutulamaz niteliktedir ve uzun süreli kalıcı etkiler doğurmaktadır. Ayrıca çevre sorunlarını gidermenin maliyetleri oldukça fazla olup, bu sorunlar gelecek nesillerin en doğal hakkı olan yaşam hakkını tehdit etmekte ve yaşam olanaklarını daraltıcı bir rol oynamaktadır. (Bozkurt, 2013, s.41)

Enerji konusu çevre sorunlarının başlıca sebeplerinden gösterilebilir (Kaya, 2012, s.74): Şöyle ki, dünya nüfusu her geçen gün büyümektedir. Yanı sıra bireylerin gündelik hayatta kullandığı/tükettiği enerji miktarları da artmaktadır. Örnek verecek olursak, bir ev içerisinde bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, buzdolabı, fırın gibi enerji tüketen nesnelerin yanı sıra akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar da enerji tüketen aletlerdir. Bu doğrultuda nüfusun yanı sıra insanoğlunun gündelik yaşamda tüketecek enerji ihtiyacının da arttığını söyleyebiliriz. Bugüne dek enerji kaynağı olarak kömür ve petrol kullanan insanoğlunun, tüketim unsurlarının etkisiyle yeni ufuklara yönelmesi gerekmektedir.

Elektrik ihtiyacını hidroelektrik santrallerle gerçekleştiren insanoğlu yeni formüllere ihtiyaç duymaktadır. Çünkü doğal kaynaklar azalmakta, mevcut enerji üretim biçimleri doğal dengede etkisi uzun yıllar sürecek kayıplara yol açmaktadır. Bu durumda enerji üzerine düşünceler oluşturmak için yeni politikalar oluşturmaya gerek duymaktadır. (Yıldırım ve Örnek, 2007, s.35)

İnsan-çevre ilişkisi başta olmak üzere, insanoğlunun bu konuları entelektüel bir uğraş olarak ele almasında filozofların önemli bir yeri olmuştur. Çevre konusuna dikkat çekmiş, bu alanda çalışmalarıyla ön açmış iki filozofun çevre sorunları üzerine düşünceleri, bu çalışmanın odağında yer almaktadır. Çünkü tabir yerindeyse bütün hengâme çevre sorunları üzerinden çıkmaktadır. Doğanın sınırlı varlığı, ekonomik dengeler, kirlenmekte olan ve yaşlanan bir dünya, karşılanması gereken ihtiyaçlar, yanı sıra hastalık sayısındaki artış, politikacıların tutumu gibi birçok başlık üzerinden ilerleyen tartışmalarda çevre sorunlarının sebepleri, etkileri göz önünde bulundurulmaktadır.

“Tabiat ve tabii formların kendini temaşaya hasretmeleri gerçekten kutsal bir sanattır” (Nasr, 1995a, s.14). Nasr, tabiatın ve tabii formların kendisini temaşa eden insana kutsalın sonsuz sanatlarının izlenebilirliği imkânını sunmasını ve insanla tabiat arasındaki karşılıklı etkileşim süreçlerinin bütününü, kendi içerisinde başlı başına farklı bir kutsallık alanı olarak kabul ettiği daha derin bir anlayış üzerinden okumaya soyunmaktadır. Nasr’a göre kutsal bilginin temel amacı bizzat kutsal olanın bilgisine ulaşmaktır. . Kutsal olana ait bilgi ise kozmik tezahürlerin ötesinde bulunan yegâne gerçekliğin bilgisidir (Nasr, 2008; akt: Chittick, 2012, s.81). Nasr’ın varlığın birliği ilkesi üzerinden temellendirdiği tabiat anlayışı, bizatihi kutsalın her şeyi kuşatmış olduğu iddiası ve bu kuşatıcılığın batini (içe ait) okunma ve temaşa düzeylerini de ihtiva ettiği bütüncül bir sürece karşılık gelmektedir. Bu varsayımla birlikte kutsala doğru üst üste katmanlaşan farklı kutsal gerçeklik düzeylerinin yeni bir farkındalık aşaması da böylece idrak edilmiş olur.Birçok eseri yanında onun ilmi hayatının zirvesi ve entelektüel kimliğinin konumunu belirleyen yegâne çalışması kendi ifadesi ile Bilgi ve Kutsal isimli eseridir (Kasay, 2019, s.24-26).

Nasr dolaylı olarak kutsal bilgiye ulaşmayı ve onu icra etmeyi kâinat kitabının dağılmış yapraklarının toplanmasına benzetmektedir. (Chittick, 2012, s.83) Kendisi de bu bilginin fark edilmesine ve açığa çıkarılarak anlaşılır kılınmasına katkıda bulunmakta, bu bilgi yoluna kendini adadığına dair izlenimler vermektedir. (Nasr, 2008)

Nasr’a göre kâinat, çok özel değerleri ihtiva eden kozmik surette canlı bir kitaptır. (Nasr, 2002a, s.61) Bu değerler varoluşa dair son derece önemli kadim ayetleri içermekte, hikmetle kendisine nazar eden hikmet sahibi kişiye, insanı, kâinatı ve ikisi arasındaki ilahi örüntüyü bir derinlik algısı içerisinde perdeleyerek sunmaktadır.

Tabiattaki formlar üzerinden kutsal hakikatler, sembolik mesajlar eşliğinde sunulmakta, insana iç boyutunda kendi derinliği ile çarpıştırarak yansıtıldığında ise ilahî bir denklemin nurani bir tecellisinin sırlarını aşikâr eden keşfi bilgi suretinde zamansal farkındalık aynalarına dönüşmektedir. “Manevi ve tefekkürî insan, sadece hayatın saçmalıklarına ve dünyeviliğin basitliğine karşı tabiatta bir barınak aramaz; aynı zamanda tabiî formlarda, bu formların dünyevînin gözüne kapattığı fakat ruh dünyasına yakınlaşmış olanlara manevi gerçeklikleri de temaşa etme imkânına sahiptir.” (Nasr, 1995a, s.22)

“Mütefekkir, bakir tabiatın sessizliğinde Ruh’un çağrısını ve aynı zamanda kendi kaynağının daveti olan semavî sedayı duyabilir” (Nasr, 1995b, s.13)

Nasr’ın ifadesiyle: “…muhakkak, kâinat son derece önemli kadim ayetleri ve kozmosun esas varlığı olan ve çevresindeki esas kozmik çevre ile derin bir iç çekirdeğe sahip olan ve bir birini tamamlayan unsurları kozmik aynada yansıtılmış olan insanı ihtiva eden bir kitap olduğundan dolayı, kutsal bilgi basit bir şekilde tabiatın deneysel bilgisinden ya da tabiatın güzelliği karşısında salt bir duyarlılıktan.., ..ibaret olmayan kozmos bilgisini de içermelidir.” (Nasr, 2008, s.14)

Nasr, geleneksel dünyada kozmolojik bilimlerin her zaman var olduğunu ve bunların, metafizik ilkeleri tabiata ve kozmik realitelerin bütün sahalarına uygulanması ile ortaya çıktıklarını belirtir (akt: Chittick, 2012, s.94). “Ne var ki bu misallerde bile söz konusu geleneksel bilimlerin amacı, kapalı bir sistemde diğer bilgi alanları ve hakikat düzenlerinden kopuk, belli bir hakikat düzenine ait bir bilgi üretmekten daha ziyade, o bilgi yüksek bilgi düzeyleriyle alakalı olduğu için, söz konusu alanı yüksek hakikat düzenleriyle bağlı kılan bir bilgi üretmektir.” Bu bilgi çoğu zaman sembolizmin dilini kullanır. “Alakalı oldukları alanın şiirsel bir imgesini ya da bir duyguyu değil, farklı varoluş seviyeleri arasındaki benzerliğe dayalı sembolizm diliyle izah edilen bir bilim.” (Chittick, 2012, s.70)

Nasr, tabiatın bu şekilde okunmasının hissi etkiler karşısında kendisini tümüyle bırakmamış ve aklı da sürece dâhil etmiş bir insan bilincinin okuması olarak görmekte ve aynı zamanda elde edilen bilginin “bilim” değeri taşıdığını belirtmektedir. Geleneksel bilimler modern zamanda olduğu gibi kendisini gerçekliğin belli bir boyutuna hapsetmemiş, aksine gerçekliği daha derin ve daha üst boyutlarla ilintili bir şekilde anlama ve anlamlandırma üzerinden bilgi üretmeye soyunmuşlardır (Nasr, 2009, s.12). “Günümüz bilimi içinde ele alınan aynı tabiat alanıyla meşgul modern bilimden ayrı bir geleneksel bilim söz konusudur.” (Chittick, 2012,s.45)

Modern bilim karşısında geleneksel bilimlerin en belirgin özelliği, kozmosun sistematik bir sembolizm içerisinde okunmasıdır. Bunları sadece bir sanat ya da şiirsel bir dil olarak görmek bilginin gerçekliğin üst boyutlarıyla bağını koparmak ve insan aklının bilişsel yapısını teşkil eden “duyum” un çeşitli katmanlarını (kanallarını) görmezden gelmek anlamına gelir. Bununla birlikte unutulmamalıdır ki, “(geleneksel bilim) ..iddialarına göre, bu, varlığın değişik düzeyleri arasındaki benzerlik üzerine kurulu sembolizmin dili ile ifade edilmiş olan bir bilimdir.” (Nasr, 2002a, s.34)

Nasr, geleneğin bu durumunu kendisinin de mensubu bulunduğu geleneksel ekolün sophia perennis doktrininin hem bir çeşit uygulayıcısı ve aynı zamanda tamamlayıcısı olan cosmologia perennise de bir geçiş olarak görmektedir (Nasr, 2008,s.23). Nasr’a göre; “…çeşitli biçim ve sembollerin dili ile yansıttıkları bir cosmologia perennisten aslen metafizikle alakalı olan sophia perennisin bir anlamda tamamlayıcısı, diğer bir anlamda da tatbiki olan bir cosmologia perennisten bahsedilebilir” (akt: Chittick, 2012, s.75)

Nasr, evrenin yukarıdaki değerlendirmelerinden sonra farklı bir kozmos algısı olarak gelenekte yer eden ve diğerini tamamlayan bir kozmos araştırmasından bahsederken belli doğal formların ilahi sıfatların yansıması olarak ve kozmosun ilahi olan bir çerçevede düşünülmesi.. olarak tanımladığı tecelli merkezli anlayışı kastetmektedir (Nasr, 1995a, s.16). O’nun ifadeleriyle; “Bu, ilahi sıfatları yansıtan ve kozmosun ilahi bağlamdaki müşahedesi olarak bazı tabii biçimlerin tefekkürüdür.” (Nasr, 2008,s.69)

Nasr’ın Bilgi ve Kutsal adlı kitabında açıkça ifade ettiği ve geniş bir bölüm ayırdığı Kozmos’un tecelli merkezli okunuşunu ilk eserlerinden olan ve tabiat anlayışının temelini attığı İnsan ve Tabiat adlı eserinde üstü kapalı bir şekilde, bir sembolizm çatısı altında, ele aldığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Nasr’ın fikir dünyasının belli olgunlaşma aşamalarından geçerek tabiatın sembolik mesajlarını dini çoğulculuk ekseni üzerinden temellendirip daha sonra kutsal bilgi eşliğinde bir üst aşamaya çıkardığı yönünde bir kanaat oluşmuştur.

Ayrıca son dönem eserlerinden olan Bilgi ve Kutsal’ da tabiat anlayışını gelenek ve dini çoğulculuk doktrinlerine entegre ettiği açıkça fark edilmektedir. Nihayetinde Nasr’ın düşünce dünyasının önemli saç ayağından olan Kutsal Bilgi (scientia sacra), Gelenek ve Dini çoğulculuk doktrinlerine ek olarak Tabiatın, diğerleriyle birlikte sistemin üçlü saç ayağını oluşturduğu söylenebilir. Nasr, tefekkür dünyasının olgunlaşma süreçleri içerisinde geç dönem felsefî ve fikrî tekâmülünü böyle bir sistemle tamamlamış görünmektedir.

Nasr, bu anlayışın (tecelli) genel anlamıyla ruhu gerçekleştirme (kemale erme), Allah’ı her yerde görme hali olarak zevkî hikmet prensibine dayandığını ifade eder. (Huxley, 1996, akt: Nasr, 1999: 203) Tecelli merkezli bakış açısı kutsal bilgi açısından kalp gözünün merceğinden kutsal bir nazar ile nurani ışınlar eşliğinde yine kutsala bakmakla mümkün olmaktadır. Nasr, doğrudan salt akıl gözüyle bakıldığında kozmosun zahirileşmiş brüt gerçekliklerin kalıbı olarak görmek anlamına geleceğini vurgular. (Nasr, 2015,s.39) Nasr, bunun aksine tecelli merkezli bakışı; ilahi sıfatların tezahürlerinin yansıdığı bir sahne, mahbubun yüzünün yansıdığı çok sayıda ayna ve insan varlığının merkezinde bulunan Hakikat’in tecellisi olarak görmek şeklinde açıklar. (Nasr, 1999,s.167; Nasr, 2002a, s.86)

Nasr, evrenin ilahi hakikatleri sembolik olarak yansıtan kutsal bir ayna, kutsal bir kitap olduğu anlayışının hem İslam, hem Hristiyanlık hem de Yahudilikte belirgin bir yer teşkil ettiğini belirtir (Nasr,1999, s.170; Chittick, 2012, s.84). Özellikle İslam dini içinde kozmos ile kutsal kitap arasındaki bağlantı Nasr’a bütün bir dinin merkezi konumuna oturtulmuş olarak görünmektedir.

Onlara ufuklardaki ve kendi nefislerindeki delillerimizi ileride göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçekliği onlara apaçık olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi! Fussilet 53 

O, İslam literatüründe çokça dillendirilmiş olan kutsal kitabın yazılmış ya da tedvin edilip kitap haline getirilmiş Kur’an (el-Kur’ânu’l-Tedvinî) olduğu ve aynı zamanda kozmik düzenin (elKur’ânu’t-Tekvînî) olarak adlandırılışını hatırlatarak Kur’an da ki cümlelerin ayet olarak adlandırılışına dikkat çekmekte ve ayetlerin işaretler ve semboller anlamına geldiğini vurgulayarak kâinatın sembolik okunuşuna dair işaret ve imalar taşıdığını belirtmektedir. (Chittick, 2012, s.88)

Nasr, bu durumu Kur’an’dan Fussilet Suresi 53. Ayeti naklederek ilahi bir dayanakla temellendirmektedir. İlgili ayette, “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kuran’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” ifadeleri yer almakta, Nasr, bu ayetteki âfâk (ufuklar) kelimesiyle gökyüzüne ya da kozmosa işaret edildiğini, kendi nefisleri ifadesiyle de insanın bâtınî varlığına göndermede bulunulduğunu belirtir.

Nasr’ın değerlendirmeleri çerçevesinde insan, ayetlerin zâhirî anlamları ve insanın zekâsı ile ayetlerin bâtınî anlamlarını ve kalbî farkındalığını kendi içinde birleştirerek ilahi işaretleri okuyabilmekte, benliğini kozmostaki ilahi tecellinin bir parçası olarak onunla buluşturmakta ve böylece tabiatın birer âyâta dönüşmesi insanî biliş düzeyinde sağlanmış olabilmektedir (Nasr, 2009, akt: Chittick, 2012, s.91). “Nasr’ın geleneksel kâinat anlayışı huzurun, aydınlığın ve ilahi olanın yansımasıyken modern kâinat anlayışı ise buhranın ve kargaşanın tezahür etmesi şeklinde formüle edilebilir.” (Sungur, 2014, s.40)

Nasr, bu açıklamalar çerçevesinde doğanın kendisinin kendi metafiziği ve seslenişi ile ilahi bir vahiy olduğu sonuncunu pekiştirmekte ve kâinattaki bu ilahi seslenişin kendisine hikmet ile kutsal bilgi bahşedilmiş bir mütefekkir tarafından okunabileceğini belirtmektedir. (Chittick, 2012, s.93-94)

Nasr geleneğe sık sık atıfta bulunduğu Bilgi ve Kutsal adlı kitabında kutsal bilgi adına önemli ikonları barındıran kızılderili kültürü ve şintoist bakış açısına yer vererek, sözü geçen kültürlerde hayvanlar ve bitkilerin ilahi sıfatların sembolleri olarak görülmesinin yanında kutsal bilginin ibadetlerine nüfuz edecek kadar kökleşmiş olduğu sonucunu çıkartır. Nasr, Kızılderili’nin ayı ya da kartalı sadece ilahi bir görüntü olarak algılamadığını ayı ve kartalı, ayı ve kartal yapan şeyin bilgisine de sahip olacak kadar hikmete vakıf olduklarını belirtir. (Brawn, 1995, s.221)

Böylece tanrının vahyi hem insanları hem de bütün bir doğayı kuşatmış olarak algılanabilmektedir. (Nasr, 2002a, s.28) Böylesi bir farkındalıktan sonra Nasr, tekrar dikkatini modern düşüncenin bağrından koptuğu son dönem ortaçağdaki zihniyetine yönelerek bu dönemin zihniyet profilini çıkarmaya çalışır.

Nasr, öncelikle kendi iç gerçekliğine yabancılaşan ve bu kopuşun getirdiği boşluğun anlamsızlığını tabiat aynasında kendi uyumsuz suretinin yansımasının yanılgısıyla özdeşleştirerek kendisini zehirlemiş olan ve bu zehri de öfke ve saldırganlıkla doğaya aksettirdiğinin farkında olmayan, sonuçta bu kuşatıcı bilgiden mahrum olan ortaçağ insanının kaotik durumuna dikkat çekmek ister. Nasr, zahirileşmeye mahkûm olan ortaçağ insanının bu durumunun ve saldırganlığının altında birçok sebebin yanı sıra Hristiyanlığın doğaüstü ile doğa arasında çekilen kaskatı keskin perdenin de etkili olduğunu belirtmeyi ihmal etmez. (Nasr, 201,s.101)

Nasr, yukarıda bahsedilen körlüğün hâkim olduğu çeşitli bilim çevrelerince uzun bir süre dünya canlı hayatının birbiri ile doğrudan ilişkili olan evrensel uyumunun görülemediğini dile getirerek, tabiata dair bilgesel farkındalığın geleneksel evren bilimlerinde, çeşitli coğrafyalarda çeşitli formlar ve mitler eşliğinde kadim zamanlardan beri mevcut olduğunu ifade eder. (Nasr, 2002a, s.43)

Bu uyumu Nasr, açık bir örnek üzerinden şöyle belirtir; “Tropik denizlerdeki balıkların hayat safhalarını inanılması güç tarzlarla kuzeydeki tundralarda (kuzey kutbuna yakın buzla kaplı bölgelerde) dolaşan yaratıklara bağlayan, âlemi kaplayan bu inanılmaz uyum son zamanlara kadar batı bilimince göz ardı edilmiştir. Bu uyum geleneksel doğa bilimlerinin en önemli unsurunu oluşturur.” (Nasr, 2002a s.47, akt:Chittick, 2012, s.100)

Nasr bu uyumun geleneksel bilimlerde ister âlemin ruhu olarak adlandırılsın isterse farklı bir tanımlama yapılsın, geleneksel doğa bilimlerinde hayvanlar, bitkiler ve mineraller arasında ayrıca fiziksel, ruhî ve manevi alanlar arasındaki uyumun derin bir şekilde farkında olduğunu öne sürer. Nasr tabiattaki bu her yerde kendini derin bir şekilde farkında olduğunu öne sürer. Nasr tabiattaki bu her yerde kendini gösteren uyumun aynen insan vücudundaki bütünsel uyuma benzer bir ortaklık içerdiğini belirtir. Çünkü Nasr, bu uyumun aynı zamanda hem kozmosun hem de insanın bir prototipi konumunda olan kâmil insanın varlığının mükemmel uyumundan sadır olduğunu düşünmektedir.

ve Nasr bu hususu şöyle açıklar; “Eğer evren müzik seslerinin kristalleşmesi ve müziksel uyum, gezegenler anlayışından quantum enerji düzeyine kadar tüm evren yapısının anlaşılması için bir anahtar ise, bu, uyumun her şeyin kendisi vasıtasıyla yaratılmış olduğu arketipsel gerçekliğin varlığının özünde bulunduğundan dolayıdır. Eğer tanrı kendisi vasıtasıyla yaratılmış olan her şeyin ölçüsünü veren bir geometri uzmanıysa, O aynı zamanda kendisi vasıtasıyla her şeyin yaşadığı ve fonksiyon sahibi olduğu ve kozmosta göz kamaştırıcı ve mucizevi bir tarzda sergilenmiş olan ahengi sağlayan müzisyendir de” (akt: Chittick, 2012, s.104).

Nasr, “Zevkî Hikmet’ prensibine dayanan geleneksel kozmolojilerin, kozmosu bir tasavvur çerçevesinde ele almalarının yanında, onun bir ikon ve metafizik gerçekliğin sembolü olarak tasvir etmeye ek olarak insanın varoluş serüveni içerisinde çıkmış olduğu yolculukta ona yardımcı olması için bir çeşit yol gösterici mahiyetinde kozmos haritaları da sunmayı ihmal etmediklerini belirtir. (Chittick, 2012, s.114)

Nasr, evrenin tecelli suretini insanın bilfiil temaşa etmesi icap eden bazı vasıflarına da değinmektedir. Bunlardan öncelikli olan ilk temel nitelik, insanın sahip olduğu ağırlıklarından kurtulması, bir anlamda nefsini veya egosunu arındırması anlamına gelen iki kez doğmuş ya da yürüyen ölü kıvamında (Chittick, 2012,s.115) betimlediği bir aşkınlık halinin insanda tezahür etmesidir. Nasr’a göre bu durum, o kadar hissedilir ve fark edilir bir kıvamdadır ki; bir heyula veya bir trans halinin efsunlu belirsizliği içerisinde nitelenemeyecek kadar burada ve şimdi olarak tecrübe edilebilen bir gerçeklik algısının doruk tecrübesinden ibarettir.

“Doğanın ilahi tecelliye dayalı formları ve Mutlak Gerçekliği, aşkın ve öte olarak değil burada ve şimdi olarak tecrübe edilebilir” (Nasr, 2002a, s.47). Tabi bu tecrübenin en temel kaynağı ilahi mevhibeye dayanan sezgidir. Sezgi hem bu farkındalığın kaynağı hem de uygulanışını kolaylaştıran temel bir araçtır. (Nasr, 2002a,s.49)

“Bu, kozmosun yalnızca zahiri bir gerçek ya da fenomen olmaklığını terk edip ancak sezilebilenin yansıması olan bir sembol haline dönüşerek batini güzelliği açığa vurduğu andır.” (Nasr, 2015, s.34) Nasr, bu noktadan sonra kozmosun, ilahi isimlerin, sıfatların ve sonunda aslî Bir’in çeşitli görünüşlerinin ve güzelliğinin yansıdığı birçok aynaya dönüştüğünü belirtir. “Arapça “tecelli” kelimesi metafizik söylemde ilahi hiçliğin aynası olan kozmos aynasındaki bu yansımasından başka bir şey değildir.” (Nasr, 1995a, s.39) Artık nesneler, örneğin ağaç, bir bilge için aklı vasıtasıyla bilinen bir düzeyin sembolü olmanın yanında bir huzuru ve cennete ait bir mahiyetin letafetini taşımaktadır. (Nasr, 1996, s.49)

Nasr’ın felsefî ve fikrî düşünce dünyası, mensubu bulunduğu ve batıda son dönemlerde gittikçe daha da revaç bulan gelenekselci ekolün düşünce düzlemi ile aynı doğrultuda seyretmektedir. Nasr, entelektüel konumu itibari ile en başta küresel ölçekteki çevre krizi olmak üzere, doğal kaynakların haksız pay edilişi ve insanlığı kasıp kavuran tüketim çılgınlığı gibi, yaygın bir hastalık olarak tanımladığı modern zamanın sorunlarına karşı bilge bir aydın duyarlılığıyla hem uyarıcı bir görev üstlenmekte hem de bütün bir insanlığı içine alacak geniş ölçekte, çevreye ve tabiata karşı varlığın özünde saklı olan kutsalın farkındalığını uyandırmayı amaçlamaktadır.

İnsanın varoluş içerisindeki aslî konumunu kaybedip önce kendi varlığına ve tabiatına yabancılaşması zincirleme bir kaosu tetiklemiştir. İnsan, kendi içerisinde tabiî dengesini bozmakla yaratıcı ile olan ilişkisinin frekansını da kaybetmiştir. Ardından hakikat karşısında konumunu iyiden iyiye yitiren insan hem diğer varlıklarla hem de doğal çevre ile olası etkileşiminin bütün yönlerini sağlıksız bir boyuta taşımıştır. Bilimsel dünya görüşü insan doğasının kontrolsüz dürtülerini serbest bırakmaya zemin hazırlayarak, bütün bir kâinatın ahengini elinde bulunduran ilahî otoritenin hem tabiatın hem de insanın doğasına yüklediği varoluşsal uyarlamaları yok sayarak farkında olmadan bütün bir canlı hayatını ve varlığın tabiî dengesini sonu kestirilemez bir macera adına büsbütün tehlikeye atmıştır. Halen yaşanan sorunların neredeyse tamamı bu uyumsuzluğun ve kontrolsüzlüğün getirdiği sağlıksız gidişatın en göze çarpan uyarıcı işaretleridir. (Zengin, 2015,s.114)

İnsanlığın çok eski zamanlardan beri sahip olduğu bu aziz değerlerini yeniden hatırlaması elzemdir ve bu çağda yaşayan bütün bir insanlığın mesuliyet duyması gereken en acil konuların başında gelmektedir.

Zengin (2015, s.112)’in işaret ettiği üzere, Nasr, bu sorumluluklardan hareketle yaşanan krizlerin kaynağını doğru belirlemeyi çözüm için gereken öncelikli bir adım olarak görmektedir. Nasr’ın özenle üzerinde durduğu hikmet ve irfan merkezli bir bilinçle bakıldığında sorunların birinci dereceden sorumlusunun apaçık bir şekilde insan faktörü olduğu görünmektedir.

Nasr, bilimsel dünya görüşünün sebep olduğu ve son kertede insanlığı getirmiş olduğu vaziyetten rahatsızlık duymakta ve kendisi gibi düşünen bilim eleştirmenleri ve gelenekçi ekol ile birlikte modern insanın zihin dünyasını geniş bir çerçeveden ele alarak sorunların kaynağını iyi analiz etmede bir odak noktası olarak görmektedir.

Nasr’a göre, yaşanan sorunların önemli bir ayağını temsil eden bilimsel dünya görüşünün ortaya çıkışını iyi kavramak gerekmektedir. Bilim Batı’da, Hristiyan dünyanın bağrında, sözü geçen medeniyetin tam merkezinde ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Nasr, erken dönem Hristiyanlıktan başlamak üzere Hristiyan dünya görüşü ele almakta, varlığa, insana ve tabiata bakışını olduğu gibi tespit etmeye çalışmakta ve bütün bir süreci göz önünde bulundurarak yaşanan zihinsel ve düşünsel değişim ve dönüşümleri hassas bir şekilde farklı kültürlerle kıyaslayarak irdelemektedir.

Bu bağlamda çok daha önceki devirlerden başlamak üzere eski Grek felsefi anlayışını, İslam coğrafyasının bu süreçteki fonksiyonuna ve akabinde bilimsel dünya görüşünün rasyonalizm, septisizm, pozitivizm, hümanizm, materyalizm ve sekülerizm gibi düşünsel-felsefi boyutta ve ardından Rönesans devrimiyle başlamak üzere, Kopernik devrimi, Kepler devrimi, Newton, Descartes ve Galileo peşinden Evrim teorisi gibi bilimsel sekmeleri hem bilim tarihi hem de bilim adamları üzerinden okumakta, vaziyetin bütün bir suretini aşama aşama ve bütün çıplaklığıyla ortaya koymaya çalışmakta ve bunu da fazlasıyla başarmaktadır. Hal böyle olunca yapılan eleştirilerden sonra mevcut uyumsuzluğun ve krizlerin çözümü için bütün bir insanlığı içine alan ve farklı coğrafyalardaki birbirinden çok farlı kültürlerin de müdahil olduğu ayrıca insanlığın uzun bir zamandır yoksunluğunu hissettiği, hava su gibi temel ihtiyaç minvalinde değerli olan, sağlık, huzur ve varlığın bütün kategorilerinde arzu edilen dengeyi yerine getirecek bir çözüme, bir reçeteye ihtiyaç vardır. (Zengin, 2015,s.116)

Ekolojik sorunlar, tarihsel, bilimsel ve zihinsel dönüşüm sonucunda oluşturulan yeni-dünyadan kaynaklanan sorunlardır. (Görmez, 2018, s.50) Doğa karşısında savunmasız ve doğanın şartlarına uyum sağlamak durumunda olan ilk insanlar, bu şartlara boyun eğerek hayatını devam ettirmiştir. Göçebe toplumlara geçildiğinde tam anlamıyla ekolojik bir toplum olarak görülen organik toplum yapısı kırılmaya başlamış ve insan kısmen de olsa çevresini etkilemeye başlamıştır. Ancak yine de asıl kırılma noktası, doğayı dönüştürme kuvveti bulunmayan göçebe toplumlardan sonra yerleşik tarım toplumuna geçişle birlikte olmuştur. Yerleşik yaşama geçiş, kentlerin oluşumu, nüfus artışı, beraberinde bilginin ve de teknik ilerlemenin artışını getirmiş bunun sonucunda ise insanlık doğanın bütün bilinmezliklerini çözme ve onu ele geçirmeye koyulmuştur.

Doğaya bağımlı olan ve doğa ile karşılıklı etkileşimde olan insanlık zaman içerisinde bilgi ve teknik birikimiyle, doğayı kendine bağımlı kılmış ve insan doğa arasındaki ilişki tek yönlü ve doğanın insana tabi olacağı bir biçime bürünmüştür

Ekolojik sorunlar, tarihsel, bilimsel ve zihinsel dönüşüm sonucunda oluşturulan yeni-dünyadan kaynaklanan sorunlardır. (Görmez, 2018, s.50) Doğa karşısında savunmasız ve doğanın şartlarına uyum sağlamak durumunda olan ilk insanlar, bu şartlara boyun eğerek hayatını devam ettirmiştir. Yerleşik yaşama geçiş, kentlerin oluşumu, nüfus artışı, beraberinde bilginin ve de teknik ilerlemenin artışını getirmiş bunun sonucunda ise insanlık doğanın bütün bilinmezliklerini çözme ve onu ele geçirmeye koyulmuştur. Doğaya bağımlı olan ve doğa ile karşılıklı etkileşimde olan insanlık zaman içerisinde bilgi ve teknik birikimiyle, doğayı kendine bağımlı kılmış ve insan doğa arasındaki ilişki tek yönlü ve doğanın insana tabi olacağı bir biçime bürünmüştür.

Zirai faaliyetler büyük rakamlara ulaşan işbölümüne sebep olmuş, baskın ilişkiler ağının temelleri atılarak çevresel yıkıma yol açmıştır. Dolayısıyla tarım öncesi insanlıkta söz konusu olan kendiliğindenlik, yerini hazzın ve keşif duygusunun yerini alan uygarlığın zaferiyle itaat, tekrar ve düzene bırakmıştır. Önceleri organik olarak görünen dünya, 17. yüzyılın Kartezyen evren düşüncesiyle birlikte, bir makine gibi tahayyül edilmeye başlanmış ve parçalanabilen, tekrar edebilen deneylerle yeni keşfedilmiş bilimsel yöntemlerle incelenebilir kılınmıştır. (Heywood, 2013, Akt: Erol,2017,s.265)

Sanayi Devrimi, ekolojik denge üzerinde büyük tahribatlara yol açmış ve fakat aynı zamanda doğaya ilişkin bir bilinci de ortaya çıkarmıştır. Bu noktada doğanın korunmasına yönelik çabalar 1800’lerin sonuna doğru yeterli olgunluğa ulaşabilmiştir. (Önder, 2003, s.4) Canlılarla çevrelerinin, karşılıklı etkileşim ve ilişkilerini inceleyen bir disiplin olan ekolojinin sistemli bir hale gelebilmesi için ise 19. yüzyılı beklemek gerekmiştir. (İmga, 2010, s. 18)

İnsanlığın çağlar boyunca içinde varlık bulduğu ve kadim zamanların tecrübesini bir hazine gibi sunan geleneğin terbiyesi eşliğinde kendisini kuşatan tabiatla uyumlu olmanın ritmini yakaladığı, şuurlu ve zeki kurgusuyla kendisine nazar etme doruğuna varanları aciz ve hayran bırakan, kozmos suretinde apaçık önünde duran sonsuzluğun sanatına hürmette kusur etmediği dönemleri elinin tersiyle itip geri plana atarak arzı endam eden modern zamanın insanı, bu derece ciddi bir uyarıyla hiç de hesaplamadığı bir anda baş başa kalmıştır.

“Ekolojik Kriz, İnsana Batı’da on yedinci yüzyıldan beri geliştirilen ve insan ile kâinatı büyük bir ahenk içinde gören kutsal bilimlerin unutulmasına dayanan insan anlayışında ve insanın çevre ile olan ilişkisinde temelden yanlış bir şeylerin olduğunu hatırlatmak üzere sahneye çıkmıştır.”(Nasr, 1995a, s.20)

Nasr’a göre tarihsel süreçte modern insanın tabiata bakışını tetikleyen iki temel etken öne çıkmaktadır. İlki, “sadece insanın fiziki ve en iyi ihtimalle duygusal ihtiyaçları için kullanılması ve hoşlandıkları her şeyi onunla yapabilsinler diye tamamen insanoğlunun hizmetinde tutulması amacıyla, tabiatın statüsünün bütün nihai manevi keyfiyetinden mahrum edilmiş bir gerçeğe ve bir nesneye dönüştürülmesine (ek olarak) makinistik tabiat anlayışı”. İkincisi ise, “insanı, hem Allah’tan hem de tabiatın nihayette bağımsız ve bu yüzden, onu kendi isteği veya tabiat hakkındaki düşüncesi yahut ihtiyaçları ya da kendi etrafındaki dünyayı nasıl idare edip düzenlemesi gerektiğine göre, tabiat üzerinde bağımsız bir fail vazifesini üstlenebilen müstakil bir varlık olarak tahayyül eden, Rönesans’ın getirdiği Hümanizmdir.” (Nasr, 1996, s.56)

Ortaya çıkan krizde sonraki bölümlerde geniş bir şekilde ele alınacak olan tabiatın kutsal yönünün seküler dünya görüşünün egemenliği altındaki modern insan tarafından yok edilmesi, Nasr’a göre bu felaketlerin birinci dereceden sorumlusu olmuştur. “Çevre krizi, aslen kutsal olmayan bir gerçeklik olarak görülen doğa üzerinde, beşerî varlıklara sınırsız bir güç veren içsel bir marazın ve bütün bir dünya görüşünün sonucudur.” (Nasr, 2002b, s.48)

Nasr’a göre, insan türünün çoğunluğu üzerinde dinin halen etkin, baskın bir sosyal kurum oluşu, bu kutsal yönün yeniden inşa edilmesinde dinin öncelikli bir taraf olarak sürece müdahil olmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü din, günümüzde hem insanlığın çoğunlukla itibar ettiği etkin bir sosyal kurumdur hem de günümüz çevre krizinin ortaya çıkmasını tetikleyen modern dünyanın ihtiraslarına ve aç gözlülüğüne karşı züht ve kanaatkârlık gibi dinginlik veren bir sükûnet imkânı sunabilir. “İnsanlığın büyük çoğunluğu için şimdi, her şeyden önce dinin zayıflatılması, ikinci olarak yeni tanrıları “ilerleme “ ve “gelişim” olan sözde bir din çeşidinden türeyen yeni bir değerler dizisi ile yer değiştirmesiyle körüklenen içimizdeki büyük ihtirasları kontrolün başka bir yolu yoktur.” (akt: Chittick, 2012, s.112)

Nasr, konu ile ilgili incelemelerini, kendisine son yüzyıla kadar batıda özel bir yuva kuran ve şimdi diğer kıtalara da yayılan ve çevrenin küresel ölçekte tahribinin baş sorumlusu olarak gördüğü modern dünyaya ev sahipliği yapan batıdaki hem felsefe hem de bilimle ilgi tarihsel değerlendirmelere yer vererek başlatır.

Sözü edilen dünya: “evrensel olarak savunulan ‘doğanın kutsallığı’ görüşünden uzaklaşarak insanı doğaya yabancılaştırılmış, kopmuş olarak gören ve doğanın kendisini de artık hayatın kaynağı olarak değil, onun yerine salt dünyevi insan tarafından kontrol edilerek sömürülecek cansız bir kütle, bir makine olarak” gören bir dünyadır. Bu yönüyle Nasr, bu dünyayı uzunca bir süredir bünyesine musallat olan hastalık ve sakatlıkları daha fazla içinde tutamayarak dışarı taşırmış bir dünya olarak teşhis etmektedir ki, çevre krizi hem bir ruhsal rahatsızlık ve uyumsuzluğun işaretidir hem de hastayı içinde bulunan durumun ciddiyetini fark etmesi için uyaran tabiî mesaj niteliğindedir.

Ve dikkat çekici olan şudur ki; Nasr’a göre, günümüzde çevre ve tabiat üzerine yeni yeni ortaya çıkan yüzeysel sorumlu girişimlerin altında gönül eğlendirme sefasının erken biteceği endişesiyle ortaya çıkmış hazımsızlık yatmaktadır. (Nasr,2008, s.42)

“Tabiattaki kriz, aynı zamanda bir hayat krizidir de. Bu yüzden de hayatın hayvan ve bitki olarak tecelli ettiği sadece dış dünyaya değil, içimize de, yani insanoğlunun içine de işlemiştir. içimizde hayatın anlamına ilişkin bir kriz mevcuttur” (Nasr, 1995b, s.34).

Bu dünya aynı zamanda “diğer herhangi bir gelenekte görülemeyecek şekilde doğa yasalarını ahlaki yasalardan ve insan ahlakını da evrenin işleyişinden” ayırmıştır. Nasr’ın çarpıcı ifadesiyle: “Çağdaş insan, tabiatı, kendisinden yararlandığı, ama kendisine karşı sorumlu olduğu bir eş gibi değil bir fahişe gibi görmektedir. Kendisine karşı hiçbir sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fahişe.. ..bir fahişe gibi kullanılan tabiatın durumu, günden güne, daha fazla gönül eğlendirmeyi imkânsız kılmaktadır.” (Nasr, 2009, s.105)

Öte yandan halen dünya üzerinde yaşanan mevcut çevre krizinin ortaya koymuş olduğu manzarada farklı coğrafyalarda yaşayan ve tabii çevreyi yok eden -en azından duruma seyirci kalan-bütün kültürlerin az çok payı bulunmaktadır. “Batıda doğup tedricen diğer bölgelere dağılan modern insan asırlarca gezegeni hep ilerleme, maddi başarı iktisadî gelişme ve on dokuzuncu yüzyılın diğer yanlış ideal ve tanrıları adına tahrip etmiştir. Dünyayı kazanmak gayesiyle semaya sırtını dönen modern insan bir anlamda bugün sırf semanın yitirilişinden dolayı dünyayı kaybetmektedir.” (Nasr, 1995b, akt: Chittick, 2012, s.123)

Nasr’a göre, içinde yaşadığımız çağda ortaya çıkan nüfus patlaması, kent yaşamındaki donukluk, her yönden tabii kaynakların tükenişi, doğal güzelliklerin tahrip edilişi, çevrenin makinelerce işgal edilişi, akıl hastalıklarındaki olağan üstü artış ve aşılması gittikçe daha da zorlaşan bin bir çeşit problemin temelinde açıkça tabiatın boyunduruk altına alınması yatmaktadır (Nasr, 2008, s.66). Nasr, modern insanın yaşadığı bunalımların altında insanın kutsal ile olan bağlarını kaybetmesini gerekçe gösterirken “Bugün istenmeyen bir şey olan beşeri yaşam bütünlüğünün bozulması, insan zihninin giderek daha çok bölümlere ayrılması ve insan ruhunun parçalanması hep sonuçta ilkesel bilginin yitirilmesi, insanın öğrendikleri ve bildiklerinin bu nedenle parçalara ayrılmasıyla ilişkilidir. Yani kısacası kutsal bilimin (Scienta Sacra) kaybedilmesi ile ilişkili” (Nasr, 1996, s.77) olduğunu belirtir.

“17. yy. da din, batıda evren üzerindeki iddiasını kaybetmiş ve doğal düzen ile ilgili dinî bilgi, sahnede egemen hale gelen yeni bilim paradigmasında meşruiyetini kaybetmiştir.” (Nasr, 1996, s.80). 17. yüzyıldan itibaren önceleri kıta Avrupa’sında sonraları ise başta Amerika olmak üzere hemen hemen bütün dünya coğrafyasında ağırlığını ve hâkimiyetini baskın bir şekilde hissettiren materyalist tabiat anlayışı, modern insanı, doğaya daha fazla hâkim olma konusunda fazlasıyla hırslandırmış ve kısır bir döngüyle sonu gelmez bir açgözlülüğe mahkûm etmiştir. Bu dönem aynı zamanda seküler hümanizmin ve dünyevi insanın mutlaklaştırıldığı bir döneme de tekabül etmektedir ki dinî sınırlılıklardan kendini kendince azat eden bu yeni insanın önünde doğal dünya, savunmasızca bekler görünmektedir (Nasr, 2002a,s.49). “İnsan semadan gelmiş ve tabiatla uyum içerisinde yaşayan bir mahlûk iken, kendini aşağıdan gelmiş biri olarak görüp tabiatın en öldürücü tahripçisi haline gelmiştir.” (Nasr, 1995a, s.51)

Geleneksel insanın mistik bir şekilde manevi doruklara tırmanma arzusu, maalesef ki yerini önceleri aşılmaz dağ zirvelerini alt etme, sonra da topyekûn evreni ele geçirme sevdasına, nihayetinde ise tüm bir tabiatı boyunduruk altına alma arzusuna dönüşmüştür. (Nasr, 2015, s.19)

Geleneksel insanın mistik bir şekilde manevi doruklara tırmanma arzusu, maalesef ki yerini önceleri aşılmaz dağ zirvelerini alt etme, sonra da topyekûn evreni ele geçirme sevdasına, nihayetinde ise tüm bir tabiatı boyunduruk altına alma arzusuna dönüşmüştür. (Nasr, 2015, s.19)

“Geleneksel insanın tabiat dünyasında nesnel olarak ve tabiatın ontolojik gerçekliğin bir parçası olarak görüldüğü semboller, artık tabiata dair dini bilgiyi ciddiye almayan bu zihniyet tipi tarafından bir kenara bırakılmıştır.” (akt:Chittick, 2012, s.119)

Böylece çevre bunalımı, Nasr’a göre, insanın ilahî olanı ve onun bütün bir varlık sahasının mevcudiyetini devam ettirdiği hakiki çevre olarak görülmesinin reddedilmesinden kaynaklanmaktadır. “Çevrenin tahribata uğraması, modern insanın doğal çevreyi ontolojik olarak bağımsız bir gerçeklik düzeni ve ilahi çevreden kopuk bir şey olarak görmek istemesinin bir neticesidir.” (Nasr, 1995a, s.98)

Her ne kadar birçok Hristiyan veya Yahudi ilahiyatçı ve -Nasr’a göre İslam’ın da içinde bulunduğu batılı olmayan dinler, konu ile ilgili dinî ritüelleri dillendirmeye, bir doğal çevre teolojisi, etik ya da ekoteoloji geliştirmeye çalışmış olsa da süreç, hali hazırda sonu kestirilemeyen hastalıklı bir yörüngede ilerlemeye devam etmektedir.

Çünkü Nasr’a göre dinler de halen durumun kendilerine bakan yönlerinden habersizdirler. Zaten Nasr’ın amacı da, modern bilimin totaliter iddialarını çürütmek ve çeşitli geleneklerin yüzyıllar boyunca kendi kozmolojileri ve kutsal bilimleri içerisinde geliştirdiği dini doğal düzen görüşünün ifadelerine yer açmaktır. (Nasr, 2002a, s.76)

Burada “din” ve “maneviyat’ kelimelerinin üzerindeki ayrıma dikkat etmek gerekir. Her ne kadar ikisi bir birinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayıcı bir şekilde özdeşlik arz etmiş görünse ve hiyerarşik olarak yukarı doğru bir bütünlüğü sağlamış olsa da iki kavramın anlamsal muhtevası tabiatın içsel mesajını algılamada farklı fonksiyonlar ihtiva etmektedir. Çünkü salt hukuka dayalı dinî ritüellerin tabiatın derunî-batinî yönünü görmede yetersiz kalmasına mukabil, tabiatı anlamlandırma için ihtiyaç duyulan ve tek tek dini tecrübeleri ortak bir paydada buluşturan metafizik-manevi bir bakış açısına her zaman ihtiyaç duyulabilmektedir. (akt: Chittick, 2012, s.115)

Esasında bilim ve teknolojinin asli konumunu, onu ortaya çıkaran insanın takdir etmesi gerekirken günümüzde teknik ve teknoloji insanın hâkimiyet mazbatası şeklinde algılanmış, o ve onun tarafında olanlar mağrur bir kibirlilikle tabiata her istediklerini yapabileceklerini zannetme yanılgısına düşmüşlerdir. “Teknolojinin doğal çevre üzerinde yaptığı kıyım, su, hava ve çevre kirlenmesi vb. tüm sorunlar, modern insanın tutulduğu hafıza kaybı ya da unutkanlık hastalığından kaynaklanmaktadır.” (Nasr, 2015, s.65). Bu bağlamda Nasr, «tabiatın gözcüsü» olması gereken insanoğlunun bilimin şımarıklığıyla kendine zoraki bir «tabiata hâkim olma» görevi addettiğini belirterek, hali hazırdaki krizin hem sebebi aynı zamanda hem de sonucu olarak gördüğü bilimsel bakış açısının tek meşru otorite görülmesini derinden eleştirmektedir. (Nasr, 2009, s.8) Bu yaklaşımla Nasr, genel olarak çevre sorunlarının temel sebebini de ortaya koymaktadır.

Nasr’ın bu eleştirisinde, bilimin gündelik hayattan uzak oluşu ve bilim adamı ile sokaktaki adamın arasındaki mesafenin açık oluşunun önemli etkisi vardır. Ayrıca bilimin anlaşılması, yorumlanması ve uygulanmasını sağlayan araçların ortaya çıkardığı şiddetli bunalımlar, bu denli bir eleştiriyi haklı kılmaktadır. “Modern dünyada çevre, egemen felsefeyi izlemek suretiyle yok edilmektedir.” (akt: Chittick, 2012, s.7)

Nasr’a göre bilim, kozmik düzenin dokusu içerisinde çevresini yakarak ilerleyen bir ateşe dönüşmüştür. “..tabiatla iş birliği yapacak yerde, durmadan ilerleyen bir ateşe dönüşmüştür. “..tabiatla iş birliği yapacak yerde, durmadan onunla çatışan modern medeniyetin her haliyle gösterdiği üzere, modern insanla tabiat arasında topyekûn bir dengesizlik vardır.” (Nasr,2009, s.31

Öte yandan hali hazırda herhangi bir geleneksel dinin tabiat üzerine söyleyeceklerini Rasyonalizm, Hümanizm, Postmodernizm ve Rölativizm çemberinde septik kuruntulara kurban eden bir bakışla modern bilim anlayışının kendi ayakları altından kayan zemine tutunarak mevcut çevre krizine çözüm bulunabileceğini beklemek de en sade bir ifade ile safdillik olarak görünmektedir. “Batı’da tabiatla alakalı dini bakış açısı kaybolmuştur. Burada bile din halen sıradan insanların dinlediği şeydir; oysa bu sayı dünyanın diğer bölümlerinde çok daha fazladır. Bu nedenle de dinin yerini değiştirmeye çalışan herhangi bir sekülerist ideoloji, daima dinin rolünü oynamaya gayret eder. Bu durum şu an birçok insan için bir “din” olarak kabul gören Batı’nın modern bilim ideolojisinde söz konusudur.” (Chittick, 2012, s.117)

Nasr, küresel ölçekte böylesi bir tehdidin eşiğinde modern insanın elindekileri tüketerek daha fazla ilerleyemeyeceğini fark etmesiyle, zoraki bir yeni gökler ve yerler arayışına girmeye mecbur kaldığını belirtir. Dünyanın geleceğini koruma adına atılan adımların selameti, doğal düzen içerisinde hak sahibi olan bütün insanlık âleminin, denklemin bir tarafında yer etmesine bağlıdır. Bu durum göz ardı edildiği müddetçe her türlü çözüm arayışı, tabiatın memnuniyetsizliğine çarparak insanlığın vicdanında yeni hayal kırıklıkları ve yeni çözümsüzlüklere dönüşecektir. Çünkü tabiat ile insan arasında bilimin mevcut yöntemlerle asla fark edemeyeceği çok özel bütünlük ve çok özel etkileşim söz konusudur. Diğer dinler, diğer Yer ve Gökler pozisyonuyla tam da burada bu etkileşimin tarihsel hafızasını teşkil etmektedir. (Nasr,2002a, s.23)

Nasr’ın bu yüksek düzeyde gerçeklik dünyası, insanların kozmosun metafizik dünyasına sırtını döndüğünde bozulan doğal düzeni yeniden kurmak için başvurmaya mecbur kaldıkları başka gökler ya da başka yerlerden başkası değildir. “Bu dönemlerde de insanlar yaşaya geldikleri Göğün altında Yeri tahrip etmekle; gerçek Gök kavramını metafiziksel, kozmolojik ve teolojik anlamda reddedenlere katılmaktadır. İnsanoğlu tabiat düzenini bozmayı sürdürdükçe ve hatta bir asır kadar önce tasavvur edilemeyecek oranlarda bir kozmik kaos tehdidi arz ettikçe, günümüzde çabalarını daha da artan düzeyde doğal düzenin tahribi doğrultusunda birleştirmekte olan birçok toplumun yaşam biçimini belirleyen başka Yerler ve Göklere dönmek zorunlu olmaktadır.” (Nasr, 1995a, s.29) Böylece bu Gökler ve Yer üzerinden belli bir dini ritüel ortaya koyarak gerçekliğin yüksek seviyeleri olan metafizik veya maneviyat ile insanlık arasında özel bağ kurmuş, tabiatın dili ve mesajını anlamak için fırsat doğmuş olur. (Chittick, 2012, s.95)

Nasr, M. Eliade’ye yaptığı atıfla tabiatın (kozmos) ve insanın, “logos” un (küllî aklın) tezahürleri olarak görüldüğünü ifade eder. (akt: Chittick, 2012, s.71) Hatta bizzat kozmosun kendisi, insanın içinde yaşayıp öldüğü topyekûn mana âleminin ayrılmaz bir parçasıdır.

Nasr’ın üzerinde ısrarla durduğu önemli bir nokta ise; modern olmayan diğer gruptaki birçok insana göre tabiatın kutsal bir tarafının olduğu gerçeğidir. Bu bakış açısında Nasr, “kozmos insanla konuşur, kozmosta olup biten her şeyin bir manası vardır. Bunlar kozmik alanın hem perdelediği, hem de ifşa ettiği daha yüksek düzeyde bir gerçekliğin sembolleridir” der. (Nasr, 1995b; akt: Chittick, 2012, s.88)

Nasr, M. Eliade’ye yaptığı atıfla tabiatın (kozmos) ve insanın, “logos” un (küllî aklın) tezahürleri olarak görüldüğünü ifade eder. (akt: Chittick, 2012, s.71) Hatta bizzat kozmosun kendisi, insanın içinde yaşayıp öldüğü topyekûn mana âleminin ayrılmaz bir parçasıdır.

“İnsan-ı kâmil kendisinde varoluşun tüm derecelerini ihtiva eder ve hem kozmosun hem de insanın arketipidir. Dolayısıyla insan ve kozmos arasında elbette fizikî ve niceliksel olarak değil, metafizik açıdan derin bir mütekabiliyet mevcuttur.” (Chittick, 2012, s.143)

Nasr günümüzde geldiği noktada tabiat biliminin ortaya çıkabilmesi için, öncelikle kozmosun özünün sahip olduğu bu kutsal niteliğinden kopartılmak, diğer bir deyişle profanlaşmak zorunda bırakıldığını ifade eder. Bu sebeple bilimsel tabiat görüşüne batmış olanlar için tabiat şu halde saydamlığını yitirmiş, donuk ve anlamsız bir hal almıştır.

Dolayısıyla tabiat ilimleri sembolik muhtevalarını yitirmişler -simya- gibi kozmik bir şenlikten kimya gibi bütün kutsiyetlerin yitirildiği bilimlere indirgenmişlerdir. Modern bilimsel dünya görüşünün yol açtığı bunalımın ardında yatan yegâne neden de Nasr’a göre budur. (Chittick, 2012, s.154)

Modern Bilime dayalı bu tek düze bakış açısının biçimsel gerçekliğin tüm düzlemleriyle uğraşan kozmolojiyi alabildiğine sınırladığını söylemekte ve bu dar bakış açısının onu neredeyse imkânsızlaştırdığını öne sürmektedir. Nasr’a göre maddi düzlem, sözü geçen gerçeklik boyutlarının sadece bir katmanıdır. (Nasr, 2008, s.70)

Nasr’a göre, Kozmoloji ile meşgul olmak, profanlaşmış bir bakış açısıyla, laik bir zihinsel iz düşümle doğal olarak mümkün değildir. Çünkü Kozmoloji kendi sınırları içinden bir noktadan sabit alınarak kuşatılacak tek düze bir kurgunun çok ötesinde, akılsal imkânın ve fiziksel kuralların üstünde aşkın bir mahiyete sahiptir.

Bu sebepledir ki vahye ve metafizik öğretiye bağlı olmak zorundadır. Ancak bunların rehberliğinde emin adımlarla ilerleyebilir. “isterse galaksilere uzanmış olsun, varoluşun yalnızca maddi ve cismani düzleminde temellendirilen, üstelik her gün değişen bireysel tahminlere dayalı bir kozmoloji, gerçek kozmoloji değildir.” (Nasr, 2015,s.83) Özetle Nasr, Evren’in vahiy ve metafizikle birlikte okunması gerektiğini vurgulamaktadır.

ilimsel faaliyetler 17. Yüzyıl’dan itibaren teknik ve sembolik ifadelere indirgenmiş, hakikat arayışı bilim insanlarının gündemini pek de meşgul etmemiştir. “Ne var ki, varsayımlar oluşturulduktan sonra ve onlara dayanan bu bilim ortaya çıktıktan sonra, bunlar gönül rahatlığıyla unutulmuş; gerçekliğin gerçek niteliğini de bu bilimin sonuçlarının belirlediği öne sürülmüştür” (Chittick, 2012, s.19). Modern bilim tabiatı neredeyse bir deney malzemesi konumuna indirgemiş, doğal haliyle gerçek tabiatı değil aksine laboratuvara getirilen ve sınırlı şartlar altında deneye tabi tutulan parçalanmış bir tabiatla avunma yolu tercih edilmiştir. (Nasr, 1996,s.117) Nasr, modern bilimin bu yaklaşımlarını ciddi eleştirilere tabi tutmaktadır.

Nasr, teoloji ve bilim arasındaki çatışmaya, pozitivist bilim anlayışının ortaya çıkışında etkili olan birçok bilim felsefecilerinden, fizik, matematik ve felsefe sahalarında alana ait daha somut örnekler vererek konuyu detaylandırır. Bilim felsefesinde hâkim olan görüş felsefenin büyük bir bölümünün hatta bizzat aklın bile doğrudan bilime teslim olduğu yönündedir. “Batı’daki felsefeciler dört yüz yıl boyunca seküler ahlakı geliştirmeye çabalayan bilimselciliğin tesiri altında kalmışlardır.” (akt: Chittick, 2012, s.71)

Felsefe, bilimsel yöntemleri veya buluşları tenkit edeceği, sorgulayacağı, muhasebe edeceği yerde bilimin bir gölgesi haline dönüştürülmüştür. (Nasr, 1995a, s.13)

Her ne kadar kıta Avrupa’sında egzistansiyalizm ve fenomenoloji gibi bilimsel bakış üzerinde etkisiz bazı akımlar olsa da bunlar kimi zaman yeterince tesir edememiş, özellikle egzistansiyalizm için düşündüğümüzde maalesef ki insanla tabiat arasındaki bağı iyice koparmış, bilimle de pek alakadar olmamıştır. (Nasr, 2002a, s.27) Nasr’ın burada eleştiriye tabi tuttuğu felsefe, modernizmin ve bilimsel bakış açısının ortaya çıkmaya başladığı ve geliştiği dönemlerdeki felsefi faaliyetlere karşılık gelen felsefî hareketliliktir.

Pek tabi yer yer bilim eleştirmenleri de sahneye çıkmış ancak onların eleştirileri de yine yüzeysel kalmış, Nasr’ın ısrarla üzerinde durduğu metafizik bilginin yani gerçekliğin ve bilimin derecelerini belirleyecek tek şey olan “scientia sacra”yı fark etme seviyesine ulaşamamıştır.

Sonuç olarak hem bilimsel yaklaşım hem felsefi faaliyetler hem de bunlara karşı yapılan cılız eleştiriler Nasr’ın Kutsal Bilim olarak adlandırdığı farkındalık seviyesine ulaşamamaktadır.

Anarşizmin kapitalizm ve aydınlanma eleştirisinden hareket eden ekoanarşizmin anlaşılabilmesi için öncelikle kapitalist üretim sürecine ve onun insandoğa ilişkisinde yarattığı tahribata değinmekte fayda vardır. Ekolojik krizlerin kaynağıyla ilgili yapılan temel hata, kapitalizmden ziyade teknolojiye odaklanmaktır.

Teknolojinin bu konudaki işlevi, toplum-doğa ilişkisini görünür kılmaktır. Dolayısıyla kapitalizmin kendisini hedef almak yerine teknolojiye odaklanmak bir nevi gölgelerle savaşmak anlamına gelmektedir. Kapitalizm, “özel mülkiyete, emek sömürüsüne, artık değere, artık nüfusa, sermaye birikiminin sürekli kılınmasına, bunu olanaklı kılmak üzere üretim ve tüketimin sürekli büyümesine, bu büyümeyi olanaklı kılan teknolojik gelişmelerle desteklenmiş doğal kaynak sömürüsünün artmasına ve yaygınlaşmasına dayanan bir üretim tarzıdır.

Oysa toplumsal ekoloji, hiyerarşi ve tahakkümü daha geniş bir şekilde inceleyerek göstermiştir ki, hiyerarşi tamamıyla toplumsal bir kavramdır. Toplumsal ekoloji düşüncesinin toplum tasavvuruna göre, Ünal (2010)’ın işaret ettiği üzere, yaşlılar gençleri, erkekler kadınları, devlet toplumu, bireyler doğayı tahakküm altına almış ve bir bakıma sömürmektedir. Toplumdaki bu sömürünün bitmesi ve insanların doğa ile barış içinde yaşaması için mevcut toplumsal yapının değişmesi ve toplumun ekolojik ilkelere göre yeniden kurulması gerekir. Bu düşünce ve iddialar ütopik de olsa ekolojik bunalımları dile getirdiği ve mevcut sistemi sorguladığı için önemlidir. Herhangi bir düşüncenin olgunluğa ermesi kendi kendisiyle hesaplaşmasına bağlıdır.

Toplumsal ekoloji hareketi, doğa sorunu ile toplumsal sorun arasında bağ kurarak, modern toplumun doğasını sorgulamaktadır. Ekolojik bunalımı modern toplumun işleyişindeki bir aksaklık olarak değil, aksine modern toplumun başarısının yol açtığı bir bunalım olarak görmektedir. Çünkü modern siyasal-toplumsal örgütlenme ve bu örgütlenmeye kaynaklık eden değerler sistemi, doğa ve toplumu karşıtlık temelinde ele almaktadır.

Dolayısıyla ekolojik bunalım, modern-endüstriyel toplumun doğasından kaynaklanmaktadır. Bu bunalımı çözmek için toplumsal ekoloji hareketi akılcı ekolojik toplumu yaratmak, doğayı ve insanı özgürleştirmek ve insanileştirmek, aynı zamanda insanın insana ve insanın doğaya tahakkümünü kaldırmak amacıyla konfederal bir siyasal sistemi ve yerelleşmeyi önermektedir. Bu önerileri ortaya koyarken, toplumsal ekoloji hareketi kendini diğer çevreci hareketlerden ayırmakta, onların insanı merkeze alan, sömürüyü meşrulaştıran ve toplumsal ve felsefi derinlikten uzak çözümlemelerini radikal bir biçimde eleştirmektedir. (Ünal,2010 s.122)

Çevre, teknoloji, toplum etkileşimi, çevre sorunun ele alınışında önemli bir unsurdur. Endüstrileşme sürecinin yeni bir devrim yaşadığı günümüzde, enerji kaynaklarının kıtlığı, alternatif teknolojilerin çevresel etkileri gibi birçok tartışma alanı oluşmuştur. Bu alanların içinde enerji demokrasisi, gıda güvenliği, nükleer tehlikeler gibi alt başlıklar da, insanoğlunun cevap araması gereken sorunlar olarak karşısına çıkmaktadır. Enerji demokrasisi, çok yönlü bir kavramdır. Enerji süreçlerinin teknolojik gelişmelerle yürütüldüğü günümüzde, sosyal, politik, eğitim, iktisadi yönleri kapsamaktadır. Özellikle artan nüfus, tarım alanlarının azlığı, enerji yönetiminde adaletli bir sistem yaratma ihtiyacı, önümüzdeki yıllarda çözüm bekleyen konular arasındadır.

Eko-anarşistlerin önerdikleri toplum, moderniteyle mücadele etmektedir, özgürlüğü sağlayan insanî değerler temelinde örgütlenmiş ve karşılıklı yardım ve işbirliğine dayalı bir toplumdur. Böyle bir yapı aynı zamanda ekolojik dengeyi ve bütünlüğü korumayı kendine bir amaç edinir. Böylece toplum yapısını oluşturmak için merkezî, bürokratik ve geleneksel örgüt biçiminde toplumu arındırmak gerekmektedir. (Yücel, 2009, s.78)

Bu hususta Gelenekselci Ekol nezdinde modernite kavramının “hesaplaşılması” gereken yönü nedeniyle, çok özel bir konumu bulunmaktadır. Yani kavramsal olarak aktarmaya çalıştığımız anlamından ziyade modernite; insanı ebedî ilkelerden, aşkın olandan koparan ve bu bakımdan tam da geleneğin zıddı durumundaki bir sistemdir. (Zengin, 2015, s.45)

Nasr’ın bu düşüncesinde, iki karşıtlık (zıtlık) olarak beliren modernite ve gelenek bir gerilim alanı oluşturmuş ve nihayetinde gelenekselciler modernitenin ezelî hikmetten bir sapma süreci olduğunu vurgulayarak, bu sürecin insanlığa ket vurduğunu dile getirmişlerdir.

Bu noktada İslami bakış açısının önemi ortaya çıkmaktadır. İslam’da tek değer kaynağı Rabb’ dir. İnsan ve doğanın diğer unsurları, araçlar olarak düşünülebilir. İslami çevre anlayışını, insan merkezli yahut çevre merkezli olarak tanımlama zor olacaktır. Tanrı merkezli bir anlayışın hakim olduğu söylenebilir.

Çevre etiği konusunun bilimsel eğitimin tüm safhalarında uygulanabilir bir müfredatının oluşması, tartışmaların dışında bir ilmi faaliyet olarak değerlendirilmelidir. Çevre sorunlarının giderilmesinde çevre eğitiminin büyük bir önemi söz konusudur. Yanı sıra insanın dünya içerisindeki konumundan kaynaklanan sorunlar, ilginçtir, uzay çalışmaları ile yeni bir aşamaya geçmektedir. İnsanoğlu, iletişim teknolojilerindeki yeniliklerin, ilerlemelerin yanı sıra uydular örneğinden ilerleyecek olursak uzayın da kirlenmesine sebep olmaktadır. İnsanın çevreye nazarı ele alınmalı ve özellikle bilinç sistemi içerisinde yapılandırılmalıdır. (Curi, 2009, akt: Gül, 2013, s.19) Kirlilik olgusu, enerjiyle olan ilişkiden kaynaklanarak insan-çevre etkileşimini etkilemektedir. Enerjinin üretimi, kullanımı, çevreye etkisi, kullanılan enerji türüne göre farklı doğal unsurlarının dengesini bozması (toprak, su, hava gibi) insanoğlunun çevreyle olan ilişki biçimini değiştirmesi noktasında değerlendirilmektedir.” (Karabulut, 2000, s.100)

Bireyci bakış açısına karşılık ortaya çıkan bütüncül bir gözle olaya yaklaşan ekolojik görüşün (Ertürk, 2011, akt: Gül, 2013, s.20) insan-çevre ilişkisini canlı cansız varlıkları gözeterek yeni bir anlayış sistemine yönelttiğini söyleyebiliriz. Çevre çalışmaları, mühendislik, fen bilimleri gibi teknik unsurların yanı sıra toplumu ilgilendiren bir disiplindir. Bu bağlamda doğanın eşsiz harmonisinin bozulduğunu, bunun sonucunda insanoğlunun geleceğinde büyük maddi, manevi sıkıntıların oluşacağını söylemek gerekmektedir. Çevre ile ilgili tartışmalar, tarafgir bir noktadan, cephe tutarak değil, teknik verilerin ışığında yorumlanarak anlam kazanmalıdır.

Çevre konusu, hem ülkemiz hem de diğer ülkeler için önemli bir uğraş alanıdır. Çevresiyle birlikte yaşayan insanoğlu, olası bir kirlilik yahut sorun söz konusu olursa çevreden birincil etkilenecek unsurlar arasındadır. Bu doğrultuda çevre ile ilgili çokça bilimsel çalışma yapılmasına rağmen, çevre bilincinin genç kuşaklara kazandırılması, toplumsal bir çevre duyarlılığının oluşturulması, çevre farkındalığının oluşması için çevre bilinci daha önemli bir hal almaktadır. Çevre farkındalığının oluşmasında düşünsel tartışmaların önemlidir. Düşünsel tartışmalar sayesinde çevre ile ilgili bakış zenginliğinin yanı sıra, insanoğlunun çevre ile ilgili yaklaşımlarının oluşmasında farklılıklar penceresinden konuyu değerlendirme gibi yeni alanlar açılacaktır.

Çevre tartışmalarının politik bir düzlemde ele alınması konunun bilimsel altyapısını gündemden uzaklaştırmaktadır. Çevre felsefesi içerisinde var olan çalışmalar için de, bütünlüklü bir bakış açısıyla konuya yaklaşmak elzemdir. Karşıt adlandırılan görüşlerin tartışılması, tartışmaya ilişkin derinlik kazandırmasının yanı sıra konunun çözümüne dair somut çıktıların buluşmasına yönelik eylemleri harekete geçirebilmektedir. Çevre sorunlarına ilişkin gerçekleşecek felsefi çalışmaların disiplinler arası bir yolla zenginleştirilmesi bu çağın ihtiyaç duyduğu düşünsel temelleri açığa çıkarmak için önemli ve somut bir adım olarak değerlendirilmektedir. Bireylerin, çevre tartışmaları ile ilgili konumlarında yetişmiş oldukları kültürün büyük bir payı söz konusudur. Ancak, küreselleşen dünyanın bir köy haline dönüşmesi kültürlerin yerini bir üst kültürün bırakmasına sebep olmaktadır.

Çevrenin, şehir kültürü içinde küçük bir yeşil alan olarak görülmesi, yarışma programlarında savaşılan bir doğa olarak yansıtılması anlayışı, enerji sektöründeki gelişmelerle oluşan yeni teknolojilerin çevresel etki analizleri düşünsel tartışmaların odağındadır. Günümüz toplumunda ortaya çıkan eko-köyler gibi hareketler, bireysel farkındalıkların çevre üzerine yoğunlaşması S. Hüseyin Nasr gibi filozofların mevcut fikirlerinin daha farklı zeminlerde tartışılmasına vesile olacaktır.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın varlığa bakışı, çevre ile ilgili görüşlerini etkilemiştir. Çevreye bakışta, Yaratıcının tezahürünün etkisi olarak ele alınması, poetik/edebi bir yaklaşımla çevreye yaklaşması önemlidir. Çevre sorunları, modern zamanların bir problemi olarak ele alınabilir. Nasr’ın önemi, çevre ile ilgili yaklaşımları, çevre sorunları olası teknik önlemler alınsa ve ortadan kalksa dahi kapsayıcı bir tutum içermektedir. Varlığın bir tezahürü olarak, çevreye bakışı, insanoğlunun sorunlara yaklaşımında kolaylaştırıcı ilkeler sunabilir. Yüksek Lisans Tezi A.G Danışman Prof. Dr. B.K

Bugün herkes savaş tehlikesinden, nüfus artışından, hava kirliğinden, suların zehirlendiğinden söz ediyor. Ama aynı kişiler, bir yandan da, daha fazla gelişmek gerektiğinden, hayatın bizzat kendisinden kaynaklanan “beşeri sefalet”le savaşmaktan.. dem vuruyorlar. Bir başka deyişle, insanla tabiat arasındaki dengenin tahrip edilmiş olmasından kaynaklanan sorunları, daha fazla tahribat yaparak, tabiatı biraz daha “ele geçirerek”, onu biraz daha “boyunduruğa vurarak” ortadan kaldırabileceklerini sanıyorlar. Pek az kişi, gerçeği olduğu gibi görüp, tabiat ve doğal çevre karşısındaki -saldırıya ve savaşa dayanan- tavır değiştirilmediği sürece insan toplumunda barışı sağlamanın mümkün olmadığını anlayabilmektedir. Dahası, tabiatla barışık olmanın manevi düzenle barışık olmaya bağlı olduğunu kimse anlamak istememektedir. Seyyid Hüseyin Nasr

Comments are closed.