Adını ikinci âyetinde geçen alak kelimesinden alan sûrenin âyet sayısı, bazı farklı görüşler olmakla birlikte, on dokuzdur. Fâsılaları ب، ة، ق، م، ى harfleridir. Genellikle “kan pıhtısı” diye açıklanan alakın, döllenmiş hücrenin ana rahminde tutunan, yani embriyon safhasından önceki halini (nidation) ifade ettiğini söylemek mümkündür. “Oku” anlamına gelen ilk kelimesi ikra’dan dolayı İkra’ adını da alan bu sûrenin ilk beş âyeti Hz. Muhammed’e gelen ilâhî vahyin başlangıcını teşkil etmektedir. Alak sûresinin Mekkî sûrelerden olduğu kesindir; ancak onun Kur’an’ın ilk nâzil olan sûresi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Bazı müfessirler ilk nâzil olan sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir. Daha çok tercih edilen görüşe göre, Alak sûresinin ilk beş âyeti Kur’an’ın ilk nâzil olan âyetleridir. Müddessir sûresinin ilk âyetleri ile daha başka bazı âyetlerden sonra tam sûre olarak ilk nâzil olan sûre ise Fâtiha’dır.
Sûrenin geri kalan on dört âyetinin çok daha sonra ve Ebû Cehil hakkında nâzil olduğu rivayet edilir.
Alak sûresi, vahiy bilgisinin insanı olgunlaştırmadaki önemini belirtmektedir. Buna göre yaratanı tanımak, ilmin de dinin de temelini teşkil eder. İlk vahyin “oku” emriyle başlaması ve bu emrin beş kısa âyet içinde iki defa tekrar edilmesi, okumanın insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Birinci emrin yaratanı, ikinci emrin ise kalem karinesiyle yaratılanları tanımaya işaret olduğu da söylenmiştir. Kur’an, insanın öteki canlılar arasındaki yerini belirlerken onun “mazhar-ı esmâ” (el-Bakara 2/31) kılındığını ve bu öğrenme özelliği ile onlardan ayrıldığını ifade eder. Bilgisiz olan ve biraz da zenginliğine güvenip şımaran kimsenin kolayca emir ve kuralları çiğnediği, bu sûrenin daha sonraki âyetlerinde bildirilir. İnsanın gerçek kurtuluşu ise Allah’a yakınlaşma çabasına bağlıdır.
Bu da onun çevresine zarar veren kötü ve çirkin huylardan arınıp Allah’ın emirlerine itaat etmesiyle ve bu itaatin en belirgin ifadesi olan secde ile mümkündür. Sûrenin son âyeti buna işaret etmek üzere secde emrini ihtiva etmektedir; nitekim bu son âyette tilâvet secdesi vardır. Sûre, insanı hem başlangıç, hem sonuç bakımından bütün olarak ele almaktadır. İnsan olarak yaratılmak bilmeyi, tanımayı, tanımak ise yaratana secde etmeyi gerektirir. Sûre bütünüyle, “Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât 51/56) âyetinin açıklaması gibidir. /Emin Işık
“Ve de ki: Rabbim! İlmimi artır.”
Henüz okunacak bir kitap verilmeden oku oku denilmekle “İşte bu kitap” (Bakara, 2/1) diye başlayarak okunacak kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru “oku oku” diye emredilmesindeki mânâ elbette farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden sonra da peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir yenileme ve hiçbir zamanda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere “O halde bir işi bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste.” (İnşirah 94/7-8) mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir devam mânâsı vardır. İlk indirildiğinde okumaya başlamak için varid olan bu pekiştirilmiş emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve bu şekilde önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü’l-hâkimîn (hükmedenlerin en doğru hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya açıklama hususunda buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk indirilen beş âyet, sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı olduğunu açıklayan ve Allah’a dönüşü ifade eden “Hayır! Gerçekten insan, kendisini zengin görünce azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir.” âyetleri ile takip edilmiştir. Demek ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile gelmiş ve sonra da insan bir mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve kulluktan kendisini doygun olur zannetmemesi ve başlangıç ve sonuç birleştirilerek, her sonucun bir başlangıç gibi bilinmesi için bu emri kapsayan bu sûre buraya yerleştirilmiştir. Bu mânâ “Ecelin gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr 15/99); “Ve de ki: Rabbim! İlmimi artır.” (Tâhâ, 20/115) âyetlerinin de mânâsıdır. ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR
Alâk Sûresi – Prof.Dr. Mehmet Okuyan
Bismillâhirrahmânirrahîm 1- Yaratan Rabbinin adıyla oku! 2- O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.3- Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir .4- O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. 5- İnsana bilmediği şeyleri öğretti.
“Oku!”
Yüce Rabbimiz, vahye muhatap olan kişi olarak öncelikle Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve onun mübârek şahsında tüm insanlığa ilk tâlimatıyla büyük bir ufuk açar. Doğru yol rehberi olarak indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in ve imtihan için var ettiği hayatın bir hulâsasını verir. İnsanın niçin dünyaya geldiğini beyân eder. “Okumak” için yaratıldığımızı ve bu okumanın da “Yaratan Rab” adına olması gerektiğini öğretir.
Derin bir tefekkürle anlaşılmaya çalışıldığında Cenâb-ı Hakk’ın “Oku!” emrinin şümûlünün son derece geniş olduğu görülür: “Oku! Allah adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir damlacık sudan, rahme tutunan yapışkan bir maddeden yaratan, fakat ona her şeyi okumak, aydınlatmak, anlamak ve anladığını yaşayıp yaşatmak imkânını veren yüce Rabbin adıyla oku! İnsana okumak nimetini ihsân ile en büyük lutfu gösteren Allah’ın adıyla oku! Allah’ın adıyla okunabilecek her şeyi oku! Allah’ın kitâbını oku! Allah’ın âyetlerini oku! Kâinat kitâbını oku! Doğru yolu bulmak ve sapıklıktan uzaklaşmak için oku! İmanını kemâle erdirmek için oku! Öğrenmek için oku! Rabbine yaklaşmak için oku! Sebeplere bakarak o sebepleri yaratanı oku! Esere bakarak ilâhî müessiri oku! Sanata bakarak gerçek sanatkârı oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allah’ın adıyla oku!”
Bu izahtan da anlaşıldığı üzere “oku” emri, sadece zâhir anlamda bir okuma emri değildir. Esasen kalbin, mânevî terbiye, tezkiye ve tasfiye netîcesinde kitap ve hikmetin mâna ve işaretlerini alıcı hâle gelmesidir. Bununla, tecellîlerin yansıma mahalli olan kalple her şeyi okuyabilmek kastedilmektedir. Yâni kâinatın bir kitap hâline gelmesi, kalbin kâinat sayfalarını çevirip hikmetleri ve ilâhî sırları okuyabilmesidir. Hâsılı insanın kâinatı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, anlaması ve yaşamasıdır.
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” buyrulmasında pek çok hikmet vardır. Birinci hikmet “ünsiyet”tir. Çünkü isim müsemmâyı çeker. İnsan sevdiğini anar, sevmediğini ise kahren anar. İsimle ünsiyet, kişiyi müsemmâ ile ünsiyete götürür. Allah’ın ismini zikir zamanla insanı Allah’a yaklaştırır. Çünkü dille zikir insanı yavaş yavaş kalple zikre alıştırır. Bu hâl, neticede insanı lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefrete götürür. Ayrıca bu âyet, okumaya Allah adıyla başlamayı emir buyurmakla Kur’ân-ı Kerîm okumaya بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ (Bismillahirrahmanirrahim) diyerek başlamanın önemine işaret etmiş olmaktadır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), besmelenin, yapılması günah olmayan her bir işin başında okunmasının bereket getireceğini beyân etmiş ve: “Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz olmaya mahkumdur” buyurmuştur. (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-Ummâl, I, 555, no: 2491)
Her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, ilk mesajlarında “okuma”nın hemen peşinden esas okunması gereken şeylerden birine işaret etmek üzere insanın yaratılışına dikkat çekiyor, onu bir “alak”tan yarattığını beyân ediyor. İnsana kendi zatını yine insanın yaratılışını örnek vererek tanıtıyor.
O, insanı ‘alaktan (embriyodan) yarattı.
Âyette bahsedilen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesi, insanın yaratılış safhalarından bir devreye işaret eder. Hac suresinin 5. ayetinde ve Mü’minûn suresinin 14. ayetinde “nutfe” safhasından sonra “alaka” safhası geldiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla “alaka”, karışık nutfe oluşumundan sonraki safhadır. Bu safha “karışık nutfe”nin yani “döllenmiş yumurta”nın rahme asılmasıyla başlar. Zaten “alaka” sözlük olarak ilişmek, yapışıp tutunmak, bağlı olmak anlamlarına gelir. Bu hususta, aynı zamanda bir tıp doktoru olan Maurice Bucaille şu açıklamayı yapar: “Yumurtanın döl yatağına yerleşmesi, onun pürtüklü özelliği sayesinde gerçekleşir. Bu pürtükler, yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa yerleşen kökler gibi, yumurtanın gerekli gelişimini sağlamak amacıyla, ihtiyacı olan elemanları almak üzere organın derinliklerine doğru dalar. Bu oluşumlar, yumurtayı kelimenin tam anlamıyla döl yatağına yapıştırır. Bunların bilinmesi ise, ancak çağımızda gerçekleşmiştir. Bu kelimeye «kan pıhtısı» veya «yapışıklık» anlamı vermek uygun değildir. İnsan, asla kan pıhtısı safhası geçirmemiştir. Dolayısıyla kelimenin ilk anlamı «asılıp tutunan bir şey» demek olup, bugün iyice tesbit edilen gerçek duruma da tam tamına uygundur.” (Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, s. 300-301)
Alak” ve “alâka” aynı kökten gelmektedir. Bu yüzden “alak” kelimesi insanın maddî yaratılışının başlangıcını ifade etmekle birlikte, “rûhî bir alâka” mânasından hareketle yaratılışın başlangıcının maddî mânevî bütün safhalarını ihtiva eder. Aynı zamanda okuyup öğrenme ve öğretmenin de ruhî bir muhabbet ve alâka ile gerçekleşeceğine işaret eder. Diğer bir mâna da, yaratılışın başlangıcının alâka ve muhabbet olmasıdır. Öğrenmenin de, öğretmenin de muhabbete bağlı olduğu ihsas ettirilir. Allah’a inanmanın, O’nu tanımanın ve O’nun rızâsına erişmek için çalışmanın aslı ve esası muhabbettir.
lutuf ve keremi sınırsız olan
Bu âyetler, lutuf ve keremi sınırsız olan Rabbimizin insana en büyük ikramlarından birinin onun ilimle donatılması olduğunu haber verir. Bu nimetin de insana ilâhî bir lutuf olduğunu hatırlatır. İlmiyle azıp sapıtmaması, yaptığı ve kazandığıyla ilgili olarak “kendi bilgimle yaptım”, “kendi bilgimle kazandım” gibi hezeyanlara düşmemesi için ikaz eder. İnsan dünyaya hiçbir şey bilmez halde gelmekte, ona her şeyi Allah Teâlâ öğretmektedir. İnsanda olmayan kuvvetleri, melekeleri, kabiliyetleri yaratarak, deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî olarak da öğretmekte, kesbî olarak da öğretmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.” (Nahl 16/78)
O, işitme kâbiliyeti ile vahyi duyacak, vahyi işitecektir. Gözler, tefekküre yardımcı olacak, kalp kudret akışlarıyla hissiyat merkezi hâline gelecek, duyarlılık artacaktır. Gönüller de ilâhî idrak, mârifet ve muhabbetten nasibini alacaktır. Ancak bu öğrenmenin insanı mârifetullaha ulaştırması için kalbe bağlı bir öğrenme olması gerekir. Zâten öğrenmekten de maksat Kur’ân ve sünnetin zâhirini halledip mârifetullahta mesafe almak, derinleşmektir.
Hemen ilk âyetlerde “insana kalemle yazının ve bilginin öğretilmesi”ne temas edilmesi dikkat çekicidir. Burada kalem, yazı yoluyla kaydedilip insandan insana, nesilden nesile nakledilen bilgileri ifade etmektedir. Allah Teâla’nın her bir insana lütfettiği bilgi farklıdır. Tarih boyu Allah Teâlâ’nın insanlığa ikram ettiği bilgi, ilim ve irfandan, çağlar boyu herkesin istifadesi, ancak yazı ve benzeri kayıt yoluyla gerçekleşebilir. Bu hikmete binâen kalemle öğretme gerçeği hususi olarak zikredilir. Bu gerçek, ilâhî talimin bir kanunudur. Kalem olmasa insanların istikameti kaybolur. Zira suhuflar, mukaddes kitaplar hep kalemle devam etmiş, sonraki nesillere nakledilmiştir. İslâm’ın esası olan Kur’an ve sünnet de, ezber ve tatbikatla birlikte en sağlam şekilde kıyamete kadar yazıyla korunup devam edecektir.
Peki insan, kendine lütfedilen bu büyük nimetlerin kıymetini gereğince takdir edebiliyor mu:
Dönüş mutlaka Rabbinedir.
6. Hayır! Doğrusu insan azgınlık eder. 7. Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için. 8. Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur.
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları buna misal vermektedir.
O kul doğru yolda ise?
﴾9-10﴿ Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o adamı? ﴾11﴿ Peki, düşündün mü (ey inkârcı), ya o kul doğru yolda ise? ﴾12﴿ Yahut günahtan sakınmaya çağırıyorsa!
Burada bir tarafta namaz kılan bir seçkin kul, diğer tarafta da onu namaz kılmaktan engelleyen bir azgın bulunmaktadır. Bu iki kişi arasında cereyan eden bir hâdise canlandırılır. Esasen Allah’a inanan ve O’na her türlü kulluğunu ifaya çalışan bir mü’minle, Allah ve âhiret korkusuyla hiçbir alakası olmayan müstağni bir kâfir arasında, her zaman ve her yerde meydana gelmesi mümkün ve muhtemel olan bu hâdise hakkında bazı rivayetler vardır. Şüphesiz bu rivayetler, âyetlerin mâna ve şümûlünü tahdit etmeyip, onların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Bunlardan biri şöyledir:
Resûlullah (s.a.s.)’e peygamberlik vazifesi verilmiş ve Rabbinin kendisine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başlamıştı. Atalarının dininde ısrar eden küfrün elebaşları ise onun bu ibâdet şeklinden rahatsız oluyordu. Ebu Cehil bir ara Kureyşlilere: “Muhammed sizin yanınızda da ellerini yere koyup secde ediyor mu?” diye sormuş, onlar da “evet” diye karşılık vermişlerdi. O lânetli kişi, küstah bir tavırla: “Lât ve Uzza’ya yemin ederim, eğer onu bu şekilde ibâdet ederken görürsem ensesine ayağımı basarak yüzünü yere sürteceğim” diye kükremişti. Bir gün Allah Resûlü Kâbe’de Makâm-ı İbrâhim’de namaz kılıyordu. Ebu Cehil, Efendimiz secdede iken ensesine basmak için ona doğru yöneldi. Fakat az sonra geri çekilmeye başladı. Orada bulunanlar geri çekilmesinin sebebini sorduklarında kendilerine şu cevabı verdi: “Benimle onun arasında ateşten bir hendek vardı. Hatta bir kısım kanatlar gördüm.” Bu hadise Resûlullah’a arzedilince şöyle buyurdu: “Eğer yanıma kadar gelseydi melekler onu parçalayacaktı.” (Bk. Buhârî, Tefsir 96/4; Müslim, Münâfikîn 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 368).
Âyetlerin inişi böyle özel bir sebeple olsa da mânası, müminleri ibâdet ve kulluktan fiilen engelleme teşebbüslerinin tümü için geçerlidir. Bu âyetler, Ebû Cehil’in şahsında, din hürriyetine karşı çıkan, Allah’ın kullarını O’na kulluktan vazgeçirip kula kulluğa zorlayan zorbaların, çirkin ve azgın tavırlarını çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir. İnsanlık tarihi, Firavun ve Nemrud misali binlerce zâlime şâhit olmuştur. Bunların nesilleri de tükenmiş değildir. Her dönemin çağdaş Ebû Cehilleri olmuştur ve kıyamete kadar da olmaya devam edecektir. Ancak, her şeyi bilen Allah, bunların yaptıklarını yanlarına kâr bırakmayacak, er ya da geç cezalarını verecektir.
13 – Gördün mü? Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise 14 – O Allah’ın, her şeyi gördüğünü bilmiyor mu 15﴿ Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka onu perçeminden yakalayıp sürükleriz! ﴾16﴿ O yalancı, günahkâr perçeminden! ﴾17﴿ O hemen kurultayını çağırsın ﴾18﴿ Biz de zebânileri çağıracağız!
Netice olarak, her dönemde müslümanların karşısına çıkması tabii olan bu gibi azgınlara boyun eğmeden, bir kısım zorluklar olsa da, kulluk vazifelerimizi yerine getirerek Allah’a doğru mesafe kat etmemiz ve O’na yaklaşmaya çalışmamız öğütlenir. Her türlü ibâdet kulu Allah’a yaklaştırmakla beraber, burada en mühim yakınlaşma vesilesi olarak “secde” gösterilir. Secdeden maksat namazdır. Namaz da ibâdetlerin en mühimidir. Namaz içinde kulun Rabbine en yakın olduğu rükün ise secdedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu andır.” (Müslim, Salât 215)
insanın neden yaratıldığına dikkat çekilmekte,
Alak sûresi Mushaftaki sıralamada doksan altıncı, iniş sırasına göre birinci sûredir. Kalem sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Baştan beş âyeti Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy olduğundan ilk inen sûre kabul edilir. Geri kalan on dört âyetinin ise sonraları Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bazı Kur’an tarihçileri ilk inen sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Sûre adını 2. âyette geçen ve “asılıp tutunan” anlamına gelen alak kelimesinden almıştır. Ayrıca “oku” anlamına gelen ilk kelimesinden dolayı “İkra” ve “İkra’ bi’smi rabbike” adlarıyla da anılmaktadır.
Sûrede okumanın önemi vurgulanmakta, insanın neden yaratıldığına dikkat çekilmekte, kendini kendine yeterli görüp nankörlük eden insanın taşkınlığı ve bunun acı sonuçları anlatılmaktadır.
Kaynak: kuranvemeali.com
Surah Alaq Explanation 1 of 2 | Quran Tafseer Series | Dr. Nouman Ali Khan
Sonunda rabbine dönecektir.
Hayatımızı O’na danışmıyorsak, hayatımıza Allah’ı karıştırmıyorsak, benliğimizi ilahlaştırmışsak bu; sadece Kitab’ı değil, hiçbir şeyi gerçek anlamda okumadığımızı gösterir. “Gerçek şu ki insan fütursuzca yozlaşır. Ne zaman kendini yeterli görse. Oysa eninde sonunda rabbine dönecektir.”
İnsan kendini, kaderinin bağımsız olarak belirleyicisi zanneder ve Allah’a karşı kibirlenir. Hayat adına koymuş olduğu değerlerinin, ilkelerinin üstün bir güce karşı sorumluluğuyla bağlantılı olduğunu kabul etmeyerek kibirlenir. İnsanın hayatını Yaratıcısından bağımsız olarak anlamlandırma yanılgısına düşmesi okumayışından kaynaklanıyor. Bütünüyle varlığa ve Kitab’a hakikati arayan gözlerle bakmayışından…
Hâlbuki kendine karşı, içinde bulunduğu topluma karşı ve yaşamını sürdürdüğü evrene karşı sorumludur. Fakat bütün bunların hepsi Yaratıcıya karşı sorumluluk başlığı altından doğar. Böyle bir üst başlık, diğer sorumlulukları gönüllü olarak kendi üstün idaresine bağlar. Maddi her hangi bir varsıllığa dayanarak kendi kendini yeterli görme eğilimi; hayatını programlamada onu Yaratan’ın doğrularını, değerlerini, yaşam ölçülerini hiçe saymaya karşılık gelir. Yaratılmış olan bir varlığın cüreti, ona verilen iradeye, insan oluşuna bakılırsa olabilen fakat olmaması gerekendir.
Hayatımızı O’na danışmıyorsak, hayatımıza Allah’ı karıştırmıyorsak, benliğimizi ilahlaştırmışsak bu; sadece Kitab’ı değil, hiçbir şeyi gerçek anlamda okumadığımızı gösterir. Çünkü evreni de, hayatı da O yazdı ve O çizdi. Yazılı kitabın da, çizili evrenin de sahibi O! Bu nedenle değerlerini alacağı ve hayatını o değerlerle düzene koyacağı bu Kitap’ı okumalı insan.
Öncelikle ve sürekli okumalı. Anlamalı. Keşfetmeli…
“Eninde sonunda kendisine döneceğin bir Allah var” diyor, ilk satırlar bize. Evren de bunu her haliyle hatırlatıyor… Her ölümle, her yıkımla, gecenin, gündüzün üstüne örtünmesi ve günün ölümüyle bunu söylüyor… Okunası kitapları okumayan, dahası anlayarak, hissederek, yaşamak amacıyla okumayan insan hatalarını çoğaltabilir.
Allah’ın değer yargılarını beğenmez, haksızca eleştirir, onlardaki ince hedefleri kavramaya tenezzül etmez ve o ilahi cümlelerdeki nadide özün farklı zaman ve mekânlara göre nasıl da dönüşebileceğini göremez, değişmeyen gerçeklere “eskilerin masalı” der ve kendisinin bunlardan daha iyisini oluşturacağını iddia eder. Oysa insanın Yaratan’ıyla kavga etmesine gerek yoktur. İnsan kendi akli gücünü, muhakeme yetisini, bilimsel çabasını onun için yazılmış bir Kitab’ı anlamakta kullansa her şey çok daha güzel olabilir. İnsan bunu yapabilse çatışmayı bırakır ve O’nun kudret elini tutarak güzellikle yaşayabilir evrende.
Fakat kimi iradeler anlaşmazlığı, çatışmayı seçiyor. Gerçek anlamda okumamanın bir başka sonucu…
Belki de kimi aykırı fikirler, ideolojiler, ekoller, akımlar, dinler ya da semavi din içinde türeyen yanlış din algıları, biraz da bu nedenle, ilahi mesajın gerçek okumaları yapılmadığı için ortaya çıkıyor.
Allah, özellikle gözlem yapmamızı istiyor. Bu ifadeler tarihte olup bitmiş bir olayın tekrar tekrar incelenmesinin istenmesi, tarihi tecrübelerin her çağda karşımıza çıkacak ve yenilenecek örnek olaylar olduğu anlamına geliyor. Bu durumda, yaşanmış bitmiş bir olayı, değişen biçimler de olsa da aynı özüyle tekrar yaşayabileceğimizi anlıyoruz ve Kitab’ın satır aralarında yaşanan bu olayın benzerlerini gördüğümüzde kendi yaşayacaklarımızı olgunlukla karşılıyoruz. Nasıl düşünmemiz, nasıl bir tavır takınmamız gerektiği bilgisine önceden ulaşmış oluyoruz. Böylelikle bu öğütler geçmiş birer “masal” olma algısından kurtuluyor, yaşanası bir geleceğe dönüşüyor. Düşündürücü bir olay bu. Düşünmelisin! Düşündüğün zaman bir olay mutlaka yaşama dair hazır tecrübeler çıkaracağın bir derstir sana.
Sosyal hayata katılan din, onu dikkate alarak hayatını düzenlemek isteyen samimi kimselerce, onu benimsemeyen insanların hayatına müdahil olmadan ve kibirli bir gösteriye dönüşmeden yaşanabilir. Farklı kesimlerin zıtlaşmasına zemin hazırlayacağı korkusuyla inanç özgürlüklerinin kısıtlanması, belki de son derece normal şekilde yaşanacak dinî hayatı kimi zaman yapay bir gösteriye dönüştürür. Üstelik din, sadece kendisi ile sosyalleşmek isteyenlerin sosyal hayatlarına karışır. Bunu benimsemeyenlerin ne sosyal ne de özel hayatlarına müdahil değildir. Bu gerçeği belki de en başta bu dine bağlı olanların öğrenmesi gerekir. İnananlar, dinlerinin en başta yalnızca kendileri tarafından yaşanması gerektiği ile ilgilenmelidirler. Bu edeptir.
Elbette mutlu olduğu bir yaşamı farklı şekillerle paylaşmak da ister insan.
O bizi görüyor
İnancın olmadığı yerde ihsan bilinci de yoktur. İhsan, “Her ne kadar biz göremesek de O bizi görüyor” düşüncesiyle yaşamaktır. Bir anlamda hayat içinde Yaratıcının bakışlarıyla sürekli karşılaşma gibidir bu.
Çağlar boyu dinin yaşama dönüşmesi önünde engellerin olabileceğini bize haber veriyor bu ayetler. Şiddete dayalı olası engellemeler karşısında nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğine dair ipuçları koyuyor önümüze. Bu, o döneme ait bir tablo olsa da aynı tabloyu yeniden ve daha güçlü ortaya koyabilecek türde anlayışlar ve insanlar her dönemde olacaktır.
Kur’ân’da çizilen bu sahneler hareketli sahnelerdir. Tarih geçmiş gibi görünen bu yüzünde geleceğin ipuçlarını vermeye devam eder.
Bir yanda namazla veya herhangi başka bir eylemle, bunu bir gösteriye dönüştürmeksizin, sadece inancını yaşamaya çalışan samimi bir insan, alnını secdeye dayayan bir yürek, kutsalına saygıyı sergileyen bir sevgi var… Diğer yanda inanç özgürlüğünü hazmedemeyen, yaşam özgürlüğünü yalnızca kendisine layık gören, bencil, kibirli, kutsala saygısız, ilkesiz bir nefret var…
Allah’a karşı sorumluluk
Farklı inanç ve görüşler elbette olacak. Yanlış olan tek şey, kendi tercihlerimizin tek doğru olduğunu iddia edip, başka insanlara bunları dayatmaktır. Dayatmalar; din dışı yaşam biçimlerinde olduğu kadar, aynı dinin içinde yer alan birbirinden farklı anlayışlarda bile olabilmektedir. Mezhep kaynaklı savaşlar tarihin bu konuda utançla sahnelediği dayatmalardır.
“Hiç düşündün mü o doğru yolda mıdır? Ya da Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yüklü mü?”
Ayet, öncelikle o çağın engelleyeni Ebû Cehil’e ve çağlar boyunca herhangi bir insanı inancını yaşarken engelleyen herkese bir soru yöneltiyor. Bu soru belki de, insanların inançlarına karşı savaş açan şiddet yanlılarını düşünmeye çağırıyor. Bir insana, eylemlerinde art niyet arayarak veya o eylemlere başka başka anlamlar yükleyerek bir başka insanı inancını yaşamaktan alıkoymak yakışmıyor, deniliyor.
Engellediğin kişi ya saf ve samimi inancıyla bunu yapıyorsa denilerek farklı düşüncelere saygı göstermenin gerekliliği görüşüne davet ediliyor insan. Bu, inanma ve inandığını yaşama tamamıyla onun seçimidir. Senin için doğru olmasa bile, onun için doğrudur. Aynı düşünce, karşı taraf için de geçerlidir. Senin inançsızlığın ona hoş gelmese de, o da senin seçimine saygılı olmak zorundadır.
Aynı dünyada ancak böyle bir anlayışla insanca yaşanabilir, inanç kaynaklı anlaşmazlık sorunları en aza indirgenebilir. Aynı dünyayı ve hayatı güzellikle paylaşabilmenin ilk yolu, insanların birbirlerinin varlığına saygı duymayı öğrenmelerinden geçiyor.
Kişiliğini sağlamlaştır.
“Hiç düşündün mü? Onun hakikati yalanlamayabileceğini ve sırtını gerçeğe dönmeyebileceğini?” Öyle katı görüşlü insanlar vardır ki, saplandıkları fikirlerden asla sıyrılamazlar. “O bilmez mi ki Allah her şeyi görür. İnancın olmadığı yerde ihsan bilinci de yoktur. İhsan, “Her ne kadar biz göremesek de O bizi görüyor” düşüncesiyle yaşamaktır. Bir anlamda hayat içinde Yaratıcının bakışlarıyla sürekli karşılaşma gibidir bu. Bu, sevgiyle olduğunda teşvik edici, sevgisini kaybetme korkusuyla yaşandığında hep daha iyi olmaya itici bir “bakışma”dır. Bir süre sonra O’nu “görür” hale gelir insan. İç bakışlarının renginde hep ilahi bir esinti vardır
Kimileri ise hayatlarını, Allah’ın görmediği, duymadığı ve kayıt altına almadığı görüşü üzerine kurarlar. İnsan olma onuruna karşı kendini sorumlu hisseden ve olumsuzluklarını eleştirebilen yiğitliğe ise az rastlanır. Ve hiçbir insan sonuna kadar kendine güvenemez. İnsan kendini cezalandırması gerektiği yerde birden ödüllendirebilir de…
“Hayır, eğer vazgeçmezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz!”
Alın onurun seyredildiği çatısıdır. Alnından tutup sürüklenmek; başkalarının tercihlerine karşı saygısızca davrananlara saygının yitirilmesi, saygısızlığı şiddete dönüştürdükleri zaman, sağduyu sahiplerince yadırganmaları ve dışlanmaları şeklinde başlar. Daha sonra aşağılanmışlık; bir süre çok değerli sanılan, kitleleri sürükleyen görüşlerin, bir gün değersiz, tercih edilmez hale getirilmesiyle de gerçekleşebilir. Öte yandan bu ayet, bir inancın hayatın aslında kendisi olduğu, ister istemez davranışlara, alışkanlıklara, geleneklere ve kültüre dönüşeceği ve bunun son derece doğal bir şey olduğu fikrinin insanlığın ortak fikri olmasına çağırır. Bu nedenle de düşmanlığın değersiz bir yalnızlığa terk edilmesi gerekir.
Yine bu ayet, başkalarının kutsalına saygısızlık eğiliminin toplumsal kabullere konu olmayışı, zamanla sürüklenip gitmesi, yok oluşu, insanlığın ortak değerlerine onurlu katkılarda bulunmayışı, alınları yere eğdiren değersiz görüşlerinin olması ve yaşamlarının onursuzca olması şeklinde de yorumlanabilir.
Bu gibiler değerlerin altüst olduğu toplumlarda kendilerince bir saygınlık statüsünde olabilirler. Ancak onlar, diğer yaşamda yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. Zira onların, inananların onurlarını çiğnemeleri, herkesi kendilerinin inanmadığı gibi inanmamaya zorlamaları, kendi inanışlarını yüceltip başkalarının özel seçimlerini küçümsemeleri, namazı, kulluğu, dinin hayat oluşunu engellemeleri Rabbin hoşuna gitmiyor.
Allah onların, başka insanların hayat görüşlerini özgürce seçmelerine ve onurluca yaşamalarına karşı engelleyici tavırlarını insanlık dışı buluyor.
Sahip oldukları güçleri,
Allah, özellikle gözlem yapmamızı istiyor. Bu ifadeler tarihte olup bitmiş bir olayın tekrar tekrar incelenmesinin istenmesi, tarihi tecrübelerin her çağda karşımıza çıkacak ve yenilenecek örnek olaylar olduğu anlamına geliyor. Bu durumda, yaşanmış bitmiş bir olayı, değişen biçimler de olsa da aynı özüyle tekrar yaşayabileceğimizi anlıyoruz ve Kitab’ın satır aralarında yaşanan bu olayın benzerlerini gördüğümüzde kendi yaşayacaklarımızı olgunlukla karşılıyoruz. .
“O yalancı, isyankâr alnından! Bırak, kendi aklının asılsız, düzmece tavsiyelerini yardımına çağırsın .O zaman biz de semavi azap güçlerini çağırırız!” Böyleleri yeryüzünde egemen güçler olabilirler. Sahip oldukları güçleri, kendileri gibi yaşamayanlara karşı azap etmek için kullanabilirler. Allah, inananlara moral veriyor ve inandıkları gibi yaşamaları gerektiği düşüncesini perçinliyor.
Bir zaman geleceğini ve bu yapılan yanlışlara bir dur denileceğini bildiriyor. O gün geldiğinde, o şiddet ve baskı yanlıları kendi fikirdaşlarını, destekçilerini çağırabilirlerse çağırsınlar, diyor. Tam anlamıyla bir meydan okumanın olduğu bu ayette, ahirette gerçekleşecek olan cezalandırma sahnesi hatırlatılarak inananlara yapılan engellemelerin karşılıksız kalmayacağına dair bir güven veriliyor.
Burada bahsedilen semavi azap güçleri, henüz dünya yaşamındayken ilahi ilkelerin her zaman diğer ilkelere üstün gelişiyle, hakikatin ezici gücüyle de açıklanabilir. Fakat gerçek güçlü Allah’tır. İnanacak bir tanrı olarak Kendisi’ni seçmeyenlere karşı bunca özgürlüğü yaşatan yine O’dur. Daha fazla ileri giden şiddet yanlılarına karşı O da göksel azap güçlerini kullanabilir.
“Hayır, ona kulak verme!” Aldırma, etkisi altına girerek ilkelerinden, yaşamından, dinini bir yaşam biçimi olarak algılamaktan ve yaşamaktan vazgeçme!
“Ve O’na yak(ın)laş!”
“Ama secde et/ Allah’ın huzurunda yere kapan!” Sen özgür bir kul olmaya, yalnızca Allah’ın ilkelerine tutunup yalnızca O’nun karşısında secdeye kapanmaya devam et. Kişiliğini sağlamlaştır. “Ve O’na yak(ın)laş!” Secde, kulun Rabbine en yakın duruşudur. Rükû kabulse, onaylamaksa ilahi değerleri, secde, onaylanan ilkeleri uygulamaktır. Kulluğun öz biçimidir. Herhangi bir ibadeti, bir emri uygulamak, bir iyilik, bir güzellik yapmak da secde halidir. Alın secdeden kalktığı halde, gerçek bir kullukla hep secde halinde yaşanabilir. / Ayşe Şener