EKİM 2024
Kamera, insanlara kamera olmadan görebilmeyi öğreten bir enstrümandır.
Daha İyi Fotoğraf Nasıl Çekilir?
Fotoğraf çekme sanatı, anıları yakalamak, doğanın güzelliklerini keşfetmek veya sadece yaratıcılığınızı ifade etmek isteyen birçok insan için büyüleyici bir uğraştır. Ancak, bir kameranın arkasına geçip sadece deklanşöre basmak, gerçekten unutulmaz anılar yakalamak ve etkileyici görüntüler oluşturmak için yeterli değildir. Fotoğraf çekmek, bir dizi teknik ve sanatsal karar gerektirir. Bu yazıda, hem yeni başlayanlar hem de deneyimli fotoğrafçılar için bazı temel fotoğraf çekme tekniklerini keşfedeceğiz. Fotoğraf çekme tekniklerinden ışıklandırma, kompozisyon, odaklama ve pozlama gibi kritik konuları ele alarak, her fotoğrafçının yeteneklerini daha da geliştirmesine yardımcı olacağız. Fotoğrafın sadece bir resim değil, bir hikaye anlatma aracı olduğunu unutmayın. Bu yazı, hikayenizi daha güçlü bir şekilde ifade etmek için kullanabileceğiniz bazı araçları sunmayı amaçlıyor.
Fotoğraf çekme teknikleri, sadece kameranızın özelliklerini anlamakla kalmaz, aynı zamanda gözlem yeteneğinizi geliştirmenizi ve yaratıcılığınızı kullanmanızı gerektirir. Unutmayın ki her fotoğrafçının kendi benzersiz bakış açısı vardır ve bu yazıdaki bilgiler, bu benzersizliği daha da vurgulamanıza yardımcı olabilir. İster bir manzara fotoğrafçısı olun ister portreler çekmeyi sevin, fotoğrafçılık, sınırsız olanaklar sunan bir sanattır ve fotoğraf çekim tekniklerinin doğrularını öğrenmek, bu sınırsız olanaklardan tam anlamıyla yararlanmanızı sağlar. Şimdi, fotoğraf dünyasına bu heyecan verici yolculuğa başlayalım. Fotoğraf çekme teknikleri:
Fotoğraf Çekme Teknikleri: İyi Bir Işığa Sahip Olun
İyi bir fotoğrafın temel taşı, doğru ışığı yakalamaktır. Işık, fotoğraflarınızın kalitesini belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Özellikle dış mekan çekimlerde, güneşli günlerde erken sabah veya gün batımı gibi saatlerde yumuşak ve sıcak bir ışık elde edebilirsiniz. Bu saatlerde gölge ve kontrast daha azdır, bu da fotoğraflarınızın daha dengeli ve çarpıcı görünmesini sağlar.
Fotoğraf Çekim Teknikleri: Kompozisyonu İyi Ayarlayın
Fotoğraf çekerken kompozisyon çok önemlidir. Dikkat çekici bir kompozisyon oluşturmak için çerçevenizi dikkatlice düşünün. Üçte bir kuralı (rule of thirds) gibi kompozisyon teknikleri kullanarak nesnelerinizi çerçevenin içinde dengeleyin ve görsel olarak ilgi çekici bir düzen oluşturun. Fotoğraf çekme teknikleri arasında en çok dikkat etmeniz gerekenlerden biri kompozisyondur.
Fotoğraf Çekme Teknikleri: Güçlü Bir Odak Noktası Seçin
Her iyi fotoğrafın güçlü bir odak noktası vardır. Odak noktası, izleyicinin gözünü fotoğrafın belirli bir noktasına çeker. Bu fotoğraf çekim teknikleri fotoğrafınıza derinlik ve ilgi katmanın harika bir yoludur.
Fotoğraf Çekim Teknikleri: 1/3 Kuralına Uyun
Üçte bir kuralı (rule of thirds), bir fotoğrafın çerçevesini hayalinde ikiye böldüğünüzde ortaya çıkan dört kesişim noktasının, önemli öğelerinizi yerleştirmek için ideal olduğunu söyler. Bu, fotoğraflarınıza denge ve çekicilik katar.
Fotoğraf Çekme Teknikleri: Perspektifi İyi Yakalayın
Farklı bir açıdan çekmek, sıradan bir nesneyi olağanüstü hale getirebilir. Yüksekten veya alçaktan fotoğraf çekimleri, fotoğraflarınıza derinlik ve ilgi katar.
Fotoğraf Çekim Teknikleri: Alan Derinliğini Önemseyin
Alan derinliği, bir fotoğrafın hangi öğelerinin odaklanacağını belirler. Geniş bir diyafram açıklığı (örneğin, f/1.8) kullanarak arka planı yumuşatabilir veya küçük bir diyafram açıklığı (örneğin, f/16) kullanarak hem ön hem de arka planı net tutabilirsiniz.
Fotoğraf Çekme Teknikleri: Çerçeve Oluşturun
Çevrenizdeki öğeleri kullanarak doğal bir çerçeve oluşturarak ilginç ve benzersiz kompozisyonlar elde edebilirsiniz. Ağaç dalları, kapı çerçeveleri veya pencere çerçeveleri gibi öğeler kullanarak fotoğraflarınıza derinlik ekleyin.
Fotoğraf Çekim Teknikleri: Anı Yakalayın
Anıları yakalamak, fotoğrafın özünü oluşturur. İnsanların doğal, spontane anlarını yakalamak için her zaman hazır olun. Fotoğraf çekme teknikleri arasında tamamen sizin yaratıcılığınıza bağlı olan konu budur.
Fotoğraf Çekme Teknikleri: Uzun Pozlama Yapın
Uzun pozlama, hareketi yakalamak veya geceleri çekim yaparken dramatik efektler oluşturmak için harika bir tekniktir. Bir tripod kullanarak uzun pozlama ile muhteşem sonuçlar elde edebilirsiniz.
Fotoğraf Çekim Teknikleri: Renkleri Kullanın
Renkler, fotoğraflarınıza duygusal derinlik ve anlam katar. Renk tekerleği ve renk kontrastı konularına dikkat ederek renkleri etkili bir şekilde kullanabilirsiniz. Güzel fotoğraf çekmek için renkler olmazsa olmazdır. Fotoğraf çekme teknikleri sadece bunlarla sınırlı değildir elbette. Makine kullanımından lens seçimine kadar pek çok faktör fotoğraf çekim teknikleri üzerinde etkilidir ve bu teknikleri değiştirir. Moda, ürün, doğum, düğün, seyahat, manzara vb. fotoğraf çekim alanları ve konuları da fotoğraf çekim teknikleri için önemli değişkendir.
Daha İyi Fotoğraf Çekmek İçin İleri Fotoğrafçılık Eğitimleri Alın!
Fotoğrafçılık, sadece bir şeyi görüntülemek değil, aynı zamanda bir hikayeyi anlatma sanatıdır. Fotoğrafçılık yeteneklerinizi geliştirmek ve daha iyi fotoğraflar çekmek istiyorsanız, ileri düzey fotoğrafçılık eğitimleri büyük bir fayda sağlayabilir. Bu eğitimler, teknik bilgiyi derinleştirmenin yanı sıra kompozisyon, renk teorisi ve görsel anlatım gibi yaratıcı alanlarda da sizi güçlendirecek. Ayrıca, imza tarzınızı oluşturmanıza ve ileri düzey tekniklerle tanışmanıza yardımcı olur. Fotoğraf çekme teknikleri ve güzel fotoğraf çekmek konusunda kendinizi geliştirebilirsiniz. Fotoğrafçılığınızı bir üst seviyeye taşıyın ve daha etkileyici fotoğraflar çekin!
fotolifeakademi
Resim Çizme Yeteneği Sonradan Kazanılabilir mi?
Resim yapmanın insanlara doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inananlardansanız maalesef yanılıyorsunuz. Elbette resim yapma konusunda kabiliyetiniz olabilir. Ancak yetenOek yalnızca doğuştan gelen bir unsur değildir. Peki, resim yapmak sonradan öğrenilebilir mi, resim yapma yeteneği olmayanlar resim yapabilir mi? Elbette. Yeterli isteğiniz varsa, doğru eğitimi alırsanız ve bolca da pratik yaparsanız profesyonel bir sanatçı olabilirsiniz. Burada kilit nokta, iyi bir eğitim alabilmek. Resim yapmak sonradan öğrenilebilir mi sorusunu kısaca açıkladıysak şimdi bir ressam gibi resim çizebilmenin diğer detaylarını konuşalım.
Resim Yeteneği Nasıl Anlaşılır? Resim Yapma Yeteneği Olmayanlar Resim Yapabilir mi?
Resim yapma yeteneğinin anlaşılmasının en kolay yolu, gözlemlerdir. Eğer yaptığınız çizimleri ve resimleri, etrafınızda beğenen çok fazla kişi varsa, objektif bir şekilde değerlendirdiğinizde resim konusunda iyi olduğunuzu düşünüyorsanız bir resim kursuna giderek uzman eğitmenlerle fikir alışverişinde bulunabilirsiniz. Zaten resim yapmak sonradan öğrenilebilir mi diye merak edenler için resim tutkusu olduktan sonra, doğru eğitimle yetenek kazanılabileceğinden bahsettik. Dolayısıyla resim yeteneğinin sizin için belirleyici bir kriter olmamasını öneririz.
Resim Yapma Yeteneği Olmayanlar Resim Yapabilir mi?
Hiç yeteneğiniz olmasa da sıfırdan resim kursuna başlayarak ve adım adım ilerleyerek resim yapabilmeniz mümkün. Önemli olan deneyimli ve size gerçekten yol gösterebilecek eğitmenlerle çalışmak. Peki iyi bir resim kursu bulmak için nelere dikkat etmeniz gerekiyor?
En iyi resim kurslarında, alanında uzman eğitmenler bulunur, dersler Avrupa standartlarında ve uygulamalı olarak gerçekleşir. Resim kursunun MEB ruhsatının bulunması, güvenlik, hijyen ve sosyal imkanlara dikkat edildiğini, kursun kaliteli olduğunu ve sizin için her detayın düşünüldüğünü gösterir.
Resim Çizmeyi Öğrenmek Ne Kadar Sürer?
Resim çizmeyi öğrenmek, kişinin el becerisine ve çalışma rutinine göre değişmekle birlikte ortalama 3 ayda kavranmaya başlar. Resim kursu programları 10 aylık olarak planlanır ancak 10. ay tamamlandığında siz yalnızca çizim konusunda değil, resim yapmakla ilgili her konuda deneyim kazanmış olursunuz.
En İyi Resim Kursunu Arıyorsanız Resim Akademi’den Şaşmayın!
Resim yapmak sonradan öğrenilebilir mi, resim çizme yeteneği sonradan kazanılabilir mi, resim çizmeyi öğrenmek ne kadar sürer diye merak edenler için açıklamalar yaptık. Artık resme olan tutkunuzun yeteneğin çok daha önünde olduğunu biliyorsunuz. Tabii resim yapmaktaki hedefiniz de başarınızda önemli.
RESİM AKADEMİ
Evrenin en anlaşılmaz özelliği, anlaşılabilir olmasıdır. Albert Einstein
Doğadaki Ekstrem Olaylar
Doğa olayları herhangi bir yerde normal sürecini yaşarken, bazen bu seyrinin dışına çıkarak o güne kadar görülmeyen ya da çok seyrek görülen olaylar şeklinde gerçekleşmektedir. Doğadaki bu olayların en az ya da en üst seviyelerine ekstrem (uç) değerler denir. Sıra dışı doğa olayları ya da ekstrem olarak ifade edilen bu olaylar, doğal süreçler ve yaşantımız üzerinde çok önemli sonuçlara yol açar.
1. KLİMATOLOJİK KARAKTERLİ EKSTREM OLAYLAR;
A. EKSTREM SICAKLIKLAR (AŞIRI SICAKLAR VE SOĞUKLAR)
İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla yaptıkları bütün faaliyetlerini süregelen iklim ve doğal çevre koşullarına göre düzenlemişlerdir. Ancak iklimde görülen dalgalanmalar ve uç değerlerin yaşanması güneş çarpmasından donmalara kadar birçok olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Bir yerde o güne kadar görülmeyen ya da çok seyrek olarak görülen hava koşullarının belli bir sure yaşanması hem doğal hem de yapay çevreyi olumsuz etkiler. İnsanlar doğal çevre koşullarına en kolay uyum sağlayan, hatta ihtiyaçları doğrultusunda doğal çevreyi değiştirebilen tek canlı olmalarına karşın yine de yaşanan ekstrem sıcaklıklar karşısında çaresiz kalabilmektedirler.
İnsanlar 17°C ile 31°C arasında yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilirler. Bu değerlerin dışındaki sıcaklık değerleri İnsan hayatını olumsuz etkilemektedir. Normal bir İnsanın ortalama vücut sıcaklığı 36,5 – 37,0°C arasındadır. Aşırı sıcak ve nemin etkisiyle İnsanların hissettikleri sıcaklık 40,6°C’yi geçerse bir sıcak hava dalgası var demektir. Bu durum özellikle yaşlı ve hasta insanlarda daha da etkili olmaktadır. ABD ve Avrupa’da sıcak hava dalgalarında bu kişilerdeki olum olaylarında % 50’ye yakın bir artış olduğu gözlemlenmiştir. Ekstrem sıcaklıkların etkileri şehir alanlarında kendini daha fazla hissettirmektedir. Ayrıca nemin fazla olması da hissedilen sıcaklıklarda artışa neden olur.
Ekstrem sıcaklıklardan kaynaklanan ölümlerde hissedilen sıcaklık kavramı önem kazanmaktadır. Hissedilen sıcaklık yerleşmenin kent veya kırda oluşuna, nemlilik ya da kişinin yaş kilo gibi fizyolojik özelliklerine bağlı olarak farklılık gösterebilir. Herhangi bir yerde ekstrem sıcaklıkların uzun sure devam etmesi sadece ölümler gibi doğrudan gözlenen etkilere yol açmakla kalmayıp dolaylı yollardan birçok olumsuzluğa yol açabilmektedir.
Ekstrem sıcaklıkların dolaylı etkileri
• Ekstrem sıcaklıklar uzun sure etkili olursa kuraklık görülebilir. Bu durum orta enlemlerde daha fazla görülür.
• Canlılar aşırı soğuklardan kaynaklanan don olaylarından etkilenebilirler.
• Sıcak havanın etkisiyle oluşan aşırı buharlaşma kullanma ve içme suyunu azaltır ve enerji üretiminin de azalmasına yol acar.
• Enerji açığının kapatılması için diğer enerji kaynaklarının fazlaca tüketilmesi doğal kaynak tüketimini artırır.
• Aşırı sıcaklarda orman yangınlarında da artış gözlenmesi hem doğal kaynak varlığını etkiler hem de doğal çevrenin tahribine yol açar.
B) ŞİDDETLİ RUZGAR VE FIRTINALAR
Aralarında basınç farkı bulunan iki merkez arasındaki havanın yatay hareketine rüzgâr denir. Rüzgârın hızı ve içerisinde taşımış olduğu materyallerin özellikleri rüzgârın etkisini belirler. Rüzgârlar doğal dengenin korunması için en önemli unsurlardan biri olması hatta çoğu zaman yararlı olsa da hızının çok fazla artması afete yol açabilmektedir. Çünkü rüzgâr içerisindeki materyaller sayesinde çarptığı yüzeylere basınç uygular. Bu etkinin ve afete sebep olan olayların başında da fırtınalar gelmektedir.
Fırtına, saatteki hızı 63 km / saati gecen her özelliğiyle kendine has olan bulutu, nemi, yağışı ve yıldırım gibi atmosferik olayları bandıran başlı başına bir sistemdir. Bu nedenle fırtınalar şiddetli yağışlarla birlikte deniz kabarmalarıyla sel ve taşkınlara, kara, deniz ve havayolu kazalarına, yerleşim yerlerinin tahribatına, yıldırım düşmelerine ve buna bağlı orman yangınları gibi diğer birçok olumsuz sonuca yol açabilir. Dünyada yaşanan tüm doğal afetlerin %85’lik bolumu bir şekilde fırtınalarla ilişkili olarak ortaya çıkmaktadır.
Fırtınaların en hızlı gelişeni ve en yıkıcı olanı Tropikal siklonik fırtınalardır. Bu fırtınaların oluşumunda sıcaklık ve nem iki önemli etkendir. Bu fırtınalara deniz suyu sıcaklığının 27°C ve üzeri olduğu (deniz suyu sıcaklığı en fazla 30°C’nin biraz üzerine çıkabilir) sıcak tropikal denizler üzerinde oluşmaktadır. Tropikal siklonlar ekvatorda merkezkaç kuvvetin 0 olmasından dolayı 5 ile 30 derece paralelleri arasında görülmektedir. Genellikle 300 ile 1000 km çaplı bir daire içindeki çevreden, basıncın çok düşük olduğu merkeze doğru hareket eden sıcak nemli hava yerin dönmesi sonucu saparak hızla yükselir. Bunun sonucu fırtına başlar. Nemli havanın yükselip soğumasıyla oluşan büyük çaplı bulutlar rüzgârla birlikte şiddetli yağmur ve dolu yağışlarını da beraberinde getirmekledir.
Fırtına devam ettiği surece yükselen hava kütlesinin ortasında sürekli aşağıya doğru hareket eden bir hava hareketi oluşur. Bu çökmenin olduğu alana siklonun gözü adı verilir. Çapı 6 ile 60 km arasında değişen ve çapı küçüldükçe etkisi artan bu gözün etkili olduğu alanda hava sakindir, gökyüzü açıktır, yağış durmuştur ve rüzgâr dinmiştir, ancak bu göz ilerledikçe fırtına tekrardan etkisini hissettirmeye başlayacaktır.
“Fırtına öncesi sessizlik” deyiminin çıkış noktası da bu olaydır. Eğer tropikal fırtınanın hızı saatte 120 km/saati aşarsa en güçlü tropikal fırtınalar olan kasırga adını alır. Kasırgalar dünyanın farklı bölgelerinde farklı isimlerle anılırlar
ABD, Karayipler, Meksika Körfezi ve büyük Okyanus’ta Allah’ın Şeytanı anlamına gelen Hurricanne, Ekvatorun kuzeyinde Güney Çin Denizi’nde Tayfun, Japonya’da ilahi rüzgâr anlamına gelen Kamikaze, Hint Okyanusundaki fırtınalara ise Siklon adı verilmemektedir.
Fırtınaların oluşması için yüksek sıcaklık ve nem temel koşuldur bu nedenle fırtınalar bu şartların sağlandığı büyük su kütleleri üzerinde oluşurlar ve soğuk denizlere ya da karalara ulaştıklarında fırtınanın gücü azalır ve bir süre sonra yok olur; çünkü fırtına artık beslenemez; ancak bunun tersinin yaşandığı durumlar da vardır. Tornadolar (hortum) diğer fırtına sistemlerinden farklı olarak genellikle karalar üzerindeki çok sıcak ve nemli havanın yükselmesine bağlı olarak oluşabilen bulutlarla yeryüzüne ulaşan çapları genellikle 100 m. civarında olan ve çok hızlı donen hava sütunlarıdır.
2) JEOLOJİK VE JEOMORFOLOJİK KÖKENLİ EKSTREM OLAYLAR
A) DEPREMLER
Deprem, insanın hareketsiz kabul ettiği ve güvenle ayağını bastığı toprağın da oynayacağını ve üzerinde bulunan tüm yapıların da hasar görüp, can kaybına uğrayacak şekilde yıkılabileceklerini gösteren bir doğa olayıdır.
Depremler oluşum bakımından volkanik, çökme ve tektonik depremler olmak üzere üçe ayrılır; ancak doğal çevre ve İnsan üzerinde en fazla etkiye sahip olanları tektonik depremlerdir. Tektonik depremler dünyayı oluşturan levhaların hareketlerine bağlı olarak oluşan potansiyel enerjinin, yeryüzünün zayıf alanları boyunca yüzeye ulaşması sonucu dünyada kısa sureli dalgalar halinde hissedilirler. Depremlerin yeryüzündeki dağılımı fay (kırık) hatlarının dağılımına bağlıdır. Çünkü faylar yeraltındaki enerjinin yüzeye çıkması için en elverişli alanlardır.
Dünyada uç büyük deprem hattı vardır. Bunlar:
• Alp-Himalaya(Akdeniz) deprem kuşağı
• Atlas Okyanusu Sırtı
• Büyük Okyanus Deprem Kuşağı (Pasifik ateş çemberi)
Depremlerin büyüklüğü deprem sırasında ortaya çıkan enerjinin büyüklüğü ile şiddeti İse depremin yarattığı etki ile ölçülen birbirinden farklı iki kavramdır. Şiddetinin ölçülmesinde depremin büyüklüğü ya da depremin odak derinliği gibi doğal etkenler dışında beşeri etkenler de on plana çıkar ki nüfus miktarı, yapıların depreme dayanıklı olup olmayışı gibi faktörler depremin şiddetini belirleyebilir. Örneğin aynı büyüklükte ancak farklı merkezlerde gerçekleşen depremlerden biri büyük bir yıkıma sebep olurken diğeri küçük ekonomik kayıplarla atlatılabilmektedir.
Dünyada her gün farklı büyüklükte birçok deprem gerçekleşir, yani dünyamız sallanmaktadır; ancak büyüklüğü 8,0’ı gecen depremlere yılda ortalama bir kez rastlanmaktadır.
Depremin Doğa, İnsan ve Yapılar Üzerindeki Etkileri
• Can ve mal kaybı yaşanır.
• Ulaşım aksar.
• Binalar zarar görür.
• Yeni fay hatları oluşabilir.
• Yangınlar görülebilir.
• Tsunamiler oluşabilir.
• Heyelan (yer kayması), kopma ve çökmeler görülür.
• Toprak ve çamur akmaları görülür. Depremler zaman zaman yer altı suyu içeren tabakaları etkileyerek suyun mevcut çatlaklardan yeryüzüne çıkmasını ve çamurla birlikte akmasına neden olmaktadır.
• Yerleşimin sık olduğu şehir ve kasabalarda deprem sırasında oluşan yangınlar, önlem alacak araçların yangın yerine ulaşamaması nedeniyle hızla yayılma ve büyük boyutlarda zarar verme eğilimi göstermektedir.
• Sağlık hizmetleri yetersiz kalır.
B) TSUNAMİLER
Japonca bir kelime olan tsunami, liman dalgası anlamını taşır. Genellikle denizde depremlerden sonra meydana gelen dev dalgalardır. Bu dev dalgaların etkisi bazı durumlarda atom bombasının verdiği tahribata yaklaşmaktadır. Tsunamiler okyanus ya da deniz tabanında oluşan tektonik olaylarla ilgili olarak ortaya çıkan bir dizi yıkıcı dalgalardır. Açık denizdeki Tsunamiler büyüklük bakımından normal dalgalardan farksızlardır; ancak oluştukları noktadan itibaren her yöne doğru yayılarak ilerleyen bu dalgaların hızı 800-900 km’lere ulaşabilmektedir. Dalgalar sığ sulara ulaştıklarında sürtünmenin etkisiyle hızlarını kaybederler; ancak arkadan büyük bir hızla gelen su kütlesi koy, körfez ve kıyılarda önüne çıkan her şeyi yok eden dalgalara dönüşürler. Tsunamide oluşan dalganın diğer deniz dalgalarından farkı, su zerreciklerinin sürüklenmesi sonucu hareket kazanmasıdır. Bir başka özellikleri ise çok uzun süreli dalgalar olmasıdır. Karşılarına çıkan tüm engellere rağmen binlerce km’lik mesafeleri aşarak ilerleyebilirler. Dünyada Tsunamiler en fazla Büyük Okyanusta görülmektedir ve burada bulunan Japonya, Filipinler, Hindistan, Papua Yeni Gine ve Endonezya gibi ülkeler tsunamilerden en çok zarar gören ülkelerdir.
C) VOLKANİK OLAYLAR
Dünya üzerinde volkanik patlamaların nerelerde olacağı bilinmektedir. Günümüzde 500 civarında aktif volkan vardır. Aktif volkanlar levha sınırlarında magmanın aktif olabileceği alanlardadır. Volkanik olayların çoğu yerin kabuk kısmının en ince olduğu okyanus diplerindedir. Deniz seviyesinin üzerindeki volkanik olayların çoğu Pasifik Okyanusu kıyılarındadır. Alana Ateş çemberi denilmektedir. Volkanik araziler verimli topraklar oluşturduğundan bu alanlarda görülebilecek tehlikeler bilindiği halde bu alanlara yerleşilmektedir.
Tarihteki büyük volkanik patlamalardan bazıları
• Son 10 bin yılın en şiddetli patlaması 1815’te Endonezya’daki Tambora volkanında olmuş. 90 bin kişi yaşamını yitirmiş. Bunlardan 12 bin kadarı akıntılar, geri kalanı da depremler, patlama sonrası kaos ortamı ve açlıktan olmuş. Patlamanın başlamasıyla volkanın çevresinde, 200 mil çapındaki bir alan 3 gün boyunca tümüyle karanlıkta kalmıştır.
• Java ile Sumatra arasında yer alan Krakatoa volkanının 1883’teki patlaması sırasında tsunami dalgaları meydana gelmiş; 36 bin 400 insan hayatını kaybetmiştir. Bu patlama 4500 km’yi aşkın mesafeden duyulmuştur.
• Kolombiya’da, 1985 yılında, 150 yıllık bir uykudan sonra, Nevado del Ruiz yanardağı patlamış, yüzlerce insanın ölümüne neden olmuştur. Nevado Del Ruiz’in patlaması, o bölgede bulunan buz ve karı eritmeye yetecek kadar ısı yaydığı için, çamur ve su seli, dağın eteklerinden gelerek 50 km kadar uzaktaki Armero kasabasını 3 metre kalınlıkta çamur tabakası altına gömmüş, Armero şehrini silip süpürmüştür. Bu olayda 23 bin kişi hayatını yitirmiştir.
• 1902’de Karayıp adasında Pelee Dağı’nın patlamasıyla 30.000 kişi hayatını yitirmiştir.
• İtalya’nın güneyindeki antik kent Pompei M.S. 79’da Vezüv Dağı’nın patlamasıyla kul altında kalarak yok olmuştur. Pompei ve Herculaneum’da 16 bin kişi olmuştur.
D) HEYELANLAR
Yamaç dengesinin çeşitli sebeplerle bozulması sonucu arazinin bir bölümünün yerçekiminin etkisiyle koparak yamaç boyunca aşağıya ilerlemesi olayına heyelan denir. Dünyanın birçok bölgesinde görülebilen Bir bölgede heyelanın oluşmasını kolaylaştıran doğal ve beşeri etkenler şu şekilde özetlenebilir.
Doğal nedenler
• Arazinin yüksek eğime sahip olması
• Uzun sureli yağışlarla ya da ani kar erimeleriyle zeminin suya doygun hale gelmesi.
• Ani donma ve buharlaşma sonucu yamaç dengesinin bozulması
• Ana kayanın kil gibi su geçirmeyen kayaçlardan oluşması
• Bitki örtüsünün cılız olması
• Volkanizma ve deprem gibi olaylar sonrası oluşan sarsıntılar
Beşeri Nedenler
• Yol yapımları, köprü ve baraj inşaatları sırasında yamaç dengesinin bozulması
• Riskli bölgelerde taş ve maden ocaklarının işletilmeye açılması
• Riskli bölgelerin yerleşime açılması ile yamaçlara fazladan yük binmesi.
• Bitki örtüsünün tahrip edilmesi.
• Meraların aşırı kullanılması sonucunda yok olması
• Eğimli arazilerin tarıma açılması ve kullanılan yanlış tarım yöntemleri.
3. HİDROLOJİK KARAKTERLİ EKSTREM OLAYLAR;
Esasen meteorolojik olarak suyun uzun sureli yokluğu ya da kısa surede aşırı derecede fazlalaşması ile ortaya çıkan olaylar olduğu için aşırı yağışlar ve kuraklık gibi ekstrem olaylar bu başlık altında incelenmiştir.
A- AŞIRI YAĞIŞLAR
Aşırı yağışlar yıllık olarak hesaplanabildiği gibi aylık, haftalık ve günlük olarak ta hesaplanabilir. Aşırı yağışın en tehlikeli yanı sel ve taşkınlardır. Bir bölgede uzun suren yağışlar sele neden olmazken daha az miktarda yağış olmasına rağmen kısa surede düşen yağışlar sele neden olabilmektedir. Çünkü yağışlarla gelen büyük su kütlesi çok kısa surede yerle temas ettiğinden bitki ve toprak tarafından tutulamaz ve doğrudan akışa geçerek sel oluşmasını sağlar. Dünyada hemen her bölgesinde değişik sıklıkta ve boyutta görülen seller doğal afetlerin en yaygın olanıdır. Her yıl binlerce insan sel ve su taşkınları yüzünden hayatını yitirmektedir. Selden etkilenen insan sayısı ise her yıl 75 milyonun üzerindedir. Yıllar ilerledikçe bu sayıda sürekli olarak nüfusun ve afet sayısının artışına paralel olarak artmaktadır. Seller eğer bir akarsuyun yatağının taşmasına neden olursa taşkın adını alır ve her su baskınını taşkın olarak adlandırmak doğru değildir.
Sellere en çok, nehir yataklarında taşmalar sonucunda rastlanır. Nehir yataklarına gelen suyun sele dönüşmesine, yatakların amacı dışında kullanılması da yol acar. Günümüzde yaşanan selleri bir doğal afete çeviren olay insanların yaptığı yanlış uygulamalardır. Çarpık kentleşme sonucu dere yataklarında yapılaşmanın artması ve akarsu yatağının doldurulmasıyla oluşan seller her yıl ülkemizde büyük mal ve can kaybına sebep olmaktadır.
Ani sellerin meydana getirdiği ölümlerin yarısı araba ile İlişkili olduğundan, asla sel sularının bulunduğu bölgelerde araba kullanılmamalıdır. Yolları dolduran sular eğer yarım metre yüksekliğe ulaşmışsa, arabanızı sürükleyebilir.
İnsanlar tarih öncesi cağlardan beri yaşamak için hep akarsu kenarlarını ve deniz kıyılarını tercih etmişlerdir. Suya yakın olmak demek; daha kolay yaşama, verimli topraklar, ılıman bir iklim, kolay ulaşım anlamını taşımaktadır. Zaten eğer İnsanlar taşabilecek bu sulara yakın olmasalardı sel bir afet olarak karşımıza çıkmayacaktı.
Seller Sonucunda
• Hızla akan su kütlesi önüne çıkan her şeyi tahrip ederek İlerler.
• Can kayıpları yaşanır.
• Yollar, köprüler, binalar ve araçlar kullanılamaz hale gelerek çok büyük ekonomik kayıp yaşanır.
• Ulaşımda aksamalar olur.
• Tarım alanları hızlı erozyonla tahribata uğrar.
• Limanlar büyük zarar görür.
• Enerji üretiminde ve aktarımında aksaklıklar yaşanır.
B- KURAKLIK
Belirli bir zaman diliminde yağış yetersizliği nedeniyle yer altı ve yerüstü sularının ortalama değerlerin altına düşmesi ile oluşan su eksikliği durumuna kuraklık denir. En yavaş gelişen ekstrem olay kuraklıktır ancak sonuçları bakımından en fazla zarara yol açan olaylardan biridir.
Tek başına yağış miktarında azalma olması o bölgede kuraklık olduğu anlamına gelmez. Bir bölgede kuraklık yaşandığının tam olarak saptanabilmesi için o bölgedeki sıcaklık, yağış miktarı ve yağış rejimi ile buharlaşma koşullarının birlikte ele alınarak incelenmesi gerekir. Tüm bu faktörler incelendikten sonra o yerde oluşan su eksikliği düşen yağışlarla kapatılamıyorsa kuraklık yaşanıyor demektir. Kuraklık kısa ya da uzun sureli olabilir; ancak kuraklığın suresinin uzaması olumsuz sonuçların da artmasına neden olur. Hatta kuraklık periyodunun uzaması tıpkı bir hastalığın insan vücuduna yerleşip kronikleşerek telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açması gibi o bölgedeki doğal hayatı tamamen etkileyerek çölleşmeye sebep olabilmektedir.
Belirgin 3 kuraklık tipi vardır.
1. Meteorolojik Kuraklık
Belirli bir zaman periyoduna ait normallerden (genellikle en az 30 yıllık) meydana gelen sapma olarak tanımlanır. Bu tanımlamalar genellikle bölgeseldir ve tahminen bölgesel klimatolojinin tam olarak anlaşılması temeline oturur. Normal olarak meteorolojik ölçümler kuraklığı ifade etmede başta gelen göstergelerdir. Devam eden bir meteorolojik kuraklık olayı hızlı bir şekilde kuvvetlenebilir veya aniden sona erebilir. Kuraklık periyotları genellikle, belirlenen eşik değerlerinin altında yağışlı olan günlerin sayısı olarak tanımlanmıştır.
2. Tarımsal Kuraklık
Bitkinin kok bölgesinde, büyüyüp gelişmesi için yeterli nem bulunmaması durumu olarak ifade edilir. Büyüme periyodu boyunca, belirli bir bitkinin suya ihtiyaç duyduğu belirli bir kritik döneminde yeterli toprak nemi olmadığı zaman tarımsal kuraklık meydana gelir. Tarımsal kuraklık meteorolojik kuraklıktan sonra ve hidrolojik kuraklıktan önce ortaya çıkan tipik bir durumdur. Tarımsal kuraklık, toprağın derinlikleri doymuş halde olsa bile urun verimlerini ciddi oranda düşürebilir. Yüksek sıcaklıklar, düşük nispi nem ve kurutucu rüzgârlar yağış azlığının etkilerinin katlanmasına sebep olur.
3. Hidrolojik Kuraklık
Hidrolojik kuraklık, uzun sure devam eden yağış eksikliği neticesinde ortaya çıkan yeryüzü ve yer altı sularındaki azalma ve eksiklikleri İfade eder. Nehir akım ölçümleri ve gol, rezervuar, yer altı su seviyesi ölçümleri İle takip edilebilir. Yağmur eksikliği ile akarsu, dere ve rezervuarlardaki su eksikliği arasında bir zaman aralığı olduğundan dolayı hidrolojik ölçümler kuraklığın ilk göstergelerinden değildir. Meteorolojik kuraklık sona erdikten uzun sure sonra dahi hidrolojik kuraklık varlığını sürdürebilir.
Kuraklık sonucunda
• Su kaynakları ve tarımsal verim azalır.
• Enerji üretimi azalır.
• Doğal bitki ve hayvan türleri zarar görür.
• Sanayi üretimi azalır.
• Orman yangınlarının sayısı artar.
• Kirlilik başlar ve salgın hastalıklarda artış yaşanır.
• Hem ülke içinde hem de uluslararası düzeyde su paylaşımı İle İlgili sorunlar yaşanır.
• Sosyal ve ekonomik denge bozulmaya başlar.
ÇOĞRAFYA HOCASI
Bütün sanat doğanın bir taklididir. Seneca
Bitkilerin varlığı yeryüzündeki canlılığın devamı için vazgeçilmezdir. Bu cümlenin taşıdığı önemin tam olarak kavranabilmesi için şöyle bir soru sormak gerekir: “İnsan yaşamı için en önemli unsurlar nelerdir?” Bu sorunun cevabı olarak akla elbetteki oksijen, su, besin gibi temel ihtiyaç maddeleri gelir. İşte tüm bu temel maddelerin yeryüzündeki dengesini sağlayan en önemli faktör yeşil bitkilerdir. Bundan başka yine yeryüzündeki ısı kontrolünün sağlanması, atmosferdeki gazların dengesinin korunması gibi, sadece insanlar için değil bütün canlılar için son derece büyük önem taşıyan başka dengeler de vardır, ki bütün bu dengeleri sağlayanlar da yine yeşil bitkilerdir.
Yeşil bitkilerin faaliyetleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Bilindiği gibi yeryüzündeki yaşamın ana enerji kaynağı Güneş’tir. Ancak insanlar ve hayvanlar, güneş enerjisini doğrudan kullanamazlar, çünkü bünyelerinde bu enerjiyi olduğu gibi kullanabilecekleri sistemler yoktur. Bu yüzden güneş enerjisi de ancak bitkilerin ürettiği besinler aracılığıyla, kullanılabilir enerji olarak insanlara ve hayvanlara ulaşır. Hücrelerimiz tarafından kullanılan enerji hammaddelerinin tümü, gerçekte bitkiler aracılığıyla bize taşınan güneş enerjisidir. Örneğin çayımızı yudumlarken aslında güneş enerjisi yudumlarız, ekmek yerken dişlerimizin arasında bir miktar güneş enerjisi vardır. Kaslarımızdaki kuvvetse gerçekte güneş enerjisinin farklı formundan başka bir şey değildir. Bitkiler güneş enerjisini bizim için karmaşık işlemler yaparak bünyelerindeki moleküllere depolamışlardır. Hayvanlar için de durum insanlardan farklı değildir. Onlar da bitkilerle beslenir ve bu sayede onların enerji paketleri haline getirerek depoladıkları güneş enerjisini kullanırlar. Bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretebilmelerini ve diğer canlılardan ayrıcalıklı olmalarını sağlayan ise, hücrelerinde insan ve hayvan hücrelerinden farklı olarak güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapıların bulunmasıdır. Bitki hücreleri bu yapıların yardımıyla, güneşten gelen enerjiyi, insanlar ve hayvanlar tarafından besin yoluyla alınacak enerjiye çevirirler ve formülü yapılarında saklı olan çok özel işlemlerle, besinlere bu enerjiyi depolarlar. Bu özel işlemlerin tümüne birden fotosentez denir.
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri için gerekli olan mekanizma, daha doğru bir anlatımla minyatür fabrika, bitkilerin yapraklarında bulunur. Gerekli olan mineralleri ve su gibi maddeleri taşıyacak son derece özel bir yapıya sahip olan taşıma sistemi de bitkinin gövdesinde ve köklerinde mevcuttur. Üreme sistemi ise her bitki türü için yine özel olarak tasarlanmıştır.
Bütün bu mekanizmaların her birinin kendi içlerinde kompleks yapıları vardır. Ve bu mekanizmalar birbirlerine bağlı olarak çalışırlar. Biri olmadan diğerleri fonksiyonlarını yerine getiremezler. Örnek olarak sadece taşıma sistemi olmayan bir bitkiyi ele alalım. Böyle bir bitkinin fotosentez yapması imkansızdır. Çünkü fotosentez yapması için gerekli olan suyu taşıyacak kanalları yoktur. Bitki besin üretmeyi başarmış olsa bile bunu gövdenin diğer bölümlerine taşıyamayacağından bir işe yaramayacak, bir süre sonra ölecektir.
İleriki bölümlerde geniş bir şekilde ele alınacak olan bu yapılar detaya inilerek incelendiğinde, son derece kompleks bir tasarımın ortaya çıktığı görülecektir. Yeryüzündeki bitki çeşitliliği de göz önüne alınarak değerlendirildiğinde, bitkilerdeki bu olağanüstü yapılar daha da dikkat çekici hale gelecektir.Yeryüzünde 500.000’den fazla bitki çeşidi bulunmaktadır. İşte bütün bu bitki türlerinin her biri kendi içinde özel tasarımlara ve türlerine özgü sistemlere sahiptirler. Temel olarak hepsinde aynı mükemmel sistemler bulunmakla beraber, üreme sistemleri, savunma mekanizmaları, renk ve desen açısından benzersiz bir çeşitlilik söz konusudur. Bu çeşitlilikte değişmeyen tek şey; bitkilerde kurulu olan genel düzenin işlemesi için bitkideki bütün parçaların (yaprak ve yapraktaki yapılar, kökler, taşıma sistemleri, kabuk, saplar) ve daha pek çok mekanizmanın bir anda ve eksiksiz bir biçimde var olması gerekir.
VE BİR BİTKİ DOĞUYOR
Yeryüzündeki ekolojik dengenin ve canlılığın devamında son derece önemli bir role sahip olan bitkiler, bu önemle doğru orantılı olarak diğer canlılara kıyasla çok daha etkin üreme sistemlerine sahiptirler. Bu sayede hiç zorluk çekmeden çoğalmalarını gerçekleştirirler. Bitkilerin üremesi için kimi zaman bir bitkinin sapının kesilerek toprağa gömülmesi, kimi zaman da bir böceğin bir çiçeğe konması yeterli olmaktadır.
ANA BİTKİDEN AYRILMAYA BAŞLAYAN YENİ BİR HAYAT
Bazı bitkiler cinsiyet ayrımı olmadan, tek bir cinsin belirli yollarla çoğalmasıyla soylarını devam ettirebilirler. Bu gerçekleştirilen çoğalmaya eşeysiz üreme adı verilir. Bu şekildeki bir üremeden sonra ortaya çıkan yeni nesil kendisini meydana getiren neslin tıpatıp aynısı olur. Bitkilerdeki en bilinen eşeysiz üreme şekilleri tomurcuklanma ve parçalara ayrılmadır.
Bazı özel enzimlerin yardımıyla gerçekleşen bu üreme biçimi (tomurcuklanma veya parçalanma) pek çok bitkide görülebilir. Örneğin çimenler ve çilekler “sürgün” denilen yatay uzantılarını kullanarak çoğalırlar. Patates ise toprağın altında yetişen bir bitki olarak, bu kısımlarda açılan yeni özel yerlerden (gözelerden) tomurcuklar vererek çoğalır. Bazı tür bitkilerde ise yapraklarından bir bölümünün toprağa düşmesi, yeni bir bitkinin yetişmesi için yeterli olmaktadır. Örneğin phyllum daigremontianum adlı bitkinin üremesi yapraklarının ucunda gelişen tomurcuklar sayesinde gerçekleşir. Bu tomurcuklar yere düşer düşmez, bağımsız birer yeni bitki haline gelerek, büyümeye başlarlar. Begonya gibi bazı bitkilerde de kopan yapraklar ıslak bir kuma yerleştirildiği zaman, bir süre sonra küçük yaprakçıkların oluştuğu görülecektir. İşte bu yaprakçıklar da yine çok kısa bir süre sonra ana bitkinin benzeri olan yeni bitkiyi oluşturmaya başlarlar. Bu örnekleri de göz önüne alarak; bir bitkinin parça atarak ya da tomurcuklanarak büyümesi için temelde ne gereklidir? Düşünelim! Bitkilerin genetik yapısına bakıldığında bu sorunun cevabı kolaylıkla verilecektir.
Bitkilerin de, diğer canlılarda olduğu gibi, tüm yapısal özellikleri hücrelerindeki DNA’larda şifrelenmiştir. Yani her bir bitkinin nasıl çoğalacağı, nasıl nefes alacağı, besinini nasıl sağlayacağı, rengi, kokusu, tadı, içindeki şekerin miktarı, üreme şekli ve daha bunun gibi birçok bilgi o bitkinin istisnasız bütün hücrelerinde bulunmaktadır. Bitkinin köklerindeki hücreler yaprakların nasıl fotosentez yapacağının bilgisine sahiptir ya da yapraklarındaki hücreler köklerin topraktan suyu nasıl çekeceğini bilirler. Kısacası bitkiden ayrılan her parçada, bitkinin tamamını oluşturabilecek şekilde bir şifrelenme ve düzenlenme mevcuttur. Ana bitkinin tüm özellikleri yani genetik olarak bitkiyle ilgili tüm bilgiler, bitkiden kopan bu küçük parçanın her hücresinde de eksiksiz olarak bulunmaktadır.
Bu sistemle üreyen bitkilerin her parçasında aynı genetik bilginin olması son derece önemlidir, hatta bu zorunludur. Çünkü bitkinin üremesi sadece bu sistemin işlemesine bağlıdır. Düşen parçada bitkideki genetik bilgilerin tamamı olmasa, aynı özelliklerde bir bitki gelişemez. Bunu bir örnekle açıklayalım. Genetik bilgilerde eksiklik olsa; örneğin bir çileğin rengi ya da içindeki şeker miktarı, kokusu ile ilgili genetik bilgi yeni düşen parçada olmasa çilek, çilek olamazdı.
EŞEYLİ ÜREYEN BİTKİLER
Bitkinin çiçeğinde bulunan erkek ve dişi üreme organları vasıtasıyla gerçekleşen üreme şekli, eşeyli üreme olarak adlandırılır. Her çiçeğin şekli, rengi, içerdiği üreme hücrelerinin kılıfları, taç yaprakları gibi özellikleri bitki türleri arasında değişiklikler gösterir. Yapılardaki bu çeşitliliğe rağmen bütün çiçeklerin görevleri temelde aynıdır. Bu görevler; üreme hücrelerini üretmek, dağıtıma hazır hale getirmek ve kendisine ulaşan diğer üreme hücresinin döllenmesini gerçekleştirmektir.
Çiçeklerin açmaya başladıkları dönemde ortaya çıkan polenler, bitkilerin erkek üreme hücreleridirler. Görevleri, kendi türlerinin çiçeklerindeki dişi organlara ulaşabilmek ve ait oldukları bitkinin neslinin devamını sağlamaktır. Her bitkinin polenlerini göndermek için ise kendine özgü bir yöntemi ya da kullandığı bir mekanizması vardır. Bitkilerden kimileri böcekleri kullanırlar, kimileriyse rüzgarın özelliklerinden faydalanırlar. Bitkilerin döllenmesinde kuşkusuz ki en önemli nokta her bitkinin yalnız kendi türünden olan bir bitkiyi dölleyebilmesidir. Bu yüzden doğru polenlerin doğru bitkiye gitmesi son derece önemlidir.
Peki, özellikle bahar aylarında havada bu kadar çok çeşitte polen dolaşırken, nasıl olup da döllenmede hiç karışıklık çıkmaz? Polenler uzun yolculuklara ve değişen şartlara nasıl dayanıklılık gösterirler?
POLENLERDEN TOHUMA DOĞRU…
Polenler ilk olarak çiçeklerin erkek üreme organlarında üretilirler ve oradan da çiçeğin dış bölümüne doğru ilerlerler. Buraya ulaştıktan sonra da olgunlaşmaya başlarlar ve sonraki nesil için döllenmeye hazır hale gelirler. Bu polenin hayatındaki ilk aşamadır. Öncelikle polenin yapısına biraz göz atalım. Polen, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikroorganizmadır (kayın ağacını poleni 2, kabağın poleni ise 200 mikron büyüklüğündedir) (1 mikron=1/1000mm). İçinde büyük gövdeli bir hücre (vejetatif hücre) ile iki sperm hücresi (generatif hücre) bulunur.
Polen bir tür kutuya benzetilebilir. Polenin içinde bitkinin üreme hücreleri vardır. Bu hücrelerin çoğu dış etkenlerden zarar görmeden canlılıklarını koruyabilmeleri için çok iyi bir şekilde saklanmaları gerekir. Bu yüzden kutunun yapısı son derece sağlamdır. Kutunun etrafı “sporoderm” diye adlandırılan bir kabuk tarafından sarılmıştır. Bu kabuğun dış kısmında bulunan ve “ekzin” olarak adlandırılan tabaka, organik alemin bilinen en dayanıklı maddesidir ve kimyasal yapısı henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu madde genel olarak asitlerin ve enzimlerin yol açtığı bozulmalara karşı çok dirençlidir. Ayrıca yüksek sıcaklık ve basınçtan da etkilenmez.
Görüldüğü gibi, bitkilerin devamlılığı için varlıkları zorunlu olan polenlerin korunmaları için çok detaylı tedbirler alınmıştır; polenler adeta özel olarak ambalajlanmışlardır. Bu sayede polenler hangi metodla taşınırlarsa taşınsınlar, ana gövdelerinden kilometrelerce uzaklıkta dahi canlılıklarını sürdürebilirler. Polenlerin çok dayanıklı bir maddeyle kaplanmış olmalarının yanı sıra sayıca çok olmaları da o bitkinin çoğalmasını garanti altına almış olur. Polenlerin, dölleyecekleri çiçeklere ulaşabilmeleri için genellikle iki farklı yol vardır: Döllenme işleminin ilk aşaması olan taşınma işlemi, polenlerin bir arının, bir kelebeğin ya da herhangi bir böceğin vücuduna yapışıp kendilerini taşıttırmaları veya rüzgarın akışına uygun olarak yol almaları şeklinde gerçekleşir.
RÜZGARA YELKEN AÇAN POLENLER
Yeryüzündeki pek çok bitki, türünün devamını polenlerini rüzgar vasıtasıyla dağıtarak sağlar. Birçok açık tohumlu bitki, çam ağaçları, palmiye ve benzeri ağaçlar ve ayrıca çiçek veren tüm tohumlu bitkiler ile çimensi otların tamamı rüzgarlarla döllenir. Rüzgar, çiçek tozlarını bitkilerden alıp, aynı türden diğer bitkilere taşıyarak döllenmeyi gerçekleştirir.
Bitkilerdeki aerodinamik yapı nedir? Nasıl bir etkisi vardır? Bu soruların cevaplarını verebilmek için öncelikle “aerodinamik yapı” tanımının açıklanması gerekir. Havada hareket eden cisimlere hava akımlarından kaynaklanan bazı kuvvetler etki eder. Aerodinamik kuvvetler olarak adlandırılan bu kuvvetler sayesinde, hareket etmeyi başarabilen cisimler de “aerodinamik yapıya sahip cisimler” olarak adlandırılırlar. Rüzgarla polenleşme sistemini kullanan bazı bitkiler işte bu aerodinamik yapıyı çok etkili bir biçimde kullanırlar. Bu konudaki en güzel örnek çam kozalaklarının yapısında görülür.
AERODİNAMİK KOZALAKLAR
Rüzgarla polenleşmeyi incelemelerine sebep olan sorulardan belki de en önemlisi, “nasıl olup da havada bu kadar çok çeşitte polen dolaşırken, bir bitki çeşidinin polenleri başka bir bitki türü tarafından tutulmamakta ve sadece kendi türünden diğer bitkilere ulaştırılmaktadır” sorusu olmuştur. İşte bu soru, bilimadamlarını rüzgarla döllenen bitkileri, özellikle de kozalakları incelemeye yöneltmiştir.
Oldukça uzun olan yaşam süreleri ve yüksek boylarıyla tanınan kozalaklı ağaçlarda, kozalaklar erkek ve dişi yapıları oluştururlar. Erkek ve dişi kozalaklar aynı ağaçta olduğu gibi farklı ağaçlarda da olabilirler. Kozalaklarda, polenleri taşıyan hava akımını kendilerine çekecek özel tasarlanmış kanallar vardır. Polenler, oluşan bu kanallar sayesinde üreme alanlarına kolaylıkla gelirler. Dişi kozalaklar, erkek kozalaklara göre daha büyüktürler ve tek olarak büyürler. Dişi kozalakların merkez eksenleri etrafında çok fazla miktarda yaprak benzeri yapılar olan “sporofil”ler vardır. Bunlar, balık puluna benzeyen kabuk şeklinde yapılardır. Sporofillerin iç yüzeylerinde iki adet ovül (yumurtanın oluşturulduğu kısım) bulunur. Kozalaklar polenleşmeye hazır olduğunda bu kabuklar iki yana açılır. Böylece erkek kozalaktan gelen polenlerin içeri girmesine olanak sağlanmış olur.
Bundan başka polenlerin kolaylıkla kozalağın içine girmesini sağlayan özel yardımcı yapılar da vardır. Örneğin dişi kozalakların pulları yapışkan kıllarla döşenmiştir. Bu kıllar sayesinde polenler döllenme için kolaylıkla içeri alınabilmektedirler. Döllenmeden sonra dişi kozalaklar, çekirdek ihtiva eden odunsu ve derimsi yapılara dönüşürler. Daha sonra çekirdekler de uygun koşullarda gelişerek yeni bitkileri meydana getirirler. Ayrıca dişi kozalakların çok şaşırtıcı bir özellikleri daha vardır: Yumurtanın oluştuğu kısım (ovül) kozalağın merkezine çok yakındır. Bu da polenin bu bölüme ulaşması için bir zorluk gibi görünmektedir. Çünkü kozalağın iç kısımlarına ulaşabilmek için, iç eksene açılan özel bir yoldan da geçilmesi gerekmektedir. Bu ilk bakışta kozalakların döllenmesinde bir dezavantaj gibi görülmesine rağmen, yapılan incelemeler sonucunda böyle olmadığı anlaşılmıştır.
Kozalaklardaki bu özel döllenme sisteminin nasıl işlediğinin bulunabilmesi için bir model kozalak hazırlanarak deney yapılmıştır. Helyum doldurularak yapılmış baloncuklar hava akımına bırakılarak hareketleri gözlenmiştir. Bu baloncukların hava akımını rahatlıkla izleyerek, kozalağın içindeki sıkışık koridorlardan hiç zorlanmadan geçme özelliğine sahip oldukları anlaşılmıştır. Daha sonra bu maket deneyinde gözlemlenen baloncukların hareketleri özel bir fotoğraflama tekniğiyle görüntülenmiştir. Bir bilgisayar yardımıyla görüntüler analiz edilerek rüzgarın yönü ve hızı da tespit edilmiştir.
Bilgisayardan elde edilen sonuçlara göre, kozalakların rüzgarın doğrusal hareketini üç şekilde değiştirdiği anlaşılmıştır. İlk olarak rüzgarın yönü dallar ve yapraklar vasıtasıyla merkeze doğru döndürülmüştür. Daha sonra bu bölgedeki rüzgar kıvrılarak yumurtanın oluşturulduğu bölgeye doğru sürüklenmiştir. İkinci harekette, kabukçukların tümünü yalayan rüzgar sanki bir girdaptaymış gibi dönerek kozalağın iç eksenine doğru açılan bölgeye yönelmiştir. Üçüncüsünde ise kozalak, çıkıntıları sayesinde çalkantıya neden olarak, rüzgarı aşağıya doğru döndürerek kabuklara yönlendirmiştir. İşte bu hareketler sayesinde havada uçuşan polenler çoğunlukla hedeflerine ulaşmaktadırlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta hiç kuşkusuz ki, birbirini tamamlayan üç aşamanın olması ve bunların mutlaka bir arada olması gerektiğidir.
Çam ağaçlarının, polenlerin yakalanmasını hızlandıran daha başka özellikleri de vardır. Örneğin yumurta hücreleri genellikle dalların ucunda oluşur. Bu da polenlerin kaybını en aza indirir. Bundan başka çam kozalağının etrafındaki yapraklar, hava akımının hızını azaltarak kozalak üzerine daha fazla polen düşmesine yardım ederler. Kozalak etrafındaki yaprakların simetrik dizilişi de, herhangi bir yönden gelen polenlerin kolaylıkla tutulmasına yardımcı olur.
Tüm polenlerde olduğu gibi çam polenlerinin de türlere göre farklı biçimleri, büyüklükleri ve yoğunlukları vardır. Bu sayede her polen hava akımından değişik yönde etkilenmiş olur. Örneğin, bir türün polenleri, başka bir türün kozalağının oluşturduğu hava akımlarını izleyemeyecek bir yoğunluğa sahiptir. Bu sebeple kozalağın oluşturduğu akımın dışına çıkarak toprağa düşerler. Bütün kozalak çeşitleri kendi türlerinin polenlerine en uygun hava akımını oluştururlar. Kozalakların bu özelliği sadece polenleri tutmaya yaramaz. Hava akımının meydana getirdiği bu filtre özelliğini bitkiler çok değişik işler için de kullanırlar. Örneğin bu yöntem sayesinde dişi kozalaklar, yumurta hücrelerine zarar verebilecek mantar polenlerinin yönünü de değiştirebilirler.
Bitkiler tarafından havaya rastgele atılan polenlerin kendi türdeşlerine ulaşabilmesi için alınan önlemler sadece bunlarla sınırlı değildir. Bitkinin polenlerinin ihtiyaçtan çok daha fazla miktarda üretilmesi de, polenleşme işlemini bir yere kadar güvence altına almış olur. Çeşitli sebeplerle oluşabilecek polen kayıpları bu sayede bitkiyi etkilemeyecektir. Örneğin çam ağaçlarındaki her bir erkek kozalak yılda 5 milyondan fazla polen üretirken, tek başına bir çam ağacı ise yılda 12.5 milyar civarında polen üretmektedir ki bu, diğer canlıların üreme hücreleriyle karşılaştırıldığında son derece olağanüstü bir sayıdır.
Bununla birlikte rüzgarla taşınan polenlerin önünde daha pek çok engel vardır. Bunlardan biri de yapraklardır. Polenler havada uçuşmaya başladıkları sırada, yapraklara takılıp kalmalarını engellemek için bazı bitkilerde (fındık, gürgen, ceviz vs) çiçekler yapraklardan önce açarlar. Bu sebeple polenleşme yaprakların henüz gelişmedikleri bir zamanda gerçekleşmiş olur. Buğdaygillerde ve çamgillerde ise polenleşmenin kolaylıkla gerçekleşebilmesi için çiçekler bitkinin uç kısımlarında bulunmaktadır. Böylelikle yapraklar polenin hareketine bir engel teşkil etmemiş olurlar.
Alınan bu önlemlerle polenler oldukça uzak mesafelere kadar gidebilirler. Bu uzaklık bitkinin türüne göre değişir. Örneğin üzerlerinde hava kesecikleri bulunan polenlerin katedebildikleri mesafe, diğer türlere göre çok daha fazla olabilir. 2 tane hava keseciği taşıyan çam polenlerinin yüksek hava akımları ile 300 km kadar uzağa taşınabildiği belirlenmiştir.
POLEN TAŞIYICILARI İŞ BAŞINDA
Bazı bitki türlerinin, polenlerini böcekler, kuşlar, arılar ve kelebekler gibi hayvanlara taşıtarak ürediklerinden bahsetmiştik. Polenlerini hayvanlara dağıttıran bitkilerle bu dağıtımda görev alan hayvanların aralarındaki ilişkiler gözlemcileri hayrete düşürmektedir. Çünkü bu canlılar karşılıklı bir alış-verişi gerçekleştirmek için, birbirlerini etkileyecek ve cezbedecek yöntemleri ustaca kullanırlar. Önceleri, genel bir kanaat olarak bitkilerin hayvanlarla olan ilişkilerde fazla rollerinin olmadığı zannedilirdi. Oysa araştırmalar bu kanaatin tam tersi bir sonucu ortaya koydu: Bitkiler hayvanlardaki tavır ve davranışları doğrudan etkilemektedirler.
Örneğin bitkilerdeki renk sinyalleri kuşlara ve diğer hayvanlara hangi meyvelerin olgunlaşıp yayılmaya hazır olduğunu haber verir. Çiçeklerin rengi ile bağlantılı olan nektar miktarları da, dölleyicinin çiçek üzerinde daha uzun kalmasını sağlayarak döllenme şansını artırır. Özel çiçek kokuları da doğru dölleyicileri tam gerekli zamanda çeker. Bitkiler hayvanları etkilemede çok aktif bir rol oynarlar. Kullandıkları özel stratejilerle polenlerini taşıyacak hayvanları mükemmel bir şekilde yönlendirirler.
Bunlardan başka bitkiler amaçlarına ulaşabilmek için kimi zaman da yanıltıcı yöntemler kullanırlar. Tozlaşmayı sağlayacak olan hayvan genellikle bitkinin kurmuş olduğu tuzağa düşer ve böylelikle bitki hedefine ulaşır.
BİTKİLERİN KULLANDIKLARI YÖNTEMLER RENK, ŞEKİL VE KOKU İLETİŞİMİ
Polen taşıyıcısı hayvanlar için renkler, çiçeklerin ne kadar uzakta olduğunu belli etmekle beraber, çiçekte nektar olup olmadığını da haber verirler. Dölleyici böcekler yakınlara geldiğinde çiçekte koku ve şekil gibi uyarıcı sinyaller belirir ve böceğe nektar bölgesine kadar yol gösterir. Çiçeklerdeki renk çeşitliliği dölleyiciyi, nektarın olduğu merkeze yöneltir ve döllenmeyi sağlar.
Bitkiler de sahip oldukları bu renklerin rehberliğinden haberdardırlar. Hatta bu özelliği son derece şuurlu bir şekilde kullanarak hayvanları aldatırlar. Bazı bitkiler, böcekleri kendilerine çekebilecek nektarları olmadığı halde nektar taşıyan çiçeklerin renk özelliklerine sahiptirler. Akdeniz ikliminde bulunan ormanlık bölgelerde bir arada yaşayan Mor Çan çiçekleri ile bir orkide türü olan Kırmızı Sefalanda bitkisi bu konuya güzel bir örnek oluşturur. Mor Çan çiçekleri arılar için cezbedici bir nektar salgılarken, Kırmızı Sefalanda bu işlemi yapacak özelliklere sahip değildir. Her bakımdan birbirinden farklı olan bu iki bitkinin döllenmesini sağlayanlar ise yöresel adı “yaprak kesen” olan yaban arılarıdır. Yaprak kesen arılar, Çan çiçeğinin döllenmesini sağlarken Kırmızı Sefalandayı da dölleme ihtiyacı duyarlar.etarim.net Nektarı olmadığı halde bir bitkiyi dölleyen arılar bilimadamlarının ilgisini çekmiş ve bunun nedenini araştırmışlardır.
Bu sorunun yanıtı “spektrofotometre” olarak adlandırılan bir alet ile yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Buna göre çiçeklerin saçtığı ışınların dalga boylarını, yaprak kesen arıların seçemediği anlaşılmıştır. etarim.netYani insanlar Mor Çan çiçeği ile Kırmızı Sefalanda’nın saçtığı ışınların dalga boylarını ayırt edip, çiçekleri ayrı renklerde görebildikleri halde, yaban arıları bunu fark edemezler. Renk, polen yayıcılar için önemli bir faktör olduğundan nektar salgılayan Çan çiçeğine giden arı, onun yanında bulunan ve aynı renkte gördüğü ancak nektarı olmayan Kırmızı Sefalanda orkidesini de ziyaret ederek döllenmeyi sağlar. Görüldüğü gibi bu orkide, Çan çiçeği ile olan “gizli benzerliği” sayesinde neslini devam ettirebilmektedir.
ETARIM / Bekir Çivleko
Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi çarığının içine bak.
- Ağlamaktan korkma! Zihindeki ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir.
- Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Sana uymayabilirim. Yanımda yürü ki böylece seni görebileyim, böylece ikimiz eşit oluruz.
Ute Boyu
- Aşkı tanıdığında, Yaratıcı’yı da tanırsın.
Fox Boyu
- Avlayacaksan en zayıf geyiği avla, çünkü sağlam olanlar yeni neslin devamını sağlayacaktır.
- Barış ve mutluluk her anda mevcuttur. Barış ve mutluluk her adımdadır. Ruhun meseleleri için siyasi çözümler yoktur.
- Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi çarığının içine bak.
Sauk Boyu
- Bir düşman çok, yüz dost azdır.
Hopi Boyu
- Bir kere “Al şunu” demek, iki kere “Ben vereceğim” demekten iyidir.
- Biz ağaçlara zarar vermek istemeyiz. Ne zaman onları kesmemiz gerekse, önce onlara tütün ikram ederiz. Odunu asla ziyan etmeyiz, lazım olduğu kadar keser, kestiğimizin hepsini kullanırız. Eğer onların hislerini düşünmez ve kesmeden önce tütün ikram etmezsek, ormanın diğer bütün ağaçları gözyaşı dökecektir, bu da bizim kalbimizi yaralar.
- Bütün dinler Tanrı’ya dönüş yolunda bastığımız taşlardır.
- Bütün Kızılderililer her yerde durmadan dans etmelidir. Önümüzdeki ilkyaz Yüce Ruh gelecek. Bütün av hayvanlarını geri getirecek. Avdan geçilmeyecek bu topraklarda. Bütün ölü Kızılderililer geri gelecek ve yeniden yaşayacaklar.
Wovoka Boyu
- Cevap vermemek aslında bir cevaptır.
Hopi Boyu
- Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır.
Mohawk Boyu
- Dur, dinle. Hep konuşursan hiçbir şey duyamazsın.
- Dünyadaki her şeyin bir sebebi vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır.
- Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap! Eğer onu yenersem utanç duymayayım.
Apache Boyu
- Eğer bir ülkede gölgelerin boyu insanların boyunu geçmişse o ülkede güneş batıyor demektir.
- Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz. Sadece bir kişiye yardım et! Şimdiki usul bu değil ama inanıyorum, insanlar bu yolu öğrenecekler.
- Eğer sorsanız: ‘Sessizlik nedir?’ Cevap veririz: O Büyük Ruh’ un sesidir. Yine sorsanız: ‘Sessizliğin meyveleri nelerdir?’ Cevap veririz: Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı.’
- Fakir olmak, şerefsiz olmaktan daha küçük bir meseledir.
- Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz.
- Gözün ile değil, yüreğin ile hüküm ver.
İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.
Kızılderili atasözleri / Vikisöz
Beste, bir müzik eserini oluşturan ezgiler bütünü olarak adlandırılır. Unutulmamalıdır ki kulağa hoş gelen, birçok insan tarafından benimsenmiş besteleri tamamlamak, bestekârının belki de yıllarını almıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere beste yapmak kolay ve hızlı bir işlem değildir. Beste yapmak tecrübe ve bilgi gerektirmektedir. Tabii ki ilgilenen herkes bir beste sahibi olabilir, burada söz konusu bestenin kalitesi ve kullanılabilirliğidir.
Beste yapmanın bir sırrı var mıdır?
Beste yapmak her şeyden önce özgüven ve özveri gerektirir. Ardından yetenek, tecrübe ve hayal gücünüze bağlı olarak melodik değeri olan notaların, tekil ya da yazdığınız söze uygun olarak birleştirilmesi gerekmektedir. Yani besteler notalara karşılık gelen seslerin kullanılmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca bir eserin beste olarak adlandırılabilmesi için aktarılması yani kaydedilmesi ya da yazılması gerekmektedir.
Beste yapmakta yaratıcılık ve hayal gücünün önemi çok büyüktür lakin bunların yanında diğer önemli hususlar olan nota ve armoniye de hakim olmak gereklidir. Bu hakimiyet sayesinde, beste yaparken notaların uyumlu ve bir karar ses çıkarabilecek düzeyde bütünlük sağlaması kişi için kolaylaşacaktır.
Notaların seçimi ve düzenini oluşturma kısmında birçok müzisyenin esinlenme adı verdiği bir müzik değeri karşımıza çıkmaktadır. Kimi sanatçılar yaşayan varlıklardan(insan, hayvan, bitkiler) yola çıkarak beste yapmakta kimi insanlarsa cansız(duygular, nesneler vb.) varlıkları benimseyerek çalışmalarına devam etmektedir. Bu esinlenmeler yaratıcılıkla harmanlandığında ise ortaya ilham çıkar.
Genele bakılacak olursa birçok müzisyen beste yapımı aşamasında piyano ve gitarı tercih etmektedir. Bunun büyük sebeplerinden biri ise her iki enstrümanın da solo ve akor basılarak kullanılabilmesi, sözlü olarak eşlik edilmesinin kolay olmasıdır. Bununla birlikte yapılacak bestenin türü sizden çok uzak olmamalı aksine size oldukça yakın bir tür olmalıdır. Yani yıllarca klasik müzik dinlemiş iseniz jazz üzerine beste yapmaya çalışmanız hüsranla sonuçlanabilir.
“Müzik, duygularımızın en açık dilidir.”
Musiconline / BLOG
“Erdeminden dolayı mutsuzdu; ancak zayıflığı daha da mutsuz ediyordu onu.”
Stendhal, Kırmızı ve Siyah
Bir edebiyat metni yazarın okur ile arasında kurduğu bir kurgusal bir köprüdür. Burada okurun her zaman dışarıdan biri olmasını beklememek gerek zira ilk okur yazarın kendisidir. Yazar, okuru bilinmeyen bir ıssız adada dolaştıran rehberdir. Bu ada, papatyaların, menekşelerin, ıtırların yanında dikenlere, çamurlu göllere ve kara böceklere de ev sahipliği yaptığı sürece yazarın metni gerçekçi olacaktır. Yazarın ilk derdi kendine has bir dil, biçem yaratmak kaygısı değil, her ikisini de araç olarak kullanarak meselesini anlatmak olmalıdır. Yazar dilediği biçemde yazmakta özgürdür. Yalın, duru, karmaşık, tumturaklı, zor ya da kolay anlaşılır bir dil ile yazabilir. Peki onu sınırlayan haller var mıdır, varsa nelerdir?
Etik
Yazarın bilmediği konuda iyi yazamayacağı aşikardır. Demek ki; yazarın hakim olmadığı bir konuda yazması için araştırma yapması gerekiyor. Burada bir noktayı eklemek istiyorum: Yazarın anlattığı mesele ile ilişkisi… O, meselesine inanmak, meselesini hissetmek durumundadır; bilmediği konular hakkında araştırma yaptıktan sonra öğrenebilir ve yazabilir; ancak hissetmediği, inanmadığı meseleler hakkında yazamaz, yazmamalıdır.
Peki yazar yaşadığını mı yazar, yaşayamadığını mı? Ben yaşadıklarından yola çıkmalıdır, diyorum. Yazar yaşadığını yazmalıdır. Yalnız burada yazarların hayal dünyalarında yaşayan insanlar olduğunu da hatırlamamız gerek. O halde gerçekten zihninde yaşayabiliyor ve hissediyorsa pekala yaşamadıklarını, hep yaşamayı arzu ettiklerini de yazabilir.
Peki hep söylendiği gibi yazarlar iyi birer yalancı mıdır? Yazarlar yalan söyleyebilir hatta söylemelidir ancak; kendi yalanına inanmak şartıyla. Burada yine duygu meselesine geliyoruz. Duygularımız, hayal gücümüze şekil verir. Bir yazar duyguları ile yazmalıdır. O zaman söylediği yalanlar artık yalan olmayacaktır; çünkü duygularınızı kaleme dökerken yalan söyleyemezsiniz.
Yazar Kimdir?
Yazar, bir ressamın paletindeki renk renk boyalarını sevdiği gibi geçmiş anılarını, hayal kırıklıklarını ve hüzünlerini sevmeyi becerebilen kimsedir. O, hem geçmişte hem gelecekte yaşar. Onun işi etrafında olup biteni pür dikkat incelemek, hayattan numuneler toplamaktır. Topladığı numunelerden yeni bir kurgusal gerçeklik inşa eder. Bu yeni kurgusal gerçekliğin merkezinde yazarın kendisi bulunur.
Kahraman Yaratmak
Yazar, öyle kahramanlar yaratmalıdır ki yarattığı kahraman aracılığı ile kendisini aşmalıdır. Burada 19. yüzyıl romanından iki örnek vermek istiyorum: Birbirlerinin kardeşi sayılan Julian Sorel ile Raskolnikov… Stendhal’ın kadınları hayatı boyunca ne kadar arzuladığını zaten biliyoruz. Dostoyevski’nin de en azından romanını kurgularken tefecileri gerçekten öldürmek istediğini düşünüyorum. Aklının bir yanıyla bunun hiçbir şeyi çözmeyeceğinin de farkında olarak! Ne Dostoyevski gerçek yaşamda cinayet işledi ne de Stendhal kadınların yanında Don Juan olabildi. Ancak her ikisi de yazdıkları metinlerde bu tecrübeyi edindiler. Dostoyevski herhangi bir katilden daha fazla cinayetin ne olduğunu; Stendhal ise Casanova’nın hiçbir zaman erişemeyeceği yoğunlukta aşkı duyumsadı.
İki yazar da bu kahramanlarına inandıkları, onların meselelerini kendi meseleleri gibi benimsedikleri için okur olarak, hayatın gerçek hikayelerinden daha fazla onların kurgusal gerçekliklerinden etkileniyoruz.
Zaaflar
Toplumda hoş karşılanmayan kişilik özelliklerinin yine aynı toplumda anlaşılır ve değerli görüldüğü biricik disiplin, sanattır. Bir yazar, kendine dönüp zayıf, yetersiz, kötücül özelliklerini sergileyebildiği ölçüde okura samimi ve inandırıcı gelir. Günümüzde süper kahraman hikayelerini kimsenin tekrar duymak isteyeceğini sanmıyorum. (Hoş(!) 1978 yapımı ilk Superman filminde bile izleyicinin en aklında kalan sahne, kötü adamın zincirle kahramanımızın boynuna kriptonik taşı bağladığı, Superman’in can çekişerek havuza düştüğü sahnedir.) O zaman meselesine inanan bir yazar için pekala; korkaklık cesaret, siniklik özgüven, ahlaksızlık erdem, yalnızlık aşktır!
KARNAVALESK /
Edebiyat, düşünce ve duyguları güzel ve etkili bir biçimde anlatma sanatı olarak tanımlanabilirse de her anlatı ve metin edebiyatının içerisine sokulmaz. Amacı okuyucuya estetik bir lezzet sunmak değil de onu bir konuda aydınlatacak teknik bilgileri içeren yapıtlar edebiyat tanımı dışında değerlendirilirler. Edebiyat eserleri her zaman yazılı olarak ifade edilmeyebilir.
Edebiyat, arapça edep sözünden geliyor, anlamı terbiye. Yani kullanılan dilin, gündelik konuşmalardaki rastgeleliğin ötesinde, terbiye edilmiş, belli kurallara uyan bir dil olması. Yazın, ise dil devrimi ile ortaya çıkan, 60’lı yıllarda yaygınlaşan bir sözcük.
Meydan Larousse 1986 =
Edebiyat, estetik amaçlı oldukları kabul edilen yazılı yapıtlar bütünüdür.
Yazın, düşünce, duygu, imge ve olayların dil aracılığıyla biçimlendirmesine dayanan sanat dalı.
Edebiyat yazılı olmak ile sınırlarken yazını böyle sınırlandırmıyor.
Literatür ise belli bir bilimsel alandaki yazılı tüm metinlerdir. Kuram, bir olaylar demetini betimleme ve açıklamaya yönelik ilkeler, kurallar, bilimsel yasalar bütünüdür. Kendi içinde tutarlı olmalı, başkaları tarafından izlendiğinde varılan sonuçlar aynı olmalı. Edebiyat alanındaki metinleri birincil ve ikincil metinler olmak üzere ikiye ayırıyoruz. Edebiyat yapıtları (namık kemal şiirleri) birincil, edebiyat hakkında yazılmış her şey ikincil metindir. Yazınsal ve edebi: edebi terimi belli bir değer yargısı içerir. Edebi olan edebiyat değeri taşıma açısından kendini kanıtlamış gibidir. Yazınsal ise tarafsızdır, edebiyatın terbiye edilmiş bir dili olmasından kaynaklanan özelliklerini yazınsallık denir. Poetika, tek tek edebiyat metinlerini incelemekten çok, genel kuralları çıkaran, edebiyat hakkında kuran kuram geliştiren çalışmalara verilen attır. Filoloji, metinlerin saptanmasına ve edebiyat tarihine yöneliktir. Edebiyat bilim ise hem filoloji çalışmalarını kapsar hem de edebiyata yönelik nesnel ve genelgeçer kuramlar oluşturmaya çalışır (daha kapsayıcıdır). Edebiyat tarihi ise edebiyat metinlerini tarihsel açıdan sıraya dizmeye, akımları saptamaya yöneliktir. Eleştiri bir metni ve akımı değerlendirmeye yöneliktir. Kimine göre eleştiri yorumu da kapsar, yorum ise daha çok dini metinlerin açıklanması şeklinde başlamıştır. Bildirişim amaçlı her ileti bir metindir. Sözlü aktarımı da edebiyat metinlerine katabiliriz. Bir edebiyat metni, yazarla okur arasında iletişim kuran bir iletidir. İletişimin kurulması, edebiyat hakkındaki ön bilgilerimize bağlıdır. Sistem (dizge), belli işleyiş kuralları olan, kapalı bir bütün demektir. Söylem, genel kuralların kullanılmasıyla üretilmiş, ama eşi olmayan kendine özgü bir ifade içerir. Tüm insanların ortak bir biyolojik dizgesi vardır. Hepimizin gözü, kaşı, burnu, ağzı vardır. Bunların işlevleri de aynıdır. Ama hiçbirimizin yüzü ötekinin tıpkısı değildir. Bunun gibi bir metnin bir söylem olma niteliği, o metnin bireyselliği, biricikliği demektir. Özet öykü, metnin anlattığı olayların özetidir. Metindeki olayların akış planı da metnin örgüsü ya da kurgusudur. Edebiyatının sahiciliği anlatılan öykünün düz anlamında değil yan anlamındadır. Edebiyata düz anlam katında kurmaca diyoruz. Edebiyat kurmaca ve soyuttur, değeri yan anlam katındadır. Eleştirinin göndergesi ise edebiyattır. Edebiyat bir genelcedir, edebiyatı olmayan toplum yoktur. Tek tek tüm yapıtlar özerktir ama bir arada tutarlı bir dizge oluştururlar. Edebiyat bilgisinin en önemli özelliği metinleri tarihsel bir sıraya sokmaktır, bu sıra bize edebiyatın akışı hakkında bilgi verdiği gibi, akımlara, etkilenmeleri de görmemizi, ayırt etmemizi sağlar. Türleri de ayırt etmemizi sağlar. Edebiyatı tarihi içinde çizgisel olarak ilerleyen bir kurum olarak görür. Artzamanlı inceleme yapar. Edebiyat bilim, edebiyat olayına daha yukarıdan ve edebiyatın içinden bakar, tüm zamanlarda yinelenen özellikleri ele alır. Edebiyatın özelliklerini hem anlatım teknikleri hem de metnin kurgusu açısından inceler. Eşzamanlı inceleme yapar. Daha kurumsaldır. Edebiyat bilgisi olmadan edebiyat yapılamaz. Edebiyat bilgisi edebiyatı anlatır, edebiyat bilim ise bu anlamı işlemini kuramsallaştırmaya çalışır. Mitolojik bir öykü bir yandan belli bir görüşü anlatırken, bir yandan da evrimleşir. Ritüel canlanma-edebiyat yeniden canlandırmadır. Edebiyat ritüelin anlatılabilir olmasını sağlar. Sümer de edebiyatın bir çeşit kalıcılık, ölümsüzlük sağlama görevi olduğu düşünülüyordu. Edebiyat metinlerinin sayısı arttıkça, edebiyat üzerine düşünmeye başlar. Poetika, edebiyat hakkında yazılmış genel kitaplardır. Belli bir edebiyat metnini incelemek yerine genel olarak edebiyatın işleyişini araştıran çalışmalardır. Bir toplumun bir poetika üretebilmesi için bilgiyi dallara ayırmış olması ve edebiyatı ayrı bir bütünlük olarak görmesi gerekir.
TÜRK DİLBİLİM
Yabancı dil öğrenmek, günümüz dünyasında ihtiyaç haline gelmiştir. Yeni bir dil öğrenmek, ana dilden farklı bir dile odaklanmak çok zor gibi görünüyor olabilir. Fakat, aslında artık çok kolay. Gerek yabancı dil kursları, gerek bire bir İngilizce kursları bu ihtiyaca cevap verir durumda. Artık, İster yüz yüze ister online olarak yabancı dil öğrenebiliyoruz.
Dil öğrenme isteği, geçmişten günümüze insanlar için hep merak konusu oldu. Farklı bir dilde kendini ifade etmek, farklı bir dilde şarkı söylemek veya farklı bir dilde kitap okumak artık hepsi ayrı merak konusu. Bu merak git gide artarken, insanlar bir yandan da dili teşvik etmenin yollarını aradılar. İşte bu noktada yabancı dil öğrenme isteğini kamçılayan bir dünya devreye girdi.
Dünya, artık eskisi gibi sade hayatlara ev sahipliği yapmıyor. Günümüzde her bireyin hayatı birbirinden yoğun ve karmaşık durumda. Global yaşantıya ev sahipliği yapan dünya, ortak diller konuşulmasını sağladı. Bu sayede tüm dünya ortak bir paydada buluşabilecekti. İşte, yabancı dil öğrenme isteği de buradan doğdu aslında. Yabancı dil öğrenme isteğinin, istek olmasından ziyade gereklilik olması da farklı bakış açılarını ortaya koydu.
Yabancı Dil Nedir?
Yabancı dil, ana dilimizden ayrı olarak öğrendiğimiz, başka bir ülkeye ait olan dildir. Yabancı dil, tıpkı kendi ana dilimizde öğrendiğimiz şekilde seslerden oluşur. Bu seslerin birleşiminden de kelimeler ve anlamlı cümleler oluştururuz.
Yabancı dil ve en yaygın yabancı dillerden olan İngilizce öğrenirken kendi ana dilimizden farklı telaffuzlar görebiliriz. Sesleri kullanma biçimi; ses tellerinin, dilin, dişin ve dudakların kullanımı ana dilimizden farklı olabilir. Bazı sesler farklı yabancı dillerde gırtlak yardımıyla çıkabilir. Bu noktada da o yabancı dilin özgünlüğü ortaya çıkar. Farklı bir dil kullanırken düşünce şeklimiz de ana dilimizdeki kelimeleri düşünme şeklimizden farklı olmalıdır. Kendi dilimizde kullandığımız kelimeler farklı bir dilde başka anlamlara çıkabilir. Bu sebeple, yabancı dil öğrenirken farklı dillerin düşünce biçimine de hakim olmakta fayda var.
Yabancı Dil Öğrenmenin Faydaları
Yabancı dil öğrenmek, hem fiziksel olarak hem de mental olarak oldukça faydalı bir eylemdir. Fiziksel manada, dili ve dudakları kullanma konusunda ana dilimizden farklı özelliklere sahip olduğu için oldukça etkilidir. Gırtlak yapısında seslerin çıkışını sağlayan oynamalar, fiziki olarak egzersiz niteliği taşır. Mental olarak zihni geliştirmeyi ve beyin jimnastiği yapmamızı sağlar. Farklı bir dilde düşünme yetisini geliştirir.
Yabancı dil öğrenmek faydalı bir egzersiz gibidir. Mental olarak düşünce biçimimizde ufuklar açar. Ana dilimizde konuştuğumuz konulardan bağımsız olarak, farklı bir dilde farklı konulara hakim olmak gerekir. Yabancı dil öğrenmenin en önemli avantajlarından birisi de farklı bakış açıları kazanmaktır. Yabancı dil öğrenmek; olaylara daha geniş çerçeveden bakabilmeyi, kelimeleri farklı şekillerde cümle içinde kullanabilmeyi sağlar.
Yabancı dil öğrenmek, ülkeler arasındaki iletişimsizliği ortadan kaldıran en önemli faktördür. Farklı ülkelerdeki insanlarla irtibat kurabilmek için ortak bir dil kullanmak gerekir. Bu sebeple yabancı dil öğrenmek, ülkeler arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya en fazla yarayan faaliyetlerden biridir.
Yabancı dil öğrenmek hayatımızın her alanında gereklidir. İşle ilgili görüşmemiz gereken farklı ülkeden insanlarla iletişim için, sosyal yaşantımızda farklı ülkede yaşayan kişilerle irtibat sağlayabilmemiz için yabancı dil öğrenmek önemlidir. Alışveriş yaparken, farklı dilde şarkı söylerken kısacası hayatımızın hem sosyal hem de akademik alanlarında yabancı dil öğrenmek, yabancı dile hakim olmak gereklilik haline gelmiştir.
Yabancı Dil Öğrenmenin Sosyal Yaşantımıza Faydaları
Yabancı dil öğrenmek, kişisel gelişim için oldukça önem arz ediyor. Günümüzde yabancı dil bilmeyen ve ortak dili kullanamayan çok az sayıda insan kaldı. Artık, yabancı dil öğrenmek gündelik yaşantının en büyük gereksinimlerinden. Dünyayla iletişim kurmanın bu kadar kolay olduğu teknoloji çağında yabancı dil öğrenmek, yabancı dil bilmek en önemli ihtiyaç haline geldi denebilir.
Sosyal yaşantımızda farklı ülkeden insanlarla konuşabilmek, farklı bakış açılarına göz atabilmek, yabancı dilde yazılar okumak, dünyadan haberleri takip edebilmek, yurt dışı alışveriş sitelerini kullanabilmek, yurt dışında akademik kariyer planlaması yapabilmek… tüm bunlar için yabancı dil öğrenmek gerekiyor.
Yabancı dil öğrenmek, kişiye özgüven kazandırır. Farklı dilde konuşmak kişisel gelişimi teşvik eder. Sosyal olarak farklı insanlarla konuşarak hayata farklı açılardan bakma yetisi kazandırır. Yabancı dil öğrenmek, kişinin zihnini olduğundan daha hızlı çalıştırarak gündelik yaşantısında daha verimli olmasını sağlar.
Yabancı Dil Öğrenmenin Beynimize Faydaları
Yabancı dil öğrenmek zihni geliştirir. Bu sayede unutkanlığı da engeller. Bol bol pratik yaparak yeni kelimeler öğrenen beyin, olduğundan daha hızlı çalışarak unutkanlığın önüne geçer ve hafızayı güçlendirir. Yabancı dil öğrenen kişilerde dil merkezi daha hızlı gelişir. Yabancı dil öğrenmek, dil kurallarını kullanabilmek beyni olduğundan daha hızlı çalıştırarak farklı noktaları uyarır ve beynin hafıza kısmının güçlenmesini sağlar. Görsel zekayı kuvvetlendirir dil gelişimine katkı sağlar. Kullanılan kelimeleri hafıza kısmında tutarak gerekli yerlerde kullanımını sağlar. Üzerinde düşünmeyi gerektiren kelimelerle zihnin kuvvetlenmesini destekler.
Yabancı dil öğrenmek dinleme becerisini geliştirir. Farklı dildeki sesleri duymayı kolaylaştırır. Yabancı dil öğrendiğinde, farklı dillere olan duyarlılık seviyen yükselir ve böylece beynin daha hızlı ve yoğun çalışmaya başlar. Ayrıca, şunu da mutlaka belirtelim, birden fazla dil konuşulan ortamda yetişen çocuklar daha önce hiç duymadıkları dilleri öğrenmekte zorlanmıyorlar.
Yabancı dil öğrenmek aynı anda birden fazla iş yapma yetisini geliştirir. Beyne gönderilen sinyaller sayesinde dil gelişimi ile birlikte odak noktalarını bölerek farklı konulara da hızlıca adapte olabilmeyi sağlar.
Yabancı dil öğrenmenin faydaları oldukça fazla. Farklı bir dil öğrenirken aynı zamanda ana dilin de gelişir. Yabancı dil öğrenmek, dünyaya bakış açını değiştirir. Gözlem yeteneğini arttırarak farklı dilleri konuşan kişilerin yaşantılarını anlamlandırmanı sağlar. Farklı kültürlere değinir ve beyni fonksiyonel bir şekilde çalıştırmaya başlar.
Openenglish
Irk, belli bir toplum içindeki insanları, sahip oldukları fiziksel veya sosyal niteliklere göre kategorilere ayırmakta kullanılan bir kavramdır. Ancak bugüne kadar birçok farklı ırk tanımı da yapılmıştır; bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir:
- Belirli fiziksel karakteristikleri taşıyan, genetik olarak ilişkili insan gruplarını tanımlamakta kullanılan muğlak, bilimsel olmayan bir terimdir.
- Yavruları aracılığıyla gelecek nesillere aktarılan özelliklerle karakterize edilen ayrık etnik gruplardır.
- İnsanlığın ayrık fiziksel karakterlere sahip olan ana bölümlerinden her biridir.
- Coğrafi veya kültürel olarak az çok izole olmuş, ortak bir gen havuzunu paylaşan ve belirli gen konumlarındaki (Lat.: “loci”) alel frekansları diğer gruplardan farklı olan bir insan grubudur.
Irk tanımıyla ilişkili olarak görülen, hatta birçok durumda eş anlamlı olarak kullanılan etnik köken veya etnik grup kavramıysa şu şekillerde tanımlanmaktadır:
- Ortak kültürel köken varsayımı çevresinde organize olan bir insan popülasyonudur.
- Ortak ulusal ve kültürel geleneklere sahip bireylerdir.
- Daha büyük bir cemiyet içinde ortak ırk, dil, ulus ve kültür bağlarıyla birbirine bağlı ve diğerlerinden ayrılan sosyal gruplar veya popülasyon kategorileridir.
İnsanlarda Irk Var mı?
Günümüzde ırk terimi, genellikle, insanları fiziksel (fenotipik) ve biyolojik niteliklerine göre gruplara ayırmakta kullanılsa da 17. yüzyıldan önce ırk terimi, öncelikle aynı dili konuşan insanları tanımlamak için, daha sonraysa ulusal aidiyeti ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Bu bakımdan Homo sapiens (modern insan) türü özelinde ırk kavramı, biyolojik olarak geçerli bir olgu değildir; sosyal olarak inşa edilmiş bir yapıdan ibarettir ve yaygın olarak kullanılan ırk grupları, tür içindeki çeşitliliği anlamlı ve geçerli bir şekilde gruplandırmakta kullanılamaz.
Irk Konusundaki Güncel Bilimsel Konsensüs
Günümüzde giderek yerleşik hâle gelen bilimsel konsensüs, insanları ırklara ayırmanın mümkün olmadığı ve bugüne kadar yapılan insan ırkı kategorizasyonlarının bilimsel olarak hatalı olduğu yönündedir.
Bu konsensüsü yapılan anket araştırmalarında görmek de mümkündür: Örneğin 2017 yılında binlerce antropolog arasında yapılan bir anket çalışmasında, antropologların %86’sının insan popülasyonlarında biyolojik ırkların var olmadığını, %93’ünün ırklar arasında katı biyolojik sınırlar olmadığını, %89’unun fiziksel varyasyon farklılıklarının ırk tanımlarıyla örtüşmediğini, %95’inin ırklara atfedilen davranışlar arasındaki sözde farklılıkların ırklar arasındaki sözde genetik farklarla açıklanamayacağını düşündüğü görülmüştür.
2021 yılında yapılan bir diğer çalışmada, 1949 ilâ 2018 yılları arasında, Dünya’nın en saygın insan genetiği dergisi olan American Journal of Human Genetics (Amerikan İnsan Genetiği Dergisi) tarafından yayınlanan makalelerde “ırk” sözcüğünün kullanılma oranının son 10 yılda %22’den %5’e kadar gerilediği ve insan genetikçilerinin pratik olarak “ırk” kavramını tamamen terk ettiği görülmüştür.
Avrupalı antropologlar arasında yapılan bir çalışmadaysa, bu araştırmacıların %48’inin insan türü içinde ırkların olmadığını düşündüğü görülmüştür: Doğu Avrupa’da eğitim görmüş, fiziksel antropoloji eğitimi almamış ve çok daha genç veya çok daha yaşlı olan Avrupalı antropologlar arasında ırkların varlığını kabul oranlarının, Batı Avrupa’da fiziksel antropoloji eğitimi almış orta yaşlı uzmanlardan daha yüksek olduğu görülmüştür.
Irk kavramının geçersizliği ve terk edilmişliğini akademik dergilerin editöryal ekiplerinin yayınlarında da görmek mümkündür. Örneğin Dünya’nın en saygın genetik dergisi olan Nature Genetics‘in editörleri, 2000 yılında şöyle yazıyorlar:
Irk kavramı, bilim insanlarınca genel olarak anlaşmaya varılmış bir kavram değildir ve bu gerçek, ne kadar tekrar edilse azdır. Irklara dayalı bir kategorizasyonun herhangi bir faydası olup olmadığı da tartışmalıdır. (…) 2000 yılından itibaren Nature Genetics dergisi, akademik makale gönderen yazarların, araştırmalarında neden spesifik bir etnik grup veya popülasyonu kullandıklarını ve bu sınıflandırmaya nasıl ulaştıklarını açıklamalarını istemektedir.
1997 yılında Amerikan Antropoloji Cemiyeti (AAA), ABD Hükümetini, federal veri toplanması sırasında “ırk” teriminin kullanımını sonlandırmaya çağırmıştır ve ülkede yapılacak 2010 sayımından itibaren, “ırk” kavramını bir kategori olmaktan tamamen çıkarması gerektiğini ileri sürmüştür; çünkü antropologlar cemiyetine göre ırk kavramı, insan biyolojisi açısından hiçbir temeli olmayan, sosyal ve kültürel bir yapıdan ibarettir. Cemiyet, ilgili çağrı metninde şöyle yazıyor:
İnsan çeşitliliğine ait en net sonuçlar, muhtemelen genetik araştırmalardan gelmektedir. Genetik araştırmalar, gruplar arasında farklar olduğunu göstermektedir ve bunlar, bir bireyin en olası coğrafi kökenini takip etmekte kullanılabilir. Ancak bu veriler, aynı zamanda spesifik bir grubun içindeki herhangi iki bireyin, Dünya’dan rastgele seçilmiş herhangi iki birey ile aynı düzeyde genetik farka sahip olduğunu da göstermektedir.
Madem İnsan Irkları Yok, Neden Hâla Kullananlar Var?
Irkların var olmadığı yönündeki yığınla kanıta rağmen; gündelik yaşantıda, televizyonlarda, radyoda, popülist tartışmalarda ve aktüel politikada “ırk” kavramının sıklıkla karşımıza çıktığı ve üst düzey akademisyenler tarafından popülarize edilmeye devam edildiğini görmek mümkündür. ABD’nin New York eyaletindeki Buffalo Üniversitesi’nden Dr. Ömer Gökçümen, tarih/politika uzmanlarıyla biyologlar/antropologlar arasındaki terim karmaşasını şöyle anlatıyor:
Irk konusunda, özellikle zaman meselesi insanlarda kafa karışıklığına yol açıyor. Modern insanın kökeni 200-300 bin seneye dayanıyor. Her ne kadar evrimsel olarak bu minik bir zamansa da bir tarihçi için tahayyül etmesi zor. O yüzden bir dilsel grup olarak Türkler veya daha uzun zamandır var olan Fransızca üzerinden ortaklaşan bir grup varmış gibi geliyor. Ama yapılan antik DNA çalışmaları sayesinde, bundan sadece 3-5 bin sene önce yaşayan Avrupalıların bile, şimdiki Avrupa topluluklarından nispeten farklı bir genetik yapısı olduğunu biliyoruz. Yani etnik kimliklerle birebir bağdaşan, çok eski ve korunmuş genetik işaretlerin varlığı ile ilgili hiçbir şekilde genetik bir kanıt yok.
Dolayısıyla bazı uzmanlar, kendi uzmanlık alanları dâhilinde olsa da olmasa da insanlarda ırkların geçerli olduğu iddiasını savunabilirler; ancak bu, onların şahsi (ve çoğu zaman modern bilimin gerisinde kalmış) kanaatinden ibarettir; bilim insanlarının çoğunluğunun görüşünü veya kümülatif olarak ilerleyen bilimsel veri yığınının ortaya koyduklarını yansıtmamaktadır.
Bazı uzmanlar, kendi uzmanlık alanları dâhilinde olsa da olmasa da insanlarda ırkların geçerli olduğu iddiasını savunabilirler; ancak bu, onların şahsi (ve çoğu zaman modern bilimin gerisinde kalmış) kanaatinden ibarettir; bilim insanlarının çoğunluğunun görüşünü veya kümülatif olarak ilerleyen bilimsel veri yığınının ortaya koyduklarını yansıtmamaktadır.
Bu bilimsel gerçeği reddedenler, ırkçılık adı verilen gerici ve yıkıcı bir ideolojinin savunucularıdır. Bu ideoloji çerçevesinde, belirli insan grupları diğer gruplara doğal olarak üstündür. Bilim insanları arasında da ırkçılığı destekleyenler bulunmaktadırlar ve bunlar, insanları çeşitli fiziksel ve davranışsal özelliklerine göre kategorilere ayırma çabasını sürdürmektedirler. Bu kişiler, bilimsel ırkçılık adı verilen ve günümüzde bütün argümanları bilimsel olarak çürütülmüş, hatalı ve sahtebilim olarak kategorize edilen bir geleneği sürdürmektedirler.
Biyolojide Irk Ne Anlama Gelir?
Biyolojide ırk, bir türün izole olmuş ve olmayı sürdüren alt popülasyonlarıdır. Örneğin bir arı türünün Torosların güneyinde kalan bireyleriyle, Torosların kuzeyinde kalan bireyleri, eğer ki birbirlerine artık hiçbir şekilde ulaşamıyor ve çiftleşemiyorsa, ayrı biyolojik ırklar olarak tanımlanabilirler. Bu bakımdan ırklar, evrimsel süreçte yeni türlere dönüşmenin (türleşmenin) ilk adımı olarak görülebilirler. İki ayrı ırk, başlangıçta ayrı türler ihtiva etmezler; ancak aralarında bir izolasyon (bariyer) olduğu için, farklı seçilim baskıları altında kalma ihtimalleri artar ve bu nedenle “türleşme potansiyeline sahip popülasyonlar” olarak görülürler. Ola ki bu izolasyon devam edecek olursa ve söz konusu popülasyonlar ayrı birer ırk olarak varlıklarını sürdürmeye devam ederlerse, binlerce veya yüz binlerce yıl sonunda, öncelikle farklı “alt türler”, nihayetindeyse ayrı türler evrimleşebilir.
Burada vurgulanması gereken en kritik nokta şudur: Günümüzde bu kavramı biyolojide kullananlar olsa da biyolojik isimlendirmenin resmî kodlarının (taksonomik nomenklatürün) bir parçası değildir. Bu nedenle biyolojide, insan-harici bağlamlarda da “ırk” kavramı daha ziyade geleneksel bir kavram olarak, dar bağlamlarda kullanılmaktadır. Örneğin Hayvanlar Alemi’nin genelinde (ve dolayısıyla da insanlarda) “alt tür” seviyesinin daha altında kalan “ırk” gibi kategorizasyonlar tamamen işlevsiz ve geçersiz görülmektedir.
Buna rağmen “ırk” sözcüğünü kullanmakta ısrar eden biyologlar, bu problemin üstesinden gelmek için Hayvanlar Alemi içerisinde “alt tür” ile “ırk” kavramı eş anlamlı olarak kullanabilmektedir. Örneğin 1978 yılında Sewall Wright, dünyanın ayrı yerlerinde uzun süredir yaşayan insan popülasyonlarının çoğu bireyinin sadece fiziksel gözlem yoluyla doğru bir şekilde gruplandırılabileceğini, bu nedenle de bu farklı görünümlü insanların farklı alt türler olarak kabul edilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Evrim ve Popülasyonların Genetiği başlıklı kitabında Wright şöyle yazıyor:
Her ne kadar bu grupların her biri içinde çok geniş bir çeşitlilik bulunsa da İngiliz, Batı Afrikalı ve Çinlilerden oluşan bir grubu fiziksel özelliklerine, ten rengine ve saç tipine göre %100 doğrulukla sınıflandırmak için eğitimli bir antropolog gerektirmez; çünkü bu grupların her birindeki bireyleri birbirinden kolayca ayırt etmek mümkündür.
Her ne kadar gündelik yaşantımızda da fark ettiğimiz bir durum olarak bu önerme inandırıcı olsa da (ve genellikle alt türleri bu türden kolay ayırt edilebilir fiziksel özelliklere göre tanımlasak da), bu belirgin fiziksel özelliklerin, türü anlamlı ve işlevsel biyolojik gruplara ayırmak için yeterli bir faktör olmayabileceği unutulmamalıdır ve bu nedenle, modern tür tanımlarında ve taksonomik isimlendirme kurallarında bu tür yüzeysel kategorizasyonlar giderek azalan bir öneme ve değere sahiptir. İnsanların fiziksel özelliklerinin evrimini araştıran biyolojik antropologlar da insan ırklarının fiziksel farklılıklara göre yapılamayacağını ve bu tür bir tipolojik tanımlamanın hatalı olduğunu söylemektedirler.
EVRİM AĞACI
Kapitalizmin yükselişiyle çevre sorunlarının büyümesi, 1970’lerden sonra çevrecilik ideolojisini doğurmuştur. Çevrecilik, canlı ve cansız unsurların çevreleri ile olan ilişkilerini çok yönlü inceleyen bir bilimdir. Çevreselcilik ise, çevreyi araçsal bir değer olarak görüp, insan merkezli bir anlayışla çevrenin kalkınma için gerekli olduğunu savunur.
Çevrecilik, çevreselcilikten farklı olarak endüstriyelizmin terk edilmesini, ekonomik büyümenin sınırlandırılmasını, çevresel adaleti eko-merkezli bir bakış açısıyla savunur. Çevreciliğe göre doğanın içkin bir değeri vardır. İnsan- doğa ilişkisi doğaya saygı çerçevesinde gelişir. Doğaya, saygı insan için etik bir sorumluluk ve doğanın sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazıdır. Doğanın sürdürülebilirliği ise kuşak içi ve kuşaklararası adalet kavramının yer bulmasında ve yoksul-varsıl ayırt etmeksizin herkesin sağlıklı bir çevrede adil olarak yaşama hakkına kavuşmasında yol gösterici nitelikte olmaktadır.
Çevreci anlayış, toplumsal ve siyasal olarak bir dönüşümü gerekli kılar. Kapitalizmin yön verdiği tüketim alışkanlıklarından endüstiriyelizmin sınırlanmasına, insanların doğayı sömürge aracı haline getirmesine kadar birçok alanda köklü değişimler gerektirir. Endüstriyelizm, insanların tüketim alışkanlıklarına ve yaşam biçimlerine hakimiyet kurmaya neden olduğu gibi, doğanın üzerinde de hakimiyet kurar. Çevreci anlayışta insan, sınıflandırmalardan, etnik ve sosyal kimliklerden uzak salt bir türdür ve bu durumu uygulanan çevreci politikalara da yansıtır. Çevreci politikalar tüm bunların yanında, adem-i merkeziyetçi, şeffaf ve katılımı ön plana çıkaran daha demokratik bir anlayışla geliştirilmelidir.
Bir ideoloji olarak çevrecilik, mevcut siyasetin bir kolu olarak yürütülmemeli ancak ve ancak çevreciliğin kendi politikaları doğrultusunda bir siyasi temele oturtulmalıdır. Bu politikaların oluşmasında ise bireylerin kendi yaşam biçimlerinden başlayarak bilinçlenmeleri ve bu bilinçlenmenin tüm toplumda yaygınlaşması gerekmektedir.
Gaia Dergi
Doğayı gerçekten seviyor muyuz?
‘Sevgi sevdiğin için fedakarlıkta bulunmaksa, üzgünüm, çoğumuz doğayı gerçekten sevmiyoruz. Sevdiğimiz şey doğayı sevmek değil doğayı sevmeyi sevmek…’
Zaman zaman atasözleri ve deyimler sözlüğü okurum. Birkaç gün önce şöyle bir atasözüne denk geldim:
Kör pazara varmasın, pazar körsüz kalmasın.
Atasözleri çoğu zaman sayfalarca sözcükten daha çok şey anlatır. Elbette hepsi doğru ve anlamlı olmayabilir, kimisi de güncelliğini yitirmiş olabilir. Fakat zamanın süzgecinden, nesillerin deneyiminden geçip gelmenin verdiği arınmışlık bence çok değerli.
Şimdi gelelim yazının başlığındaki soruya. Diyelim ki, bütün bilimsel kurallara uyarak ve sağlıklı bir örneklemeyle Türkiye çapında bir anket yapsak ve tek bir soru sorsak; “Doğayı seviyor musunuz?” Tahminim odur ki, %100’e çok yakın oranda “evet” yanıtı verilecektir. “Hayır, doğayı sevmiyorum” diyen neredeyse hiç olmayacaktır bana göre.
Bunun iki nedeni var. Birincisi doğayı sevmediğini açıkça hissedenler, öyle olmasına rağmen bunu söylemekten çekineceklerdir. Sanırım bundan daha önemli olan ikinci neden, doğayı aslında sevmeyen pek çok insanın doğayı sevdiğini sanmasıdır. Yani insanlar doğayı sevdiklerini söylerken samimidirler bence. Fakat sevdikleri şeyin doğa değil de doğayı sevme duygusu olduğunun farkında olamıyorlar.
Sevmek, yalnızca bir duygu değil
Galiba bunu biraz açmak gerekecek. Gerçek sevgi yalnızca bir duygu değil, duygunun tutum ve davranışlara yansımış eylem halidir. Pek çok kişiden şuna benzer şeyler duyarız: Hayvanları seviyorum ama bana yaklaşmalarını istemiyorum. Sizce bu gerçekten sevgi midir? Örneğin annenizi, sevgilinizi, çocuğunuzu seversiniz ve mümkünse sürekli onlarla temas halinde olmak ister, onlar için pek çok şeyi yapmayı göze alırsınız. Peki, kaçımız doğayı sevdiğimizi söylerken onun için bir şey yapmayı göze alabiliyoruz? Bir şey derken sosyal medyada bolca paylaşım yapmak ya da change.org’da ha bire imza atmak değil. Bunlar da önemli kuşkusuz, fakat benim dediğim “bir şey” kendimizden fedakarlıkta bulunmakla ilgili. Örneğin, kaçımız tüketim alışkanlıklarımızda küçük de olsa değişiklikler yapabiliyoruz?
Bana öyle geliyor ki, çoğunluk arada sırada parka ya da ormana gidip yürüyüş ya da piknik yaptığı, evinde üç beş saksı çiçek yetiştirdiği için doğayı sevdiğini sanıyor. Bu insanların, belki de, Türkiye’nin dokunulmaması gereken koylarında, kıyı ekosistemlerinde yazlıkları, ormandan devşirme arsalarda konforlu evleri var aynı zamanda. Yoksa bile büyük bir bölümü bunun hayalini kuruyor ve gecesini gündüzüne katarak bunun için çalışıyor.
Son günlerde avcılıkla ilgili tepkiler had safhada. Bu çok güzel. Ama bu tepkileri gösterenlerin kaçı, bırakalım hayvansal gıdalardan uzak durmayı veya et yemekten vaz geçmeyi, hiç değilse bunların tüketimini azaltmayı aklından geçirdi?
Bunlara benzer onlarca örnek sıralayabilirim. Fakat ihtiyaç olduğunu hiç sanmıyorum. Sevgi yalnızca bir duyguysa, evet, büyük çoğunluğumuz doğayı seviyoruz. Ancak sevgi sevdiğin için fedakarlıkta bulunmaksa, üzgünüm, çoğumuz doğayı gerçekten sevmiyoruz. Sevdiğimiz şey doğayı sevmek değil doğayı sevmeyi sevmek.
Bu satırları okuyanların, doğayı sevdiğini söylerken gerçekte sevmediğini düşündüğüm insanlara bir garezim olduğunu sanmalarını hiç istemem. Her yanım böyle insanlarla dolu ve benim onlarla hiçbir sorunum yok. Aralarında çok sevdiklerim de var. Düşüncelerim onları suçlama amacı gütmüyor, ama böyle düşündüğümü de saklayamam. Ayrıca, henüz eylem aşamasına geçememiş olsalar da onlar en kolay eyleme geçirebileceğimiz grubu oluşturuyor. Onlara gerçekten sevmeyi, fedakarlıkta bulunmayı öğretmek çok daha kolay. Atalarımız boşuna mı demiş; Kör pazara varmasın, pazar körsüz kalmasın…
YEŞİL GAZETE / CİHAN ERDÖNMEZ
Dünyanın, aldatanlar ve aldatılanlardan oluştuğunu göreceksiniz. Honore de Balzac